HakikatKitabevi

Kitap-Download

23 — İKİNCİ CİLD, 96. cı MEKTÛB

Bu mektûb, hâce Ebül-Hasen Behâdır Bedahşîye yazılmış olup, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edeceğine yakın kâğıd istediğini açıklamakdadır:

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullara selâm olsun! Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, mevt hastalığında, kâğıd istedi. (Bana kâğıd getiriniz! Benden sonra, yolu şaşırmamanız için, size kitâb yazacağım) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh” birkaç Sahâbî ile birlikde, (Bize Allahü teâlânın kitâbı yetişir! Soralım, sayıklıyor mu?) dedi. Hâlbuki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü vahy ile idi. Nitekim Vennecmi sûresi, üçüncü âyetinde meâlen, (O, boşuna konuşmaz. Hep, vahy olunanı söylemekdedir) buyuruldu. Vahy red olunursa, küfr olur. Nitekim, Mâide sûresi, kırkdördüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın gönderdiğine uymıyanlar kâfirdir) buyuruldu. Bundan başka, Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” sayıklıyacağını, fâidesiz söyliyebileceğini sanmak, Ona güvenmeği ve dînine i’timâd etmeği sarsar ki, bu da küfr ve zındıklıkdır. Bu mühim şübheyi nasıl hal etmeli?

Allahü teâlâ, anlayışını artdırsın. Doğru yolda yürümeni nasîb eylesin! Böyle şübheleri ortaya atarak, üç halîfeyi ve başka Sahâbîleri lekelemek istiyenler, insâf etseler ve insanların en iyisinin sohbetinin şerefini, kıymetini anlasalar ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” bu sohbetde bulunmakla, nefslerinin isteklerinden, temâmen kurtulduklarını ve kin, düşmanlık gibi huylardan temizlendiklerini ve hepsinin din büyüğü, islâmın göz bebekleri olduklarını ve islâmiyyeti kuvvetlendirmek ve insanların en iyisine yardım etmek için, bütün gücleri ile çalışdıklarını ve islâmiyyeti yükseltmek için, bütün mallarını fedâ etdiklerini ve Resûlullaha “aleyhisselâm” olan aşırı sevgileri uğrunda aşîretlerini, kabîlelerini, evlâdlarını, zevcelerini, vatanlarını, evlerini, sularını, tarlalarını, ağaçlarını, nehrlerini terk ve fedâ etdiklerini, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi cânlarından çok sevdiklerini, vahyi, meleği görmekle şereflendiklerini, mu’cize ve hârikalar gördüklerini, görmeden inanılan şeyleri, görerek anladıklarını, başkalarının bilgilerinin bunlara görgü olduğunu ve Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından medh ve senâ edildiklerini bilseler, bu şübhelerin uydurma sözler olduğunu anlar, kulak bile vermezler. Bu sözlerin yanlış yerlerini anlamağa, çürük noktalarını ayırmağa lüzûm bile görmezler. Bu üstünlüklerde, Eshâb-ı kirâmın hepsi ortakdır. En üstünleri olan (Hulefâ-i râşidîn) ya’nî dört halîfenin büyüklükleri nasıl anlatılabilir? Ömer “radıyallahü anh” öyle bir Ömerdir ki, Hak teâlâ, onun için Resûlüne, Enfâl sûresinin altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim “aleyhisselâm”! Sana Allah ve mü’minlerden, senin izinde gidenler yetişir!) buyurdu. Bu âyet-i kerîmenin, Ömer “radıyallahü anh” müslimân olduğu için indiğini, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” bildiriyor. Eshâb-ı kirâm için söylenen böyle iftirâlar, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Meydânda olan, bilinen hakîkatlere uymamakdadır. Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile red edilmekdedir. Bununla beraber, bu süâle cevâb vermiş olmak için ve o şübheli sözün çürük noktalarını belirtmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç önsöz yazmağı uygun gördüm. Dikkatli okuyunuz! Bu şübheyi temâmen gidermek için, birkaç önsöze lüzûm vardır. Bu sözlerden herbiri ayrı birer cevâb gibidir:

Birinci önsöz — Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü, vahy ile değil idi. Vennecmi sûresindeki, (O, boş söz söylemez!) meâlindeki âyet-i kerîme, Kur’ân-ı kerîm içindir. Her sözü, vahy ile olsaydı, ba’zı sözlerine, Allahü teâlâ, yanlış demezdi ve afv etdiğini bildirmezdi. Tevbe sûresi, kırküçüncü âyetinde meâlen, (Onlara izn verdiğin için olan hatânı, Allahü teâlâ afv etdi) buyuruldu.

İkinci önsöz — İctihâdla olan sözlerde ve aklın verdiği karârlarda, o Servere “aleyhi ve alâ âlihissalevât vetteslîmât” i’tirâz etmek, başka dürlü söylemek câiz idi. Haşr sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Ey akl sâhibleri, başkalarından ibret alınız!) buyuruyor. [Kıyâsın câiz ve lâzım olduğu, bu âyet-i kerîmeden anlaşıldığı, (Beydâvî) tefsîrinde yazılıdır.] Âl-i İmrân sûresinin yüzellidokuzuncu âyetinde meâlen, (İşlerinde Eshâbın ile meşveret et, onlara danış!) emr edilmekdedir. İbret almakda ve meşveret olurken fikrler, sözler red ve tebdîl olunur. Nitekim, Bedr muhârebesinde alınan esîrlerin öldürülmesi veyâ para karşılığı koyuverilmesi için sözler ikiye ayrılmışdı: Ömer “radıyallahü anh” öldürülmelerini istemişdi. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bırakalım demişdi. Vahy, Ömerin “radıyallahü anh” istediği gibi geldi. Para alınması, suçdur buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eğer, azâb gelseydi, Ömer ile Sa’d bin Mu’âzdan başka, birimiz kurtulamazdık) buyurdu. Çünki, Sa’d da “radıyallahü teâlâ anh” esîrlerin öldürülmesini istemişdi.

[Bedr gazâsı, hicretin ikinci senesi Ramezân ayında oldu. Ramezânın onikinci günü Medîneden çıkıldı. Bedrde üç gece kaldı. Ondokuz gün sonra Medîneye avdet buyurdu. Bu gazâda, düşman ordusu bin nefer kadardı. Hepsi demir zırh giymişdi. İçlerinde yüz atlı, yediyüz develi vardı. Muhâcirînin beyâz sancağını Mus’ab bin Umayr taşıyordu. Mus’abın kardeşi Ebû Azîz, Ebû Bekr-i Sıddîkın oğlu Abdürrahmân, Ebû Huzeyfe hazretlerinin babası Utbe ve kardeşi Velîd ve amcası Şeybe, hazret-i Alînin kardeşi Ukayl ve amcası Abbâs ve amcası Hârisin oğulları Ebû Süfyân ile Nevfel ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dâmâdı Ebül’Âs bin Rebî’ düşman ordusunda idiler. Bunlardan yetmiş kâfir öldürüldü. Yetmiş de esîr alındı. İslâm ordusu üçyüz onüç nefer olup bunlardan sekizi başka yerde vazîfeli idi. Üçyüzbeş kişi harbe girdi. Altmışdördü muhâcirlerden idi. Üçü atlı, yetmişi develi idi. Altısı muhâcirlerden olarak ondört kişi şehîd oldu. Üçyüzonüç kişinin ismleri, Abdürrahman Kabânînin (Esmâ-i Ehl-i Bedr-i kirâm) kitâbında ve Hâlid-i Bağdâdînin (Câliyet-ül-ekdâr) kitâbında yazılıdır.]

Üçüncü önsöz — Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yanılması ve unutması câizdir. Hattâ olmuşdur. Zülyedeyn hadîsinde bildirildiği gibi, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” dört rek’atli farz nemâzda, ikinci rek’atde selâm verdi. Zülyedeyn: (Yâ Resûlallah! Nemâzı iki rek’at mı kıldınız, yoksa unutdunuz mu?) dedi. Zülyedeynin sözünün doğru olduğu anlaşılınca, Resûl “sallallahü aleyhi ve sellem”, kalkarak, iki rek’at dahâ kıldı ve secde-i sehv yapdı. Hasta değil iken ve sıkıntısı yok iken, insanlık îcâbı, yanılması câiz olunca, ölüm hastalığında, şiddetli ağrıları varken, istemiyerek, düşünmeden söylemesi de elbet, câiz olur. Niçin câiz olmasın ve bununla, islâmiyyete i’timâd, güven kalmasın? Çünki, Allahü teâlâ, Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanıldığını, unutduğunu, vahy ile, kendisine bildirmişdi ve doğrusunu, yanlışından ayırmışdı. Bir Peygamberin yanlış yolda kalması câiz değildir. Yanıldığı, vahy ile hemen bildirilir. Böyle olmasaydı, islâmiyyete güven kalmazdı. Demek oluyor ki, islâmiyyete güven kalmamasına sebeb, yanılmak ve unutmak değildir. Yanılmasının ve unutmasının, kendisine bildirilmemesi, düzeltilmemesidir. Bu ise, câiz değildir. Ya’nî hemen bildirilir.

Dördüncü önsöz — Hazret-i Ömer, hattâ öteki üç halîfe de “radıyallahü teâlâ anhüm”, Cennet ile müjdelenmişdir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bunların Cennete gideceklerini bildiriyor. Bunların Cennete gidecekleri, o kadar çok söylenmişdir ki, tevâtür derecesine gelmişdir. Buna inanmamak, yâ kara câhillik veyâ koyu inâddır. Hadîs imâmlarımız, bu haberleri, hocaları olan Sahâbe ve Tâbi’înden alarak, kitâblarına yazmışdır. Yetmişiki fırkadan hadîs söyliyenlerin hepsi, bir araya toplansa, Ehl-i sünnetin hadîs âlimlerinin yüzde biri kadar olamaz. Kitâblarında bulunmaması, yok olmasını göstermez. Kur’ân-ı kerîmdeki müjdelere ne diyecekler? Meselâ, Tevbe sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Önce îmâna gelenlerden, her fazîletde öne geçenlerden, hem Mekkeden gelen Muhâcirlerden, hem de Medînede bunları karşılayıp yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikde bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ, Onlara Cenneti hâzırladı. Cennetde sonsuz kalacaklardır) ve Hadîd sûresinin, onuncu âyetinde meâlen, (Mekke şehri alınmadan önce, din düşmanları ile harb edenler ve mallarını, Allah yolunda harc edenler ile, Mekke alındıkdan sonra, bunları yapanlar, müsâvî, eşit değildir. Birinciler elbette dahâ yüksekdir. Allahü teâlâ, hepsine Hüsnâyı, ya’nî Cenneti söz verdi) buyuruldu. Mekke-i mükerreme şehri alınmadan ve alındıkdan sonra harb edenler ve mallarını fedâ edenler Cennet ile müjdelenmiş olunca, mal fedâ etmekde ve cihâd-ı fî sebîlillahda ve muhâcir olmakda hepsinden önde olan Eshâbın büyükleri için acabâ ne denir? Bunların büyüklüklerinin derecesini kim anlıyabilir? Bu âyetdeki (müsâvî değildir) kelimesinin, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” için geldiğini tefsîr kitâbları yazmakdadır. Çünki, mal fedâ etmekde, cihâd etmekde, öncelerin öncesi odur. Feth sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, (Ağaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü teâlâ elbette râzıdır) buyuruldu. Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Me’âlimüttenzîl) ismindeki tefsîr kitâbında, ma’nâ verirken diyor ki: Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bu sözleşmeye, (Bî’at-ür-rıdvân) denir. Çünki, Allahü teâlâ, bunlardan râzıdır. [Bunlar, bindörtyüz kişi idi. Yedinci senedeki Hayber gazâsından bir sene evvel, Hudeybiyede (Bî’at-ür-rıdvân) yapıldı ve sekizinci senede Mekke feth edildi.] Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde Cennet ile müjdelenen kimseye kâfir demek, küfre sebeb olur ve en çirkin şeydir.

Beşinci önsöz — Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd getirmeğe mâni’ olması, emre uymamak değildi. Böyle şeyden, Allaha sığınırız! Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vezîrleri, yardımcıları, en iyi ahlâk sâhibi idi. Bunlardan biri, hiç böyle saygısızlık yapar mı? Hattâ, bir kerre veyâ iki kerre sohbetde bulunmakla şereflenen en aşağı derecedeki Sahâbînin bile, hattâ îmân ile şereflenip, Ona ümmet olan herhangi bir kimsenin, Onun emrine uymaması düşünülemez. Muhâcirlerin ve Ensârın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” en büyüklerinden olan ve en kıymet verdiği yardımcıları bulunan büyükler için böyle şey düşünülebilir mi? Allahü teâlâ, insâf versin de, din büyüklerine, böyle kötü gözle bakmasınlar. Anlamadan, dinlemeden, ağızlarına gelenleri söylemesinler.

Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” maksadı, sormak, anlamak idi. Nitekim, (Sorunuz) demişdi. Ya’nî kâğıdı elbette istiyorsa, getiriniz demek istedi. Eğer, istemiyorsa, bu nâzik zemânda, kendisini üzmiyelim demek idi. Çünki, vahy ile ve emr olarak isteseydi, kâğıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile isterdi. Kendisine emr olunan şeyi yazardı. Peygamberin “aleyhisselâm” vahyi bildirmesi lâzımdır. Kâğıdı istemesi vahy ile, emr ile olmayıp, ictihâd ve arzû ile birşey yazacak ise, bu nâzik zemân, buna elverişli olur veyâ olmaz. Vefâtından sonra ümmeti ictihâd edecekdir. Dînin temeli olan Kur’ân-ı kerîmden, ictihâd ile, emrler çıkaracakdır. Kendisi hayâtda iken ve vahy gelmekde iken, ümmeti ictihâd etmekde idi. Vefât edip, vahy kesilince, ilm sâhiblerinin ictihâd etmeleri elbet makbûl olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, kâğıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile istemedi. Hattâ, vaz geçdi. Böylece, vahy olmadığı anlaşıldı. Sayıklama olup olmadığını anlamak için, duraklamak, hiç yanlış bir iş değildir. Melekler, Âdem aleyhisselâmın niçin halîfe olduğunu merâk edip, anlamak istedi. Bekara sûresi, otuzuncu âyetinin, (Yâ Rabbî! Yeryüzünde, fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan kulları mı yaratacaksın? Biz, seni tesbîh ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her dürlü aybdan, kusûrdan takdîs ediyoruz dedi) meâl-i şerîfi, bunu bildirmekdedir. Bunun gibi, Zekeriyyâ “aleyhisselâm”, kendisine, Yahyâ “aleyhissalâtü vesselâm” isminde bir oğul verileceği müjdelendiği zemân, Meryem sûresi, sekizinci âyetinin meâl-i şerîfi gibi, (Benim hiç çocuğum olur mu? Zevcem kısırdır. Ben ise, ihtiyâr oldum) dedi. Meryem “radıyallahü anhâ” da, Meryem sûresi, yirminci âyetinin meâl-i şerîfi gibi, (Benim hiç çocuğum olur mu? Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh da işlemedim) dedi. Peygamber, melekler, büyükler, böyle sorup, suç sayılmayınca, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”, kâğıd getirmesini sorması, neden kusûr olsun? Neden kendini şübheli duruma düşürsün?

Altıncı önsöz — Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmına iyi gözle bakmamız lâzımdır. Asrların en iyisi, Onun “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” asrının olduğunu ve Peygamberlerden “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sonra, bütün insanların en iyisi, en yükseğinin, Eshâb-ı kirâm olduğunu bilmemiz lâzımdır. Böylece, asrların en iyisinde, Peygamberlerden başka, bütün insanların en iyisi olan Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, yanlış, bozuk bir şeyde sözbirliği yapmıyacakları ve fâsıkları, kâfirleri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yerine geçirmiyecekleri anlaşılmış olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, insanların hepsinden, nasıl dahâ üstün olmaz ki, bu ümmetin bütün ümmetlerden dahâ üstün olduğunu, Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Bu ümmetin en üstünü ise, onlardır. Hiç bir Velî, bir Sahâbînin derecesine yükselemez. O hâlde, biraz insâf etmeli ve iyi düşünmeli! Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd getirilmesine mâni’ olması, küfr olsaydı, bu ümmetin en müttekîsi olduğu, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen Ebû Bekr-i Sıddîk, bunu, yerine halîfe seçer mi idi? Muhâcirler ve Ensâr, onu söz birliği ile, halîfe yapar mı idi? Hâlbuki, Muhâcirleri ve Ensârı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde medh etmekdedir. Hepsinden râzı olduğunu bildirmekde ve hepsine, Cenneti söz vermekdedir. Bunlar, onu Peygamberin yerine geçirir mi idi? Bir kimse, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına iyi gözle bakarsa, böyle çirkin zan ve şübhelerden kurtulur. Sevmek için, hüsn-i zan etmek lâzımdır. Peygamber aleyhisselâmın sohbetine ve o sohbetde bulunanlara, iyi gözle bakılmazsa ve Allah göstermesin, kötülenirse, bu kötülük, o sohbetin ve o Eshâbın sâhibine gider. Hattâ, bu sâhibin sâhibine, [ya’nî Allahü teâlâya] gider. Bu hâlin çirkinliğini iyi düşünmek lâzımdır. Eshâb-ı kirâma kıymet vermiyen kimse, Allahü teâlânın Peygamberine inanmamış olur denildi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmın şânını anlatmak için, (Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) buyurdu. O hâlde, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Onu sevmek demekdir.

Bu altı önsöz anlaşılınca, bu gibi şübhelere meydân kalmaz. Hattâ çeşidli cevâblar te’mîn edilmiş olur. Bu önsözler, düşünmeğe bile lüzûm kalmadan insanı şübheden kurtarır. Zâten böyle şübhelerin bozuk olduğu âşikârdır. Bu önsözler, bu şübhelerin bozukluğunu anlatmak için değil, meydânda olan hakîkati hâtırlatmak içindir. Bu fakîre göre, böyle şübheler şuna benzer ki, bir zekî kimse, ahmakların yanına gelip, önlerinde duran bir altının taş olduğunu, çeşidli yalanlarla isbât etse, o zevallılar, bu sözlerin yalan olduğunu anlamayıp, bozuk taraflarını meydâna çıkaramadıklarından, şübheye düşerler. Hattâ altını, taş sanırlar. Gördüklerini unutur, hattâ buna inanmazlar. Zekî olan, açıkça gördüğüne inanıp, buna uymıyan sözlerin yanlış olduğunu anlar. Burada da, üç halîfenin, hattâ Eshâb-ı kirâmın hepsinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü, yüksekliğini, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, güneş gibi meydâna çıkarmış, herkese göstermişdir. Yalan ve yaldızlı sözlerle, bu büyükleri kötülemeğe çalışmak, göz önündeki altını, taş olarak tanıtmağa benzer. Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden sonra, kalblerimizi bu yoldan kaydırma! Bizlere acı! Merhameti bol ancak sensin!

Din büyüklerine, islâmın göz bebeklerine, acabâ niçin dil uzatıyor, bunları kötülüyorlar? Fâsık ve kâfir olduğu islâmiyyetde bildirilen kimselerden birini bile kötülemek, ibâdet ve fazîlet değildir ve insanı Cehennemden kurtaracak bir sebeb değildir. O hâlde, dîne yardım edenlere ve islâmiyyeti koruyanlara dil uzatmanın hiç fâidesi olur mu? Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” büyük düşmanlarına sövmenin bile ibâdet olacağı, islâmiyyetde bildirilmemişdir. Belki, ismlerini anmayıp, vakt gayb etmemek dahâ uygundur.

Allahü teâlâ Feth sûresi son âyetinde meâlen, (Onlar, birbirine, her zemân ve çok iyilik edicidir) buyurdu. O hâlde, bu büyükleri birbirine düşman bilmek, kin taşıyorlardı sanmak, Kur’ân-ı kerîme inanmamak olur. Birbirlerine düşman olduklarını, kin taşıdıklarını söylemek, her iki tarafı da kötülemek, güvenlikden düşürmek olur. Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra, insanların en kıymetlisi olanları, insanların en fenâsı yapmak olur. Asrların en iyisi, en kötüsü yapılmış olur. Çünki, o asrın insanları, birbirine kin, düşmanlık taşıyorlarmış. Îmânı olan, böyle söz söyler mi ve böyle birşey düşünür mü? Hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” medh etmek için üç halîfenin buna düşman olduklarını ve bunun da, üç halîfeye kin taşıdığını söylemek, her iki tarafı da kötülemek olur. Niçin birbirlerini sevmesinler? Bunların hiçbiri, halîfe olmağa özenmiyordu ki, bu yüzden düşman olsunlar. Ebû Bekr-i Sıddîk, (Beni halîfelikden afv edin) ve Ömer-ül-Fârûk, (Satın almak istiyen olsa, bu hilâfeti, bir altına satarım) demişdir “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.

[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, (Redd-i Revâfıd) adındaki kitâbında buyuruyor ki: Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekr-i Sıddîkın halîfeliğini seve seve kabûl etmişdi. Bunu herkes iyi bildiği için, (İstemiyerek kabûl etdi), demekden başka söz bulamadılar. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, Eshâb-ı kirâm, defnden önce, halîfe ta’yînine başladı. Bu işi vâcib, lâzım bildiler. Çünki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, suçlulara, dînin emr etdiği cezânın verilmesini, savaşa hâzır bulunmağı ve hükûmetin yapacağı diğer şeyleri emr buyurmuşdu. Bu vâcibleri yerine getirecek vekîlin seçilmesi vâcib idi. Bunun için, hazret-i Ebî Bekr “radıyallahü anh” kalkıp, (Muhammed aleyhisselâma ibâdet ediyorsanız biliniz ki, O vefât etdi. Allahü teâlâya ibâdet ediyorsanız, O ölmez, hayâtı sonsuzdur. Onun emrlerini yerine getirecek birini seçmelisiniz. Düşünün, bulun, seçin!) dedi. Herkes, doğru söylüyorsun dedi. Ömer “radıyallahü anh” hemen kalkıp: (Seni isteriz, yâ Ebâ Bekr!) dedi. Bulunanların hepsi, seni seçdik dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa bakdı. Zübeyri göremiyorum. Onu çağırın, dedi. Zübeyr geldi. Ebû Bekr, Zübeyre (Müslimânlar beni halîfe seçdi. Bunların söz birliğinden ayrılmak ister misin?) dedi. Zübeyr: (Ey Resûlün halîfesi! Bu söz birliğinden ayrı değilim) dedi. Elini uzatıp kabûl etdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa bakdı. Alîyi göremedi. Çağırın dedi. Emîr gelince, ona da, böyle söyledi. O da: (Ayrılmam) deyip elini uzatarak müsâfeha ve kabûl buyurdu. Hazret-i Alî ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ”, seçime geç geldikleri için halîfeden özr dilediler ve (Bize önce haber vermedikleri için gelmedik. Bunun için de üzüldük. İçimizde halîfe olmağa lâyık Ebû Bekr olduğunu görüyoruz. Çünki, o, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mağaradaki arkadaşıdır. En şereflimiz, en iyimiz odur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, içimizden onu imâm seçdi. Arkasında nemâz kıldı) dediler. Hazret-i Ebû Bekr, halîfeliğe lâyık olmasaydı, hazret-i Alî “radıyallahü anh” onu istemez, benim hakkımdır derdi. Nitekim, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” halîfe olmasını kabûl etmedi. Kendisi halîfe olmak için uğraşdı. Hâlbuki, hazret-i Mu’âviyenin ordusu, kuvveti çok idi. Bu yüzden çok kimselerin ölmesine sebeb oldu. Böylece güç durumda hakkını istediği hâlde, hakkı kendinde görseydi, hazret-i Ebû Bekrden istemesi dahâ kolay idi. Seçilmesini ister ve hemen seçilirdi. Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekri “radıyallahü anh” seçdiğini bildirip bî’at etdikden sonra, minberin önünde oturdu. Sonraki konuşmalarda, halîfenin süâllerine te’sîrli cevâblar vererek halîfeyi destekledi.

SôÊfiyye-i aliyyenin büyüklerinden ve reîslerinden olan, gavs-i a’zam, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, talebesine ve bütün gençliğe, dîn-i islâmı öğretmek ve i’tikâdlarını düzeltmek için yazdığı, (Gunyet-üt-tâlibîn) ismindeki kitâbının, Mısrda [1322] senesi baskısı, seksendördüncü ve türkce tercemesinin İstanbulda [1303] baskısı yüzondördüncü sahîfelerinden başlıyarak buyuruyor ki:

(Ehl-i sünnete göre, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka Peygamberlerin ümmetlerinden dahâ üstündür. Bu ümmetin de üstünü, Ona îmân ederek mubârek yüzünü görmekle şereflenen Eshâb-ı kirâmdır ki, hepsi Ona tâbi’ olmuş, Onun için harb etmiş, Onun uğruna cânlarını, mallarını fedâ etmişdir. Onun emrini yapmak, birinci vazîfeleri olmuş, herşeyde Onun yardımcısı olmuşlardır. Bu Eshâbın da en üstünü Hudeybiyede, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile bî’at edip, Onun için ölmeğe hâzır olduklarını söz veren kahramanlardır. Bunlar, bindörtyüz kişi idi. Bunların da en üstünü, Bedr muhârebesinde bulunanlardır ki, bunlar Tâlûtun askeri gibi üçyüzonüç kişi idi. [İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının birinci cüz’ünde de üçyüzonüç mektûb vardır.] Bunların da üstünü, ilk müslimân olan kırk kişidir ki, kırkıncısı, Ömer “radıyallahü anh”, bunların otuzdördü erkek, altısı kadındır. Bunların da üstünü (Aşere-i mübeşşere), ya’nî Cennete girecekleri müjdelenen on kişidir. Bunlar, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî, Talha, Zübeyr bin Avvâm, Abdürrahmân bin Avf, Sa’d ibni Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd, Ebû Ubeyde bin Cerrâhdır. Bunların da üstünü Hulefâ-i râşidîn, ya’nî dört halîfe olup, bunların da üstünü Ebû Bekr, sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra Alîdir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Bu dördünden hazret-i Ebû Bekr, iki sene dört ay, hazret-i Ömer on sene, hazret-i Osmân oniki sene, hazret-i Alî altı sene Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” halîfesi oldu “radıyallahü anhüm”. Bundan sonra, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ondokuz sene ve birkaç ay halîfe oldu. Ömer “radıyallahü anh”, dahâ önce, bunu Şâma vâlî ta’yîn etmişdi. Orada yirmi sene vâlîlik etmişdi. Dördünün hilâfeti, bütün Sahâbenin arzûsu ve oy birliği ile ve her birinin, zemânının en üstünü olması ile idi. Zor ile, kuvvet ile ve kendinden dahâ üstün olanın hakkını almak sûreti ile değildi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Muhâcirlerin ve Ensârın söz birliği ile halîfe oldu. Şöyle ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, Ensâr-ı kirâm, sizden bir emîr, bizden bir emîr olsun demişdi. Ömer “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, ey Ensâr! Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Bekre, (Eshâbıma imâm ol!) diye emr buyurduğunu unutdunuz mu? deyince, biliyoruz yâ Ömer, dediler. Hazret-i Ömer, devâm ederek, içinizde Ebû Bekrden üstünü var mı? dedi. Ensârın hepsi, kendimizi Ebû Bekrden üstün sanmakdan Allahü teâlâya sığınırız, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ta’yîn etdiği makâmdan Ebû Bekri azl etmeği hanginiz hoş görür, deyince, bütün Ensâr, hiçbirimiz hoş görmeyiz. Onu azl etmekden Allahü teâlâya sığınırız, dediler. Muhâcirler ile elbirliği yaparak Ebû Bekri halîfe yapdılar. Hazret-i Alî ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ” da, sonra oraya geldi. İkisi de halîfeyi kabûl etdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, üç def’a ayağa kalkıp, (Beni halîfe kabûl etmekden vaz geçeniniz var mı?) dedi. Önde duranlar arasında bulunan Alî “radıyallahü anh”, ayağa kalkıp, (Hiçbirimiz vaz geçmeyiz. Vaz geçmeyi hiçbir zemân hâtırımızdan geçirmiyeceğiz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” seni, hepimizin önüne geçirdi. Kim, seni geriye çekebilir?) buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” halîfe olmasını istiyerek, en te’sîrli söz söyliyenin Alî “radıyallahü anh” olduğunu kuvvetli, sağlam haberlerle anlamış bulunuyoruz. Meselâ, Deve vak’asından sonra, Abdüllah bin Kevâ’, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” gelip, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hilâfet için, sana birşey söylemedi mi? dedikde: Biz, önce dindeki vazîfemize bakarız. Dînin direği ise nemâzdır. Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem”, dinde, bizden beğendikleri şeyleri, dünyâlık olarak beğenir, seçeriz. Bunun için Ebû Bekri “radıyallahü anh” halîfe yapdık, buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” son günlerinde, hasta iken, nemâz kıldırmak için, Ebû Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü anh” kendi yerine imâm yapmışdı. Bilâl-i Habeşî “radıyallahü anh” her ezân okuduğunda, (Ebû Bekre söyleyiniz, nâsa imâm olsun!) buyururdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendinden sonra, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olmağa, herkesden dahâ lâyık olduğunu gösteren ve Ömer, Osmân ve Alîden “radıyallahü anhüm” her birinin de, kendi zemânlarındaki insanlardan, hilâfete en lâyık olduklarını bildiren çok şeyler söylemişdir).

Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, kitâbında, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî ve Hasenin “radıyallahü anhüm” üstünlüklerini gösteren hadîs-i şerîfleri ve hilâfetlerini uzun uzadıya bildirdikden sonra, diyor ki: İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” şehîd olunca, imâm-ı Hasen “radıyallahü anh” müslimân kanı dökülmemesi ve râhat etmeleri için hilâfeti bırakmak istedi. Mu’âviyeye “radıyallahü anh” teslîm eyledi. Onun emrlerine tâbi’ oldu. O günden i’tibâren Mu’âviyenin “radıyallahü anh” hilâfeti hak ve sahîh oldu. Bu sûretle, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” haber vermiş olduğu, (Bu benim oğlum seyyiddir. Ya’nî büyükdür. Allahü teâlâ, onun ile, mü’minlerden, iki büyük fırka arasını bulur. Ya’nî barışdırır), hadîs-i şerîfinin ma’nâsı meydâna çıkdı. Görülüyor ki, imâm-ı Hasenin “radıyallahü anh” tâbi’ olması ile, Mu’âviye “radıyallahü anh”, islâmiyyete uygun halîfe olmuşdur. Böylece, müslimânlar arasındaki bütün anlaşmazlık sona ermişdir. Tâbi’în ve Tebe-i Tâbi’în ve dünyâdaki bütün müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” halîfe olarak tanımışdır. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mu’âviyeye “radıyallahü anh”, (Halîfe olduğun zemân, yumuşak ol veyâ güzel idâre et!) buyurdukları gibi, diğer bir hadîs-i şerîfde: (İslâmiyyet değirmeni, otuzbeş sene veyâhud otuzyedi sene devâm edecekdir) buyurmuşdur. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çarh, ya’nî dolab buyurmasının sebebi, dindeki kuvveti ve sağlamlığı bildirmek içindir. Bu müddetin otuz senesi dört halîfe ve imâm-ı Hasen ile “radıyallahü anhüm” temâmlandıkdan sonra, geri kalan beş veyâ yedi senesi, Mu’âviyenin “radıyallahü anh” hilâfeti zemânıdır. Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözü burada temâm oldu.

(Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” gelecekde olacak şeylerden verdiği haberleri bildirirken diyor ki: İbni Asâkir bildiriyor ki, Resûlullah, Mu’âviyeye: (Benden sonra, ümmetimin üzerine hâkim olursun. O zemân, iyilere iyilik et. Kötülük yapanları da, afv eyle!) buyurdu. Yine İbni Asâkir bildiriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Mu’âviye, hiç mağlûb olmaz) buyurmuşdur. Alî “radıyallahü anh”, Sıffîn muhârebesinde: Bu hadîs-i şerîf hâtırıma gelseydi, Mu’âviye ile harb etmezdim, demişdir. [Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” için Allâme Abdül’Azîz Ferhârî Hindînin “rahmetullahi aleyh” arabî (En-nâhiyetü an ta’nı emîrül-mü’minîn Mu’âviyete) kitâbında geniş bilgi vardır. (En-nâhiye) kitâbı, Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmişdir.]

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Haseni “radıyallahü anh” göstererek: (Biliniz ki, benim şu oğlum seyyiddir. Allahü teâlâ, yakın zemânda, müslimânlardan iki büyük askeri, bu oğlum sebebi ile, barışdırır) buyurdu. Alî “radıyallahü anh” şehîd olunca, kırkbinden ziyâde kimse, hazret-i Haseni “radıyallahü anh” halîfe yapdı. Irâkda ve Horâsânda, yedi ay, halîfe oldu. Sonra, büyük bir ordu ile, Mu’âviyenin “radıyallahü anh” üstüne yürüdü. İki ordu karşılaşınca, hazret-i Hasen “radıyallahü anh”, iki tarafdan birinin çoğu ölmeyince, diğer tarafın gâlib olamıyacağını düşünerek, müslimânların kanı dökülmemesi için, hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü teâlâ anh” mektûb yazdı. Ba’zı şartlarla, hilâfeti ona bırakdı.

İmâm-ı Beyhekî diyor ki, Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim, buyurdu ki: (Ümmetimden ba’zı kimseler meydâna çıkacak, Eshâbımı kötüliyeceklerdir. Bunlar, müslimânlıkdan ayrılacaklardır). (Mevâhib-i ledünniyye)nin yazısı burada temâm oldu].

Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ile muhârebe etmesi [târîhcilerin sandığı gibi] halîfelik için değildi. Bâgî ile [itâ’at etmiyenler ile] muhârebe etmek farz olduğu için idi. Isyânı basdırmak içindi. Hucürât sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, (Isyân edenler ile harb edip, bunları itâ’ate getirin!) buyuruldu. Bununla berâber, ısyânlarının şer’î sebebi olduğu için ve herbiri ictihâd sâhibi âlimler oldukları için, yanlış ictihâd etdikleri hâlde bile, hiçbirine dil uzatılamaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Fâsık ve kâfir denilemez. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” âsîler için “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, (Kardeşlerimiz bize âsî oldu. Bunlar, kâfir veyâ fâsık değildir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmden anladıklarını yapıyorlar) dedi. [Ofset baskısı yapılarak İstanbulda neşr edilen (Minhat-ül-vehbiyye) ve (Ulemâ’ül-müslimîn vel-vehhâbiyyûn) ismlerindeki iki arabî kitâbda ictihâd üzerinde geniş bilgi verilmişdir.]

İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmakdan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaşdırmıyalım!). Ömer bin Abdül’azîz de “rahmetullahi aleyh” böyle söylemişdir.

Yâ Rabbî! Bizi ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi afv eyle! Mahlûkların en kıymetlisi olan, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve temiz olan Âline ve Eshâbının hepsine “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” bizlerden kıyâmete kadar düâ ve selâmlar olsun! Âmîn.

[TENBİH: Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâm hakkında, müslimânlara nasîhat olarak pek çok kitâb yazdılar. Bu kitâblardan otuzikisinin ismleri ve yazarları, (Müjdeci Mektûblar Tercemesi) kitâbının sekseninci mektûbunun sonunda bildirilmişdir].