“Biz bu sayıda ‘Kahrolsun’ ve ‘Yaşasın’ sloganlarıyla duygularımızın,korkularımızın, inancımızın,inkarımızın konusu olagelen ‘Şeriat’ı düşüncenin konusu yapmayı amaçladık.”
İşte bu iddiadan yola çıkarak, son sayısını, özel bir ‘dosya’ halinde,hayli netameli bir konuya ayırmış İslamiyat dergisi : Şeriat.
Gerçekten de, bu ülkede şeriat, toplumsal bir antagonizmanın konusu haline gelmiş, daha doğrusu getirilmiştir. Şeriat Dosyası editörü, bu olguyu şu cümleyle vermeyi uygun bulmuş: “Bir tarafta Şeriat için canını vermeye hazır insanlar,diğer tarafta Şeriat’a karşı mücadele etmenin ‘sevap’ olduğu fetvasını veren savcılar, hukukçular�”
Osmanlı’nın Yeniçerileri “Şeriat isterük!” diye ayaklanırken, gerçekte istedikleri şeyin ne kadar cahiliyseler, Cumhuriyet’in Yeniçerileri de “Kahrolsun Şeriat!”diye koro halinde tempo tutarken, düşmanı oldukları şeyin o kadar cahiliydiler. Cehalete dayalı dostlukla cehalete dayalı düşmanlığın, “cehalet” zemininde aynı gözede buluşması demeye gelen bu tavırların çıkardığı toz-duman arasında Şeriat, hep bir düş kuşu, hep bir Simurg olmayı sürdürdü.
Şeriat, etimolojik olarak “suyun kaynağına varmak amacıyla, suya muhtaç canlılar tarafından oluşturulan işlek yol” anlamına geliyordu.
Kur’an’da, ikisi “Şeria(t)”formunda olmak üzere, “Ş-r-a” kökünden türetilmiş dört kelime yer alıyordu. Bu kullanımlardan yola çıkılarak yapılan şu tesbit önemli: “Buradaki istiarenin suyun kaynağına değil de,kaynağa giden yola yapılması calib-i dikkattir. Dinî bağlamda bunun anlamı şudur: Şeria(t),ed-dîn’den tarihin her hangi bir anında bir topluma, bir peygamber(vahiy/kitap) aracılığıyla açılan yoldur; yani Şeriat, ‘din’ değil ‘tedeyyün’dür. Lugat anlamında Şeria(t); canlıları hayat kaynağı olan suya götürürken; dinî anlamda Şeria(t) insanları ilahi hakikate bağlamaktadır.”
Peki, problem nerede yaşanmaktadır? Garaudy’e kulak verecek olursak,problem, suyun kaynağına sadık kalmak yerine, eskilerin kendi zamanlarında kaynağa ulaşmak için kullandıkları yola-yordama sadık kalmaya çalışmaktan kaynaklanmaktadır. Oysa ki, bugün dün değildir.Garaudy’yi dinleyelim:
“Şeriat, kokmuş su çekmek için gidilen durgun bir su birikintisi değildir. Böyle bir şey yeni susuzlara yalan söylemek olurdu. Şeriat,pırıl pırıl parıldayan ve akarken kıyılarını verimli kılan güzel bir nehirdir.”
Garaudy, geçmişi ve batıyı taklit batağına saplanmış cümle ölü canlara şunları söyler: “şeriat’ın gerçek anlamda uygulanmasının tembel bir lafızcılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Gerçek bir uygulama, Kur’an ya da Sünnet’in koymuş olduğuher hükmün gerisinde, onun varlık nedeninin, onu hazırlayan ilkenin,uygulanmış olduğu tarihi şartların yeniden bulunmasını gerektirir… Şeriat, Kur’an’ın, tamamını açıklamış olduğu ALLAH iradesi tarafından emredilmiş olan fiillerimizin her biridir. O halde, ALLAH’ın rızası,her hangi bir ayeti, onu Kur’an’ın bütünselliğinden ve ona anlamını veren tarihi bağlamdan koparan lafzi bir okuma ile belirlenemez.”
Fas’ın yetiştirdiği cins bir kafa olan Muhammed Abid Cabiri de,Şatıbî’den söz ederken şöyle der: “Bu metodolojik yeniden yapılanma,kıyas veya nassların lafzi anlamları üzerinde yoğunlaşarak onlardan hükümler üretme yerine,Şeriat’ın genel amaçlarının anlaşılmasını gerektirmektedir.”
Gerek Garaudy gerekCabiri, bu noktada aynı gözede buluşuyorlar. İkisi de, Şeriat’ın hırsızlık için öngördüğü “kat-ı yed” cezasını, önerdikleri yöntem çerçevesinde yeniden okumaya tabi tutuyorlar. Buraya kadar güzel.
Fakat, çıkış noktaları birbirinden tamamen farklı. Benim de asıl vurgulamak istediğim nokta burası. Garaudy’nin hareket noktası, “Bencil yararlarının savunulması üzerine” kurulan, “köleleştirici” Batı uygarlığının tek alternatifinin İslam olduğu gerçeğidir: “Başlangıç dönemlerindeki yaratıcı atılıma sadık olan bir islam, yeniden insani ve ilahi inanç birliğinin bir mayası ve gerçek bir modernitenin yaratıcısı olabilir.” Cabiri’nin hareket noktası ise, Garaudy’nin tersine “öyle bir tedvin çağı ki, hareket noktası sürekli içtihad ve çağdaş hayata ayak uydurmaktır.” (s.36)Cabiri’nin “tecdit” teklifinin eksenini “mevcut gelişmişlik düzeyineayak uydurabilecek yeni metodolojik çerçeveyi ortaya çıkarabilecek yöntemsel prensipleri yöneltmek” (s.42)oluşturmaktadır.
Bir çuval inciri berbat eden de, Doğu’lu Müslüman aydının Batı karşısında duyduğu,işte bu aşağılık kompleksidir.
“Şeriat yaşasın” , fakat nasıl?
Tevhid, insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan “islam”ın tüm ilkelerinin kendisinden neş’et ettiği temel değerdir. Tevhid, epistemik anlamda hakikatin kaynağının tek olduğunu, kozmik anlamda var olan
hiçbir şeyin bu kaynaktan bağımsız düşünülemeyeceğini, sosyolojik anlamda insanların birbirleriyle ontolojik eşitliğini (vahdet) ve dolayısıyla kula ve eşyaya kulluğun, sömürünün, zulmün dışlandığını (adalet) ifade eder.
Tevhid’in, bütün unsurlarıyla gerçekleşmesi, insanın ALLAH’ın iradesi karşısında gösterdiği tavra bağlıdır. İslam, Kur’anî anlamda, insanın ALLAH’a karşı duruşunu ifade eder; yani, insanın, varoluşunu ALLAH’tan bağımsız anlamlandıramayacağını ve anlayamayacağını farkederek, hayat tasavvurunun merkezine ALLAH’ı yerleştirmesidir. Bu da, insanın, gönüllü olarak tüm yaşamı boyunca eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmesi,sorumsuz davranmaması anlamına gelir.
ALLAH, ‘yaratma’yı kendisine meslek edinen (Hallâk), her an görev başında bir yaratıcı olarak (kulle yavmin huve fi-şe’n) aktiftir ve zamana, olaylara ve eşyaya müdahildir. İnsanlık tarihi boyunca gönderilen peygamberler ve onların taşıdığı vahiy, işte bu ilahi müdahalenin eseridir.ALLAH’ın tarihe müdahalelerinin hiç biri,zamandan, olaylardan ve olgudan bağımsız gerçekleşmemiştir. Aslında, bu müdahalelerin gerekçesi dahi, bizzat o zamanda ve mekanda yaşayanlar ve yaşananlardır.
Şu durumda, ALLAH’ın hayata müdahalesinin iki boyutu inkar edilemez biçimde ortaya çıkıyor:
1. Tüm ilahi müdahalelerde hiç değişmeyen ve hep aynı kalan temel nedenler,amaçlar ve ilkelerdir; ki, “Bugün size dininizi tamamladım”(5:3) ayeti bunu ifade ediyor. Bu ayetten sonra da “Şer’î hüküm” bildiren ayetler (Kelale ayeti gibi) inmeye devam ettiğine göre, bu ayette tamamlandığı ifade edilen “ilkeler”dir.
2. Bu sabit ilkelerin farklı zaman ve zeminlere uygun ve uyarlanmış olarak ‘teklif edilen’ özel yol,pratik uygulamalar ve yöntemlerdir. İşte Kur’an’daki “Sizden her nebi için bir şeriat açıkladık” (5:48) ibaresi bu anlamı ifade ediyor.
Şeriat’ın etimolojik anlamı, “canlıları suyun kaynağına götüren işlek ve geniş yol” olduğuna göre, ‘şimdi ve burada’ yaşayan insanları, yaşadıkları çağdan suyun kaynağına götüren yol nasıl bulunmalı? Çünkü,dünkü yol, dün yaşayan insanların kendi yaşadıkları zaman ve zeminden,yani onların ‘şimdi ve burada’sından kaynağa giden yoldu. Bu gün o gün olmadığına göre, ne yapmalı?
Farklı bir ifadeyle:İlahi kelamın lafzı “suyun” karşılığıdır. O lafızların ahlaki hedefleri ise o suyun “kaynağıdır”. O kaynağa giden “yol” ise, tabiatıyla “sudan” daha fazla, “suyun kaynağıyla” yani “ahlaki hedeflerle “ilgili hükümlerdir. Söz konusu “ahlaki hedefler” ise, ALLAH’ın “ne dediğinden “daha çok “ne demek istediğini” tesbitle ilgilidir ve yapılacak en önemli görev budur: ALLAH’ın ne dediğinden yola çıkarak ne demek istediğini, yani muradını tesbit etmek.
Ben, kendi payıma,Fazlur Rahman’ın şu sorusunu önemsiyorum:”ALLAH, toplumsal değişmeyi bütün vahiy tarihi boyunca, hatta Kur’an indirilirken bile dikkate alırken, Kur’an’ı tamamlarken bu tutumundan vaz mı geçti? Yoksa toplumsal değişme mi durdu? Zemahşeri’nin dediği gibi tarih boyu toplumsal değişmeye bağlı olarak değişen maslahatları gerçekleştirmek için yeni hükümler koyan ALLAH, 7. Miladi asırdaki bir
toplumun maslahatlarının kıyamete kadar bütün insanlar için değişmeyeceğine mi karar verdi?”
Bugün, ALLAH’a karşı sorumluluğunun bilincinde olan her ilim sahibi, bu sorunun cevabını aramak durumundadır. Bugün, “düşünsel” bir cihada, bu ümmetin geçmişten çok daha fazla ihtiyacı var. Bilmediğinin düşmanı olan aldatılmış cahil yığınları bir yana bırakacak olursak,”Yaşasın menfaatlerimiz!” diyemedikleri için “Kahrolsun Şeriat!” diye tempo tutanları “insanın mutluluğu” önünde ciddi bir engel olarak görmüyorum; benim asıl endişem,”Yaşasın Şeriat!” diyenlerin, ALLAH’ın iradesine uygun yeni bir hayatın inşası için gerekli gayret, birikim ve “temsil kabiliyeti”nden yoksun olmalarından kaynaklanıyor.
Sayın Mustafa İSLAMOĞLU’ndan alınmıştır.