Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâh… Elhamdü lillâh… Elhamdü lillâhi hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh… Alâ külli hàlin ve fî külli hîn.
Ves-salâtü ves-selâmü alâ hayra halkıhî tâci ruûsina seyyidil-evvelîne vel-âhirîne muhammedinil-mustafâ… Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin zevis-sıdkı vel-vefâ… Emmâ ba’d:
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar olsun Mübarek diyarları ziyaret etmek nasib etti. Üç mübarek ayın birincisi olan Receb ayının sonlarındayız. Recebin ilk gecesi yılın en mübarek beş gecesinden birisidir. İlk cuma gecesi de Regàib kandilidir. Şimdi Recebin sonuna geldik. Recebin sonunda bir mübarek gece daha var, o da Recebin 26’sını 27’isine bağlayan gece, Mi’rac kandilinin sene-i devriyyesinin tes’îd edildiği gecedir.
Bu akşam ya da yarın akşam Mi’rac kandilidir. Araplara göre takvim biraz farklı bizden, bu akşam Mi’rac kandili; bize ve Avustralya’ya göre yarın akşam, perşembeyi cumaya bağlayan gece kandil gecesidir. Ama öyle de olsa, böyle de olsa biz zâten burda, mübarek bir beldede bulunuyoruz, Harem-i Şerif’te bulunuyoruz.
Cidde’den gelirken şu şekilde, rahle tarzında bir binanın altından geçtik. Orası Harem-i Şerif’in hudududur, ordan başlar Harem-i Şerif… Ordan önce bir asker kontrolünden geçiliyor. Müslümanlardan gayrısını buraya sokmazlar. Gayrimüslim olanlara, “Sen şu tarafa!” derler, onları savuştururlar. Bu tarafa ancak müslümanlar girebilir.
Elhamdü lillâh biz de nasîb oldu, geldik. Tabii bu, her müslümana da nasib olmuyor. Onun için daha çok şükretmemiz lâzım!..
a. Kâbe’nin Mübârekliği
Rivayetlere göre, bu Kâbe’nin olduğu yere Hazret-i Adem AS atamız bir bina yapmış, bir mâbed yapmış. Ama Hazret-i Adem Atamızın zamanı çok evvelki zamanlar olduğu için, asırların geçmesiyle, tabiat hadiseleriyle, yağmurlarla, felâketlerle, zelzelelerle, tufanlarla bu bina kaybolmuş, sadece kumların altında temelleri kalmış. İbrâhim AS o temelleri bularak, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emri üzere buraya yerleştirmiş olduğu mübarek evlâdı İsmâil AS’la beraber Kâbe’yi binâ eylemiş.
Kâbe-i Müşerrefe Peygamber SAS Efendimiz’in zamanında da bir tamir görmüştür. O zaman da sellerden hasar görüp duvarı çatlamıştı. Çünkü sel dağın yüksek tarafından, Safâ ile Merve arasından gelirdi, Mesfele tarafına doğru akardı. Dağlara şiddetli rahmet yağdı mı, Kâbe-i Müşerrefe’nin olduğu mıntıkaya birikir, ordan aşağı akardı. Bazan Kâbe-i Müşerrefe’nin içi sel sularıyla dolardı.
Dikkat ederseniz, mescidin bir tarafından girin, Kâbe-i Müşerrefe’ye doğru ilerlerken her indikçe merdivenleri sayın, onbeş-yirmi merdiven aşağıya iniliyor. Ben saymıştım ama unuttum rakamı… Yâni dâimâ dışırdan giriş yerimizden daha aşağıya iniyoruz. Biraz duraklıyoruz, yürüyüroz, ondan sonra yine iniyoruz. Ta en aşağıya inmek için yine birkaç merdiven iniyoruz. İşte oraya su birikirdi.
Bir sel suyu biriktiği zaman, Hocamız Mehmed Zâhid Kotku Efendimiz yüzerek tavaf yapmış. Ayrıca bizim Ankara’daki ihvânımızdan İsmâil Turan vardır, mühendi; o da yüzerek tavaf yaptığını söyledi. O da burda mühendislik yaparken, böyle şiddetli rahmet yağmış, tıkanmış, dolmuş; o da yüzerek tavaf yapmış.
Ben de çok şiddetli yağmur yağdığı zaman Altınoluk’tan şakır şakır suların aktığını; onun altında güvercinler, kumrular gibi, yem atıldığı zaman kuşlar nasıl böyle birbirine karışır; Kâbe-i Müşerrefe’nin üstünün tozu toprağı, o mübarek tozlar, suyla beraber benim üstüme de gelsin diye, insanların onun altında kaynaştıklarını gördüm.
Hâsılı, duvarları çatladığı zaman Kâbe-i Müşerrefe’nin, tamir edelim demişler ama, müşrik oldukları halde çekinmişler. Neden müşrik olmuşlar?.. İsmâil AS’ın öğrettiği asıl dindarlığı, Hanif dinini, İbrâhim AS’ın dinini, İsmâil AS’ın öğrettiklerini unutmuşlar, Kâbe’nin içini putlarla doldurmuşlar. Aslında Allah’ın mübarek mahalli…
Onlar da Kâbe’nin mübarek olduğunu biliyorlar, Kâbe’ye suikast edenin de belâsını bulduğunu biliyorlar.
Fil Sûresi’nde ayet-i kerime ile sabit; Yemenli Ebrehe yıkmak için buraya ordu göndermiş ama, ordusu perişan olmuş.
(Elem tera keyfe feale rabbüke biashàbil-fîl. Elem yec’al keydehüm fî tadlîl.) [Rabbin filsahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların planlarını boşa çıkarmadı mı?] “O fillerle gelen ordu nasıl perişan oldu. (Ve ersele aleyhim tayran ebâbîle termîhim bihicâretin min siccîl. Fecealehüm keasfin me’kûl.) [Onların üstüne ebâbil kuşlarını gönderdi. O kuşlar onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu.] Parça parça, yenik ekin gibi delik deşik oldular. “Gökten kuşların attığı taşlarla perişan oldular. Filleri filân para etmedi. Yâni biliyorlar.
Hattâ Ebrehe’nin ordusu Müzdelife’ye kadar geldiği zaman, orda yüz tane deve görmüşler. Peygamber Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib’in develerini almışlar. Orduya karavana lâzım, kesecekler, yiyecekler.
Develerinin gasbedildiğini öğrenince, Abdülmuttalib kalkmış, Müzdelife’ye, Ebrehe’nin çadırına gitmiş. Demiş ki:
“–Askerleriniz benim develerimi gasbetmiş, söyleyin versinler!”
Adam şöyle tepeden bakmış ve dudak bükmüş, demiş ki:
“–Yâ ben de seni gözümde büyütüyordum, muhterem bir insan sanıyordum. Bir kabilenin başkanısın. Ben senin dedelerinin yaptırdığı Kâbe’yi yıkmağa geliyorum, sen bana ricaya geliyorsun. Ben de sandım ki, ‘Ne olur, Kâbe’yi yıkma!’ diye yalvaracaksın. Hiç Kâbe’den bahsetmiyorsun, ‘Askerlerin benim develerimi almış, develerimi geri ver!’ diyorsun. Ne biçim adamsın?..” demiş Abdülmuttalib’e.
Abdülmuttalib’in cevabı çok güzel! Okuyunca ben çok beğendim, siz de beğeneceksiniz. Demiş ki:
“–Ey emir, ey komutan! Ben develerin sahibiyim, Beytullah’ın sahibi Allah… Sahibi onu korur.” demiş.
Daha henüz İslâm gelmemiş ama, zihniyete bak, Mekkelilerdeki düşünceye bak!.. “Ben ondan endişe etmiyorum, benim onu rica etmeme lüzum yok. Beytullahın sahibi Allah, Allah korur beytini!” demiş.
Bunun üzerine Ebrehe:
“–Verin şunun devesini!” demiş.
Sonra Kâbe’yi yıkmağa kalkışmış ama, felâket gelmiş başına…
Buranın ahalisi tecrübe etmişler, müşrik de olsalar Kâbe’nin mübarekliğini biliyorlar. Duvarı çatlamış, dokunamıyorlar Kâbe’ye… İçlerinden birisi çıkmış, demiş ki:
“–Yâhu tamir edelim, iyi niyetliyiz, şunun taşlarını indirelim, düzeltelim şurayı!”
Yanaşamıyor kimse… Hattâ öldürmek için üstüne saldırdıkları bir insan, Kâbe’nin örtüsünün altına sığınsa, ona bile dokunamıyorlar. Kâbe’den korkuyorlar, Kâbe’ye hürmetleri çok fazla… Sonra bir tanesi demiş ki:
“–Burda kötü bir şey yok, bunu tamir etmezsek bu yıkılacak. Yıkık da olmaz. Ben bunun yavaş yavaş taşlarını aşağıya alacağım!” demiş.
Bir gün bir iki taş almış, herkes uzaktan seyretmiş. “Bu gece bu adam ölür… Bu gece bu adamın başına bir felâket gelir… Bu gece bu adam kimbilir ne olacak?” diye beklemişler. Fakat bir şey olmamış. Ertesi gün o zat yine gelmiş, birkaç taş daha indirmiş. Ertesi gün biraz daha…
Onun üzerine anlamışlar ki, Allah’ın rızası var. Tamir maksadıyla taşlarının sökülmesine kızmayacak, gazab etmeyecek Allah-u Teàlâ Hazretleri… Elbirliği ile Kâbe’nin duvarlarını indirmişler, yeniden tamir etmişler.
Allah nerelerden kereste buldurtmuş. Kereste yüklü bir gemi batırtmış Kızıldeniz’de… Bunlar duymuşlar, ordan malzeme getirmişler. Kâbe’yi yeniden binâ etmişler Peygamber Efendimiz’in zamanında…
Hattâ Hacerül-Esved’i yerine koyacakları zaman ihtilâf olmuş. Hacerül-Esved çok mübarek bir taş… Birisi demiş ki:
“–Ben bu çevrenin en soylu kabilesinin reisiyim, bunu benim koymam lâzım!”
Ötekisi demiş:
“–Hayır, o şerefi sana bırakamayız, ben kayacağım!”
Ötekisi demiş:
“–Hayır, ben koyacağım!”
Kılıçlarına sarılmış herkes… Sonunda demişler ki:
“–Kâbe’de savaş olmaz. Kâbe’nin Bâbüs-Selâm’ından ilk giren şahıs kimse, onu hakem yapalım! O, ‘Şu koysun!’ desin, onun hükmüne razı olalım!” demişler.
Kılıçları bırakmışlar, kavgayı bırakmışlar, çekişmeyi bırakmışlar, “Bâbüs-Selâm’dan içeri kim girecek?” diye bakıyorlar. O zaman Bâbüs-Selâm, şimdi Makàm-ı İbrâhim’in olduğu yerlerde, orta yerde… Kâbe’nin etrafı duvarla çevrili, şimdiki Zemzem kuyusunun olduğu yerler, o zaman Mescid-i Haram’ın dışında…
Babüs-Selâm’dan kim gelecek diye beklerlerken, Peygamber SAS Efendimiz çıkmış gelmiş. Daha henüz peygamber değil… Onun geldiğini görünce sevinmişler:
“–Muhammed el-Emîn geldi, onun hükmü iyidir, adaletli hüküm verir; razıyız onun hükmüne…” demişler.
“–Yâ Muhammed, gel! Şöyle bir müşkilimiz var, ‘Bu mübarek taşı buraya kim koyacak?’ diye ihtilâf ettik. Sen ne dersin?” demişler.
Peygamber SAS Efendimiz mübarek ridâsını, yâni omuzuna aldığı üst kıyafetini, gömleğini çıkartmış, yere koymuş. Hacerül-Esved’ide onun üstüne koymuş. Gömleğinin her terefınden kabile reislerine tutturmuş.
“–Kaldırın bakalım!” demiş.
Hacerül-Esved’i kaldırttırmış, mübarek elleriyle yerine koymuş.
Yâni, tamirinin böyle olduğunu biliyoruz. Kâbe’nin mübarek ve muhterem olduğunu biliyoruz. Onları anlatmak için söyledik. Kâbe’nin çok şerefli, çok değerli olduğunu biliyoruz.
Yine Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden ilginç bir mânâ biliyoruz. Peygamber Efendimiz dedi ki Kâbe-i Müşerrefe’ye:
“–Ne kadar güzelsin, ne kadar mübareksin yâ Kâbe! Ne kadar şereflisin, ne kadar izzetli, kıymetlisin! Amma Allah’a yemin olsun ki, mü’minin kalbi Allah indinde senden daha kıymetlidir.”
Yâni ne demek: Mü’minler, Kâbe’ye hürmet eden insanlar, Kâbe’yi yıkmağa nasıl çekiniyorsa, mü’minin kalbini de yıkmağa öyle çekinmeli, daha çok çekinmeli!.. Çünkü mü’minin kalbini kırdı mı, Kâbe’yi yıkmaktan daha fenâ oluyor. Bu da güzel bir şey, bu da hatırda kalmalı!..
İşte bu mübarek diyara, bunun etrafına Harem mıntıkası deniliyor. Harem mıntıkası ne demek?.. Muhterem demek; şuçun işlenmeyeceği, saygısızlığın, edepsizliğin yapılmayacağı, muhterem mıntıka demek… O rahle şeklindeki binadan başlıyor ve ordan bu tarafa müslüman olmayan giremiyor. Müslüman olanlara nasib olan bir ziyaret bu…
b. Hac ve Umre Ziyareti
Şimdi İbrâhim AS tamamlayınca Kâbe’nin binasını, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki, bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Ve ezzin fin-nâsi bil-hacci ye’tûke ricâlen ve alâ külli dàmirin ye’tîne min külli feccin amîk.) “Yâ ibrâhim, seslen bütün insanlara…” [İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde Kâbe’ye gelsinler.]
Ezzin, seslen demek. Ezân da minâreye çıkıp seslenme oluyor ya; müezzin minâreye çıkıyor (Hayye ales-salâh!) “Namaza gelin!” diye bağırıyor. “İnsanların içinde seslen, benim emrimle yaptığın bu mukaddes mâbedi ziyarete gelsinler!”
İbrâhim AS demiş ki:
“–Yâ Rabbi, benim sesim nereye kadar duyulur? Etrafta ne kadar insan var, kaç kişi duyar benim bu bağırmamı?..”
Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki:
“–Yâ İbrâhim, sen seslen, onu duyurmak bizim kudretimize ait, biz duyururuz onu!..”
Onun için İbrâhim AS:
“–Ey insanlar, Allah bu mübarek beldeyi ziyareti emretti. Haydi ziyarete gelin!..” dediği için, çağırdığı için, biz de
(Lebbeyk, allàhümme lebbeyk) diyoruz. Ne demek?.. “Duydum, tamam, geliyorum yâ Rabbi! Emrine uyuyorum yâ Rabbi, davetini kabul ettim yâ Rabbi!.. Tamam, geliyorum.” demek; “Tekrar tekrar emrindeyim, emrin başım üstüne…” demek… Her ne kadar aklımız o daveti hatılamıyorsa da, ruhumuz o daveti duymuş olduğu için, biz de lebbeyk çeke çeke buraya geliyoruz.
Bu kutsal yer iki türlü ziyaret edilir:
1. Zilhicce ayı içinde… O ziyarete hac derler.
(Ve lillâhi alen-nâsi hiccül-beyti menistetàa ileyhi sebîlâ.) [Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.] Hac bu ayetle farzdır. Bir kimse o mâlûm ayda, mâlûm şekilde, Cebrâil AS’ın öğrettiği şekilde, burada Arafat’a çıkıp, farz tavafı yapıp, menâsik-i hac dediğimiz haccın usül ve erkânını yerine getirdiği zaman haccetmiş olur.
2. Hac zamanının dışında yapılan ziyarete umre veya i’timâr denir. Umre yapana àmir de derler, mu’temir de derler.
Şimdi hac zamanı değil, mübarek Receb ayındayız. Biz de Allah’ın emri üzere, dâveti üzere bu mübarek mâbedi ziyarete geldik. (Lebbeyk, allàhümme lebbeyk) “Başüstüne yâ Rabbi! Sen çağırdın ya, emrin başım üstünde, gözüm üstünde… Geliyorum yâ Rabbi, tamam yâ Rabbi, dâvetini duydum yâ Rabbi!..” diye koşa koşa geldik.
(Lebbeyk, allàhümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel-hamde ven-ni’mete leke vel-mülk. Lâ şerîke lek.) diye diye; Allah’ın varlığını, birliğini, kendisinden başka mâbud olmadığını ifade ede ede; mülkün, egemenliğin onun olduğunu söyleye söyleye, kutsal bir ziyaret için geldik.
O Harem’in içi öyle mübarek bir yer ki, normal kıyafetimizle bile gelemedik. Saygı ile geldik. Elbiselerimizi çıkarttık, zînetlerimizi çıkarttık, üniformalarımızı çıkarttık, ünvanlarımızı çıkarttık, omuzlarımızdaki rütbeler kalmadı, hepimiz iki basit örtüye büründük erkekler olarak… Aşağımıza hamamdaki gibi bir bez doladık, omuzumuza ikinci bir bez aldık. Dikişsiz, terzisiz, makassız, ipliksiz, basit bir şekilde, baş açık, yalın ayak… Bu ne demek?.. En sade kılık kıyafetle, en basit şekilde, kulluğumuzu en iyi idrak ederek, buraya en büyük hürmeti göstererek öyle geldik.
İnsan bu mânâları anladığı zaman, böyle uçakta erir, uçaktan inerken erir, yere bastığı zaman erir… Kâbe’yi görünce erir, tavaf ederken erir, Zemzem suyunu içerken erir, sa’y ederken erir, hiç bir şey kalmaz. Anlasa, mum gibi erir erir, biter insan…
Ganî Mevlâm nasîb etse,
Varsam ağlayu ağlayu;
Medîne’de Muhammed’i,
Görsem ağlayu ağlayu…
Delil yapışsa elime,
Lebbeyk öğretse dilime,
İhram bezini belime,
Sarsam ağlayu ağlayu…
Yunus ağlaya ağlaya yapmış bu işi, biz niye gülüyoruz bilmiyorum ki… Müezzin mahfilinin altında oturuyoruz, bir çay kahve içmediğimiz kalıyor. Gelsin çaylar, kahveler… Yâhu Yunus ağlamış, biz niye gülüyoruz?.. Böyle bir mübarek yere gelmişiz. Sonra üçayların Receb ayında gelmişiz. Receb ayı da bu Harem-i Şerif gibi haram aylardandır, yâni muhterem aylardandır. Yâni edepsizliğin şiddetle yasak olduğu, şiddetle cezalandırıldığı aylardandır.
Recebül-ferd, tek… Recebül-esam, hasımların birbirlerinin varlığını görmediği, husûmeti bıraktığı zaman… Recebül-esab, Allah’ın rahmetinin gürül gürül kulların üzerine döküldüğü zaman… Zaman da güzel, mekân da güzel!.. Allah bize de o güzellikleri anlayıp, onlardan istifade etmeyi nasib etsin…
İmam-ı Gazâlî (Rh.A)‘i çok seviyorum. O demiş ki İhyâu Ulûm isimli kitabında: “Allah’ın rahmeti gökyüzünden yağmur gibi iner, şakırşakır iner. Allah’ın rahmeti iner ama, kabı müsâit olanın kabına dolar rahmet… Kap, kacak, tencere, tava, tepsi müsâitse, gökten yağan rahmet içine dolar. Kap ters olduğu zaman içine bir şey girmez.”
Hâsılı, şunu vurgulamak istiyorum: Çok mübarek bir yere geldik. Belki evimiz burdan daha konforlu, daha rahat, daha lüks… Belki masamız daha zengin… Gerçi eski ziyaret edenlere göre, burda padişahlar gibi yaşıyoruz ama; bazıları eskiyi hiç bilmez, milletin burda neler çektiğini bilmez. Su bulamadığını, develerle veya deve de olmadan kumlara bata çıka yaya geldiğini bilmez. Uçakla üç saatte geldiğinin çok büyük bir nimet olduğunu bilmez. İstediği yerde soğuk Zemzem bulunduğunun çok büyük bir nimet olduğunu bilmez. Bilmez de bilmez.
Çok mübarek bir yere geldik, çok mübarek bir zamandayız; bir de ya bugün akşam, ya yarın akşam Mi’rac kandili… Hangisi daha doğru?.. Dedelerimiz, mübarek insanlar, rahmetullàhi aleyhim ecmaîn; “Her geceni Kadir bil, her gördüğünü Hızır bil!” demişler. İhtiyat eden kazanır. İhtiyat etmeyeni şeytan aldatır. “Bugün kandil gecesi değil, sen yarın ihyâ edersin!” der, bugünü atlattırır. Yarın da, “Dündü, artık boş ver!” der, boşa geçirttirir. Şeytanın işi çok korkunçtur, yaptırtmaz ibadeti… Onun için şeytana uymamak lâzım!.. İnsanın her geci Kadir bilmesi lâzım, Mi’rac bilmesi lâzım, istifade etmesi lâzım!..
Ben ayıplamaktan korkarım insanları… Çünkü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Bir müslüman bir müslümanı ayıplarsa, ayıpladığı şeyi aynen kendisi işlemedikçe ölmez, Allah onun canını almaz. Ceza olarak, Allah o kabahati bir gün gelir, ona da yaptırtır. Neden yaptırtıyor. Suçlu, müslümanı ayıpladı da ondan…”
Ayıplamak yok İslâm’da. Ayıplamıyorum ama, bir şeyi ihtar etmek istiyorum: Bu mübarek mekânların, bu mübarek zamanların kıymetini bilelim!.. Burası Asmaaltı kahvehanesi değil, Emirgân gazinosu da değil, sohbethane de değil, şehir kulübü de değil… Burası Beytullah, Mescid-i Haram, mübarek mahal… Burada insanın her sözüne dikkat etmesi lâzım!..
Edep sahibi insanlar burada abdest bozmamışlar. Öyle insanlar okudum ki evliyâullahtan, ulemâ-i izâmdan, abdest bozmak için Harem-i Şerif’in dışına çıkarmış, abdestini bozarmış, abdestini alırmış, öyle gelirmiş. Hem de minibüsle değil…
Altı-yedi günde bir abdest alırlarmış. Uyku uyumuyorlar demek ki… Yemiyorlar da… Melek gibi bir şey… Ama hürmetlerinden… Kimisi ayakkabı giymemiş, buralara Rasûlüllah ayağını basmış, nasıl ayakkabı ile basarım diye.
Millet şimdi muzu yiyor, kabuğunu yola atıyor; kokakolasını içiyor, kabını tıngırt yere atıyor. Ödüm patlıyor benim… Burası Peygamber Efendimiz’in dolaştığı mübarek bir yer, Mekke-i Mükerreme; kıymetini bilmiyoruz. Tabii hürmet etmeyen hürmet bulmaz, merhamet etmeyen merhamet bulmaz. Edebe riayet etmeyen, mükâfât almaz. Onu bilelim, edebe riayet edelim!.. Bu bir.
c. Peygamber Efendimiz’in Üzüntüsü
İkincisi: Mi’rac, Peygamber SAS Efendimiz’e Allah tarafından sunulmuş çok büyük bir ikram… Peygamber Efendimiz’den başka hiç bir peygambere nasib olmamış bir mübarek ilâhî davet… Hàl-i hayatında hiç bir beşerin görmediği yerleri, Allah’ın kendisine gösterdiği bir seyran, bir cevlân, bir dolaşma… Hiç bir beşere nasib olmamış olan mübarek bir iş, olay, hadise…
Bu hadise Peygamber Efendimiz’e Recebin yirmialtısını yirmiyediye bağlayan, pazarı pazartesiye bağlayan gece ikram olunmuş. Neden?.. Çünkü Rasûlüllah SAS Efendimiz çok üzülüyordu. Çok baskı altındaydı, Müşrikler çok bastırıyorlardı, zalimler çok zulüm yapıyorlardı. Çok inkâr ediyorlardı, çok tâciz ediyorlardı. Güçlerinin yettiği müslümanlara çok ezâ, cefâ ediyorlardı. İşkence ile öldürdükleri vardı. Baskı yapıyorlardı, mal satmıyorlardı. Kız alıp vermiyorlardı, konuşmuyorlardı, hakaret ediyorlardı.
Peygamber SAS Efendimiz de dinini yaymağa çalışıyordu, Allah’ın emrini yerine getirmeğe çalışıyordu. Bu diyarda onüç sene; bakın koca, mübarek, alemlere rahmet Peygamber-i Zîşan, onüç saat değil, onüç gün değil, onüç sene burada İslâm’ı tebliğ etti. Sadece buranın ahalisine değil, panayırlar kurulduğu zaman, panayırlara gitti. Müzdelife’de, Mina’da Arapların panayırları kurulurdu. Oralara bütün Arap kabileleri gelirdi. Peygamber Efendimiz de onlara gidip selâm verirdi, sorardı:
“–Siz nerden geldiniz?”
“–İşte biz Yemen’den geldik.”
“–Siz nerden geldiniz?”
“–Biz Necid’den geldik.”
“–Siz nerden geldiniz?”
“–Biz Suriye yakınlarından geldik.”
“–Kimlerdensiniz?..”
“–Falanca oğulları, filânca kabilesindeniz.”
“–Ben Allah’ın rasûlüyüm! Allah beni ahir zaman peygamberi seçti, bana Kur’an-ı Kerim’i gönderdi. (Lâ ilâhe illallah) “Allah’tan başka ilah yoktur.” deyin, benim peygamberliğimi tasdik eyleyin!.. Putlara tapmayın; Ay’a, Güneş’e, lât’e, Menât’e tapınmayın!” derdi.
Anlattı, anlattı, onüç sene buralarda gayret etti. Onlar da tazyiklerini arttırdılar. Öyle şiddetli muhalefet gösterdiler ki, kırk kişi ancak müslüman oldu. Halbuki yüzüne bakan hayran kalıyordu Peygamber Efendimiz’in… Cihanın müslüman olması lâzımdı onüç yılda…
Bu neyi gösteriyor muhterem kardeşlerim?.. İslâm’ı anlatmaktan, öğretmekten yılmamak lâzım, bıkmamak lâzım! Ümitsizliğe düşmemek lâzım!.. Onüç yılda kırk kişi çok az… Neden?.. Müşrikler çok büyük muhalefet yaptıkları için, her yerden önünü kesmeye çalıştıkları için, çok zor ilerledi iş…
Peygamber Efendimizi birisine nasihat olarak söyleyeceklerini söylerdi. Arkasından müşrikler gelirdi:
“–Bunun dediğine inanmayın, bu şöyledir, böyledir. Bu bizim aramızdan çıktı da, sonra şöyle yaptı, bilmem ne…” diye aleyhinde konuşurlardı, onun söylediklerini sıfıra indirmeğe çalışırlardı.
Bazıları Peygamber Efendimiz’in söylediği sözlerin ilâhî vazife icabı olduğunu anlardı:
“–Çok doğru söylüyorsun, haklı söylüyorsun ama, biz şimdi sana tâbî olursak, Kureyş’le bozuşmamız lâzım! Kureyş’le bozuştuğumuz zaman da Arabistan’da işlerimiz tıkanır. Buralardan geçemeyiz, Şam’a gidemeyiz, Şam’dan mal getiremeyiz. Bu belâlı adamlar bize düşmanlık ederse, halimiz yaman olur. Onun için sana tâbî olamayız.” derlerdi.
Dünya hesabı, ticaret hesabı, menfaat hesabı… Şimdi de durum aynı, şimdi de durum hiç farklı değil… Şimdi de:
“–Ben İslâm’ı desteklersem Amerika yardımı keser. Ben müslüman olursam memuriyetten atılırım. Ben İslâm’ı yaşarsam ticaretime zarar gelir. Ben Kur’an’a uyarsam şöyle olur, ben başımı örtersem böyle olur…”
Aynısı… Demek ki imtihan değişmiyor. Demek ki insan Allah’ın rızasını kazanmak için, o devreyi düşünecek; onüç yıl Peygamber Efendimiz’in burada ne sıkıntı çektiğini düşünecek.
Ama o sıkıntıların sonunda, Allah-u Teàlâ Hazretleri:
“–Gel Habîbim, sen çok mu üzüldün? Ben seni teselli edeyim, ben sana mükâfât vereyim; gözün nurlansın, gönlün şenlensin, ruhun rahatlansın!” diye Peygamber Efendimiz’i Mi’racı nasib etti, huzur-u izzetine davet etti.
Yâni sıkıntının en yüksek dorukta olduğu zamanda, mükâfâtın en büyüğü geldi. Burdan anlayacağız ki, sıkıntıdan sonra mükâfât var, sabırdan sonra selâmet var, itâatten sonra mükâfât var, ibadetten sonra sevap var!.. Yalan yanlış hesaplardan sonra da zarar var, ceza var, ikab var, belâ var, dünya ve ahiretin zararı var; bunu anlayacağız.
d. İmtihan Dünyası
Din imtihandır. Bu dünya hayatı imtihan yeridir. Bu imtihanı kazanmak için, mutlaka Allah bir insanın önüne imtihanı getirir, mutlaka onu tercih durumunda bıraktırır. Nereyi tercih edecek bakalım: Hakkı mı tercih edecek, bâtılı mı?.. Sevabı mı isteyecek, dünya menfaatını mı?.. Allah’ın rızasını mı arayacak, yoksa dünyadaki zevk ü sefasını mı düşünecek?..
Neyi düşünmesi lâzım insanın?..
(İlâhî ente maksdî ve ridàke matlûbî) “Yâ Rabbi, ben seni istiyorum! Yâ Rabbi ben dünyayı istemiyorum, ben para istemiyorum, ben mutluluk istemiyorum, ben keyif istemiyorum, ben düğün bayram istemiyorum, ben eğlence istemiyorum, ben yılbaşı istemiyorum, ben gezme tozma istemiyorum; ben senin rızanı istiyorum, senin razı olmanı istiyorum, seni razı edecek işleri yapmak istiyorum! Ben benin rızânın peşindeyim, ben seni istiyorum yâ Rabbi!” demesi lâzım!..
Biz bunu diyoruz söz olarak, hocalarımız bize öğretti: (İlâhî ente maksdî) “Yâ rabbi, maksudum, hedefim, gàyem sensin; (ve ridàke matlûbî) ben senin rızanı istiyorum!” Sözünü söylüyoruz, işin özüne ermeyi Allah nasib etsin…
Görülsün bakalım mertlerle, nâmertler!.. Bakalım Cenâb-ı Hakk’ın ihlâslı kulları kimmiş, zoru görünce kaçan, dönen, kaçaklar, dönekler kimmiş?.. Bu imtihan…
Tabii, imtihandan da korkuyorum ben, çok korkuyorum. Şahsen âciz, nâçiz bir kardeşiniz olarak imtihanden da çok korkuyorum, böbürlenmekten de çok korkuyorum. Çünkü çok zayıfız.
(İnnâ aradnal-emânete ales-semâvâti vel-ardı vel-cibâli feebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehel-insân, innehû kâne zalûmen cehûlâ.) [Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim ve çok câhildir.] buyruluyor.İnsanoğlu için (zâlimen câhilâ) demiyor Allah… Zâlim, zulmeden demek; zalûm çok zulmeden, artık zulmü kendisine meslek edinmiş, azgın zâlim demek… Cehûl ne demek, câhillikte çok ileri gitmiş, azgın câhil demek, çok büyük câhil demek… İnsanoğlu için, tüm insanlar için böyle diyor.
Çok zâlim ve çok câhil oldukları için, Allah’ın kudretini, kahrını, gazabını iyi düşünemiyor insanlar. Gazabından kaçınamıyor, gazabına uğrayacak işler yapıyor. Câhil olduğundan işleri anlayamıyor. Onun için işin özünü anlaması lâzım, İslâm’ın özünü anlaması lâzım, hayatın özünü anlaması lâzım!..
Hayat zevk yeri değil, rahat yeri de değil… Hayat imtihan, hayat çalışma, hayat cihad, hayat mücâdele, hayat ibadet, hayat fedâkârlık, hayat Allah’ın rızasını kazanmak için her şeyi göze almak, icabında ölmek…
(İnnallàheşterâ minel-mü’minîne enfüsehüm ve emvâlehüm biennelehümül-cenneh) [Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır.]
Mü’minlerin malları, canları hak yoluna fedâ olacak!.. Uzatmayalım, bildiğiniz hususlar.
Onüç yıl uğraştı, kabilelere gidiyordu, söylüyordu; “Ben Allah’ın rasûlüyüm, kabul edin!” diyordu. “Kabul ederiz, doğru söylüyorsun amma, Kureyş’i ne yapalım?.. Onlar bize düşmanlık ederse, hâlimiz fenâ olur.” diyorlardı, yan çiziyorlardı. Bir kabile yan çizmedi. Bir şehrin ahalisi, “Tamam yâ Rasûlallah, senin peygamberliğini şimdi tasdik ettik, sana inandık.” dedi. Kimler?.. Medine’den gelmiş olanlar… O zaman Medine’nin adı Yesrib idi. Yesrib’den gelenler dediler ki:
“–Yâ Rasûlallah tamam, biz sana inandık!”
Bu iki üç kisi Akabe’de toplandılar. Akabe buraya yürüyerek on dakikalık mesafe… Tam o toplantının yakınında bulunuyoruz. Toplandılar, Rasûlüllah’a söz verdiler, tâbî oldular, sana inandık dediler. Gittiler, ertesi seneye kadar Yesrib’de çalıştılar, uğraştılar, anlattılar, oranın ahalisini de heveslendirdiler. Ertesi sene yine geldiler buraya, temsilci mâhiyetinde oniki kişi olarak… Burada ikinci Akabe bey’atı oldu. Hicretin onikinci yılında. Bak oniki yıl geçtikten sonra nihayet müsbet bir kabul sesi Medine’den geldi. Peygamber Efendimiz’e dediler ki:
“–Yâ Rasûllah! Biz bir sene bu meseleyi konuştuk Medine’de; seni seviyoruz, seni kabul ettik. Sen Medine’ye buyur gel, biz seni kendimiz gibi koruruz. senin mallarını kendi mallarımız gibi koruruz. Buyur gel yâ Rasûlallah, davet ediyoruz seni Medine’ye…” dediler.
e. Mekke’den Kudüs’e Yolculuk
İşte o sene, hicretten bir yıl önce, Peygamber Eendimiz Kâbe-i Müşerrefe’de iken bu Mi’rac hadiseleri başladı.
Biliyorsunuz Kâbe’nin şöyle kuzey tarafında, Altınoluğun ön tarafında, yarım daire şeklinde bir alan var, bir duvar var. İçine de girilip namaz kılınabiliyor. Biz dışından tavaf ediyoruz. Oraya Hicr derler, Hatîm derler. Orası Kâbe’nin içidir.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Kâbe’yi yaparken malzememiz yetseydi, burayı da Kâbe’ye katardık. Burası da Kâbe’nin içidir.”
Kâbe’nin içidir amma, Allah gemi batırıp da Kâbe’yi yapsınlar diye kereste gönderdi de, niye burasını kapattırmadı?.. İşte sizin bizim gibi gariban ziyaretçiler, kenardan girsin de Kâbe’nin içinde namaz kılsın diye. Çünkü Kâbe’nin içine girmek rahmete girmektir, dışına çıkmak günahlardan sıyrılıp çıkmaktır. O şeref için o duvarın iki tarafı açık… Oraya giren mağfiret olur, inşâallah… Hadisler böyle, vaad böyle… Allah umduğumuza nâil eylesin…
Orda oturuyordu Peygamber Efendimiz. Şöyle yaslanmıştı, uyuklar gibi bir haldeydi. Cebrâil AS geldi, melekler geldi. Peygamber Efendimiz’in göğsünü yardılar, kalbini çıkarttılar. Kalbinden pıhtı gibi bir şeyi aldılar. Altından bir leğen getirdiler, kalbini yıkadılar. Tekrar kalbini göğsüne koydular, göğsünü kapattılar. Meleklerin ameliyatı bu, doktorlarınki değil…
Ebû Tàlib’in kızı, Ümmü Hânî isimli akrabasının evi yakındı. Peygamber Efendimiz oraya uzanmağa gitmişti. Orası neresi?.. Hocamız, Mesfele’ye giden Abdül’aziz kapısına doğru kubbeler başladığı zaman, şöyle bir ilk kademeli yerde durur, namaz kılardı. Ordan Rükn-ü Yemânî çok güzel görünür. Kâbe’nin güney köşesi orası… Hacerül-Esved doğu köşesidir. Yâni güney köşesinin karşısında otururdu. Mi’raca ordan çıkmış Peygamber Efendimiz, onun için Hocamız orada otururdu.
O zaman Peygamber Efendimiz’in yanına, Burak diye bembeyaz bir varlık geldi. O zamanın insanları ya deveye, ya ata binerlerdi. Attan biraz küçükçe bir binek şeklinde göründü bu varlık. Burak kelimesinin Berk kelimesiyle ilgisi var… Berk, şimşek demek. Kelime bağlantısı ilginç… Şimşek gibi bir mahlûk, ama at şeklinde, binek gibi göründü Peygamber Efendimiz’e…
Cebrâil AS getirdi, Peygamber Efendimiz binsin diye önüne çekti. Peygamber Efendimiz üstüne bindi. Adımını gözün gördüğü yere atıyordu, oraya varıyordu. Yâni onun üstüne bindiği zaman Peygamber Efendimiz’in hızı öyleydi. Ufukta gözün gördüğü yere adımını atıyordu. Öyle gitti Peygamber Efendimiz Burak’la…
Mescid-i Haram’dan, buradan, şu bizim dolaştığımız yerlerde Peygamber SAS de dolaştı da, işte oralardan Burak’a bindi, Kuds-ü Şerif’e gitti. Ne kadar zamanda?.. (Leylen) Gecenin birinde gidiverdi. Hangi gece o?.. Mi’rac gecesi işte… Leylen, ne kadar kısa zamanda olduğunu gösteren bir kelimedir. Çünkü o zaman hızlı bir deve sürüşüyle bir ayda giderlerdi oraya… Burdan deveye bindiler mi, develerin ciğerlerini patlatarak, süre süre bir ayda giderleri oraya… Peygamber Efendimiz bir gecede gitti. Hem de kumları, aşağıyı göre göre gitti, kervanları göre göre gitti. Kervanın kaybolmuş devesini izleye izleye gitti. Birilerinin ötekine bağırışını duya duya gitti.
Bu nasıl bir gidiş?.. Demek ki rüya değil… Demek ki maddiyatla ilgili bayağı bir gidiş. Bundan a’lâsı ne olacak?.. Aşağıdaki kervanları görüyordu ve şaşıranlara da deveniz şu tarafta diye sesleniverdi Peygamber Efendimiz. Onun da hikmeti var, çünkü delil oldu sonradan… “Devenizi orda aramayın, deveniz şu tarafta!” diye sesleniverdi yukarıdan, geçti, gitti. Yâni maddî bir olay, ruh ve bedenle bir seyahat…
(Sübhànellezî esrâ biabdihî leylen minel-mescidil-harâmi ilel-mescidil-aksallezî bâreknâ havlehû) Bir gecede, Mescid-i Haram’dan Kuds-ü Şerif’e, Mescid-i Aksà’ya götürüverdi. (linüriyehû min âyâtinâ) Çeşitli hikmetli olayları göstermek için… Teselli olsun diye. “Gel Habîbim, çok üzüldün, seni bu mendebur müşrikler çok üzdüler. Gel de biraz sana cenneti göstereyim, sefâlı ayetleri, delilleri göstereyim!” diye Allah-u Teàlâ Hazretleri Habîbini çağırdı, bir gecede oraya götürdü.
–Olur mu öyle şey?..
İnkâr kâfir eder insanı… Olduğunu Kur’an-ı Kerim İsrâ Sûresi’nde açıkça beyan ediyor. Şimdi de oluyor. Ben de Almanya’daydım pazar günü. Ordan saat ikide bindim uçağa, akşam buraya geldim, yatsı namazını burda kıldım. Yirminci Yüzyıl’da oluyor da, ondört asır önce niye olmasın?.. Kulların yaptığı uçaklarla oluyor da, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin gönderdiği Burak’la niye olmasın?.. Hiç tereddüt yok kalbimizde, pırıl pırıl, hiç şeksiz, şüphesiz, âmennâ ve saddaknâ… Evet öyle olmuştur. Bir gecede götürdü, göre göre götürdü.
f. Mi’racla Semâlara Yükselmesi
Sonra orada peygamberlerle, peygamberlerin ruhaniyetleriyle buluşturdu. Kuds-ü Şerif’ten de yedi kat semâvâta yükseltti. Bir yerden bir yere yükselmek neyle oluyor?.. Bir aletle, bir vasıta ile oluyor. Mi’rac, yükselme aleti demek. Ne olur?.. Olsa olsa asansör olur. Asansöre binince düğmeye basıyoruz, asansör bizi istediğimiz kata yükseltiyor.
Mi’rac nasıl bir şey?.. Peygamber Efendimiz diyor ki: “Mi’rac çok güzel bir şeydi, merdiven gibi bir şeydi, insan bakmağa doyamıyordu. Kuds-ü Şerif’ten semalara yükselmek için bir alet ki, nûrâniyetinden göz kamaşıyor. Çok latîf bir şey, görünümüne doyulamayacak güzellikte bir şey…
Mi’racla semâvâta yükseldi. Şimdi semâvâtı biraz anlatayım: Tebâreke Sûresi, yâni Mülk Sûresi’ni çoğunuz ezbere bilirsiniz. Bilmeyenler de ezberlesin! Yatsı namazından sonra okunması çok sevap; okuyana kabir azabı olmayacak, Tebâreke Sûresi kabirde yoldaş olacak. Tebâreke Sûresi’nde buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri:
(Velekad zeyyennes-semâed-dünyâ bimesâbîha) “Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık.” Burda geçen dünyâ kelimesi, bizim Türkçedeki dünya anlamına gelmez. Bizim bugün dünya deyince anladığımız, beş kıtasıyla, okyanuslarıyla yerküredir. Dünyâ kelimesini o mânâda kullanmaz Araplar, biz kullanmışız. Araplar bu beş kıtalı okyanuslu küreye arz derler. Dünya ordaki yerküresi demek değil, en yakın demek…
“Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık.” Bu ne demektir: Yıldızların olduğu bütün semâ birinci semâ demektir. Bundan sonra altı semâ daha vardır.
Semâvâttan sonra Kürsü vardır.
(Vesia kürsiyyühüs-semâvâti vel-ard) “Arzı ve semâları Allah’ın Kürsüsü kuşatmıştır.”
Allah’ın Kürsü’sü nasıl bir şeydir?.. Bilinmez, anlaşılmaz, yeryüzünde misâli yok; şuna benzer diyemezsiniz.
Kürsü’yü ne kuşatmıştır?.. Kürsü’yü Arş-ı A’zam kuşatmıştır. Arş-ı A’zam’ın yanında Kürsü, şöyle ufacık bir varlık olarak kalır. Yâni o kadar muazzam…
O kadar muazzam mesafeleri, bir gecenin içindeki olaylar esnasında Peygamber SAS Efendimiz bir göz yumup açıncaya kadar geçti. Nasıl geçer, mühendis olan kardeşlerimiz düşünsünler.
Şimdi Amerika roket fırlatıyor Venüs’e, üç yıldır gidiyor, Venüs’ün yanına yanaşıyor, fotoğraf çekmeğe başlıyor. Venüs neresi?.. Venüs şurası, bizim komşu mahalle… Venüs çok uzak bir yer değil. Daha çok uzaklarda çok yıldızlar var… Dünyanın içinde bulunduğu samanyolundan uzaklaşması için bir insanın, uzay gemisinde yirmibin yıl gitmesi lâzım!.. Yâni yedi kat semâyı geçmenin ne kadar mühim bir olay olduğunu anlatmak istiyorum size…
Üç yıl önce Amerikalılar füze atmışlar, üç yıldır son süratle, kurşun gibi yolda gidiyor, Venüs’ün yanına daha yeni varmış. Venüs nedir?.. Venüs güneş sistemi içinde, bize yakın, komşu bir gezegendir. Çok yakın… Çok yakınına böyle giderse, bazı yıldızların ışıkları ışık hızıyla bize beş milyon senede, on milyon senede gelirse, bütün bu yıldızların olduğu semâ sadece birinci semâ ise; yedi kat semâvâtın, Arş’ın, kürsünün azametini idrak etmek mümkün bile değildir. İnsan anlayamaz bile… İnsanın kafası Kürsü’nün, Arş-ı A’zam’ın azametini anlayamaz bile…
Allah’ın Rasûlü yedi kat semâvâtı geçti Mi’racda… Nasıl geçti, nasıl olur bu iş?.. Işık hızıyla bile olsa, ışık hızıyla bir yerden diğer bir yere gelmek için zaman geçmesi gerekir. Beş milyon senede ışığını bize gönderen yıldızlar var. Yâni beş milyon sene önce ordan bir kırmızı ışık çakmış, bize bir işaret göndermiş, bir göz kırpmış… O kırpıntı bize geldiği zaman, o göndereli beşmilyon yıl geçti, belki orda o yok şimdi… Bize göz kırpan yıldız gitti, biz beş milyon yıl öncesinin sinyalını görüyoruz. Belki orda o yok şimdi.
Semânın büyüklüğünü anlayın diye söylüyorum, Mi’racın azametini kavrayın diye söylüyorum.
Peygamber Efendimiz demek ki ışıktan da başka bir şey oldu. Işık olsa ışık hızıyla gider, ışık hızı da değil… Zaten ışık hızıyla gittiği zaman kütle sıfır oluyor. Mühendisler, fizikçiler bilir.
Işık hızı filân da kalmadı, ışık hızı da yetmiyor. Çok daha büyük bir sür’atle Peygamber Efendimiz yedi kat semâvâtı geçti. Ama nasıl geçti?.. Bu semâları geçmek kolay değil. Meselâ ses hızını geçtiği zaman, uçak ses hızını geçerken büyük bir patlama oluyor, ses duvarını deldi diye. Uçak çalışırken bir gürültü yayıyor etrafa, kendi hızıyla o gürültüye yetişiyor, ses hızını geçerken muazzam bir patlama oluyor, çok tehlikeli bir sarsıntı geçiriyor. Bu iş tehlikeli diye mümkün olduğu kadar uçaklarda bunu yapmamağa çalışıyorlar.
Peygamber Efendimiz nasıl bir sür’atla, nasıl bir Mi’racla, nasıl bir koruma ile, muhafaza ile gittiyse, yedi kat semâvâtı geçti. Sidretül-Müntehâ’ya kadar vardı. Her semâda peygamberleri gördü; Adem AS’la konuştu, Yahyâ AS’la, İsâ AS’la, Hârun AS’la, İdris AS’la, Mûsâ AS’la konuştu. Yedinci semâda İbrâhim AS’la konuştu.
g. Rabbül-Âlemîn’i Müşâhede
Yedinci semânın yanında, Sidretül-Müntehâ’nın orda, şühedâ ruhlarının olduğu Cennetül-Me’vâ denilen cennet vardı. Sidretül-Müntehâ’ya geldiği zaman Cebrâil AS dedi ki:
“–Yâ Rasûlallah, ben burdan öteye gidemem!”
Allah’ın en büyük meleği, en kudretli meleği Cebrâil AS… Kanadıyla Lût kavminin beldelerini ters yüz edip de baş aşağı çeviren Cebrâil AS Sidretül-Müntehâ’da durdu. Refref geldi Peygamber Efendimiz’in önüne, selâm verdi. Peygamber Efendimiz Refref’e bindi. Cebrâil AS’a dedi:
“–Hadi gelsene!..”
İzahat veriyordu Cebrâil AS, anlatıyordu, bilgi veriyordu. Dedi ki:
“–Yâ Rasûlallah! Ben burdan bir parmak daha öteye gitsem, yanarım, Burdan ötesi benim harcım değil, ben burdan öteye gidemem!” dedi.
Peygamber Efendimiz gitti.
Ref olup ol şâha yetmişbin hecâb,
Nûr-u tevhid açtı vechinden nikàb.
Ne demek bu sözler?.. Cenâb-ı Mevlâ’nın cemâlini görmek için arada yetmişbin nurdan, yetmişbin zulmetten perdeler var. Kesretten kinâye veyahut hakîkaten sayı o kadar… Bu perdelerin hepsi kalktı. Cemâlullahın peçesi kalktı. Peygamber-i Zîşânımız, Habîbullah, Muhammed Mustafâ Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni âşikâre gördü.
Şeş cihetten ol münezzeh Zül-Celâl
Bî kem ü keyf ona gösterdi cemâl.
Altı cihetten münezzehtir Allah… Yukarıdadır diyemezsin, aşağıdadır diyemezsin, öndedir, arkadadır diyemezsin, sağdadır, soldadır, mekândadır diyemezsin. Mekânın yaratıcısı Mevlâ kemiyetsiz, keyfiyetsiz, niceliksiz, niteliksiz, anlatılması imkânsız şekilde nasıl gösterdiyse, Habîbine cemâlini gösterdi.
Bî-huruf u lafz u savt ol pâdişâh,
Mustafâ’ya söyledi bî-iştibâh.
Harfler olmadan, lafızlar sesler olmadan, mânâları kalbine duyurdu, konuştu Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber-i Zîşânımızla… Bizim konuştuğumuz gibi değil.
Ben söylediğim zaman benim ses tellerimde hava titreşiyor, sesler sizin kulağınıza geliyor. Bu seslerin bir araya kümelenişinden kelimeler oluşuyor, lafızlar meydana geliyor. Seslerle, lafızlarla ben size sinyal gönderiyorum. Sizin kulak zarınız titreşiyor, arkasındaki kemikçikler sallanıyor. Ses kulağın orda kalıyor, ordaki siniler kıpırtıları hissedip sinyal götürüyorlar beyne… Beyne elektrik gidiyor, siz beni anlıyorsunuz.
Yâni benim söz söylememle, sizin bu sözü anlamanız, insanı divâne eder. İnsanı Allah diye feryad ettirip yerlere yatırır. Gözyaşlarından ortalığı göle çevirtir.
(Errahmân. Allemel-kur’ân. Halekal-insân. Allemehül-beyân.) “Rahman olan Allah insanı yarattı. Kur’an’ı öğretti. Kelâmı, beyanı, anlatımı, sözü, yazıyı o öğretti.”
Yaradan Mevlâmız öğretti bize bu konuşmayı… Biz bu karmaşık düzeni kurabilir miydik, biz bu konuşmayı yapabilir miydik?.. Biz bu sesleri, bu kulakları, bu dilleri, bu ses tellerini nerden yapacaktık?.. Kurulmuş düzenleri bozuyoruz. Biz mevcud intizamı devam ettiremezken, güzellikleri anlayamazken, bu güzellikleri yapabilir miydik?..
(İkra’ bismi rabbikellezî halak. Halekal-insâne min alak. İkra’ ve rabbükel-ekrem. Ellezî alleme bil-kalem. Allemel-insâne mâ lem ya’lem.) [Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı alekadan, bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.]
Kalemi, kalemle yazmayı, defteri, ilmi, irfanı öğreten Allah… Konuşmayı öğreten Allah… Beyni yaratan Allah, gözü yaratan Allah, kulağı yaratan Allah, dili yaratan Allah… Lisânı bize ilham eden, öğreten Allah… Peygamberler vasıtasıyla hep bunlar öğrenildi.
İşte ses seda olmadan, ses telleri kıpırdanmadan, nasıl elektrik sinyalleri beyne ulaşınca beyin algılıyorsa, Allah-u Teàlâ Hazretleri de Rasûlüllah SAS Efendimiz’le konuştu.
–Nasıl konuştu?..
Sen onu anlayamazsın, anlatsam da anlayamazsın. Zâten anlatılmaz, anlatsam da anlayamazsın!.. Ama konuştu.
Âşikâre gördü Rabbül-izzeti,
Âhirette öyle görür ümmeti.
Peygamber Efendimiz Rabbül-âlemîn’i âşikâre gördü. Ahirette biz de öyle göreceğiz, ümmeti olabilirsek…
h. Ümmeti Olma Şerefi
Ümmetin olduğumuz devlet yeter,
Hizmetin kıldığımız izzet yeter.
O saadet, o mutluluk, o şeref, onun ümmeti olmak şerefi bize yeter muhterem kardeşlerim!..
–Nesin sen?..
–Köylüyüm, var mı bir diyeceğin?..
–Nesin?..
–Vasıfsız işçiyim, ameleyim; var mı bir diyeceğin?..
Ama onun ümmetiyiz. Onun ümmetiyim, var mı bir diyeceğin?.. Rasûlüllah’ın ümmetiyim ben, o Muhammed-i Mustafâ’nın ümmetiyim ben!..
Ümmetin olduğumuz devlet yeter,
Hizmetin kıldığımız izzet yeter.
Ne mutlu hizmet edebilene!.. Peygamber Efendimiz’e, sünnetine, ümmetine hizmet edene ne mutlu!.. Hizmet edebiliyorsa, o izzet olarak yeter insana… Ümmeti olmak şeref olarak, saadet olarak, devle olarak yeter; hizmet edebilmek izzet olarak yeter!.. Ne mutlu ki, bazı insanlar İslâm’a hizmet edebiliyor. Bazı insanlar yılbaşı ağacını renkli kürelerle donatıp ağacın gölgesinde çoluk-çocuğu ile içki içerken, kumar oynarken, yılbaşı eğlencesi yaparken, bazı insanlar da dağ başlarında cihad ediyor… Mahrumiyetler içerisinde hizmet etmeye çalışıyor.
Ümmetin olduğumuz devlet yeter,
Hizmetin kıldığımız izzet yeter.
Yeter bize o, elhamdü lillâh… Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri de diyor ki:
Hakka ibadet etmeğe,
Yeter bize vîrâneler!
Saray gerekmez. Virâne de olsa, evliyâullah gelir, köşeye çöker, küllerin üzerinde “Allah Allah…” der. Hakk’a ibaret etmeğe, yeter bize vîrâneler… Öyle şâşaalı, süslü, zînetli, koltuklu yerlere lüzum yok…
Şimdi koltuklu mescidler çıktı. Dümdüz namaz kılma yerinin önüne sırt dayama yerleri yapmışlar, yaslanıyorlar oraya… Bir de yatak getirsinler. Ayaklarını da uzatıyorlar, sırtlarını da dayıyorlar.
Peygamber Efendimiz Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni gördü, konuştu, emirlerini dinledi, iltifatına mazhar oldu. Sonrasını Süleyman Çelebi çok zarif anlatıyor:
Hem dedi kim, “Yâ muhammed ben seni
Bilürem, görmeğe doymazsın beni!
Avdet edip da’vet et kullarımı,
Tâ gelüben göreler dîdârımı!..”
“Yâ Muhammed, bilirim ki sen beni görmeğe doyamazsın; lâkin dön de kullarımı benim yoluma dâvet et!” dedi diyor. Mi’racdan sonra, Cenâb-ı Mevlâ’nın dergâh-ı izzetini gördükten sonra, insan oralardan buralara dönmek ister mi?.. İstemez. “Bilirim ki istemezsin ama, avdet edip dâvet kullarımı! Yedi kat semâvâtı tekrar in de, dünyaya dön de, ümmetine bunları bildir de; onlara da anlat, onları da şevklendir, onlara da bu güzellikleri duyur da, onlar da gelsinler, dîdarımı görsünler!”
Peygamber Efendimiz’e sordular:
“–Yâ Rasûlallah, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni biz görebilecek miyiz?..”
“–Nasıl mehtap olduğu zaman herkes görüyor mehtabı, kimse birbirine engel olmuyor; siz de öyle göreceksiniz.” buyurdular.
Onun için döndü. Yoksa, dönülecek yer değil burası… Mi’racdan sonra burası dönmeğe değmez. O da bir hizmet… Döndü, Mi’rac seyahatinden bize hediye getirdi Peygamber Efendimiz.
i. Ümmetin Mi’racı
Seyahate çıkanlar dönerken, eve, çoluk-çocuklarına, dostlarına hediyeler getirirler. Siz de burdan giderken belki tesbih götüreceksiniz, belki çarşıyı pazarı dolaşacaksınız, bir şeyler götüreceksiniz. Türkiye’de sizi bekleyenlere, havaalanında sizi uğurlayanlara, gittiğiniz zaman karşılayanlara, zemzem, misvak, takke, tesbih, koku gibi hediyeler götüreceksiniz.
Peygamber Efendimiz Mi’rac seyahatinden bize ne getirdi?.. Beş vakit namazı getirdi muhterem kardeşlerim!.. Rasûlüllah’ın hediyesi, Allah’ın emri, dinin direği, İslâm’ın en mühim ibadetlerinden birisi… Bir insan namazını kılıyorsa, tamam, müslümandır. Namazı kılmamak çok büyük suç…
Namazı getirdi, elli vakit emretmiş, sonra Mûsâ AS’ın hatırlatması üzerine rica ede ede, beş vakte indirilmiş ama, beş vakit kılınca elli vaktin sevabını Allah veriyor. Beş vakit namaz kılana, elli vakit namaz kılmış gibi sevap verileceğini sahih hadis-i şerifler müjdeliyor.
Sen ki Mi’rac eyleyip kıldın niyaz,
Ümmetin Mi’racını kıldım namaz.
“Ey Rasûlüm, sen geldin Mi’rac ettin, burayı gördün, Arş-ı A’zam’ı gördün, dergâh-ı izzetimi gördün, cemâlimi gördün; senin ümmetinin Mi’racı olarak da ben onlara namazı ihsân ediyorum. Onlar da namaz kılsınlar, onlar da Mi’rac etmiş olsunlar, onlar da benim huzuruma gelmiş olsunlar!”
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde bildiriyor ki: “İnsan Allahu ekber dediği zaman perdeler kalkar.” Gitti yetmişbin hicâb… “Cenâb-ı Mevlâ’nın divanına, huzur-u izzete girer. İki tarafa melekler dizilir, hûri kızları dizilir.”
Şimdi, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin divanına giren insana, divanın âdâbına uygun hareket gerekir. Yâni dergâh-ı izzetin âdâbına uygun hareket etmek gerekir. Söylediği sözü bilmeli, gönlünü temiz tutmalı, ibadeti ihlâsla yapmalı, namazı candan kılmalı, nerede olduğunu bilmeli, ne yaptığının anlamını duymalı!.. Böyle olursa, o zaman onun namazı Mi’rac olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri büyük makamlar ihsân eder. Etmiş, eski insanlardan nice nice makamlara ulaşanlar olmuş, imtihan sırası şimdi bize gelmiş.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri de sevdiği kulları zümresine dahil eylesin… Habîb-i edîbine en güzel şekilde uyan, ittibâ eden, en güzel şekilde ümmetlik yapan müslümanlardan eylesin… Kendisine en güzel kulluğu, en ihlâslı şekilde, makàm-ı ihsâna ulaşarak, en güzel tarzda ibadetleri yapmağa muvaffak eylesin…
Biz de şimdi büyük imtihanlar içindeyiz. Dünya üzerindeki bütün müslümanlar, Türkiye’deki, Somali’deki, Afrika’daki, Uganda’daki, Ruanda’daki, Vietnam’daki
Dünyanın neresinde kargaşa varsa, orda mutlaka bir bit yeniği vardır. Her yerde büyük sıkıntılar var, can pazarı, mal tehlikesi, ölüm tehlikesi var… Allah-u Teàlâ Hazretleri şu dâr-ı imtihanda imtihanımızı rızasına uygun geçirmeyi nasîb eylesin… Rızasını taleb ederek, rahmetini umarak bu diyarlara ziyarete geldik, umre yaptık; Allah-u Teàlâ Hazretleri umrelerimizi kabul eylesin…
Bu mübarek Receb ayının ikrâmâtından, ihsânâtından, ikramiyelerinden hissedar ve nasibdar olmayı nasib eylesin… Mi’rac gecesini idrak edip ihyâ etmeyi nasîb eylesin… Nice nice mübarek günlere, kandillere sıhhatle, afiyetle eriştirsin…
Receb ayında oruç tutmak çok sevaptır. Durumu sıhhati elverenler yarın perşembe günüdür, oruç tutarlarsa onun da mükâfâtı olur, feyzi olur, faydası olur.
Zamanın ve mekânın kıymetini bilip ciddî çalışmak, ibadeti güzel yapmak önemli… Zamanınızı boş geçirmemeğe gayret edin! Çünkü cennete girse bile bir müslüman, cennette bir şeye hayıflanacak. Cennette korkmak da yok, üzüntü yok. Fakat cennete giren insanlar bir şeye hayıflanacaklar. “Hay Allah, fırsatı kaçırmışız yâ, keşke öyle yapmasaydık!” diyecekler. Cennete giren insanların hayıflanacakları şey nedir?.. Dünyada iken zikirsiz geçirdikleri zamanlar… Buna hayıflanacaklar. Neden?.. Zikrin mükâfâtını gördükleri zaman, orada ne kadar büyük mükâfât aldıklarını gördükleri zaman; “Ayy, ne kadar büyük mükâfâtlar kazandık, keşke vakti hiç boş geçirmeseymiştik, hep Allah deseymiştik, hep zikretseymiştik!” diyecekler.
Onun için elinizden, dilinizden zikir, tesbih eksik olmasın!.. Allah sevdiği, razı olduğu ibadetlere muvaffak eylesin…
26. 11. 1997 – Mekke-i Mükerreme