Her güzel şey sevmekle başlar. Zoru kolay, uzağı yakın, düşmanı dost eden bir iksirdir o. Hele bir de Güzeller Güzeli’ne (cc), imandan kaynaklanıyorsa… Fakat eğer, insanlığın ve Müslümanlığın gereği olan bu muhabbet, tevhide dayanmıyorsa; o zaman, güzelliğe değil musibete sebep olur. Çünkü ancak imandan neş’et eden muhabbetin neticesi kardeşlik olabilir. Temelinde maddî menfaatlerin bulunduğu beraberlikler, menfaatler çatıştığı anda düşmanlığa dönüşür ve insan, sosyal çevresinde imanî düstura lâkayt kaldıkça nefsinin emrine boyun eğmeye mahkûm olur.
Yakın tarihimizin parlak ve çileli siması Said Nursî, işte bu birbirine taban tabana zıt iki hayat sistemi arasındaki farklılığın, hareket noktasındaki farklılıktan meydana geldiğini şu şekilde özetlemektedir. Önce tabiatperestleri ele alır: “…Hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, ˜kuvvet’ kabul eder. Hedefi ˜menfaat’ bilir. Düstur-u hayatı ˜cidal’ tanır. Cemaatlerin rabıtasını, ˜unsuriyet: menfi milliyeti’ tutar. Semerâtı ise, ˜hevesât-ı nefsiyyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyyeyi tezyîd’dir.”
Bu tespiti yaptıktan sonra neticesini de şöylece özetler: “Halbuki kuvvetin şe’ni ˜tecavüz’dür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde ˜boğuşmak’tır. Düstur-u cidalin şe’ni ˜çarpışmak’tır. Unsuriyetin şe’ni başkasını yutmakla beslenmek olduğundan; ˜tecavüz’dür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur(yitmiştir).”
Mukabil olarak ele alınan Kur’ân’ın öngördüğü hayat tarzı ise şu şekilde özetlenir: “Amma hikmet-i Kur’âniyenin ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel ˜Hakk’ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, ˜Fazilet ve Rıza-i İlâhî’yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, ˜düstur-u teavün’ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtasında; unsuriyet, milliyet yerine ˜Râbıta-ı dinî ve sınıfî ve vatani’ kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyyenin tecavüzâtına sed çekip, ruhu maâliyata teşvik ve hissiyât-ı ulviyyesini tatmin eder ve insanı kemâlat-ı insaniyeye sevk edip insan eder…”
Sonuçları da şöyle belirtilir: “Hakkın şe’ni ˜ittifak’tır. Faziletin şe’ni ˜tesanüt’tür. Düstur-u teavünün şe’ni, ˜birbirinin imdadına yetişmek’tir. Dinin şe’ni ˜uhuvvet’tir. ˜incizap’tır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni ˜saadet-i dareyn’dir…”
Bediüzzaman’ın Gayesi
Bu içtimâî tespitleri yapan Bediüzzaman’ın bütün eserlerinde işlediği esas mevzu ‘iman’ olmakla beraber, bunu izleyen en mühim ikinci mevzu da ˜ittihat’ ve ˜uhuvvet’tir. O; daima, İslâm birliği ve din kardeşliğinin önemi üzerinde ısrarla durmakta ve bunu, Müslümanların Allah’a riyasız bir imanla bağlanmalarının neticesi olarak düşünmektedir. Nitekim, “Sadâ-i Hakikat” adlı yazısında bu hassasiyetini ˜…Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır’ demek suretiyle dile getirmektedir.
Yine aynı yazıda “Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet, zaruret ve nifakadır” ifadesiyle, birlik ve kardeşliğin ancak sevgiyle oluşabileceğini insaf ehline ilân etmektedir. Çünkü; “iman muhabbeti, İslâm uhuvveti gerektirir.”
Bediüzzaman; İslâm kardeşliği ile unsuriyet ve şahsî menfaatlere dayalı kardeşliği mukayese ederek; birincisinin sâdıkane, hakikî ve bütün ümmet-i İslâmiye’yi kuşatacak kadar geniş, ikincisinin ise, mecazî, gayr-i hakikî ve geçici olduğunu beyan etmektedir. İslâm birliğinin tesis edilebilmesi de; öncelikle İslâm kardeşliğinin bütün yönleriyle tesis edilip pekiştirilmesiyle mümkündür. Bu da tabii ki, dünya hayatının geçici heveslerindeki ortaklığa dayanan bir kardeşlikle değil, dünya ve âhireti kuşatan, ilâhî bir kuvvetten destek alan kardeşlikle gerçekleşir.
Bu anlayış ışığında; “Bütün mü’minler kardeştir. O hâlde kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz” (49, Hucurat:10) âyetini yeniden ve dikkatle düşünmek, bu bir tek âyetin bile, günümüzün geçimsizliklerden, sorumsuz cinayetlere kadar uzanan anarşi problemine geçerli ve sürekli bir çözüm getirdiğini görmek ve göstermek gerekir. İşte Bediüzzaman’ın Risale-i Nur isimli külliyatıyla yaptığı hizmetlerden biri de budur: “Görmek ve göstermek”. O’nun; bu asırda Kur’ân’a sarılmanın lüzumundan bahsetmesi, birlik ve kardeşlik hususundaki âyetleri, anlaşılır misallerle izah ederek Müslümanları uyarması onun, bu işin ciddiyetine olan inancını ortaya koyması bakımından yeterli fikir verir sanırım.
Bakınız Yirmi İkinci Mektup’ta “Bütün mü’minler kardeştir” (49, Hucurat:10) ilâhî fermanını nasıl yorumluyor Said Nursî:
“Bu mebhas ehl-i imanı muhabbete ve uhuvvete dâvet eder” şeklinde başlayan nuranî sözler; “Mü’minler arasında ayrılığa, bölünmeye, kin ve düşmanlığa sebep olan tarafgirlik, inat ve kıskançlığın; insanlığın en yüce mertebesi olan İslâm’da merdut ve zulüm olduğu, (zira) insanın gerek şahsî, gerek içtimâî ve gerekse manevî hayatı bakımından son derece zararlı ve insan hayatını mahveden bir zehir” olduğunu tespitle devam etmektedir. İfadesini aynen verelim:
“Mü’mine adavet zulümdür:
Evvela; ‘hakikat’ nazarında zulümdür. Ey mü’mine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir evde bulunsan; seninle beraber, dokuz mâsum ile bir cani var; o gemiyi batırmaya ve o evi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ, bir tek mâsum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılamaz.
Aynen öyle de, sen, bir hâne-i Rabbaniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden, ona kin ve adavet bağlamakta o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrâkına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen onun gibi şeni ve gaddar bir zulümdür.”
Allah’a hâlisâne bir şekilde inanan mü’mine düşmanlık etmek sadece hakikatte değil, hikmet nazarında dahi zulümdür. “Zira malumdur ki, adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar.”
“Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla, ıslahına çalışır.” “…Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetlendirip ıslahına çalışmak ehl-i sadakatin şe’nidir.” Onun içindir ki, Resulullah Efendimiz “mü’minin mü’mine üç günden fazla dargın durup konuşmaması”na müsaade etmemiştir.
Eserlerindeki Temsil Sırrı
Eserlerinde herkesin rahatlıkla anlayabileceği derecede sade misalleri tercih eden Üstad Said Nursî; mü’minler arasında var olması gereken kardeşlik ve sevginin, düşmanlık ve kinin yerine kaim olması için gayret göstermektedir. Bu düşünceyle mü’minlerdeki ortak özelliklerin çokluğuna işaret etmekte ve bunların kardeşler arasını bağlayıcı mühim özellikler olduğunu vurgulamaktadır. Böylece; onun âyetleri yorumlarken verdiği misaller, onu dinleyenler veya okuyanlar tarafından, -zihinlerinde bir soru kalmayacak şekilde- kabul edilmektedir.
Meselâ; İslâmî vasıflarıyla kıymetlenen bir mü’mine düşmanlık etmeyi; “adi küçük taşları Kâbe’den veya Uhud Dağı’ndan daha ehemmiyetli görmek akılsızlığına” benzetmekte ve şöyle demektedir:
“Tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”
“Mümine muhabbet etmek gerekir,” çünkü “mü’min kâinata bir uhuvvet beşiği olarak bakar.”
…”Bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuur ile sana gösterdiği ve bildirdiği Esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ; her ikinizin Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir… bine kadar bir, bir.
Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir. Bir, bir.. yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir… ona kadar bir, bir. Bu kadar bir bir’ler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o râbıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebet-i uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.”
Bu cümleleriyle mü’minleri imanda birleşmeye teşvik ve ikna eden Said Nursî; aralarında bu kadar ortaklık bağı varken tefrikaya sebep olan bir takım gurupların mensuplarına hitaben de şöyle sesleniyor:
“…Ey divâneler! İşitmediniz mi, anlamamış mısınız ki, ˜Müminler ancak kardeştir’ (49, Hucurat:10) âyeti bir nâmus-u İlahîdir; veya körleşmiş misiniz ki, görmüyor musunuz ki, ˜Sizden biriniz, kendisi için istediği şeyi kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz’ hadîsi bir düstur-u Nebevî’dir. Acaba şu sıdk ve kizb mabeyninde mütereddit olan inkâr mes’elesi, nasıl oldu da, şu iki esas-ı azim ve metine nâsih olabildi?.”
Yukarıda naklettiğimiz ifadelerinde açıkça görüldüğü gibi o; İslâm kardeşliğini sadece tavsiye etmekle kalmamış, iman birliğine zarar verecek bir davranışla karşılaştığında bizzat müdahale edip buna sebep olan insanlarla mücadele etmiştir. Onun bu tavrı bize, aklında ve kalbinde sağlam temellere oturttuğu iman kardeşliği için gerektiğinde cesaretle ayağa kalkabilmenin lüzumunu göstermektedir.
Çünkü o; “Topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi uzlaştırdı. O’nun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz” (3, lu Imrân, 103)) âyetindeki sağlamipe, yani Kur’ân’a tam mânâsıyla yapışan bir mü’mindir. “…Evet, Kur’ân, arşı ferşe bağlamış bir zincir, bir hablullahtır” diyerek çağın yeniden aydınlanmasının ancak ve sadece bu ipe tutunmakla mümkün olduğunu samimiyetle idrak etmekte ve diğer Müslümanları da aynı idrakte toplanmaya davet etmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’a hakkıyla sarılmanın tabii bir sonucu olarak Kur’ân hizmetine ömrünü vakfeylemiş, şahsiyetini İslâm’a feda etmiş, din kardeşlerinin ayrılığa düşmemesi uğruna pek çok sıkıntılara katlanmış, fakat doğru hedefin İslâm kardeşliğinde birleşmek olduğunu her fırsatta haykırmaktan vaz geçmemiştir. Onun uhuvvet hakkındaki fikirlerini, tam mânasıyla anlayabilmek ancak sözlerinin ispatı olan hayatını anlamakla mümkündür. Said Nursî; hayatının bütün dönemlerinde karşımıza hep aynı temel hususiyetleri taşıyan mükemmel bir şahsiyet olarak çıkmaktadır. Söyledikleri yaşadıklarının aynası bir Said Nursî olarak. Şu tek cümlesi bu kanaatimizin en bariz delili olmaya kâfidir: “Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.”
Uhuvvetin Muktezası
Din kardeşinin menfaatini kendine tercih eden bir adamın bunu başkalarına da tavsiye etmesi, onları hali hazırdaki ve gelecekteki bir takım tefrika felâketlerinin uçurumundan kurtarmak isteyen müşfik bir babanın çırpınışları olarak kabul edilmeli ve çağrısına kulak verilmelidir. Şöyle diyor:
“Ey ahiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada hususen uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-i hakikat, en makbul bir duâ-yı mânevî, en kerametli bir vesile-i makâsıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: ihlastır.”
İhlastır ki; kardeşliğin kıymetini anlamaya, basit anlaşmazlıklar sebebiyle ayrılmamaya, imanın karşısındaki esas düşman olan küfrü görüp dağılmamaya, el ele-gönül gönüle hareket edip parçalanmamaya yardım eder. Şu mübarek nazm-ı celili aşk ile dinleyip, amel etmeye kapı açar:
“Allah’a ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Yoksa korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz elden gider. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8, Enfal:46).
Bediüzzaman, bu âyetin izahında da titizlikle kardeşlik müessesesinin devamını temine çalışarak uyarıyor ve diyor ki: “Bu hizmet-i Kur’âniyye’de bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde fazilet-furuşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir. Çünkü, nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez; bir gözü bir gözünü tenkit etmez; dili kulağına itiraz etmez; kalp ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.” Devamında bunun sırrını açıklar:
“Bu sırrın sırrı şudur ki: hakiki, samimi bir ittifakta her bir ferd, sair kardeşlerin gözüyle bakabilir ve kulaklarıyla de işitebilir. Güya on hakiki müttehid adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda kıymeti ve kuvvetleri vardır.”
Bu seslenişin bize verdiği mesaj; Müslümanların yığınlar hâlinde kalabalıklar değil, kalpleri birbirine kilitlenmiş, sistemli cemaatler olması doğrultusundadır. Öyle ki, dünyanın bir ucundaki mü’minin ayağına batan dikenin acısı, diğer ucundaki mü’minin kalbini sızlatsın.
Evet, bahtiyar odur ki; Kevser-i Kur’ânî’den süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.
İslâm Kardeşliği
İslâm kardeşliği, aynı dine mensup olmanın insana kazandırdığı şeref ve mesuliyetler manzumesidir. Bu şerefi taşımanın bedeli; kardeşler arasındaki vazifelerin yerine getirilmesi, haklara riayet edilmesi ve hattâ nefsin uhuvvet-i İslâmiye içinde kaybedilmesidir. Ene’nin nahnü’ye inkılabı yani bencillikten kurtulup cemaat şuuruna erişilmesidir. Peki, bir Müslümanın bu şuura ulaşmada düsturu ne olmalıdır? İşte, bunun formülü: “Fena fi’l-İhvân”.
Üstad, bu formülü şöyle izah etmekte ve demektedir ki: “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde ˜fena fi’ş-şeyh, fena fi’r-resûl’ ıstılahatı vardır. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte ˜fena fi’l-ihvan’ suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna ˜tefâni’ denilir. Yani: birbirinde fani olmaktır. Yani kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyet ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır.”
“Mesleğimiz “haliliyye” olduğu için, meşrebimiz “hillet”dir. Hillet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.”
Evet, elbette, İlahî vahyin nurundan kaynaklanan, imanın çiçekleriyle bahara eren, fani olan insanın bekaya ulaştıran böyle bir dostluk dünya ve âhirette diğer dostluklarla kıyas bile kabul etmez. “O gün takva sahipleri hariç, bütün dostlar birbirine düşmandır.” (43, Zuhruf:67) Zira dünya için dost olanların dostluğu dünyada kalır. Hatta bazen dünyada bile devam ettirilmez böyle dostluklar. Ama Allah için olan dostluklar hem dünyada hem de âhirette devam eder. İmanın insana bahşettiği güzelliklerden biri de; fena ile beka arasındaki köprüyü muhkemleştiren, mü’minler arasındaki hâlisane dostluktur. O mü’minler ki; yalnız Allah için sever ve yalnız Allah için buğzederler. Ve kıyamet gününde Yüce Mevla’mız, işte bu ölçülere uygun bir dostlukla dünya hayatını tanzim eden ve daha henüz dünyada iken âhiretini hazırlayan mü’minleri şöyle müjdelemektedir: “Ey kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.” (43, Zuhruf:68).
Bu mukaddes müjdenin hatırına değmez mi şu kısa âlemde kardeşlerimizden gelen bazı kederlere göğüs germek… Değmez mi, onlarda gördüğümüz bir yanlışı düzeltmek için zaman harcamak… Değmez mi, asli hedefe giden yolda önemsiz rekabetlerden vazgeçmek… Bin kere değer. Bediüzzaman’ı dinleyelim: “Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet ve uhuvvetin sırrı: Şahsiyetini kardeşler içinde fani edip, onların nefislerini kendi nefislerine tercih etmek olduğundan mabeynimizde bu nevi hubb-u cahdan gelen rekabet tesir etmemek gerektir.”
Çünkü imanın kalbe hayat vermesi gibi, İslâm kardeşliği de topluma hayat bahşetmektedir. Fena fi’l-ihvân’ı bir hayat düsturu olarak gösteren Üstad; bu düsturu canlı tutmakta, kardeşler arasındaki dayanışmanın önemini şu cümleleriyle belirtmektedir:
“Hayat vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, manevî hayatta gider. ˜Birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz elden gider’(8, Enfal:46) nazm-ı İlahîsinin işaret ettiği gibi, tesanüd bozulsa, cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa, kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile yazılsa, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi üç dört hâdim-i hak ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mal olmamak cihetiyle, üç dört adam kadardır. Eğer hakiki bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefanî sırrıyla hareket etseler, o dört adam dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.”
Kardeşliğe Dikkat Edelim
Birlikte olmakla ayrı ayrı olmanın arasındaki fark herkesçe malumdur. Fakat ne var ki, bilmekle amel etmek aynı değildir. Mü’minler birbirlerine yardım etmenin, iş bölümü yaparak hizmette yarışmanın, hak olan çizgide dayanışmanın, şahsî menfaatler için asla ayrılmamanın lüzumunu bilirler. Ama bunu ifa etmeleri, tefrikadan nasıl korunacakları konusunda doğru tespitlerde bulunup isabetli kararlar vermeleri o kadar kolay değildir. İmana mukabil nefsin, dünya hevesinin ve şeytanın desiselerine kapılmadan hareket etmenin sırrına ermek de gerekir. Bu sır; nefsin yerine kardeşini, rekabetin yerine ihlâsı, dünya hevesi yerine âhiret saadetini koymaktır ki, Bedîüzzaman bunu bize şu şekilde anlatmaktadır:
“Kardeşlerinizin nefislerini, nefsinize -şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde- tercih ediniz.” Bir başka yerde şöyle der:
“Sakın birbirinize tenkid kapısını açmayınız! Tenkid edilecek, kardeşlerinizden hariç dairede, çok var. Ben, nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum; siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. deta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz.”
Yine o; kardeş olmanın dünya ve âhiret mutluluğuna ve hayatın mânâ kazanmasına vesile olacağı gerçeği üzerinde durmakta, hattâ bunu zarurî görmektedir. Birlik ve beraberlik duygusunun temin edeceği kuvvet ve zaferin; Allah’a iman ve Kur’ân’a bağlılıktan kaynaklanan din kardeşliği ile ebedîleşeceğine inanmaktadır. Allah’a imanla elde ettikleri kardeşlik nimetinin şükrünü de riyânın vasıtalarından sıyrılıp “fenâ fi’l-ihvan” ile edâ etmelerini öğütlemektedir:
“…Ene’yi nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevisinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri; ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resûl ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, ehl-i hakikatin riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.”
“Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan aranızda uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.”
Çünkü Müslümanların “Hâlikı bir, Râzıkı bir, peygamberi bir, dini bir, kıblesi bir, kitabı bir, vatanı bir”dir. Bütün bunlar yan yana olmayı gerektirir karşı karşıya olmayı değil.
“Elhasıl: İttifakta kuvvet var. İttihatta hayat var. Uhuvvette saadet var. İtaat-ı hükümette selâmet var. Hablü’l-metîn-i ittihada ve şerit-i muhabbete (yani birliğin kopmaz ipine ve sevgi bağına) sarılmak zaruridir.”
Kardeşlik Zaruridir
Buna binaen İslâm düşmanları tarafından sarılmış bulunan Müslümanların tarafgirlik ve ayrılığa sebep olan menfî milliyet düşüncesinden, kâfirlere karşı fikir birliğini ve müşterek kardeşlik anlayışını ihya etmek gerekir. Bu da İslâm adıyla bir araya gelen Müslümanların arasına kâfirler tarafından sokulan dil, din, ırk, mezhep, renk ve milliyet farklılığı çeşitli oyunlarına karşı daha uyanık olmayı elzem kılar. Hâl böyle iken Bediüzzaman’ın: “Ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner ve az bir kuvvetle ezilebilirsiniz” uyarısını göz ardı etmenin ne büyük bir gaflet olduğunu söylemeye hacet yok. Hem üstelik sadece gaflet değil felâkettir de. “Şimdi, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felakettir ki, tarif edilmez.” Bu felaketten kurtulmanın tek yolu ise; medeniyetin hedefi olarak İslâm medeniyetini kabul edip, bütün Müslümanların bu hedefe doğru yek vücut halinde koşmaktır. Dinimizin va’d ettiği medeniyetin Batı medeniyetinden ne kadar uzak olduğundan haberdar olmak ve daima bu bâtıl medeniyet oyunlarına karşı uyanık bulunmaktır. Çünkü yarınlar ancak uyanık gözlerin hakkıdır. Bu fikrin ihyasına çalışan Bediüzzaman, işte bu iki medeniyetin farkını şöyle izah etmektedir:
“…Kâfirlerin medeniyeti ile mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark: Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, batını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me’nus sireti ma’kus bir şeytandır.
İkincisi, batını nur, zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sureti muavenet, sireti şefkat, cazibedar bir melektir.
Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü iman bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeşler addediyor”
“Küfür ise, öyle bir bürudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebilik tohumu ekiyor. Ve her şeyi her şeye düşman yapıyor.”
Halbuki bizim “husumete vaktimiz yoktur” , “muhabbet adavete zıttır” ve “… bizim cemaatimizin meşrebi muhabbete muhabbet ve husumete husumettir.”
Sünnîlik-Alevîlik’e Dair
İslâm âleminde özellikle Sünnîlerle Alevîler arasına sokulan tefrikanın, mezhep farklılığını körükleyerek kanlı çatışmalara kadar götüren esas düşmanın bu tefrikadan istifade ederek her iki tarafı kendisine kul etmeyi plânladığını açıklayan Bedîüzzaman, bu iki guruba seslenerek diyor ki:
“Ey ehl-i hak olan Ehl-i sünnet ve cemaat! Ve ey l-i Beytin muhabbetini meslek edinen Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birbirinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek.”
Sonuç Olarak
Öyleyse, İslâm dairesi içinde, hangi meşrepte olursa olsun, sevgi, kardeşlik ve ittifaka sebep olacak pek çok ortaklığımız bulunduğunu düşünerek hareket etmek zorundayız. Müslümanları küfrün baskısından ancak müspet hareketin, müspet milliyetin ve ehl-i hakla ittifakla Müslümanlar arasında bir şahs-ı manevî oluşturacağını vakit geçmeden anlamalı, bunun için nefsimizi hissiyata kurban etmeyip ihlası şiar edinmeliyiz.
Yakınlaşmayı, kardeş olmayı emreden, ayrılığı ve parçalanmayı yasaklayan dinimiz tevhid dinidir, vahdet dinidir. Ayrı ayrı parmaklar gibi durup aramızda yabancı ve tehlikeli rüzgârların esmesine izin vermemeliyiz. Aksine bugün, ‘kurşunla perçinlenen bir duvar gibi’ dostu düşmanı ayırabilecek anlayış yüceliğine ermeliyiz. Müslümanlar, ancak böylece gerek fert ve gerekse toplum olarak şefkat ile şiddeti yerli yerince ve yeterince kullanabileceklerdir. Ancak o zaman “Onlar kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidirler” (48, Fetih, 29) âyet-i kerimesinin, ve “Müminler, birbirini destekleyip kuvvetlendirmede bir binanın elemanları gibidir” hadis-i şerifinin gerçek anlamına nüfuz edilebilecektir.
Kardeşlerim, gelin, çağın en ziyade kanayan şu tefrika yarasını muhabbete, uhuvvete ve ittifaka çağırarak sarmaya çalışan Bediüzzaman’ın da bu güzel, bu tatlı, bu kıymetli merhemini kabul edelim ve tıpkı onun gibi can ü gönülden diyelim ki:
“Ya Erhame’r-Râhimîn, meded! Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat, muhabbet, uhuvvet ve şefkatle doldur.” (Amin)
Ayşe Hümeyra