Bizleri, kendisi için sevdiğini kardeşi için de seven Müminler haline gelelim diye Müminlerin kalplerini birbirine ısındıran âlemlerin Rabbine hamd-u senalar olsun.
المؤمن للمؤمن كالبُنيان، يشُدُّ بعضه بعضًا
“Mümin, Mümin için, birbirini kuvvetlendiren bir bina gibidir.” buyuran Efendimiz Muhammed SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’e salât ve selâm olsun.
Bugünlerde Müslümanların başındaki en büyük musibet, İslâmî uyanıklıktan yoksun olmalarıdır. Zira bu mahrumiyet onları, Kâfir Batı’nın kendilerini kirletmesine, kokuşmuş Demokrasi fikrini taşımasına ve kolay bir lokma halinde yutturmasına kapı aralamıştır. Böylece pek çok Müslüman, Demokrasiyi hastalıklarının ilacı ve tek çözümü olarak görmeye başlamışlar, başka bir alternatif aramaz, gösterilse de kabul etmez olmuşlardır. O kadar ki “İslâm Demokrasidendir” veya “Demokrasi İslâm’dandır” diyecek kadar ileri giden Müslümanlar ortaya çıkmıştır.
Somut gerçek şu ki, Batılıların hayata bakış açısının üzerine oturduğu temel, menfaattir ve onlara göre toplum, fertlerden müteşekkildir. Dolayısıyla aralarındaki ilişkiler, menfaatçilikten başka bir şeye dayanmaz ve Müslümanların arasında bulunan muhabbet, merhamet, rahmet, şefkat, komşuluk ve akrabalık ilişkileri onlar arasında bulunmaz. Zira Demokrasinin kutsallaştırdığı bireysel özgürlük, başkalarının özgürlüğüne dokunmamak koşulu ile ferde dilediğini yapma özgürlüğü tanır ve hiçbir kimsenin etrafındakilere ma’rûfu emretmesi veya münkerden nehyetmesi diye bir şey söz konusu olmaz. Bu da bu sözde “özgür” fert için oldukça tehlikeli ve vahim bir durumdur. Örneğin küçük bir çocuğu aldığımızı, bir ormana bıraktığımızı, dilediğini yapabilecek şekilde “özgür” olduğunu söyleyip orada terk ettiğimizi düşünelim! Hiç şüphesiz o, kendisini doğru yola erdirecek, yönlendirecek, uyaracak, dahası tehlikeye maruz kaldığında ikaz edecek ve engelleyecek başka birisine muhtaç olmasından dolayı kaybolacak, asla doğru yolu bulamayacaktır.
İnsan da böyledir. Bu dünya hayatında Hakîm ve Habîr olan ALLAH’ın yönlendirmesi olmadan yaşaması halinde dalâlete düşmeye, helak ve bedbaht olmaya maruz kalır. ALLAH Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى
Kim de Benim Zikrimden (hidayetimden) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, Kıyamet Günü kör olarak haşredeceğiz. (Tâ-Hê 124) Ve şöyle buyurmuştur:
وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئاً وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ، وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئاً وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ، وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Olur ki siz bir şeyi kerih görürsünüz, ama o sizin için hayırdır ve olur ki siz bir şeyden hoşlanırsınız, ama o sizin için şerdir. Şüphesiz ALLAH bilir ve siz bilmezsiniz. (el-Bakara 216) Ve şöyle buyurmuştur:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الْفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ
Ey İnsanlar! ALLAH’a muhtaç olan sizlersiniz. ALLAH ise, Ğanî’dir, Hamîd’dir. (el-Fâtır 15)
İslâm; tüm insanlığı, kula kulluktan, kâinatın, hayatın ve insanın Yaratıcı, Raûf-ur Rahîm ve Hakîm-ul Habîr olan ALLAH’a kulluğa davet eder. Demokrasi ise hiçbir yönlendirme, rehberlik ve işaret olmaksızın insanı yapayalnız ferdî özgürlükler ormanında terk eder, böylece helâke ve bedbahtlığa maruz bırakır. Dolayısıyla onlar nazarında insanın tek derdi, çevresinde olup bitenlerden bîhaber, kendisinden başkasını düşünmeyen, bencilleştirilen, haklarının gasp edilmesine göz yuman, vurdumduymaz ve yaşamını menfaat ekseninde sürdüren tükenmiş varlıklar haline dönüştüren özgürlüklerin garanti altına alınmasıdır.
Biraz düşünüldüğünde, insanın rahat, serbest ve mutlu kılacak gibi görünen bu vakıa, aslında onun yok oluş ve tükeniş vesilesidir. Bundan daha tuhaf olan; Müslümanların genel sorumluluklarını, dayanışmayı, merhameti, nasihatleşmeyi, muhasebeyi ve zalime engel olmayı içeren İslâm gibi muazzam bir hayat nizâmına sahip oldukları halde, kokuşmuş küfür sistemlerinin akıntısına kapılmış olmalarıdır. Oysa ALLAHu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ، كَانُواْ لاَ يَتَنَاهَوْنَ عَن مُّنكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ
İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendi. Onlar, işledikleri münkerden birbirlerini nehyetmezlerdi. Andolsun yapmakta oldukları ne de kötüydü! (el-Mâide 78-79) Bu ayet, son derece ağır bir ayettir; çünkü lanete müstahak olmalarını, birbirlerini münkerden nehyetmeyi terk etmelerine bağlanmıştır.
Yine ALLAH Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
فَلَمَّا نَسُواْ مَا ذُكِّرُواْ بِهِ أَنجَيْنَا الَّذِينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّوءِ وَأَخَذْنَا الَّذِينَ ظَلَمُواْ بِعَذَابٍ بَئِيسٍ بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ
Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten nehyedenleri kurtardık, zulmedenleri de fâsıklık yapmalarından ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık. (el-A’râf 165) Bu ayet ile de kötülükten nehyettikleri için ALLAHu Teâlâ’nın kendilerini kurtardığı ve bunu yapmayanları da şiddetli bir azaba çarptırdığı açıklanmıştır.
Yine Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
كلا والله لتأمُرُنّ بالمعروفِ، ولتنهونّ عن المنكرِ، ولتأخذنّ على يدي الظالم، ولتأطرنّه على الحق، ولتقصرنّه على الحق قصرًا، أو ليضربنّ اللهُ بقلوب بعضكم على بعض، وليلعننّكم كما لعنهم
“VALLAHi hayır! Ya ma’rûfu emredip münkerden nehyeder, zalimin elinden tutup (zulmünden engelleyip) onu hakka yöneltirsiniz veya onu hak ile sınırlandırırsınız yahut da ALLAH, kimilerinizin kalplerini kimilerine çarpar ve onlara lanet ettiği gibi size de lanet eder.” (et-Tirmîzî tahriç etti)
Evet, bir Müslüman etrafındaki kimseleri önemsememesi ve onlarla ilişkisini kesmesi halinde salâhı ikame etse de, savmı tutsa da bütün kötülüklerden korunmak için evinin kapısını dış dünyaya kapatarak uzlete çekilse de, lânete müstahak olur. Şüphesiz ALLAH, Müslüman’a hem ma’rufu yapmakla kalmayıp başkasına emretmesini farz kılmış, hem de münkeri yapmamakla kalmayıp başkasını nehyetmesini de farz kılmıştır.
Bugünlerde Müslümanlar, gerek akliyet açısından fikrî bir kaos, gerekse nefsiyet açısından duygusal bir kaos içerisinde yaşamaktadırlar. Dolayısıyla Müslümanlar, bu dünya hayatındaki varlık gayelerini anlamaz, gereğince hareket etmez oldular. Oysa Müslüman’ın vakıası, لا إله إلا الله، محمد رسول الله şehadetine iman eder etmez, bu dinîn üzerine yüklediği varlık gayesini omuzlarına almış olmasını gerektirir. Sahabe Rıdvânullahi Aleyhim’in yaptığı da buydu zaten. Zira Efendimiz Ebû Bekr RadiyALLAHu Anh’in meşhur örneğinden hepimizin bildiği gibi, onlardan biri İslâm’a iman eder etmez, İslâm Daveti’ni yüklenir ve insanları ona çağırırdı. Ne zaman ki Müslümanlar, İslâm Daveti yükümlülüğünü, imamlara ve hatiplere hasrettiler, işte o zaman İslâmî Toplum, âdeta kiliseci ve ruhbancı bir topluma dönüştü. Böylelikle Ümmet içerisinde bir bölünme yaşandı; İslâm’ı anlatmakla görevlendirilenler topluluğu ve İslâm adına hiçbir şey bilmeyen cahiller topluluğu. Görevli topluluğun bir kesimi, sanki din sırf kendi tekellerindeymiş gibi, İslâm ve Müslümanlar adına tavsiyeler, nasihatler, fetvalar ve vaazlar vermeye başladılar.
Oysa İslâm’ın tatbik ve davet sorumluluğu her Müslüman’ın sorumluluğudur. Müslüman, ferdî ibadetlerini yapmakla kalır, çevresindeki insanlara bakmayı terk eder, onları ihmal eder, ilişkilerini koparır, toplumsal olaylar karşısında vurdumduymaz davranır, kendisini iç dünyası ile sınırlandırırsa, hem kendisini hem de çevresini helâke sürüklemiş olur. Zira İslâm, ilk günden beri, bencillik ve ferdiyetçilik ile mücadele etme, toplumun binasını yardımlaşma, dayanışma, kaynaşma, birlik-beraber, hayra davet, mâ’rufu emretmek ve münkerden nehyetler üzerine inşa etmiştir. Böylece toplumu bozulmaktan veya yozlaşmaktan kurtarmayı garantilemiş ve ALLAHu Subhanehû’nun rızasını arzulayarak ma’rûfu emredip münkerden nehyeden salih ve muhlis kimseler, toplum içerisinde etkin ve yetkin kimseler olmuşlar, dolayısıyla da batılın sesi alçalmıştır.
O nedenle bir Müslümanların, geceleri kaim, gündüzleri sâim olsa bile, sırf kendisini düşünerek toplumdan el-etek çekmesi, “bu toplum İslâm’a kopmuş, onlara bulaşırsam ben de onlar gibi olurum” demesi, “cahillerle uğraşacağıma kendimi ilme veririm” demesi, toplumu hor görmesi, insanların dertlerini dinlemeye tenezzül etmemesi, “o kadar anlattık, anlamıyorlar, bunlar geri zekâlı” demesi, mesul olduğu daveti insanlara taşımaktan yorulması, bıkması veya terk etmesi… bütün bunlar bir Müslüman’a caiz olmaz. Ebu Bekr RadiyALLAHu Anh irad ettiği bir hutbesinde şöyle diyordu:
“Ey insanlar, sizler hem şu ayeti okuyorsunuz, hem de hilâfına tevil ediyorsunuz:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ عَلَيْكُمْ أَنفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُم مَّن ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ
Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size hiçbir zarar vermez. (el-Mâide 15)
Yine Cerîr İbn-u Abdullah RadiyALLAHu Anh’in Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’i şöyle derken işittiği rivayet edilmiştir:
ما من رجل يكون في قومٍ يعمل فيهم بالمعاصي يقدرون على أن يغيّروا عليه، ولا يغيّرون، إلاّ أصابهم الله منه بعقابٍ قبل أن يموتوا
“Değiştirmeye muktedir oldukları halde değiştirmedikleri masiyetlerin işlendiği bir toplum içerisinde bulunan hiçbir kimse yoktur ki bu sebeple ölmeden önce ALLAH’ın ikâbı onlara isabet etmiş olmasın!” (Ebû Davud, İbn-u Mâce ve Sahîh’inde İbn-u Hibbân rivayet etti)
O halde İslâm’da, Müslüman’ın ihmal etmesi caiz olmayan genel farzlar ve yükümlükler vardır. Her kim bir münker görürse onu, gücü yetiyorsa eliyle, buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirmesi, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetmesi, üzerine farz-ı ayndır. Bunların hiç birini yapmadığı takdirde artık hardal tanesi kadar imana sahip değildir. Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
من رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ وَذَلِكَ أَضْعَفُ الإيمَان
“Sizden her kim bir münker görürse onu eli ile değiştirsin. Gücü yetmezse dili ile, gücü yetmezse ona da kalbi ile (buğzetsin). Bu ise imanın en zayıfıdır.” (Muslim rivayet etti) Bu hadis, münkeri değiştirmeye ve reddetmeye yönelik şiddetin, imanın gücüne ve kudretine göre olacağını göstermektedir. Dolayısıyla nefislerdeki iman koru söndükçe ve münkeri değiştirmeye faydası olmayacak mazeretlere tevessül edildikçe, kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan herkesin münkeri reddetme biçimleri aşama aşama birbirini takip eder.
Demek ki mesele, hem sağlam bir şekilde iman ile alâkalıdır, hem de kuvvet ve zaaf bakımından onunla orantılıdır. Nitekim Ebu Sa’îd el-Hudrî’den Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
لا يَحْقِرَنَّ أَحَدُكُمْ نَفْسَهُ أَنْ يَرَى أَمْرًا لِلَّهِ عَلَيْهِ فِيهِ مَقَالا، ثُمَّ لا يَقُولُهُ، فَيَقُولُ اللَّهُ: مَا مَنَعَكَ أَنْ تَقُولَ فِيهِ؟ فَيَقُولُ: رَبِّ خَشِيتُ النَّاسَ! فَيَقُولُ: وَأَنَا أَحَقُّ أَنْ يُخْشَى
“Sizden biriniz, hakkında bir şey söylemesi ALLAH’ın onun üzerinde hakkı olduğu bir şey görüp de söylemeyerek kendisini tahkir etmesin. Zira ALLAH der ki: “O şey hakkında bir şey söylemeni engelleyen neydi?” (O kimse) der ki: “İnsanlardan korktum Rabbim!” (ALLAH) da der ki: “Şüphesiz Ben, korkulmaya daha müstahakım!”
Yine Âişe RadiyALLAHu Anhâ’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
وعَنْ عَائِشَةَ رضي الله عنها قَالَتْ: دَخَلَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَعَرَفْتُ فِي وَجْهِهِ أَنْ قَدْ حَفَزَهُ شَيْءٌ فَتَوَضَّأَ ثُمَّ خَرَجَ فَلَمْ يُكَلِّمْ أَحَدًا فَدَنَوْتُ مِنْ الْحُجُرَاتِ فَسَمِعْتُهُ يَقُولُ: “يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ يَقُولُ: مُرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَوْا عَنْ الْمُنْكَرِ مِنْ قَبْلِ أَنْ تَدْعُونِي فَلا أُجِيبُكُمْ وَتَسْأَلُونِي فَلا أُعْطِيكُمْ وَتَسْتَنْصِرُونِي فَلا أَنْصُرُكُمْ
“Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem (içeri) girdi, yüzünde O’nu bir şeyin telaşlandırdığını gördüm, sonra vuduu aldı, sonra kimseyle konuşmadan dışarı çıktı. Odalardan kulak misafiri oldum ve şöyle dediğini işittim: “Ey İnsanlar! ALLAH Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: “Bana dua ettiğiniz halde icabet etmeyeceğim, dilediğiniz halde vermeyeceğim, nusret istediğiniz halde nusret vermeyeceğim (zaman) gelmezden evvel, ma’rûfu emredin ve munkerden nehyedin!’” (muslim)
Yine Nebî SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
والذي نفسي بيده لتأمرنّ بالمعروف ولتنهونّ عن المنكر أو ليوشكنّ الله أن يبعث عليكم عقابا من عنده ثم لتدعنّه فلا يستجاب لكم
“Nefsimi elinde tutan (ALLAH’a) yemin olsun ki ya ma’rufu emreder ve münkerden sakındırırsınız yahut ALLAH, üzerinize katından bir ceza göndermesi muhakkak yakındır. Sonra O’na dua edersiniz ama (artık) size icabet edilmez.” (muslim)
Şayet Müslümanlar bu hadislere muttali olsalardı uzun senelerce ALLAH’ın neden dualarına icabet etmediğini sormazlar ve dualarına icabet edilmemesinin nedeninin, ma’rûfu emredip münkerden nehyetme karşısında sessiz kalmaları olduğunu anlarlardı! İşte bu son hadis, bu zamanda zorunlu olarak her Müslüman’ın sorduğu “Dua ettiğimiz halde neden icabet edilmiyor” şeklindeki soruya cevap vermektedir.
Ma’rûfu emretmek ve münkerden nehyetmek, Müslümanları diğer insanlardan ve topluluklardan farklı kılan bir özelliktir. Kur’an-il Kerim’i ve Mustafa SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’ni inceleyen görür ki bu, musibetler ve sıkıntılar ne kadar artarsa artsın, baskılar ne kadar şiddetlenirse şiddetlensin, İslâmî Ümmet’in hiçbir şekilde terk etmemesi ve yoksun kalmaması gereken bir seciye olduğu kadar, her koşulda tüm Müslümanlar için vazgeçilmez bir karakter ve vasıf olmalıdır.
Ma’rûfu emretmek ve münkerden nehyetmek, hem İslâm kalesinin korunduğu bir kaidedir, hem de İslâm’ın tatbikinin bir güvencesidir. Nitekim Sahih-il Buhârî ve Sahih-i Muslim’de Nebî SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
مَثَلُ القَائِمِ عَلَى حُدُوْدِ اللهِ والوَاقِعِ فِيْهَا كَمَثَلِ قَوْمٍ اسْتَهَمُوا عَلَى سَفِيْنَةٍ فَأَصَابَ بَعْضُهُمْ أَعْلاَهَا وبَعْضُهُمْ أَسْفَلَهَا، فَكَانَ الَّذِينَ في أَسْفَلِهَا إذَا اسْتَقَوْا مِنَ المَاءِ مَرُّوْا عَلَى مَنْ فَوْقَهُمْ، فَقَالُوْا: لَوْ أَنَّا خَرَقْنَا في نَصِيْبِنَا خَرْقَاً ولَمْ نُؤْذِ مَنْ فَوْقَنَا، فَإِنْ تَرَكُوْهُمْ وَمَا أَرَادُوْا هَلَكُوْا جَمِيْعَاً، وَإِنْ أَخَذُوْا عَلَى أَيْدِيْهِمْ نَجَوا ونَجَوا جَمِيْعَاً
“ALLAH’ın hadleri üzere kaim olanların ve içerisinde bulundukları vakıanın misali, bir gemi üzerinde kura çeken bir kavmin misalidir. Nitekim (kura sonucu) bazılarına (geminin) üst katı, bazılarına da alt katı isabet eder (çıkar). Suya susadıkları zaman, (yukarı çıkmak için) üsttekilerin arasından geçmek zorunda olan alttakiler, “üstümüzdekilere eziyet vereceğimize, bir delik açıp yerimizi delelim” derler, (üsttekiler de) onları (kendi hallerine) terk ederlerse, hep birlikte helâk olurlar. (Engellemek için) ellerinden tutarlarsa kurtulurlar, hep birlikte kurtulurlar.” (muslim) Bu hadiste, özelin günahı ile genelin cezalandırıldığı, ma’rûfu emretmenin ve münkerden nehyetmenin terki ile cezaya müstahak olunduğu ifade edilmektedir.
Şüphesiz ALLAH, İslâmî Ümmet’i insanlar için çıkartılmış en hayırlı Ümmet olarak vasıflandırmıştır; çünkü o, ma’rûfu emredip münkerden nehyeden ve ALLAH’a iman eden bir Ümmet’tir. ALLAHu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ
Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı Ümmetsiniz. Ma’rufu emredersiniz, münkerden sakındırırsınız ve ALLAH’a iman edersiniz. (Âl-i İmran 110) Bu, ALLAH’ın Mümin kulları için murat ettiği bir sıfattır ve Müslümanlardan talep, bunların gereği olan daimi amelleri kesintisiz sürdürmeleridir. Nitekim ALLAHu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ، وَأُوْلَـئِكَ مِنَ الصَّالِحِينَ
Onlar, ALLAH’a ve Ahiret Günü’ne iman ederler; ma’rûfu emrederler, münkerden nehyederler ve hayırlara koşuşurlar. İşte onlar, salih kimselerdendirler.” (Âl-i İmran 114) Ve şöyle buyurmuştur:
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيم
Mümin erkekler ve Mümine kadınlar da birbirlerinin velileridirler. Onlar mâ’rufu emrederler, münkerden nehyederler, salâhı ikame ederler, zekâtı verirler, ALLAH’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte ALLAH, onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ALLAH Azîz’dir, Hakîm’dir. (et-Tevbe 71)
Ma’rûfu emretmek ve münkerden nehyetmek, her ma’rûfun emredilmesi ve her münkerin de nehyedilmesi demektir. Ma’rûfu emretmek ve münkerden nehyetmek, emreden ve nehyeden kimsenin, hem ma’rûfu hem de münkeri bilmesini gerektirir. Aksi takdirde cehaletinden dolayı münkeri emredebilir ki münker haramdır. Haram ise, Kitap veya Sünnet’in haram olarak beyan ettikleri veya Kitap ve Sünnet’in irşat ettiği Şer’î delil kaynaklarından sahih içtihat yoluyla haram olduklarına ilişkin delillerden istinbat edilen hususlardır.
Belirttiğimiz gibi, ma’rûfu emretmek ve münkerden nehyetmek emrinin muhatapları, gerek özel açıdan, gerekse genel açıdan tüm Müslümanlardır. Aksine bir emare mevcut değildir. Nitekim Sahabe Rıdvânullahi Aleyhim’in kitlesi, gerek şairler ve edebiyatçılar gibi özel kimseler olsun, gerek iş, makam ve mevki sahibi kimseler olsun, gerekse avamdan, hizmetçilerden ve kölelerden olan kimseler olsun, Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’e iman ve O’na dostluk eden herkesi içermiştir. Onların hepsi, hem Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem’in Sahabesi idiler, hem de O’nun ve risaletinin ekseninde kitleleşmiş idiler. Onlar sırf bu kitleleşme ile özel kimseler haline geldiler ve bu şerefli konuma nail oldular. Rasulullah SallALLAHu Aleyhi ve Sellem ise, ma’rûfu emredip münkerden nehyettiğinde ma’rûfu açıklayarak mükemmelliğini beyan ederken münkeri eleştirir, bozukluğunu da ortaya koyardı. Sırf putlara ibadeti nehyetmekle, salâhta ve siyamda ALLAH’a kulluğu emretmekle sınırlı kalmayıp hem salâhta, hem siyamda, hem zekâtta, hem cihadda, hem alışverişte, hem malların dağıtımında, hem çoğaltılmasında, hem de mülk edinmesinde ALLAH’a kulluk etmelerini emrederdi. Dolayısıyla hayatın tüm işlerini ALLAH’a kulluk temeline oturtur, bir kısmını alıp başka bir kısmını terk etmezdi, bilakis her işi hakkıyla ve ALLAH’ı razı etmek gayesiyle yapardı.
Yine Aleyhi’s-Salatu ve’s-Selam ne insanların duygularını okşamayı, ne onları hoşnut etmeyi, ne de onların desteklerini kazanmayı amaçlamıştır. Aksine insanlar hoşlansınlar ya da hoşlanmasınlar, emrolunduğu şekilde kendisine emredilen hakkı izhar eder ve batılı yerden yere vururdu. Çünkü Aleyhi’s-Salatu ve’s-Selam, sırf insanları çevresinde toplamak için risaleti yüklenmedi. Bilakis daveti-risaleti yüklenmesi, insanların davetin metodu gereğince bir araya gelmelerini ve davete bütünüyle boyun bükmelerini esas almıştır. Dolayısıyla kendisini insanlara uyarlamamış, bilakis insanların, getirdiği davete uyarlanmalarına çalışmıştır. Öyle de olmuştur zaten.
O halde yeniden insanlar için çıkartılmış en hayırlı Ümmet olmayı istiyorsak, özel olarak Müslümanların, genel olarak daveti taşıyanların, ALLAH için hiçbir kınayıcının kınamasından ve hiçbir zalimin zulmünden korkmaksızın ma’rûfu emretmek ve münkerden nehyetmek ekseninde azim ve sebat göstermesi, kesintisiz bir biçimde bu sıfat ile vasıflanmaları kaçınılmazdır, yalnızca ALLAH’ın rızasını ve yardımını arzulayarak; nizâmın, toplumun ve insanların tepkisi ne olursa olsun!
YASIN YAVUZ