Bir çok kişi tarafından bir çok defa yazılmış bir konudur dava adamının vasıfları… Herkes kendince bir dava adamı çizer kafasında.. Bazı kere bir kişinin hayat safhaları içerisinde fikir ve ideolojileri değiştikçe, kafasındaki dava adamı prototipi de değişiverir. “Dava”dan ve “adam”dan anlaşılanlar da farklıdır zira. İşte bu da benim düşüncemdeki dava adamının özellikleri:
Dava adamı davanın ne olduğunu iyi bilmelidir. Dava adamının “dava adamı” sıfatını kazanması, “dava”dan ne anladığıyla doğru orantılıdır. Eğer bir kişi davayı doğru anlayabilmişse dava adamlığı yolunda epey mesafe katetmiş demektir. Bazıları “dava adamı”ndaki “dava” kelimesinin muhtevasına ehemmiyet vermezler. Onlara göre herhangi bir şeyin samimi sahiplenicisi olmak “dava adamı” olmak için yeterli bir sebeptir. Ancak “dava”sı olmadan “adamı” olmak, “dava adamı” kelimesini ve manasını yarım bırakır. Eğer o adamın davası “dava” değilse, o adam en fazla “adam” olabilir. İnsaniyet bakımından bu mertebe bile yüksek bir mertebe olsa da “dava adamı” sıfatı için kifayet etmez.
Mesela Üstad Hz.leri Mektubat adlı eserinde şöyle bir cümle zikretmiş: “Risale-i Nur dava değil, dava içinde bir bürhandır.” (Yirmi sekizinci Mektub) Burada Üstad Hz.leri Risale-i Nur’u başlı başına dava sınıfına koymamış. Dava içerisinde o davayı ispat eden bir burhan olarak Risale-i Nur’un yerini tespit etmiş. O zaman Risale-i Nur’u dava olarak kabul edip tek başına Risale-i Nur’u sahiplenen bir kişi, aslında hem Risale-i Nur mesleğinin esasını kaybeder, hem de “dava adamı” olma vasfını… Çünkü onun dava olarak anladığı şey, aslında dava değildir. Dolayısıyla kendisi de dava adamı değildir… Bu misalden neyin “dava” olup olmadığı kıyas edilsin…
Dava adamı ferasetli olmalıdır. Geçmişteki yaşanan hadiselerle gelecekte karşılaşabileceği muhtemel hadiseleri sentezleyerek Hz. Mevlana’nın tabiriyle “yalancı kuş avcıları”nın hilelerine düşmemelidir.
Dava adamı “asrının garibi” olmalıdır. Garipliği sadece giyimde kuşamda, zahirdeki bir gariplik olarak anlamayın. “Dava adamı” fikren, itikaden asrının garibidir. Hadiste geçen “Müjde gariplere olsun” fermanına masadak olacak bir gariplik.. Bu sırrı bilen “dava adamı”, kendisini delilikle, tuhaflıkla itham edenlere kızmaz. Aksine sevinir. Çünkü aklı uçmuş bir cemiyetin kendisini “delilik”le suçlaması, aklının yerinde olduğunun en büyük delilidir. Garip kalmış bir dinin garip bir ferdi olabilmek ne büyük bir ihsandır! Evet, din de gariptir. Dinin aslı özellikle bu asırda piyasadan silinmiştir. Adı İslam da olsa, kendisi İslam olmayan bir piyasa İslamiyeti içerisinde İslamiyeti yaşamak ve anlatmak garipliğin ta kendisidir. Hatta rivayette var ki; Mehdi (as) gelip de insanlara Asr-ı Saadet’te yaşandığı haliyle din-i mübini anlattığında halk Mehdi (as)ın yeni bir din getirdiği zannına kapılacak. Piyasa dini, hakiki dinden bu kadar uzaklaşmışken Cenab-ı hakk’ın razı olduğu dini öğrenip de anlatmaya çalışan bir “dava adamı” garip değil de nedir?
Dava adamı ümidsiz olmamalıdır. ALLAH’ın rahmetinden ümidi kesmek değil bir “dava adamına”, en ami bir müslümana bile yakışmaz. Dava adamı etrafına ümid aşılamalıdır. Bunu yapabilmesi için başta kendisi ümidvar olmalıdır. Bu ümid imtihanı “dava” yolunda gerçekten çok çetin bir imtihandır. Bu imtihan gereği bazen olur ki kişi, en sevdiği yakınlarını kaybeder. Onunla beraber aynı yolda yürüyenler bir anda ökçeleri üzerine dönüverir. Desteğini beklediği kişilerden ağır darbeler yer. “Dava”sını rahatça sırtlanabileceği bir düzlük gelmez bir türlü hayat yokuşunda. Bütün bunlar birer imtihandır ve dava adamı, ruhunun en kabzedildiği zamanlarda bile bir inşirahın çok yakınında olduğu inancını asla kaybetmez. Zira hademesi olduğu davanın sahibi ALLAH’tır. Madem o Zat-ı Zülcelal,bu davayı onun üzerine yüklemiş, elbette desteksiz bırakmaz. Ve hademesinin en ince ihtiyacatını dahi bilir, elbette o ihtiyacatı karşılayacak sebepler ihzar eder. İşte bizim “dava adamı” dediğimiz bu geminin hademesinin, bu mücevherin tellalının bu hakikatı bildiği halde ümidsizliğe düşmesi acep mümkün müdür? Aldığı her bir darbe, boş döndüğü her bir kapı, başına gelen her bir musibet, o dava adamını daha bir olgunlaştırır. Hatta bu bela ve musibetler sayesinde gitgide maneviyat tepelerinde seyr-u suluke başlar. Zahiren zararına görünen hadisat, onun için kâr üstüne kâr haline gelir.
Cenab-ı Hak bizleri hakiki “dava adamı” eylesin diyemeyeceğim. Çünkü biz hiçbir zerremizle böyle bir sıfata layık değiliz. Her bir hücremizde fısk ve günahlardan izler varken, en ufak bir imtihan rüzgarı bile kıl kadar ince boynumuzu büküyorken, garip olmak şöyle dursun, kokuşmuş bir cemiyetin silik fertleri haline dönüşüvermişken, “dava adamı” sıfatı haddimiz de değil. Ama “dava adamı”nın vasıflarına takliden de olsa, ucundan bulaşığından da olsa benzemeye çalışmak her daim arzu ve temennimizdir. Cenab-ı Hak yaşadığımız zamandaki bir “dava adamı”na takliden de olsa ittiba etmeyi bizlere nasip eylesin.
Muhammed Beşir