Size dünyanın en mübarek şehri Mekke-i Mükerreme’den hitab ediyorum. Almanya’dan buraya umre için –elhamdü lillâh– geldik. Babamlar da buradalar, çok mutluyuz. Hem ailevî bir sevinç, hem dînî bir tatlı durum… Allah cümlenize nasib eylesin… Ailece, çoluk çocukla, dostlarla nice nice haclar, umreler, ziyaretler, ibadetler ihsân eylesin…
Hepinizin Mi’rac kandilinizi candan tebrik ederim. Allah-u Teàlâ Hazretleri Mi’racınızı, gecenizi, kandilinizi kutlu eylesin, mübarek eylesin… Nice nice mübarek kandillere, günlere, fırsatlara, sevap kazanma, rahmete erme vesîlelerine uyanık müslüman olarak erişmeyi nasîb eylesin… Sonunda rızasına nâil olup, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı nasib ve müyesser eylesin…
a. Mi’rac Nedir?
Mi’rac hakkında evvelki senelerde yapmış olduğumuz konuşmalar var. Tabii her seferinde değişik rivayetleri alarak çeşitlendirmeyi, yeknesak olmaktan, aynı şeyleri tekrar etmekten kaçınmayı tercih ediyoruz. Bu sefer de başka rivayetleri, inşaallah nakletmek istiyorum.
Önce tabii Mi’rac kandili nedir, Mi’rac nedir; bilmeyenler bilsin, bilenler de daha iyi tanısın diye onu anlatmam lâzım!
Mi’rac, Peygamber Efendimiz’in hayatında vuk bulmuş olan çok büyük bir olaydır, çok müstesnâ bir olaydır. Beşerden hiç kimseye nasîb olmamış olan bir olaydır. Peygamberlerden de sadece Peygamber SAS Efendimiz’e, bu kadar şumüllü, bu kadar engin ve geniş müşahede nasîb olmuştur. Çok muhteşem bir ikrâm-ı ilâhîdir. Çok mübarek bir hadisedir.
Nedir bu hadise?.. Peygamber SAS Efendimiz hicretten bir yıl önce, Receb ayının 26’sını 27’sine bağlayan gecede; Mekke-i Mükerreme’deki Mescid-i Haram’ın civarından Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya, mucize olarak, bir peygambere nasîb olan olağanüstü bir olay, fevkalâde müstesnâ bir mazhariyet olarak bir gecede gitmiştir.
Ondan sonra Kuds-ü Şerif’te, peygamberân-ı izâm (Salevâtullàhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn) hazretlerinin, yâni peygamberlerin ruhâniyetleriyle toplantı yapmış ve onlara imamlık eylemiştir.
Ondan sonra yedi kat semâvâtı ziyaret edip, geçip cenneti, cehennemi, Sidre-i Müntehâ’yı görmüştür. Cebrâil AS’la, meleklerle konuşmaları olmuştur.
Ondan sonrda Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin Arş-ı A’lâ’sına, huzur-u izzetine varmıştır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle mükâleme şerefine ermiştir. Hâl-i hayatında, daha vefat etmemiş bir beşer olarak, en yüksek makama çıkarak, böyle bir şerefe mazhar olmuştur. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni âşikâre görüp, selâmına, hitâbına, sitâb-ı müstetâb-ı bî-nihâyesine mazhar olmuştur. Ondan sonra da dönmüştür.
Ümmetine bu Mi’racın, bu olağanüstü olayın hatırası, hediyesi olarak, yolculuk dönüşü yoldan dönenlerin evde olanlara hediyesi gibi, biz ümmetine beş vakit namaz farziyetini getirmiştir. Beş vakit namaz Mi’rac gecesinde farz olmuştur.
Bakara Sûresi’nin sonundaki 285 ve 286. Âmener-rasûlü ayet-i kerimeleri de bu gece nâzil olmuştur.
Böyle bir mübarek olay; yâni Peygamber Efendimiz’in bir gece içinde, bir gece gibi kısa bir zamanda, Mekke-i Mükerreme’den Kuds-ü Şerif’e, Suudi Arabistan’dan Suriye’ye gelivermesi, ondan sonra da semâlara yükselmesi, urûc eylemesi, ondan sonra da fevkalâde müstesnâ müşâhedelere ermesi hadisesi… Çok güzel bir olay.
b. Mi’racın Nedeni
Neden olmuştur?.. Peygamber SAS Efendimiz Mekke’de müşriklerin kendisini kabul etmemesinden, inkâr etmesinden, tekzib etmesinden, yalanlamasından, ayetlere inanmamasından, hak yola gelmemesinden, İslâm’ı kabul etmemelerinden, ayrıca müslümanlara yaptıkları baskılardan, işkencelerden, zulümlerden, edepsizliklerden, kâfirliklerden, müşrikliklerden çok üzülmüş, fevkalâde kederlenmişti.
O kederli zamanında, hani ikrâm-ı ilâhî imtihandan sonra geliyor, mihnetten sonra safâ geliyor. (Elferecü ba’deş-şiddet) derler; yâni o sıkıntıların telâfisi olsun, Habîb-i Edîbinin yüzü gülsün, gönlü şen olsun, ma’mur olsun diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimize bir ikram olarak; “Gel Habîbim sana aşık olmuşam!” diyerek Mi’racı ona nasib etmiştir. Yâni bir tesellîdir, bir gönül almadır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin Peygamber Efendimiz’i sevindirmesidir, bahşişidir, ikrâmıdır ki tariflere sığmaz. Muazzam, muhteşem bir ikrâm-ı ilâhîdir. Olay bu…
Peygamber Efendimiz o zaman peygamberliğinin onikinci yılında idi. Onüçüncü yılında da biliyorsunuz Medine-i Münevvere’ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Tabii Allah’ın mukadderâtı ama müşriklerin edepsizliği, baskısı, hattâ öldürmeye niyet etmeleri yüzünden, doğduğu beldesini, sevdiği Mekke’sini terkederek Medine-i Münevvere’ye göçmek zorunda kalmıştı.
Onun da sebebi; bi’setin onbirinci yılında, her sene olduğu gibi Mekke’ye gelenleri ziyaret edip, panayıra gelip mal satanlarla, kabilelerle konuşa konuşa, onları İslâm’a davet ediyordu. Hepsi, “İyi, doğru söylüyorsun ama, biz seni kabul edersek, müslüman olursak, Kureyş bize darılır, kızar; ondan sonra bütün imkânlarımız mahvolur. Kureyş’in arazisinden bir daha geçemeyiz, Şam ticaretini yapamayız.” diye reddediyorlardı.
Bakın bunları anlatırken aklıma neler geldi: Şimdi Yirminci Yüzyıl’da müslüman ülkelerin yöneticileri birleşemiyorlar, İslâm’a yardımcı olamıyorlar. Almanya hristiyanlığa yardımcı oluyor, Avrupa devletleri yardımcı oluyor, Amerika yardımcı oluyor kendi dinleri olduğu için… Hattâ bir hristiyan katolik birliği oluşturdular.
Hristiyanların ruhânî bir devleti var, papalık devleti diye… Başşehirleri var, Vatikan diye… Herkes kendi dini için çalışıyor. Yahudiler de yahudilik için çalışıyorlar. Kendi ülkelerinde yahudilik serbest, her türlü ibadetlerini yapıyorlar, sakal bırakıyorlar… Hattâ başka ülkelerde birlik ve beraberlik içinde yıllar yılı çalıştıkları için, ezilmişlikten doğan birlik beraberlikle, ezilmişliklerini izâle edip kendi haklarını koruyorlar. Meselâ ben, geçtiğimiz ayda Amerika’ya gittiğim zaman, New York’un Broklin semtini Yahudi semti gibi gördüm. Her tarafta böyle kendilerine mahsus kıyafetleri, sakalları, yanaklarından sarkan zülüfleri ile tamamen dindar yahudiler…
Herkes dinini yapabiliyor, ama İslâm ülkelerinde müslümanlar dindarlıklarını icrâ edemiyorlar, devlet baskısı var. Devlet baskısı niye var?.. Çünkü devletler, Amerika dünyanın polisi diye, Avrupa ileri ülkeleri İslâm’ı kendilerine hasım almışlar diye; Nato şöyle istiyor, filânca devletin hariciye bakanı şöyle tavsiye buyuruyor diye baskı yapmak zorunda kalıyorlar. Yâni İslâm düşmanlarının emirleri İslâm ülkelerinde uygulanıyor. Müslümanların üzerinde müslüman yöneticiler tarafından, o ülkelerin yöneticileri tarafından uygulanıyor. “Efendim işte ne yapalım? Böyle yapmazsak batılı devletler bize şöyle yapar, böyle yapar…” diyorlar.
Devamını oku from "İSLAM EN BÜYÜK NİMET"