Bu konuda söze başlamadan evvel unutmamamız gereken bazı noktalar
vardır. Bunlar:
1. Bu akide rabbanidir
2. Şeriatın kendisi üzerine bina edilmiş olan bu akide dünya ve
ahirette insanın saadetini üstlenmiştir.
3. Seyyid Kutup’un da “Sosyal Adalet” adlı eserinde ifade ettiği gibi
bu akide insanlarla kâinat arasındaki münasebetleri düzenlerken ruh ve
cesedi birlikte; dini hayatı düzenlerken de ibadetle çalışmayı
birlikte ele almıştır.
4. Kişinin tüm hâl ve hareketleri taşıdığı akidenin hayata yansımasıdır.
5. Akidesiz yapılan hiçbir amelin Allah (cc) kalında kıymeti yoktur.
“Rablerine küfredenlerin (kafirlerin) hali şudur: Yaptıkları ameller
(boşa gitme bakımından) fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle
savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey ellerine
geçmez…”(İbrahim, 18)
Bu beş esasın kurtuluş ve saadeti arzulayan herkes için yolumuzu
aydınlatan bir fener olarak kabul edilmesi gerekmektedir.
Akidenin bu öneminden dolayı Allah (cc) kitabında akideye büyük bir
yer vermiş, akidenin nefislerde yerleşmesi için ona uzun zaman
tanımıştır. Aynı zamanda Mekki dönemdeki ayetlerin tamamı bu mevzuyu
işlemiştir. Çünkü akidenin nefislerde yerleşip olgunlaşması zor ve
yavaş yavaş meydana gelen bir olaydır. Bu durum neredeyse bedenin
gelişip büyümesine eşit bir zamana muhtaçtır. “Hem O’nu, bir Kur’an
olarak ayetlere ayırdık ki insanlara dura, dura okuyasın. Biz onu
yavaş yavaş (ve ayet ayet yirmi üç yılda) indirdik.”( İsra, 106)
Kur’an’ın bölümlere ayrılması ve insanlara ağır ağır okunması
meseleleri her ikisi de ayette arzulanan şeylerdir.
Aynı şekilde şeriatın hükümlerinin uygulanması akidenin kalplerde
yerleşmesine muhtaçtır. Bundan dolayı, kendi gayretleri ile bu dini
bizlere ulaştıran sahabe-i kiramın gönüllerine, bu akidenin yerleşmesi
için ahkâm ayetlerinin inişi Medine’de gerçekleşmiştir.
Ebu’l Hasen en-Nedvi “Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler
Kaybetti” adlı kitabında “Büyük düğüm çözüldü” başlığı altında şunları
söylemektedir:bu arada bu kitabın kıymetini hatırlatarak hiçbir
kütüphanenin bundan boş kalmamasını, herkesin bu kitabı okumasını
tavsiye ederim-
“…Büyük düğüm çözüldü: Şirk ve küfür düğümü… Diğer düğümlerde
kendiliğinden çözülüverdi. Rasulullah ilk cihad bayrağını açtığında
her emir ve nehiy için bir cihad usulü takip etmeye ihtiyaç duymadı.
İslâm, cahiliyyet ile yaptığı ilk savaşta muzaffer oldu. İçkiyi
yasaklayan ayet nazil olduğunda, elleri avuçları şarapla dolu idi.
Allah’ın (cc) yüce fermanı içki kadehleri ile yanan ciğerlerle,
susayan dudaklar arasında bir set çekiverdi. Şarap fıçıları
parçalandı. Medine sokaklarında sel gibi içki aktı. Bir tek kelime;
“Yaptıklarınıza son vermeyecek misiniz?”(Maide. 9) Sözü onların
atalarından devraldıkları cahili adetleri kökünden yıkmış, paramparça
etmişti. Bu suale cevaben: “Son verdik, son verdik” demişlerdi.
Halbuki Amerika’da çeşitli gazete ve dergilerde içkinin zararları
anlatılmış, konferans, film ve afişlerle içkinin yasaklanmasına
çalışılmış, içkiyi kaldırmak için yaklaşık 60 milyon dolar harcanmış,
10 milyon adet bildiri bastırılıp dağıtılmış, çıkarılan kanunların
yürürlüğe konması için 250 milyon harcanmış, 300 kişi idamla, yarım
milyon kişi de hapisle cezalandırılmıştı. İçki yasağı kanununa
uymayanlar yaklaşık 404 milyon Mısır cüneyhi para cezasına
çarptırılmıştı. Ancak tüm bu yapılanlar Amerikan halkının içkiye
düşkünlüğünü artırmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı.
Bu iki durum arasındaki fark nedir? Farkın tespiti çok basittir:
Emirlerin uygulanmasındaki asıl faktör kişilerde var olan akidedir.
İşte akide bu dine nispetle bir ağacın gövde ve kökleri
mesabesindedir. Gövde yerin derinliklerine kök salmadığı müddetçe
ağacın kalın ve yüksek dallarını çekemez. Aynı şekilde akideyi bir
binanın temeli olarak kabul edebiliriz. Nasıl ki büyük bir bina için,
o binanın üzerine oturacağı temellerin çok sağlam olması gerekiyorsa,
üzerine İslâm kanunlarının bina edileceği akide temelinin de aynı
şekilde sağlam olması gerekmektedir.
Burada şu gerçek ortaya çıkmaktadır; binanın yükseltilmesine
başlanmadan önce temelin sağlam bir şekilde atılması lazımdır. Aksi
taktirde bina çöker.
Bu dine davet ettiğimiz insanlarda da durum aynı şekildedir. Onların
terbiyesine her şeyden evvel iman esası ile başlamamız lâzımdır.
Özellikle bu metod akide mefhumunun karmaşık bir şekil aldığı,
herkesin müslüman olduğunu iddia ettiği günümüz insanı için
uygulanmalıdır.
Bize düşen Rasulullah’ın takip ettiği metodu takip etmektir. Bu da
önce nefislerde akideyi yerleştirmek ve sonra da İslâm’ın fer’i
meselelerini onlardan istemekle mümkün olur.
Onlara öğretmemiz gereken meselelere gelince kısaca şöyledir:
Rablerinin büyüklüğü, azameti, kainattaki düzeninin geçerliliği,
mülkün sahibi olması, her şeyin tasarrufunun yed’i kudretinde (O’nun
elinde) olması, bütün işlerin sonunda O’na döndürülmesi, bütün kullara
galip gelmesi, yaratan ve rızık verenin O olması gibi Kur’an ve
sünnette geçen vasıflardır.
Bizim işte bu noktadan başlamamız gerekmektedir. Fakat biz, emir ve
hüküm sahibi olan rablerini tanımazdan evvel insanlardan şeriatın
fer’i meselelerini istersek, tohumları toprak yerine havaya saçmak
gibi abes bir işle meşgul olmuş oluruz.
Akidenin bu önem ve hassasiyetinden dolayı Kur’an-ı Ke-rim’de akide
ile ilgili ayetlerin büyük bir bölümü dikkat bildiren “De ki” ifadesi
ile gelmiştir. “De ki: O Allah birdir.” (İhlas, l)) “De ki, Ey
Kafirler”( Kafirun, l) “Allah’a ve O’ndan bize indirilene iman ettik
deyin.”(Bakara, 136)
Bu arada önemli bir noktaya işaret etmemiz gerekir. O da İslami
düşünce ile felsefenin arasının ayırd edilmesidir. İslami düşünce
kalpte yerleşir, kişinin duygularını etkiler ve kişinin yaşantısına
hal ve hareketlerine akseder. Akide, çoğu zaman insanların
yaşantısına, tarihin seyrine damgasını vuran en büyük etkenlerden biri
olmuştur. İslam akidesinin gelmesinden sonra insanlık tarihinde
meydana gelen müspet değişiklikler bizlere gaib değildir.
Felsefeye gelince o filozofların zihninde dolaşan, hayali aşamayan
teorilerden ibarettir. Felsefe insanlığı bir adım bile ileriye
götürememiş, teoriden pratiğe aktarılamamış, kalpleri ve insan
duygularını etkilemeyen, hayata aksetmesi mümkün olmayan teorilerden
ibarettir.
Söz felsefeye gelince burada mühim bir noktaya tenbih etmek yerinde
olur. Bu da “İslam Felsefesi” diye adlandırılan ilmi okuyanların
zihinlerinde tecrübe ile kabul edilen hakikat halini almıştır. O
gerçek de şudur:
Rabbani akidinin beşeri yöntemlerle, insan düşüncesiyle insanlara
nakledilmesi, kalplere yerleştirilmesi kolay olmayan bir şeydir. Bu
yöntem şarap izlerinin kaldığı bir kap ile temiz sütün bir yerden bir
yere nakledilmesi mesabesindedir. Bundan dolayı İslam akidesinin
felsefi yöntemlerle gerçekleşmesi kolay olmayan bir durumdur. Çünkü bu
metot İslam akidesinin nurunu, parıltısını söndürür. Bu şekilde akide
özünü safiliğini kaybederek anlaşılması zor bir teori şeklini alır.
Halbuki Allah (cc) Kur’an’ın anlaşılmasını kolay kılmıştır.
“And olsun ki, biz Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık;
hani düşünüp ibret alanlar?”( Kamer, 22)
Huccetu’l İslam İmamı Gazali, İmamü’l Harameyn el-Cüveyni ve
Fahruddini Razi gibi bazı ilim önderleri akideyi kelam ve mantık
yoluyla insanlara nakletmeye çalıştılar, fakat onların bu deneyimleri
kötü sonuçlar verdi. Neticede akidevi çelişkilere düşerek nerede ise
ayakları kayacak şekle geldiler, İslami düşüncelerinde meydana gelen
bu çelişkiler sonunda onları ilmi kelamdan vazgeçmek zorunda bıraktı.
İmamı Gazali “İlcamül avam anilmil Kelam” adlı eserini yazdı ve onda şöyle dedi:
“Kelam ilmi benim hakkımda yeterli ve şikayette bulunduğum hastalığa
çare olmadı.” Başka bir kitabında ise: “Kelam ilmi havasın
dışındakilere (avam, sıradan halk) haramdır. “(Faysal et-tefrika
Beyne’l İslami vezzındıka, sh. 90, İmamı Gazali)
İmamı Cüveyni ilmi kelamla çokça meşgul olmasından dolayı hayatının
son iki senesinde pişmanlığını ifade etti.
Cüveyni:
“Acaizin (ihtiyar kadınların) inandığı gibi inanın” diyordu. Eğer
Allah’ın lütfü ile hak bana ulaşmazsa ihtiyar kadınların inancı üzere
ölüyorum. Ömrümün sonunda son sözüm Kelime-i ihlastır. Yazık olsun
İbni Cüveyniye. (Telhisi İblis, sh. 93, İbni Cevzi)
Fahruddin Razi de şöyle diyor:
Akılların sahası sınırlıdır. Akılla uğraşan alimlerin sonu
sapıklıktır. Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmüştür. Dünyada kazancımız
eziyet ve vebaldir. Ömür boyu bahislerimizden istifade etmemişizdir.
Ancak kitaplara kılü kâl(Ulemanın ihtilafı (mut)toplamışızdır.(Fıkhı
Ekber şerhi, sh)
Milel ve Nihel” adlı kitabın sahibi Şehristani (h. 548) de şöyle der:
“Yemin olsun bütün ilim meclislerini dolaştım. O ilim yuvalarına göz
gezdirdim. Elini hayretle çenesine koyan, yahut pişmanlıktan dişin
kırandan başkasını görmedim.”
Evet bu üç zat ilmi kelamdan döndüler. Fakat ne zaman? İslam
akidesini, putperest efsaneleri ile karışık mantık ve Yunan felsefesi
içinde boğduktan sonra döndüler.
Alemlerin Rabbi olan Allah’tan gelen safi tevhid akidesinin
Putperestlikle yoğrulmuş Yunan düşüncesi ile insanlara taşımak nasıl mümkün olsun? Şüphesiz bu muhaldir.