Takva; korunma, sakınma demektir. Yüce Yaratıcı’sına sığınıp teslim olarak her türlü günahlardan korunmanın niyet ve gayreti içine girmektir. Cenâb-ı Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanabilmek için, O’nun himayesine girerek emirlerine sımsıkı sarılmak ve yasaklarından da sakınmaktır. Takva sahipleri; Allah’ın Resul’ünü örnek alarak, ibadeti ve insanlara hizmeti Muhammedî şefkat anlayışı ile yaparlar. İmanda, ibadette ve hareketlerde mükemmellik sergiler. Böyle bir gayret içinde olan mü’minler, nefislerini kötü sıfatlardan arındırarak, Yüce Yaratıcı’nın istediği ilahi sıfatlardan oluşan takva elbisesi giyerek kemale erer ve takva sahibi kul olma mutluluğuna erişirler. A’raf 7/26 : «Ey Ademoğulları (kadınlar ve erkekler)! Size ayıp yerlerinizi örtecek örtü ve bir de süs elbisesi indirdik. Fakat TAKVA ELBİSESİ hepsinden hayırlıdır.» Takva elbisesi giyenler Yüce Yaratıcı’nın en çok sevdiği kullarıdır, kurtuluşa erenler onlardır, cennet onlar için hazırlanmıştır. Hucûrat 49/13 : «… Muhakkak ki, Allah yanında en değerli olanınız, takvaca en ileri olanınızdır…» Yüce Allah; dostluğuna ve sevgisine erişilebilmesi sırrını, Yûnus 10/63 ayeti ile şöyle vermektedir :« (Allah’ın dostları veliler)İman edip de takvaya sarılmış olanlardır. »Şu halde erişilecek ilâhî yol a) Allah’a iman ve b) Takvadır.
A) ALLAH’A İMAN
Hucûrat 49/7 : «… Allah, İMANI size sevdirmiş ve onu gönüllerinizde süslemiştir.» İman; sezgiye, hissedişe dayalı bir sevgi olayı, Yüce Allah’ın verdiği eşsiz bir yaratılış duygusudur. İnsanlara doğuştan verilen iman sırrına, akıl çizgisinin ötesinde ancak gönül ile ulaşılabilir. Başka bir deyişle iman, Yüce Yaratıcı’yı minnet ve şükran duyguları ile sevmektir. İman nimeti, kulun Allahü Teâlâ’ya yönelerek gönlündeki iman ışığının yanması ile başlar ve Cenâb-ı Allah’ın da bu sevgi cereyanına cevap vermesi ile tamamlanır. Yûnus10/100 : «Allah’ın izni olmadıkça hiçbir nefsin iman etmesi mümkün değildir… »Minnet ve şükran duyguları ile Yüce Yaratıcı’sına sığınıp teslim olan insan, Allahü Teâlâ’nın cevabî ışığı ile imana kavuşur. İmanda ilk ışık, doğuştan kendine verilen Rab’bini bilme özelliğinden dolayı kuldan gelmektedir. İmana kavuşma ile o insan için kurtuluşun başlangıç yolu açılmış, Cenâb-ı Allah’ın lütfuna ve sevgisine erişmiştir. Enfâl 8/2:İnanmış olanlar o kişilerdir ki, Allah anıldığında yürekleri ürperip titrer ve onlara Allah’ın ayetleri okunduğunda, bu onların imanlarını arttırır. Ve onlar yalnız Rablerine güvenip dayanırlar. Kalpten gelen iman duygusunu, gözle görüyormuş gibi içtenlikle kabul etmek ve dil ile de açıklamak esastır. Bakara 2/177 : « …Zafer ve mutluluğa ermek, o kişinin hakkıdır ki Allah’a, Ahiret Günü’ne, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır… Takva sahibi ancak onlardır.»
B) TAKVA
A’raf 7/26 : «…TAKVA ELBİSESİ hepsinden hayırlıdır.» Cenâb-ı Allah’ın halife olarak yarattığı insandan istediği en erdirici kulluk görevi; takva sıfatlarından oluşan takva elbisesi giymesidir. Yüce Allah’ın en çok sevdiği kul olan takva sahiplerinin sıfatları nelerdir? Hangi özelliklerle insanlar Allah katında yücelebilmektedir? Kur’ân’da; takva sıfatlarına sahip olunabilmesi için, yaklaşık on temel ibadet emri verilmiştir : 1) İnfak ve Sevgi, 2) Namaz, 3) Zekât, 4) Af Edici ve Dileyici Olma, 5) Sabır, 6) Oruç, 7) Muhsin Olma, 8 ) Ahde Vefa, 9) Adalet ve Dürüstlük, 10) İlim. İşte bu ilâhî sıfatlara sahip olanlar takva sahibidir ve onlar bu özellikleriyle takva elbisesi giymişler, Yüce Allah’ın rahmet ve sevgisine de ulaşmışlardır.
İman sahipleri; takvanın niteliklerini mutlaka bilmeli, bu özellikleri kendi yaşamına uygulamayı temel prensip edinmelidir. Tegabun 64/16 : « Gücünüz yettiği ölçüde takvada bulunun… »Takva sıfatları kazanılarak takva elbisesi giymek nefsin terbiye yolundan başka birşey değildir. Nefsin kötü sıfatları; şirk(Allah’a ortak tanıma), zulüm (eziyet etme), küfür (gerçeği örtme), yalancılık, şehvetperestlik, nefs arzusunu tanrı edinme, alaycılık, dedikodu, şüphecilik, kibir, cimrilik, israf, kıskançlık, ihanet, öfke, kin v.s.dir. İnsanlarda yaratılıştan iki kuvvet mevcuttur : Ruh ve meleklerden kaynaklanan pozitif kuvvetler, nefs ve şeytan etkisiyle oluşan negatif kuvvetler. Nisa 4/128:« …Esasen nefisler, hırs ve kıskançlıklarla dolu olarak yaratılmıştır… »İşte bu kötü niteliklerden kurtulabilmek, Yüce Allah’ın istediği ilâhî özellikler olan takva sıfatlarını kazanmakla mümkün olur. Oluşun pozitif kuvvetleri ilâhî sıfatlar ile negatifin temsilcisi kötü nitelikler, yaratılış kanunu gereğince bir arada bağdaşamaz. Kul, takva özelliklerine kavuşma oranında, nefsin kötü sıfatlarını da disipline ederek onlardan kurtulmaya başlar. Kötü nitelikler, Cenâb-ı Allah’ın istediği ilâhî özelliklere bürünmeden nefsi asla terketmez. Takva sıfatları kazanıldıkça, kötü sıfatlar da kulu bir bir terk ederek yerini ilâhî özelliklere bırakır. Kemal mertebesinde de tam arınıp yücelir ki, Cenâb-ı Allah’ın sevgisine ulaşmış, Dünya plânındaki makamların en büyüğüne kavuşmuştur. Fecr 89 / 2730: «Ey huzur içinde olan can! O, senden sen de O’ndan hoşnut olarak (sevgiyle) Rabbine dön. İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir.» Yüce Allah, takva sıfatlarını birçok ayetlerle açıklayarak vurgulamıştır. Takva elbisesi, yaklaşık 10 ilâhî sıfattan oluşur.
1) İNFAK VE SEVGİ
3/134 : Takva sahipleri, bollukta da darlıkta da infak ederler…
51/15, 19 : Gerçekten takva sahipleri cennetlerde ve pınar başlarındadır…Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.
İnfak; sahip olduklarımızdan ihtiyaç sahipleri için pay ayırarak vermedir. Bu verme, insanlığa hatta tüm canlıların yararına yöneliktir. Zengin, yoksul ayrımı yapmadan bütün iman edenler için konulmuş eğitici ve erdirici en mükemmel ibadetlerdendir. İnfak; Allah’a olan sevginin, güvenin ve teslimiyetin bir ifadesidir. Paradan, maldan yapıldığı gibi güzel söz söylemek, güler yüz göstermek de bir infaktır. Ayrıca dertli bir insanı teselli etmek, hasta ziyaretleri ile moral vermekte bir infak şeklidir. Zekât, sadaka ve fitre miktarı tayin edilmiş sınırlı bir yardımdır. Oysa infak, sahip olunanlardan gönlün dilediği kadar ayırdığı sınırsız bir vermedir, Âli İmrân 3/92 de şöyle buyruluyor : Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe zafer ve mutluluğa asla ulaşamazsınız. Şu halde verilenler, nefsin sevdiği şeylerden olmalı ki nefs arınabilsin. Yüce Allah, infakın eksiltmeye değil ancak artışa sebep olacağını belirtmektedir. Sebe 34/ 39 : «…Birşey infak ederseniz, Allah onun yerine başka birşey lûtfeder…» İnfak kimlere verilmelidir? Bakara 2/215 ayeti bunun cevabını şöyle vermektedir :« … İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizler ve yolda kalan için olmalıdır … » Şu halde öncelik, kendi yakın akrabaların yoksullarına olmalı ve daire gittikçe büyütülmelidir.
Hayır işlerinde yarışmak. Hayır, insanlara Allah rızası için karşılık beklemeden yapılan iyilik ve yardımdır. Hayır işleri de bir infak şeklidir. Âli İmrân 3/114-115 : «…Hayır işlerinde yarışırca koşarlar… Hiçbir hayır karşılıksız bırakılmaz. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilmektedir. »Şu halde Allah’ın rızasını kazanabilmek, hayır işlerinde yarışarak en iyisini yapmakla mümkündür. Halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunun şuuru temel ilkedir. Yapılması istenen hayır işleri nelerdir? Örneğin; yoksul ve yardıma muhtaç olanları giydermek, yemek yedirmek, evlendirmek, sermaye vermek v.s. gibi hayır işleri ile Kızılay Derneği, Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk Eğitim Vakfı gibi hayır kurumlarının kurulmasına katkıda bulunmak veya onlara bağış yapmak, faydalı kitaplar yazmak, insanlığa hizmete yönelik bilimsel araştırma ve buluşların en iyisini, en üstününü yapmaya çalışmaktır..
Salih amel sergilemek. Hayır işi, Cenâb-ı Allah’ın çok sevdiği bir kulluk görevi olan salih ameli de içerir. Salih amel, insana hizmete ve barışa yönelik bütün düşünce ve faaliyetlerdir. Örneğin para, pul, şöhret değil de insanlara faydalı olmak için çalışan bir doktor; maddi menfaat düşünmeden öğrencilerine sevgi ile yaklaşan, onların iyi bir insan olarak yetişmeleri için özveri ve gayret gösteren bir öğretmen, ülkesinin ve şehir halkının hep hayrı ve mutluluğu için doğru karar ve tatbikatlar ile hizmet eden bir başbakan, bir milletvekili, bir belediye başkanı da salih amel sergilemektedir. Onlar ; hem iman etmiş ve hem de salih amelde bulunarak, Allah katında yaratılmışların en hayırlıları olma yüceliğine erişmişlerdir. Beyyine 98/7,8 : «İman edip salih amel işleyenler, yaratıkların en hayırlılarıdır. Onların Rableri katındaki ödülleri… Adn cennetleridir…»
Çok çalışmak. İnfak, hayır işleri ve salih amel gibi insanlara faydalı ve esenliğine yönelik hizmetler, büyük ölçüde bir yardım şeklidir. Bunları karşılamak için takva sahiplerinin çok çalışmak ile yükümlü olacağı şüphesizdir. Yüce Allah; kullarından kendilerine ve insanlara faydalı olabilmeleri için çok çalışarak didinmelerini istemektedir. İnşirah 94/7-8 : «İşlerinden boşaldığın zaman tekrar çalış ve yorul. Yalnız Rabbine yönel.» Yine Kur’ân’ı dinleyelim. Necm 53/39-41 : «Şu bir gerçek ki, insan için çalıştığından başkası yoktur. Elbette çalışması ileride görülecektir. Sonra ona en doğru karşılık verilecektir.» İslâmiyette tembelliğe yer yoktur. Tevbe 9/105 : «İş yapıp değer üretin; Allah, O’nun Resulü ve mü’minler yaptıklarınızı göreceklerdir…»
Yaratılanları sevmek. Takva sahiplerinin bir özelliği de, kaynağını Yüce Yaratıcı’dan aldıkları sevgi ile dolu oluşlarıdır. Âli İmrân 3/119 : «İşte siz iman edenler öyle kimselersiniz ki, imansız olanlar sizi sevmedikleri halde, siz onları seversiniz.» İnsanlar ve varlıklar, Allahü Teâlâ’nın sonsuz isim sıfatlarının manalarının karışık oluşarak yoğunlaşmasından meydana gelmişir. Her bir yaratılanın, Mutlak Kudret’ten kaynaklanan bir yaratılış sebebi vadır. Sevgi; iman edenlerden başlayarak bütün insanlara, hayvanlara, bitkilere ve bilip bilmediğimiz tüm varlıklara gösterilmelidir. Bu gerçek, büyük tasavvuf şairi Yunus Emre’nin sözleriyle en güzel ifadesini bulmuştur : «Yaratandan ötürü yaratılanları severim.»
2) NAMAZ
2/177 : … Namaz’ı kılar, zekât verir… takva sahibi ancak onlardır.
4/103 : … Namaz, mü’minler (iman edenler) üzerine vakitleri belli bir farzdır.
İbadetlerin en önemlisi, temel direği olan namaz; Yüce Allah tarafından açık ve kesin emirlerle istendiği için farzdır ve bütün müslümanların kılması gereklidir. Kendisini yaratan, sonsuz nimetler veren Yüce Yaratıcı’ya teşekkür, şükür, hamd edilerek namazla ibadet etmek, her insanın en tabii kulluk borcudur. Namaz ayni zamanda bedene sonsuz faydalar verdiği gibi, ruhsal yapımızda da sapıklıklardan, kötülüklerden uzak kalındığından ihtiras ve buna bağlı streslerden korunulur. Namaz; huşu içinde (ürpererek), Yüce Allah’a sevgi, saygı ile dolu olarak kılınmalıdır. İman gittikçe güçlendiğinden, şeytanın aldatmacası olan kuruntu ve şüpheler yerini huzura bırakır. İnsanlığı kötülüğe götüren yalan ve ikiyüzlülük, yavaş yavaş dürüstlüğe dönüşerek karakter düzelmeye başlar. Nefsin en kötü hastalığı olan gurur, namazdaki secde halindeyken yok olur, böylece insanın ahlâkı da güzelleşir. «Namaz, mü’minlerin Miraç’ıdır. »Hadisi, namazın erdirici sırrına açıklık getirmiştir. Nasıl ki Hz. Muhammed (s.a.v.) Miraç mucizesi ile Allah katına yükselmişse, mü’minlerde namazlarıyla Cenâb-ı Hakk’a ulaşırlar. Namazın gayesi; Yüce Allah ile diyalog kurma, anma ve beraber olma şuuruna erişmektir. Tâhâ 20/14: «Hiç kuşkulanma ki Ben Allah’ım. İlâh yoktur Ben’den başka. O halde Bana ibadet et ve namazını Beni hatırlayıp anmak için yerine getir.»
Allah’ı anma. Namaz belli vakitlere bağlı olduğundan, Allahü Teâlâ ile her an beraberliğin en ideal şekli zikir yani Allah’ı anmadır. Ankebût 29/45 : « … Kitaptan sana vahyedileni oku. Namazı da kıl. Çünkü namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki Allah’ın ZİKRİ daha büyüktür. »Diğer bir ismi Zikir olan Kur’ân-ı Kerîm okumak, ayette belirtildiği gibi namazın da ötesinde, ondan daha büyük bir Allah’ı anma şeklidir. Kendi lisanındaki Kur’ân çevirilerini okumak, içeriği anlaşılmayan Arapça Kur’ân’dan muhakkak ki daha erdiricidir. Yine Kur’ân’ı dinleyelim. Araf 7/205 : «Rabbini; benliğinin içinden yalvarıp ürpererek, alçak bir sesle sabah-akşam zikret. Gaafillerden olma.» Yüce Allah’ı sevmenin belirtilenlerinden biri de O’nu anmayı sevmektir. Çünkü fazla zikir, sevginin açığa çıkışıdır. Nûr 24/37:« Öyle kişiler vardır ki, ne ticaret ve ne de alış – veriş onları Allah’ın zikrinden… alıkoyamaz. »Bu kemale ermiş benliklerin halidir ki her anı, Cenâb-ı Allah ile beraber olma şuuru iledir. Bakara 2/152 : «Siz Beni anın ki, Ben de sizi anayım… » Allahü Teâlâ; içtenlikle anıldığı zaman mutlaka karşılık vermekte, her türlü yardım ve lütuflarını ihsan etmektedir. Zikir veya anma; Allahü Teâlâ’nın ilâhî isimlerinden biri veya birkaçını söyleyerek tekrar etmek suretiyle lisanen zikir yapılır ki, Allah kelimesi ile söyleneni en yaygın olanıdır. Cenâb-ı Allah’ın Yüce Zat’ını gönülden düşünmek suretiyle kalben zikir de yapılmaktadır. Âli İmrân 3/191 : «Onlar ki; ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler…» Böylece devamlı zikir ile o insan her an Allahü Teâlâ ile beraber olur, bütün iş ve çalışma durumları da bu halinin devam etmesine mani teşkil etmez. Kulun gönlünde yanan İlâhî Aşk ateşi ile, Yüce Yaratıcı’nın cereyanına bağlanarak ilâhî mutluluğa erişir. Ra’d 13/28 :« …Gönüller yalnız Allah’ın zikri ile huzur bulur.» Cenâb-ı Hakk’ın bize şah damarımızdan daha yakın. ve her an O’nunla birlikte olduğumuzun sırrına erişenler, mutluluk ve kurtuluşa kavuşmuş yüce benliklerdir.
3) ZEKÂT
2/177 : … Namazı kılar, zekât verir… takva sahibi ancak onlardır.
9/103 : Onların da mallarından bir zekât al ki, onunla kendilerini temize çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın…
Zekât; bereket, artış ve temizleme demektir. Cenâb-ı Allah, mal sahiplerinin mallarında fakirlerin de hakkı olduğunu Kur’ân ile bildirmiş ve bu hakkın da verilmesini emretmiştir. Zâriyât 51/19 : «Mü’minlerin mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.» İşte zenginlerin malından yoksullara verilmesi gereken bu hakka zekât denir. Sahip olunan maldan vermekle, nefsin isteklerine karşı bir set çekildiğinden nefs terbiye edilir ve veren-alan arasında bir sevgi bağı oluşması sağlanmış olur. Böylece zengin-fakir arasındaki zıtlaşma kırılır ve yerini sevgi ile dostluğa bırakır. Zekât; masraflar ile vergi çıktıktan sonra bir yıllık kazancın ve birikmiş malın kırkda bir (%2.5) tutarındaki miktarının, fakirlere dağıtılması zorunlu olan bir mali ibadettir. Mallarda bir arıtma ve temizleme görevi yapmaktadır. Verilmediği takdirde o kazanç ve mal haram olur. Zekât, yalnız zenginler için miktarı belli askari bir ölçüdür. İnfak ise, darlıkta da yoklukta da verilmesi gereken ölçüsüz bir yükümlülüktür.
Zekât verme; mallarda eksiltme değil, ancak artışa sebep olmaktadır. Rûm 30/39: «… Allah rızasını dileyerek verdiğiniz zekât, sevaplarınızı ve mallarınızı kat kat arttırır.» İslâmiyet, alın teri dökerek doğru yoldan kazanılan büyük servetlerin karşısında değildir. Ancak zengin olan her müslümanın farz olarak belirlenen zekât ve sadakaları ihtiyaç sahiplerine vermesi, kazanç ve malın arınması ve Allah’ın hoşnutluğu bakımından mutlaka gereklidir. Yüce Allah, insanlara yaşayışlarını düzgün bir şekilde sürdürmeleri için, çalışma arzusu ile mal sevgisi vermiştir. Âli İmran 3/14: «…Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe… karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar Dünya hayatının geçici menfaatleridir.» Ancak mal, sevgisi kontrol altında tutulmadığı zaman, mal edinme hırsı bütün benliği kaplar. Artık o insan hayatı boyunca yalnız ve yalnız mal edinmeyi esas alarak onun tutsağı olur ve her türlü kötü yollardan hedefine ulaşmayı gaye edinir. Tevbe 9/34 : «… Altın ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda sarfetmeyenler varya, işte onlara acı bir azabı haber ver.» İşte insanların bu tür kötülüklerden korunabilmesi için Cenâb-ı Allah, infak ve zekât mucizesi ile mal sevgisi hırsını kontrol ettirmiştir.
Zekât kimlere verilmelidir? Tevbe 9/60 : «Sadakalar-zekâtlar Allah’tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere… gönülleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, borçlulara, Allah yolundakilere, yolda kalmışlara mahsustur… » Zekât vermeye, en yakın akraba içinde bulunan yoksullardan başlanır, sonra yoksul komşular ve şehir içindeki diğer yoksullar aranır. Ana-baba, eş ve çocuklara zekât verilmez. Ancak onlara infak ibadeti ile mal ve nimet verme yükümlülüğü getirilmiştir.
4 ) AF EDİCİ VE DİLEYİCİ OLMA
3/134-135 : O takva sahipleri ki… Öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler… Onlar çirkin bir iş yaptıklarında yahut özbenliklerine zûlmettiklerinde, Allah’ı hatırlar, günahları için af dilerler. Günahları Allah’tan başka kim affeder ki?…
Af dileme, işlediği günahın affedilmesi için Allah’a yalvarma demektir. Kur’ân, yapılan kötülüklerden pişman olunarak, onu adet haline getirmeden terkedilmesi uyarısında bulunmaktadır. En’am 6/ 54 : «…İçinizden her kim bilgisizlikle bir kötülük işler de, ardından halini düzeltirse, hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok merhametlidir. » İşlenilen suç ve günahlar katiyyen unutulmamalı, kendisinin suç işlemeye kabiliyetli olduğundan dolayı bu suçları işlediğini anlamalı, pişman olarak af dilemelidir. Hucurât 49/11 :« Kim ki tövbe etmez, işte böyleleri zalimdir.» Yalnız günahkârların değil, bütün mü’ minlerin bilip bilmediği günahlarından arınmaları için af dilemeleri bir kulluk görevidir. Nûr 24/31 :« …Ey mü’minler, istisnasız hepiniz Allah’ a tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz.» tövbe edenler, Cenâb-ı Allah’ın sevgisi ile yücelmiş mutlu benliklerdir. Onlar Allahü Teâlâ’ya yönelerek her zaman pek çok tövbe ederek kulluk görevlerini yerine getirirler. Bakara 2/222 : «… Allah, çok tövbe edenleri sever… »
Âli İmrân 3/134 : «O takva sahipleri ki… Öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler…» Onlar, insanlar arasındaki münasebetlerde, öfkelerine hakim olurlar ve kendisine yapılan kötülüklere rağmen insanları af edicidirler. Nasıl ki Rab’bi günahlarını affediyorsa, o da kendine yapılan sebepli sebepsiz kusur ve kabahatleri büyük bir hoşgörü ile affeder. A’raf 7/199 : «Sen affetmeyi esas al. » Gördüğü kusurları ve kabahatleri örtücü olmak ve hiç kimsenin kusurunu ve ayıbını yüzüne vurmamaktır. Şûra 42/40 : «…Affedip barışmayı esas alanın ödülünü bizzat Allah verir…» Yüce Allah’ın en sevgili kulu olan takva sahipleri; kendilerine yapılan kötülüklere karşı koymaya güçleri yettiği halde, hep hoşgörmeyi ve affetmeyi tercih ederler. Nasıl ki Allahü Teâlâ bizlerin günahlarını affediyorsa, sen de affı tercih ederek barışmayı esas al.
Bağışlamanın olağanüstü örneğini; Hz. Peygamberimiz Mekke Şehri’ni fetih ettiği zaman vermiş, eline esir düşen bütün düşmanlarını affettiği gibi, kendisini küçük yaştan itibaren yetiştiren sevgili amcası Hz. Hamza’yı hunharca şehit eden mürşiklerin lideri Ebu Süfyan’ın gaddar eşi Hint ile onun tetikçi kölesi Vahşi’yi affetmekle göstermiştir. Âli İmrân 3/159 da Cenâb-ı Allah Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurmuştur :« Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Artık sen onları bağışla; Allah’tan da günahlarının bağışlamasını dile…»
5 ) SABIR
2/177 : … Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder… Takva sahibi ancak onlardır.
11/49 : … Sabırlı ol. Sonuç takva sahiplerinindir.
Sabır ; acıya, zorluğa, haksızlığa ve başa gelen üzücü olaylara dayanma gücüdür. Bir felâkete veya belaya uğrayanın telaş ve feryat etmeden, her şeyin Cenâb-ı Allah’tan geldiğinin bilinci ile, bu sıkıntıya sonuna kadar tahammül göstermesidir. Yüce Yaratıcı’ nın bir sıfatı da Sabur’dur. Sabır sahibi olanlarda Cenâb-ı Allah’tan bir belirti, bir görünüş var demektir. Âli İmrân 3/146 : «…Şüphesiz ki Allah, sabredenleri sever. »Yine Kur’ân’ı dinleyelim. Bakara 2/153 : «… Allah, sabredenlerle beraberdir.» Takva ehli; Cenâb-ı Allah’a sığınıp tevekkül (vekil) ederek, her türlü ızdıraplara isyan etmeden katlanır ve sonunda ise mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın vereceği en iyi karar ile esenliğe kavuşacağını bilir. Yûnus 10/109 : «Sana vahyedilene uy ve Allah hüküm verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. » İnsanların, yaşam boyunca birçok zorluklarla karşılaşması bir yaratılış gereğidir. Olgunlaşarak kemale erme, bu devirleri geçirmekle mümkündür. Kur’ân; bütün bu ıztıraplara sabır sırrı ile karşı koymamızı, ilâhî imtihanı ancak böylelikle kazanabileceğimizi vurgulamaktadır. Âli İmrân 3/186 : «Yemin olsun ki, mallarınız ve canlarınız hususunda mutlaka imtihan edileceksiniz… sabreder, takvaya sarılırsanız işte bu, iş ve oluşların en zorlularındandır.» Kemale ermiş benlikler de, herşeyin Cenâb-ı Allah’tan geldiğinin gerçeği ile, ıztırapları da mutlulukları da aynı zevk içinde yaşarlar. Çünkü iman sahibinin başına gelen her şey, bir gizli sebebin gereğidir. Bakara 2/ 156 : «Biz Allah içiniz ve sonunda dönüp O’na gideceğiz.» Takva ehli; her oluşun Dünyadaki ve ahirette ki kurtuluş ve mutlulukları için yaratıldığı gerçeğini bilmektedirler. Cenâb-ı Allah, sabrın erdirici sırrı için Bakara 2/153 ile şöyle buyurmaktadır : «Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile yardım isteyin. Hiç şüphesiz ki, Allah sabredenler le beraberdir.»
Sabır kavramı, geniş bir alanı kapsar ve tevekkülü’de içerir. Tevekkül; Kur’ân lisanında Allah’ı vekil etme, Allah’a dayanıp güvenme anlamında kullanılmaktadır. İman edenler, yaşamları boyunca Kur’ân’ın yasalarına göre uygun kararlar vermeli, bir işe koyuldukları zaman da, yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidir. Yüce Yaratıcı, kendisine tevekkül eden kulunu işin sonunda mutlaka esenliğe eriştirecektir. Ahzâb 33/2-3 : «Rabbinden sana ne vahyediliyorsa ona uy… Allah’a tevkkül et. Vekil olarak Allah yeter.»Yine Kur’ân’ı dinleyelim. Âli İmrân 3/159 : «…Kararını verdiğin zaman da Allah’a güven… » Cenâb-ı Allah tevekkül edenlere, sonsuz hazinesinden sevgisini ve dostluğunu lûtfetmiş, onları bu dünyada da ahirette de kurtuluş ve esenliğe erdirmektedir. Âli İmrân 3/159 : «…Allah, tevekkül edenleri sever.»
6 ) ORUÇ
2/183 : … Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı. Ta ki takva mertebesine erebilesiniz.
Oruç; Allah rızası için bir gün boyunca yemeden-içmeden, cinsel ilişkide bulunmadan yapılan ibadet şeklidir. Böylece insanın nefisle ilgili istek ve arzuları, geri çevrilerek nefs terbiye edilmektedir. Ramazan ayı müddetince bir ay devam eden oruç, İslâmiyet’in beş temelinden biridir. Bakara 2/185 : «Ramazan ayı insanlara yol gösterici, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır. Öyleyse sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun.» Orucun farz olduğu onbir ayın sultanı olan Ramazan Ayı kutsal bir aydır. Kur’ân’ın ilk ayetleri bu ayda, Kadir Gecesi’nde indirilmeye başlanmıştır. Bu ay, af ve bağışlanma ayıdır. Ramazanda daha çok ibadet edilir, daha çok Kur’ân okunur, genellikle zekât ve sadakalar bu ayda verilir. Bakara 2/184 : «…Eğer gerçekten anlıyorsanız, her güçlüğe rağmen oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. »
Oruç; aç ve susuz kalarak bedenimize işkence etmek suretiyle, yapılan bir ibadet şekli değildir. Hem Allah’a karşı kulluk borcu ödenir ve hem de nefsin kötü isteklerine karşı çıkılır. İlâhî bir ahlâka kavuşmanın da en mükemmel yoludur. Oruç ibadeti ile nefsin arzuları ve bilhassa cinsel istekler frenlenir. Sabrın erdirici sırrına ancak oruç ile ulaşılır.Böylece irade de kuvvetlenir. Yüce Allah’ın emrettiği emir ve yasaklara uymakla günahlardan, tehlikelerden korunarak takva mertebesine erişilebilir. Oruç ibadetinde, gösterişten uzak tam bir içtenlik ve samimiyetle yerine getirilmesi ile benlikler yücelir. Oruçlu iken aç kalındığından fakirin hali daha iyi anlaşılır, onlara yardım eli uzatılır ve dolayısiyle ahlâkın en güzeli kazanılır. Oruç ibadetinin yapıldığı Ramazan ayı boyunca Müslüman toplulukları arasında kardeşlik sevgisi artar, birlik ve beraberlik duygusu kuvvetlenir. Orucun ; bir ay müddetle dinlenen sindirim sistemimize, dolaşım sistemimize, sinir sistemimize mucizevî faydaları bulunduğu da konunun uzmanı doktorlarca belirtilmektedir.
7 ) MUHSİN OLMA
51/15-16: Gerçekten takva sahipleri, cennetlerde ve pınar başlarındadır…Doğrusu onlar, bundan önce de iyilik ve güzellik (muhsin) sergilemekteydiler.
3/133-134: …Cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır… Allah muhsinleri sever.
Muhsin; güzel düşünüp güzel davranan, başkalarına nimet veren, iyilik eden demektir. İhsan ise; güzel düşünüp güzel davranmak, iyilik etmek, bağışlamak anlamına gelir. Takva sahibi ayni zamanda muhsindir. Muhsin hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için hep ihsanda bulunandır. Hüsn yani güzellik, evrenin yaratılma sebebidir. İlâhî Güzel; bilinmek isteyince açılıp saçılarak kâinatı yaratmış, varlıklara da sonsuz güzelliğini yansıtmıştır. Kur’ân’ın açıkladığı 99 Güzel İsim’den biri de Muhsin olan Cenâb-ı Allah, güzeli ve güzellik sergileyenleri sever. Bakara 2/195 : «… Güzel düşünüp güzel işler yapın. Çünkü Allah, güzellik sergileyenleri (muhsinleri) sever.» Her kimde muhsin özellikleri varsa, onda İlâhî Kudret’ten bir görüntü, bir işaret var demektir. Muhsinler, Cenâb-ı Allah’ın sevgisine erişmiş mutlu kullardır. Yüce Yaratıcı lütuf ve bağışını; melek ve cin aracılığı ile olduğu gibi, muhsin mertebesine ulaşmış kullarıyla da ihsan etmekte, bu görevi onlara vermektedir. Kasas 28/77 : «…Allah, sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et!…» İnsanlar birbirleriyle konuşurken bile kullanılan sözler çok önem taşır. Kötülüğün söz ile konuşulmasını dahi Cenâb-ı Allah sevmez. Sözde de güzellik ve iyiliği açıklayan kelimeler kullanılmalıdır. Nisa 4/148 :« Allah, çirkin sözün açıklanmasını sevmez…»
Kur’ân; muhsînlere toplum ile olan ilişkilerde, yapılması gereken çok önemli bir görevi de veriyor. «Güzelliği emret, çirkinliği yasakla.» İnsanları iyiliğe, doğruluğa ve faydalı olanlara yönlendirerek güzelliğin temelini emretmek ve toplumun zararına, bozulmasına, kötülüğüne sebep çirkinlikleri de yasaklamaktır. Âli İmrân 3/ 104 :«İçinizde öyle bir topluluk bulunmalı ki, iyiliği ve güzelliği emretsin, kötü ve çirkini yasaklasın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.» Kur’ân; çirkinliklere karşı uyarmaları da gönül kırmadan, tatlı bir dil ile yapılmasını istemektedir. Fussilet 41/34 : «Güzellikle çirkinlik, iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel tavırla sav. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir dost gibi oluvermiştir.» Cenâb-ı Allah, ilâhî bir yasayı açıklıyor : Güzel düşünüp güzel davrananlara aynısı ile karşılık vermiyor. Ondan çok daha fazlası ile ödüllendiriyor. Cenâb-ı Hakk ; rahmetini, sevgisini muhsinlerden esirgememektedir. En’am 6/160: «Kim ortaya iyilik ve güzellik koyarsa ona on katı verilir, ortaya bir kötülük koyan ise getirdiğinin dengiyle cezalandırılır.»
8 ) AHDE VEFA – SÖZLERİNİ YERİNE GETİRME
2/177 : …Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir… Takva sahibi ancak onlardır.
5/1 : Ey İman edenler! Allah ve insanlar arasında verdiğiniz söz ve yaptığınız bağlantıları yerine getirin!…
Ahd ; söz verme, anlaşma, yemin, misak manalarına gelir. Ahde vefa ise sözünde durma, anlaşmaları yerine getirme, sözünde güvenilir olma demektir.
Anlaşma ve söz verme, Kur’ân’ı Kerîm’in temel yasalarındandır. Anlaşma; insan ile insan, insan ile toplum arasında olduğu gibi, Allah ile insan arasındaki ilişkilerin de temelidir. Anlaşmaları yerine getirme, bireyler arasındaki ilişkilerde barış ve mutluluğu getirdiği gibi, Allah ile kul arasında ki münasebetlerde de kulun imanda yücelmesini ve sonsuz kurtuluşunu sağlar. Ancak kesin söz verdiği halde onu yerine getirmeyenler, en büyük zarara uğrayanlardır. Bakara 2/124 : «…Verdiği sözü tutmayanlar zalimdir. Saff 61/2-3: …Yapmayacağınız şeyi neden söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük bir günahtır.»
9 ) ADALET VE DÜRÜSTLÜK
5/8 : Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetenler olun. Bir topluluğa kininiz sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun. Bu takvaya daha uygundur.
Adalet; hak edene hakkını vermek, doğruluktan ayrılmamak ve Allah’ın emrini, emrettiği şekilde uygulamaktır. Adalet, takva sahibinin önemle üzerinde durması gerekli bir yaratılış prensibidir. Herhangi bir kimseye kızmak veya onu sevmemek, onu adaletten saptırmamalıdır. Milletleri ve cemiyetleri ayakta tutan, huzurun ve sükûnun teminatı olan adalet ve dürüstlüktür. Hak sahiplerine haklarının verilmesi ile ancak sulh ve adalet sağlanabilir.
Taraflar kim olursa olsun, hakimlik ve şahitlik tarafsız bir şekilde doğruluktan ayrılmadan yapılmalıdır. Allah, her iki tarafa da bizden daha yakındır ve onları daha iyi korur. Onun için tanıklıkta tarafların zenginliği, fakirliği veya akraba oluşları veya onlara duyulan sevgi, merhamet, korku gibi duygular insanı adaletten asla saptırmamalıdır. Nisa 4/135 ayetinde şöyle buyrulmaktadır : «…Kendinizin, anne-babanızın, yakınlarınızın aleyhine de olsa, zengin veya fakir de olsalar, adaleti dimdik ayakta tutarak, Allah için tanıklık edenler olun… Allah her ikisini de sizden daha iyi korur. Onun için haktan ayrılıp da nefsinizin arzusuna uymayın…» İnsanlar, aşırı hırs ve doymazlıkları sebebiyle, Dünya malına çok düşkündür, hep daha fazlasını ister. Hak etmediği malı ve kazancı elde etmek için rüşvet verme yoluna sapar. Kur’ân, en yıkıcı rüşvetin yargıçlara yapılan olduğunu vurgulamaktadır. Bakara 2/188: «Mallarınızı aranızda haksız ve uydurma yollara baş vurarak yemeyin; bilip durduğunuz halde insanların mallarından bir kısmını günaha saparak yemek için onları YARGIÇLARA aktarmayın.»
10) İLİM
35/28 : …Kulları içinde ancak ilim sahipleri, Allah’tan gereğince korkar…
Takva kelimesi; korunma, sakınma manasıyla birlikte korkma anlamını da taşır. Ayette, Cenâb-ı Hakk’a karşı sevgi ve korku duygusunu en çok taşıyan, ayni zamanda ilim sahibi olan takva ehlini tanımlamaktadır. Kötülüklerden en iyi korunan, ilâhî yasaları da en iyi bilendir. Kur’an’a göre Rab’den ençok korkanlar peygamberler ile ilim sahipleridir. Yüce Allah’ın ençok sevdikleri de onlardır. Mülk 67/12: « Görmedikleri halde Rab’lerinden içleri titreyerek korkanlara gelince, onlar için büyük bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır.»
Şüphesiz ki sevgi ve muhabbetle yapılan bir iş, korku ile yapılandan çok daha üstündür. Seven sevdiğini kırmaktan, darıltmaktan çekindiği için onun arzularını seve seve yerine getirir. İstemediklerini de incitip kırabileceği endişesi ile yapmaktan çekinerek korkar. İşte kişinin sevdiği Yüce Yaratıcı’sı olursa sevgi ve korku hissi ne kadar büyük olur. İslâm bilginleri; takva sahibinin Allah’a karşı olan duygularını, küçük bir çocuğun anne-babalarına olan sevgileri ile birlikte korkma hislerine benzetmişlerdir.
Ra’d 13/37 : «…Kur’ân’ı bir hüküm kaynağı olarak indirdik. Sana gelen ilimden sonra…» Ayette belirtilen ilim, Allah tarafından peygamberlere vahy ile indirildikten sonra insanlara tebliğ edildiği zaman oluşmaktadır. Kaynağı vahy kitapları, İslâmiyet’te de Kur’ân’ın içeriği olan ayetlerdir. İlim, ayetlerden birinin veya birkaçının sırlarını keşfetme ve prensiplere bağlama uğraşısıdır. İlim esas itibariyle ikiye ayrılır. İlâhî İlim ve Faydalı İlim. İlâhî İlim; Yüce Yaratıcı’nın sözlerini içeren, tüm varlıkların özünde saklı sırları bildiren bir ilimdir. Alemlerin ve insanların kanunları nelerdir? Bu Dünya’ya nereden geldik, vazifelerimiz nelerdir, nereye gideceğiz? gibi suallerin cevaplarını, Cenâb-ı Allah’ın muhteşem sistemini içeren İlâhî Yasalar’ı ancak bu ilim ile öğrenebiliriz. İnsanları diriltecek, onlara gerçekleri gösterecek, en önemlisi de Yüce Yaratıcı’yı Kendi sözleriyle tanıyıp öğrenecek ve O’nun gösterdiği yola yönelerek olgunlaşıp kemale ereceğiz. Cenâb-ı Allah’ı farkedebilme mutluluğu, ancak ilim sahiplerine özgü bir yücelik olmaktadır.
Mücâdile 58/11 : «İman edenleri Allah yükseltir, İLİM verilenleri ise kat kat dereceleri ile büyültür…» Cenâb-ı Allah; Kur’ ân’ın içeriği olan ayetlerin ilim olduğunu belirlemektir. İnsan da, evren de ayetler topluluğudur, onların oluş kanunlarını araştırmak ve öğrenmek ise ilimdir. Kur’ân; ilâhî yasaları açıklamış, ancak varlıkların yaratılışı ile ilgili kanunları insanların akılları ile bulmalarını istemiştir. Yasin 36/ 62 :« …Aklınızı hiç işletmiyor musunuz?…» Kur’ân’ı Kerîm’in ilk ayeti oku kelimesi ile başlamaktadır. Alak 96/1-5 : «Oku! Yaratan Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir. Kalem ile öğretendir. »Okunacak şeyleri toplayan manasına gelen Kur’ân’ın isimlerinden biri de Kitap’tır. Evren de insan da bir kitaptır. Şu halde; aklı işleterek Kur’ân Kitabını okumakla, Evren Kitabını okumakla, İnsan Kitabını okumakla ilim elde edilir. Ali İmran 3/191:« Aklı ve gönlü işletenler o kişilerdir ki;ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: Sen bunları boşuna yaratmadın…» İnsanları ilerlemeye, maddi rahatlığa, çağdaş medeniyete ulaştıracak yol ancak ilim iledir. Varlıkların yaratılış sırlarını ve kanunlarını keşfedip ilim sahibi olmak, böylece kendi yaşamımızda da bu bilgilerden istifade etmektir. Taha 20/114 :« …Şöyle de: Rabbim ilmimi arttır.»
Bakara 2/266 : «…Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki, inceden inceye ve derinden derine düşünebilesiniz. »Okumakla da ilim öğrenilmez. Üzerinde tefekkür etmek yani düşünmek, okuduğunu anlayarak hazmetmek gerekir. Yalnız okumakla yetinenler, üzerinde gereğince düşünmeyenler, okuduklarını hazmedemeyenler maalesef o kitaptan istifade edemezler, ancak okuma hamallığını yapmış olurlar. Yüce Yaratıcı böyleleri için Cumua 62/5 de şöyle buyurmaktadır : «Tevratla yükümlü olup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir.»
Cenâb-ı Hakk’ı, sevmek, O’nun görüntüleri olan halkı sevmektir. Halka sevgi ise hizmetle olur. Hizmetin en büyüğü, ancak insanlara faydalı olabilecek ilim öğrenmekle mümkündür. Zümer 39/9 : «…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?»
TAKVA’NIN ÖDÜLÜ : ADN CENNETLERİ
13/23-24: Adn Cennetleri (Takva Sahipleri) içindir. Oraya atalarından, eşlerinden, çocuklarından salih (iyi) olanlar ile birlikte gireceklerdir. Melekler ise her kapıdan yanlarına sokulacaklar: « Selam size sabrettiğiniz için. Ne güzeldir şu sonsuzlar yurdu.» diyeceklerdir.
Yaratıcı kudret kullarını : « Gücünüzün yettiği ölçüde takvada bulunun… (tegabun 16)» ayeti ile uyarmakta; onlara atalarından, eşlerinden, çocuklarından salih(iyi) olanlar ile birlikte girecekleri Adn Cennetlerini vaat etmektedir. Meryem 19/61: «…Kuşkusuz Rahman’ın vaadi yerine gelir.» Yüce Allah’ın bu sözü, Takva Sahibi insanların ahiret hayatı için ne büyük bir müjdedir.
alıntı