Ehl-i Sünnet’in meşhur ve eski tarihçisi İbn-i Tayfur diye meşhur olan Ahmed İbn-i Ebi Tâhir, “Belâğât-ün Nisâ” kitabında Abdullah İbn-i Hasan’dan, o da kendi senediyle babalarından şöyle rivayet etmiştir:
“Ebu Bekir, Fedek arazisini Fâtıma’dan almayı kararlaştırdığında bu haber Hz. Fâtıma’ya ulaştı. Başörtüsünü başına örtüp cilbâbını giyindi ve yakınlarının hanımlarından ve kendi hizmetçilerinden oluşan bir grup hanımın eşliğinde hareket etti. Yürürken etekleri yere çekilen uzun bir elbise giymişti ve yürüyüşü Hz. Resullullah’ın (s.a.v) yürüyüşünden farksızdı. Gelip Ebu Bekir’in bulunduğu yere ulaştı. Ebu Bekir muhacirler ve Ensâr’dan oluşan bir kalabalığın içerisinde bulunuyordu. Hz. Fâtıma’yla halk arasında bir perde asıldıktan sonra (Resulullah’ın mezarının başında) oturdu ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Oradakiler de onun ağlamasıyla ağlamaya başladılar. Meclisi büyük bir hüzün kapladı. Sonra Hz. Fâtıma (r.a.) ağlamayı kesip biraz öylece sessiz durdu. Halkın fiğanı dinip galeyanı yatışınca, ALLAH’a hamd ve sena edip Resulü’ne salât u selam göndererek söze başladı…
Halk tekrar ağlamaya başladılar; durduklarında konuşmasını sürdürerek şöyle buyurdu:
“ALLAH’a hamd olsun verdiği nimetleri için ve ona şükürler olsun ilham ettiği hidayetlerden ötürü ve ona senalar olsun, sunmuş olduğu eşsiz ve benzersiz yaygın ihsanları ve verdiği bol ve kamil bağışları ve lütfettiği tam nimetleri için. Nimetleri sayılmaz ve nimetlerinin sürekliliğinin şükrü eda edilemez ve ebedi oluşları idrak olunabilmelerini imkansız kılar. O, nimetlerini daha da arttırmak için kullarını şükretmeye çağırmış ve nimetini bollaştırarak da mahlukatından ona hamd etmelerini istemiş ve (kıyamette) benzerlerine davet ederek ihsanını (salih insanlara) iki kat kılmıştır.
Şehâdet ederim ki, ALLAH’tan başka bir ilah yoktur; tektir; ortağı yoktur; o ALLAH ki, tevhid kelimesinin te’vilini (esas ve özünü) ihlas kılmıştır ve kalplere ona bağlılığı yerleştirmiştir ve aklin kavrayabilmesi için tevhid düşüncesini aşikar etmiştir. O ALLAH ki, gözlerin onu görmesi ve dillerin onun sıfatlarını beyan etmesi ve kavrayışların onun keyfiyetini anlaması imkansızdır. O ALLAH ki, önceden olan bir şeye dayanmadan ve bir eş ve benzere öykünmeden, yaratıkları yaratmaya muhtaç değilken ve yaratmada kendine bir yararı yokken, kendi güç ve meşiyetiyle her şeyi var etti. Sadece hikmetinin sağlamlığını bildirmek ve itaati hususunda uyarmak ve kudretini aşikar etmek ve mahlukatını kulluğa çağırmak ve çağrısını güçlü kılmak için onları vücuda getirdi. Sonra da kullarını kendi gazabından korumak ve onları cennetine sevk etmek için itaati karşısında mükafatı ve isyanı karşısında da azabı vaad etti. Ve şehadet ederim ki, babam Muhammed (s.a.v) onun kulu ve resulüdür. ALLAH, onu peygamber olarak göndermeden önce beğenmiş ve yaratmadan önce seçmiştir ve meb’us kılmadan önce -hatta mahluklar gayb aleminde korkunç perdeler altında saklıyken ve yokluk sinirinin eşiğinde bulunurken- onu Ahmed (yani beğenilmiş) olarak isimlendirmiştir. Çünkü ALLAH işlerin nihayetini ve hadiselerin akışını bilir ve takdir ettiği şeylerin yerlerine vâkıftır. ALLAH emrini tamamlamak ve kendi hükmünü geçerli ve kesin kılmak, kesin kıldığı kaderlerini icra etmek için onu peygamber olarak gönderdi.
(Resulullah (s.a.a) meb’us olduğunda ) İnsanlar çeşitli dinlere bölünmüş, her grup kendi ateşinin çevresinde toplanmış bulunuyorlardı, putlara tapıyor ama ALLAH’ı tanımalarına rağmen (bilerekten) onu inkar ediyorlardı. (Böyle bir dönemde) ALLAH-u Teâlâ Muhammed’in (s.a.v) nuruyla onların üzerine çökmüş karanlıkları aydınlığa çevirdi. Kalplerindeki (küfrün) düğümlerini çözdü; gözlerden şaşkınlık perdelerini giderdi. Böylece peygamber (s.a.a) insanlar arasında hidayet işini üstlendi ve sonunda onları sapıklıklardan kurtardı ve kör olan gözleri açtı. Sağlam dine doğru onları hidayet eyledi ve doğru yola onları davet etti.
Bunlardan sonra ALLAH, peygamber’inin kendi istek ve rağbetiyle onu, bu dünyadan alıp kendisine doğru götürdü. Böylece Hz. Muhammed (s.a.a) bu dünyanın zorluklarından kurtulup yüksek meleklerin eşliğinde Rabb’inin rızasıyla kuşatıldı ve yüce mülk sahibi ALLAH’ın civarına erişti. ALLAH’ın salâtı, selamı, rahmet ve bereketleri, kendi peygamberi ve vahyinin emini ve kulları arasında seçtiği ve beğendiği ve razı olduğu babama olsun.”
Sonra mecliste bulunanlara bakarak şöyle dedi:
“Ey ALLAH’ın kulları, sizler onun emir ve nehiylerinin muhatabı ve dinin ve vahyin taşıyıcıları ve ALLAH’ın kendi nefislerine emin kıldığı kimseler ve ümmetlere dinin tebliğcilerisiniz. ALLAH tarafından hak bir önder (olan Kur’ân) sizin aranızdadır. O, ALLAH’ın size sunmuş olduğu bir ahittir ve halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, ALLAH’ın nâtık kitabı, sâdık Kur’ân’ı yüce nuru, parlak ışığıdır. Basiretleri (hidayetleri) aşikardır. Sırları münkeşef açıktır. Zahirleri aydındır. Ona uyanlara gıpta olunur. Kur’ân kendisine uyanı ALLAH’ın rızasına götürür, ona kulak vereni kurtuluşa erdirir.
O Kur’ân vasıtasıyla ALLAH’ın aydın hüccetleri, açıklanmış azimetlerine (farzlarına) sakındırılmış haramlarına, belli nişanelerine, yeterli burhanlarına, yapılması istenmiş faziletlerine ve kullara hibe edilen ruhsatlarına ve yazılı şeriatlarına ulaşır.”
(Sonra Hz. Fâtıma Kur’ân-ı Kerim’de yer alan şeriatı açıklayarak şöyle buyurdu.)
“ALLAH, imanı sizler için şirkten temizlenme vesilesi kıldı. Ve namazı, kibirden uzaklaşmanız ve zekatı, nefsin yücelmesi ve rızkın çoğalması ve orucu, ihlası sabitleştirmek ve haccı, dinin temellerini sağlamlaştırmak ve adaleti, kalpleri birleştirmek ve bize itaati, dinin düzelmesi ve nizamı için farz kıldı. Ve imametimizi tefrikadan kurtulmak, cihadı İslam’a izzet kazandırmak, sabrı, mükafatı hak etmek, emr-i bil mârufu tüm halkın maslahatını korumak ve vâlideyne (baba ve anneye) iyiliği, ALLAH’ın gazabından kurtulmak için farz kıldı. Ve sıla-ı rahim yapmayı (akrabalarla iyi ilişkide bulunmayı) sayıların çoğalmasına vesile eyledi. Ve kıs-ası kanların dökülmesini önlemek, nezre (adağa) vefa etmeği ALLAH’ın bağışına ehil olmak ve tartı ve ölçüleri eksiltmeyip hakkınca tutmayı, malların değerinin korunması için farz kıldı. Ve şarap içmeyi (kullarını) pisliklerden temizlemek için nehyetti ve başkalarına zina nispetini vermekten kaçınmayı lanetten korunmak ve hırsızlıktan uzak durmayı iffet kazanmak için emretti. Ve şirki, onun Rab’lığına olan inancın halis olması için haram kıldı. ”
“(Ey inananlar,) ALLAH’tan hakkıyla korkun ve ancak Müslümanlar olarak (ALLAH’a teslim olduğunuz halde) ölün! (Âl-i İmrân / 102)
“ALLAH’ın emir ve nehiylerine itaat eyleyin. Gerçekten ALLAH’tan kulları içinden ancak bilginler korkar.” (Fâtır / 28)
Sonra şöyle dedi;
“Ey insanlar, bilin ki ben Fâtıma’yım ve babam Muhammed’dir (s.a.v) Bu sözü ben tekrar tekrar sizlere söylüyorum. Sözlerim haktır ve yaptığım işte batıl bir yön yoktur. ‘ALLAH Teâlâ buyuruyor ki); “Gerçekten size kendinizden olan öyle bir peygamber geldi ki, sizlerin uğradığınız çetinlikler ona ağır gelir, o size pek düşkün ve mu’minlere şefkatli ve merhametlidir.” ( Tevbe / 128)
Eğer Muhammed’i (s.a.v) tanısanız onun sizin hanımlarınızın babası değil, benim babam olduğunu ve sizin erkeklerinizin değil benim kocamın (Hz. Ali’nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Ona olan nispet ve yakınlık ne güzel bir nispettir. O peygamberliği uhdesine alıp, halkı ALLAH’ın azabından korkuttu. Müşriklerin yolundan yüz çevirdi. Şirkin belini kırıp, onların nefesini kesti ve halkı hikmet ve güzel nasihatle Rabb’inin yoluna çağırdı, putları kırdı, küfrün önderini yüzüstü yere serdi. Sonunda kafirler topluluğu bozguna uğrayarak ardlarına dönüp kaçtılar; gecelerin karanlığı sabahın aydınlığı ile yarıldı ve hakkın özü ortaya çıktı; dinin önderi konuşmaya başladı; şeytanın sözcülerinin sesi kesildi, nifakın tacı yere düştü, küfrün ve azgınlığın düğümleri çözüldü. Sizler de ibadetten, oruçtan karınları aç, yüzleri ak olanlarla beraber ihlas kelimesini söyler oldunuz.
Sizler Hz. Resul-i Ekrem gelmeden önce ateş dolu bir uçurumun kenarında idiniz, (o halinizle) taşın dibinde kalan, hemen içilip tüketilecek olan bir yudum suydunuz; aç kişinin fırsat gözetmeden kapıp yiyeceği bir lokmaydınız (düşmanların) ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz. İçtiğiniz deve sidiğiyle dolmuş ve hayvan pisliğiyle kokuşmuş çöllerdeki çukur suyu idi. Yediğiniz tabaklanmamış deriyle hazırlanan yemekti. Aşağılık bir hale düşmüştünüz, insanların saldırıp sizi yok etmesinden korkuyordunuz. Bütün bunlardan ve güçlülerin belasına uğradıktan, Arab’ın kurtlarına lokma olduktan, kitap ehlinin azgınlarına tutsak düştükten sonra sizleri ALLAH Tebâreke ve Tealâ babam Muhammed (s.a.a) vasıtasıyla kurtardı. Bundan sonra ne zaman müşrikler savaş ateşini yaktılarsa, ALLAH onu söndürdü ve ne zaman şeytan kendi boynuzunu çıkardıysa ve müşriklerden bir grubun ağzı açıldıysa (peygamber s.a.a.) kardeşini (Hz. Ali’yi) tehlikenin önüne çıkarıp müşriklerin ağzını tıkadı. Hz. Ali de düşmanların başını ezmedikçe ve yakılan ateşin alevini kılıcıyla söndürmedikçe geri dönmezdi. O ALLAH’ın zatı için zahmete katlanan, ALLAH’ın emrinde ciddiyet gösteren, Resulullah’ın yakını ve ALLAH’ın velilerinin efendisidir. O hak yolunda kollarını sıvayarak, iyilik istiyor, ciddiyetle çalışarak bu yolda zahmete katlanıyordu. Ama siz (o dönemde) rahat bir yaşayış yolunu seçip asayiş ve emniyet içerisinde hayatınızı sürdürüyordunuz ve bizlerin başına gelen belaların sonucunu bekliyordunuz; neticenin kimin yararına öğrenmek istiyordunuz; savaşlara katılsanız da düşmanla karşılaştığınızda geriye dönüp kaçıyordunuz.
ALLAH-u Teâlâ Peygamberi’ne enbiyanın bulunduğu, yani seçkinlere ayırdığı makama yücelmeyi kararlaştırdığında sizlerdeki nifak düğümleri aşikâr oldu, din gömleği artık yıprandı; kendini gizlemiş olan azgınlar nutka geldi ve cansız kalmış düşmanlar harekete geçti; bâtıl ehlinin önderleri kükremeye başladı ve sizin aranızda değer kazandılar. Şeytan başını kendi yuvasından çıkarıp sizleri kendisine doğru çağırdı. Sizlerin onun davetini kabullenmeye ve aldanmaya meyilli olduğunuzu gördü; sonra sizi tahrik etti ve sizleri hafif buldu ve sizleri kışkırttı, siz de hemen galeyana geldiniz. Böylece sizler başkasının devesini (kendi deveniz olarak ) dağladınız ve (onu) başkasına ait çeşmeye sürdünüz (yani başkasına ait olan hilafete el koydunuz). Bütün bunlara henüz Resul-i Ekrem’in vefatından kısa bir süre geçmeden ve henüz kalbimizin yaraları tazeyken, yüreğimizin cerahati iyileşmeden, hatta Resul-i Ekrem’in cenazesi defnedilmeden teşebbüs ettiniz. “Fitne çıkmasından korkuyoruz” diyerek bu işlere koştular. “(oysa) iyi bilin ki (bu işleriyle), tam fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Gerçekten cehennem kâfirleri (her taraftan) kuşatmıştır.” (Tevbe / 49)
Heyhat, size ne olmuştur? Ve (haktan dönüp), ALLAH’ın kitabini bırakıp neye yönelmişsiniz? Oysaki onda olan hakikatler zahir, ahkâmı nurlu, nişaneleri belirgindir, sakındırdığı şeyler ortadadır, emirleri açıktır. Ama sizler onu arkanıza atmışsınız. Acaba Kur’ân’ı bırakmayı ve ona sırt çevirmeyi mi istiyorsunuz; yoksa başka bir kitapla mi hüküm veriyorsunuz? “Ne kötüdür zalimlerin (Kur’ân’ın yerine) seçtikleri bedel! (Kehf / 50)
“Kim ki, İslam’dan başka bir din ararsa o(din) asla ondan kabul edilmez ve o ahirette ziyankârlardan olur.” (Âl-i İmrân / 85)
Sonra ancak o fitnenin doğurduğu nefret yatışıncaya ve kontrol altına girinceye kadar beklediniz ve sonra yine fitnenin alevini daha da bir şiddetlendirmeye ve ateşini daha da bir kızgınlaştırmaya yöneldiniz. Aldatıcı şeytanın davetine icabet ederek dinin apaydın nurlarını ve peygamberin sünnetini söndürmeye koyuldunuz. Sizler köpüğü içmek adına altındaki sütü içiyor, (bey tul malı gizlice istediğiniz şekilde harcıyorsunuz) bunun yanı sıra açıkta gizlide Peygamber’in Ehlibeyt’ine ve evladına haksızlık ediyorsunuz. Biz ise sizlerin kalbimize vurduğunuz hançer yarasına ve bağrımızı delen ok darbesine sabrediyoruz. Siz şimdide benim, babamdan miras alma hakkımın olmadığını iddia ediyorsunuz. “Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar (uygulamak istiyorlar)? Halbuki, yakın eden bir toplum için hükmü ALLAH’tan daha güzel olan kim olabilir?” (Mâide / 50) Acaba sizler bilmiyor musunuz? Oysa size güneş gibi aşikâr olmuştur ki, ben onun kızıyım. Ey Müslümanlar! Acaba benim mirasım zorla benim elimden alınacak mı? (ve siz buna seyirci mi kalacaksınız?).”
Ey Ebu Kuhafe’nin oğlu (Ebu Bekir)! Acaba senin babandan miras alman, ama benim babamdan miras almamam ALLAH’ın kitabında mı yazılmıştır? Gerçekten ortaya attığın söz büyük bir iftiradır. Acaba bilerek mi ALLAH’ın kitabını arkanıza atıp terk ettiniz? Kur’ân-ı Kerim buyuruyor ki: “ve Süleyman Dâvud’dan irs aldı (ona mirasçı oldu.)” (Neml / 16)
Ve Yahya İbn-i Zekeriyya’nın kıssasını anlatırken de buyurmuştur: “Dedi ki (Ey Rabb’im), bana bir veli lütfet ki, benden ve Yakup soyundan irs alsın (mirasçı olsun) .” (Meryem / 60)
Ve yine buyurmuştur ki: “ALLAH’ın kitabında akrabaların bazıları bazılarına (nispet,irs hususunda) daha evladır.” (Enfâl / 75)
Yine buyurmuştur ki: “ALLAH size evlatlarınız hakkında bir erkeğe iki kadının payını tavsiye eder.” (Nisâ / 11)
Yine buyurmuştur ki: “Sizlerden birinin ölümü geldiği zaman kendisinden bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına (verilmesi) adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek (ALLAH”tan) takvalılara bir borç olarak yazılmıştır.” (Bakara / 180) (Kur’ân ayetleri böyle buyururken acaba) sizlere göre benim bir payım yok mu ve benim babamdan miras almaya hakkım yok mudur?! Acaba ALLAH sizlere irs ayetinde bir özellik tanımışta yalnız babamı mı çıkartmıştır? Yoksa sizler, “Ayrı ayrı dinlere mensup olan kişiler birbirlerinden irs alamazlar mı” diyorsunuz (ve bu yüzden bana irs hakkı tanımıyorsunuz)? Acaba ben ve babam aynı dine bağlı değil miyiz? Yoksa sizler Kur’ân’ın husus ve umumunu (genel hükümlerini ve hükümlerden istisna edilen durumlarını) benim babam ve amcam oğlundan daha mı iyi bildiğinizi iddia ediyorsunuz?
Ey Ebu Bekir, bu eğerli, yularlı ve süslenmiş Fedek devesini al da götür! Ama bil ki, mahşere geldiğin gün yaptıklarınla karşılaşacaksın. O gün ki, hakim ALLAH’tır ve kefil Hz. Muhammed (s.a.a)! ne güzel gündür o gün; o günde batıla uyanlar ziyana uğrarlar; o zaman pişmanlıkta halinize bir yarar sağlamayacaktır. Her bir sözün (hakikatin) gerçekleşeceği bir yer ve zaman vardır.”
“Artık yakında zelil edici azabın kime geleceğini ve kalıcı azabın kimi yakalayacağını bileceksiniz.” (Hud / 39)
Sonra Ensâr’a doğru bakarak şöyle dedi:
“Ey yiğitler topluluğu ve dinin yardımcıları ve İslam’ın koruyucuları, benim hakkımda yaptığınız bu gevşeklik ve benden zulümle alınan (Fedek) hususundaki bu gafletiniz nedir? Acaba Resulullah (s.a.a): “Kişinin ihtiramı, evlatlarına iyi davranmakla korunur.” Diye buyurmuyor muydu? Ne çabukta verdiğiniz ahdi bozdunuz. Sizlerin benim talebimi yerine getirmeye gücünüz var. Acaba kendi kendinize, Muhammed (s.a.a) öldü mü, diyorsunuz? (evet, öldü ama bu) bir büyük musibet idi ki, bu yüzden hasıl olan boşluk ve vücuda gelen gedik nede büyüktür! Yeryüzü onun gaybetiyle karardı ve yıldızların yüzü tutuldu; ümitler boşa çıktı; dağlar onun karşısında huşu etti. Ama Resulullah’ın vefatıyla da hadler aşıldı ve hürmetler pay mal edildi.
“Muhammed ancak bir elçidir, ondan önce peygamberler gelip geçmiştir; acaba eğer ölürse veya öldürülürse sizler (dinden) geriye mi döneceksiniz? Kim ki, dinden geriye dönerse (bilsin ki) ALLAH’a asla bir zarar veremez ve ALLAH şükredenleri mükafatlandırır.” (Âl-i İmrân / 144)
Ey Kıyle oğulları (Evs ve Hazrec), sizin gözünüzün önünde babamın mirasını elimden alacaklar ve sizler buna şahit olup susacak ve topluca bunu duyup kendinizi kenara mı çekeceksiniz?! Halbuki, hepinize yardım çağrısında bulunmuşum ve sizde haberdarsınız. Sizler ki, güç ve sayınız yeterlidir ve elinizde silah ve kalkan vardır. Acaba nasıl olurda yardım çağrısını duyup icabet etmiyorsunuz; feryadımızı işitiyor ama bizim yardımımıza koşmuyorsunuz? Oysaki sizler cesur insanlar diye tanınmışsınız ve iyilik ve salah ile marufsunuz; sizler seçkinler ve beğenilmişlersiniz. Araplarla savaştınız ve çetinlik ve zorluklara karşı koydunuz ve kabilelerle karşı karşıya geldiniz ve kahramanlarla mücadele eylediniz. Nice uzun zamanlar biz (Ehlibeyt) size emrettiğimizde siz hep itaat ediyordunuz. Nihayet İslam değirmeni bizlerin ekseninde dönmeye başladı, nimet ve rızk çoğaldı ve şirkin sesi kesildi ve iftiracıların coşkusu yattı, küfrün ateşi söndü ve fitnenin çağrısı sustu, dinin nizamı güçlendi. Öyleyse neden hakk aşikâr olduktan sonra şaşkınlığa düştünüz ve gerçekler ilan olduktan sonra onu tekrar gizlemeye yöneldiniz ve hakka yöneldikten sonra geriye döndünüz ve iman ettikten sonra şirke düştünüz.
“Neden antlarını bozan ve Resulullah’ı çıkarmaya yeltenenlerle savaşmıyorsunuz? Oysaki, ilk olarak onlar (savaşı) başlattılar. Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Oysaki, gerçek iman sahibi iseniz kendisinden korkmanıza en layık olan ALLAH’tır.” (Tevbe / 13)
Ben sizlerin alçalmaya yöneldiğinizi ve yöneticilik makamına layık olanı bu makamdan uzaklaştırdığınızı görüyorum. Sizler rahatlık ve zevke çekildiniz. Darlıktan kaçıp genişliğe ve refaha meylettiniz. Ruhunuza yerleşen marifet ve anlayışları çıkarıp attınız ve afiyetle yediniz şeyi geri kustunuz.
“Eğer sizler ve yeryüzünde bulanan herkes kafir olsalar (nankörlük etseler), (ALLAH’a bir zarar veremezler.) Çünkü gerçekten ALLAH ganidir ve övülendir.” (İbrahim / 8)
Bilin ki ben, sizlerin bize arka çıkmayacağınızdan, bizi yalnız bırakacağınızdan, kalbinizde yerleşen hıyanetten haberdar olmama rağmen bu sözleri size söyledim. (Bunların size te’sir etmeyeceğini biliyordum). Ama bunlar ruhun taşkınlığı, gazabın taşması, tahammülün sona ermesi neticesinde dile getirdiğim içimde toplanan dertlerimdi ve bu sözler benim size karşı hüccetimdir.
Evet, alın götürün onu (hilafeti) ve yüklenin yükünüzü! Ama bilin ki, bu devenin sırtı yaralı, ayakları da aşınmıştır.
O, sizlere sürekli utanç kaynağı olacak, üzerinizde de ALLAH’ın gazabı ve ebedi bir utanç dağı olarak; sizi, yürekleri kapsayan ALLAH’ın ebedi ateşine götürecektir. Bilin ki, yaptıklarınız ALLAH’ın gözü önündedir. “ve zalimler yakında nasıl bir akıbete (azaba) duçar olacaklarını bilecekler.” (Şuarâ / 227)
Ben sizleri önünüzde bulunan şiddetli azaptan korkutanın kızı Fâtıma’yım. Öyleyse “siz amel edin, şüphesiz biz de amel etmekteyiz.” “ve bekleyin, şüphesiz beklemekteyiz.” (Hud / 122)
KAYNAKLAR
Hz. Fâtıma’nın (Selamullah-i aleyhâ) bu meşhur hutbesi birçok Şiâ ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında nakledilmiştir. Biz burada bu hutbeyi nakleden Ehl-i Sünnet kitaplarından bazılarına değinmekle yetineceğiz:
1- Belâğât-ün Nisâ (İbn-i Tayfûr) S:12
2- Şerh-ü Nehc-il Belâğa (Ibn-i Eb-il Hadid) C:16 / S:252
3- Müruc-üz Zeheb (Mes’űdi) C:2 / S:311
4- A’lam-ün Nisa (Ömer Rıza Kehale) C:4 / S:116
5- Ehl-ül Beyt (Tevfik Ebu İlim) S:157
Hutbenin bazı bölümlerini de yine bir takım Sünni kaynaklar nakletmişlerdir ki, onlardan yine sadece birkaçına değineceğiz:
1- El-İmamet ve-s Siyase (İbn-i Kutaybe) C:2 / S:14
2- Üsd-ül Gâbe (İbn-i Esir) C:2 / S:522
3- El-İsabe (İbn-i Hacer) S:61-66
4- El-İstiâb (Kurtubi) S:377
5- Tarih-i İbn-i Kesir C:12 / S:441
6- Tefsir-ül Keşşâf (Zemahşeri) C:1 Isra sűresi 26 Ayet tefsirinde.
7- Kenz-ül Ummal (Muttaki) C:6 / S:219
8- Müstedrek-üs Sahihayn (Hakim) C:3 / S:153
9- Sahih-i Müslim C:2 / S:72.