Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’a hamd olsun. Salat ve selam Peygamberlerin efendisine, Ashabına, O’nun davetini yüklenip yolunu takip edenlere, canını Rabbisi için vermeye hazır olan, düşüncelerine İslam akideyi esas alan, amellerinde Şer’i hükümleri ölçü ve kaynak kabul edenlerin üzerine olsun. (Amin)
ALLAH’tan basiret ve ferasetlerimizi açmasını, bizlere hakkı hak olarak gösterip ona tabi olmayı, batılı batıl olarak gösterip ondan kaçınmamızı ihsan etmesini dilerim.
ALLAH Subhanehu ve Teala buyuruyor:
“Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve ALLAH’a ve Resulüne itaat ederler. İşte ALLAH’ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır. Şüphesiz ALLAH, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 71)
Bilindiği gibi ALLAH Subhanehu ve Teala Nebi ve Resulleri tüm insanlardan, insanları da melekler dahil tüm varlıklardan üstün kılmıştır. Yalnız dikkat edilmesi gereken bir husus var ki oda, Nebi ve Resullere farz kılınan Şeriatı tebliğ etmek ve Hidayeti yayma işi insanoğluna da farz kılınmıştır. Böylece insanlar bu emre itaat ettikleri zaman her ne kadar Nebi ve Resullerin makamına ulaşamasalar da, amellerin en değerli olanını yapmış olurlar.
ALLAH’ın Habibi Hz. Muhammed (s.a.s.) Ashabıyla konuşurken şöyle buyurur:
”Sizlerden sonra öyle Müslümanlar gelecek ki, bir tanesi sizin kırkınıza denk olacaktır.” Bu duruma sahabeler şaşırdılar. Ve sordular: ‘Ya Rasulullah bu nasıl olur? Müjdelenenler bizler değil miydik?’ Bunun üzerine Rasulullah şöyle yanıt verir:
”Onlar beni görmeden bana iman edecekler. Benim ümmetimin sonuncuları, sizlerin aldığı sevap kadar sevap olacaklardır. ”Hesap gününde gelecek olan insanlardan bazılarının imanları o kadar mükemmel olacak ki göğüslerinde ve sağ ellerinde bir ışık olacaktır. Onlara: ‘Sizlere müjde, Selamün Aleyküm, ALLAH’ın rahmeti üzerinize olsun, haydi girin cennete.’ Denir. Melekler ve Peygamberler, Aşşah’ın onlara olan sevgisini kıskanacaktırlar.” Bunun üzerine sahabeler merakla sordular: ‘Onlar kim ey ALLAH’ın Resulü?’ ”Onlar bizim aramızda ve sizden sonrakiler arasından değiller. Sizler benim sahabemsiniz, fakat onlar benim sevgililerimdir. Onlar sizlerden sonra gelecek ve insanların unuttukları, Kur’an ve Sünnete sarılıp yeniden İslam’ı yaşayacaklar. Onlar Kur’anı okuyacak ve öğretecekler. Sizin çektiğiniz işkenceler ve acılardan daha fazla çekecekler. Onların bir tanesinin imanı sizin kırkınıza denktir. Onların bir şehidi sizin kırk şehidinize denktir. Çünkü sizleri doğru yolu iletmesi için bir yardımcınız var. Fakat onlar yardım bulamayacaklar. Diktatör yöneticiler her yandan onların etrafını saracak ve onlar Kudüs’ün çevresinde olacaklar. Ardından ALLAH’u Teala onların şerefli elleriyle nusretini tamamlayacaktır.” Ve sonra şöyle dua etti. ‘Ey Rabb’im! Onlara nusreti ver ve cennette benim yakın dostlarım yap”.
Hadiste İslam’ı yaşamayan herhangi bir Müslüman’dan değil, İslam’ı araştıran, öğrenen, öğrenmesiyle pratiğe/fiillerine döken, öğrendiklerini tüm insanlara yayan, ALLAH’ın davasına sımsıkı sarılıp, İslam’ı yeryüzüne hâkim kılmak için çalışan dava taşıyıcılarından söz edilmektedir. Ümmetin en hayırlı olanları işte bu dava taşıyıcılarıdır. Çünkü onlar en büyük hayrı gerçekleştirmektedirler ki oda ALLAH’ın davasını yeryüzüne hakim kılmak için çalışmaktır.
İslam davasını taşımak, insanları İslam’a davet etmek Şer’i bir hükümdür. Şer’i hüküm; Şari (kanun koyucu)’nun kullarının fiilleriyle ilgili hitaptır. Bu hitab tüm insanları kapsadığından dolayı kadın ve erkeği ayırmaksızın bütün Müslümanları da içerisine almaktadır. Yani İslam davasını taşımak erkeklere farz olduğu kadar kadına da farz kılınmıştır.
ALLAH Subhanehu Teala Kendisine davet edenden daha güzel sözlü biri olmadığını bize haber vermektedir.
“Salih amelde bulunarak ALLAH’a davet eden ve ben Müslüman’ın diyenden kim daha güzel sözlü olabilir?” (Fussilet 33)
“İşte bunun için ALLAH’a davet et ve emrolduğun gibi dosdoğru ol.” (Şura 15)
“Ey Rasul, Rabbinden indirileni tebliğ (davet) et. Yapmasan O’nun risaletini tebliğ etmiş sayılmazsın. ALLAH seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide 67)
Bununla bağlantılı olarak Resul s.a.s şöyle buyurdu:
“Ben bir ayeti okuduğum zaman onu tebliğ edin.” (Buhari, Tirmizi)
Davet olmadan İslam yayılmaz, İslam’ın yayılmasıyla kurulacak olan, İslam Devleti olmadan da İslam’ın pratiği gözle görülemez. Bu yüzden İslam Devletinin kurulması ve İslam’ın âleme taşınması için davet olmazsa olmaz görevlerden biridir. Ve bu farziyet, farzların en üstünü ve en değerlisidir.
Düşünün ki; Nebi ve Resullerden sonra sahabeler, halifeler, lider ve âlimler İslam’ı yaymasalardı, İslam günümüze kadar nasıl ulaşacaktı? Bir köy yerinde tüm insanların İslam’dan bir haber olduğunu ve oraya İslam’ı yaşayan birinin gittiğini düşünün eğer bu kişi İslam’ı köyde bulunan bütün insanlara anlatmazsa o insanlar İslam’ı nasıl öğrenecek ve tanıyacaklar? Veya İslam hakkında yanlış bildikleri, zihinlerinde sapık hurafeler, batıl örf ve gelenekler nasıl yok olacak? Hiç kuşkusuz İslam’ın günümüze kadar bizlere ulaşması Resul (sav)’in ve güzide sahabelerin İslam’a olan bağlılıklarından ve bu yüce dini risalet üzerine taşımalarından kaynaklanmaktadır. Lakin verdiğimiz örnekler yalnızca insanları İslam’a davet etmenin önemini vurgulamaktır.
İslam’a davet olmadan İslam’ın tüm insanlara yayılması düşünülemez dedik. İslam’ın yayılması, korunması ve güçlü kalması davete bağlıdır. Eğer Müslümanlar davetten kendilerini alıkoymuş olsalar kendilerinden sonraki insanlara İslam ulaşmayabilir, ulaşsa dahi yanlış fikirlerle bozulmuş içerisi yanlış ve batıl fikirlerle doldurulmuş şekilde ulaşabilir. Aslından uzak hurafe ve yanlış fikirlerle öğretilir. Tıpkı bugüne kadar bizlere yanlış öğrettikleri gibi. Çünkü ne ailemizde nede çevremizde davayı taşıyan, İslam’ı yayan insanlar vardı. Ancak bir kısmımızın kendi çabalarıyla veya hiç tanımadığımız insanlar aracılığıyla İslam’ı öğrenebildik. Oysaki ilk etapta çocuğuna İslam’ı öğretmesi ailede ebeveynin sorumluluğudur. Ama ne acıdır ki, günümüzdeki anne ve babalar İslam’ı tas tamam yaşamadıkları gibi evlatlarını da yanlış bildikleri adetlerle eğitmişlerdir.
Görüldüğü üzere bizlerden önceki insanların ALLAH’ın davasını taşımasıyla İslam bizlere ulaştı. Ve bizlerden sonraki insanlara da İslam’ın ulaşması bizim bu davayı taşımamızla olacaktır. Bu yüzden bütün Müslümanlar bundan sorumludur. Yarın hesap gününde en basitinden komşumuz bile ‘Ya Rab Senin davetin bana ulaşmadı’ derse biz bundan sorumlu olmaz mıyız.?
“El- emr bi’l-maruf ve’n-neyh ani’l-münker” yani ma’rufu (iyiliği) emretmek, münkeri (kötülüğü) nehyetmek davanın bir parçasıdır. Pisliğin, kötülüğün ve sapıklığın yayılmaması buna bağlıdır. Ve yine pisliği ve sapıklığı ortadan kaldırmakta bu emri yerine getirmekle gerçekleşebilir. Rabbimiz buyuruyor;
“Muhakkak ki siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma’rufu emredersiniz, münkeri nehyedersiniz ve ALLAH’a inanırsınız.” (Ali İmran 110)
“Sizden hayra (İslam’a) davet edecek, ma’rufu emredecek ve münkeri nehyedecek bir grup veya hizb bulunsun. Onlar felaha kavuşanların ta kendileridir.” (Ali İmran 104)
Dikkat edin ilk ayette en hayırlı ümmetten söz ederken bu fertleri, kitleleri ve emir sahipleri bütün Müslümanları kapsamaktadır. Peki, bu en hayırlı Ümmet olanlar kimler diye soracak olursak ayetin hemen devamında yanıtı almak mümkün ki onlar ma’rufu emreden münkeri nehyeden dava taşıyıcılarıdır ve diğer ayette kurtuluşa erecek olanların iyiliği emreden kötülükten alı koyan dava taşıyıcıları olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Yani hayırlı bir ümmet olmak ve kurtuluşa ermenin tek yolu İslam davasını tüm insanlara taşımaktır.
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor. Resul s.a.s şöyle buyurdu: “Hidayete davet eden, kendisine tabi olanların sevabı gibi sevap alır ve onların sevabından hiç bir şey eksilmez. Dalalete davet eden ise, kendisine tabi olanların günahı gibi günah kazanır ve onların günahlarından hiç bir şey eksilmez.” (Müslim)
İslam davasını taşımanın önemi ve farziyeti ile ilgili daha birçok ayet ve hadis mevcuttur. Herhangi bir Müslüman’ın münkeri işlediğini gördüğü halde ona hakkı bildirmeyen, onu günahıyla baş başa bırakan ve diğer gün ısrarla münkeri işlediğini bildiği halde onunla birlikte oturup yemek yemek, muhabbet etmek ona karşı alınması gereken İslami tavrı almamak bir Müslüman’a yakışacak bir vasıf değildir! Üstelik münkeri gördüğü halde ma’rufu bildirmeyen büyük günahtadır ve bu kişiler büyük bir cezaya çarpıtılacaklardır. Eğer Müslüman böyle yaparsa ALLAH, İsrailoğullarına yaptığı gibi onların kalplerini birbirine benzeteceğini bildirmektedir.
İbni Mes’ut r.a.’den rivayet edildiğine göre, Resul sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk şöyle başladı: Bir adam bir başka adama rastlar ve: ‘Bana baksana! ALLAH’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket. Çünkü bu sana helal değildir,’ derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı işten menetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan çekinmezdi. Onlar böyle yapınca ALLAH’u Teala kalblerini birbirine benzetti. Sonra Rasulu Ekrem Maide Süresi 77-81.(78- İsrailoğullarının kafirleri, Davud’un ve Meryemoğlu İsa’nın dilinden lanetlenmiştir. Bu lânetlenmelerinin sebebi, onların ALLAH’a karşı gelmeleri ve O’nun sınırlarını çiğnemeleri idi. 79- Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları! 80- Onların çoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine, ALLAH’ın gazabına uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek hazırlanmıştır.81- Eğer onlar ALLAH’a, peygambere ve O’na indirilen Kur’an’a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir.) ayetlerini okudu. Ayetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu.
Hayır, ALLAH’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyederler, zalimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tartarsınız, ya da ALLAH’u Teala kalplerinizi birbirine benzetir, sonrada İsrailoğullarına lanet ettiği gibi size de lanet eder.” (Ebu Davud, Melahim 17; Tirmizi)
Ebu Bekir es-Sıddık r.a. Şöyle buyurdu:
“Ey İnsanlar! Şüphesiz siz: ‘Ey İman edenler! Siz kendinize bakın, doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar vermez. Hepinizin dönüşü ALLAH’adır. İşlemekte olduklarınızı size haber verecektir’. (Maide 105) ayetini okuyorsunuz. Biliniz ki ben Resul sallalahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim: ‘İnsanlar bir kötülük gördüklerinde, eğer onu değiştirmezlerse, ALLAHın o toplumun hepsini cezalandırması yakındır.’
İslam davasını taşımak farz-ı ayındır. Bir kaç kişi veya grup bu farziyeti yerine getirse dahi, diğerlerinden farziyet kalkmaz. Bunu erteleme veya bundan kaçışı yoktur. Müslüman’ın İslam davasını taşıması artakalan zamanda yapabileceği bir iş değil, aksine onun aslî görevidir. Bu yüzden Dava merkezdir ve her şey onun etrafında döner. Müslüman davasını günlük işlerine göre ayırmaz aksine yapacağı bütün işlerini davasına göre ayırır ve ayarlar. Eğer yapacağı herhangi bir iş davasına engel oluyorsa, burada yapacağı şey davasını bırakmak veya başka zamana ertelemek değil aksine işini bırakmalı veya başka zamana ertelemelidir. Yani dava taşıyıcısı davayı kendine uydurmayacak aksine kendisi davaya uyacaktır.
Müslüman herhangi bir insan değildir. ALLAH’ın davasını taşıyanda herhangi bir Müslüman değildir. Bu yüzdendir ki ALLAH Subhanehu ve Teala”nın davetini taşıyan, taşıdığı sorumlulukları iyi bilmeli ve ona göre hareket etmelidir. ALLAH’ın Resulü davayı taşıyıp bütün insanlara örnek bir model oldu. Bu yüzden bugün dava taşıyıcıları da tüm insanlara birer örnek olmaları gereklidir.
ALLAH’ın davasını taşımak kolay bir iş değildir. Bu yolda meşakkatler, zorluklar ve eziyetler vardır. Davayı taşımak büyük bir ciddiyetliği ve çok büyük bir sorumluluğu gerektirir. Sorumluluklarını, görevlerini ve farziyetlerini büyük bir ciddiyet ve titizlikle iyi taşımayan kişi iyi bir dava adamı olması imkânsızdır. Bu durumda onun dava taşıyıcı olduğundan söz dahi edilmez. O sadece davada büyük bir engel teşkil eden konumuna düşer. Ki bu hem kendisi için tehlikelidir hem de davaya zarar verir.
İnsanları İslam’a davet etme hususunda çok ciddi olunmalıdır. Çünkü bu herhangi bir iş değil ciddiyeti gerektiren ciddi bir iştir. Ve bu iş bütün sevdiklerimizden önce gelmelidir. Ne evlatlarımız, ne eşlerimiz veya yakınlarımız bu iş kadar sevimli, önemli veya değerli değildir. İlk başta gelmesi ve sırada durması gereken ALLAH’ın davasıdır. Ondan sonra sevdiklerimiz veya işlerimiz gelebilir.
‘Deki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kasada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoş gördüğünüz meskenler, size, ALLAH’tan, Resulünden ve ALLAH yolundan cihad etmekten daha sevgili ise, artık ALLAH’ın emri (azabı) gelene kadar bekleyin. ALLAH fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 24)
Bu ciddi işin ucunda iftiraya uğramak, hapse girmek, ceza almak, işkence görmek, hatta ölümle tehdit edilmek olduğu gibi, sonucunda Firdevs’i hak edebilecek kadarda mükafatı büyüktür.
Dava zorluğu gerektirir. Bu yüzden dava taşıyıcısı, insanları İslam’a davet etmeye başladığı andan itibaren bu zorlukları kabul etmiş demektir. Ucunda öleceğini bilse dahi asla taviz vermemeli ve bu işi bırakmamalıdır. Aynı zamanda yaşayacağı zorlukların bir imtihan olduğunu, kafirler ve fasıklar tarafından hapse atılmasının başına bir musibet olduğunu net kavramalıdır.
ALLAH’ın Resulü sallalahu aleyhi ve sellem buyuruyor:
“Kendisine bir musibet gelen bir Müslüman: ‘Biz ALLAH’a aidiz ve O’na döneceğiz. ALLAH’ım bana bu musibetim için ecir ver ve bana bunun arkasından daha hayırlısını ver derse’; musibetinden dolayı ALLAH, ona ecrini ve mutlaka daha hayırlısını verir.”(Müslim, A.Hanbel)
Daveti taşıma esnasında, belalar ve işkence kaçınılmaz bir olaydır. Böylesi bir durumda sabırlı olmak ve bütün bunlara tahammül etmek de daveti taşıyan için en büyük işlerinden sayılır. Daveti taşıyan, ne kadar ihlâslı olursa, ne kadar aktif ve canlı olursa; üzerindeki belalar ve işkenceler de o kadar şiddetlenir, sabırlı olmaya ve sıkıntılara dayanmaya olan ihtiyacı daha da artar. Yani bu tür musibet ve belaların derecesi ya da dozajı bizim davetteki çalışmamız oranına göredir. Bilelim ki ne kadar çok musibetlere maruz kalıyorsak o denli oranda da davamızda davetimizde hareket ediyoruz demektir. Resuller ve Nebiler birinci sırada muhlis, sadık ve aktif olarak daveti yüklenenler ikinci olarak ve sonra da diğer Müslümanlar, ihlâsları ve samimiyetleri oranında belaların, sıkıntıların, sabrın ve tahammülün zirvesinde yer alırlar. Sa’d b. Ebu Vakkas’tan:
“Dedim ki: Ey ALLAH’ın Resulü, insanlardan başına en çok bela ve musibet gelen kimlerdir? Dedi ki: Peygamberler, sonra salihler, sonra da derece olarak bunlara yakın olanlar. Bir adam dinindeki derecesine göre belalara maruz kalır. Dininin emirlerini korumada ciddiyete ve dayanıklılığa sahip ise, daha şiddetli belalarla karşılaşır. Eğer dininde ciddiyet sahibi ve dayanıklı değilse, daha hafif belalarla karşılaşır. Ve bela, kulu yeryüzünde görünmeyi bırakıncaya kadar başından ayrılmaz.” (Nesei, Tirmizi, İbn mace)
“Salihler, sıkıntılara ve zorluklara karşı dayanıklıdırlar. Bir dikenin batması veya daha fazlasıyla sıkıntı çeken bir mümin yoktur ki; çektiği sıkıntı nedeniyle hataları affedilmesin veya derecesi yükseltilmesin.” (A.Hanbel, Beyhaki)
Bir dava taşıyıcısının yargılandığında ve kendisine ölüm cezası verildiğinde ona; “Hakimi son defa görmek ister misin?” diye sorulduğunda dava taşıyıcısı şöyle yanıt vermişti: “Şakamı yapıyorsunuz! Hâkimle görüşüp zaman mı kaybedeyim? ALLAH (c.c.) ve Peygamber (s.a.s)’le olan randevuma geç mi kalayım?!”
ALLAHu Ekber!.. İşte gerçek samimiyet, ciddiyet ve ALLAH’a teslimiyet budur.
ALLAH bela/engel takdir etmediği sürece bütün İslam düşmanları bir araya gelseler dahi bunu başaramazlar.
“Bil ki, tüm insanlar sana bir yarar sağlamak için bir araya gelseler, ALLAH’ın sana yazdığından başka hiçbir yarar sağlayamazlar. Ve yine bil ki, tüm insanlar sana bir zarar vermek için bir araya gelseler, ALLAH’ın sana yazdığından başka sana hiçbir zarar veremezler. Kalemler kaldırıldı, sayfalar dürüldü.” (Tirmizi)
Öyle ki; ölümden korkmayan bir sahabe, savaş meydanlarından göğsünü siper edip şehid olmak için tüm imkanlarını kullandığı halde ALLAH ona savaş meydanında ölmeyi nasip etmemiştir. Ve yine bir kaçı ölümden korktukları için savaş meydanlarından kaçarken başlarına yine ölüm gelmiştir. Ölümden kaçış yoktur. İnsan elbet bir gün ölecektir ama bu ALLAH’ın davasını taşımakla veya dünya hayatına dalıp boş işlerle meşgul olmakla da gerçekleşebilir.
Bu yüzden bizim başımıza hapse girmek, ceza almak veya işkence görmek yazılmışsa bizler korkumuzdan ALLAH’ın davasını taşımazsak dahi bu başımıza mutlaka gelecektir. Madem ki bunlar başımıza gelecek o halde bu neden ALLAH için olmasın?. Veya mademki bir gün öleceğiz, bu ölüm neden ALLAH için olmasın?
Bütün Müslümanlar 3 şeye hiç bir şüpheye yer vermeden tas tamam iman ettikleri sürece onların tek korkacakları Rabb’isi olur. Bunlar: Ecelin, rızkın ve kaza ve kaderin ALLAH’tan olduğuna iman etmektir. Günün Müslümanları bunların ALLAH’tan olduklarını her ne kadar dilleri ile söyleseler de insanları İslam’a davet etmeye çağrıldıkları vakit rızk endişesi, ölüm ve başlarına bir belanın gelebileceği korkusu ile bu davetten uzak dururlar. Bu düşünce ve fiilde onların bu akidevi konuları anlamadıklarını göstermektedir. Bu yüzden Müslümanlara öncelikle bu 3 konu hakim olması zorunludur.
İmam Ahmed ve Ebu Ya’la’nın rivayetinde ise Resulullah SallALLAHu Aleyhi ve Selem şöyle buyurdu:
“ALLAH’ın sınırlarını koru, O’nu önünde bulursun. Bollukta ALLAH’ı tanı ki, O da sıkıntıda seni tanısın. Bil ki, başına gelen musibet senin doğruluktan ayrılman veya hata yapman için değildir. Bil ki, sabırla birlikte zafer, zorlukla birlikte kolaylık ve sıkıntının ardından kurtuluş vardır.”
Şüphesiz kim ALLAH’la birlikte olur ve O’nun yolunda yürürse, ALLAH da onunla birlikte olur ve onu korur. Bizler ALLAH’ın indirdiklerine şek şüphesiz iman eder ve O’nun davasını taviz vermeden taşırsak o vakit tek yardımcımız ALLAHu Teala’dır. O bizim yardımcımız olduğu vakit artık kim bizi korkutabilir? Asıl korkmaları gerekenler kâfirlerdir. Çünkü biz ALLAH’ın emirlerine sadık kaldığımız sürece bize Rabbimizin yardımı vardır. Onların ise ne güvenecekleri biri nede yardımcıları vardır. ALLAHu Teala şöyle buyurdu:
“Şüphe yok ki, ALLAH, korkup sakınanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir.” (Nalh 128)
“İman etmekte olanlara yardım etmek ise, Bizim üzerimize bir haktır” (Rum 47)
-İslam davasını taşımanın farziyetine ve önemine değindikten sonra eşlerin ALLAH davasına destekçi olmalarının farziyetine değinelim:
Bu konuda eşlerin titizlik göstermeleri, destek ve yardımcı olmaları kaçınılmazdır. Unutulmamalıdır ki, erkek hanımına veya kadın eşine destekçi olduğu zaman bu bizzat kişinin kendisine değil, ALLAH’ın davasına yardımcı olmuş olur. Bu yüzden ALLAH’ın davasına yardımcı olmak tüm Müslümanlara farzdır.
Erkeğin ve kadının birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını bir önceki konularımızda görmüştük. En güzel, hayırlı ve örnek aile, birbirlerinin hakkını tas tamam verip, taşıdıkları davada da birbirlerine destekçi olanlardır. Tabi burada hem kadının hem erkeğin dava taşıyor olması kaçınılmazdır.
-Erkek ALLAH’ın Davasında Hanımına Nasıl Destekçi olabilir?
Erkek emir sahibi olduğu için büyük sorumluluk ona aittir. Kadın erkeği davaya elbette teşvik edebilir, hakkı bildirir ve fikirlerini, düşüncelerini anlatabilir. Hatta nasihatta ve tavsiyelerde de bulunabilir ama hiç bir zaman hiç bir şeyi emretme hakkı yoktur. Ortada emir olsa dahi erkeğin bu emre itaat etme gibi bir farziyeti de yoktur. Ama erkek emrettiği zaman kadının itaat etmesi farzdır. Kadının erkeğine karşı çıkması ise haramdır. Bu yüzden erkek, hanımını daha rahat ve daha kolay birçok hayırlı iş yapmaya teşvik edebilir.
Erkek, öncelikle İslam davasını taşımanın kadına da farz olduğunu ve bu farziyet hususunda hiç bir şekilde ‘yapma’ gibi emir veremeyeceğini ve onu bu konuda kesinlikle engellemesinin caiz olmadığını açık ve net kavramalıdır. Kendisine İslam davasını taşımak ne kadar farzsa bu hanımına da aynı derecede farzdır. Erkek hanımına nasıl ki ‘namaz kılamazsın’ diye bir emirde bulunma hakkı yoksa aynı şekilde davasına da engel olma hakkı yoktur. Bunu yapan erkek ve bu konuda kocasına itaat eden kadın günahkârlardır. Çünkü ALLAH Subhanehu ve Teala bir işte hüküm verdiği zaman kadın ve erkeğin yapacakları tek iş o hükme uymaktır, karşı çıkmak veya engellemek değildir.
Erkek dışarıdaki insanlara davayı taşıması farz olduğu gibi aynı şekilde ev halkına da iyiliği emredip, kötülükten alıkoyması da farzdır. Birçok erkek dışarıdaki insanlara davayı taşıdığı kadar hanımına veya çocuklarına taşımaz. Veya dışarıdaki insanlarla ilgilendiği ve zaman geçirdiği kadar hanımıyla hak davada ilgilenmez. Oysa bu büyük bir hatadır. ALLAH Resulüne tebliğ emrolduğunda, O davaya ilk yakınlarından, hatta hanımı Hz. Hatice’den başlamıştı.
İnsanoğlu hata yapabilir, yanlışa düşebilir. İnsanın ayağının kayması an meselesidir. Bunun için birazcık İslam atmosferinden uzaklaşmak dahi yeterlidir. Bu yüzden erkek her zaman hanımını gözetlemelerdir. Kadın bir gününü ALLAH’ın davasından uzak, boş işlerle geçirdiği vakit erkek hanımına hemen nasihat ve tavsiyelerde bulunmalıdır.
Erkek, dışarıda işlerinin güzel gitmesini, davasında başarılı olmasını istiyorsa, öncelikle evinde huzuru sağlamalıdır. Huzurda ancak evde İslam atmosferinin olmasıyla ve hanımının da aynı davaya baş koymasıyla gerçekleşebilir. Unutulmamalıdır ki, kalpler ancak İslam’la huzur bulur. Erkek evinde huzur bulmazsa dışarıdaki işleri sağlıklı bir şekilde yolunda gitmesi nerdeyse imkânsızdır.
Erkeğin en azından haftada bir defa hanımına ders vermesi gereklidir. Tabi bu davada çok aktif, yoğunluğu çok fazla olan bir erkek için böyledir. Eğer erkeğin davada çok fazla bir yoğunluğu yoksa bu ders haftada 2 hatta 3 çıkartılabilir. Hanımını daima tefekkür etmeye sevk etmelidir. Yemek yerken, dışarıda gezerken, hatta televizyon seyrederken dahi sorular sorup onu düşünmeye teşvik etmelidir. Hatta sorduğu soruyu araştırmasını ve belirli bir tarihte yanıtlamasını isteyebilir. Böylece kadın o tarihe kadar yanıtını biliyorsa üzerinde biraz daha düşünmüş olur, bilmediği bir soruysa yanıtını bulmak için birçok kaynak araştırabilir. Böylece erkek hem hanımını hayırlı bir işe teşvik etmiş olur hem de aralarında konuşabilecekleri, tartışabilecekleri hayırlı bir ilme vesile olmuş olur.
İslam davasını taşıyan çiftlerin birçoğu erkeğin anne ve babasıyla birlikte yaşamaktadırlar. Erkeğin ailesi İslam’ı yaşamayan İslam’a karşı soğuk duran birileri ise; bu durum davayı taşımayı biraz zorlaştır. Özelikle de kadın bu konuda biraz zorluk çeker. Şayet erkeğin desteği yoksa iş gittikçe zorlaşır ve evde büyük bir huzursuzluğa sebebiyet verir. Böylesi bir durumda erkeğin tavrını ortaya koyması kaçınılmazdır. Ailesi hanımının İslam derslere gitmesini istemiyorsa, kitap okumasını, davayı taşımasını engelliyorsa, erkek gerekirse sert bir şekilde tavrını ortaya koyup, bu konuna hanımına asla engel olmayacaklarını açıkça belirtmelidir. Ve burada ailesinin hanımını engellemesine asla destek vermemelidir. Böyle yaparsa ALLAH’ın davasına destek ve yardımcı olmamış olur ki buda insanı günaha sürükler.
Kısaca şöyle diyebiliriz ki, koca ilk etapta davayı taşımanın kadına da farz olduğunu net kavramalıdır. Buna karşı çıkmak ALLAH’ın indirdiği hükme karşı çıkmak demektir. Hanımını daima hayırlı işler yapmaya teşvik etmelidir. Hanımı kendisinden yardım istediği zaman ‘zamanım yok’ deyip geçiştirmemelidir. O an vakti olmasa dahi ve kadının istediği yardım ertelenebilecek bir şeyse başka bir gün buna özel zaman ayırmalıdır. Hanımının sorduğu soruları yanıtlamalı, bilmiyorsa da araştırıp anlatmalıdır. Sonuçta kadın yarının neslini yetiştirendir. Eğer kadın doğru bilgilere sahip olmazsa yarınki nesil nasıl yetişebilir?
Ayrıca şunu söylemekte yarar var ki; Erkek, hanımına farzlarından dışında yük yüklememelidir. Örneğin: evin alış-verişini yapmak, çalışmak (ticaret) gibi.. Bunları yapmayı ALLAH Subhanehu ve Teala erkeğe farz kılmıştır. Erkeğin bunları kadına emretmeye, yaptırmaya hakkı yoktur. Kadının zaten itaat edeceği eşi, yetiştireceği çocukları ve yüklenmesi gereken davası vardır. Birde bunların üstüne erkek kendi görevlerini kadına yüklerse, bu durum kadına farz kılınan görevleri aksatmaya sebebiyet verebilir. Bu yüzden erkek acımasız değil merhametli olup kadınının haklarını gözetlemelidir.
-Kadın Eşine Nasıl Destekçi olabilir?
Kadına da bu konuda çok büyük rol düşmektedir. Birçok kadın eşinin davada çok aktif olması ve bu durumda kendilerine ayıracak zamanlarının olmamasına şikâyetçidirler. Bir kadının nasıl ki eşinin namaz kılması hususunda şikâyetçi olması düşünülemezse aynı şekilde davayla meşgul olmasından ötürü şikayetçi olması düşünülemez. Kadının eşine destekçi olması eşinin şahsına yönelik bir iş değil aksine ALLAH’ın davasında yardımcı olması demektir.
Kadın, eşinin İslam davasını taşıyan biri olduğu için Rabb’isine şükretmelidir. Her vakit namazda eşine dua etmelidir. Eşinin eve gelmesinin veya geç gelmesinin sebebi kumar oynamak, alkol almak veya zina yapmaktan ötürü değildir. Onun eve geç gelmesinin sebebi veya hanımıyla fazla ilgilenememe sebebi ALLAH’ın davasını taşımada çok fazla yoğun olmasındandır. Bundan daha güzel ne iş olabilir ki? Bu konuda Müslüman kadına şikâyet etmek değil, sabırla eşine destek olması yaraşır ki kadın, eşinin bu durumundan çok mutlu olmalıdır. Eşi bir gün haber takip etmeyi, kitap okumayı aksatırsa eşini gözetleyip bu konuda nasihatlerde bulunmalıdır. Hatta onu hesaba çekmelidir. Her kim ki ALLAH’ın davasına yardımda bulunursa, ALLAH’ta ona yardım eder.
“Ey İman edenler! Eğer siz ALLAH’a (ALLAH’ın dinine) yardım ederseniz, O’da sizlere yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed 7)
Ayrıca kadın her ne kadar kendisine farz kılınmış olmasa da, kocasının o gün yoğun olmasından ötürü, eşine yardımcı olmak için evin alış verişini yapabilir. Üstelik bundan ötürü hasenat kazanır…
Kadın ve erkek arasında ‘bu senin farziyetin, bu da benim farziyetim’ gibi konuşmalar yer vermemelidir. Elbette kadın ve erkek farziyetlerini bilmeli ve bunların birbirlerine yüklememelidirler. Ama yardımcı olmak açısından yeri geldiğinde erkeğin yoğunluğundan ötürü (erkeğe farz kılınan) alış verişi kadın yapar. Yeri geldiğinde kadının davadaki yoğunluğundan ötürü erkek (kadının görevi olan) ev işlerinde yardımcı olur. Bu durumda her ikisi içinde ecir vardır. İşte yardımlaşmak budur.
“De ki: Çalışın, çalışmanızı ALLAH da, Rasul’ü de mü’minler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen ALLAH’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe 105)
Çok değerli dava taşıyıcısı kardeşlerim!
Yaptığınız her iyilik ALLAH katında yazılı tutulacaktır. Yaptığınız her kötülük de ALLAH katında yazılı tutulacaktır. Ve bunlar hesap gününde tek tek açıklanacaktır. Bu yüzden yarına hazırlığımızı bugünden yapalım.
Eşler aralarındaki kibri, gururu yıkıp daima ALLAH rızasını gözetlemelidir. Daha çok eşime nasıl yardımcı olabilirim de ALLAHu Teala’nın rızasına nail olabilirim diye düşünülmeli. Ancak bu düşünce bizleri hayırlı işler yapmaya ve birbirimize yardımcı olmaya sevk eder…
Yapacağımız iyilikleri eşimiz hatta kendimiz dahi unutabiliriz. Ama bunları gören, şahid olan Rabbimiz var. O Subhanehu ve Teala yaptığımız en küçük amelin dahi mükâfatını ve cezasını verecek olandır.
Bu yüzden değerli kardeşlerim; bizler ALLAH’ın cezasını alabileceğimiz değil, mükâfatını alabileceğimiz işlere yönelelim ve bunları yaparken de eşlerimizle adeta yarış içinde olalım. Eşlerin huzur ve kurtuluş kaynağının tek yolu davada birbirlerine karşı yardımcı ve destek olmalarıdır…
Sümeyye AVCI
18.09.2008