Hüsnü zan, iyi, güzel fikir besleme, sui zan ise kötü fikir besleme demektir.
Üstâd Bedîüzzamân, “Hüsn-i zanla me’muruz! (Sünûhât, Tulûât, İşârât 25) demiştir
O zındıka komitesi şöyle der: Müslüman, herkese hüsn-i zan sâhibi olmalıdır.Zira,Müslümanın kalbi safî ve temizdir. Herkesi kendi âyinesinde temiz görmelidir. Bu sebeble zahiren Müslüman görünen ve bilhassa ba’zı zamanlarda muttaki görünen kişilere i’timâd etmeli ve İslâmiyyet’e Ters düşen bütün hâl ve hareketlerini hoş görmelidir ve bu İslâmiyyetin bir şiârıdır.
Cevaben deriz ki: İslâm Dîninde mü’minler hakkında hüsn-i zanda bulunmak, sû-i zandan sakınmak esâstır. Ancak, ulemâ-i İslâm, ba’zı durumlarda sû-i zanda bulunmanın haram olmayıp câiz olduğunu gelecek âyet-i kerime ve hadîs-i şerîflere dayanarak beyân etmişlerdir. Cenâb-ı Hak Hucûrât sûresinin 12. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنْ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ
“Ey îmân edenler! Zannın çoğundan sakınınız. (Mü’minler hakkında zahir delile mukarin olmaksızın kötü zanlarda bulunmayınız. Zîrâ, bu, haramdır, caiz değildir.)
Çünkü, şübhe yok ki zannın ba’zısı günâhı mûcibtir. (Bir dîn kardeşi hakkında hılâf-ı hakikat bir zanda, bir fenalık isnadında bulunmak büyük bir ma’siyyettir, uhuvvet-i dîniyye esâsına muhaliftir. Fakaf ba’zı zanlar caizdir. Onlar günâh değildir. Kendisinde salâh-ı hâl emânete riâyet, adâb-ı şer’ıyye ile ittisal görülmeyip, gayr-ı meşru’ şeyleri alenen yaptığı görülen bir şahıs hakkındaki’ sû-i zan gibi.”( Hucurât, 12, Ömer Nasûhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlîsi Ve Tefsiri)
“el-Bahru’1-Muhît” adlı tefsirde bu âyet şöyle îzâh edilir:
“Siz, zannınıza göre amel etmeyiniz. Allah (cc.) size zandan sakınmayı emreder. Tâ ki, birileri, düşünmeden ve mes’eleye tam vâkıf olmadan, hangi zan hak, hangi zan bâtıl olduğunu tam temyiz etmeden zanna cür’et etmesin.
“Ayet-i kerîmede yasaklanan zan, ba’zı zanlardır ki, onun günâh olduğuna kesin hükmedilmiştir. Evet, bir çok zan vardır ki, ba ‘zı emareler ona kuvvet verdiğinden günâh sayılmaz. Meselâ; bir adam şübheli işlerle meşgul oluyor, açık bir şekilde habîs şeyleri irtikâb ediyorsa, onun hakkında sû-i zan edilebilir, içki satılan dükkanlara girip çıkmak, şarkı söyleyen kadınlarla sohbet etmek, tüysüz gençlere bakmak vb. Bu emareler, o adam hakkındaki zannın iyi olmadığını kuvvetlendirir. İşte bu kişiler hakkında sû-i zanda bulunmak günâh değildir. Biz bu adamı, içki içerken, zina ederken, parlak gençlerle oynarken görmesek dahi, yine hakkında sû-i zan caizdir. Fakat, zahiren sâlih olan bir inşân hakkında (delilsiz) sû-i zanda bulunmak caiz değildir.”( el-Bahru’1-Muhît)
Kurtubî bu âyetin tefsirinde şöyle der:
‘Bu âyette nehyedilen zan, mü ‘minler hakkında töhmette bulunmaktır. Dînde sakıncalı ve nehyedilen zan, onu gerektiren bir sebeb bulunmayandır. Meselâ, bir adamın zina ettiğini veya şarap içtiğini gerektiren bir hâl ve emare bulunmadığı halde, onun hakkında zina yaptığını ve şarap içtiğini düşünmek gibi. Dînde sakınılması gereken zanlar, hakkında onu doğrulayan bir emare ve şübhe bulunmayan zanlardır. Fakat, hakkında onu doğrulayan emare ve şübhe-ler bulunan zanlar haram değildir. “
Hasan-i Basrî der ki:
“Biz öyle bir asırda yaşadık ki; insanlar hakkında sû-i zan haram idi. Şimdi sen öyle bir zamanda yaşıyorsun ki; amelini işle ve sükût et. İnsanlar hakkında istediğini düşün. “(Tefsir-i Kurtubi)
“Rûhu’l-Meânî” adlı tefsirde bu âyet-i kerîme hakkında şöyle denilmektedir:
“Günâhları açıktan işlemeyen ve zahiren ehl-i salâh görünüp, dîn ve diyanette emînlik vasfı kendisinde görülen kimse hakkında sû-i zan beslemek haramdır. Amma bir kimse, onun hakkında insanların şübhelerini uyandıracak işlerle meşgul olursa ve kötülükleri açıktan işlerse, meselâ şarabın satıldığı dükkânlara girip çıkarsa, şarkı söyleyen fâcire kadınlarla sohbette bulunursa, tüysüz ve parlak gençlere devamlı nazar ederse, işte bu kimsenin şarap içtiği, zina ettiği ve gençlerle oynadığı görülmese bile bu kimse hakkında sû-i zan edilebilir ve bu nev’i zanlar günâh değildir.
“Kişinin, insanların şüphelerini uyandıracak işlerle meşgul olmayan ve kötülükleri açıktan işlemeyen mü’minler hakkında irâde ve ihtiyarıyla sû-i zanda bulunması ve mucibince amel etmesi haramdır. Eğer bu zan, kişinin ihtiyar ve iradesiyle olmazsa, fiiliyata geçirmediği, ya ‘nî ihtiyarı olmadan hakkında sû-i zan beslediği kimseyi hakir görmediği ve onun hakkında zannettiği şeyleri halka söylemediği sürece bir vebali yoktur.
“Bir kimsenin, insanların şübhelerini uyandıracak işlerle meşgul olmayan ve kötülükleri açıktan işlemeyen kişi hakkında kendi nefsini korumak için ihtiyarıyla sû-i zanda bulunması; onu başkalarına anlatmamak şartıyla caizdir. Meselâ; bir mü ‘minin, bir kimse hakkında, ‘Her an bundan bana zarar gelebilir, bu adam bana kötülük yapabilir’ endişesini taşıması ve bundan dolayı ona karşı tedbirli davranması caizdir. Nitekim haberde vârid olmuş ki:
“‘Emniyyet ve tedbîrin bir bölümü de sû-i zandır.’
“Ya ‘nî kişi, kendisini güvenceye almak için başkalarına anlatmamak şartıyla, insanlardan her an bana kötülük gelebilir’ düşüncesiyle onlardan gelebilecek zararlara karşı tedbirli davranabilir.”
Taberânî’nin rivayet ettiği haberde ise Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Sû-i zan ile, insânlardan gelebilecek zararlardan korununuz,”(Ruhu’l Meani, Alusi)
Müfessir ve müctehidlerin Kur’ân ve hadîslerden istifâde ettiği bu beyândan anlaşılıyor ki; sû-i zan, her zaman ve her yerde haram değildir. Kişinin dünyâ ve âhiretini muhâfaza etmesi için ba’zan sû-i zanda bulunması caizdir ve hattâ bu dînimizin emridir.
Evet, İslâm Dînî, her şeye bir mîzân ve bir kıstas getirdiği gibi, bu mes’eleye de bir ölçü getirmiştir. Çünkü, şerîat-ı İslâmiyye sırât-ı müstakimdir. İnsânın bütün ef âl, akvâl ve ahvâlini ifrat ve tefritten muhafaza edip hadd-i vasat üzere istikâmete sevk etmiştir. Her şeyin ifrat ve tefriti muzırdır.
Meselâ kişi dâima havf ve recâ, ya’nî korku ve ümîd ortasında bulunmalı. İkisinden herhangi birisi ifrat veya tefrit mertebesinde olsa sırât-ı müstakimden çıkar ve akıbeti zarardır. Eğer bir kişide korku ifrat mertebesinde, ümîd ise tefrit mertebesinde olsa; o kişi ye’se düşüp rahmet-i İlâhiyye’den ümîd keserek rahmetten mahrum kalır. Eğer korku tefrit mertebesinde, ümîd ise ifrat mertebesinde olsa; o kişi, rahmet-i İlâhiyye ile mağrur olup azâb-ı İlâhî’ye ma’rûz kalır.
Aynen bunun gibi; zahiren Müslüman görünen insanlar, gizli kötü ahlâk sahibi olabilir. Hattâ, nîfâk ve hıyanet gİbT en kötü ahlâkları da lişiyâbiliF. Bundan dolayı mü’min, Müslümanlara karşı hüsn-i zan ve sû-i zan ortasında bulunmalıdır ki, gizli kötü ahlâk sahibi olan kimselerden gelebilecek zararlardan kendisini koruyabilsin. Eğer bu dengeyi sağlamayıp bunlardan ifrat veya tefrit mertebesinde bulunsa sırât-ı müstakimden çıkar ve akıbeti zarardır. Şöyle ki:
Eğer bir kişide insânlara karşı hüsn-i zan ifrât mertebede ve sû-i zan tefrit mertebede olursa, herkese inanıp i’timâd eder; onun malı, canı, ırzı, namusu ve hattâ en tehlikelisi dîni ve âhireti zayi’ olur.
İşte bu düstûra binâen, eğer bir kişi, husûsan ulemâ-i sû’, meşâyih-i sû’ ve umerâ-i sû’un,.kesretle bulunduğu bu âhirzamânda, i’timâd ve intisâb ettiği kişilere karşı ifrat mertebede hüsn-i zan beslese, onlardan zarar görebilir. O halde bu hususa çok dikkat edip, tâbi’ olduğu eşhasın ef’âl, akvâl ve ahvâlini mutlak doğru olarak kabul etmemeli, edille-i şer’ıyye ile ölçmelidir. Eğer onların ef’âl, akvâl ve ahvâli, edille-i şer’ıyyeye muvafık ise kabul etmeli, muhalif ise reddetmeli ve onları rehber edinmemelidir.
Evet, hiçbir asır, içinde bulunduğumuz asır kadar fitnekâr olmamıştır. Zîrâ, bu asırda bâtıl, hak suretinde kendini gösteriyor. Kişi, îmân ile küfrü, hak ile bâtılı birbirinden tefrik edemiyor, küfre ve dalâlete taraftar oluyor. Düşmanını dost bilerek onunla beraber bulunuyor. İşte Bedîüzzamân Hazretleri bu asır insanlarının bu yarasını fark etmiş ve en büyük ıztırâbı bundan dolayı çektiğini gelecek ifadeleriyle bildirmiştir:
“Bana ıztırâb veren, yalnız İslâm’ın ma ‘rûz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hâricten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cem’ıyyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cem’ıyyetin basiret gözü böyle körleşir-se, îmân kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın ma ‘rûz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate ma ‘rûz kalsam da, îmân kalesinin istikbâli selâmette olsa!”(Tarihçe-i Hayat, 603)
Eğer insanlara karşı hüsn-i zannı tefrit mertebede ve sû-i zannı ifrat mertebede olursa, herkese tenkîdle bakar, bed nazarlı, ayıb araştırıcı ve i’timâdsız olur, bu sebeble insanlar vasıtasıyla ona gelecek hayır ve menfaatten mahrum kalır.
Husûsan bu sû-i zannın ifrat mertebesinin en tehlikeli ne-tîcesi, selef-i sâlihîn ve ulemâ-i İslâm hakkında sû-i zan ederek onlara karşı i’timâdını kaybedip onların cadde-i kübrâsından ayrılarak evham ve dalâlete düşmektir. Selef-i sâlihîne karşı i’timâdını kaybeden bu kimseler, bu asırda edille-i şer’ıyyeyi mihenk edinen ve hizmetlerini buna bina eden hakikî âlimleri de dinlemezler ve onlara “karşı da sü-i zanda bulunurlar, bu sebeble hak ve hakikati de öğrenemezler.
Üstâd Bedüzzamân da bu mes’eleyi Münâzarât isimli eserinde, şarktaki aşîretlerle yaptığı bir muhaverede şöyle îzâh etmektedir.
(S – Neden bunların umûmuna fena diyorsun; halbuki bizim hayırhahımız) hayrımızı ister (gibi görünüyorlar?)
Kullanılan “bunların” kelimesi sâdece o günküleri değil,, son asrın bütün zâlim idarecilerini kasdediyor.
(C – Hiçbir müfsid) bozguncu (“Ben müfsidim” demez, dâima sûret-i haktan görünür) haktan yana imiş gibi davranır. (Yahut) samîmidir, ama câhil olduğu için (bâtılı hak görür. Evet, kimse demez “Ayranım turşdur”) ekşidir. (Fakat, siz mehakke) galat tâbirle mehenge, ya’nî Kitâb ve Sünnete (vurmadan almayınız!)
“Mehakk” kelimesi Arapça “sürtüşme” mealindeki “hakk”den alınmadır. Deve uyuz olunca bedeviler bir ağaç koyarlar, uyuz hayvan da ona sürtünür. İşte devenin sürtündüğü o ağaç parçasına “mehakk” denir. Sonradan bu kelime yerine galât-ı meşhur olarak “mehenk” kullanılır olmuştur. Örf-i nâsta ise “mehakk”, maddenin altın olup olmadığını anlama âletine denmektedir.
(Zîrâ, çok silik söz) geçersiz paranın (ticârette) gezmesi gibi gûyâ hak nâmına ortalıkta (geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-i zan edip tamâmını) körü körüne (kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim, veya bilmediğim halde ifsâd ediyorum?) Niye her gördüğünüze veya duyduğunuza delilsiz inanıyorsunuz? (Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz!
İşte size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın;) biraz üzerinde düşünün; (mehakke) ya’nî mehenge (vurunuz;) sözlerimi Kitâb ve Sünnet ölçüleri ile değerlendiriniz; (eğer altın çıktıysa) şerîata muvafık ise (kalbde saklayınız), o sözlere sahip çıkınız. (Bakır çıktıysa,) Kitâb ve Sünnete uygun değilse, (çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz!..) Sâdece benim sözlerim için değil, duyduğunuz her söz için bu yolu ta’kîb ediniz ki, müfsidler veya müfsidlere aldanmış zavallılar sizi de kandırmasınlar. ..
(S – Nasıl anlayacağız, biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklîd ederiz?) Kabahat sizde sayılır!..
(C – Çendan) gerçi (câhilsiniz,) ilim tahsil etmemişsiniz, (fakat akılsınız) zekânız gayet yerinde. (Hanginizle “zebîb”, ya’nî üzümü paylaşsam, (zekâvetiyle) (2) bana hîle edebilir.) Paylaştığımız üzümün çoğunu ve güzellerini kendinize alabilirsiniz. (Demek cehliniz) cahilliğiniz (özür değii)dir! (İşte, müştebeh) biribirine benzeyen (ağaçları)n aralarındaki farkı (gösteren, semereleridir) meyveleridir. Görünüşte biribirine benzeyen insanları ayıran unsur ise amelleridir. Kimin dediği ve yaptığı şerîata uygunsa ona bakınız. (Öyle ise,) bu ölçülere göre (benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte, birisinde) benim söylediklerimin tatbîk edilmesi hâlinde ortaya çıkacak olan (istirahat ve itaattir,) ben Müslümanların Kur’ân etrafında toplanarak mü’minlerin istirâhatinin te’mîn edilmesini ve insanların şûrâ-yı şer’îye itaat etmelerini istiyorum; Kitâb ve Sünnete dayanmayan (ötekisinde) ise ağzı ne kadar güzel lâf yaparsa yapsın, söylediklerinin netîcesinde bu Müslüman millet için (ihtilâf ve zarar saklanmıştır.) Şûrâ-yı şer’î sistemi Kitab ve Sünnete dayanarak istibdadı kırdığı “için’ zâlimler durur, mazlumlar rahat eder. Üstâd, küçük dâirede ve diyanet âleminde Risâ-le-i Nûr’un geleceğini, siyâset alemindeki büyük dâirede de yüz sene sonraki şeriatın tatbîk edileceği zamanı hissederek söylemiş. Ferdî istibdatlar ve sonra gelen cem’ıyyet istibdatları ise ihtilâf ve zarardan başka bir güzel neticeye sebeb olmamışlardır.
Hulâsa: İslâm Dîninde mü’minlere karşı hüsn-i zanda bulunmak esâstır. Bununla beraber kişinincanını, malını, ırz namusunu, din, dünyâ ve âhiretini muhafaza için insanlara karşı sû-i zanda bulunması da caizdir, ve bu Peygamberimizin emridir. Resûl-i Ekrem (asm) bu konuda şöyle buyurur:
“Sû-i zan ile insanlardan gelebilecek zararlardan korununuz.” (Ahmed b. Hanbel, Beyhaki)
O halde hüsn-i zanla me’mûr olduğumuz gibi; ba’zan sû-i zan ile de me’mûruz. İslâm Dînî bütün ef âl, akvâl ve ahvâlimizde vasat mertebede bulunup ifrat ve tefritten sakınmayı emrettiği gibi; hüsn-i zan ve sû-i zan mes’elesinde dahi vasat mertebede bulunmayı, ifrat ve tefritten sakınmayı bizlere emretmektedir. Şeriat bir ölçüdür. Dünyâ ve âhiret saadetimiz için bütün ef’âl, akvâl ve ahvâlimizin şeriat ölçüsüne muvafık olması şart olduğu gibi, mü’minlere karşı hüsn-i zan veya sû-i zanda bulunmamızın da o şeriat ölçüsüne muvafık olması hüsn-i zan ile sû-i zannın dengede bulunması şarttır. Evvelemirde mü’min, bir Müslümanla karşılaştığı zaman hemen tam ma’nâsıyla Ona i’timâd etmez. % 50 “Beni aldatabilir, bana zararı dokunabilir.” % 50 ise “Güvenilir biridir, bana menfaati dokunabilir” nazarıyla bakmalı. Şeriat ölçüsüyle o adamı tartmak. Tecrübeler netîcesinde o kimsenin ehl-i salâh ve güvenilir biri olduğu hususunda tam kanâat getirirse, o zaman ona i’timâd etmeli. Husûsan dîn nâmına herkese i’timâd etmemelidir, .Çünkü, ba’zan sâlih zannettiği kimse, talih (yaramaz) çıkabilir.
yedinci mesele