Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..Allah’ın üzerimizde lütfu çok, nimetleri sonsuz, nimetlerine şükrederiz, hamd ü senâlar olsun… Elimize imkânlar bahşetti, Avrupa’dan Kafkasya’ya, Orta Asya’ya kadar kardeşlerimize böyle güzel günlerde güzel duygularımızı iletme imkânımız oluyor, Akra vasıtasıyla… Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi nimetlerinden ayırmasın, rahmetine mazhar eylesin, iki cihan saadetine erdirsin… Peygamber SAS Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine hüsn-ü ittibâ nasib eylesin… Cennette de Peygamber SAS Efendimiz’e komşu eylesin, sevgili Akra dinleyicileri!..
Ben bu Mi’rac kandili münasebetiyle, Buhârî’den ve Müslim’den rivâyet edilmiş olan uzun bir hadis-i şerifi biraz hızlı bir şekilde okumak istiyorum. Râvisi Mâlik ibn-i Sa’saa RA…
a. İsrâ ve Mi’rac
Tabii önce Mi’rac hakkında bilgi vermek lâzım. Dinleyicilerin seviyesi farklıdır. İslâm’ı çok derinden yakından bilenler olduğu gibi, İslâm’a muhabbet edip bilgisi az olan insanlar, yeni yeni bilgilenen gençler olabilir, hanımlar olabilir…
Biliyorsunuz İsrâ ve Mi’rac, iki kelime… Peygamber SAS Efendimiz’e, Arabî aylardan Receb ayının 26’sını 27’sine bağlayan bir mübarek gecede, hicretten üç yıl önce, Mekke-i Mükerreme’de Allah-u Teàlâ Hazretleri nasib buyurmuş. Mekke-i Mükerreme’den, Mescid-i Aksà’ya kadar bir yeryüzü yolculuğu, buna İsrâ deniliyor. Ondan sonra da Kuds-ü Şerif’ten yedi kat semâyı, Sidretül-Müntehâ’yı geçip, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne kavuşup, Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle mülâkî olup, ondan emirler alması, Allah’la buluşması olayı; buna da Mi’rac deniliyor.
Yâni, iki türlü olay var, iki bölümlü olay var… Birisi İsrâ; Peygamber Efendimiz’in hicretinden üç yıl önce yaşamakta olduğu Mekke-i Mükerreme’den Receb ayının 26’sını 27’sine bağlayan gece Kuds-ü Şerif’e varması… İkincisi Mi’rac; Kuds-ü Şerif’ten de semâvâtı geçerek, Sidretül-Müntehâ’yı geçerek Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna varması, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kendisine nice ikramlar ve iltifatlarda bulunması…
İsrâ Arapça’da geceleyin yolculuk yapmak demek. Arabistan gündüzleri çok güneşli, çok sıcak, tahammül edilmeyecek, tahammül fersâ, meşakkatli olduğu için, Araplar umûmiyetle yolculuklarında geceleri değerlendirirlerdi, geceleyin yola çıkarlardı. Ay olsun olmasın, gece yolculuğu güzel olurdu, serin olurdu. Kervanlar, yolcular gündüzleri dinlenir, geceleyin varacakları yere giderlerdi. Gece yolculuğuna isrâ deniliyor; isrâ – yüsrî – isrâen, gece yolculuk yapmak mânâsına gelen bir kelime. Arapların sevdiği bir yolculuk zamanı gece… Peygamber SAS Efendimiz, Mescid-i Haram’dan, yâni Kâbe’nin etrâfını teşkil eden mübarek mahalden, mescidden, Mescid-i Aksâ’ya o gece gitti.
Ordan sonra da göklere çıkması olayına Mi’rac deniliyor. Mi’rac da kelime olarak urûc, yükselmek kelimesinden çıkmış olan bir tâbir, o da ismi alet sigasıyla… Meselâ; feteha, açmak kökünden miftah, açma aleti, yâni anahtar mânâsına geliyorsa; Mi’rac da uruc, yükselmek mânâsından, yükselmeye yarayan vasıta, alet, yâni merdiven veya bazıları da yakıştırıyorlar asansör diyorlar. Tabii o zaman asansör yoktu, sonradan o da yükselme, yüksek katlara çıkma vasıtası olarak kullanıldı. Araplar mes’ad diyorlar, yâni suud, sadla kullanılan bir kelime… Evet Mi’rac merdiven gibi bir şey ama süratle çıkılıyor.
Peygamber Efendimiz İsrâ eylemiş, ondan sonra urûc eylemiş semâlara; hadis-i şeriflerde urice bî diye geçer: “Ben çıkartıldım, göklere yükseltildim.” mânâsı ile… İsrâ kısmı, Peygamber Efendimiz’in Mekke-i Mükerreme’den, Medine-i Münevvere’ye varması kısmı Kur’an-ı Kerim’de İsrâ Sûresi diye bir sûre var, 15. cüz başı; orada açıkça geçiyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri:
(Sübhànellezî esrâ biabdihî leylen minel-mescidil-harâmi ilel-mescidil-aksallezî bâreknâ havlehû linüriyehû min âyâtinâ, innehû hüves-semîul-basîr) Âyet-i kerimesinde açıkça bunu beyan ediyor.
(Sübhànellezî) diye başlıyor, yâni: “Her türlü noksandan münezzehtir, her türlü kemâlâtın sahibidir, kudretin sahibidir o Allah ki, (esrâ biabdihî) kulunu seyahat ettirdi, (leylen) geceleyin…” Gece olduğunu bundan anlıyoruz. Allah’ın bir yerden bir yere gece yolculuğu yaptırdığını anlıyoruz, âyet-i kerimenin ifadeleri açık: (Leylen) “Geceleyin, (minel-mescidil-harâm) el-Mescidil-Haram’dan… Yâni ortasında Kâbe bulunan, Mekke’deki o mübarek mescidden, (ilel-mescidil aksâ) el-Mescidül-Aksâ’ya bir gecede götüren, kulunu seyahat ettiren…”
Neden?.. (Linüriyehû min âyâtinâ) “Nice nice ayetlerimizden bazılarını, delillerimizden, mucizevî manzaralardan, temâşâlardan bir kısmını müşahade etsin, gözüyle görsün, temâşâ eylesin diye…” Yâni, “Mübarek kulu Muhammed-i Mustafâ’sını götüren Allah-u Teàlâ Hazretleri ne kudret sahibidir, şanı ne kadar yücedir, ne kadar hayran kalınacak, hayret edilecek kudreti vardır!” demek. Sübhanellezî bunu ifâde ediyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, böyle bir takım olağanüstü olayları, yerleri, bilgileri, sahneleri müşahede etsin diye, Rasûlünü Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürdüğünü bu âyet-i kerimede bildiriyor.
Tabii insanların bu konuda çeşit çeşit yazdıkları, araştırmalar yaptıkları çalışmalar var. Onlara göre söyledikleri sözler kanaatleri var. Bir gecede insan, Mekke gibi bir yerden, Kudüs gibi o zaman için fevkalâde uzak sayılan, binlerce kilometre uzaktaki bir şehre, bir gecede gitmek, o zamanın imkânıyla insanların normal olarak yapabileceği bir şey değil… Ama burda mucize var, yâni Allah yaptırıyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri kulunu bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürdüğünü ve bunun büyük bir kudret ve şayân-ı hayret bir şey olduğunu da beyan ederek: “Onu ordan oraya götüren Allah’ın şanı her türlü noksandan münezzehtir, her türlü kemâlâta sahiptir.” diye âyet-i kerimede bildiriyor. Kolay bir şey değil… Zaten kolay olmadığı için, şâyân-ı taaccüb, hayret edilecek bir şey olduğu için mucize… İsrâ ve Mi’rac mucizesi, kolay bir iş değil… Kimsenin yapamayacağı bir şey ama, Allah nasib etmiş.
Tabii, Peygamber Efendimiz bu sözü söyleyince inkâr etmişler. Müşrikler demişler ki:
“–Olmaz böyle şey!..”
Normal olarak olmaz ama, peygamber olunca olur. Yâni, kendin gitmeğe kalksan sen gidemezsin. Amma habîb-i edîbi, Muhammed-i Mustafâ’sını götürdü. Amennâ ve saddaknâ, kesin, çok açık bir bilgi… Tabii Peygamber Efendimiz, Allah bildir diye emrettiği için bu olayı bildirdi. Mekke’nin müşrikleri hop oturdular, hop kalktılar:
“–Olmaz böyle şey, inanmayız.” dediler.
Hattâ, Ebubekr-i Sıddìk Efendimiz’e koşarak geldiler:
“–Buyur, bak, işte duydun mu senin arkadaşının en son söylediği sözü?..”
Peygamber Efendimiz’i kasdediyorlar, arkadaşı diye…
“–E, ne söylemiş?”
“–Güyâ, Mekke’den kalkmış Kuds-ü Şerif’e gitmiş, ordan da göklere çıkmış.”
“–Öyle söyledi mi? Siz uydurmuyorsunuz, söyledi değil mi?”
“–Evet o söyledi, kulaklarımızla duyduk.”
“–Tamam. Eğer siz uydurmuyorsanız, o söylediyse, doğrudur. Biz daha daha nice olağanüstü şeyleri gördük, o Habîbullah’tan, o Rasûlullah’tan, her gün görüyoruz nice mucizelerini…”
Yâni Ebubekr-i Sıddìk Efendimiz cevap verdi, o sıddîklık lakabını ordan aldı, sıddîklık sıfatını, ününü kazandı. Tereddütsüz kabul etti;
(Ve mâ yentiku anil-hevâ) “Rasûlullah SAS boşuna konuşmaz ki… Mâdem öyle söylemiş, iman ettim.” dedi. Sonra dan tabii, Rasûlullah’ın yanına gitti, ondan da dinledi, tamam…
Peygamber SAS Efendimiz bu olayı nasıl anlatmış, size şimdi bu hadis-i şeriften izah edeceğim. İnkâr mümkün değil, mü’minlerin bildiği bir şey… Hattâ, şimdi Yirminci Yüzyıl’da kâfirler bile inkâr edemezler. Mekke’nin müşrikleri câhil olduğundan inkâr edebilirlerdi. Neden?.. Zavallılar, medeniyetten haberleri yok, Allah’ın kudretine imanları yok, dünyadaki olağanüstü olayları inceleyip anlayacak iz’anları, irfanları yok; inkâr ederler. Ama Yirminci Yüzyıl’ın insanı nelerin olabileceğini çok iyi biliyor. Yâni şimdinin müşrikleri, şimdinin kâfirleri bunu inkâr edemezler. Çünkü o kadar olağanüstülükler var ki, çevremizdeki hadiselerin içinde…
Tabii, biz mü’minler de biliyoruz ki oldu, Rasûlullah SAS Efendimiz Kuds-ü Şerif’e vardı. Ertesi gün inkâr etmişler;
“–Söyle bakalım, Mescid-i Aksà’nın kaç kapısı vardı, kaç penceresi vardı?.. Hadi bakalım, doğru mu gördün, yanlış mı gördün?” diye başlamışlar, imtihan yoluyla Peygamber SAS Efendimiz’e soru sormağa…
Peygamber Efendimiz diyor ki: “Terledim, onların bu inkârlarından, inatlarından sıkıldım, ama Allah o zaman da lütfeyledi, gözümden perdeleri kaldırdı, Mescid-i Aksâ gözümün önüne getirildi…” o da bir başka olağanüstü durum. Allah, Kuds-ü Şerif’teki Mescid-i Aksà’yı, Mekke’de oturan kulunun göz önüne getirir, gösterebilir.
Rasûlullah Efendimiz:
“–Ne soruyorsunuz, sorun bakalım!”
“–Kaç kapısı var?”
“–Bir, iki, üç, dört, beş, altı… Şu kadar.”
“–Kaç penceresi var?”
“–Bir, iki, üç, dört, beş…”
Söyledi. Ne sordularsa detayını söyledi. O zaman tabii sustular, kaldılar.
Hattâ, Allah’tan bir olay meydana gelmiş. Bu Kuds-ü Şerif’e giderken, böyle hızlı bir süratle gittiğini söylüyor Peygamber Efendimiz. Bir kervan geliyormuş, Mekke’i Mükerreme’ye doğru… O kervanın da bir devesi kaybolmuş, bulamıyorlar. Arada tepeler var, dağlar var, göremiyorlar. Peygamber Efendimiz yukardan giderken gördüğü için, o arayanlara seslenip, işaret edip, şuradadır diye devenin yerini bildirmiş. Onlar da gidip bulmuşlar. Şimdi, bu da tabii Allah’ın bir hikmeti…
Mekke-i Mükerreme’ye döndüğü zaman;
“–Söyle bakalım, sen böyle iddia ediyorsun, İsrâ ve Mi’ra mucizesi oldu diyorsun ama delilin ne?” demişler.
Peygamber Efendimiz demiş ki:
“–Ben giderken yolda falanca kervan devesini kaybetmişti, deveyi arıyorlardı. ‘Şuradadır!’ diye seslendim, isterseniz gidin sorun!”
Hakîkaten sonradan o kervana sormuşlar. Onlar da:
“–Bir ses geldi gökten, ‘Deveniz şu taraftadır!’ diye; gittik, bulduk.”
İşte bu da, bu işin maddeten olduğunu gösteriyor.
Kuds-ü Şerif’i gördüğünü ifâde ediyor Peygamber SAS’in. Ondan sonra da Kuds-ü Şerif’ten, peygamberlerin hepsiyle buluşup, onlara imamlık edip, o manevî Mi’rac denilen merdiven, asansör, göğe yükselme vasıtası, her ne ise tabii; Peygamber Efendimiz’in bildiği, bilmeyenin de havsalasına, aklına sığmayacak bir şey… Ama çok güzel bir şeymiş. Peygamber Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde o Mi’rac’ın çok görkemli, çok güzel bir şey olduğunu da söylüyor. Çok hoş bir şey demek ki… Ordan göklere çıktığını bildiriyor.
b. Göğsünün Yarılması
Şimdi biz Buharî ve Müslim’in hadis-i şerifini tebberrüken okuyalım, vaktin kısalığı nisbetinde biraz da hızlı geçelim. Tabii, Buharî ve Müslim, bizim için hadis kaynaklarının en kıymetlilerinden birisi, en kıymetli, en sahih hadisleri ihtivâ eden iki mübarek hadis kitabı. Peygamber Efendimiz’in ifadelerini, Buharî ve Müslim’in rivâyetinden size okuyorum:
(Beynemâ ene fil-hatîmi mudtacian) “Ben Hatîm’de şöyle yaslanmış iken…” diyor. Peygamber Efendimiz. Hatîm dediği yer neresidir? Kâbe’de yarım daire şeklinde, at nalı şeklinde çevrili bir alçak duvar var. İki tarafından girilebiliyor. Güneyinde Kâbe var. Orası şöyle bir salon kadar mekân. İşte oranın adı Hatîm… “Ben orada yaslanmış iken, (izâ etânî âtin) birden bana gelen bir şey geldi…” Yâni bir melek… (feşakka mâ beyne hâzihî ilâ hâzihî, festahraca kalbî) “Benim göğsümü şuradan şuraya kadar yardı, açtı ve kalbimi çıkardı, (sümme ütîtü bitastin min zehebin memlûetin îmânen) sonra önüme içi îman dolu bir leğen getirildi, (fegusile kalbî bimâi zemzem) kalbim orada zemzem suyu ile yıkandı. (Sümme huşiye sümme üîde) Sonra tekrar dolduruldu, yerine konuldu…”
Demek ki, Rasûlullah Efendimiz mânevî bir muameleden geçiyor. İsrâ ve Mi’rac mucizesinden önce, şöyle Hatîm’de uzanmışken melek geliyor, göğsünü yarıyor, kalbini îman dolu altından bir tasta, zemzem suyu ile yıkıyor. İmanı sapasağlam, dopdolu… Sonra kalbini yerine yerleştiriyor.
(Sümme ütîtü bidâbbetin dûnel-bağli ve fevkal-hımâr) “Sonra önüme bir binek getirildi. Bu katırdan biraz küçükçe ama merkepten biraz daha büyükçe, (ebyad) beyaz renkli bir binek. (yukàlü lehül-bürâku) Ona Burak deniliyordu. Bu boyda, merkepten biraz büyük, katırdan biraz küçük mahluk getirildi, binek getirildi. (Yedau hatvehû inde aksâ tarfihî) Öyle bir mahlûk ki, evet ben böyle ata biner gibi ona bindim ama, bir adımı gözünün gördüğü en uzak noktaya atıyordu, öteki adımını tekrar en uzak noktaya atıyordu.” Yâni öyle hızlı adım atan, öyle hızlı giden bir manevî varlık, binek.
c. En Yakın Semâ ve Adem AS
(Fehumiltü aleyhi) Ben ona bindirildim, yâni kalbi temizlenmiş, îmanla doldurulmuş, zemzem suyuyla yıkanmış Peygamber Efendimiz, ona bindirildiğini anlatıyor. (Fentaleka bî cibrîlü hattâ etes-semâed-dünyâ) Cebrâil beni onu üstüne bindirdikten sonra yanımda aldı, götürdü, nihayet en yakın semâya geldik…”
(Es-semâed-dünyâ) En yakın semâ demektir, Dünya semâsı demek değildir. Arapça bilenlere burada kısa bir açıklama yapayım. Bazıları öyle yanlış tercümeler yapıyorlar.
“En yakın semâya Cebrâil’le geldim. (Festehteha) Semânın açılmasını istedi…”
Biliyorsunuz;
(Fekânet ebvâbâ) “Semanın kapıları vardır.” Manevî kapıları vardır.
Şimdi biz burda neyi anlıyoruz, neyi dinliyoruz, neyi anlatıyoruz?.. Bizim şimdiye kadar görmediğimiz bilmediğimiz şeyleri gören, bilen Rasûlullah’ın lisanından anlamağa çalışıyoruz. Olayın esrârengizliğini, manevîliğini, ihtişâmını sezmeye çalışıyoruz, zevkine varmağa çalışıyoruz.
Cebrâil AS’la Peygamberimiz geldiler, en yakın semânın kapısına… Demek ki geçiş yok, kapısı var. Birinci semâda kapısının açılması istedi Cebrâil AS.
(Fekîle: Men hâzâ?) Denildi ki:
“–Kim o?”
Hani kapı vurulunca, içerden denilir ya “Kim o?” diye.
(Kàle: Cibrîl) Cebrâil dedi ki:
“–Cebrâil”
Ben Cebrâilim demek istiyor yâni. (Kîle: Ve men meake?) Yine ordan Cebrâil’e soruldu:
“–Peki, seni yanındaki kim?”
Tabii soran birinci semânın, yâni en yakın semânın kapısını bekçisi olan melek… Bu semânın kapıları nedir, nasıldır? Melekler nasıldır? Görmeyen bilmez, anlamağa çalışın, o kadar…
“–Yanındaki kim?”
(Kàle: Muhammedün) Cebrâil dedi ki:
“–Muhammed, yanımdaki de…”
(Kîle: Kad ürsile ileyhi)
“–Ona davet gönderildi mi, gelmesine, geçmesine müsâade var mı?..”
(Kàle: Neam) Cebrâil AS:
“–Evet.” dedi.
(Kîle: Merhaben bihî) Melek o zaman:
“–Ona selâm olsun, merhaba!..” dedi.
Merhaba, hoş geldin, sefâ geldin mânâsına, Arapça bir tâbir…
(Feni’mel-mecîü câe) Yâni:
“–Ne hoş bir gelişle geldi.”
Hoş geldi, sefa geldi demek yâni… (Fefütiha) “Semânın kapısı açıldı.
(Felemmâ halastü feizâ fîhâ âdem) Kapı açılınca, ordan geçince bir de baktım ki…” diyor Peygamber Efendimiz; “Karşımda Âdem atamız AS…” Ebul-beşer, insanlığın babası Hz. Âdem atamızı gördü, birinci semânın kapısı açılınca…
(Fekàle:) Cebrâil diyor ki:
“–(Hâzâ ebûke âdemü) Bu senin ceddin, baban Âdem!”
Yâni, insanların hepsinin babası olduğu için, “Bu senin baban Âdem” diyor, Peygamber Efendimiz’e…
“–(Fesellim aleyhi) Ona selâm ver!”
(Fesellemtü aleyhi fereddes-selâm) “Ben Âdem AS’a selâm verdim, o da selâmımı aldı. (Sümme kàle:) dedi ki Peygamber Efendimiz’e:
“–(Merhaben bil-ibnis-sàlih, ven-nebiyyis-sàlih) Ey sàlih Peygamber, sana merhaba olsun; ey sàlih evlat, oğul, sana merhaba olsun!..” diye “Merhaba!” dedi Peygamber Efendimiz’e, Âdem atamız AS…
d. İkinci Semâ’da Yahyâ AS ve İsâ AS
(Sümme saide hattâ etes-semâes-sâniyeh) “Sonra beni tekrar yükseltti…” Yâni kendisi Burak’ta, Cebrâil yanında, birinci semâda Âdem AS’la görüştükten sonra geçtiler.
Muhterem dinleyiciler, ne güzel değil mi? Sahneler gözünüzün önüne geliyor mu bilmiyorum…
İkinci semâya geldiler. (Festefteh) “Açılsın ikinci semânın kapısı” diye yine açılmasını istedi Cebrâil AS. Mihmandar ya, yâni Peygamber Efendimiz’i götürmekle görevli.
(Fekîle: Men hâzâ?) Yine soruldu:
“–Kim o?”
(Kàle: Cibrîl) Dedi ki:
“–Ben Cebrâil’im”
(Kîle: Ve men meak?)
“–Yanındaki kim?”
(Kàle: Muhammedün)
“–Yanımdaki de Muhammed-i Mustafâ, Allah’ın Rasûlü…”
(Kîle: Ve kad ürsile ileyhi?)
“–Ona davet gönderildi mi, gelmesine müsaade olundu mu, izin gönderildi mi?”
(Kàle: Neam)
“–Evet”
(Kîle: Merhaben bihî feni’mel-mecîü câe)
“–Ona merhaba olsun, ne hoş geldi, ne hoş gelişle geldi.”
(Fefütiha) İkinci semânın kapısı da açıldı.
(Felemmâ halastü) “O kapıdan da içeri geçince, üste çıkınca (İzâ yahyâ ve îsâ ve hümebnel-hàlete) bir de baktım ki, Yahya ve İsâ aleyhimes-selâm…” Hem Yahyâ AS var, hem İsâ AS… Bunları da açıklıyor: (Hümâ) “O ikisi, (ibnâ el-hàleh) teyze çocukları, iki kız kardeşin çocukları bu ikisi…
(Kàle: Hâzâ yahyâ ve îsâ fesellim aleyhimâ) Cebrâil AS yine hatırlatıyor Peygamber Efendimiz’e:
“–Bak bu Yahyâ ve İsâ’dır bunlara selâm ver!”
(Fesellemtü fereddâ) Ben onlara selâm verdim onlar da selâmımı aldılar, iade ettiler.
(Sümme kàlâ:) Sonra dediler ki: (Merhaben bil-ahis-sàlih ven-nebiyyis-sàlih!)
“–Merhabalar olsun bu salih kardeşe, merhabalar olsun bu salih peygambere!..” dediler.
Kardeş çünkü, bütün peygamberler birbirlerinin kardeşleridir. Ah, kardeş demek…
e. Üçüncü Semâ’da Yusuf AS
(Sümme saide bî iles-semâis-sâliseh) İkinci semâyı da geçince Cebrâil AS beni üçüncü semâya getirdi. (Festefteha) Kapısının açılmasını istedi.
(Kîle: Men hâzâ?)
“–Kim?” diye soruldu,
(Kàle: Cibrîl)
“–Ben Cebrâilim” dedi.
(Kîle: Ve men meak?) Melek tekrar:
“–Yanındaki kim” diye sordu. Cebrâil:
(Kàle: Muhammedün)
“–Yanımdaki Muhammeddir.” dedi.
(Kîle: Ve kad ürsile ileyhi?)
“–Ona izin gönderildi mi, gelmesine müsaade var mı?”
(Kàle: Neam)
“–Evet” deyince:
(Kîle: Merhaben bihî feni’mel-mecîü câe)
“–Hoş geldin, hoş gelişle geldin, merhabalar olsun sana!” dedi. (Fefütiha) Kapı açıldı, üçüncü semâda bu…
(Felemmâ halastü) Orayı geçince, (izâ yûsufu) Peygamber Efendimiz karşısında Yusuf AS’ı gördü.
(Kàle: Hâzâ yûsüfü fesellim aleyhi) Cebrâil AS:
“–Bu Yusuftur, ona selâm ver!” dedi.
(Fesellemtü aleyhi fereddâ) Peygamber Efendimiz selâm verince o selâmı aldı. (Sümme kàle: Merhaben bil-ahis-sàlihi ven-nebiyyis-sàlih!) Sonra:
“–Merhabalar olsun salih kardeşe, merhabalar olsun salih peygambere!” diye Peygamber Efendimiz’e böyle merhaba eyledi, Yusuf AS da…
f. Dördüncü Semâ’da İdrîs AS
(Sümme saide bî hattâ etes-semâr-râbiah) Sonra beni tekrar aldı götürüyor, devam ediyor, dördüncü semâya getirdi; (festefteha) semânın kapısının açılmasını istedi
(Kîle: Men hâzâ?) Ordan:
“–Kim o?” dendi.
(Kàle: Cibrîl)
“–Ben Cebrâil” dedi.
(Kîle: Ve men meake?)
“–Yanındaki kim?” diye soruldu,
(Kàle: Muhammedün) Cebrâil AS:
“–Yanındaki de Muhammed” dedi.
(Kîle: Ve kad ürsile ileyhi)
“–Ona izin gönderilmiş miydi?”
(Kàle: Neam) Cebrâil AS:
“–Evet gönderilmişti” dedi.
(Kîle: Merhaben bihî feni’mel-mecîü câe fefütiha)
Hep aynı şeyler oluyor, bütün melekler vazifeli, hepsi “İzin var mı?” diye soruyorlar. İzin olduğunu anlayınca da, “Hoş geldin, ne güzel gelişle geldin, merhabalar olsun!” diyorlar…
Tabii muhterem kardeşlerim, bunu ben başka vaazlarımda da söylüyorum, burada yeri gelmişken yine söyleyeyim: Semâ böyle bomboş değil, manevî tabakalar hâlinde, bekçileri var, melekler var, kapıları var… Her şey müsaadeli geçiyor. Hattâ Cebrâil AS’a soruluyor, “Ben Cebrâilim” diyor. Hattâ Peygamber Efendimiz için, “Müsâade var mı onun geçmesine, Allah’dan izin gönderildi mi?” diye soruluyor da öyle geçiyor. İbadetler de böyle. Yâni, yapılan ibadetler, oruçlar, sadakalar, haclar… onlar da semâda melekler tarafından kontrol edilir, durdurulur. Eğer yukarı çıkmaya lâyık değilse geri gönderilir muhterem kardeşlerim!
Devam edelim:
(Felemmâ halastü izâ idrîs) Dördüncü semâda kiminle karşılaştı Peygamber Efendimiz?.. İdris AS’la… Cebrâil AS tanıtıyor:
(Kàle: Hâzâ idrîs, fesellim aleyhi)
“–Bu İdris’tir, selam ver!” dedi.
(Fesellemtü aleyhi feredde) Selâm verdim selâmımı aldı. (Sümme kàle: Merhaben bil-ahis-sàlihi ven-nebiyyis-sàlih)
“–Merhaba olsun salih kardeşe, salih peygambere!” dedi.
g. Beşinci Semâ’da Hârûn AS
(Sümme saide bî hattâ etes-semâel-hàmiseh) Böyle samâları çıkıyoruz muhterem dinleyiciler, “Sonra beşinci semâya çıktım, (festefteha) kapının açılması istedi Cebrâil.
(Kîle: Men hâzâ?)
“–Sen kimsin?” diye soruldu.
(Kàle: Cibrîl)
“–Ben Cebrâilim” dedi.
(Kîle: Ve men meake?)
“–Yanındaki kim?” diye soruldu.
(Kàle: Muhammedün)
“–O da Muhammed’dir.” dedi Cebrâil AS.
(Kîle: Ve kad ürsile ileyhi)
“–Ona müsâade olunmuş mu, izin gitmiş mi?”
(Kàle: Neam)
“–Evet gitmiş.”
(Kîle: Merhaben bihî feni’mel-mecîü câe)Yine melek tarafından:
“–Merhaba ne hoş geldi, sefa getirdi.” denildi.
(Felemmâ halastü) Beşinci semânın kapısını da geçince kiminle karşılaştı? (Feizâ hârûn) Hârun AS’la karşılaştı.
(Kàle: Hâzâ hârûnü fesellim aleyhi) Cebrâil:
“–Bu Harundur, buna selâm ver!” dedi, öğretti.
(Fesellemtü aleyhi) Ben de Harun AS’a selâm verdim, (fereddes-selâm) o da selâmı aldı, yâni “Aleyküm selâm” dedi. (Sümme kàle: Merhaben bil-ahis-sàlihi ven-nebiyyis-sàlih) Sonra:
“–Salih kardeşe –peygamberlerin hepsi birbirinin kardeşi– salih peygambere merhabalar olsun!” dedi.
h. Altıncı Semâ’da Mûsâ AS
(Sümme saide bî hattâ etes-semâs-sâdisete) Altıncı semâya geliyoruz. (Festefteha) Cebrâil AS semânın da kapısının açılmasını istedi.
(Kîle: Men hâzâ?)
“–Kim o?” dendi.
(Kàle: Cibrîl)
“–Ben Cebrâilim.” dedi.
(Kîle: Ve men meake?)
“–Yanındaki kim?” dendi
(Kàle: Muhammedün)
“–Muhammed…”
(Kîle: Ve kad ürsile ileyhi) Denildi ki:
“–Ona izin gitmiş miydi, izin verilmiş miydi?”
(Kàle: Neam)
“–Evet”
(Kàle: Merhaben bihî feni’mel-mecîü câe)
“–Merhaba ne hoş geldi, sefa getirdi.” denildi.
Ravîler bunları niye böyle detaylı anlatıyorlar? Sebep şu sevgili kardeşlerim, Rasûlullah’ın ağzından nasıl çıkmışsa öyle yakalamışlar fotoğraf gibi aynen…
–Tekrar kısa söylese olmaz mı?
Hayır! Aynen söylemenin bir başka bereketi var, hem aynı söylemekte doğruluk var, o bakımdan aynen söylerler…
Altıncı semâda da melek tarfından “Hoş geldin!” dendi.
(Felemmâ halastü feizâ mûsâ) Kapıdan geçilince, orada Musa AS’la karşılaştı.
(Kàle: Hâzâ mûsâ fesellim aleyhi)
“–Bu Musa AS’dır ona selâm ver!” dedi Cebrâil.
(Fesellemtü aleyhi) Ona selâm verdim, (feredde aleyyes-selâm) o da selâmı bana iade eyledi.
Selâmın iadesi ne demek?.. Yâni, “Esselâmü aleyküm!” deyince, “Ve aleyküm selâm…” demek. Selâma karşılık vermek demek. Yâni, “Kabul etmiyorum, al geri!” demek değil; yanlış anlaşılmasın.
(Sümme kàle: Merhaben bil-ahis-sàlihi ven-nebiyyis-sàlih!) O da:
“–Salih kardeşe, salih Peygambere selâmlar olsun, merhabalar olsun!” diye Peygamber Efendimiz’e merhaba eyledi.
Muhterem kardeşlerim salih ne demek? Salih iyi demek, her bakımdan uygun, müsâid demek.
(Felemmâ tecâveztü bekâ) Bakın şimdi bir olay oluyor: Peygamber Efendimiz Musa AS’ı geçerken, ağladı Musa AS… (Kîle lehû: Mâ yübkîke?) Soruldu:
“–Seni ne ağlattı, yâni durup dururken niye ağladın, seni ağlatan sebep ne?..”
(Kàle: Ebkî lienne gulâmen buise ba’dî yedhulül-cennete min ümmetihî ekseru mimmen yedhulühâ min ümmetî.) Dedi ki:
“–Şundan ağlıyorum ki, benden sonra peygamber gönderilmiş bir delikanlı, bir genç, –Peygamber Efendimiz’i kasdediyor– onun ümmetinden cennete, benim ümmetimdekilerden daha fazlası girecek.”
Yâni ümmetine acıyor, ondan ağlıyor Mûsa AS… Tabii, her peygamber kendi ümmetini evlâtları gibi seviyor, hiç birisinin cehennemde yanmasına gönülleri razı değil, hepsi cennete girsin diye istiyorlar: “Hay Allah! Yine beceremediler hepsi cehennemlik oldular.” diye üzülüyor peygamberler.
i. Yedinci Semâ’da İbrâhim AS
(Sümme saide bî iles-semâis-sâbiah) Son semâya geldik. Cebrâil AS beni aldı, yedinci semânın kapısına getirdi, (festefteha) açılmasını istedi.
(Kîle: Men hâzâ?)
“–Kim o?” dendi.
(Kàle: Cibrîl)
“–Ben Cebrâilim.” dedi.
(Kîle: Ve men meake?)
“–Yanındaki kim?” dendi; melek soruyor tabii…
(Kàle: Muhammedün)
“–O Muhammeddir.” dedi.
(Kîle: Ve kad buise ileyhi)
“–Ona elçi gönderilmiş miydi?”
Burda buise ileyhi diyor, daha önceki cümlelerde ursile geçiyordu. Bakın aynen koruyorlar hadis ravîleri. Hiç kelimesini bile değiştirmiyorlar.
(Kàle: Neam)
“–Evet.” deyince;
(Kàle: Merhaben bihî feni’mel-mecîü câe)
“–Ne güzel gelişle geldi, merhabalar olsun ona!” dendi.
(Felemmâ halastü) Yedinci semâda bakın kimle karşılaşıyor Peygamber SAS Efendimiz: (feizâ ibrâhîm) Bir de baktım ki, İbrâhim AS karşımda…
(Kàle: Hâzâ ebûke ibrâhîmü fesellim aleyhi) Cebrâil dedi ki:
“–Bu senin deden, baban…” Yâni baba derler ama çok eski, babasının babasının babasının babası, çok eski; size göre dede demek: “Bu senin ecdadından ceddin İbrâhim AS, ona selâm ver!” dedi. Cebrâil takdim etti, tanıttı, Peygamber Efendimize…
(Fesellemtü aleyhi fereddes-selâm) Ben de İbrâhim AS’a selâm verdim, o da selâmıma karşılık verdi.
(Fekàle: Merhaben bil-ibnis-sàlih ven-nebiyyis-sàlih!)
“–Ey salih oğul, merhaba sana! Ey salih peygamber merhaba sana!” dedi.
Evlat diye, oğul diye hitab etti İbrâhim AS…
j. Sidretül-Müntehâ
(Sümme rufiat lî sidretül-müntehâ) Sonra bana Sidretül-Müntehâ’nın önündeki perdeler kaldırıldı, o gösterildi.
Sidretül-Müntehâ’yı gördü. Sidre Arapça demek, sedir ağacı dediğimiz, böyle boylu poslu büyük ağaç demek; Sidretül-Müntehâ, yâni en uzak mekandaki sidre demek. Tabii o ağaç nasıl bir ağaçsa, gökte nasıl bir mahiyeti varsa, yaprakları böyle, dalları böyle diye çok tarif edilmiş Sidretül-Müntehâ gösterildi.
(Feizâ nebikuhâ mislü kılâlil hecera ve izâ verakuhâ mislü âzânil-fîleh) “Yaprakları filin kulakları kadar” diye böyle tarif etti Peygamber Efendimiz… Cebrâil AS diyor ki:
(Kàle: Hâzâ sidretül-müntehâ)
“–Bu Sidre-i Müntehâdır.”
(Ve izâ erbaatü enhârin) Bir de baktım ki dört tane nehir var. (nehrâni bâtınân ve nehrâni zàhirân) İki tane bâtın nehri, iki tane zâhir nehri…
(Fekultü: Mâ hâzâni yâ cibrîl?) Dedim ki:
“–Bu ilk ikisi ne, bunlar nasıl nehirler yâ Cebrâil?”
“–(Kàle: Emmel-bàtınân) Bâtında olan, içte olan iki nehir, (fenehrâni fil-cenneh) bunlar cennette iki nehirdir. (Ve emmez-zàhirân) Dıştaki iki nehir; (fen-nîlü vel-furâtü) birisi Nil’dir, birisi Fırat’tır.”
k. Beytül-Ma’mur
(Sümme rufia liyel-beytül-ma’mûr) Sonra bana Beytül-Ma’mur gösterildi, perdeleri kalktı.
Gökyüzünde Beytül-Ma’mur nerdedir? Kâbe’nin tà yukarısına rastlayan, yedi kat semâdan yukarda Beytül-Ma’mur… Meleklerin Allah’a tesbih ederek etrafında devrettikleri, bir giren meleğin bir daha girmesine sıra olmayacak şekilde meleklerin girdiği, ziyaret ettileri el-Beytül-Ma’mur, manevî bir mekan…
(Kultü: Yâ cibrîlü ma hâzâ?)
“–Bu nedir?” dedim, diyor Peygamber Efendimiz.
(Kàle: Hâzel-beytül-ma’mûr)
“–Bu el-Beytül-Ma’murdur. (Feizâ hüve yedhulühû külle yevmin seb’ne elfe melekin) Bu eve her gün yetmiş bin melek girer, (izâ haracû minhu) dışarı çıktıkları zaman (lem yedû ileyhi) sonra bir daha ona giremezler.”
Sıra gelmez yâni, her gün yetmiş bin melek geliyor da, sıra gelmiyor; ilk girene, bir daha girmek nasib olmuyor. Öyle bir Beytül-Ma’mur burası…
l. Sütü Alması, Fıtratı Tercih Etmesi
(Sümme ütîtü biinâin) Sonra diyor ki Peygamber Efendimiz: “Bana üç tane kap getirildi; (inâin min hamr) cennet şarabından bir kap, (ve inâin min leben) cennet sütünden bir kap, (ve inâin min asel) cennet balından bir kap… Bal süt ve meşrubat. Hamr, yâni cennet şarabı, meşrubatı… (Feehaztül-leben) Süt kabını aldım.”
(Fekàle: Hiyel-fıtratüllletî ente aleyhâ ve ümmetüke) Cebrâil dedi ki:
“–Bu senin ve ümmetinin üzerinde bulunduğu fıtrattır”
Yâni, Rasûlulah’nı sütü alması fıtratı tercih etmesi demek. Tabii bu da ne demek muhterem kardeşlerim: İslâm dininin insan tabiatına uygunluğu demek. Fıtrata, yaradılışa müsâid, ahkâmı yaradılışa ters değil…
–Bir misal ver hocam da yaradılışa ters nedir anlayayım, yaradılışa uygun nedir anlayayım!..
Bakın meselâ İslâm’da nikâh Peygamber Efendimiz’in sünnetidir, evlenmek sevaptır, evlilik bir çok sevaplar kazandırır insana… Evine yiyecek içecek getirdiği zaman, yediyüz misli sevap alır; çoluk çocuğunu yetiştirince sevap alır, hanım çocuğunu emzirince sevap alır, cihad etmiş gibi ecir kazanır. Karı koca birbirleriyle güzel muamele ettikleri zaman sevap kazanırlar. Yâni bir sürü sevap kazanırlar. Bu, insanın tabiatı işte… Erkek ve dişiden yaratılmış, aile kuruyorlar, çocukları oluyor. Bu böyle…
Fıtrata aykırılık nedir? Evlenmemek, bekâr durmak veya evlenmemeyi dinin bir esasıymış gibi ortaya koymak; işte fıtrata aykırılık… Bizim dinimiz insan tabiatına, çevreye en uygun dindir. Yâni, çevrenin korunması için de İslâm’ın ayakta olması, İslâm’ın devreye girmesi lâzım, müslümanların çalışması lâzım!.. Çevreyi de İslâm dini korur, insanın ruhunu da İslâm dini korur, bedenini de İslâm dini korur. Çünkü fıtrat dinidir, her şey tabii, her şey güzel, her şey olurunca, her şey akış istikametine uygun, akış istikametine ters değil…
Bizim arkadaşlarımızdan bir albay ateşe olmuş –hadisi bölüyorum ama– Fransa’da. Fransızlarla da tanışmış tabii… Bir gün tanıştığı bir Fransız, morali çok bozuk bir şekilde yanına gelmiş demiş ki:
“–Sayın filanca –bizim ateşeyle konuşuyor– intihar edeceğim.”
“–E niçin intihar ediyorsun?”
“–Karım beni başkasıyla aldatıyor.”
“–Boşan!”
“–Hayır, bizim Katoliklik’te boşanmak yoktur.”
Bak, boşanmak İslâm’da var. Evet, boşanmak iyi bir şey değil:
(Ebğadul-halâl ilallàh) “Allah’ın en sevmediği helâl, (et-talâk.) boşanmaktır.” Ama bazen de gerekiyor, bak adam intihar etmesin. Madem ötekisi bununla yaşamak istemiyor, boşansın. Yâni normali bu… Adam boşanamıyor, dininin yasaklaması dolayısıyla, intihar edecek. İntihar insanı ebediyyen cehennemlik yapıyor. Zaten kâfir olunca cennetlik olmuyor da… Ama böyle bir hükmün yanlışlığını beyan etmek istiyorum.
Peygamber Efendimiz sütü tercih etmesinden, fıtratı tercih etmesinden, sütü tercih edince de Cebrâil AS’ın: “Tamam, güzel bir şey yaptın, fıtratı tercih ettin.” demesinden sonra devam ediyor. Bizim için büyük bir şeref tabii. Bizim dinimiz fıtrat dinidir. Çağın dinidir, çağlar üstü dindir, ileriye doğru kıyamate kadar insanlığın aradığı dindir. Çünkü fıtrat dinidir. İnsanın tabiatına uygun olağanüstü, olağandışı, akıl dışı, mantık dışı şeyler yok. Her şey insanın tabiatına, fıtratına uygun. Böyle sütle sembolize edilmiş olarak bu rivâyette karşımıza geldi.
m. Elli Vakit Namaz’ın Beş Vakte İndirilmesi
Sonra diyor ki Peygamber Efendimiz:
(Sümme füridat aleyyes-salevâtü hamsîne salâten külle yevmin) “Sonra bana her bir günde elli namaz farz kılındı.” Elli vakit demek istiyor yâni. (Feraca’tü) “Ben de bu farzı telâkkî ederek, Allah’ın bu emrini aldıktan sonra, döndüm, geri yolculuk başladı. (femerartü alâ mûsâ) Musa AS’a uğradım.
Musa AS’ın yeri neresiydi?.. Altıncı semâ idi, hatırlayalım! Altıncı semâda Musa AS’la karşılaşınca, (Fekàle: Bime ümirte?) Musâ AS soruyor Peygamber Efendimiz’e:
“–Rabb’inin huzuruna vardın, onunla mülâkî oldun, görüştün, konuştun, sana hitab eyledi, emirler bahşeyledi, lütfetti; ne emretti sana, sen neyle emrolundun?”
(Kultü: Ümirtü bihamsîne salâten külle yevmin) Musa AS’a ben dedim ki:
“–Her gün elli namazla emrolundum.”
(Kàle: İnne ümmeteke lâ testatîu hamsîne salâten külle yevmin ve innî vallàhi kad cerrabtün-nâse kableke ve àlectü benî isrâîle eşeddel-muàleceti ferci’ ilâ rabbike fes’elhüt-tahfîfe liümmetike) Böyle demiş Peygamber Efendimiz’e Musa AS… Ne buyurmuş, dinleyelim, merakla, şevkle:
“–Bak, senin ümmetin her gün elli namaza tahammül edemez, güç yetiremez. Vallàhi ben senden önce insanları tanıdım, denedim ve benî İsrâil’e, onları doğru yola çekmek için çok çareler yaptım, yâni çok yollardan onları islâh etmeye çalıştım, onları doğru yola çekmek için çalışma yaptım peygamberliğim sırasında… İnsanları tanıyorum, hâlet-i rûhiyelerini biliyorum. Günde elli vakit namaza tahammül edemezler. Rabbine geri dön, bu miktarı hafifletmesini, azaltmasını iste!” dedi Mûsâ AS.
(Feraca’tü fevedaa annî aşren) Ben de geri döndüm, Mevlâma arz ettim. Allah-u Teâlâ Hazretleri benden on tanesini kaldırdı. Kırk vakit namaza inmiş oluyor. (Feraca’tü ilâ mûsâ fekàle mislehû) Tekrar geri dönmeğe giriştim ama, Mûsâ AS’la yine karşılaşınca, yine tahammül edemezler diye evvelki sözlerini söyledi.
(Feraca’tü fevedaa annî aşren) Yine Rabbime geri dönüp, müracaat ettim; on daha indirdi, yâni otuz vakit oldu. (Feraca’tü ilâ mûsâ fekàle mislehû) Dönüşte Mûsâ AS ile tekrar karşılaşınca, yine yapamazlar dedi, eski sözleri gibi tekrar etti.
(Feraca’tü fevedaa annî aşren) Tekrar döndüm Rabbime, tekrar on daha indirdi, kaldı yirmi… (Feraca’tü ilâ mûsâ fekàle mislehû) Dönüşte Mûsâ AS ile tekrar karşılaşınca, yine yapamazlar dedi, eski sözleri gibi tekrar etti.
(Feraca’tü feümirtü biaşrin salevâtin külle yevmin) Tekrar döndüm Rabbime, nihayet on salât kaldı. (Feraca’tü fekàle mislehû) Mûsâ AS ona da itiraz edip, “Git azaltmasını iste!” deyince; (feraca’tü) tekrar döndüm Rabbime, dilek diledim, istedim ki azaltsın.
(Feümirtü bihamsi salevâtin külle yevmin) Allah-u Teâlâ Hazretleri her gün beş namazı emretti. (feraca’tü ilâ mûsâ) Mûbâ AS’a tekrar geri dönünce, (Fekàle: Bime ümirte?) Mûsâ AS sordu:
“–Ne oldu sonuç, ne emretti Allah sana, ne ile emrolundun?” dedi.
(Kultü: Ümirtü bihamsi salevâtin külle yevmin)
“–Her gün beş vakit namaz kılmakla, sonuç olarak emredilmiş oldum.” dedi.
(Kàle: İnne ümmeteke lâ testatîu hamse salevâtin külle yevmin)
“–Senin ümmetin günde beş vakit namaz kılmaya da güç yetiremez yâ Muhammed!” dedi. (ve innî kad cerrabtün-nâse kablek) Ben bu halkı senden önce denedim, biliyorum bunların huylarını, hallerini…” dedi. (ve alectü benî isrâîle eşeddel-muàleceti) “Benî İsrâil’i doğru yola getirmek için çok çalışmalar yaptım. Mânevî ilaçlarla onları tedâviye çalıştım. Olmaz, yapamazlar!” dedi. (ferci’ ilâ rabbike fes’elhüt-tahfîfe liümmetik.) “Yine Rabbine dön, bu beşi de indirsin ümmetin için.” diye söyledi.
(Kàle:) O zaman Peygamber Efendimiz o zaman buyurmuş ki: (Seeltü rabbî hattâ istahyeytü) “Rabbimden o kadar istedim ki, utandım artık Rabbimden.” dedi. (Velâkin erdà ve üsellim.) “Artık bu sonuca razıyım ve selâmetlik diliyorum.” dedi. Mûsâ AS’a böyle cevap verdi. Yâni, “Beşi de indir demeğe utanıyorum artık.” dedi. Ona razı olduğunu söyledi. Sonra da Mûsâ AS’a, “Hadi Allah’a ısmarladık, Allah sana selâmet versin! Ben razıyım.” demiş oluyor.
(Kàle: Felemmâ câveztü) “Yanından geçince, (nâdânî münâdin:) Bir münâdî seslendi. Yâni bir melektir bu Allah tarafından veya bir sestir:
—(Emdaytü farîdatî ve haffeftü an ibâdî.) Farîzamı, emrimi yerine getirdim, tahakkuk ettirdim. Kullarıma da meşakkati hafiflettim, zahmeti az verdim!” diye bir nidâ geldi.
Yâni Mevlâ farzını ibkà ediyor, yerine getirtmiş oluyor, emrini buyurmuş oluyor ve kullarına da azaltmış oluyor. Benim okuduğum kitapta, rivayet burda kesilmiş. (Revâhül-buhàrî ve müslimün an mâlik ibn-i sa’saa) diye burda bitiyor.
Tabii, bu hadis-i şeriflerin başka rivayetleri vardır. Hadis kitaplarında başka başka rivayetler vardır. O rivayetlerden biliyoruz ki, bir müslüman, bir mü’min, Peygamber Efendimiz’in ümmetinden bir kul, bu beş vakti kıldığı zaman, Allah ona elli vaktin sevabını verecek.
Bunu başka nerden biliyoruz?.. Her iyiliğin en aşağı mükâfatı bire on olduğundan biliyoruz. Beşin on katı elli ettiğinden, elli vaktin sevabını Allah-u Teàlâ Hazretleri verecek demektir.
Şimdi bu uzun hadis-i şerifi size niçin okudum?.. Çünkü Peygamber SAS efendimiz’in kendi ifadesinden Mi’rac’ı nasıl anlattığını size bildirmek istedim. Efendimiz nasıl görmüş, Mi’racdaki olayları, vakıaları nasıl yaşamış, onu kendi mübarek lisânıyla, kelimeleriyle sahabe-i kirâma nasıl anlatmış?.. Onlar da dinlemişler, bize rivayet etmişler.
Bu çok güzel bir şey, çok önemli bir şey, çok tatlı bir şey… Onun için size bu Mi’rac kandilinde Peygamber SAS Efendimiz’in ifadesiyle Mi’racı anlatmaktan mutluyum, çok zevk duyuyorum.
Tabii, burada görülüyor ki, bizim Mevlid yazarı Süleyman Çelebi bu hadis-i şerifleri okumuş, Mevlid kitabını bilgi dolu bir gönül ile, kafa ile yazmış. Öyle hani şairler hayal güçlerini çalıştırırlar, akıllarına geleni yazarlar, şairlik namına yalan yanlış şeyleri söylerler. Süleyman Çelebi öyle değil… Ben görüyorum ki, hayranlığım günden güne artıyor; Allah şefaatine erdirsin, cennette makamını yüceltsin, rütbesini a’lâ eylesin… Mübarek, hep hadis-i şeriflerden okuduğu bilgileri Mevlid’e geçirmiş.
Onun için Mevlid kitabının Mi’rac bölümü de çok güzel yazılmış, çok müeddibâne, aynı zamanda çok müteeddibâne; yâni bize güzel âdâbı öğreten, hem de edepli bir insanın ifadesiyle yazılmış, çok güzel bir bölüm…
Biliyorsunuz ecdadımız şair ruhlu insanlardı, hassas insanlardı iç alemleri çok zengin insanlardı. Mevlânâ gibi şöhreti dünyaya taşmış insanlardan, Yunus gibi herkesin sevdiği insanlardan bunu biliyorsunuz. İç dünyaları çok renkli, çok zengin insanlardı. Din de onlar için şi’riyyet doluydu, yâni hassaslık ve güzel duygular doluydu. Onun için onlar, bu konuları böyle şiir halinde yazmışlar, mevlidler halinde yazmışlar. Bu Mi’racla ilgili konuları da mi’râciyye denilen eserlerle; yâni Mi’raca dair kasidelerle, manzumelerle anlatmışlar. Sonra başka hassas kimseler de çıkmışlar, bu mi’râciyeleri bestelemişler, şâhâne güzel bestelerle tekkelerde okunmuş. Böylece bu güzel geceler son derece derin duygularla, ibadetlerle, göz yaşlarıyla, çok tatlı bir şekilde ihyâ edilmiş. Bu eğitimlerin sonucunda sevgi dolu, Allah aşkıyla dolu yürekler, birbirlerini seven insanlardan oluşmuş çok güzel bir toplum, bütün insanlığa sıcak bakışlarla bakan bir ümmet meydana gelmiş.
Şimdi bu hadis-i şerifi burda bitirmiş olduk. Bir de “Sübhânellezî esrâ…” ayetini okumuş olduk. Bugünkü sohbetimizde, Mi’racla ilgili bu seneki sohbetimizde — çünkü evvelki senelerde de başka şeyleri anlattığımı hatırlıyorum; seneler geçiveriyor– bir ayet, bir hadis okumuş olduk Mi’rac’la ilgili…
Bir de tabii, yanımda getirdiğim kitaplardan Abdülkàdir-i Geylânî Efendimiz’den size bir mesaj iletmek istiyorum: Abdülkàdir-i Geylânî Efendimiz, biliyorsunuz bizim bağlı olduğumuz pirlerimizden birisi… Bizim şeyhlerimiz en aşağı beş tarikata bağlı olmuş, daha fazla tarikatlara da sanradan bağlanmışlar. Birisi de Kàdirî Tarikatı… Kàdirî Tarikatı’nın piri Abdülkàdir-i Geylânî Efendimiz’in, böyle dînî günleri, geceleri çok tatlı tatlı rivayetlerle anlatan güzel bir kitabı var. Oradan bir hususu anlatıp da, size bir misal vermek istiyorum. Yâni açıkçası, size bir hayırlı işi yaptırıp sevap kazandırmak istiyorum sevgili Akra dinleyicileri!..
n. Recebin Yirmiyedisinde Oruç
Abdülkàdir-i Geylânî Efendimiz bir hadis yazıyor, bu Recebin yirmiyedisi ile ilgili… Ebû Hüreyre RA’den rivayet olunmuş ki, Peygamber SAS şöyle buyurmuş:
(Men sàme yevmes-sâbii vel-ışrîne min receb) “Receb ayının yirmiyedisini kim oruçlu geçirirse, (kütibe lehû savâbü sıyâmü sittîne şehren) altmış ay oruç tutmuş gibi sevap yazılır.” diye buyurmuş. Kısa bir hadis-i şerif.
Altmış ay oruç ne eder?.. Yâni beş sene devamlı oruç tutmuş gibi sevap kazanacak bir insan… Efendimiz’den böyle bir rivayet var. Ebû Hüreyre RA rivayet etmiş.
–Ne zaman tutulacak bu?..
Recebin yirmiyedisinde… Şimdi bugün, konuşmayı yaptığımız şu zaman Recebin yirmialtısındayız. Recebin yirmialtısını yirmiyedisine bağlayan bu gece, akşam namazından sonra Mi’rac gecesidir. Bu geceyi herkes, camilerde aşk ile şevk ile ihyâ etmeğe çalışacak, ibadetler edecek, dualar edecek; bu güzel gecenin sevaplarından istifade etmeğe çalışacak.
Bir de yarınvar… O bakımdan size yarın için size şimdiden bir mesaj iletmiş oluyorum, hem de Abdülkàdir-i Geylânî Hazretleri’nden… Bu hadis-i şerife göre yarın oruç tutacağız demek ki… Sevabı da altmış aylık oruç tutmuş olmanın sevabına denk… Bir ay otuz gün olduğuna göre, altmış ay = 1800 gün oruç tutmuş olmak gibi bir sevap bahis konusu oluyor.
Demek ki sevgili kardeşlerim, biz burda, Akra’da size konuşmalar yaparken metodumuz bu bizim, sevaplı bir şeyi size önceden haber veriyoruz, dinliyorsunuz. Dinleyince yapın, o sevabı kazanın diye çok öncelerden haber veriyoruz böyle sevaplı şeyleri… İşte bugünden de, yarın oruç tutmanın sevaplı olduğuna dair bir hadis okuyarak, size yarın oruç tutabileceğinizi hatırlatmış oluyoruz. Onun için durumunuz müsaitse yarın oruç tutun, sevgili Akra dinleyicileri…
Tabii, hanımlar meselâ mâzeretli günlerinde oruç tutamazlar. Hastalar oruç tutamaz, ihtiyarlar, çocuklar, mâzeretli olanlar tutamaz. Ama sağlam olup da sevap arayan binlerce, milyonlarca kardeşimiz var. Onlara hatırlatıyoruz, hem de Abdülkàdir-i Geylânî Hazretleri’nin kitabından bir hadis okuyarak… Yarın, Recebin yirmiyedisinde oruçlu olun!…
Yâni bu gece Mi’rac gecesi, Mi’rac gecesinin ertesi günü oruç tutmak sevap diye bu da hatırınızda kalsın, defterinize yazın! Etrafınıza da söylersiniz, önümüzdeki senelerde de dinleyenler belki bu oruçları tutar, bu sevapları kazanırlar.
Zâten size bu Üçaylar gelmeden önce de konuşmalarımızda belirtmiştik. Bu Üçaylar, Receb, Şa’ban, Ramazan çok sevaplı aylardır. İşte Receb artık bitiyor, yirmialtısına geldik, üç gün kaldı. Ondan sonra Receb gidecek, Şa’ban ayı gelecek. O da mübarek bir ay… Ondan sonra muhteşem Ramazan ayı gelecek.
Receb ayı tevbe ayı idi, bu ayda oruç tutmak çok sevaptı. Onun için oruçlarınızı arttırmağa çalışacaktınız. Bakın bu yarınki oruç, altmış aylık sevaba sahib bir oruç olmuş oluyor. Böyle güzel ibadetleri yapın! Oruç çok sevaplı bir ibadettir. Mükâfatını tutuluşunun güzelliğine göre Allah verir.
Allah o sevaplara erdirsin… Sonuç olarak rahmetine mazhar eylesin… Sevdiği razı olduğu kul eylesin.. Hem dünyada mutlu yaşayın, sıhhatli, afiyetli, huzurlu, saadetli, hür, kimseye muhtaç olmadan yaşayın. Hem de ahirette Allah, cennetiyle, cemâliyle cümlenizi, cümlemizi müşerref eylesin, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..
Hepinizin tekrar Mi’rac kandillerinizi tebrik ederim. Nice böyle mutlu, mübarek günlere, sevaplı gündüzlere, gecelere erişmenizi; sevaplı ibadetler yaparak Allah’tan bol mükâfâtlar, ecirler kazanmanızı; Allah’ın rahmetine ermenizi, rızasına vâsıl olmanızı dilerim, temenni ve niyaz ederim.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
19. 12. 1995 – Akra