HakikatKitabevi

Kitap-Download

1—163 Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler

11 — İki cihân se’âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için, îmân etmek ve ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru îmânın bulunmasına alâmet, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamakdır. Çünki islâm ile küfr, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli olan Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emr ediyor. Demek ki, islâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. İslâmiyyetin izzeti ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden, müslimânları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. [Hak teâlâ, İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi’ olanların aldandıklarını ve pişmân olacaklarını beyân buyurarak meâli, (Ey benim sevgili Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem” inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem” yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslimân süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyâda ve âhıretde ziyân edersiniz) olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi.]

Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” düşman olmağa sürükler. Bir kimse, kendini müslimân zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Nemâz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmânını ve islâmını temelinden götürür.

[Kâfirler, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zemâna, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler, müslimânlarla ve müslimânlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, müslimânları aşağı görüyorlar. Müslimânlığın dışında kalmak, keyflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, müslimânlığa gericilik, îmânsızlığa, dinsizliğe asrîlik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. (Mürted) demek, müslimân evlâdı oldukları hâlde, müslimânlıkdan haberleri olmadığından ve hiç bir din âliminin kitâbını okumadıklarından ve anlamadıklarından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe ve dünyâlığa kavuşmak için ve akıntıya kapılmış olmak için, müslimânlığı beğenmiyenler, terakkîye mâni’dir diyenlerdir.

Bunlardan ba’zısı, temiz yavruları aldatmak için (İslâmiyyetde herşey “miş” ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir sened ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilmler ise, isbât edilip, bir vesîkaya dayanmakdadır) diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitâbı okumamışlar. İslâmiyyet ismi altında, hayâllerinde, birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibâretdir sanıyorlar. Bilmiyorlar ki, hayâllere tapınan, hıristiyanlardır. Birkaç yehûdînin ortaya çıkardığı, heykellere, taşlara tapınıyorlar. Hâlbuki müslimânlar, peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmakda, haber verdiği, mi’râc gecesinde görüp konuşduğu ve hergün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile haberleşdiği bir Allaha ibâdet etmekdedir. Bunların, islâmiyyetden ayrı ve uzak gördükleri ilmler, fenler, vesîkalar, senedler, hep islâm dîninin birer şu’besi, dallarıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, bioloji kitâbları, ilk sahîfelerinde, (Dersimizin esâsı, müşâhede [gözetleme], tedkîk [inceleme] ve tecribedir) diyor. Ya’nî fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki, bu üçü de, islâmiyyetin emr etdiği şeylerdir. Ya’nî, dînimiz, fen bilgilerini emr etmekdedir. Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde, tabî’atı, ya’nî mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek emr edilmekdedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, birgün Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” sordu ve: (Yemene gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka dürlü aşıladıklarını ve dahâ iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medînedeki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemende gördüğümüz gibi aşılayıp da, dahâ iyi ve dahâ bol mu elde edelim?) dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl “aleyhisselâm” gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veyâ, biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve (Tecribe edin! Bir kısm ağaçları, babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemende öğrendiğiniz üsûl ile aşılayın! Hangisi dahâ iyi hurma verirse, her zemân o üsûl ile yapın!) buyurdu. Ya’nî tecribeyi, fennin esâsı olan tecribeye güvenmeği emr buyurdu. Kendisi melekden anlar veyâ mubârek kalbine elbette doğar idi. Fekat, dünyânın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek müslimânların, tecribeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu. Hurma ağaçlarını aşılama kıssası (Kimyâ-i se’âdet)de ve (Ma’rifetnâme)nin yüzonsekizinci sahîfesinde yazılıdır. İslâmiyyet, bütün fen kollarında, ilm ve ahlâk üzerinde, her çeşid çalışmağı ehemmiyyetle emr etmekdedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitâblarda yazılıdır. Hattâ, bir islâm şehrinde, fennin yeni bulduğu bir âlet, bir vâsıta yapılmayıp, bu yüzden bir müslimân zarar görürse, o şehrin idârecilerini, âmirlerini, islâmiyyet mes’ûl tutmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Oğullarınıza yüzmek ve ok atmak öğretiniz! Kadınların, evinde iplik iğirmesi ne güzel eğlencedir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, harb için lâzım olan her çeşid bilgi ve âleti edinmeği, hiç boş durmamağı ve fâideli eğlenceleri emr etmekdedir. Bunun içindir ki, bugün, bir islâm milletinin, atom bombası, sun’î peyk yaparak müslimânlığı dünyâya tanıtması farzdır. Yapmağa çalışılmazsa, büyük günâh olur.

Müslimânların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere (Ulûm-i islâmiyye) müslimânlık bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farzdır. Kimisini öğrenmek sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubâhdır. İslâm bilgileri, başlıca iki büyük kısma ayrılır: Birincisi (Ulûm-i nakliyye)dir. Bunlara (Din bilgileri) de denir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, (Edille-i şer’ıyye) denilen dört kaynakdan meydâna çıkarmışdır. Din bilgileri de ikiye ayrılır: Zâhirî ilmler ve bâtınî ilmler. Birincilere (Fıkh bilgileri) veyâ (Ahkâm-ı islâmiyye), ikincilere (Tesavvuf bilgileri) veyâ (Ma’rifet) denir. Ahkâm-ı islâmiyye, mürşidlerden ve fıkh kitâblarından öğrenilir. Ma’rifet, kalblere, mürşidlerin kalblerinden akar, gelir.

İslâm bilgilerinin ikinci kısmı (Ulûm-i akliyye)dir. Canlıları öğretene (Ulûm-i tıbbiyye), cansızları öğretene (Ulûm-i hikemiyye) denir. Semâları, yıldızları öğretene (Ulûm-i felekiyye), Erd bilgilerine (Ulûm-i tabî’ıyye) demişlerdir. Ulûm-i akliyye, matematik, mantık ve tecribî bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak, akl ile incelenerek, tecribe ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar, zemânla artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki, (Tekmîl-i sınâ’ât, telâhuk-ı efkâr iledir) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı (San’atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikrlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur) demekdir.

Nakl yolu ile edinilen bilgiler, ya’nî din bilgileri çok yüksekdir. Aklın, insan dimâgı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zemânda, kimse tarafından değişdirilemez. Dinde reform olmaz sözünün ma’nâsı da budur. Akl ile elde edilen bilgileri, islâmiyyet yasaklamamış, sınırlamamış, ancak, bunların nakl bilgileri ile birlikde öğrenilmesini ve sonuçlarının ahkâm-ı islâmiyyeye uygun, insanlara fâideli olarak kullanılmasını, zulm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emr etmişdir. Müslimânlar, birçok fen vâsıtası yapmışlar ve kullanmışlardır. Pusula 687 [m. 1288] de keşf edildi. İğneli tüfek 1282 [m. 1866] da ve top 762 [m. 1361] de keşf edildi ve Fâtih tarafından kullanıldı. İslâmiyyet, islâma karşı olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilm şekline sokdukları, ders, vazîfe adını verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma târîhlerin, islâmiyyete yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamakda, zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, fâideli, iyi bilgilerin öğrenilmesini istemekdedir.

İslâmiyyet, fâideli olan her ilmi, her fenni ve her tecribeyi emr eden bir dindir. Müslimânlar, fenni sever, fen adamının tecribelerine inanır. Fekat, fen adamıyım diyen fen taklîdcilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz.]

Kâfirler ellerinden gelirse, müslimânları ezer, imhâ eder. Veyâhud, müslimânları, kendi uydurdukları yola sokarlar.

[Nitekim masonların [m. 1900] senesi ictimâ’ına âid zabtların yüzikinci sahîfesinde (Dindârlara ve ma’bedlere galebe çalmak kâfî değildir. Asl maksadımız, dinleri yok etmekdir) yazılıdır.

Bunlar, kitâblarında ve konuşmalarında, düşmanlıklarını açıkca ve hayâsızca bildiriyorlar. İlmden, fenden haberleri olmadığı için, çocukca şeyler söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabî’at kuvvetleri karşısında âciz, zevallı kalarak, hayâlî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Hâlbuki, bugün atom asrındayız. Tabî’ate hâkim olup istediğimizi yapıyoruz. Tabî’at kuvvetleri hâricinde birşey yokdur. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen, tecribe edilmiyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri, târîhden de haberleri olmadığını gösteriyor. Târîh boyunca, her asrda gelen câhiller, kendilerini akllı, bilgili, eski insanları câhil sanmış. Âdem aleyhisselâmdan beri, her asrda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirlerin böyle sözleri bildirilmekde ve cevâb verilmekdedir. Meselâ Mü’minûn sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinden sonra, (Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yaratdığımız insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, Ondan başkası yokdur. Onun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünyâ ni’metlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu Peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtâc olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak oldukdan sonra, tekrâr dirilerek kabrden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükden sonra, bir dahâ dirilmek yokdur, dediler) meâlindeki âyet-i kerîmeleri gönderdi. Komünist memleketlerde, milletin dînini, ahlâkını yıkmak için, mekteblerde öğretmenler ve askerlikde de subaylar, çocuklara, kızlara, askerlere, Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir, verirdi. Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O hâlde yokdur. Ananız, babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını, baba ocağından almış oldukları edeb ve hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Zevallı yavruları aldatıp, kendi alçak istekleri, zevkleri, kötü kazancları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzvlarına tâbi’ olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzvlarına tâbi’ olur. İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, (İnsanlar, akla tâbi’ olur. İnsanların his uzvları, hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkda, onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde akl, gözün yanlışını çıkarmakdadır. Meselâ göz, güneşi pencere içinden görüp, pencereden küçük sanıyor. Akl ise, dünyâdan da büyük olduğunu söylüyor). Bu kâfirler acabâ, biz gördüğümüze inanırız, güneş dünyâdan dahâ büyük olur mu diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, müslimânlar gibi akla inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünyâ işlerinde, hislerine değil, akllarına uyarak, hayvanlardan ayrılmakdadır. Bunlar, âhıretdeki şeylere inanmayız diyerek, his organlarına bağlı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da, insanlık derecesine yükselmek istemiyorlar? İslâmiyyet, insanların tekrâr yaratılıp, sonsuz yaşıyacaklarını, hayvanların ise, kıyâmetde hesâblaşdıkdan sonra, yok olacaklarını bildiriyor. İnsanlara ebedî hayât va’d ederek, hayvanlardan ayırıyor. Bu kâfirler ise, hayvanlar gibi, ebedî hayâtdan mahrûm kalmağı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyı’ ve ticâret maddeleri, elektronik âletler, harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesâblardan, yüzlerce tecribeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asrda, dahâ yenileri, dahâ inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu iki yüzlülük, koyu bir inâddan veyâ açık bir ahmaklıkdan başka ne olabilir?

Rusyada bir komünist mu’allim, ders arasında, (Ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünki, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlışdır. Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericilikdir) der. Bir türkmen çocuğu söz istiyerek: (Bunları akl ile mi söylüyorsun? Sende akl olduğuna inanmak, bunları akl ile söylediğini kabûl etmek fenne uygun değildir. Çünki, aklın olsaydı, görürdük) der. Mu’allim, bu haklı söze cevâb veremeyip, mağlûbiyyetinden hâsıl olan öfke ile, çocukcağızı, tekme tokat dershâneden dışarı atar. Çocuk bir dahâ hiçbir yerde görülememişdir.

Bugün, dünyâdaki kâfirler, iki dürlüdür: Birincisi (Kitâblı kâfirler), ya’nî hıristiyân ve yehûdîlerin az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan getirdiği kitâba ve öldükden sonra dirilmeğe, âhıretdeki sonsuz hayâta inanıyorlar. Ellerindeki bozuk kitâba Allah kelâmı diyorlar.

İkincisi, (Kitâbsız kâfirler) ya’nî (Müşrik)ler olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna inanmıyorlar. Taş, ağaç, güneş, yıldız ve insan, inek gibi ba’zı mahlûklarda (ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, kanûn ile, devlet baskısı ile, zulm, işkence ederek, ibâdet etmeği, dîni öğretmeği yasak ediyor. Bir kısmı da, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor. Ma’neviyyâtdan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetişdiriyorlar. Bir tarafdan, medeniyyetden, fenden, insan haklarından bahs edip, bir tarafdan da, insanları hayvanlaşdırıyorlar. İngiliz casûsları, böyle yapıyor.

Avrupa ve Amerika milletlerinin çoğu hıristiyandır. Hıristiyanların ve yehûdîlerin bir kısmı, kitâblıdır. Yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papas idi. İngilterenin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatinde, papas idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papas olup, fizik ve geometri kanûnları keşf ederken, din kitâbları yazmışdı. Fransanın en büyük başvekîli olup, memleketine Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhûr Rişliyö, papas olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şâ’iri Şiller de, papas idi. Bugün, bütün dünyâca büyük felesof tanınan, Fransız fikr adamı Bergson, kitâblarında, maddîcilerin hücûmlarına karşı, rûhânîleri müdâfe’a etmişdir. (Madde ve hâfıza) ve (Din ve ahlâkın iki kaynağı) ve (Şu’ûrun vergileri) kitâblarını okuyanlar dîne, kıyâmete seve seve inanır.

Amerikanın büyük felesofu William Ceyms, Pragmatisme mezhebini kurmuş, (Dînî tecribeler) ve diğer kitâblarında, îmânlı olmağı övmüşdür. Bulaşıcı hastalıklar, mikroblar ve aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin dînî merâsim ile kaldırılmasını vasıyyet etmişdi. Nihâyet, ikinci cihân harbinde dünyâyı idâre eden, Amerika Cumhûrreîsi F.D.Ruzvilt ile İngiliz başvekîli Çörçil, dindâr idi. İsmini hâtırlayamadığımız dahâ nice fen ve siyâset adamları hep, yaratana, kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmıyanların, bütün bunlardan dahâ akllı olduğunu kim iddi’â edebilir? Bunlar, islâm kitâblarını görüp okumuş olsalardı, iyi müslimân olurlardı. Fekat papasları islâm kitâblarını okumağı, hattâ el sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı. İnsanların dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmalarına mâni’ olmuşlardı. İkinci kısmda yirmialtıncı maddeye bakınız!

İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Müslimânlar, âhırete inanıyor. Kitâbsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslimânlar da, zarar etmezdi. Fekat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir). İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekde, inanmıyanların hücûmlarına akl, ilm ve fen ile cevâb vermekdedir. Müslimânlar, sözlerini isbât etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azâbda kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azâbları, bir ihtimâl değil, meydânda olan hakîkatdir. O hâlde, inanmamak, aklsızlık oluyor.

İslâm dînini bilmiyenlerin ba’zısı ise, milletin sağlam îmânını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını, islâma hücûm etdikçe, kendi yüz karalarının meydâna çıkdığını görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Müslimân görünüp ve müslimânlığı beğenici ve medh edici yaldızlı yazılar yazıp, fekat, bu yazıları ve sözleri arasında müslimânlığın esâs ve temel mes’elelerini, sanki müslimânlık değilmiş gibi ele alıp kötülüyorlar. Okuyucuları ve dinleyicileri bunlardan soğutmağa ve ayırmağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın emr etdiği ibâdetlerin vaktlerini, mikdârlarını ve şekllerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, dahâ iyi olurdu diyorlar. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, fâidelerden ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî fâidelere âlet sanarak, sanki düzeltmeğe yelteniyorlar. Birşeyi bilmemek, insanlar için kusûr ise de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri, akllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan müslimânlar ise, bunlardan dahâ zevallı ve dahâ ahmakdır. Böyle sinsi kâfirlerden, câhillerden bir kısmı da (Evet islâmiyyet iyi ahlâkı, sıhhatli olmağı, çalışmağı emr etmekde, kötülükleri yasaklamakda, insanları olgunlaşdırmakdadır. Bunlar her millete lâzımdır. Fekat, islâmiyyetde sosyal hükmler, âile ve cem’ıyyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zemânın şartlarına göre konmuşdur. Bugün milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyâclar artmışdır. Bugünkü, teknik ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükmler, kanûnlar lâzımdır. Kur’ânın hükmleri bu ihtiyâcları karşılayamaz) diyorlar. Böyle sözler, islâm hukûkunu bilmiyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin boş ve yersiz düşünüşleridir. İslâmiyyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkca bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel hükmler kurmuşdur. Bu değişmez hükmlerin, hâdiselere, vak’alara tatbîkını sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emr etmişdir. (Mecelle)nin 36. cı ve sonraki maddelerinin (Dürer-ül-hükkâm) şerhinde diyor ki, (Zemânın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan ahkâm değişebilir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zemânla değişmez. Hükm-i küllî değişmeyip, bu hükmün hâdiselere tatbîkı, zemânla değişebilir. İbâdetlerde, Nass ile bildirilmiş olmıyan bir hükmü anlamak ve bildirmek için, umûmî âdetler delîl olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm zemânından kalma ve müctehidlerin kullanmış olmaları ve devâmlı olmaları lâzımdır. Mu’âmelâtdaki hükmler için, bir beldenin, Nassa muhâlif olmıyan âdetleri de delîl olur. Bunları, fıkh âlimleri anlıyabilir). Allahü teâlâ islâm dînini, her memleketde, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şeklde kurmuşdur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayâtda değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve zarûretler karşısında, ictihâd hakkı tanımışdır. Hazret-i Ömer ve Emevîler zemânında ve koca Osmânlı imperatorluğunda, kıt’alara yayılan çeşidli milletler toplulukları, bu ilâhî hükmlerle idâre edilerek, başarıları, şânları, târîhlere ün salmışdır. Gelecek zemânlarda, büyük, küçük her millet de, islâmiyyetin bildirdiği, değişmez olan güzel ahlâka sarılacağı, bunları uygulayacağı kadar, râhata, huzûra, se’âdete kavuşacakdır. İslâmiyyetin bildirdiği sosyal ve ekonomik ahlâkdan, ahkâmdan ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan, ızdırâbdan, felâketden kurtulamamışlardır. Geçmiş milletlerde böyle olduğunu târîh yazmakdadır. Gelecekde de, elbette böyle olacakdır. Târîh, tekerrürden ibâretdir. Müslimânlar, millî birlik ve berâberliğe çok ehemmiyyet vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî, mânevî çalışmalı, din bilgilerini iyi öğrenmeli, harâmlardan sakınmalı, Allaha ve devlete ve kullara karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir. İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, ya’nî anarşi çıkarmamalı, vergilerini ödemelidir. Dînimiz, böyle olmamızı emr ediyor. Müslimânın birinci vazîfesi, nefsine, şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, âsî kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmakdan, Allahü teâlâya karşı da günâh işlemekden sakınmakdır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi, şahsî vazîfesidir. Her müslimân, kendini iyi yetişdirecek, sıhhatli, edebli, iyi huylu olacak, ibâdetlerini yapacak, ilm ve güzel ahlâk öğrenecek, halâl lokma kazanmak için çalışacakdır. İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir. Zevcesine, ana-babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacakdır. Üçüncü vazîfesi, cem’ıyyet içindeki vazîfeleridir. Komşularına, hocalarına, talebesine, âilesine, emrinde olanlara, hükûmete ve devlete, bütün vatandaşlara, dîni ve milleti başka olanlara karşı vazîfeleridir. Herkese iyilik etmesi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemesi, kimseye zarar vermemesi, hiyânet etmemesi, herkese fâideli olması, devlete, hükûmete, kanûnlara karşı, hiç ısyân etmemesi, herkesin hakkını, vergilerini hemen ödemesi lâzımdır. Allahü teâlâ, hükûmet, devlet işlerine karışmayı emr etmedi. Hükûmete yardım etmeği, fitne çıkarmamağı emr etdi.]

O hâlde müslimânların Allahü teâlâdan hayâ etmeleri, sıkılmaları lâzımdır. Hayâ îmândandır. Müslimânlık hayâsı zarûrî lâzımdır. Kâfirleri ve kâfirliği ve islâmiyyete uymıyan hangi inanış, hangi nazariyye, hangi teori olursa olsun, hepsini yanlış bilmek ve zararlı olduğuna inanmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, kâfirlerden cizye almağı, ya’nî vergi vermelerini emr buyurmuşdur. Bundan maksad, onları tahkîrdir. Bu hakâret, o derece te’sîrlidir ki, cizye vermek korkusundan, kıymetli elbise giyemezler, süslenemezler. Hakîr ve sefîl yaşarlar. Cizyenin gâyesi, kâfirlerin hakâret ve rüsvâlığıdır. Müslimânlığın izzet ve şerefini göstermekdir. Zimmî, müslimân olursa, cizye vermesi sâkıt olur. Bir kalbde îmân bulunduğuna alâmet, kâfirleri sevmemekdir. [Sevmemek kalble olur. Onlarla ve herkesle iyi geçinmeli, kimseyi incitmemelidir.

Ancak, zarûret ve ihtiyâc îcâbı, geçici işbirlikleri yapılabilir ise de, bu, kalb ile sevişmek olmamalı ve zarûret bitince, sona ermelidir.

Süâl: Kimseye sû’i zan etmemeli, kötü gözle bakmamalı, kâfir olduğunu gösteren işine, sözüne değil, îmânı olduğunu gösteren işine ve sözüne bakmalıdır. Îmân kalbde bulunur. Kalbde îmân olduğunu Allah bilir. Başka kimse bilemez. Kalbinde îmân bulunan kimseye kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlığı açıkca kötülemiyen herkese müslimân gözü ile bakmak, onu sevmek lâzımdır, deniliyor. Bu söz doğru mudur?

Cevâb: Kimseye sû’i zan etmemeli sözü yanlışdır. Bunun doğrusu (Müslimâna sû’i zan etmemeli)dir. Ya’nî, müslimân olduğunu söyliyen ve küfre sebeb olan bir sözde ve işde bulunmıyan kimsenin bir sözünden veyâ işinden hem îmânı olduğu, hem de îmânsız olduğu anlaşılırsa, îmânı olduğunu anlamalı, dinden çıkdı dememelidir. Fekat bir kimse, dîni yıkmağa, gençleri kâfir yapmağa uğraşır veyâ harâmlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa, yâhud Allahü teâlânın emrlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir denir. Müslimân olduğunu söyler, nemâz kılar, hacca giderse, (Zındık) denir. Müslimânları aldatan böyle iki yüzlüleri müslimân sanmak, ahmaklık olur.]

Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere Neces ve doksanbeşinci âyetinde Rics ya’nî pis buyurdu. O hâlde, müslimânların yanında, kâfirlik pis ve aşağı olmalıdır. Ra’d sûresinin ondördüncü ve Mü’min sûresinin ellinci âyetlerinde meâlen, (Bu düşmanların düâları netîcesizdir. Kabûl olmak ihtimâli yokdur) buyuruldu. Müslimânlardan, Allahü teâlâ râzıdır ve Peygamberi  “sallallahü aleyhi ve sellem” râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmakdan dahâ büyük ni’met olmaz.

Îmân ile küfr birbirlerine zıd olduğu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı [ya’nî harâmları] terk etmek lâzımdır. Dünyâyı terk etmek, iki dürlüdür: Birisi, bütün harâm olan şeyler ile berâber, mubâhları da, ya’nî günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan mikdârını kullanmakdır. [Ya’nî tenbel ve işsiz olarak oturup da, dünyânın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her dürlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zemânını, ibâdet ile ve müslimânların râhatları ve islâm dînini bilmiyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şeklde yapmak ve kullanmakla geçirmek ve durmadan çalışmakdır ve dünyâ zevkını böyle çalışmakda aramak ve bulmakdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu söylediğimiz şeklde terk etmek, pekâlâ ve pek fâidelidir. Tekrâr edelim ki, bundan maksad, islâmiyyetin emr etdiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmekdir.]

İkincisi, dünyâda harâm ve şübheli şeylerden kaçıp mubâhları kullanmakdır. Bu kısm da, hele bu zemânda, çok kıymetlidir.

O halde, islâmiyyetin harâm etdiği şeylerden kaçınmak, her müslimân için lâzımdır. Yediyüzseksendokuzuncu [789] sahîfeye bakınız!

[Bunların harâm olmasına ehemmiyyet vermiyen ve kaçınmağa lüzûm görmeyen, ya’nî Allahü teâlânın yasak etmesine aldırış etmeyen veyâ bunları beğenen, ne güzel diyen (Kâfir) olur. Bunlar Cehennemde, sonsuz kalacakdır. Allahü teâlânın harâm etmesine ehemmiyyet verip, kabûl edip de, nefsine mağlûb olarak, aldanarak, bunları yapan ve sonra akllarını toparlayıp pişmân olanlar kâfir olmaz ve îmânlarını gayb etmezler. Böyle kimselere (Âsî) ve (Fâsık) denir ve (Günâhkâr) denir. Bunlar, günâhları sebebiyle, belki Cehenneme girip cezâlarını çekerse de, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete kavuşacaklardır.]

Allahü teâlânın mubâh etdiği, ya’nî müsâ’ade etdiği şeyler pek çokdur. Bunlarda bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan, fazladır. Mubâh kullananları Allahü teâlâ sever. Harâm kullananları sevmez. Aklı olan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, sâhibinin, yaratanının sevgisini teper mi? Zâten, harâm olan şeylerin sayısı pek azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubâhlarda da vardır.

[Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Ya’nî, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veyâ denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakın demekdir. (Biz en yakın olan gökü, çırağlarla süsledik) âyet-i kerîmesindeki dünyâ kelimesi böyledir. Ba’zı yerde de, ikinci ma’nâ ile kullanılmışdır. Meselâ (Denî, alçak şeyler mel’ûndur) hadîs-i şerîfinde böyledir. Ya’nî (Dünyâ mel’ûndur) demekdir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâîsidir. Ya’nî, harâm ile mekrûhlardır. Şu hâlde, Kur’ân-ı kerîmde, zem edilen, kötü denilen dünyâ, harâmlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemişdir. Çünki, cenâb-ı Hak mala hayr adını vermekdedir. Bu sözümüzü isbât eden vesîka, bütün mahlûkların ve insanlığın üstünlükde ikincisi olan İbrâhîm halîl-ür-rahmânın malıdır. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları, ova ve vâdîleri dolduruyordu.]