Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü’min olanların sözü: “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır. Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse ve Allah’tan korkup O’ndan sakınırsa, işte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır. (Nur Suresi, 51-52)
Ancak eğer bir kimse Kuran’ın tüm açıklamalarını öğrendikten ve bunların doğru olduğunu da vicdanen kabul ettikten sonra hala Allah’ın hükümlerine uymakta direnir ve itaat etmezse, bu o kişinin samimiyetsizliğinin bir delilidir. Çünkü doğru olduğunu bildiği bir sistemi reddetmekte ve yanlış olduğunu öğrendiği bir sistemde yaşamakta ısrar etmektedir. Bu tür bir insanın kuşkusuz şahsiyetinden, samimiyetinden, iradesinden söz edilemez. Eğer bu tavrında ısrar ederse, kısa sürede tam bir inkarcı durumuna gelecektir. Ve inkarcılar, Kuran’ın bildirdiğine göre, akletme yeteneğini yitirmiş, körleşmiş ve sağırlaşmışlardır:
Şimdi sen, kendi hevasını (bencil tutkularını) ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)
Böyle bir gidişin sonu ise kuşkusuz içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir…
Öyleyse, akıl sahibi insana düşen, ayette bildirildiği gibi “işittik ve itaat ettik” demektir.
Bu nedenle de insan, kendisini “işittik ve itaat ettik” demekten alıkoymaya çalışan etkenlere karşı son derece dikkatli olmalıdır. Bunların en önemlisi, az önce belirttiğimiz gibi “heva”, yani insanın bencil tutku ve istekleridir. Hevanın kaynağı ise insanın içindeki “nefs”dir. Nefs, Hz. Yusuf’un Kuran’da bildirilen ifadesiyle “var gücüyle kötülüğü emredendir” (Yusuf Suresi, 53). Ve madem nefs insana “var gücüyle kötülüğü emretmekte”dir, o halde insan da nefsin kendisine vereceği emirlere karşı son derece uyanık olmalıdır.
Bu noktada dikkat etmek gerekmektedir: Kuşkusuz cahiliye toplumunun içinden çıkmış ve müminlerle yeni tanışan bir kişi, nefsinden kendisini “kötülüğe” yöneltecek pek çok emir alacaktır. Nefsi onu mümkün olduğunca kendi istek ve tutkularına uymaya yöneltecek ve dinden uzaklaştırmaya çalışacaktır. Müminlerin kendisine anlattığı, ya da Kuran’dan okuduğu tüm doğrulara karşı nefsi ona bir takım kuruntu ve şüpheler vermeye çalışacaktır. Vicdanı ve aklı ona müminlerle bir arada olmayı emrederken, nefsi onu cahiliye toplumuyla birlikte olmaya yöneltmeye uğraşacaktır.
Bu nedenle müminlerle yeni tanışan, dini öğrenmeye çalışan bir kişi, tavırlarını kontrol etmeli, isteklerini ölçmelidir: Acaba davranışlarının kaynağı nefsinin istekleri mi, yoksa vicdanı mıdır?
NEFSİN ÖNE SÜRDÜĞÜ BAHANELER
“Davranışların kaynağının nefis mi yoksa Allah rızası ve vicdan mı?” olduğu sorusu hakkında bazı temel ölçüler konabilir. Öncelikle bir Kuran ayeti bize önemli bir ölçü vermektedir:
“Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi ‘istek ve tutkularına (hevasına)’ uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” (Kehf Suresi, 28)
Ayette, müminlere hangi davranışın Allah’ın rızasına uygun, hangi davranışın da nefis kaynaklı olduğu bildirilmektedir: “Sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte” olmak, Allah’ın rızasına uygun bir davranıştır. Buna karşılık, kalbi “Allah’ı zikretmekten gaflete düşmüş” ve “kendi ‘istek ve tutkularına (hevasına)’ uyan” kimselere (yani cahiliye toplumunun herhangi bir üyesine) yönelmek, onların yaşam tarzına doğru kaymak, tamamen nefsani bir davranıştır, Allah’a karşı itaatsizliktir.
Bu son derece önemli bir ölçüdür ve İslam ahlakıyla yeni tanışan bir kişinin en çok dikkat etmesi gereken konuların başında gelir.
Buna karşılık bu samimiyetten yoksun olan ya da nefslerinin telkinlerinin etkisinde kalan kimseler, müminlerle beraber olmak için böyle bir çaba göstermezler. Nefisleri onlara birtakım bahaneler buldurur ve müminlerle beraber olmaktan, bu bahaneler aracılığıyla alıkoymaya çalışır. Onlar da bu bahaneleri müminlere karşı öne sürerler. Kendi akıllarınca bu bahaneler sayesinde müminleri aldatabileceklerini sanmaktadırlar. Oysa öne sürdükleri bahaneler ne Allah katında, ne de müminlerin gözünde geçerli değildir.
Günlük hayat içinde sözkonusu bahanelerin (gerçeklerden kaçma yöntemlerinin) pek çok örneğine rastlamak mümkündür. Bazı yaygın örnekleri şöyle sıralayabiliriz:
İbadetlerini yerine getirmeyi, dinin hükümlerini uygulamayı ve müminlerle birarada olmayı engellemek için nefsin en çok öne sürdüğü bahanelerin başında “ailevi sorunlar” gelir. Nefsinin sesine kulak veren ve Allah’a itaatte gevşek davranan kimseler, sık sık “ailemle ilgilenmekten zaman bulamıyorum” ya da “ailem izin vermediği için dinin hükümlerini uygulayamıyorum” gibi sözde mazeretler öne sürerler. Oysa bunların hiçbiri Allah katında geçerli değildir. İnsanın elbette ailesiyle ilgili işleri olabilir, ailesine zaman ayırması gerekir. Ancak bu, kesinlikle Kuran’ın emirlerini uygulamaya zaman bulamamak gibi bir sonuç doğurmaz. Dolayısıyla bu samimi bir mazeret değildir.
Belki sözkonusu kişi “ailevi sorunlar” mazeretini öne sürerek kendini aldatmaktadır, ancak Allah’ı ve müminleri aldatamaz. Nitekim Kuran’da da bu konuya dikkat çekilmekte ve “ailevi sorunlar” mazeretinin geçerli olmadığı bildirilmektedir. Kuran’da bildirildiğine göre, Allah yolunda mücadeleden geri kalanlar Peygambere gelerek “bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti” gibi bir mazeret öne sürmüşler, ancak Allah haklarında “onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar” hükmünü indirmiştir. (Fetih Suresi, 11) Yine bir başka ayette ise Peygamberimiz döneminde yaşanan bir savaş anında ailelerinin “açıkta” olduğunu öne sürerek kaçmaya çalışılanlar şöyle anlatılır:
“…Onlardan bir topluluk da: “Gerçekten evlerimiz açıktır” diye Peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı.” (Ahzab Suresi, 13)
Nefsin öne sürdüğü bahanelerin bir başkası ise “iş” ya da “okul” sorunlarının, dinin hükümlerini uygulamaya engel olduğu şeklindedir. Sözde “iş” ya da “okul” o kadar zaman almaktadır ki, namaz kılmaya, oruç tutmaya, insanlara iyiliği emretmeye, güzel ahlak göstermeye, müminlerle beraber olmaya imkan kalmamaktadır.
Aslında bu mazereti öne süren kimsenin düşünce yapısında çok büyük bir çarpıklık vardır. Sözkonusu kişi, işinin ya da okulunun hayatının en önemli konusu olduğunu düşünmekte, bunlardan arta kalan zamanları dine ayırmayı tercih etmektedir. Oysa bir mümin için böyle bir “ayırım” sözkonusu olamaz. “De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır” (Enam Suresi, 162) ayeti gereğince, bir müminin tüm yaşamı Allah rızasına göredir; yaşamın bir bölümünü dine, bir bölümünü “dünya işlerine” ayırmak ise Allah’a ortak koşmaktır.
Dolayısıyla bir mümin işiyle de okuluyla da Allah rızası için ilgilenir. İşinden kazanacaklarını Allah rızasına göre harcayacak, okulda öğreneceklerini yine Allah’ın dinine hizmet için kullanacaktır. Ve böyle bir durumda da –dinin bir hükmünü uygulamak, ötekini uygulamaya engel olamayacağı için- “iş ya da okul yüzünden dini yaşamaya zaman bulamamak” gibi bir şey sözkonusu olamaz.
Aksi halde “gelecek endişesi”nden kaynaklanan birtakım dünyevi çıkarlar gözetilmesi ve bunların da dinden üstün tutulması gibi bir durum ortaya çıkmış olur. Bu ise, Kuran’ın ifadesiyle “dünya hayatı”nın Allah’ın rızasına ve ahirete tercih edilmesidir. Oysa dünya hayatı, Allah rızası ve ahiretin yanında son derece değersizdir:
“Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (Enam Suresi, 32)
Buna rağmen bencil istek ve tutkularına esir olarak dünya hayatına saplananların hükmü şudur:
“Kim dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse, onlara yapıp ettiklerini onda tastamam öderiz ve onlar bunda hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. İşte bunların, ahirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Onların onda (dünyada) bütün işledikleri boşa çıkmıştır ve yapmakta oldukları şeyler de geçersiz olmuştur.” (Hud Suresi, 15-16)
Nefsin insanı Kuran ahlakını yaşamaktan alıkoymak için öne sürdüğü bahanelerden biri de “çevre baskısı”dır. Bu nedenle bazı kimseler “Kuran ahlakını yaşarsam yakın çevremden tepki görür, dışlanırım” gibi bir tereddüte kapılırlar.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Allah’ın dinine uymaya ve Allah’tan başka bir yol gösterici tanımamaya karar veren bir insan, bazı sıkıntıları da göze almalıdır. İman ettiğinde, yakın çevresinin kendisine tepki göstermesi son derece doğaldır; buna şaşırmamalıdır. Hatta, belki bu tepkiyle karşılaşmaması şaşırtıcı bir durum olarak görülebilir.
Çünkü dine yeni yönelen bir insan, önceki sayfalarda da sık sık vurguladığımız gibi, “cahiliye toplumu”nun içinden gelmektedir. Dolayısıyla eski yakın çevresi de bu toplumun bir parçasıdır. Ve bu toplum, “insanların çoğunun” sapmış olduğu ayetinden anlaşılacağı gibi, yanlış yoldadır:
Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf Suresi, 40)
Bir başka ayette şöyle denir:
Allah, vaadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler. Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır. (Rum Suresi, 6-7)
İnsanların çoğunun iman etmeyişi, üstteki ayette bildirildiği gibi, akletme ve kavrama yeteneklerinin düşük oluşundan kaynaklanır. Dünya hayatının yalnızca “dışta olan” (görünen/zahir) kısmını bilmekte, oysa “gizli” (batın) kısmını kavrayamamaktadırlar. Ahiretten ise tümüyle habersizdirler. Dolayısıyla “insanların çoğu”nun doğru yolda olmasını beklemek, büyük bir yanlış olur. Çoğunluk, “Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir” (Yusuf Suresi, 103) hükmüne göre, yanlış üzerinde gitmekte ısrar edecektir.
Bu durumda bir müminin, çoğunluğun düşüncelerini kendisine kıstas olarak kabul etmesi sözkonusu olamaz. Nitekim Kuran da bu konuya dikkat çekmektedir:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar.”… (Enam Suresi, 116)
İşte “kendisine uyulmaması gereken” yeryüzündeki bu büyük çoğunluğa, insanın cahiliye toplumundaki yakın çevresi de dahildir. Bir insan iman edip, Kuran’ın hükmüne göre yaşamaya başladığında, bu büyük çoğunluğa ve eski yakın çevresine ters düşecektir. Ancak müminin önemli bir özelliği vardır: Asla ve asla bu büyük çoğunluğa ve yakın çevresine ters düşmekten, onlar tarafından kınanmaktan, onların kendisine kötü gözle bakmasından çekinmez. Kuran’da müminlerin kimsenin kınamasından korkmadıkları özellikle vurgulanır:
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cehd eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)
Mümin Allah’ın rızasını (hoşnutluğunu) aramaktadır. İnsanların kendisinden razı olup-olmaması onun için önem taşımaz. Zaten eğer Allah kendisinden razı olursa (ve gerekirse) onu insanların gözünde de yükseltecektir.
Dolayısıyla, “ailem beni meşgul ediyor”, “okul veya işimden zaman bulamıyorum”, “çevremden tepki alırım” gibi sözler, yalnızca kuru birer bahanedir. Bu tür bahaneler öne sürerek müminlerle birarada bulunmaktan, ibadetlerini yerine getirmekten kaçınan bir insan ise, gerçekte samimi bir yaklaşım içinde değildir.
Bu durumda eğer kişi müminlerle beraber olmak, Allah’ı anmak ve ibadetlerini yerine getirmek için ciddi bir çaba göstermiyor, ancak buna karşın yine de müminlere “şirin” gözükmeye çalışıyorsa, bunun tek bir açıklaması olabilir: Bu kişi müminlerle birlikte olarak birtakım çıkarlar sağlama peşindedir. Müminlerin bazı imkanları ona çekici gelmiştir ve biraz mümin görüntüsü çizerek (kendini zora ve sıkıntıya sokmadan) bu imkanlardan yararlanma düşüncesindedir.
Ancak müminler söz konusu kişinin gerçek niyetini çok iyi fark ederler. Eğer samimiyetsizliğini gördükleri halde yine de bu durumu karşıdaki kişiye hissettirmiyorlarsa, bunun nedeni belki daha sonra hatasını fark eder diye düşünmeleridir. Bunun tersi, yani samimiyetsiz kişinin müminlerin kandırması söz konusu değildir.
Zaten bu tür kişilerin herkeste rastlanan bazı karakteristik özellikleri vardır.
Bu özelliklerin en belirgini Allah’ı anmaya isteksiz oluşlarıdır. Kuran’da inkarcılardan söz edilirken “Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar” (Zümer Suresi, 45) denilir. Müminlerle birtakım çıkarlar gözeterek birlikte olmaya çalışan kişilerin tavrı ise tam da bu şekildedir. Bu tür kişiler Allah’ın anılmasından, O’nun hükümlerinin hatırlatılmasından rahatsızlık duyarlar. Buna karşılık kendi çıkarlarını tatmin edecek ortamlara karşı ise büyük bir istekle katılırlar.
Müminlerin son derece şefkatli ve merhametli bir tavrı vardır; kesinlikle katı yürekli davranmazlar. Ancak samimiyetsiz kişiler bunun anlamını ve amacını kavrayamazlar. Cahiliyede sürekli çekişme dolu ortamlara alışık oldukları için, müminlerin yumuşaklığını suistimal etmeye, onlara karşı büyüklük taslamaya kalkarlar. Aslında böylelikle yalnızca kendilerini küçük düşürürler. Nitekim müminler onların bu basit tavrına karşı gereken karşılığı da verirler.
Bu durumda samimiyetsiz kişi, müminlerden bir çıkar elde etmesinin imkansız olduğunu kısa sürede anlar. Bu durumda bir an önce müminlerden uzaklaşmaya ve eski hayatına dönmeye can atar. Yeni bir bahaneyle de kısa süre içinde bunu gerçekleştirir, zaten ‘hiç ayrılmamış olduğu’ cahiliye toplumuna geri döner. Bu tarz kişilerin ahiretteki konumları aşağıdaki ayette bildirilmiştir:
Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!.. (Nisa Suresi, 115)
Aslında bu tür samimiyetsiz bir kişinin müminlerden ayrılması, müminler için büyük bir rahmettir. Böylece Allah müminleri temizlemekte, onları Nur Suresi’nin 55. ayetinde “Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar” ifadesiyle tanımlanan mümin topluluğuna çevirmektedir. Allah, müminlerle ikiyüzlü inkarcıları birarada tutmaz, onları birbirinden ayırır. “Andolsun, Biz sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız).” (Muhammed Suresi, 31) hükmüne göre, gerçekten samimi şekilde iman edenler Allah tarafından denenecek ve ortaya çıkartılacaklardır. Buna karşın, samimiyetsiz ikiyüzlüler de belli olacaktır. Allah “temiz”i “pis”ten ayıracağını şöyle müjdeler:
“Bu, Allah’ın murdar olanı (pis olanı) temizden ayırdetmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır.” (Enfal Suresi, 37)
Oysa eğer insan samimi olsa, Allah onun kalbini İslam’a açacaktır. “İşittik ve itaat ettik” demek, bu tür bir insan için dünyanın en büyük lezzetidir. Kendisini yaratan, dosdoğru yola yönelten ve Cennetine sokmayı vaat eden Allah’a karşı itaat etmek, olabilecek en büyük huzur, en büyük mutluluk ve sevinç kaynağıdır. Kısacası, “Biz ona (insana) ‘iki yol-iki amaç’ gösterdik” (Beled Suresi, 10) ayetinde bildirildiği gibi, insanın önünde iki yol vardır: Allah’a itaate dayanan ve insana O’nun rızasını, rahmetini ve cennetini kazandıracak iman yolu ve Allah’a isyan edip bencil tutkuları (hevayı) ilah edinmeye dayanan ve dünyada horluk ve aşağılık, ahirette ise cehennemle sonuçlanacak isyan yolu.
Seçim, insana aittir… Kuran’da bildirildiği gibi, “şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir.” (Müzzemmil Suresi, 19)
alıntı