Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîne alâ külli hàlin ve fî külli hîn… Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh… Hamden kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih… Emmâ ba’d:Aziz ve muhterem cemâat-i müslimîn!..
Şu mübarek Mi’rac kandili cümleniz hakkında hayırlı ve mübarek ve müteyemmen olsun… Allah-u Teàlâ Hazretleri şu güzel ve kıymetli gecenin hayrından, feyzinden istifade etmeyi, hisseyâb ve hissemend ve hissedâr olmayı cümlemize ve cümlenize nasib ve müyesser eylesin… Nice nice kandillere, mübarek günlere, gecelere bayramlara, sevinçli hallere erişmenizi Allah-u Teàlâ Hazretleri nasib ve müyesser eylesin…
Böyle mübarek gecelerde ibadet edip namazlar kılmak, hatimler indirmek, zikirler yapmak, Kur’an-ı Kerim okumak, dualar eylemek şahsen yapılacak şeyler… Herkes evine gittiği zaman. bunlardan istediği kadar yapabilir. Elhamdü lillâh kış geceleri müslümanın bayram geceleridir, bahar geceleridir. Çünkü kışın gündüzü kısadır, oruç kolay tutulur, sevap kazanılır; gecesi uzundur, gece namazına kolay kalkılır, ibadet kolay yapılır. Gecenin hayrından, feyzinden, bereketinden nefse ağır gelmeden, kolayca istifade edilebilir.
Herkes evinde ibadet eder de, bir de böyle günlerde Peygamber SAS Hazretleri’nin hadis-i şerifinde medhettiği, çok sevaplı olduğunu bildirdiği bir tesbih namazı vardır. O tesbih namazının da, ulemamız cemaaatle kılınabileceğini beyan etmişlerdir. Tek başına kılamayanlar da öğrenmiş olurlar. O bakımdan burdaki konuşmamızı yaptıktan sonra teklifim, temennîm, beraberce bir de tesbih namazı kılarız. Üçyüz tesbihli, dört rekâtlı, aşağı yukarı yarım saat kadar süren bir namazdır. Sevabını Peygamber Efendimiz medhetmiş, o namazı da kılmış oluruz. Ondan sonra herkes evine gider, çoluk çocuğuyla veya yalnız olarak yapacağı ibadeti kendisi yapar.
a. Ayet-i Kerimede Mi’rac
Aziz ve muhterem kardeşlerim!.. Bu gece Mi’rac kandili… Peygamber SAS Hazretleri’nin Mi’racını kutluyoruz. Süleyman Çelebi rahmetlinin,
Dediler ey kıble-i İslâm ü dîn,
Kutlu olsun sana Mi’râc-ı güzîn.
dediği gibi,
Ermedi evvel gelen bu devlete,
Kimse lâyık olmadı bu rif’ate.
dediği gibi, Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz Hazretleri, bu gece Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin çok büyük iltifatlarına, kurbiyyetine, ünsiyyetine, dâvetine ve huzuruna kabule mazhar olmuştur.
Bunu ayet-i kerimede, –imam Nizameddin kardeşimiz yatsı namazının birinci rekâtında okudular– İsrâ Sûresinin birinci ayetinde Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki, bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Sübhànellezî esrâ biabdihî leylen minel-mescidil-harâmi ilel-mescidil aksâ, ellezî bâreknâ havlehû linüriyehû min âyâtinâ, innehû hüves-semîul-basîr) Sadakallàhul-azîm.
Şimdi Arapçada bir şeye hayran olunduğu zaman, hayret edildiği zaman “Sübhànallàh!” denir. Bu güzel adet bize de geçmiş. “Sübhànallàh, ne kadar güzel! Allah Allah, öyle olmuş mu?..” deriz.
Ayet-i kerime de (Sübhànellezî) diye başlıyor. Yâni, “Ne kadar hayret edilecek, ne kadar hayran kalınacak, emsalsiz, güzel, yüksek ve müstesnâ bir hadise ki, onu Allah-u Teàlâ Hazretleri kuluna nasib etmiş. O alemlerin Rabbi, mülkün sahibi, hükmün mâliki, kâinatın mutasarrıfı, (esrâ biabdihî leylen) bir gecenin içinde o sevgili, müstesnâ kulu Muhammed-i Mustafâ’sını, (minel-mescidil-harâm) Mekke-i Mükerreme’de bulunan Kâbe’nin çevresini teşkil eden Mescid-i Haram’dan, (ilel-mescidil-aksâ) en uzaktaki mescid mânâsına gelen, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya; o zamanda da, bu zamanda da olması mümkün olmayan bir şekilde, geceleyin götüren o alemlerin Rabbi Allah her şeye kàdirdir, şânı her türlü noksandan münezzehtir, her türlü takdire şâyestedir, şânı ne kadar yücedir.
Allah-u Teàlâ Hazretleri demek ki, o mübarek kulunu bir gecede Mekke’den Kudüs’e, kudüs’ten de yedi kat semâyı geçirip, yedi kat gökleri seyrân eyletip, Arş’ının üstünde cevlân ettirmiştir. Bilmediğimiz alemlere götürmüş, hiç bir beşerin görmesinin, dünya hayatında müttalî olmasının mümkün olmayacağı şeyleri göstermiştir.
(Ellezî bâreknâ havlehû) “O Mescid-i Aksâ da eskiden beri Allah’ın çevresini mübarek kıldığı, müstesnâ, kıymetli, kutsal yerlerden birisi… Müslümanın nazarında da öyle… Allah-u Teàlâ Hazretleri oraya bereket ihsân eylemiş, tâ eski zamanlardan itibaren peygamberlerin cevlângâhı, vazife yeri ve hizmet mahalli olmuştur. Dünyanın sonunun geldiği zamanda da kıyametin kopacağı, mahşerin olacağı mahaller oraları… Mânevî bakımdan Allah tarafından mübarek kılınmış olan o yerler…
(Linüriyehû min âyâtinâ) “Âyât-ı kevniyyesini ve bu mülk aleminden ayrı insanların görmediği, göremediği, Allah’ın melekleriyle, Kur’an-ı Kerim’iyle, vahyiyle Peygamberine bildirdiği alemleri ve mahlûkları ve esrarlı hadiseleri göstermek için, ibret teşkil edecek hârikulâde halleri göstermek için onu biz Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürdük.” demiş oluyor ayet-i kerime…
Peygamber SAS Efendimiz’in bu bir gecede Mekke-i Mükerreme’den Kuds-ü Şerif’e, o mübarek yerlere, Mescid-i Aksâ’ya varması, işte bu İsrâ Sûresi’nin birinci ayet-i kerimesiyle, “Evet bu böyledir, bu hadise olmuştur, Allah’ın kudretinin şaşılacak bir eseri olan bu İsrâ mûcizesi vuk bulmuştur.” diye Kur’an-ı Kerim’in şahitlik ettiği, belgelendirdiği, damga vurduğu bir hadisedir.
İsrâ, geceleyin seyahat etmek demek… Araplar gündüzleyin de seyahat edebilirler ama, gündüzleyin sıcaktan mahvolur insan, tahammül edemez. Bir kaç adım atsa helâk olur; güneşin harâretinden, scaklığından başına güneş geçer, tâkati kalmaz, yığılır kalır.
Onun için, Arapların adet-i seniyyeleri gece seyahat etmekti. Gece seyahat etmek, Araplar bakımından yapılan bir şey amma bu kadar uzun bir mesafeyi, binlerce kilometrelik mesafeyi Allah, Rasûlüllah SAS’e böyle bir müstesna ikram olarak, peygamber mucizesi olarak nasib etmiş. O gecede Kâbe’nin yanından, Kuds-ü şerife götürmüş.
Ordan da yedi kat semâya geçirip, Arş-ı A’lâ’ya, Sidre-i Müntehâ’ya götürüp, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkması hadisesi var. O da uruc, yükselme kelimesinden alınma Mi’rac sözüyle ifade ediliyor.
Demek ki Peygamber Efendimiz Mekke’den Kuds-ü Şerif’e götürülmüş; Kudüs’te de nice nice ayetleri, esrarları müşahade ettikten sonra, daha başka esrarları müşahade etmesi, mânevî varlıkları görmesi için uruc ettirilmiş; yâni semâlara, yedi kat semaların ötelerine, mâverâ-yı semâvâta gönderilmiş.
Buhàrî ve Müslim’de ve daha başka hadis kitaplarında, sahabe-i kiramdan rivayet edilmiş çeşitli hadis-i şerifler var. Yâni sağlam, sahih hadislerin ifade ettiği hadise…
Kuds-ü Şerif’te neler olduğunun teferruatı, göklerde Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin o kıymetli Habîbinin neler gördüğüne dair bilgiler hadis-i şeriflerde mevcut…
Hadis-i şerif ne demek?.. Peygamber Efendimiz’in kendi ifadesi… Allah Kur’an-ı Kerim’de şahitlik ediyor ki: “Ben kulumu bir gecede Mekke’den Kudüs’e götürdüm.” Rasûlüllah SAS Efendimiz de mübarek ağzıyla anlatıyor ki: “Ben de Kudüs’e gittim, Kudüs’ten ötelerde de şunları şunları şunları gördüm.
b. Hatîm’de Yol Hazırlığı
Şimdi Peygamber Efendimiz’in sahih hadis-i şeriflerinden, o mübarek fem-i saâdetinden, o mübarek ağzından sahabe-i kirâmına bu hadiseyi nasıl anlattığını, bir kısmını da özetlemek sûretiyle size bildirelim:
(Beynemâ ene fil-hatîmi mudtacian) Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki: “Ben Kâbe-i Müşerrefe’nin yanında, Hatîm denilen yerde şöyle yaslanmış duruyordum.”
Kâbe’nin resmini görenler resminden bilirler, ziyaretine nâil olanlar ziyaretinden bilirler ki, Hacerül-Esved’in yanından şöyle giderken, hemen Hacerül-Esved’in sol tarafındaki duvarında Kâbe-i Müşerrefe’nin altın kapısı vardır. O yüksektir, insan ayak parmakları üzerinde yükselirse kapının eşiğini ancak tutabilir. Yüksektir kapısı… Herkes haddini bilsin diye, yüksek yapılmış.
Kâbe’nin kapısının olduğu yerin biraz daha ötesinde de Makàm-ı İbrâhim vardır. Rükn ile Makam arası, yâni Hacerül-Esved’le Makàm-ı İbrâhim’in arası duaların en çok kabul olduğu yerdir. Yâni Kâbe’nin eşiğine geliyor insanoğlu, boynunu büküyor, Rabbül-alemîn’in dergâhına yüz tutuyor, gözünü kapatıyor, dua ediyor. Orası Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin duaları çok kabul ettiği bir yer…
Ordan biraz daha ilerlediğiniz zaman Kâbe’nin duvarı biter, Kâbe’nin âdetâ avlusu diyebileceğimiz yarım daire şeklinde bir alçak duvar vardır. İnsanın omuzundan aşağıda, 80 – 100 cm genişliğinde, yerden de 110 – 120 cm yüksekliğinde mermer bir duvardır. Kâbe ile bu duvar arasında bir boşluk vardır. Orda nöbetçiler dururlar ki, Kâbe’yi tavaf edenler yanılıp da ordan girmesinler. Çünkü ordan girerlerse tavaf tamam olmaz. Orası Kâbe’nin içi sayılır, dışından tavaf etsinler diye, nöbetçiler hacıları ikaz ederler.
Kâbe’nin bir kapısından girilen üstü kapalı kısmı var, bir de üstü açık olan o kısmı var. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: “Hatîm’in olduğu yer de Kâbe’nin içi sayılır.”
Abdullah ibn-i Zübeyr RA halife olduğu zaman, –Hazret-i Ali’den sonra bir ara halifelik yaptı, sonra şehid edildi– orasını Peygamber Efendimiz’in istediği gibi duvarla çevirmiş, Kâbe’ye katmış. Kâbe o zaman uzunca bir bina olmuş. Haccac onu yenip, şepid ettiği zaman, Emevî hükümdarlarının emriyle onun yaptığı kısmı yeniden yıkmışlar; Kâbe şimdiki haliyle kalmış, o yapılan kısım açıkta kalmış.
Neden böyle yaptırmış Allah, neden yapılanı yıktırtmış?.. Hikmetleri var, her şeyin hikmeti var. Yaptıranın sevabı var, yıkılmasında da hikmet var.
Hazret-i Aişe anamız, Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra Kâbe’yi ziyaret ediyormuş… Hazret-i Aişe anamız ne?.. Bizim validemiz.
(Ve ezvâcühû ümmehâtühüm) Peygamber Efendimiz’in hanımları bizim annelerimiz. O halde Arapça bizim neyimiz?.. Ana dilimiz. Hepiniz anadilinizi bilmeyen çocuklarsınız. Onun için anadilinizi biraz öğrenin! Onlar bizim annemiz, onları konuştuğu dil de bizim anadilimiz. Hem Türkçe veya Kürtçe, veya Çerkezce… hem de Arapça… Her müslümanın ana dili Arapçadır. Burdan da ana dilini öğrenmesi lâzım geldiğine dair bir mânâ çıkıyor.
Şimdi o mü’minlerin anası Aişe-i Sıddîka valide ya, tabii ona müsaade etmişler. Merdiveni getirmişler, kapıyı açmışlar, Kâbe’nin içine girmiş…
Kapısından içeri herkesi sokmazlar. Kaç kişiye nasib olur dünyada onun içine girmek… İçeri girmiş, onun yanında itibarlı bir iki kişi de girmiş. Halk izdiham ediyor, herkes de giremez diye kapıyı kapatmışlar. Kapı kapanınca, dışarıdan birisi açmış ağzını, elini kulağına dayamış, içeriye bağırmış:
“–Ey mü’minlerin annesi!..”
Hazret-i Aişe-i Sıddîka validemiz de onun neden bağırdığını biliyor:
“–Hatîm’e gidin, orası da Kâbe’nin içidir.” demiş.
Anlıyormusunuz, Kâbe’ye ziyaret nasib olursa, orada da namaz kılın da, kâbe’nin içinde namaz kılmış olun yâni… Fukaranın da Kâbe ziyareti öyle oluyor işte… Herkese o altın kapı açılmaz, herkes içeriye giremez amma, o aralık her zaman açıktır. Öbür tarafında da aralık vardır, bu tarafında da aralık vardır. Ordan girersiniz, Kâbe’nin içinde namaz kılmak size de nasib olur; bunu bilesiniz.
İşte Efendimiz o duvarlı kısımda oturuyormuş. Nasıl oturuyormuş?.. Yaslanmış, öyle oturuyormuş. “Hatîm denilen yerde ben yaslanmış oturmakta iken, (izâ etânî âtin) birden bire bana bir şey geldi…” Bunun melek olduğu anlaşılıyor. (feşakka mâ beyne hâzihî ilâ hâzihî) “Şuramla şuram arasını yardı.” Göğsünü yarmış. (festahraca kalbî) “Kalbimi çıkardı. (sümme ütîtü bitastin min zehebin memlûetin îmânen) Sonra içi îman dolu bir leğen getirildi. (fegusile kalbî bimâi zemzem) Zemzem suyu ile benim kalbim o iman dolu tasın içinde yıkandı.”
Artık esrârı içinizden kendiniz tefekkür edin, gözünüzün önüne getirmeğe çalışın. Efendimiz’in kalbi zâten altın gibi, pırıl pırıl, nurlu kalb; ama vazifeli melek kalbini çıkartmış, iman dolu leğenin içinde zemzem suyu ile yıkamış.
(Sümme huşiye sümme üîde) “Sonra kalbimin içi dolduruldu ve yerine konuldu.” diyor. mâneviyyat, nur ve iman doldurulmuş ve eski haline getirilmiş.
c. Burak
(Sümme ütîtü bidâbbetin dûnel-bağli ve fevkal-hımâr) “Sonra önüme bir binek getirildi, bir mahlûk getirildi ki, katırdan biraz küçükçe, ama merkepten biraz daha büyükçe, (ebyad) beyaz renkli bir binek… (yukàlü lehül-bürâku) Ona Burak deniliyordu. Burak denilen o mahlûk getirildi.” Burak, berk kelimesiyle ilgili. Berk de şimşek demek…
(Yedau hatvehû inde aksâ tarfihî) “Bu mahlûk ayağını, gözünün baktığı yerin en ötesine koyuyordu, yâni ufka koyuyordu.” Yâni her adımı ufkun ta ötesine kadar, öyle bir mahlûk…
Şimdi aziz ve muhterem kardeşlerim, bir hadisi anlatacağım size, biraz meseleleri anlayın diye… Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: İnsan kabre konulduğu zaman korkar, kabirde sıkışır. Ama mü’mine kabri genişler. Ondan sonra güleç yüzlü, güzel yüzlü bir kimse görecekmiş kabrinde… Diyecekmiş ki o kimseye:
“–Sen kimsin yâ mübârek?.. Bak ben bu kabre konulduğum zaman korkuyordum, yalnızlıktan ürküyordum, tüylerim ürperiyordu. Sen şimdi geldin, ben de seviniyorum, senin güleç yüzünden, nurlu yüzünden memnunum. Sen kimsin yâ mübarek?” diyecekmiş.
O da diyecekmiş ki:
“–Ey müslüman, ben senin dünyada okuduğun Tebâreke sûresi var ya, işte ben o sûreyim. Allah bana bu şekli verdi, sana gönderdi.”
Dikkat ediyormusunuz, Allah CC nasıl insanların hoşuna gidecek ve insanlarının duygularının anlayacağı şekle getiriyor sevapları…
Sevap deyince, “Sevap nedir hocam; elle tutulur mu, gözle görülür mü, teraziye konulur mu, tartılır mı, ölçülür mü?” deseniz; “Sevap denilen şey, öyle tartılır, ölçülür bir şey değildir, mânevî bir şeydir.” deriz. Amma Peygamber Efendimiz bildiriyor ki, Allah Tebâreke sûresinin sevabını insan sûretine getirip, onu okuyan kimseye kabirde yoldaş ediyor. Kàdir mi Allah her şeye?.. Âmennâ ve saddaknâ, kàdir… Kàdir olunca da bizim anlayacağımız şekle ve hoşlanacağımız hale getiriyor.
Sen neden anlarsın?.. Senin gibi yüzlü, elli, ayaklı bir kimse olsa, yüzü pırıl pırıl nurlu olsa, ondan anlarsın. Bak şimdi etrafında melekler var, anlıyor musun?.. Anlamıyorsun. Bu caminin içine rahmet inse, sekîne inse anlar mısın?.. Anlayamazsın. Allah anlatacak şekle getirmeğe kàdirdir. Nasıl teldeki elektrik akımını anlamazsın da, lambadan geçtiği zaman ışık olarak anlarsan; radyodan geçtiği zaman ses olarak anlarsan, Allah da sevabı senin istediğin şekle getirebiliyor.
Peygamber Efendimiz de burada diyor ki: “Katırdan küçükçe, merkepten büyükçe bir binek halindeydi, beyaz rekliydi, Burak deniliyordu. Adımını gözün gördüğü en uzak noktaya atıyordu, fırt oraya varıyordu.” diyor. Yâni Allah, o devrin bineği olan bir binek şeklinde, Rasûlüllah’ın ünsiyet edeceği, seveceği bir şekilde onu getirmiş.
Şimdi biz füze gibi desek, onu daha iyi anlarız. Çünkü bizden şimdi, ata binmiş olan kaç kişi var? Herkes otomobile biniyor, tayyareye biniyor.
İşte Cebrâil AS kılavuzu olmuş, Peygamber SAS Efendimiz Burak’a binmiş ve Kâbe-i Müşerrefe’den yolculuk başlamış.
d. En Yakın Semâ
(Fehumiltü aleyh) “Ona bindirildim. (Fentaleka bî cibrîlü) Cebrâil beni götürdü. (hattâ etes-semâed-dünyâ) Nihayet en yakın semâya geldik…”
(Es-semâed-dünyâ) En yakın semâ demektir, dünya semâsı demek değildir. En yakın semâ da;
(Velekad zeyyennes-semâed-dünyâ bimesabîha) “Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık.” diyor ayet-i kerime…
Yedi kat semâ var amma, birinci semâsı yıldızlarla donanmış, ondan sonraki semâlarda ne arz var, ne ay var, ne güneş var, ne yıldız var… Ondan sonraki semâların halini Allah bilir. Yalnız, “Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık.” deniliyor. Allah’ın kudretini, semânın azametini, vüs’atini ve derinliğini ordan anlayın artık.
Birinci semâda işte bu kehkeşanlar, samanyolları, galaksiler, yıldızlar, ışıklarını gördüğümüz şeyler var. Bu ışıklarını görmediğimiz yerlerin arkasında da, ışığı gelmeyen şeyler var. Onun için Peygamber SAS Efendimiz Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna varırken;
Ref olup ol şaha yetmişbin hicâb,
Nûr-u tevhid açtı vechinden nikàb.
Yetmişbin nurdan, yetmişbin zulmetten perdeler kalktı, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna öyle vardı. Ne demek?.. Karanlık da bir perde, nur da bir perde… Bize şimdi göğün mavi yeri niye karanlık görülüyor?.. Ordan ışık gelmediğinden karanlık görülüyor. Ordan ışık gelse, orası da nur görünecek.
Demek ki semâda yıldızlar da var, nur da var, karanlıktan da perdeler var. Ama o şahlar şahı, o peygamberler serveri Habîb-i Hüdâya yetmişbin perde kaldırıldı.
“Nûr-u Tevhid açtı vechinden nikàb.” Sözlerin azametine bak!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin vech-i pâkinden perdesini, kulu cemâlini seyretsin diye kaldırdığını anlatıyor. Kelimelerin güzelliğine bakın, seçilişindeki azamete bakın!..
“Birinci semâya geldim.” diyor Peygamber Efendimiz. E böyle gözün gördüğü yere bir lâhzada götüren bir binekle birinci semâya geldi Peygamber Efendimiz. (Festehteha) “Cebrâil AS, ‘Açın bu birinci semânın kapılarını!’ dedi. Cebrâil AS birinci semânın kapılarının açılmasını istedi.”
Muhterem kardeşlerim, bu semâların birinden ötekisine geçiş, meleklere bile kolay değil, meleklere bile müsaadeyle… Bakın, “Açılmasını istedi.” diyor.
(Fekîle: Men hâzâ?)
“–Kim o?” dendi.
(Kàle: Cibrîl)
“–Cebrâilim.” dedi.
Cebrâil AS konuşuyor, Efendimiz Burağın üstünde…
(Kîle: Ve men meak?)
“–Peki, yanındaki kim yâ Cebrâil?”
(Kàle: Muhammedün) Cebrâil dedi ki:
“–Bu Muhammed, Allah’ın seçkin kulu Muhammed-i Mustafâ’sı bu!..”
(Kîle: Kad ürsile ileyhi)
“–Ona davet gönderildi mi, bu tarafa geçmesine izin verildi mi?..”
Melek şaşırıyor: Allah Allah!.. Beşer hayatta iken semâdan bu tarafa geçer mi, ona davet mi vâkî oldu Cenâb-ı Hak tarafından?..
(Kàle: Neam) Cebrâil AS:
“–Evet ey vazifeli melek, Allah’ın daveti oldu.” dedi.
(Kîle: Merhaben bihî feni’mel-mecîü câe) Melek o zaman:
“–Ona merhabalar olsun, ne hoş geldi!..” dedi.
Birinci semânın vazifeli meleği Peygamber Efendimiz’i selâmlıyor ve “Hoş geldin, sefâ geldin!” diyor.
(Fefütiha) “Birinci semânın kapısı açıldı.”
Böyle Cebrâilin konuşmasıyla, meleğin sorgusuyla, sualiyle açılan bir kapıyı bir başkası nasıl geçebilir? Kılavuzu Cebrâil olmayan bir başkası ordan ötelere nasıl gidebilir?.. Ordan ötelere, Allah müsaade etmeyince dualar ve sevaplar bile gitmiyor. Yeryüzünde insanların yaptığı dualar ve sevaplı işler bile orada takılıyor, bazan ordan geri gönderiliyor.
–Kimin bu namaz, kimin bu hatim, kimin bu tesbih, kimin bu zekât, kimin bu sadaka?.. Kiminmiş bu hac?..
–İşte falanca şahsın…
–Git bu ibadeti o herifin yüzüne vur, kafasına patlat! Çünkü o riyakâr, Allah onun ibadetini kabul etmez. Ben, riyâkârların ibadetlerini buradan öbür tarafa geçirmemek emrini almışım, burdan öte yana geçirmem, döndür geri!” der.
Melekler götürürken, ibadetler bile geçmez oralardan.
Cebrâil AS ile Peygamber Efendimiz, böylece birinci semânın kapısından geçtiler.
(Felemmâ halastü feizâ fîhâ âdem) Birinci semânın kapısından geçince bir de ne göreyim, orda Adem AS yok mu?..
(Fekàle:) Cebrâil dedi ki:
“–(Hâzâ ebûke âdemü) Yâ Rasûlallah, bu senin baban, deden, beşerin babası olan Âdem! (Fesellim aleyhi) Ona selâm ver!”
(Fesellemtü aleyhi fereddes-selâm) “Ben Âdem AS’a selâm verdim, o da benim selâmımı aldı. (Sümme kàle:) Sonra dedi ki Peygamber Efendimiz’e:
“–(Merhaben bil-ibnis-sàlih, ven-nebiyyis-sàlih) Bu iyi oğula, bu sàlih Peygambere merhabalar olsun!..” diye “Merhaba!” dedi Peygamber Efendimiz’e, Âdem AS atamız..
e. İkinci Semâ ve Diğer Semâlar
(Sümme saide hattâ etes-semâes-sâniyeh) “Sonra Cebrâil beni tekrar yükseltti, ikinci semâya kadar götürdü. (Festefteh) Açılmasını istedi.”
(Fekîle: Men hâzâ?)
“–Kim o?” denildi.
(Kàle: Cibrîl)
“–Cebrâil” dedi.
(Kîle: Ve men meak?)
“–Yanındaki kim?” denildi.
(Kàle: Muhammedün)
“–Muhammed” dedi.
(Kîle: Ve kad ürsile ileyhi?)
“–Ona davet gönderildi mi, gelmesine müsaade olundu mu?” denildi.
(Kàle: Neam)
“–Evet, gönderildi.” dedi.
(Kîle: Merhaben bihî feni’mel-mecîü câe) Onun üzerine:
“–Ona merhabalar olsun, hoş gelmiş, safâ gelmiş.” denildi.
(Fefütiha) İkinci semânın kapısı da açıldı.
(Felemmâ halastü izâ yahyâ ve îsâ) “Oradan geçince bir de baktım ki, Yahya AS ile İsâ Aleyhisselâm…” İkisi ikinci semâda. (Ve hümebnel-hàlete) ” O ikisi teyze çocukları; birisi Meryem validemizin kızkardeşinin çocuğu, Hazret-i İsâ da Meryem validemizin çocuğu…
(Kàle: Hâzâ yahyâ ve îsâ fesellim aleyhimâ) Cebrâil dedi ki:
“–Bu ikisi Yahyâ ve İsâ AS’dır, bu ikisine selâm ver yâ Rasûlallah!” dedi.
(Fesellemtü fereddâ) Ben onlara selâm verdim onlar da selâmımı aldılar. (Sümme kàlâ:) Sonra dediler ki: (Merhaben bil-ahis-sàlih ven-nebiyyis-sàlih!)
“–Merhabalar olsun bu salih kardeşe, merhabalar olsun bu salih peygambere!..” dediler.
Çünkü, bütün peygamberler birbirlerinin kardeşleridir.
Peygamber Efendimiz birinci semâda Adem atamızla karşılaştı, ikinci semâda Yahyâ ve İsâ AS’la karşılaştı. Üçüncü semâda aynı şekilde Yusuf AS’la karşılaştı. Ondan sonra dördüncü semâda İdris AS’la karşılaştı, beşinci semâda Hârun AS’la karşılaştı. Altıncı semâda da mûsâ AS’la karşılaştı. Hep konuşmalar aynı… Semânın kapılarında meleklerin sorması, merhaba demesi, peygamberlerin konuşmaları hep aynı… Mûsâ AS da merhaba dedi, selâm verdi, selâm aldı.
(Felemmâ tecâveztü bekâ) Onu da geçerken, Mûsâ AS ağladı. (Kîle lehû: Mâ yübkîke?) Ona soruldu:
“–Seni ağlatan ne, neden ağlıyorsun yâ Mûsâ?..”
(Kàle: Ebkî lienne gulâmen buise ba’dî yedhulül-cennete min ümmetihî ekseru mimmen yedhulühâ min ümmetî.) Bak ne demiş, benim hoşuma gidiyor, ibretli şeyler:
“–Şundan ağlıyorum ki, benden sonra peygamber gönderilmiş olan bir kimsenin ümmetinden, benim ümmetimden daha fazla insan cennete girecek; ondan ağlıyorum.” diyor.
Demek ki, kendisi peygamber olduğu için ümmetine acımış, “Ah beni dinlemediler, ah benim emrimce hareket etmediler… Bak bu benden sonra geldi, bunun ümmetinden daha çok kimse cennete girecek.” diye ağlamış. Tabii hikmetli şeyler…
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Cennetin ekseriyeti ümmet-i Muhammedden olacak!” Yarısından çoğu, üçte ikisinden çoğu Peygamber Efendimizin ümmetinden olacak. Allah bizi de böyle bigayri-hisab cennete girenlerden eylesin…
(Felemmâ halastü) Altıncı semâda Mûsâ AS’la böyle ağlaşmalı, giraklı ayrılması olduktan sonra, yedinci semâda İbrâhim AS’la karşılaştı.
(Kàle: Hâzâ ebûke ibrâhîmü fesellim aleyhi) Cebrâil AS:
“–Bu senin deden, baban… Bu senin ecdadından ceddin İbrâhim AS, ona selâm ver!” dedi, tanıttı Peygamber Efendimize…
(Fesellemtü aleyhi fereddes-selâm) Ben de İbrâhim AS’a selâm verdim, o da selâmıma karşılık verdi.
(Fekàle: Merhaben bil-ibnis-sàlih ven-nebiyyis-sàlih!) Sonra İbrâhim AS da:
“–Ey salih oğul, merhaba sana! Ey salih peygamber merhaba sana!” dedi.
(Sümme rufiat lî sidretül-müntehâ) Sonra bana perdeler kaldırıldı, Sidre-i Müntehâ gösterildi.
(Feizâ nebikuhâ mislü kılâlil hecera ve izâ verakuhâ mislü âzânil-fîleh) “Meyvaları hecr kabakları gibi büyük ve yaprakları da filin kulakları kadar iri olduğunu gördüm.” diyor.
“–Burası Sidre-i Müntehâdir.” dedi Cebrâil AS.
Orada dört nehir olduğunu, sonra Beytül-Ma’mur’u gördüğünü söylüyor Peygamber Efendimiz.
(Kàle: Hâzel-beytül-ma’mûr) Onu görünce Cebrâil AS:
“–Bu Beytül-Ma’murdur yâ Rasûlallah!” diyor.
(Feizâ hüve yedhulühû külle yevmin seb’ne elfe melekin) “Bu Beytül-Ma’mur’a her gün yetmiş bin melek girer, (izâ haracû minhu lem yedû ileyhi) dışarı çıktıkları zaman, bir daha bu meleklere tekrar Beytül-Ma’mûr’a girmek nasib olmaz.”
Allah’ın meleklerinin çokluğuna bakın! O Beytül-Ma’mur yaratıldığından bugüne kadar her gün yetmişbin melek giriyor, bir daha girmek nasib olmuyor. O Beytül-Ma’mur’un yeryüzüne mukabil yerinde de Kâbe-i Müşerrefe vardır. Melekler Beytül-Ma’mur’u tavaf ederler, mü’minler de Kâbe-i Müşerrefe’yi nasib olursa giderler, tavaf ederler.
f. Peygamberimiz’in Fıtratı Tercih Etmesi
(Sümme ütîtü biinâin) Sonra diyor ki Peygamber Efendimiz: “Bana üç tane kap getirildi; (inâin min hamr) içinde cennet şarabı olan bir kap, (ve inâin min leben) cennet sütü olan bir kap, (ve inâin min asel) cennet balı olan bir kap…” Yâni, “Cennet şarabı mı, cennet balı mı, cennet sütü mü…”
(Fekàle: Hiyel-fıtratüllletî ente aleyhâ ve ümmetüke) O zaman demişki Cebrâil AS
“–Bu senin ve ümmetinin üzerinde bulunduğu fıtrat-ı asliyeyi sembolize ediyor.”
Demek ki biz, bizim ümmetimiz ve Peygamber Efendimiz fıtrat-ı asliye üzere yaratılmışız. Hilkatın kanunlarına, tabiatına uygun, tabii bir ummetiz. Rasûlüllah da öyle… Olağan dışı, garib veya acaib değil, tam insanoğlunun hilkatine, fıtratına uygun bir halimiz var.
Meselâ Peygamber Efendimiz, beşerin serveri olduğu halde, meleklerden üstün olduğu halde, beşer gibi yaşamış, beşer gibi hastalanmış, iyi olmuş, yorulmuş, dinlenmiş, terlemiş, üşümüş… Ticaret yapmış, kazanmış, borca girmiş… Evlenmiş, çoluk çocuğu olmuş, çocukları vefat etmiş, acılarını görmüş… Ümmeti kendisini kabul etmiş, kabul etmeyenler olmuş, kabul etmeyenlerin ezâsına tahammül etmiş. Kimisi taş atmış ayağını yaralamış, kimisi dişlerini kırmış; kimisi “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ı Rasûlü!” demiş… İşte böyle, hayatın tabii hali ve haleti üzere bir yaşantı…
Şimdi acaba bir insan, olağanüstü hareket ederse mi Allah’ın sevgili kulu olur. Bazıları dediler ki:
“–Ben bundan sonra hiç gündüzleri yemek yemeyeceğim, her gün oruçlu olacağım!”
Bir başkası dedi ki:
“–Ben bundan sonra kadınların yanına yanaşmayacağım, evlenmeyeceğim, hep onlardan uzak yaşayacağım!”
Birisi de dedi ki:
“–Ben bundan sonra bütün geceleri sabahlara kadar hiç uyumayacağım, ibadet edeceğim, sevaplarıkazanacağım!” dedi.
Peygamber Efendimiz’e bu haber gelince buyurdu ki:
“–Ben sizin Allah’tan en çok korkanınızım ama, sizin bu düşündüğünüz gibi hareket etmiyorum, tabii hareket ediyorum. Bazı günler oruç tutuyorum, bazı günler tutmuyorum. Gecenin bir kısmında yatıyorum, bazı bölümünde kalkıp ibadet ediyorum. Evlenmişim, çoluk çocuğum var, ailem var, evim var. benim yolumdan gidenlerin benim sünnetime uymaları lâzım! Benim sünnetime, yoluma uymayan benden değildir.” buyurdu.
Bunun kıymetini herkes anlayamaz. O zamanın insanları Peygamberimizin haline bakıp dediler ki:
(Mâ hâzâ illâ beşerün mislüküm ye’külü mimmâ te’külûne minhü ve yeşrabü mimmâ teşrabûn) “Bu sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediklerinizden yiyor, sizin içtiklerinizden içiyor.”
(Mâ lihâzer-rasûle ye’külüt-tàme ve yemşî fil-esvâk) “Bu ne biçim peygamber; bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor.” dediler.
“Bunun yanında melekler gezmeli değil miydi?.. Olağanüstü cennetleri, bahçeleri olmalı değil miydi?. Onlardan kopartıp yemeli değil miydi?..” dediler.
Peygamber Efendimiz’in beşer peygamber olduğunu, fıtrat peygamberi olduğunu anlayamadılar. Bilmem siz anlayabiliyor musunuz?.. Yâni tabiîlik içinde, Allah’ın yarattığı huylar ve haller içinde Allah’a güzel ibadet etmek…
Mâdem ki Allah insanı erkekli dişili yaratmış, evlenmek normal. Nikâh normal de zina haram… Yemek yemek normal. Yemek yemek normal de, haramdan yemek yasak, aşırı yemek yasak… Uykulu yaratılmış; uyuması normal de, uykusundan fedâkârlık yapıp da, Allah’ın rızası için kalkıp abdest alıp da, namaz kılmak sevap… Yâni kendi tabiatının yükünü hissederek, yorgunluğunu hissederek ona rağmen Allah’ın yolunda gitmeğe çalışmak, nefsini yenerek Allah’ın sevabını kazanmağa çalışmak güzel… İşte bu güzelliği anlayabilmek lâzım!..
Dünya üzerinde fıtrata en uygun olan din İslâm dinidir. Öteki dinlerin hepsi ifratta, tefritte, yanlış yolda…
g. Peygamber Efendimiz’e İkramlar
Sonra Peygamber Efendimiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni hiç bir beşere nasîb olmayacak bir şekilde, âşikâre gördü. Rabbinin huzuruna kabul olundu.
Şeş cihetten ol münezzeh Zül-Celâl,
Bî-kem ü keyf ona gösterdi cemâl.
Bu anlatış harika bir anlatış! “O altı cihetten münezzeh olan Allah, mekândan münezzeh olan, zamandan münezzeh olan alemlerin Rabbi; yukarıda, aşağıda, önde, arkada, sağda, solda denilmesi, mekân izâfe edilmesi câiz olmayan alemlerin Rabbi, keyfiyetsiz, kemiyetsiz nasıl gösterdiyse, kuluna kendi cemâlini gösterdi.”
Bî-huruf u lafz u savt ol pâdişah,
Mustafâ’ya söyledi bî-iştibah.
Harfler olmadan, ses olmadan, kelime olmadan, o alemlerin Rabbi o Rasûlüllah Peygamber Efendimiz’le şeksiz şüphesiz konuştu ama, senim benimle konuştuğun, benim sizinle konuştuğum tarzda değil… Anlaşılmaz bir şekilde, tatmayanın bilmeyeceği bir şekilde görüştü, konuştu.
Adem AS’ın sıfatı Safiyyullah’tır, Peygamber Efendimiz’in de sıfatı Safiyyullah’tır. Çünkü safî demek, süzme demek; süzülmüş, ıstıfâ edilmiş demek… Adem AS’ı Allah-u Teàlâ Hazretleri evvelki mahlûkattan ıstıfâ edip çamurdan yarattı, Adem Safiyyullah oldu. Peygamber Efendimiz’i de peygamberlerin içinden süzüp, seçip, safî kılıp, peygamberlerin serveri eyledi.
Nuh AS’ı tufandan korudu, Peygamber Efendimiz’i de her çeşit sıkıntılardan korudu; Peygamber Efendimiz de Neciyyullah’tır.
Mûsâ AS ile Tur Dağı’nda vahyetti, konuşma oldu, Mûsâ Kelîmullah’tır. Peygamber Efendimiz’e de Kelîmullah şerefi nasib oldu, hem de yüz yüze, mekândan münezzeh alemlerin Rabbi sessiz, kelimesiz, harfsiz konuştu. Konuşmanın en güzeliyle, yüz yüze, müşâhede halinde konuştu, Kelîmullah’tır Peygamber Efendimiz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, İbrâhim AS’ı Halîlullah seçti, kendisinin samîmî dostu kıldı. Peygamber Efendimiz de Halîlullah’tır. Bir de Habîbullah kıldı, sevgili peygamber kıldı.
Bütün peygamberlere tek tek, ayrı ayrı bahşettiği ikrâmâtının hepsini, toptan Peygamber SAS Efendimiz’e ihsân eyledi.
h. Beş Vakit Namazın Farz Oluşu
Böyle görüşmelerden sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri, elli vakit namaz kılmayı Efendimiz’e emreyledi. Bu beş vakit namaz kılmak Mi’rac gecesinin yâdigârıdır, o zaman Allah’ın Peygamberine emri ve farzıdır. Bildiğiniz muamele ki, bu huzura kabul olunduktan sonra Peygamber SAS Efendimiz dönerken, altıncı semâda Mûsâ AS’a uğradı.
(Fekàle: Bime ümirte?) Mûsâ AS dedi ki:
“–Ne emrolundu sana yâ Muhammed? Huzura girdin, çıktın; ne emretti sana Allah?” diye sordu.
(Kultü: Ümirtü bihamsîne salâten külle yevmin)
“–Her gün elli vakit namaz kılmakla emrolundum yâ Mûsâ!” diye cevap verdi Peygamber Efendimiz.
(Kàle: İnne ümmeteke lâ testatîu hamsîne salâten külle yevmin ve innî vallàhi kad cerrabtün-nâse kableke ve àlectü benî isrâîle eşeddel-muàleceh, ferci’ ilâ rabbike fes’elhüt-tahfîfe liümmetike) Dedi ki Musa AS:
“–Bak, senin ümmetin günde elli vakit namaz kılmağa güç yetiremez yâ Muhammed! Vallàhi ben senden önce aralarında yaşadım, denedim; biliyorum ben bu insanların halini, huyunu… Ve benî İsrâil’i yola getirmek için senden daha fazla çareler, ilaçlar aradım. Has müslüman olsunlar diye onlar için çok çalıştım çareler yaptım, yâni çok yollardan onları islâh etmeye çalıştım, ben bu insanları tanıyorum. Mümkün değil, yapamazlar bu elli vakit namazı… Rabbine geri dön ve bu ibadetin miktarını hafifletmesini söyle!” dedi.
(Feraca’tü fevedaa annî aşren) Ben de Rabbime döndüm, ‘Yâ Rabbi, böyle söylüyor Mûsâ AS, azalt elli vakti…” dedim. O indirdi, kırk vakit oldu. (Feraca’tü ilâ mûsâ fekàle mislehû) Tekrar geri dönmeğe giriştim ama, Mûsâ AS yine:
“–Buna da güç yetiremezler, git daha azaltmasını iste!” dedi.
(Feraca’tü fevedaa annî aşren) Yine Rabbime geri dönüp, müracaat ettim; on daha indirdi, yâni otuz vakit oldu. (Feraca’tü ilâ mûsâ fekàle mislehû) Dönüşte Mûsâ AS ile tekrar karşılaşınca, yine yapamazlar dedi, eski sözleri gibi tekrar etti.
(Feraca’tü fevedaa annî aşren) Tekrar döndüm Rabbime, tekrar on daha indirdi, kaldı yirmi… (Feraca’tü ilâ mûsâ fekàle mislehû) Dönüşte Mûsâ AS ile tekrar karşılaşınca, yine yapamazlar dedi, eski sözleri gibi tekrar etti.
(Feraca’tü feümirtü biaşrin salevâtin külle yevmin) Tekrar döndüm Rabbime, nihayet on salât kaldı. (Feraca’tü fekàle mislehû) Mûsâ AS ona da itiraz edip, “Git azaltmasını iste!” deyince; (feraca’tü) tekrar döndüm Rabbime, dilek diledim, istedim ki azaltsın.
(Feümirtü bihamsi salevâtin külle yevmin) Allah-u Teâlâ Hazretleri her gün beş vakit namazı emretti. (feraca’tü ilâ mûsâ) Mûbâ AS’a tekrar geri dönünce, (Fekàle: Bime ümirte?) Mûsâ AS sordu:
“–Ne oldu sonuç, ne emretti Rabbin?” deyince;
(Kultü: Ümirtü bihamsi salevâtin külle yevmin)
“–Günde beş vakit namaz kılmakla emrolundum yâ Mûsâ” dedim.
(Kàle: İnne ümmeteke lâ testatîu hamse salevâtin külle yevmin) O zaman Mûsâ AS yine:
“–Senin ümmetin günde beş vakit namaz kılmaya da güç yetiremez. (ferci’ ilâ rabbike fes’elhüt-tahfîfe liümmetik.) Dön de Allah daha hafifletsin, bu beşi de indirsin ümmetin için.” dedi.
(Kultü: Seeltü rabbî hattestahyeytü minhü) O zaman Peygamber Efendimiz o zaman buyurmuş ki:
“–BenRabbimden çok istedim ki, şimdi utandım artık… Tekrar gidip de daha da azalt demeğe utanıyorum. (Velâkin erdà ve üsellim.) Bu beş vakte razıyım, yâni bunu kabul ediyorum.” dedi Peygamber Efendimiz.
(Felemmâ câveztü) Mûsâ AS’ı da geçip artık dönüşe geçtiği sırada, geçince; (nâdânî münâdin:) arkamdan bir ses işittim, bir nidâ geldi ki:
(Emdaytü farîdatî ve haffeftü an ibâdî.)
“–Farzımı yerine getirttim, emrimi tutturdum, kullarımdan da yükün fazlalığını kaldırdım.” diye bir ses duydu.
Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki: “Emrim emirdir; elli vakit emretmiştim, elli vakit tamamdır. Kullarımdan yükü hafiflete hafiflete beş vakte indirdim ama, elli vaktin sevabını vereceğim!”
Süleyman Çelebi de, bu hadisleri okumuş mübarek, nur içinde yatsın… Çok zarif insan, çok seviyorum, Allah razı olsun… Ne diyor:
Sıdk ile beş vakit olundukça edâ,
Elli vaktin ecrin eyler Hak atâ.
“Kim beş vakit namazı ihlâs ile kılarsa, Allah ona elli vaktin sevabını verir, ihsân eder.” diyor. Bu hadis-i şerife de uyuyor. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki, aziz ve muhterem ve sevgili kardeşlerim:
(Elhasenetü biaşri emsâlihâ) “Her iyiliğe Allah en aşağı bire on verir.”
Beş vakit kılıyorsun, beşe bire on verirse ne oluyor, elli ediyor. İşte ordan da anlaşılıyor ki, nerden baksak iş orataya çıkıyor ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin üzerimizdeki lütfu çok… Ve bu namaz, muhterem kardeşlerim, bizim için çok şerefli bir ibadet…
(Essalâtü mi’râcül-mü’min) “Namaz mü’minin Mi’racıdır.”
Heves ediyoruz, zevkle dinliyoruz. Gözümüzün önüne ne sahneler geliyor, ne nurlu haller düşünüyoruz ki, Peygamber efendimiz yedi kat semâyı geçip, Arş’ı, Kürsü’yü geçip, meleklerin “Daha öteye gitsem yanardım!” deyip durakladıkları yerlerden ötelere varıp, yetmişbin hicab ref olup, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna kabul oluyor; konuşuyor, nidâ ediyor, ümmetini diliyor, dualar ediyor.
Allah bize günde beş defa bu Mi’racı nasib etmiş ve kendisi davet ediyor. Minarelerden “Hayye ales-salâh! Hayye alel-felâh!.. Allah’ın bu davetine gelin!” diye nidâ oluyor. Bu beş vakit namazın kıymetini müslümanların bilmesi lâzım!.. Aşk ile, şevk ile davete icabet etmesi lâzım!.. Huzur-u Rabbül-İzzet’i namazla çıkması lâzım, divana durup dua etmesi lâzım!..
İnsana senede bir defa Mi’rac Kandili nasib oluyor amma, günde beş defa mü’minin Mi’râcının namaz olduğunu hiç unutmayın!.. Namazı bundan sonra, böyle aşk ile şevk ile kılmaya gayret edin!..
Bu hadis-i şerif Buhârî ve Müslim’de, Mâlik ibn-i Sa’saa’dan rivayet edilmiştir. Çok rivayetler var, çok detayları var, sabaha kadar anlatabiliriz. Müşteri olursa biz de satarız, metâımız var.
Bezirgânım metâım çok,
Alana satmağa geldim!
Hepsi sahihtir ve hepsinin nice nice sırları vardır.
Allah namazın kadrini, kıymetini anlamayı, onun Mi’rac olduğunu sezmeyi, o Mi’racı her gün o zevk ile, şevk ile kılmayı Allah nasib eylesin…
19. 01. 1993 – Özelif / ANKARA