Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm.Bismillâhir-rahmânir-rahîm…
Rabbişrahlî sadrî, ve yessirlî emrî, vehlül ukdeten min lisânî, yefkahû kavlî… Ve üfevvidu emrî ilallàh, innallàhe basîrun bil-ibâd…
Elhamdü lillâhi hakka hamdihî ves-sàlâtü ves-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaînet-tayyibînet-tàhirîn…Emmâ ba’d:
Çok aziz ve sevgili cemaat-i müslimîn!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri Mi’rac kandili gecenizi hepiniz için hayırlı ve mübarek, ecirli ve sevaplı, kârlı ve kazançlı eylesin… Bu mübarek günün mânevî ikrâmâtına, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin mağfiretine, rahmetine cümlenizi nâil eylesin… İki cihan saadetine mazhar eylesin… Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin…
İslâm ülkelerinde bu mübarek kandil gecelerinde müslümanlar büyük camilerde toplanırlar. Hocamız’ın şehri Bursa’da Ulu Cami, öteki camiler; Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî’nin camisi, İstanbul’da Süleymaniye’ler, Sultan Ahmed’ler, büyük camiler dolar, bahçeleri dolar, cemaatler sokaklara taşar. Mübarek, alim, fâzıl hocalar konuşurlar. Kandilin gelişi minarelerden, kandil simitlerinden, sokaklardan, nurlardan, her yerden belli olur.
Ben de bu kandilde, gurbetçi kardeşlerimin arasında onlarla kandili yapmayı istedim. Burası diyar-ı gurbettir. Amma Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
(Fetbâ lil-gurabâ’) “Ne mutlu gurbetlilere, gurbetçilere, ne mutlu garibanlara, ne mutlu gurbette olanlara!..” buyuruyor. Allah bizi o ne mutlu diye medhedilen müslümanlardan eylesin…
Peygamber SAS Efendimiz neden “Ne mutlu gurbetçilere!” diye buyurmuş? Etraftaki kavim, topluluk İslâm’dan habersiz, imandan habersiz, irfandan mahrum; bu mübareklerin, müslümanların, imanlıların halini anlamıyorlar. Onların arasında gariban kalıyorlar, gurbetteki gibi kalıyorlar. Onun için, “Ne mutlu garibanlara!” denmiş.
Sormuşlar:
(Vemel-gurabâü yâ rasûlallah?) “Yâ Rasûlallah, garibanlar kimlerdir, kimleri kasdediyorsun?”
Buyurmuş ki:
(Ellezîne yuslihûne mâ efseden-nâs) “Öteki insanların berbat ettiği toplumu, ahlâkı, cemiyeti, şartları, halleri düzeltmeğe çalışanlar, bozguncuların bozgunculuklarını tamir etmeye çalışanlar, ortalığı düzeltmeye çalışanlar.” diye buyurmuş
Siz de öylesiniz. Toplum başka bir toplum, siz buraya çalışmaya geldiniz. Ama burada İslâm’a sarıldınız, îmana sarıldınız, camiyi ev edindiniz, mesken edindiniz, yorulduğunuz zaman dinlenmek üzere, sıkıldığınız zaman ferahlamak üzere Allah’ın evine koşan insanlarsınız. O mânâda da üzerimizde, bu hadis-i şerifteki garibanlık var. Yabancı bir çevrede müslümanız elhamdü lillâh…
Allah cümlemizi Rasûlüllah’ın sevdiği, medhettiği müslümanlardan, garibanlardan, gurbetçilerden eylesin… Gurbetten sonra da vuslata erdirsin. Kavuşmaya da vuslat derler…
Aziz ve sevgili kardeşlerim!.. Biliyorsunuz ki, bazı geceler diğer gecelerden farklıdır, bazı aylar diğer aylardan farklıdır. Gün gibi âşikâr, hepimiz biliyoruz ki, Ramazan ayı onbir ayın sultanıdır. Hepimiz biliyoruz ki, Kadir gecesi bin aydan daha hayırlı bir gecedir. Yâni seksenüç yıllık ömre bedel bir gecedir. İnsan seksenüç yıl ibadet etse, uyumasa; yapamaz. Bir Kadir gecesi o kadar kıymetlidir.
Peygamber SAS Efendimiz’in ikaz eylediği, irşâd eylediği, ihtar eylediği, ihbar eylediği geceler vardır. Meselâ, içinde bulunduğumuz bu Receb-i şerif ayının ilk cuma gecesi Regàib gecesidir. Meleklerin Regâib gecesi diye isimlendirdiği bir gecedir. Hem cuma gecesidir, hem Receb’in başıdır, ilk cumasıdır diye çok büyük füyûzâtın, fütûhâtın, rahmetlerin kullara bahşedilği gece olduğundan, hediyelerin verildiği, manevî mükâfatların verildiği gece olduğundan, Efendimiz onu medhetmiştir. Meselâ, önümüzdeki Şa’ban ayının onbeşinci gecesi, Berat gecesi vardır, çok mübarek bir gecedir.
Elhamdü lillâh bu gece de Receb’in 27. gecesidir. Receb başladığı zamandan beri 26 tane gece geçti, bu gece 27. gecedir. Bu gece Peygamber-i Zîşânı’mız, şefîül-usât fî yevmil-arasât, sahibül-mu’cizât Ahmed ü Mahmûd ü Muhammed-i Mustafâ —aleyhi efdalüs-salevât ve ekmelüt-tahiyyât vet-teslîmât— Efendimiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin son derece büyük bir ikrâmına mazhar olmuştur. Süleyman Çelebi’nin:
İrmedi evvel gelen bu devlete,
Kimse nâil olmadı bu rif’ate!
dediği bir büyük ikrâma mazhar olmuştur, Receb’in 27’sinde… Çok büyük bir mazhariyettir, daha önceden hiç bir kula nasib olmayan bir seyahattir.
a. Göklerin Derinliği
Hepimiz merak ediyoruz: “Bu gökyüzünün ötesinde ne var, yedi kat semanın ötesinde ne var, füzelerin gidemediği uzayın derinliklerinde, teleskopların göremediği yerlerde neler var?” diye merak ediyoruz. Biliyoruz ki, Venüs gezegeni ki bizim Güneş Sistemimiz’in içindedir, oraya Amerikalılar bir füze göndermişler, son sürat üç senedir gidiyor dolu dizgin, hâla yanına yeni varmış.
Bir insanın bu Güneş Sistemi’nin içinden çıkması için, bir füzeye binse, füzenin yirmibin yıl gitmesi lâzımmış. Yirmibin yıl kim yaşar? Demek ki, füzenin içinde ölecek, tozları kaybolacak, Güneş Sistemi’nin daha ötesine geçemeyecek. Halbuki bu Güneş Sistemi, bizim galaksimizin içinde küçücük bir nokta gibidir. Bizim galaksimiz kâinatın içinde hesaba alınmayacak küçücük bir alan ihtivâ eder. Bu yedi kat semâyı geçeceksin, ondan sonra onların ötesine gideceksin…
Muhterem kardeşlerim, Allah-u Teàlâ Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de Tebâreke Sûresi’de:
(Velekad zeyyennes-semâed-dünyâ bimesabîha ve cealnâhâ rucûmen liş-şeyâtîn) “Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık” buyuruyor. Zeyyennâ, zînetlendirdik demek. (Es-semâed-dünyâ) İkisi de elif-lâm’lı gelmiş, sıfat tamlaması; isim tamlaması değil. Dünya semânın sıfatı… O zaman dünya ne demek? Yeryüzü demek değil, en yakın demek, bu kesin… Zâten, bizim yeryüzü Kur’an-ı Kerim’de, hadis-i şerifte dünya diye geçmez, arz diye geçer. Dünya, ednâ kelimesinin müennesidir, en aşağıdaki demektir. “En yakın semâyı yıldızlarla donattık!” buyuruyor.
Bunu niçin söylüyorum? Kâinatın ne kadar büyük olduğu, azameti hakkında, akılların eremeyeceği kadar büyük olduğunu anlamak hususunda bir delil olsun diye söylüyorum. “En yakın semâyı yıldızlarla donattık.” Ne çıkıyor? Yıldızların olduğu bütün bu başımızı kaldırdığımız zaman gördüğümüz yerler birinci semâ…
(Ellezî haleka seb’a semâvâtin tıbâkà) [O birbiri ile ahenkli yedi göğü yaratmıştır.] Yedi kat semâ dediğine göre, bunun altı katı daha var ötede… Ondan sonra:
(Vesia kürsiyyühüs-semâvâti vel-ard) [Onun Kürsüsü gökleri ve yeri içine alır.]
Ayetel-kürsî’yi hepimiz biliyoruz, namazdan sonra okuyoruz, çok sevaplı… Niye okuyoruz? Peygamber Efendimiz ne diyor: “Kim namazdan sonra Ayetel-kürsî’yi okursa, cennete ölmediği için giremiyor, hayatı mânidir; yoksa dosroğru cennete girecek.” buyuruyor. Ayetel-kürsî okumak o kadar kıymetli… O Ayetel-kürsî’de:: (Vesia kürsiyyühüs-semâvâti vel-ard) “Allah’ın Kürsüsü, semâları ve arzı içine almıştır.” deniliyor. Yâni semâlar ve arz, Kürsü’nün içinde…
İbn-i Abbas RA’dan rivâyet edildiğine göre, buyruluyor ki:
“–Bu yedi kat semâ Kürsü’nün yanında, Ayetel-kürsî’de geçen Allah’ın Kürsüsünün yanında, bir büyük sahradaki bir yüzük halkası gibidir.”
Sübhàne rabbiyel-aliyil-a’lel vehhâb!.. Allah-u Teàlâ’nin mahlûkatının azametine bak da, Allah’ın ekberliğini anla!.. “Allahu ekber!” dediğin zaman, Allah’ın ne kadar büyük oluduğunu anla!.. Semâvâtı ve arzı, Kürsüsü kuşatıyor.
“–Kürsüsü de Arş-ı A’zam’ın yanında, deryada bir damla gibidir.” buyruluyor.
Sübhanallah!.. Ne azametler, ne mesâfeler, ne büyüklükler…
Görünen yıldızların hepsi birinci semâ… Birinci semâda öyle yıldızlar varmış ki, beş milyon yıl önce ışığı ordan çıkmış, yola devam etmiş, etmiş, etmiş, bize gelmiş de bizim gözümüz onu yıldız olarak görüyor. Ama astronomi, gök bilimi alimleri diyorlar ki:
“–O yıldız, beş milyon ışık yılı mesâfedeki yıldızdır, o ışık ordan geliyor.”
Ben söylemiyorum. Ben söylesem, birisi, “Amma attı, mübalağa etti.” diyebilir. Ben söylemiyorum da, fizikten, kimyadan, matematikten, rakamlardan anlayan insanlar söylüyor. Ay ile Dünya’nın mesafesini, Dünya ile Güneş’in mesafesini, Güneş’in çapını, Dünya’nın Güneş’in yanında nasıl bir toplu iğne başı kadar kaldığını… vs. vs. rakamları biliyorlar, teleskopla ölçüyorlar.
Beş milyon yıl; ışık yılı yalnız, bizim yılımız değil… Yâni, bir ışık saniyede saniyede üçyüzbin km gider. “Dünya’yı yedi defa dolaşır.” filân diyorlar. Hani hacılar Kâbe’yi yedi defa dönmüyor mu, bir saniyede Dünya’yı yedi defa dönüyor. O hızla giden ışık, beş milyon senede o yıldızdan buraya gelmiş. Bundan ne anlıyorum: Kâinatın boyutlarının, akılların idrak edemeyeceği kadar büyük olduğunu anlıyorum.
Bir de ne anlıyorum: Ben orda beş milyon yıl öncesini görüyorum. Neden?.. Beş milyon yıl öncenin ışığı geldi, belki o ışığın kaynağı orda yok, belki patladı, belki yok oldu ama, benim gözüme eski ışıklar, beş milyon yıl önceki manzara geliyor. O anlaşılıyor.
Demek ki biz, kâinatın dibini zamandan dolayı göremiyoruz. Zamanın derinliğinden, zamanın büyüklüğünden göremiyoruz. Amma Allah-u Teâlà Hazretleri’nin lütfuna, kuvvetine, kudretine imkânına, ihsânına bak ki, Peygamber SAS Efendimiz yedi kat semâvâtı geçiyor. Arş’a, Kürsü’ye varıyor. Yâni bunları niçin anlatıyorum: Gök bilgisinden, yıldız bilgisinden Mi’racın azametini anlayalım diye anlatıyorum. Çok büyük müşâhade…
b. Mi’racın Sebepleri
Şimdi biz bazı şeyleri bilgi olarak biliriz, tamam öyledir deriz. Meselâ sorsam:
–Yeni Gine diye bir yer var mı?..
Hepiniz dersiniz ki:
–Var hocam!
–Nerden biliyorsun, Yeni Gine’ye gittin mi?..
–Yoo, gitmedim ama, kesin biliyorum var.
–Nerden biliyorsun?..
–Coğrafya kitapları yazıyor, ansiklopediler yazıyor, gazeteler yazıyor, mecmualar yazıyor, The Geografical Magasine yazıyor. İşte oraya gitmişler, resimini çekmişler, biliyorum…
Haa, insan bazı şeyleri görmeden kesin bilir. Buna ilmel-yakîn derler. Yakîni var, şeksiz, şüphesiz bilgisi var ama biliyor.
–Ahiret var mı?..
—(Amentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî verusülihî, vel-yevmil-âhir) Amennâ ve saddaknâ, ahiret var!
–Nerden biliyorsun, gördün mü?..
–Görmedim ama biliyorum. Görmedim ama, Peygamber-i Zîşânımız’ın ihbârıyla biliyorum, Kur’an’ın izâhıyla biliyorum, Allah’ın bildirmesiyle biliyorum. Biliyorum kesin…
(Ellezîne yü’minûne bil-gayb) [Onlar gayba inanırlar.] Biz gayba inanıyoruz, Allah bizi onunla medhediyor. İleride olacak bir şey, ne yapalım?.. İlerde olunca insanlar görecek. Mücrimler, kâfirler, müşrikler, âhirette peygamberlerin bildirdiği her şeyin hak olduğunu görünce, hak olduğunu anlayacaklar amma iş işten geçecek. Biz onlar gibi değiliz. Biz şimdiden biliyoruz. Onlar şimdiden inanmadığı için, anlayacakları zaman iş işten geçmiş olacak. Allah onun için bizi medhediyor, (Ellezînü yü’minûne bil-gayb) [Onlar gayba inanırlar.] buyuruyor.
Biz gayba inanıyoruz. Görmediğimiz halde biliyoruz, âhiret var. Cennet var mı? (El-cennetü hakkun) Cennet var, hak… (Ven-nâru hakkun) Cehennem var, hak… Sırat var mı? (Ves-sıratü hakkun) Sırat var, hak… Terazide amellerin, sevapların, günahların tartılması, ölçülmesi var mı? (Vel-mîzânü hakkun.) Mîzan var, amennâ ve saddaknâ…
(Vel-veznü yevme izinil-hakku) “O gün tartı haktır.” Rahman amelleri tartacak.
(Femen ya’mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskàle zerretin şerran yerah.) “Zerre ağırlığı kadar hayır işleyen karşılığını görecek, zerre ağırlığı kadar şer işleyen karşılığını görecek.” Bilmiyor muyuz, İzâ zülzile Sûresi’nde?.. Biliyoruz. Bunların hepsini biliyoruz, bu bilgilere yakînimiz var.
Yakîn ne demek?.. Şeksiz, şüphesiz, tereddütsüz bilmek demek… İmanımız sapasağlam, elhamdü lillâh biliyoruz ki bunlar olacak… Allah’ın lütfuyla hepimiz cenneti göreceğiz inşaallah… Hepimiz o nimetlere ereceğiz, anlayacağız, anlatacağız, hatırlayacağız: “Dünyada şöyle olmuştu, böyle olmuştu bak, elhamdü lillah…” diyeceğiz.
Bazıları ne yapacak muhterem kardeşlerim:
“–Yahu benim bir arkadaşım vardı, nerede o?..” diyecek.
Allah bildirecek:
“–O cehennemde…”
Şöyle kalkacak, bakacak, cehennemde onu görecek:
“–Hiiih, eyvah!.. Az kalsın bu herif beni helâk edecekti, iyi ki onu dinlememişim, iyi ki onun çektiği yola gitmemeşim.” diyecek.
Kâfirler, cehennemi görecekler, cayır cayır azâbı tadacaklar; mü’minler cennete girecekler, nimetlerle rahat edecekler. Bunları biliyoruz amma Allah-u Teàlâ Hazretleri, o Muhammed-i Mustafâ’sına:
“–Ey Rasûlüm, ben senin ilmel-yakîn bilmene razı değilim, onu kâfi görmedim, gel de sana hakîkaten bunları göstereyim!” dedi, bunları gösterdi.
Cenneti gösterdi, cehennemi gösterdi, sıratı gösterdi, levh-i mahfuzu gösterdi, meleklerini gösterdi, peygamberlerini gösterdi. Biz:
(Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî) diyoruz. Biz ilmel-yakîn biliyoruz, “Evet öyle peygamberler geçmiş, biliyoruz, tamam, hepsine inandık.” diyoruz ama, Peygamber Efendimiz’e Allah hepsini gösterdi. Onun için Peygamber Efendimiz’in îmanı gibi îman olur mu?.. Olmaz!.. Gördü, hepsini gördü… Semâ semâ çıktıkça, peygamberleri gördü, konuştu selâmlaştı. Onlara imamlık yaptı, önlerinde namaz kıldırdı, tavsiyelerini dinledi, dualarını aldı, muhabbetleşti. Peygamberleri biliyor, melekleri biliyor, gördü. Cenneti biliyor, cehennemi biliyor, sıratı biliyor, gördü. Böyle görüp de bilmeye aynel-yakîn derler. Ayn göz demek ya, gözüyle gördü. Hakîkatini de Allah anlattı. Peygamber SAS Efendimiz her şeyin aslını biliyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz’i neden Mi’raca götürdü, niye oralara çağırdı?.. İşte bir sebep bu: Anlattığı şeyleri gözüyle görsün, hakkal-yakîn bilsin, öyle anlatsın diye…
Bilenin anlatması nasıldır?.. Candan anlatır, tatlı anlatır, insanın gözünün önüne serer, tereddütsüz bir şekilde anlatır. Bilmeyen rivâyet eder: “Şöyleymiş, böyleymiş, şu kitapta şöyle yazıyor, duydum ki, bilmem ne…” filân diye; bu zayıf olur. Gören insanın anlatmasıyla anlatsın diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz’i Mi’raca çağırdı.
–Başka?..
Muhterem kardeşlerim! Peygamber SAS Efendimiz o güzel ahlâkı ile, o güzel cemâli ile insanların en güzeli olduğu halde, en doğrusu olduğu halde, Allah’ın habîbi olduğu halde, habîbullah ve habîbünâ; hem Allah’ın sevgilisi hem bizim sevgilimiz, cümle mahlûkâtın sevgilisi… Hepsi Muhammed AS diye can atıyor; Burak’ı, Refref’i, meleklerin hepsi, peygamberlerin hepsi… “Ne olaydı, bir cemâlini görseydim!” diye hepsi aşık o Muhammed-i Mustafâ’ya, o Muhammedül-Emîn’e…
Kırk yaşında peygamber oldu, mucizeler gösterdi, Kur’an’ı anlattı, Mekke’de 12 yıl aralarında yaşadı; inanmadılar. Amma kâfirlermiş, amma müşriklermiş, amma domuzlarmış, amma katılarmış ha!.. 12 yıl Peygamber-i Zîşânımız İslâm’ı anlattı, îmanı anlattı, Kur’an’ı anlattı, mûcizeler gösterdi; dinlemediler, inanmadılar. Ebû Cehiller, Ebû Lehebler, hasımlar, düşmanlar, kızgınlar, kırgınlar, zâlimler, câniler, kâtiller… Öldürdüler, müslümanları şehid ettiler, gittikçe zulmü arttırdılar.
Niye zulmü arttırdılar?.. Önce dedesi Abdülmuttalib vardı, kılına dokundurtmuyordu, korkuyorlardı. Abdülmuttalib şehrin en yüksek şahsiyetiydi. Sonra Ebû Tàlib vardı, ondan da, kavminden, kabilesinden de korkuyorlardı, Abdülmuttalib ölünce, amcası Ebû Tàlib de ölünce müşrikler işi azıttılar. Neden?.. Himâyesiz gördüler. 12 yıl Mekke’de uğraştı, çok az insan îman etti. Haklı olduğunu bilseler bile, yanına yanaşmağa korktular. Peygamber Efendimiz Mekke’ye gelen heyetlerin yanına gidiyordu. O zaman da hac yapıyorlardı, hac için gelen heyetlerin yanına Mina’ya gidiyordu, Müzdelife’ye gidiyordu, selâm veriyordu, yanlarına oturuyordu, diyordu ki:
“–Siz nerdensiniz?”
“–Biz falanca kabiledeniz.”
“–İyi, hoş geldiniz. Ben Allah’ın rasûlüyüm, ben Allah’ın gönderdiği elçisiyim. Allah-u Teàlâ Hazretleri bana emirlerini bildiriyor. Şirki bırakın, küfrü bırakın, îmana gelin!” diyordu.
Dinliyorlardı, dinliyorlardı da ondan sonra diyorlardı ki:
“–Yâ Muhammed, yâ Ebel-Kàsım, ey Kàsım’ın babası! İyi güzel söylüyorsun da, tamam da, biz senin sözünü dinlesek, sana tâbi olsak, Kureyş’le aramız bozulur, Kureyş bize düşmanlık eder. Bizim kervanlarımız Şam’a doğru buralardan geçemez, ticaretimiz mahvolur, hayatımız bozulur, kazancımız duraklar… Kusura bakma ama, biz Kureyş’e karşı senin yanında yer alamayız!” diyorlardı.
Senelerce böyle devam etti, nihâyet bir akşam, 26 Receb günü, Ebû Cehil işi azıttı, çok hakaret etti, Peygamber Efendimiz’e saldırdı, ayağını yaraladı:
“–Sen bizim dinimizi, putlarımızı ne diye diline doluyorsun, ne diye kötülüyorsun, yeni bir din ne diye getirdin, atalarımızın yolunu niye değiştiriyorsun?..” bilmem ne, filân…
Peygamber Efendimiz’e taş attı, ayağını yaraladı. Peygamber Efendimiz’in ayağı kanadı. Yanına Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz geldi. Peygamber Efendimiz çok mahzun oldu. “12 yıldır uğraşıyorum, taşlar yerinden kıpırdamıyor; dinlemiyorlar.” dedi. Düşünün 12 yıl az mı?.. O gün çok mahzun oldu. Allah’u Teàlâ Hazretleri, o zaman Mi’racı nasib etti.
(El-ferec ba’deş-şiddeh) “Şiddetli, sıkıntılı, üzüntülü şeylerden sonra ferahlık gelir.” derler.
(İnne me’al-usri yusrâ.) “Zorluktan sonra kolaylık gelir.” Allah-u Teàlâ Hazretleri sabırdan sonra mükâfat gönderir.”
Onlar Peygamber Efendimiz’e ezâ, cefâ yaptılar; Allah da, “Gel habîbim!” dedi, ona Mi’racı nasib etti. Neden?.. Çok mahzun olmuştu. O gün o kadar mahzun oldu ki, gitti halası Ümm-ü Hânî’nin evine… Halası, daha doğrusu Ebû Tàlib isimli amcasının büyük kızı, Hazret-i Ali’nin ablası… Tabii biz baba tarafından olan kadın akrabaya hala diyoruz. Halası Atîke bint-i Ebî Tàlib, ama lakabı Ümm-ü Hâni, Hâni’nin annesi demek yâni… Halası basìretli, dikkatli, akılı, uslu, gün görmüş bir hanımefendiydi; onun yanına gitti. Üzüntülü yattı oraya, istirahat etmek istedi.
Cebrâil AS geldi:
“–Allah-u Teàlâ Hazretleri seni Mi’raca davet ediyor. Senin o ayağının yarasının, çektiğin o kalp üzüntülerinin, sıkıntılarının mükâfâtı olarak Allah seni Mi’raca davet ediyor yâ Rasûlallah!” dedi.
Peygamber SAS Efendimiz, Ümm-ü Hâni’nin evinden Harem-i Şerif’e geldi, Mescid-i Harâm’a geldi.
Biliyorsunuz, hacca gidenlerin gözü önüne gelsin diye söylüyorum; Safâ ile Merve diye iki tepe vardır, onların arasında sa’y yapılır, Safâ tepesine çıkılır, Kâbe’ye doğru bakılır, Hacerül-Esved’e doğru, “Bismillàhi allàhu ekber” denilir, ondan sonra sa’ye başlanır. Ordan biraz yokuş aşağı doğru giderken duvarlar olmasa, sağa baksan, sağ taraf Peygamber Efendimiz’in mahallesidir, Benî Hâşim yurdudur orası… Peygamber Efendimiz Benî Hâşim’den ya, Mekke’nin Benî Hâşim’in oturduğu mıntıkasıdır. Peygamber Efendimiz’in evi de ordadır.
(Peygamber Ef. Evi)
Evi şimdi orda… Mescid bitiyor, mescidin avlusu bitiyor, parmaklıklar bitiyor, orda tek başına bir bina var, bir onu yıkmamışlar. Her taraf yola kadar dümdüz, orası kütüphane olarak kullanılıyor. Peygamber Efendimiz o kütüphane olarak kullanılan yerde doğmuş. Keşke taşıyla, toprağıyla, kerpiciyle camın içine koysalardı da, muhafaza etselerdi: “Rasûlüllah burda doğdu.” diye, keşke aynen kalsaydı. Yıkmışlar, betondan bir bina yapmışlar, kütüphane yapmışlar. Kütüphane filân değil, Peygamber Efendimiz’in doğduğu yer…
İşte o civarda Ebû Tàlib’in evi vardı. Ümm-ü Hâni Hazretleri de Ebû Tàlib’in kızı olduğundan, babası ölünce o evde kalıyordu. Harem-i Şerif’e çok yakındı. Orada istirahat ederken Cebrail gelip:
“–Buyur, yâ Rasûlallah! Allah’dan ferman çıktı, sana bugün çok büyük beşâret, çok büyük nimet, çok büyük saadet, çok büyük devlet var.” diye söyleyince, ordan Harem-i Şerif’e geçiverdiler.
c. Yol Hazırlığı ve Kudüs’e Yolculuk
Safâ ile Merve arasından, Zemzem kuyusuna vardı. Peygamber Efendimiz ordan abdest aldı, o mübarek beyti, Kâbe-i Müşerrefe’yi yedi defa tavaf etti. Altın Oluğun ön tarafında şöyle bir yarım duvar vardır, içerisine Hatîm derler veya Hicr-i İsmâil derler. Orada iki rekât namaz kıldı, oturdu. Cebrail AS yanına geldi. Başladı, yol hazırlığı, manevî hazırlıklar…
Göğsünü yardı. Nasıl yardı?.. Ne bileyim ben… Melek Âdemoğlu’nun göğsünü nasıl yarar? Her halde çakı, bıçak kullanmaz. Göğsünü yardı, içine iman doldurdu, nur doldurdu, zemzemle yıkadı. Kalbini yardı, kalbinden bir kan pıhtısı çıkarttı, dışarı attı. Oraya da Allah’ın rahmetini doldurdu, feyz doldurdu, nice şeyler doldurdu. Yâni bir manevî ameliyat geçirdi.
Ondan sonra Peygamber Efendimiz diyor ki: “Göğsüm yerine geldi yine…” Demek ki meleğin ameliyatı kansız oluyormuş, nasıl oluyorsa?.. Efendimiz bir ameliyat geçirdi.
Delâilül-Hayrât şerhinde anlatılıyor: Beline yakuttan bir kemer geçirildi. Omuzlarına nurdan bir ridâ, yâni üst elbisesi geçirildi. Bana kalırsa, uzay elbiseleri geçmeye başladı. Ayaklarına yeşil zümrütten pabuçlar giydirildi. Onlar da neyse?.. Tabii o devrin insanı böyle anlatacak, öyle görülecek, öyle anlatılacak. Bu devrin insanı da kendi aklını kullansın, onun nasıl olduğunu anlasın.
Cebrâil AS böyle bu işleri tamamladı, içine nur doldurdu, feyz doldurdu, rahmet suyuyla yıkadı. Cennetten Burak geldi. Dikkatinizi çekerim, belki başka yerlerde pek söylenmez: Arapça’da berk, şimşek demek; Burak kelimesi o kelimeyle ilgili… Demek ki şimşek gibi bir mahlûk geldi. Görünüşü çok güzel, bakmağa doyulamayacak, tatlı güzel bir yaratık… Peygamber SAS’in önünde durdu. “Ata benzer” diyor. Tabii insanoğlu o devirde ata bindiği için Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber Efendimiz’e Burak’ı o şekilde gösterdi. Ama biz bugün başka vasıtalara biniyoruz, yâni neyse…
Cebrâil AS üzengisini tuttu, Peygamber Efendimiz Burak’ın üstüne bindi. Öyle hızlı gidiyordu ki, gözün gördüğü yere adımını atıyordu. Yâni ufka adımını atıyor, vızzt oraya, vızzt oraya varıyordu.
Peygamber SAS Efendimiz el-Mescidül-Haram’dan, yâni Kâbe’nin olduğu yerden, Kudüs’teki el-Mescidül-Aksâ’ya vardı.
–Vardı mı?..
Âmennâ ve saddaknâ… Kur’an-ı Kerim’de bildiriliyor, bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Sübhànellezî esrâ biabdihî leylen minel-mescidil-harâmi ilel-mescidil-aksallezî bâreknâ havlehû linüriyehû min âyâtinâ, innehû hüves-semîul-basîr)
Bakın, bu sûre sübhan sözüyle başlıyor. Muhterem kardeşlerim, sübhan sözünü duydunuz mu, ürperin! Sübhan sözü çok muhteşem bir sözdür. “Sübhànallah” demek, çok muazzam bir sözdür; “Yâ Rabbî, senin her türlü noksandan uzak olduğunu biliyorum, öyle idrak ediyorum, her türlü kemâlâtın sahibisin, her türlü mükemmelliği yaratan sensin, sahibi sensin!” demektir.
Sübhan demek, sübhànallah demek, çok mühim bir kelimedir. Küçük bir kelimedir amma tabirdir, deyimdir, idyomatik söyleme diyorlar buna… Çok mühim mânâsı olan bir kelimedir. Esrâ – yüsrî – isrâen, Arapça’da geceleyin yürümek, yolculuk yapmak demek.
–E bu mübarekler niye geceleyin yolculuk yaparlar?
Gündüz çok sıcak olur da ondan… Dayanılmaz, gündüz insan adım atamaz. Güneş beynini fokurdatır insanın… Taşın üstüne et koysan pişer. Kurbanı kes, taşın üstüne eti şöyle çevir, koyuver, cızz yapar, et pişer; buyur otur, ye, yemeğin hazır… O kadar sıcak olur. Onun için gece yolculuğu severler.
Oh, gökyüzünde mehtap veya yıldızlar… Orda yıldızlar insana daha yakın gibi geliyor, sanki uzatsan bir kaç tanesini yakalayacakmışsın gibi geliyor. Çünkü gök yüzü berrak, hava temiz… Buraları gibi değildir, meselâ burda sis bastı, ötesini göremiyorsun. Orda öyle değil, yıldızları topla cebine koy; o kadar yakın…
Geceleyin devenin üstünde serinlikte seyahat ederler. Gece seyahat etmeye, yürümeye, gitmeye isrâ derler.
(Sübhànellezî esrâ biabdihî leylen) “Kulunu geceleyin seyahat yaptırtan, götürten Allah’ın şânı her türlü noksandan münezzehtir.” Allah götürtüyor, Allah kulunu gece seyahat ettiriyor. Ne ile seyahat ettiriyor?.. Hadisten biliyoruz ki, Burak’la; âyette söylemiyor. “Geceleyin kulunu seyahat ettiren Allah’ın şânı her türlü noksandan münezzehtir? O âlemlerin Rabbi, her şeye kadirdir.” demek… Sübhan sözünün içinde o kelime. Sübhan dedi mi, tüyleriniz böyle dikilecek, saçlarınız kalkacak, o kadar mühim bir sözdür o…
(Minel-mescidil-harâmi ilel-mescidil-aksà) Mescid-i Haram Mekke’de, Mescid-i Aksà Kudüs’te… “Geceleyin Mekke’den Kudüs’e götürdü.”
Kimse gık diyemez, âyet söylüyor, Allah söylüyor! Bir gecede, geceleyin, Mekke’den Kudüs’e, (ilel-mescidil-aksà) Mescid-i Aksà’ya götürmüş. (Ellezî bâreknâ havlehû) O Kudüs ki etrafını mübarek kıldık, bereketli kıldık.”
Kudüs çok kıymetli bir şehir, Şam diyârı çok mübarek bir diyar… Evliyâullahın toplantı yeri orası; enbiyâullahın da, peygamberlerin de toplantı yerleri orası… Onun için oraya gidiyor, buluşacak ya, ondan… Hikmeti o, Kuds-ü Şerif’e ondan gidiyor. Yeryüzünün mukaddes mıntıkası, o Kudüs ve çevresi çok mübarek yer… Allah tekrar elimize ihsân eylesin…
Elimizdeydi de kıymetini bilemedik, korumasını bilemedik, Allah tekrar ihsân eylesin… Kıymeti bilinmeyen nimet elden alınır. Cihadı terkeden ümmet zelil olur. Emr-i ma’ruf, nehy-i münker ve cihad vazifesini bir millet terketti mi, Allah onları zillete düşürür, zilleti musallat eder, hor ve zelil olurlar. Ne zamana kadar?.. Tekrar akıllanıp, tevbe edip, Allah’ın dinine sarılıncaya kadar…
Bir kere daha oldu. Bir kere daha Kudüs müslümanların elinden çıkmıştı. Salâhaddîn-i Eyyubî yemin etti, “Kudüs alınmadıkça gülmeyeceğim!.. Niye güleyim? Kudüs elimde değil!” dedi. Başına siyah sarık sardı. Ben de saracağım ama bulamadım, kara saracağım, beyaz sarmayacağım…
Ondan sonra, etrafı mübarek olan Kudüs’e götürdü bir gecede… Neden?..
(Linüriyehû min âyâtinâ) “Muazzam mucize varlıkları, delillerimizi, ayetlerimizi ona göstermek için bunu yaptık” diyor Allah…
Ayet iki mânâya gelir:
1. Kur’an-ı Kerim’in bir cümlesi.
2. Semâda ve yerde son derece güzel sonuçlar çıkartacak mühim büyük olaylara da âyet derler. Meselâ Ay ve Güneş Allah’ın âyetlerinden bir ayettir. Ay tutulması, Güneş tutulması filân gibi…
Yâni ayet, her zaman Kur’an-ı Kerim’in cümlesi mânâsına gelmez, çok mühim olay mânâsına da gelir. “Çok mühim bir takım şeyleri göstermek için, geceleyin Mekke’den, Mescid-i Haram’dan, Kudüs’e, Mescid-i Aksà’ya kulunu götüren Allah’ın şânı her türlü noksandan münezzehtir.”
Her türlü âyetlerini o gece gösterdi mi?.. Gösterdi; Sidretül-Müntehâ âyettir, cennet âyettir, cehennem âyettir. Oralarda nice âyetler, deliller vardır, burhanlar, vesikalar, müşahadeler vardır. Yedi kat semâvat, melekler, hepsi Allah’ın; işte onları göstermek için oraya götürdü. Ayetle sabit, oraya kadar gittiği muhakkak.
–Hocam, hani insan bazen rüya görüyor, uçuyor havalarda; kıyametin koptuğunu görüyor, hesaba çekildiğini görüyor… Ya bu da rüya gibi bir şeyse?..
Hayır! Rüya gibi bir şey değil. İsbat edeceğim, anlatacağım:
d. Bazı Deliller
Peygamber SAS Burak’la giderken, aşağıda kervanları görüyordu; falancaların kervanı, filâncaların kervanı… Baktı ki kervanların bir tanesinde bir deve kaybolmuş, “Bizim deve nerde?” diye telâşa düşmüşler, arıyorlar. Peygamber Efendimiz onların yanına yanaştı, seslendi:
“–Deveniz falanca yerdedir, o tarafa doğru gidin, deveyi ordan alın!” diye, devenin yerini söyledi.
Niye söylüyor? Yâni Kudüs’e giderken ne diye o işi bıraktı da bunu söylüyor?.. Sebebi, hikmeti var. Bu delil olacak. Sonra gitti, o kervandan ağzı kapalı bir su kabını açtı, su içti, Peygamber Efendimiz susamış… Niye içiyor? Kervancılar o suyun eksildiğini anladılar. Deveyi bulduktan sonra: “Yâ, bizim su kabından su eksilmiş, kimsenin içmemesi lâzım, kim içti bu suyu?” diye akıllarına takıldı.
Sonra başka bir kervanın yanından geçerken onları gördü, münakaşa ediyorlardı. Birbirleriyle kavga edip, birbirlerini yaraladıklarını gördü.
Sonra Mekke-i Mükerreme’ye dönerken, Ten’im denilen bir yer var, Mekke’ye yakın, Harem-i Şerif’e yirmi-yirmibeş kilometre bir yer… Şimdi Umre Mescidi diyorlar, orda mescid yapılmış. Yirmiş beş kilometre… Biz şimdi yarım saatte, onbeş dakikada gidiyoruz ama eskiden ordan yaya Harem-i Şerif’e gelmek ne kadar alırdı? Beş-altı saat alırdı. Yirmibeş kilometre kolay yürünmez. Ten’im’de kervanı gördü. Önde gri bir deve var, o deveyi bir adam sürüyor, kervanda şu mallar var… filân.
Şimdi Peygamber Efendimiz gelip de:
“–Ben Kuds-ü Şerif’e gittim, yedi kat semâvâta çıktım, cenneti cehennemi gördüm. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin iltifatına mazhar oldum…” diye anlatınca müşrikler ve Ebû Cehil çok alay ettiler, çok inkâr ettiler.
Ondan sonra Ebû Cehil Peygamber Efendimiz’in yanına geldi, dedi ki:
“–Söyleyeceğin bir şey var mı?..”
Peygamber SAS Efendimiz:
“–Evet bu gece Mi’rac vâkî oldu.” dedi.
Ebû Cehil:
“–Nere gittin, nereye gittin?” dedi.
“–Kuds-ü Şerif’e gittim, Mescid-i Aksâ’ya gittim, ordan da semâvâta Mi’rac ile urûc eyledim.” dedi.
“–Yâni şu anda bizim aramızdasın, akşam da aramızdaydın, geceleyin oldu bu işler; Kudüs’e kadar gittin, bir de yukarılara çıktın, öyle mi?..”
Peygamber Efendimiz:
“–Evet öyle!..”
“–Peki bu söylediklerini topluluğa karşı da söyler misin? Sırf bana mı söylüyorsun, bunu kalabalık karşısında da söyler misin?” dedi.
Peygamber Efendimiz:
“–Söylerim.” dedi.
Ebû Cehil bütün kavmine, kabilesine seslendi:
“–Ey Kâ’b oğulları! Gelin bakın burda ne var?!.”
Yâni dalga geçecek bir şey var demek istedi, mendebur…
“–Gelin!” dedi.
Geldiler. Dedi ki:
“–Hani demin bana bir şeyler söylemiştin ya, bunlara da söylesene!..”
Peygamber Efendimiz de dedi ki:
“–Bu gece İsrâ nasib oldu, Mi’rac nasib oldu.”
“–Nereye gittin?”
“–Kudüs’e gittim.”
“–Aynı gecede sabahleyin aramıza geldin, öyle mi?..”
“–Evet aranıza geldim.”
Hepsi ellerine dizlerine vurdular, başlarına vurdular, birbirlerine baktılar. İnanmayan insanlar için normal. Hattâ bazı zayıf îmanlılar, şöyle bir dilinin ucuyla müslüman olmuş insanlar da dinden çıktılar:
“–Aaa, artık bu kadar da olmaz. Yâni bir gecede oraya gitmiş…” dediler.
Kitaplarda irtidat edenler olduğu yazılı. İman sağlam olacak! Sağlam olmazsa gidiveriyor.
Bunun üzerine bir tanesi koştu, gitti –burası işin bildiğiniz tarafı– Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz’e:
“–Yâ senin şu inandığın, bağlandığın arkadaşım dediğin Ebül-Kàsım Muhammed’in söylediklerini duydun mu? Bu sefer neler söyledi biliyor musun?..”
“–Ne söyledi?” dedi.
“–Gûyâ Kudüs’e gitmiş, gûyâ Mi’rac eylemiş. Artık böyle de olur mu?” diye anlatınca:
“–Bana bak, kendiniz uydurmuyorsunuz değil mi? O bunu söyledi mi, kulaklarınızla duydunuz mu?..”
“–Vallàhi söyledi, işte duyduk, şahitler var…”
“–Söylediği kesinse, siz uydurmuyorsanız, o söylediyse, öyledir, doğrudur!” dedi.
İşte, Ebûbekr-i Sıddîk’ın îmanı, sıddîk lakàbını aldığı an… Hiç tereddüdü yok; onun hak peygamber olduğunu biliyor, Allah’ın ona ne kadar büyük lütuflar vereceğini biliyor, hiç şekki, şüphesi yok… Yalnız sordu:
“–Hakîkaten o mu söyledi, yoksa siz mi arada fitne fesat yapıp karıştırıyorsunuz? Hakîkaten o söyledi mi?..”
“–O söyledi”
“–Tamam o zaman, doğrudur.” dedi, Ebûbekr-i Sıddìk lakàbını aldı.
Ötekiler:
“–Mâdem öyle, Kudüs’e gittiysen söyle bakalım, Mescid-i Aksâ nasıldı?”
Peygamber Efendimiz hiç gitmemişti. Biliyorsunuz, gençliğinde amcası Ebû Tàlib’le beraber Busrâ kasabasına kadar, Ürdün’e kadar gitti, Kudüs’e kadar gitmedi. Neden gitmedi?.. Orada Bahîra isimli rahib, Ebû Tàlib’e dedi ki:
“–Bak, bu yeğenin peygamber. Buranın ahalisi bunu anlarlarsa suikast yaparlar, sen daha öteye gitme, dön burdan…” dedi.
Onun için, Peygamber Efendimiz Kudüs’ü hiç görmüş değil amma sordukları zaman… İnsan Kudüs’e gittiği zaman pencereye kapıya mı bakar yâni… Mühim olaylar olmuş, peygamberlere imamlık yapmış, muazzam bir olay yaşıyor. Olağanüstü bir ikrama mazhar olmuş, büyük bir mucize karşısında, insan kapıyı pencereyi mi sayar?..
Biz hacca gidenleri ayıplıyoruz. Orda oturuyorlar:
“–Hocam Mescid-i Haram’ın kaç kapısı var?”
Sana ne yâ?.. Namazını kıl, ibadetini yap, Kur’an’ını oku, burda tavaf etmeye bak!
“–Bu kapının adı ne, minaresi kaç tane?..”
Yâni ayıplıyoruz, diyoruz ki:
“–Maddî şeyleriyle ne uğraşıyorsun? Zamanın mekânın mukaddesliğinden istifâde et, sevap kazanmağa bak! Çarşıda, pazarda ne dolaşıyorsun?” diyoruz.
Hacılara tenbih ediyoruz, hocalar bunu hep tenbih ediyor. Siz de belki hacca gittiğiniz zaman arkadaşlarınıza söylüyorsunuz.
Peygamber Efendimiz bakar mı pencerenin nakışına, şusuna busuna?.. Ama Allah, Peygamber Efendimiz üzülmesin diye gözünden perdeleri kaldırdı, gözünün önüne Kuds-ü Şerifi, Mescid-i Aksà’yı getirdi. Ordan bir bir söyledi, ne sordularsa söyledi. Kapılarını anlattı, pencerelerini anlattı, nakışlarını anlattı, sayılarını söyledi, hepsini anlattı. Sustular ama, tabii o durduğu yerden de görebiliyor, asıl başka maddî delil lâzım!
“–Başka ne var?” dediler.
“–Yolda sizin Şam’a ticaret için gönderdiğiniz kervanları gördüm. Bir kervanda deve kaybolmuş, onlara yollarını gösteriverdim. Susamıştım, filânca devenin semerine bağlı su kabından su içtim, gelince sorun!” dedi.
“–Hah, işte bu bizim için tam bir vesika, gelince sorarız.” dediler.
“–Falanca kervan vardı, bir başka tarafa giden, orda da iki insan kavga etti, ayaklarını yaraladılar.” dedi.
“–Hah, bu da bize delil olur.” dediler.
“–Sonra, bir de gelirken Ten’im’de yaklaşmış olan kervanınızı gördüm, isterseniz onu da söyleyeyim; başında gri bir deve var, onu şöyle bir adam çekiyor, arkasında şu yükler var, bu yükler var… O zaman gördüm, biraz sonra güneş doğarken gelir.” dedi, teferruâtıyla anlattı.
Dosdoğru kervanın görüneceği Seniyye Tepesi’ne gittiler. O tepeden kervanı gözlemeğe başladılar. Beklediler, beklediler:
“–Gelmiyor, yalancı…” filân derken, bir tanesi bağırdı:
“–Kervan geliyor!..”
Baktılar kervan geliyor, gördüler, öndeki deve gri, tarifler aynen uyuyor. Ondan sonra öteki kervanlar gelince sorguya çektiler:
“–Evet, devemizi kaybetmiştik, bir ses bize ‘deveniz şu tarafta’ dedi, gittik ordan deveyi bulduk. Evet, öbür kervanda iki kimse kavga etmişti, yaraladılar birbirlerini…” Tamam.
Şimdi bunları hem o müşrikler anladılar, sustular; hem de ben size niçin anlatıyorum: Allah-u Teàlâ Hazretleri, her şeye kadir olan Mevlâ, kudreti sonsuz olan Mevlâ, Peygamber Efendimiz’i böyle kervandan su içecek şekilde, tepeden onları seyredecek şekilde Burak’a bindirip, Burak da adımını bir ufuktan bir ufuka atarak nasıl gittiyse, sarsmadan, üzmeden Peygamber Efendimiz’i Kuds-ü Şerif’e götürdü. İsrâ Sûresi’nin birinci âyetinde bu anlatılıyor, ne büyük şeref, ne büyük devlet…
Bunun adı İsrâ, bu bir mûcize Kur’an-ı Kerim’le sabit…
e. Semânın Kapıları
Sonra Peygamber Efendimiz Kudüs’te peygamberlerle buluştu, onlara namaz kıldırdı. Ondan sonra, yerden göğe doğru direk gibi bir güzel yol gördü. Bakışına doyum olmayacak kadar güzel bir şey, merdiven gibi bir şey, bir nur… Çok güzel bir şey olduğunu söylüyor Peygamber Efendimiz. “Melekler burdan gelirler, ölenlerin ruhlarını göğe burdan götürürler.” diye, anlattı Peygamber Efendimiz bunun ne olduğunu.
Bu Mi’rac ne demek? Mi’rac, Arapça’da miftah fibi, if’al vezninde… Bu ne gösterir? Alet ismi… Mi’rac ne demek? Alet-i urûc, yâni yükselme aleti demek. Öyle bir şey ki, insanı göğe doğru yükseltiyor. Nedir bu, nasıl bir şey? İnsanın aklına asansör geliyor. Yâni asansör gibi nurdan bir şey ki, Peygamber SAS Efendimiz ona bindi, semâlara çıkmağa başladı. Bunun adı Mi’rac… Yâni Mi’rac mucizesi, o Mi’rac denilen alete binip, göğe doğru gitmesi ama; Mi’rac kelime olarak, işte o nurdan merdiven veya asansörün adıdır.
Peygamber Efendimiz’in böyle nasıl gittiğini gösteren mühim bir şey daha var; Peygamber Efendimiz’den Mâlik ibn-i Sa’saa RA, bu göğsünün yarıldığını, sonra Mi’rac denilen merdiven gibi, asansör gibi insanı hızla göğe doğru götüren şeyi anlatıyor, ondan sonra Cebrâil AS’la beraber birinci semânın kapısına geldiklerini anlatıyor. Demek ki, bu nurdan yolun, bu semâların nihayetinde birer bekçisi var, yâni herkes öbür tarafa geçemiyor. Peygamber Efendimiz diyor ki: (Festehteha) “Cebrâil AS semânın kapısının açılmasını istedi…” Mi’raca bindiler, yıldızların arasından yukarıya çıktılar. Bizim tahlil edemiyeceğimiz kadar uzaklıktaki semânın kapısına geldiler, durdular. Kapı var… Birinci semâ ile ikinci semâ arasında kapı var… Kur’an’ı Kerim’de semânın kapıları olduğu:
(Lâ tüfettehu lehüm ebvâbes-semâ’) “Kâfirler için, kötü insanlar için, semânın kapıları açılmaz.” diye geçiyor, Kur’an-ı Kerim’de var ama, nasıl olduğunu Allah bilir. Bizim kapılar gibi değil her halde, marangozun yaptığı kapılar gibi değil…
Oraya geldi, Cebrâil AS:
“–Aç kapıyı yâ melek” dedi?
Kendisine:
“–(Kìle: Men ente?) Sen kimsin?” diye soruldu.
Muhterem kardeşlerim, Cebrâil meleklerin en büyüğü… En büyük melek kim? Cebrâil… Peygamber Efendimiz onu nerde gördü? Asıl heyetiyle, ilk defa Hıra Mağarası’nda gördü, vahiy geldiği zaman gördü, ondan sonra da Sidre-i Müntehâ’nın orda aslî şekliyle gördü. Bunlar Necm sûresi’nde de geçiyor, tefsiri hadisi bilenler bilirler…
Semânın bekçisi melek:
“–Kimsin sen” diye sordu.
“–(Ene Cibrîl) Ben Cebrâilim.
Aleyhis-selâm, Cebrâil’e selâm olsun. Büyük melek, sevdiğimiz, hürmet ettiğimiz… Bu sefer:
“–(Ve men meak) Yanındaki kim?” diye sordu.
“–Muhammed, Allah’ın elçisi, habîbi, Muhammed-i Mustafâsı, seçkin kulu, safiyyullah, nebiyyullah, rasûlüllah, rahmetullah, sa’dullah, ni’metullah, hidâyetullah, necmullah, Allah’ın çok müstesnâ kulu, Muhammed…”
Diyor ki:
“–Ona dünyada peygamberlik vazifesi verildi mi?”
Bak haberi yok. Demek ki o kadar uzaklar ki, beş milyon yıllık yol diyoruz ya…
“–Verildi.”
“–Onun buraya gelmesine izin var mı? Ona davet geldi de ondan mı gidiyor?”
Çünkü ordan öteye canlının gitmesi mümkün değil, bu canlıyken gidiyor; soruyor, işte:
“–Peygamberlik verildi mi, müsaade var mı, davet oldu mu?” diye soruyor.
“–(Kàle: Neam) Evet”
Cebrâil AS sabırlı, cevap veriyor, kızmak yok, o da melek, vazifeli… Bu en büyük melek ama o da semânın meleği işte, öbür tarafa geçirmiyor…
Muhterem kardeşlerim, burada bir nokta koyalım! Cebrâil AS’ın müsaadeyle geçtiği semâ kapısından, Peygamber Efendimiz’in adının, sanının, vazifesinin, müsaadesinin sorulduğu semânın kapısından bazı ameller geçemez! Amel ne demek? İnsanların işlediği ibadetler vs… Bazı ameller geçmez.
Melekler, kulun yaptığı ibadeti, tesbihi, namazı orucu böyle alırlar, arı vızıltısı gibi vızıltıyla oraya götürürlerken, o melek sorar:
“–Dur!.. Bu ne, ne götürüyorsunuz, nereye götürüyorsunuz?”
“–İşte falanca kul şu ibadetleri yaptı, şunları şunları yaptı; onları götürüyoruz.”
“–Geriye götürün, bunları o herifin yüzüne çalın, kafasına patlatın onun! O adam riyâkâr, Allah bana: ‘Riyâkârların amelini burdan öteye geçirme!’ dedi, ben onun amelini yukarı geçirmem.” diyor
Semâ kapıları oyuncak değil, bilin bunları… Bir taraftan da titreyelim, korkalım! Münafığın, mürâinin, riyâkârın, günahkârın, amellerini geçirmiyor. Bunun bilin, bir…
Bir de müjdeli tarafını söyleyeyim muhterem kardeşlerim: Gece olunca, sadece bir gecenin değil her gecenin yarısı geçince, üçte biri geçince, üçte ikisi geçince, bir miktarı geçtikten sonra, semânın kapıları açılır! Ne demek istiyorum?.. “Gece kalkıp teheccüd namazına, zikre, tesbihe, istiğfara girişin!” demek istiyorum. O zaman semânın kapıları açılır. Bekçi yok kapıda tevbe et, dua et, ibadet et… Geri çevirir haa!.. Ne yüzümüz var, ne halimiz var? Ama geceleyin, dualar makbul oluyor, göğün kapıları açılıyor. O zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin dergâhına ibadetlerimiz dualarımız, kontrolsüz, engelsiz ulaşıyor.
Bundan ne çıkartıyoruz? “Geceleri kalkın, gecenin yarısı geçince, üçte biri geçince, üçte ikisi geçince, ne zaman kalkarsanız kalkın, münâsib bir zamanında abdest alın, namaz kılın, tevbe edin, dua edin de o gecenin o mübarek vaktinden istifade edin!” diye söylüyoruz. Çünkü Mi’rac gecesi senede bir defadır ama, her gecede bu devlet, bu saadet, bu imkân, bu fırsat vardır; onun için söylüyorum.
Geceleyin ibadet etmek için akşam erken yatın, uykunuzu alın, teheccüde kalmaya kendinizi alıştırın. Bu, Müzemmil Sûresi’nde geçiyor, Allah-u Teàlâ Hazretleri başka âyetlerle Peygamber Efendimiz’e tavsiye etmiş:
(Ekımis-salâte lidulûkiş-şemsi ilâ gasekıl-leyli ve kur’ânel-fecr, inne kur’ânel-fecri kâne meşhûdâ. Ve minel-leyli fetehecced bihî nâfileten lek, asâ en yeb’aseke rabbüke makàmen-mahmûdâ.) Peygamber Efendimiz’i teşvik ediyor; “Geceleyin kalk, teheccüd namazı kıl, Rabbın seni makam-ı mahmûda ulaştıracak, onun şükrünü edâ et, onun için çalış!” diyor Peygamber Efendimiz’e…
Bize de fırsat, bizim için de büyük fırsat… Gecelerin kıymetini bilin, ömrünüzün saniyelerinin kıymetini bilin; akşamları, geceleri kahvelerde harcamayın! Akşam erken yatın, yatsı namazın kılın yatın, gece kalkın, göğün kapıları açıkken Allah’a yalvarın!.. Bu gece de açılacak, bu gece Mi’racdır, kandil olduğundan değil, her gece açılıyor ve Allah-u Teàlâ Hazretleri semâ-i dünyaya nüzûl eyleyip; ne demek bu kelimelerin Türkçe’si? Allah-u Teàlâ Hazretleri en yakın semâya lütfuyla keremiyle, teşrif eyleyip, inip kullarına seslenir. Ama semâ-i dünyanın ne kadar büyük olduğunu demin söyledik… Ordan seslenir:
“–Yok mu benden affını isteyen?!.. Haydi affını istesin, affedeceğim. Yok mu benden rahmetimi isteyen?!.. Dilesin, vereceğim. Yok mu benden bir duası, talebi olan?!.. İstesin haydi, vereceğim!..” dediği zamanlar var gecenin içinde…
O fırsatı kaçırmayın, o pazarı kaçırmayın! Güneşi üstünüze doğdurmayın, gece ibadetini kaçırmayın!..
f. Mi’racın Süresi
Bakın eğer, İsrâ ve Mi’rac hadisesi rüyada olsaydı, bedenen olmasaydı, melek niye durdursun? Bizi durdurmuyor ki; kıyameti görüyoruz, sıratı görüyoruz, rüyada görüyoruz, o zaman insan durmuyor. Demek ki, gerçek bir seyahat ki, melek durduruyor, sorgu sual soruyor. Muhterem kardeşlerim burdan anlayın, ip uçlarından olayın büyüklüğünü anlayın! Olayı küçültmeyin, olayın muazzamlığını anlayın diye bunları söylüyorum, okuyorum, sahih kitaplardan söylüyorum.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Sonra bu olayın vuk bulduğu müşriklerin inkârından da belli; kâfirlerin, müşriklerin inkâr etmesinden de bu olayın olduğu anlaşılıyor. Demek ki, Peygamber Efendimiz söylemiş ki, inkâr etmişler. Söylemeseydi inkâr ederler miydi?.. Demek ki, Peygamber Efendimiz söylemiş, demek ki bu olay var ki, kâfirler inkâr ediyorlar. Olmayan şey inkâr edilir mi? Hiç böyle bir şey olmasaydı, böyle bir inkâr da kitaplara girmezdi; ordan anlayın.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Tabii yedi kat semâyı geçti, semâlarda neler gördü?.. Bunlar bir hadise sığmaz. Peygamber SAS Efendimiz’in çok hadis-i şeriflerini okudum. Bunlar Sıhah-ı-Sitte’de, altı sıhhatli hadis kitabında yazılan sapasağlam rivâyetler, çoğu Peygamber Efendimiz’in Mi’racdaki müşahadeleri… Mi’racla ilgili çok bilgi var, ciltlerle bilgi var, çok şeyler göstermiş Allah-u Teàlâ Hazretleri…
Mi’rac hadisesi ne kadar sürmüş?.. Rivâyetlere göre üç-dört saatte deniliyor. Yâni Ümm-ü Hâni Hazretleri’nin evinde yattı, Harem-i Şerif’e geldi, abdest aldı, manevî hazırlıklar tamamlandı. Kuds-ü Şerife gitti, namazları kıldı, yukarıları dolaştı, geldi, Ümmü Hâni Hazretleri’nin evine döndü. Üç-dört saatlik bir şey…
–Bu kısa zamanda bu kadar geniş müşahadeler olur mu?
–Olur!..
Olduğunun isbatı şu: Şimdi burda beni dinleyen kardeşim var, arkadaşlarım var, siz de kendinizden biliyorsunuz; insan bazen dalıyor. Meselâ arkadaşlarıyla konuşurken dalıyor insan… Gece uyumamış, yorulmuş, çok çalışmış, başı önüne düşüyor, uyuyor. Bir uyuyor, bir uyanıyor, insan rüya görüyor… Şimdi burdaki arkadaşımı niçin söylüyorum? Biz onunla bir yere gidiyorduk, otobanda arabayı sürüyor, ben de kendisiyle konuşuyorum, gündüz:
“–Hay Allah yâ!..” dedi, elini dizine vurdu
“–Ne oldu, çıktığımız şehirde bir şey mi unuttun?” dedim. Yâni, “Hay Allah şunu alacaktım, almayı unuttum, dönelim mi demek istiyorsun?” dedim.
“–Yok…”
“–Ee, niye ‘Hay Allah!’ dedin?”
“–Uyudum.” dedi.
“–Ben seninle konuşup duruyorum, ne zaman uyuyacaksın?” dedim
“–Uyudum, rüya bile gördüm.” dedi.
Bak bazı şeyler çok çabuk görülüyor, yâni buna ne derler?.. Bast-ı zaman derler. Evliyâullah’ın kerâmetlerinde de vardır bu… Yâni bir anın içine, bir sene sığıyor bazen… O kadar anlatayım, anlayan anlar, bilen bilir… İnsan uykuya, şöyle bir başı bir düşer, bir kalkar; ondan sonra bir saat gördüğü rüyayı anlatır. Neden hızlı oluyor, bu neye benzer? Burdan iki saat konuşmayı banda alıyorsun, makineye takıyorsun, zızzt öteki banta geçiyor.
“–Ne çabuk geçti?..”
“–Geçer.”
İşte bu aletlerde çabuk olduğu gibi, bu manevî alemde de zaman içinde zaman oluyor, zaman genişliyor, insan bir çok şeyleri müşahade ediyor, kısa zamanın içine sığıyor. Anladınız mı? Böyle oluyor bu işler…
g. Mi’racda Görülenler
Çok şeyler gördü, sayfalarla, ciltlerle, nereleri gördü kısaca sıralayalım: Bir kere yedi kat semâyı gördü, oradaki Peygamberleri gördü; Âdem AS’ı, Yusuf AS’ı, İdris AS’ı, Davun AS’ı, Musa AS’ı gördü. Musa AS’la uzun boylu görüştü. İbrâhim AS’ı, İbrâhim AS’ın nasihatlerini, tavsiyelerini dinledi. Bunların hepsini geçti; Kürsî’yi gördü, Arş-ı A’zam’ı gördü, onların meleklerini gördü. O muazzam Arş-ı A’lâ’yı tutan dört tane meleği gördü.
Ondan sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri ona cehennemdeki azab gören insanların azablarını göstedi… Misal, bir tanesini söyleyeyim: Cebrâil AS’la gidiyorken bakıyor ki, bir adam eline kocaman bir kaya alıyor, öteki adamın adamın kafasına şiddetle vuruyor; kocaman bir kaya, zor kaldırdığı bir kayayı vuruyor. Adamın kafası parça parça oluyor, beyni, kemikleri dağılıyor. Ama tekrar kafası bir araya geliyor, toparlanıyor. Tekrar vuruyor, tekrar dağılıyor; tekrar vuruyor, tekrar dağılıyor; tekrar bir araya geliyor, tekrar dağııyor… Soruyor:
“–Yâ Cebrâil bu ne haldir?..”
Tabii hadis uzun ama ben kısaca, hülâsasını anlatıyorum size…
“–Bu adam müslümandı…”
Bakın bir, dikkat edin!..
“–Bu adam müslümandı, kırılan bu kafasıyla namazın farz olduğunu biliyordu, ama namaz kılmıyordu. İşte bu melek bunun kafasına ondan vuruyor.”
Bak, azaba bak!.. “Sen bu kafayla hem Allah’ın emirlerini bildin, hangi kafaya hizmet ettin de o emirleri tutmadın?” diye…
Peygamber Efendimiz bunları gördü. Kimisinin dilleri ateşten makaslarla kesiliyor, kimisinin tenasül uzuvlarından korkunç pis kokular çıkıyor; onlar zina eden insanlar, ötekiler gıybet eden insanlar… Cehennemde bunları gördü, cenneti gördü, kendisine verilen kevser şarabının kevser nehrini gördü.
(İnnâ a’taynâkel-kevser.) [Rasûlüm, kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.] Onu gördü… Sidretül-Müntehâ’yı gördü, Tûba ağacını gördü…
Mekke’den Kudüs’e kadar Burak’la, seyahatin vasıtaları değişiyor; Kudüs’ten fezâya Mi’racla, asansör gibi, merdiven gibi, nurdan bir araçla çıktı. Uzaydan Sidretül-Müntehâ’ya kadar, cenneti, cehennemi, Levh-i Mahfûz’u, kalem-i ezeli, ordaki Beyt-i Ma’mur’u… vs. ziyaret etti. Cebrâil AS hepsini gösterdi, izahat verdi; bütün onları gördü… Yâni Rasûllullah Efendimiz, anlattığı, bildirdiği şeylerin hepsini gözüyle gördü. Sidretül-Müntehâ’ya geldiler, Cebrâil AS durdu.
Peygamber Efendimiz dedi ki:
“–Yâ Cebrâil buyur, daha öteye gidelim, yolcu yol arkadaşını yarı yolda bırakır mı? Hadi gel, gidelim!”
Cebrâil AS dedi ki:
“–Yâ Rasûlallah, benim takatim, benim hududum buraya kadar; ben burdan bir adım öteye gidersem, yanarım, benim varlığım burdan ötesinin tahammülüne uygun değil, burdan öteye tahammül edemem!” dedi.
Sidretül-Müntehâ’da Cebrâil AS kaldı. Kur’an-ı Kerim’de Sidretül-Müntehâ geçiyor, Kur’an-ı Kerim’de geçti mi, akan sular durur! Yâni, “Sahih rivâyet mi?” vs. demeğe hacet kalmaz, delil aramağa lüzum kalmaz. Sidretül-Müntehâ’ya geldi ne oldu?
Söyleşirken Cebrâil ile kelâm,
Geldi Refref önüne, verdi selâm.
Cebrâil, “Ben gidemem daha öteye yâ Rasûllallah!” derken, Refref geldi, Peygamber Efendimiz’in önüne… “Böyle bir yeşil satıh” diyorlar, “bir melek” diyorlar; nasıl bir mübarek varlıksa, çok güzeli bir varlık… Refref geldi, selâm verdi:
“–Esselâmü aleyke yâ Rasûllallah, yâ Cebrâil!…”
Nasıl geçti o konuşmaları, kim bilir orda neler oldu?.. Peygamber Efendimiz Refref’e bindi. Mi’ractan yukarı çıktıktan sonra öbür tarafları neyle dolaştı, asansörden indikten sonra nasıl dolaştı?.. Cebrâil’in kanadında dolaştı, Mikâil’in kanadında oraları dolaştı, Sidretül-Müntehâ’ya kadar…
h. Huzur-u Rabbül-Alemîn’e Varış
Ondan sonra? Ondan sonra Refref’le gitmeğe başladı. Öyle yerlere geldi ki, ne mekân var, ne zaman var, hiç bir şeyin olmadığı… Tabii öyle, işte bak, fezayı ne güzel tarif ediyor Rasûlullah Efendimiz!.. Ne kadar güzel söylüyor, ne kadar doğru söylüyor. Başka türlü söylese olmaz.
Bir fezâ oldu o demde rû nümâ,
Ne mekân var anda, ne arz u semâ.
Hiç bir şey olmayan değişik bir şey.
Kim ne hâlidir, ne mâli ol mahâl,
Akl u fikr etmez o hâli fehm ü hâl.
Keşke Süleyman Çelebi’nin sözlerini herkes tam anlasa: “O mekânlar ne boştur, ne de doludur…” Hâli boş demek, mâli dolu demek… “O mahalleri ne boş diyebilirim, ne dolu diyebilirim; akıl ve fikir bu işin sırrını anlayamaz, çözemez.” diyor. Aklın almayacağı şeyler…
Ref olup ol şâha yetmişbin hicâb,
Nûr-u tevhid açtı vechinden nikàb.
İnsan bunu anladı mı, şimdi burda feryadların havaya çıkması lâzım! “Yâ Allah!.. Allah Allah!..” filân diye herkesin şaşırması lâzım!.. Millet anlayamadığı için susuyor. Ne diyor: “O Şah-ı rusûle perdeler kaldırılıp, tevhid nuru cemâlini gösterdi.” diyor. Titrer, erir insan, mum gibi erir… Perdeler kalktı, yetmişbin hicab kalktı. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin yetmişbin nurdan, yetmişbin zulmetten perdeleri olduğu bildiriliyor; o perdeleri geçti.
Her birinden geçer iken ilerü,
Emr olurdu: “Yâ Muhammed gel berü!”
“İlerü” diyorlar, Süleyman Çelebi zamanında telâffuzu böyle… Hani Karadenizliler, “Cel cel!” diyor. Süleyman Çelebi de, “İlerü, berü” diyor. Biz şimdi başka türlü söylüyoruz.
Her perdeyi geçtikçe Allah’dan davet oluyordu: “Daha yakın gel Rasûlüm, habîbim daha yaklaş, daha yaklaş!” diyordu, Allah-u Teàlâ Hazretleri… Perdeler kalkıyordu, Rasûllüllah Efendimiz tevhid nurunu müşahade ediyordu.
Ne güzel anlatıyor değil mi?.. Süleyman Çelebi anlatıyor… Öyle bir anlatmış ki, Süleyman Çelebi’ye çok büyük mükâfatlar vermek lâzım! Aşk olsun, amma mübarek sanatkârmış… Anlatılamayacak şeyleri ne kadar güzel anlatıyor. Çok müthiş anlatıyor. Çok alim adammış, çok àrif adammış, çok zarif adammış. Allah şefaatine erdirsin, cennette buluştursun:
“–Yahu sen Süleyman Çelebi misin? Ver elini öpeyim, Allah be!.. Ayağını da öpeyim!”
“–Neden?”
“–Sen Rasûlullah’a medihler yazdın, sen Rasûlullah’ı seviyordun, sana kurban olayım!..”
Şeş cihetten ol münezzeh Zül-Celâl,
Bî-kem ü keyf ona gösterdi cemâl.
Târifin güzelliğine bak: “Altı yönden münezzeh olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, niceliksiz, niteliksiz bir şekilde Rasûlullah’a kendisini gösterdi.” Hadi bakalım, mekândan münezzeh, tarifsiz, keyfiyetsiz, kemiyetsiz… Tabii öyle olur. Neden?.. Çünkü:
(Leyse kemislihi şey’ün) Allah’a benzeyen bir şey bile yok ki anlatılsın, anlatılamaz da ondan. Allah’a benzeyen bir şey yok!
(Velâ tadribû lillâhil-emsâl) “Allah’ı anlatmak için misâller vermeye filân kalkışmayın!” Neden?.. Onun gibi yok ki, neyi misâl vereceksin?.. O işte, Allah…
(Allàhu lâ ilâhe illâ hû, elhayyül-kayyûm) [O öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O Hay’dır, Kayyûm’dur.]
(Allàhu lâ ilâhe illâ hû, lehül-esmâül-hüsnâ) [O öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. En güzel isimler ona mahsustur.]
(Huvallàhüllezî lâ ilâhe illâ hû, elmelikül-kuddûsüs-selâmül-mü’minül-müheyminül-azîzül-cebbârül-mütekebbir) [O öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır.]
Her birini oku, anla, yut, hazmet, arif kul ol, cahil kalma!.. Rasûlullah Efendimiz cemâlullahı gördü, Allah’ın huzuruna vardı, sen de hiç olmazsa ma’rifetini anla, hiç olmazsa Allah bilgisini anla!..
–Ne demek Allah bilgisi, ma’rifetullah?.. Bu adam àrif adam ne demek?
Allah bilgisine âşinâ, gönlüne Allah, Allah bilgisini ihsân etmiş.
Şimdi bunlar ne diyor?
“–Oh, my God!.. Güris God”
Gel buraya, bırakmam seni!.. God derken neyi kastediyorsun? Gel anlat bakalım, otur şuraya, ‘My God’ dedin, kimi kasdettin? Söyle bakalım; ‘Güris God’ derken neyi kasdettin? Anlat bakalım… Vah zavallı vah! Tüh be, yazıklar olsun! Sen hiç bir şey anlamamışsın yâ, senin ma’rifetten hiç nasibin yok yâ!.. “God God” diyorsun da, ben benim Rabb’imi anlıyordum da neyse biraz zevk alıyordum. Hay Allah! Allah müstehakını versin, Allah hidayet versin… Böyle şey olur mu?.. God dediği; ellerinden, ayaklarından tahtaya çivilenmiş bir cesedi kasdediyor.
Öyle şey olur mu, Hazret-i İsâ’dan önce insanlar yok muydu?.. Hazret-i İsâ’dan önceki insanların God’u kimdi, Rabb’i kimdi? Onu anlasana, “Lâ ilâhe illallah” desene, Rabbül-âlemîn’in anlasana!..
Onun için ma’rifeti bilmek lâzım!..
Âşîkâre gördü Rabbül-izzet’i
Âhirette öyle görür ümmeti!..
Kısa, hülâsası bu… Peygamber Efendimiz Mi’rac’da Rabb’ini âşikâre gördü. Âşikâre ne demek? Ayan beyan demek.
–İyi görmüş de!..
Tamam sen de üzülme; mü’min olursak, cennete gidersek, Allah’ın sevdiği kul olursak, âhirettede biz de öyle göreceğiz.
Sahabe-i kiram sordular:
“–Rabbimizi görecek miyiz yâ Rasûlallah?” dediler.
“–Evet, mehtap olduğu zaman, mehtabı görmekte insanlar birbirini engelliyor mu? Engellemiyor, herkes mehtaba baktı mı görebiliyor. O kadar âşikâr olarak siz de göreceksiniz.”
Aman îmana sımsıkı sarılın!.. Bize para lâzım değil, bize mevki makam lâzım değil… Biz bu dünyada imtihan için geldik, bize îman lâzım, bize İslâm lâzım; aman İslâm’dan ayrılmayın!.. Aman marka, dolara aldanmayın, aman dünyaya kapılmayın!.. Fânî dünya, yalan dünya…
Yalan dünyasın, yalan dünyasın,
Evliyaullahı alan dünyasın,
Dönüp arkasından bakan dünyasın!
Hiç kimseye vefası yok bu dünyanın. Aklını başına topla, Allah’ın sevgili kulu olmağa bak!.. Mark ve dolar para etmez, mevki makam para etmez, –bir de lafı kendime döndüreyim– profesörlük para etmez, müftülük para etmez, hocalık para etmez… Allah’ın sevgili kulu olacaksın. Allah’ın sevdiği kul olacaksın, Allah’ın emrini tutan kul olacaksın.
Sen hangi çocuğunu çok seviyorsun, hangi arkadaşını seviyorsun, hangi insanı seviyorsun?.. Bir insan nasıl sevilir, niçin sevilir, ne zaman kızılır, ne zaman sevilmez?.. Düşün, Rabb’ine kendini sevdirmeğe çalış! Gerisi boş… Rabb’in seni sevmezse, cümle cihan halkı sana yardım edemez! Allah seni severse cümle cihan halkı sana zarar veremez!.. İbrâhim AS’a zarar veremedikleri gibi.
İbrâhim AS efe bir adamdı, mübarek bir adamdı. Peygamber Efendimiz İbrâhim AS’ı görmüş. İbrâhim AS çok güzel yüzlüydü, küçük çocukları etrafında toplamış, onları terbiye ediyordu. Genç yaşta çocuklar İbrâhim AS’a emanet edilmiş orda… Çok güzel yüzlüydü diyor.
İbrâhim AS puta tapmadı, Ay’a, Güneş’e tapmadı. Bâbilliler’in tanrılarına, putlarına tapmadı. Ne yaptı? “Bunları yaratan alemlerin Rabbi var!” dedi, “Bunlara tapmayın!” dedi. Bir de kızdı, erkekçe, mertçe söyledi. Bâbil kavminin hepsine:
“–Ben sizin bu putlarınızı kıracağım!” dedi İbrâhim AS…
Sonra da bir merasim gününde hepsini kırdı, kırdı da, onu ateşte yakmak istediler. Ateşe attılar, ama yakamadılar. Neden? Allah bir kulu sevdi de korudu mu, cümle cihan halkı ona zarar veremez! Onun için, Allah’ın sevgili kulu olmağa çalışmak lâzım!..
i. Dünya Malı ve Cömertlik
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Mühim olan Allah’ın sevdiği kulu olmaktır, hepsi boştur. İnsan sonunda her şeyin boş olduğunu anlıyor. Peygamber SAS’in bir hadis-i şerifi var, diyor ki:
“–Siz hepiniz başkasının malını seversiniz, hanginiz var içinizde başkasının malını sevmeyip de kendi malını seven, hanginiz kendi malını seviyor?”
Peygamber Efendimiz nükteli konuştu, ince bir şey söyledi diye anlayamıyorlar:
“–Yâ Rasûlallah, herkes malını sever. Baksana, vermiyor; istiyorsun, istiyorsun vermiyor.”
El böyle açılmıyor, istersen uğraş, pehlivanlar gelsin açamıyor bunu; vermiyor. Malı çok seviyor, sımsıkı sarılmış, bırakmam diyor. Herkes malını seviyor.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
“–Harcamayıp, harcamayıp, biriktirip, biriktirip de gittiğin mal kimin?.. Mirasçının!”
Sen kimin malını seviyormuşsun, koruyormuşsun, bekçilik yapıyormuşsun?.. Veresenin malını bekliyormuşsun. Yemedin, içmedin, rahat etmedin, harcamadın, hayra sarfetmedin, cihada vermedin; mirasçılar bak şimdi nasıl yiyorlar, çatır çutur…
“–Amma bol harcıyorlar. Ben bu kadar para harcamazdım yâ… Hiii ben bu paraları nasıl kazandım, alnımın teri buralardan böyle damlayarak şapır şapır aşağı döküldü. Bunlar böyle harcanır mı?..”
Harcanır. Kolay gelen kolay harcanır. Sen Allah yoluna harcamadın, başkasının malını seviyorsun.
İnsanın kendi malı hangisidir, muhterem kardeşlerim? Allah yoluna verdi mi kendi malı olur. Allah’ın sevdiği yola verdi mi, kendi malı olur. Nerden belli?.. Peygamber Efendimiz bir gün kurban kestirdi, dedi ki:
“–Ben camiye gidiyorum, kurbanı dağıtın!”
Evdekilere talimat verdi, emir buyurdu, camiye gitti. Kurbanı kestiler. Çok dikkat edin, çok hoşuma gidiyor, zihnimde iyice kaldı. Peygamber Efendimiz gelince sordu:
“–Ne yaptınız kurbanı, kesilen hayvanı, kuzuyu?..”
Diyorlar ki:
“–Yâ Rasûlallah hepsini, emriniz üzere dağıttık, kolunu dağıttık, budunu dağıttık, kaburgasını dağıttık, yüreğini dağıttık, kuyruğunu dağıttık; sadece bize bir kolu kaldı.”
Efendimiz kol etini severdi, budu değil de ön kolu severdi. Ön kol biraz yağsız oluyor galiba, kasaplar bilir, hepiniz bilirsiniz. Lezzetli oldu mu herkes nasıl bilir? İyi baklavanın nerde olduğunu, herkes gözü kapalı gider alimallah, iyi eti de bilir…
“–Ön kolu kaldı sadece; hepsi gitti, bir ön kolu bizim oldu” deyince; Efendimiz de:
“–Demek ki, ön kolu hariç hepsi bizim oldu.” dedi.
Neden? Dağıttı sadaka verdi hayır verdi, sevap yazıldı âhirette gitti, onun oldu. Yedi, yediği dünyada kalacak. İşte bunu anlamıyoruz. Peygamber Efendimiz’i Allah neden sevdi, İbrâhim AS’ı Allah neden sevdi? İbrâhim AS’ı Allah neden halîlullah seçti? Halîl, samîmî dost… Çünkü çok cömertti. Peygamber Efendimiz de çok cömertti. Cömert olacaksın!
Cömertliğin üç çeşidi var, üç tabaka, birisinden birisi sana yarar, mutlaka yarar:
1. Mal cömertliği. Paran varsa Allah yolunda harca, hayır yap, cami yaptır, çeşme yaptır, fakir talebelere ver, dullara ver, hastalara ver, hastahane yaptır, bir şeylere harca işte, böyle sevaplı şeyi ara, bul, yap. Mal cömertliği…
2. Ten cömertliği, vücut cömertliği. Bu ne demek? Etini kesip, budunu kesip, ciğerini böbreğini satmak mı?.. Hayır… Ten cömertliği ne demek? Hizmet demek. Vucüduyla koşturacak hizmetine…
–Camiye hizmet mi lâzım, badana mı lâzım? Taman ben yaparım? Ver bakalım kovayı, fırçayı getir!
Tamam, işte bak cami tertemiz oldu, bahar temizliği elhamdü lillah… Ne yaptı bu adam? Hizmet verdi. İşte bu ten cömertliği…
–Falanca kimse hastaymış!
–Ee, vay hasta mı yâ?
–Ben onu geçen gün gördüm, zavallı hastalanmış, şekeri artmış, hastahaneye düşmüş de, evde hanımı var…
–Öyle mi?!.
Hemen kapıyı çalıyor:
–Hacı abla hastalanmış hoca ağabeyimiz, bir ihtiyacın var mı? Söyle, çarşıdan, pazardan alayım, geleyim!..
–Yok teşekkür ederim, Allah razı olsun…
–Vardır, vardır…
Hemen gidiyorsun, bakkaldan, bilmem nerden, şurdan burdan malzemeleri dolduruyorsun… Adam yok evde, hacı teyze mi gitsin alış-veriş yapsın? Hemen götürüyorsun, veriyorsun… Nedir bu?.. Hizmet, ten cömertliği. Mal cömertliği, para vermek; ten cömertliği, hizmet etmek… Allah’a hizmet etmek, camiye hizmet etmek, Kur’an’a hizmet etmek, bir müslüman garibana hizmet etmek… Hepsi makbul…
3. Bir de can cömertliği var. Can cömertliği, canını vermek. Bir gül bahçesine girercesine kara toprağa girmeğe can atmak, kalkıp gitmek, “Allahu-ekber… Allahu Ekber… Allah… Allah…” diye diye cihad etmek, canını vermek, şehid olmak…
Geldi birisi dedi ki:
“–Yâ Rasûlallah, ben ayyaş bir adamım, içerim ben. Şimdi harb oluyor, şimdi müslüman olsam, sana inansam bağlansam, şu savaşa girsem, ölsem cennete girer miyim?”
Peygamber Efendimiz:
“–Girersin!” dedi.
“–İçkiciydim, namaz da kılmadım, yâni bir hayrım, hasenâtım da olmadı…”
“–Girersin!” dedi.
Neden?.. İnsan: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” dedi mi, bütün günahlarının hepsi cızzt silinir. Gelsin bir Alman: “Eşhedü en lâ iâhe illallah” dese, bütün eski küfrü, inkârı, zinası, içkisi hepsi silinir muhterem kardeşlerim!.. Neden? İslâm, kendisinden önceki, İslâm’dan önceki bütün hayatını, rezaletini siler, ondan…
“–Cennete girersin!” dedi
Ne olacak? cennete girecek, namaz kılacak vakit yok.
“–‘Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûluh.’ Uzat elini bey’at edeyim yâ Rasûlallah!” dedi.
Pamuk gibi sıcacık, mübarek elini tuttu Peygamber Efendimiz’in, beyat etti ona:
“–Tâbiyim sana yâ Rasûlallah, emrindeyim, inandım sana, mü’minim, müslümanım, bağlandım sana” dedi.
Ondan sonra neşeli, müslüman olduğundan keyifli. “Şurda birazcık karnımı doyurayım da, düşmanla iyi çarpışayım!” dedi. Oturdu torbasından hurmaları çıkarttı. Bir iki tane atarken: “Allah Allah yâ, orda cennet duruyor ben burda hurma yiyorum! Cennete girmekte gecikirim.” dedi, hurmayı savurdu kenara attı. “Yâ Allah!” dedi, girdi cihada… Çarpıştı, şehid oldu, cennetlik oldu.
Bu ne?.. Can cömertliği… Canını veriyor, başkası veremez, mü’min verir. Canını mü’min insan verir, mü’minler verir. Ecdadımız verdi, nur içinde yatsınlar. Şehitlerin şefaat hakkı var, Allah şefaatlerine erdirsin. Allah için şehid oldular.
Bizim aileden kaç tane?.. Dedem gitmiş, amcam gitmiş, dayım gitmiş, akrabamız gitmiş; Çanakkale’ye yakınız ya biz… Ooo, kaç tane şehid var, şehid torunuyuz. Onların hürmetine memleketi istiklâli kurtuldu.
İnsan ne olacak?.. Allah’ın sevdiği bir şeyleri bulacak, onları yapacak. Allah’ın rızasını kazanacak. Şu kâinatın Rabbi’nin, mülkün sahibinin, kudret-i külliye sahibi yaradanının varlığını, birliğini bilecek; “Yâ Rabbî, eski hayatım sana mâlum, ben pişmanım. Amma bu Mi’rac Gecesi’nde gönlüm yumuşadı, yâ Rabbî bundan sonra sana iyi kulluk etmek istiyorum, ne emredersen yapacağım!” diyecek. İnsan Allah’ın rızasını arayacak…
Bizim bu dünyadaki amacımız nedir? Amaç, gàye nedir:
(İlâhi ente maksdî ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbî, gàyem, amacım sensin; ben senin rızanı kazanmak istiyorum yâ Rabbi! Onun bunun iltifatı, alkışı bana lâzım değil; parası, pulu bana lâzım değil; sevmesi, beğenmesi bana lâzım değil…”
Bir çok hatalı işi neden yapıyoruz? Bakıyorum adam fıkra anlatıyor, tüylerim diken diken oluyor. Öyle fıkralar anlatıyor ki, –müstehcen değil, müstehcenler ayrı– ben korkuyorum, tüylerim diken diken oluyor; “Ne yapıyorsun yâhu?” diyorum. Meselâ fıkra: Adam cennete girmiş de… Eee?!. Bakmış cennette softalar varmış. Uzun sakallı, bilmem ne… Beğenmemiş orayı da: “Ulan bizim arkadaşların hiç birisi burda yok!” demiş. Ondan sonra bir dilekçe vermiş de, yâni:
“–Ben buraya yanlışlıkla girdim, ben cennetlik insan değilim, beni cehenneme sevkedin!” demiş.
Dilekçesi kabul olmuş da, cehenneme gitmiş de, kapıdan girer girmez kafasına bir tokmak vurmuş zebânîler, kafası parçalanmış.
“–Yâhu niye vuruyorsunuz? Ben böyle cennetten baktığım zaman burada böyle bir şeyler görüyordum.”
“–O bizim propaganda servisimiz.” demiş de filân…
Kih kih kih, kah kah kah… Yâ sen neyle alay ediyorsun, sen neyi anlatıyorsun, delirdin mi?.. Din oyuna gelir mi? Cennetle, cehennemle dalga geçilir mi?.. “Cennet senin olsun, ben cenneti istemem!” bilmem böyle ne laflar, insan neler duyuyor, Allah saklasın, Allah akıl fikir versin… Ne yapacağız? (İlâhi ente maksûdî ve rıdàke matlûbî) Amacımız Allah’ın rızasını kazanmak; Allah’ın rızasını kazanmak için neler yapmak gerekiyorsa yapacağız.
Peygamber Efendimiz diyor ki, bakın İslâm’ın güzelliklerinden:
(Dînârun enfaktahû fî sebîlillâh) “Allah yolunda harcadığın para… Bir Allah yolunda harcanan para; cihada, hacca, umreye harcanan para; (ve dînârun enfaktehû fî rakabetin) köle azad etmek için, yardım olsun diye, bir müslüman esir kölelikten kurtulsun diye harcadığın para, (ve dînârun tesaddakat bihî alâ miskîn) sadaka olarak fakire fukaraya verdiğin para, (ve dînârun enfaktehû alâ ehlik) ailene harcadığın para…”
Bunların sevabı en fazla olanı hangisi bilin bakalım? Allah yolunda harcanan, hacca umreye cihada harcanan; kölelikten kurtarmak için, insanlar kurtulsun diye harcanan, fakirler doysun, yesin içsin diye harcanan; ailesine harcanan dört paradan en hayırlısı hangisidir?..
(A’zamühâ ecran ellezî enfaktehû alâ ehlik) Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“–En sevaplısı ailene harcadığındır.”
Bak İslâm aile muhabbetine ne kadar önem veriyor. Evine file götürüyorsun ya, hanımına çoluğuna çocuğuna yiyecek, içecek götürüyorsun ya, en sevaplı harcama o… Bak İslâm ne kadar güzel bir din!.. Hepsi güzel de, ama aile muhabetine ne kadar önem veriyor. İşte Allah’ın rızasını kazanmanın çaresine bakacaksın!..
j. En Faziletli İbadet: Zikrullah
En sevaplı işlerden birisi hangisidir? En sevaplı işlerden birisi zikrullahtır. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“–En faziletli ibadet zikrullahtır.”
Diyorlar ki:
“–Cihaddan da mı daha faziletli?..”
“–Evet, kılıcını alsan, düşmana saldırsan, onlara kılıç vursan, onlar da sana kılıç vursa, kılıcın kırılsa, hayvanın yaralansa bile, zikrullah daha üstündür.” diyor.
Sevaplı ibadetlerden birisi…
–Aman hocam, bu zikrullah hangi pazarda satılırsa biz de alalım. Bak çok sevaplıymış. Bunu biz de yapalım, bu zikrullah nasıl yapılır?
Kolay Peygamber Efendimiz tavsiye etmiş. Bak bu Ümm-ü Hânî Hazretleri halası ya, evine gittiği… Ona bir hadis-i şerifte diyor ki:
“–Günde yüz defa “Lâ ilâhe illallah” de, çok sevabı var. Bundan büyük sevap olamaz, ancak birisi daha çok yaparsa alabilir.” diyor.
Al, işte yüz tane “Lâ ilâhe illallah” de… Ne olur yâni, bir yerinden bir şey mi eksilir, zaman mı çok geçer? Hayır, zaman bakımından kısa, söylemek bakımından kolay.
–Yâ, ben bunu otobüste bile yaparım. Bir istasyondan öteki istasyona gidinceye kadar cebimde yüz defa tesbihi bir çevirdim mi, yüz defa “Lâ ilâhe illallah” derim.
İşte bak kolay, sevabı en çok, mizanda en ağır geliyor ve en şerefli… Şerefi nerden?.. Bir kul Allah’ı zikrederse, Allah da kulu zikrediyor.
–Hocam öyle şey olur mu, bunu ilk defa duydum?..
O zaman ben de sana ayet okuyayım; bismillâhir-rahmanir-rahîm:
(Fezkürûnî ezkürküm, veşkürûlî velâ tekfürûn) “Ey kulların, siz beni zikredin, ben de sizi o zaman zikrederim; siz bana şükredin, küfran-ı nimette bulunmayın!” buyruluyor.
“Kul Allah’ı yalnız zikrederse, Allah da kendisi zikreder. Kul Allah’ı toplulukta zikrederse, Allah da daha hayırlı bir toplulukta zikreder. Kul Allah’a bir karış giderse, Allah kula bir arşın gelir. Kul Allah’a yürüyerek giderse, Allah kuluna koşarak gelir.” diyor Peygamber Efendimiz. Bunlar nedir?.. Bir şeyi anlatmak için söyleniyor; yâni senden küçücük bir gayret olursa, Allah’tan çok büyük lütuf var demek.
Allah seni zikredecek. Düşünebiliyor musun?.. Gökte meleklere diyecek ki:
“–Wuppertal şehrinde bir kul var, adı şudur, budur, bilmem nedir.”
Allahu ekber, ne kadar güzel bir şey!.. Bak, Allah demek kolay bir ibadet… Peygamber Efendimiz diyor ki:
“–Ben bile günde yüz defa “Estağfirullah” derim, siz de deyin!” diyor.
O Peygamberken “Estağfirullah” diyor. Estağfirullah ne demek? “Affet beni Allah’ım, affını mağfiretini istiyorum!” demek… E deyiver mübarek, ne olur yâni? Yüz defa “Estağfirullah” deyiver… Efendimiz tavsiye ediyor, sizden istiyor. Neden istiyor?.. Sevap kazanasınız, bağışlanasınız diye… İstiğfar varken kulda günah kalmaz, çünkü Allah affeder. Allah gaffâruz- zünûb’dur, gece gündüz affediyor.
Estağfirullah deyiver. Hatanı düşün, anla, af dile!.. “Affedersiniz!” demeyi biliyorsun, “Özür dilerim.” demeyi biliyorsun, “Estağfirullah” demeyi de öğren! “Yâ Rabbî, ben sana güzel kulluk yapamıyorum, çok istiyorum ama hep hata ediyorum!” de…
Hepimiz öyleyiz. İyi kulluk yapmak istiyoruz, her seferinde binbir türlü hata, her gün sabahtan akşama kadar hata ediyoruz. Konuşmamız sert oluyor, birisinin kalbini incitiyoruz, hanımın kalbini kırıyoruz, şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz… Bize yüz tane ne, binlerce “Estağfirullah” dememiz lâzım. Her hatamıza bir “Estağfirullah” demek gerekirse, binlerce Estağfirullah dememiz lâzım!..
Yüz “Estağfirullah” deyiver mübarek, Mi’rac Gecesi’nden hatıra kalsın! Ümmü Hânî validemizden hatıra kalsın; yüz tane de “Lâ ilâhe illallah” deyiver, ne olur yâni?.. Sonra yüz defa da salevat getiriver!..
–E o da nerden çıktı hocam? Sen şimdi yavaş yavaş bizi derviş yapacaksın, planlı programlı ilerliyorsun, gizliden gizliye, siperden başını çıkartmadan…
Bak, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(İnnallâhe ve melâiketehû yusallûne alen-nebiy) “Allah da, melekleri de Rasûlüllah’a salât getiriyorlar. (Yâ eyyühellezîne âmenû) Ey iman edenler, (sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ) siz de ona salât ü selâm getirin!”
Allaaahümme salli alâââ seyyidinâââ… Muhammedinin nebiyyil-ümmiyyi ve alâââ… Âlihîîî ve sahbihîîî ve sellim.(2 defa)
Allaaahümme salli alâââ seyyidinâââ… muhammedinillezî câe bil-hakkıl-mübîn… Ve erseltehû rahmeten lil-àlemîn.
Ne dedik? (Erseltehû rahmeten lil-àlemîn) “O peygambere salât-ü selâm olsun ki yâ Rabbî, sen onu âlemlere rahmet olarak indirdin.” (Câe bil-hakkı) ne demek; hakkı getirdi, hakîkati getirdi demek… Apâşikâre hakîkatleri getirdi bize; Allah râzı olsun, Allah şefaatine erdirsin… O bize bu hadis-i şerifleriyle dini öğretmeseydi ne kadar cahil kalırdık. “Hakîkati bize getirdi, sen onu âlemlere rahmet olarak indirdin, ona salât ü selâm olsun…”
Yüz defa deyiver! Peygamber Efendimiz’in “Yüz defa salât ü selâm getirin!” diye tavsiyesi var. Bir insan Peygamber Efendimiz’e bir salât ü selâm getirirse, Allah ona on salât eder. On salâvât getirirse, yüz nimete mazhar olur, mükâfata mazhar olur; otuzu bu dünyaya, yetmişi ahirete aittir.
k. Hans’ın Peygamberimiz’e Selâmı
Bir şey anlatacağım size, hep anlatıyorum, bayatlamayan bir hikâye anlatacağım size, duymadıysanız duyun: Almanya’daki bir kardeşimiz anlattı bana, belki içinizden birisidir, ben kim olduğunu unuttum. “Hocam o bendim!” derse, ben de adını sanını kaydederim, bundan sonra adını unutmam.
Burdan birisi, çalıştığı fabrikaya dilekçe vermiş. Çalışkan bir eleman, iyi bir eleman fabrika müdür seviyor demiş ki:
“–Müdür bey, şu ayın şu gününden şu ayın şu gününe kadar izin istiyorum!”
Patron demiş ki:
“–Olmaz, ben sana o zaman izin veremem!”
“–Hayır, bu vakitte gideceğim.”
“–E, vermiyorum izin…”
“–Vermezsen yine gideceğim.”
“–İşinden olursun, işsiz kalırsın!”
“–Kalayım…” demiş.
“–Yâhu, mahrum olursun haklarından!
“–Olayım…”
“–Niye bu kadar inad ediyorsun?..”
“–Hac var, bizim Mekke’ye gitmemiz lâzım, hac yapmamız lâzım!” demiş.
“–Hà, o zaman iş değişti. Tamam, ibadetse müsaade ediyorum.” demiş.
Bizim Türkiye’dekiler gibi inatçı değil. Türkiye’dekiler: “Seni gerici seni!” derler, Atatürk’ten, bilmem nerden bir sürü arka çıkartmaya çalışırlar kendilerine… Ne baş örttürürler, ne sakal bıraktırırlar, ne hacca gönderirler. Bazı firmalar var Türkiye’de:
“–Cumaya gideceksen benim firmama girme!” diyor.
Adını söylemiyorum, aslında söylemek lâzım, yıkılsın diye söylemek lâzım ama…
“–Hocam, ‘Cumaya gideceksen benim firmama girme!’ diyor.
Ben de girme dedim. Allah’ın işi mi kalmadı yâ!.. Allah rızkı nasıl olsa verecek.
Örümcek metruk bir evin bodrumuna ağ kuruyor. Allah ona rızkını gönderiyor, zırr zırr takılıyor. Rızkına Allah kanat veriyor, uçarak geliyor. Ağına sinek takılıyor bodrumda. Hiç de böyle işlek bir yer değil, iyi dükkan açılacak bir yer değil. Ama ağını oraya kuruyor örümcek, Allah’da onun rızkına kanadı veriyor, oraya takılıyor. O da onu yiyor, oturduğu yerden… Alem sabahleyin çalışmaya, rızık aramaya gidiyor; bu evinde dururken rızkı kanatlanmış, geliyor.
Gelir. Çocuk çalışmasını bilir mi?.. Bilmez. Ama nasıl doyuyor karnı, Allah nasıl doyurtturuyor?.. Anası babası bahane, ama süt ağzına geliyor, karnı doyuruyor. Allah herkesin rızkını veriyor.
Bu patron demiş ki:
“–İbadetse, o zaman müsaade ederim, tamam, ayarlarız; git! Ben seni seviyorum.” demiş.
Bu da hazırlanmış, ihramları hazırlamış, valizleri hazırlamış. Hangi firmayla anlaşmışsa anlaşmış. Ondan sonra patronun yanına gitmiş:
“–Tamam ben tatile çıkıyorum, hacca gidiyorum.” demiş.
“–Peki güle güle git” filân demiş o da…
En son cümlesi mühim, giderken, kapıdan çıkarken:
“–Ha, dur, Muhammed’e benden selâm söyle!” demiş.
Allahu ekber!.. Alman’a bak yâ, vay be ne açıkgözler var dünyada!.. Alman patron:
“–Muhammed’e benden selâm söyle!” demiş.
Adamın ismi de Hans’mış. Zaten hep Almanlar Hans’tır, bizim askerlerin Mehmetçik olduğu gibi… Ama bunun adı hakîkaten Hans’mış.
“–Muhammed’e selâm söyle!” demiş.
“Gittim hocam, haccettim, tavaf yaptım vs. Medine-i Münevvere’ye geldim, Peygamber Efendimiz’in mescidine girdim, sıkışık, izdiham… Peygamber Efendimizin türbesinin karşısında, arkada durdum, gözüm kapalı…”
–Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Rasûlallah!..
Salât ü selâm, göz yaşları şaldır şuldur aşağı doğru… Aklına gelmiş, demiş ki:
“–Yâ Rasûlallah, bilmiyorum söylemek doğru mu yanlış mı ama, Almanya’dan ben ayrılırken, bizim patron Hans size selâm söyledi.” demiş, gözü kapalı…
Ondan sonra Türkiye’ye gelmiş, orda benimle konuştu. Dedi ki:
“–Hocam, daha Almanya’ya gitmeden, Hans’ın müslüman olduğu haberi geldi.” dedi.
Neden muhterem kardeşlerim?.. Peygamber Efendimiz’e selâm söylediği için… Peygamber Efendimiz’e, Muhammed’e selâm söyledi.
l. Zikir İmanı Korur
Bu Muhammed-i Mustafâ’ya yüz tane salât ü selâm söylemek istemez misin?.. Senin üstüne fazla mı yük yüklüyorum yâni, çok mu ağır gelir? Yüz defa salât ü selâm getir! İstediğin zamanda yap!.. İster yolda yap, ister takside yap, ister işyerinde kaytar, arada yap, ister öğle tatilinde yap, ister gece yap… Yüz tane salât ü selâm getir Peygamber Efendimiz’e!..
–Daha var mı?..
Var… Ondan sonra da çok çok Allah de!.. “Allah… Allah… Allah…” Diyebildiğin kadar Allah de!.. Neden?..
Bir kez Allah dise, aşk ile lisân,
Dökülür cümle günah misl-i hazân!
Sapır sapır günahlar dökülür. “Allah… Allah…” de! Bazan şaşırdığımız zaman, hayret ettiğimiz zaman Allah Allah diyoruz; öyle değil… Ne yapacaksın? Aşk ile Allah Allah diyeceksin.
Sonra yüz defa da Kulhüvallàhu ehad oku… En uzunu bu, çok uzun sûre, nah bu kadar uzun sûre… (!) Ne kadar uzun?
(Kul huvallàhu ehad. Allàhus-samed. Lem yelid. Ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad.)
Amma uzunmuş ha, ne kadar uzun sûre… (!) Kur’an’ın en kısa sûresi… Yüz defa da onu da oku!.. Neden?.. Onu da tavsiye ediyor Peygamber Efendimiz.
Peygamber Efendimiz’den beş tane tavsiye söyledim size: Yüz Estağfirullah, yüz Lâ ilâhe illallah, diyebildiğin kadar Allah Allah, yüz defa salevât-ı şerife, yüz Kulhuvallàhu ehad….
Bende söylemesi, sizden işlemesi; sevaplar müşterek… Ben sizin sevaplardan almayacağım, ben sizin sevabınızı bölmeyeceğim. Allah-u Teàlâ Hazretleri bir insan iyi bir şey yaptı mı, ona sevabını tam veriyor. Allah’ın hazinesi sonsuz…
(Lehû mekàlidüs-semâvâti vel-ard) [Göklerin ve yerin anahtarları, mutlak hükümranlığı onundur.]
(Lehû mülküs-semâvâti vel-ard) [Göklerin ve yerin mülkü onundur.]
(Ve lillâhi hazâinüs-semâvâti vel-ard) “Yerlerin göklerin hazineleri Allah’ın…” Senin sevabını kesmiyor Allah, sana sevabı tam veriyor, seninkinin bir mislini de benim deftere yazıyor. Neden?.. Bir hayra delâlet eden, o hayrı işleyen gibi sevap alır da ondan.. Sen “Estağfirullah” diyeceksin, “Lâ ilâhe illallah” diyeceksin, salât ü selâm getireceksin, Kulhuvallahu ehad okuyacaksın; hepsi sevap, sevabını kazanacaksın.
–Estağfirullah demenin sevabı ne hocam?..
Estağfirullah deyince Allah affediyor, Estağfirullah deyince günah kalmıyor da ondan.
(Lâ kebîrete meal-istiğfar) “Tevbe ve istiğfar etmek varken günah kalmaz. Ne güzel, günahlar affolsun diye estağfirullah diyorsun.
–Lâ ilâhe illallah niye deniliyor hocam?
(Men kàle lâ ilâhe illallah muhlisan, dehalel-cenneh.) “İhlâsla kim Lâ ilâhe illallah derse, cennete girer.”
Demin heveslenmedik mi, yüreğimiz ağzımıza gelmedi mi? Hepimiz cennete girelim, Rasûlullah Efendimiz Mi’rac’da gördüğü gibi biz de gözlerimizle görelim diye istemedik mi?.. İhlâsla kim Lâ ilâhe illallah derse, cennete girer.
–Hocam, bir şey soracağım: Bir insan “Lâ ilâhe illallah” dedi, namaz kıldı… Sonradan, bazılarının Mi’rac oldu mu olmadı mı diye tereddüt ettiği gibi irtidat etti. O zaman eski dedikleri ne oluyor?..
Eski dedikleri güme gidiyor. Müslüman olmak eski kâfirlik suçlarını, günahlarını sildiği gibi; bir insan da müslümanken kâfir olursa, bütün amelleri hebâen mensûrâ olur, toz olur, güme gider. Kâfir oldu ya…
–Hocam o hacca da gitmişti, iki defa, beş defa… Sonra sapıttı, dinden imandan çıktı, içki, kumar bilmem ne derken inkâr etti, öyle öldü.
Bak, öyle ölebiliyor bazı insanlar… Edebiyat tarihi kitabında okudum, Tezkire-i Latîfî diye bir kitap var, orda okudum: Şairin birisi ayyaşmış, içiyormuş; Osmanlılar zamanında… Bahar geldi mi, çayırlar, çimenler yeşillendi mi, bülbüller ötmeğe başladı mı, kelebekler uçmağa başladı mı…
Esdi nesîm-i nevbahar, açıldı güller subh-dem,
Açsın bizim de gönlümüz, sâkî meded sun câm-ı cem!
“İlkbahar rüzgârları esti, kış gitti, ilkbahar geldi. Sabahleyin güller açıldı. Oh şu kırmızı gül, şu sarı gül, şu sarmaşık gül, yukarıya kadar tırmanmış, aman ne güzel kokuyor. Açsın bizim de gönlümüz, biz de neşelenelim, gamımız kederimiz gitsin, bizim de gönlümüz açılsın! Ey meyhaneci, ey içkiyi sunan, şu Cemşid’in kadehinden bize de sun, o şarap kadehini bize de sun, biz de içelim!”
Yâ, böyle içiyormuş. Var ya Osmanlı şairlerinden gazeller…
Gâh şarkı okuyup, gâh gazelhân olalım,
Gidelim servi revânım yürü Sa’dâbâd’e…
diyenler var ya… Hani zevk ü sefâlar, şarkılar, türküler, çengiler, eğlenceler oluyor ya…
Şairin birisini yakalamışlar, demişler ki:
“–Etme eyleme, ahiret var, din var iman var, tevbe et, bırak!..
Tamam, aferin, tevbe etmiş:
“–Tevbe yâ Rabbi, içki içmeyeceğim, namaza başlayacağım!” filân demiş.
Amma arkadaşları yine ayartmışlar, yine içirmişler… Bunlar hep oluyor hayatta, hep oluyor, hem de tekrar tekrar oluyor. Hem de herkesi şeytan böyle kandırıyor. Bayat bir oyun, herkesi kandırıyor. Arkadaşları yine ayartmışlar, yine içirtmişler. Sonra bir şiir yazmış, tüylerim diken diken oldu okuduğum zaman… “Bundan sonra, artık bir daha tevbe etmeyi hiç düşünmüyorum, tevbeye tevbe olsun!” diyor, şiir böyle… Tevbe etmeyeceğim diye kendi kendine karar veriyor.
Tevbe ettim ki etmeyem tevbe,
Tevbeye tevbe-i nasûh olsun!
“Tevbeler tevbesi bir daha içkiden ayrılır mıyım, ayrılmam!” diyor. Hep içki içecek, tevbe etmemek hususunda kararlı… Böyle söylemiş.
Şiiri okuyunca ben çok korktum. Hayatını okumaya devam ediyorum, bakalım bu adamın sonu nasıl gelecek filân diye. Böyle yazan bir adamın sonu nasıl gelecek, nasıl ölmüş?.. Meyhanede ölmüş, çatlayıp ölmüş, içki anında ölmüş, günah üzere ölmüş. Neden?.. Edepsizce söz söyledi de ondan…
Demek ki, bazen insanlar şaşırabiliyor, bazan şeytan insanları kandırabiliyor, bazan insanların kafaları bozulabiliyor. Neden?.. Bir televizyon seyredersin, bir müstehcen sahne seyredersin, bir edepsiz laf söylersin; ordan Allah’ın kahrına, hışmına uğrarsın. Tevbe de olmaz, hüsn-ü hâtime de olmaz, imansız gider insan; Allah saklasın!..
O zaman ne yapmamız lâzım muhterem kardeşlerim?.. İmanımızı korumaya çok dikkat etmemiz lâzım!.. İman nasıl korunur?.. İman iki türlü korunulur: İman ibadetler yaparak korunur, muhafaza altına alınır, günahlardan kaçınılarak korunulur.
Kur’an-ı Kerim kaledir. Peygamber Efendimiz söylüyor. Kur’an-ı Kerim okuyana zarar gelmez, Kur’an-ı Kerim ehline zarar gelmez.
Camiler kaledir, camiye devam eden insana zarar gelmez.
Zikrullah kaledir, zikreden insana zarar gelmez. Onun için zikrediliyor. Çok diyorsun ama, çok değil… Bunları, “Korunun, kalenin içinde, etrafında muhafızlar olsun!” diye söylüyorum.
Abdestli olursa, insanın yanına şeytan yaklaşamaz. Abdestli gez, zikir yap, kalenin içinde ol, şeytan sokulamasın.
Bir de imanını elden kaçırmamaya, cevherini hırsıza kaptırmamağa dikkat et! İnsanın iman cevheri içindedir. Hırsız içeri girerse çalar bunu… Kapıyı açık görürse, girer. Nerden girer?.. İnsanın gözünden girer, kulağından girer, burnundan girer. Gözüyle harama baktığı zaman, kulağıyla haramı dinlediği zaman, ağzıyla haramı söylediği zaman girer. Hırsız şeytan aleyhil-la’ne içeri girdi mi, iman cevherini alır götürür. Ondan sonra ara, bul!..
İmanı kaptırmamağa çalışmak lâzım! İmanı kaptırmamak için zikre devam etmek lâzım! Ben söylemiyorum, Peygamber Efendimiz söylüyor. Peygamber Efendimiz’in sözünü size naklediyorum. Kur’an-ı Kerim’in ayetini söylüyorum, Almanya’dasınız diye söylüyorum. Etrafınız tehlikelerle dolu diye söylüyorum. Hazır Mi’rac kandilinde camiye geldiniz, size nasihatleri yapayım da, kendinizi bundan sonra koruyun diye söylüyorum. Ben her zaman buraya gelmem diye söylüyorum. Bu sözleri herkesten duymazsınız diye söylüyorum.
Muhterem kardeşlerim, korunun diye söylüyorum. Lâ ilâhe illallah diyen cennete girecek ama, en son nefese kadar diyebilirse… Ya diyemezse, ya en son nefese gelmeden şeytan onu imanını çalarsa… Onun için “Lâ ilâhe illalah” demeye iyice alışacaksınız. Sonra Allah demenin sevabını biliyorsunuz; bir kez Allah dese günahlar dökülüyor. Salât ü selâmın sevabını biliyorsunuz.
Kulhuvallàhu ehad’ın sevabı ne?.. Kulhuvallàhu ehad, Kur’an-ı Kerim’in üçtebirini okumuş kadar sevap kazandırır insana; öyle sevaplı sûre o… Onun için onu da yüz defa okuyun dedik. Böylece bu zikirleri yapın!..
m. Mi’racdan Hediye: Beş Vakit Namaz
–Peygamber Efendimiz Mi’raca gitti, geldi, Allah şefaatine erdirsin, tamam; bize ne?.. 1417 yıl hicretten geçmiş, bir de bir yıl önce olmuş, 1418 yıl geçmiş, bize ne bundan?..
Merak etme, sana da hediye var… Sana ve bana Mi’rac’dan hediye, beş vakit namaz… Allah-u Teàlâ Hazretleri beş vakit namazla ümmmet-i Muhammed’e emretmiş. Mi’rac’da Peygamber Efendimiz’e bildirmiş, Peygamber Efendimiz Mi’rac’dan sonra bunu bildiriyor bize…
Sen ki Mi’rac eyleyip kıldın niyaz,
Ümmetin Mi’racını kıldım namaz.
Sözün güzelliğine bak!.. Ey habîbim, ey benim Muhammed-i Mustafâ’m, ey benim mübarek peygamberim! Sana ben nasib ettim, yedi kat semâyı geçtin, Refref’e bindin, yetmişbin kat nurdan perdeleri geçtin, huzuruma geldin, cemâlimi gördün, sen Mi’rac ettin, yalvardın, dileklerini söyledin. Senin ümmetinin de Mi’racı olarak namazı onlara emrettim.
(Essalâtü mi’râcül-mü’min) “Namaz mü’minin Mi’racıdır.”
Muhterem kardeşlerim, namaz çok güzel bir ibadet amma, müslümanların % 99,99’u namazın güzelliğinin farkında değil. Taklîden kılıyor, taklitçi; tahkîkan kılmıyor. Biliyorsunuz insan durduğu yerden, bal bal dese ağzı tatlı olmaz. Yaşamadığı zaman kıymeti olmaz. Namaz çok kıymetli bir ibadet amma, bir çok kimse namazın kıymetini bilmiyor. “Allàhu ekber!” derken eli böyle kaldırıyoruz, ne yapıyoruz, ne bu?.. Allah’ı selâmlama bu, Allah’ın huzuruna girerken Allah’ı selâmlama budur.
Kâbe’yi tavaf ederken ne yapıyoruz?.. Hacerül-Esved’in hizasına geldiğimiz zaman, (Bismillâhi allàhu ekber” diye Hacerül-Esved’i selâmlıyoruz.
(Allahu ekber) En büyük sensin yâ Rabbi! Allah en büyük… Hiç mukayesesiz, şeksiz şüphesiz en büyük Allah… Selâmı bu: “Allahu ekber…”
Sonra elpençe divan duruyorsun, Sübhàneke ile başlıyorsun. Ne yapacaktık?.. Sübhàneke’yi duyduk mu, tüylerimiz diken diken olacaktı. Sübhâneke çok mühim bir söz; “Yâ Rabbi her türlü noksandan münezzehsin, her şeye kàdirsin, her şeyi bilirsin, her şeyi görürsün, her güzelliği yaratan sensin!” demek… Sonra, Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn… vs. İşte bu namaz mü’minin Mi’racıdır.
Namazın bir ayakta durması var; kıyam… Bir eğilmesi var; rükû… Bir kapanması var yere; secde… Bunlar ne?.. Bunlar Mi’rac’da, gökte Peygamber Efendimiz’in gördüğü meleklerin Allah’a ibadet şekilleri… Her birisini biz yapıyoruz. Bazı melekler secdede, bazıları rükûda, bazıları kıyamda… Öyle yapmışlar. O melekler gibi olalım diye Peygamber Efendimiz namazı bize böyle kıldırıyor.
Mi’rac ediyoruz melekler gibi… Sonra kulun Allah’a en yakın olduğu zaman nedir?.. Kul Allah’a ne zaman en yakın oluyor?.. Secdede…
Sonra bir kul, “Allahu ekber” diye Allah’ın divanına durduğu zaman ne oluyor?.. Demin söylediğim, göğün yedi kat kapıları açılıyor. Zzzt, kapılar açıldı. Sekiz cennetin kapıları da açılıyor. Şakır şakır, şakır şakır, cennetin mübarek kapıları açıldı. Allahın huzuruna giriyor insan, “Allàhu ekber” deyince…
Şimdi bakkalla, inekle, sinekle uğraşılır mı orda?..
–Yâ bakkaldan ne alacaktım, hanım ne demişti?.. Kıyma yağlı mı olacaktı, yağsız mı olacaktı?..
Bırak Allah’ını seversen! Şimdi Allah’ın divanına durmuşsun, dünya işini at arkana yâ!.. Bırak biraz dünyayı düşünme, Allah’ı düşün! Allah’ın huzurunda olduğunu düşün!..
Mısır’a Kahire’ye gitmiştik. İnsan her gittiği yerden bir şey öğreniyor, muhterem kardeşlerim!
Yaşlı bir hocaefendinin camisine gittik. İyi hoca dediler, bizim ordaki talebelere de ders veriyormuş, fıkıh bilgisi var filân. Böyle zayıfça, àrif bir hoca… Tam namaza duracağız döndü arkasına dedi ki:
(Sevvû suvûfeküm, festakîmû va’tedilû!) “Safları düzeltin, dümdüz olun, eğri büğrü olmayın!” Neden?.. Namazda intizam lâzım, hayatta intizam lâzım, sözde intizam lâzım! İslâm intizam dini, temizlik dini…
“Saflarınızı düzeltiniz, doğrultunuz!” dedi. Arkasından bir laf söyledi, kalbimden vurdu beni:
“–Yönününüzü kıbleye dönünüz, gönlünüzü de Allah’a döndürünüz!” dedi.
Hiiih, Allàhu ekber!.. Tüylerim diken diken oldu. Hiç bir hoca böyle dememişti bana şimdiye kadar yâ… Namazı kılarken gözünün önüne Kâbe’yi getirirsin filân ama, gönlünü Allah’a döndür bakalım!..
–Nasıl olacak hocam, bu gönül nerde, vitesi nerde, direksiyonu nerde?.. Nasıl döner?
Oralarını da, gel de sonra söyleyeyim. Biraz da bize konuşma konusu kalsın
Gönlünü Allah’a döndüreceksin, dünyadan çevireceksin.
n. Mi’rac Hatırası: Tahiyyat
Sonra Tahiyyat;
(Ettahiyyâtü lillâhi ves-salevâtü vet-tayyibât) Oturduk, öyle diyoruz. Bu da Mi’rac hatırası ha… Peygamber Efendimiz Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna varınca, böyle dedi.
İlkönce çok korkmuş Peygamber Efendimiz… Heyecanlanmaz mı insan Allah’ın divanına varınca?.. Sorulara cevap veremez gibi olmuş Peygamber Efendimiz. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin heybetinden, haşyetinden, o hâlin ehemmiyetinden konuşamaz olmuş.
Diyor ki:
“–Arş-ı A’lâ’dan ağzıma baldan daha tatlı, kaymak gibi, köpük gibi, kar gibi soğuk bir şey damladı; onu yuttum. Ondan sonra içim bir feyz doldu, nur doldu. O zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne konuşacak şözler hatırıma gelmeye başladı.” diyor.
Bakın, Allah nasıl bal gibi bir şeyler ikram ediyor. Neler var yâni… Bu Mi’rac’ın oturup bir ümmete, bir millete, bir cami cemaatine bir sene anlatılması lâzım bence…
Ağzına o şey damladıktan sonra, Rabbiyle konuşacak. Bir kul alemlerin Rabbinin huzurunda Rabbiyle konuşacak!.. Ne desin ne demeli?..
(Ettahiyyâtü lillâhi ves-salevâtü vet-tayyibât) Tahiyye, selâm demek… Ayet-i kerimede:
(Veizâ hüyyîtüm bitahiyyetin feheyyû feahsenü minhâ ev ruddûhâ) “Siz bir selâmla selâmlandığınız zaman, o selâm gibi selâm karşılığını alın, veya daha güzel bir şekilde karşılık verin!” buyruluyor. Yâni o, “Esselâmü aleyküm!” dediyse, siz “Ve aleyküm selâm ve rahmetullàhi ve berekâtühû…” deyin!
(Ettahiyyâtü lillâhi) “Selâmların her türlüsü, en güzeli, en a’lâsı, en şereflisi, en makbulu, en hası, en hâlisi, en içteni, en candanı Allah’a…” Başka ne diyebilir insan, kelimeler yetmez ki… Duygular çok geniştir, kelimeler azdır.
(Ves-salevâtü vet-tayyibât) “Bedenen yapılan ibadetler de, malla mülkle yapılan ibadetler de, hepsi Allah’a…” dedi Peygamber Efendimiz. Böyle bir selâmlama ile Rabbine tahiyye eyledi.
O zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri:
(Esselâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullàhi ve berekâtühû!) “Senin üzerine selâm olsun ey peygamber, ey rasûlüm! Allah’ın rahmeti, bereketi sana olsun! Allah’ın rahmetine bereketine nâil ol!” dedi.
Peygamber Efendimiz yutkundu, düşündü, ümmetini düşündü, bizleri düşündü, biz àsî, mücrim, günahkâr ümmetlerini düşündü. Dedi ki:
“–Yâ Rabbi, ümmetim için de istesem müsaade var mı?..
(Es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-salihîn) Selâm bizim üzerimize olsun ve salih kulların üzerine olsun!” dedi.
Sâlih kullar kim?.. Sizler, ümmet-i Muhammed, mü’min kullar… “Allah’a iman eden, Allah yolunda yürüyen kullara olsun!” dedi.
Yâ Rabbi, sen bizleri salih kullardan eyle… Sâlih kul ne demek?.. Uygun, münâsib, iyi kul demek… Amma, ben bir şey daha istiyorum:
“–Yâ Rabbi hem salih eyle, hem de muslih eyle…” diyorum.
Sâlih olmak, insanın kendisinin iyi olması… Muslih olmak, başkalarını da iyi etmek için çalışmak; o daha güzel… Sen de hanımını çocuğunu, komşunu, arkadaşını sâlih etmeye çalış!.. Hem sâlih ol, hem muslih ol!.. Hem kendin ıslah ol, hem de ıslahçı ol!..
(Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-salihîn) dedi. Bu güzel hali seyreden Cebrâil, Mikâil, kerribiyyûn, mukarreb melekler o vaziyet karşısında;
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh.) dediler, kelime-i şehâdet getirdiler.
Bu tahiyyat Mi’racdan yâdigârdır, Mi’racın hatırasıdır. Hay Allah, her gün okuyoruz da farkında değilmişiz. Mi’rac’daki sahneyi hatırlıyoruz. Neden?.. Biz de Mi’racdayız da ondan, Allah’ın divanındayız da ondan…
Sonra Bakara Sûresi’nin arkasındaki Amener-rasûlü ayetleri geldi. Sonra nice nice bilgiler geldi, emirler geldi.
o. Dinimizi İyi Bilelim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri bize dinimizi öğrenmeyi nasib etsin… Dinimizi iyi bilelim! Dinimizi iyi bilmekten bizi engelleyen bir şey var muhterem kardeşlerim! Seni ve beni, hacıyı ve hocayı dinimizi tam öğrenmekten engelleyen bir şey var: Kendimizi dinimizi biliyor sanmamız…
–Biliyoruz canım, tamam tamam…
Ne biliyorsun canım, hiç bir şey bildiğin yok!.. Hiç bir şey bildiğin yok da, biliyorum sanıyorsun! Bilinecek o kadar şeyler var ki, öyle güzel şeyler var ki… Ne biliyorsun, anlat bakalım hadi, bildiğin ne?.. Otur bakalım Allah’ı anlat bakalım, Allah hakkındaki fikrini anlat!.. Hiç bir şey bilmiyorsun.
Mescid-i Haram’da i’tikâftayız. Suud’un hafiyelerinden bir tanesi geldi, benim yanıma oturdu. Sivil polis, delikanlı birisi… Soruyor:
“–Şu ayet ne demek, bu ayet ne demek?.. Allah’ın vechi ne demek?.. Şu nedir, bu nedir?..”
Ben de cevap verdim.
“–Yâ Allah Allah, siz böyle mi bilirsiniz?..”
Böyle biliriz, ne sandın ya?.. Adam bizi sakallı sarıklı olduğumuzdan beğenmedi. Vehhâbî değiliz diye hoşlanmadı bizden… Ondan geliyor, bizde bir batıl akîde var sanıyor, sapık sanıyor. Sorgu suale tâbi tutuyor. Sonra da, “Aaa, siz böyle mi inanıyorsunuz?”diyor.
İmam-ı A’zam Efendimiz’i beğenmezler, İmam Mâtürîdî Efendimiz’i beğenmezler, İmam Eş’arî Efendimiz’i beğenmezler… Yâhu ne oluyorsun?.. Elhamdü lillâh, biliyor da insan söylüyor, ya bilmese…
Birçok kimse de bilmiyor, “Allah baba…” diyor. Fesübhânallah, Allah baba filân olur mu? Baba olması için evlenmesi lâzım! Düğün lâzım, dernek lâzım, zifaf lâzım, gerdek lâzım! Dokuz ay on gün geçmesi lâzım, doğum lâzım!.. Deli misin sen, öyle laf söylenir mi?.. Deli misin, dîvâne misin, hasta mısın, üşüttün mü?.. Sıfır altında da değil hava ama, kafayı mı üşüttün, ne yaptın sen?..
Kulhüvallàh’u bilsen öyle der misin?.. (Kul hüvallàhu ehad) “O Allah ehaddir. (Allahus-samed) Herkese rızkını veren, herkesin duasını kabul eden, herkesin hacetini revâ eden, ihtiyacını karşılayan, dergâh-ı izzetin sahibi, mülkün sahibi Allah, hazinelerin sahibi Allah…
(Lem yelid ve lem yûled) Ne babadır, ne anadır, ne oğuldur.” Bütün Almanya bilsin, bütün Amerika bilsin, bütün dünya bilsin: Ne babadır, ne anadır, ne evlâttır! (Ve lem yekün lehû küfüven ehad) “Onun karşısında, ona rakib, ona denk bir şey de yoktur.”
Ne yaptı Kulhüvallàhu ehad Sûresi?.. Bütün dinler tarihini ortaya masaya yatırdı, neşteri vurdu, ameliyatı yaptı; bütün bozuk, kanserli, hastalıklı inançları kesti, dikti, bitirdi, sapık inanç bırakmadı. Plüralist dinleri sildi, politeist dinleri, çok tanrılı dinleri sildi. Düalist dinleri sildi; rahmet tanrısıymış, azab tanrısıymış, nur tanrısıymış, zulmet tanrısıymış… Ne mecûsîsi hayatta kaldı, ne yahudisi, ne hristiyanı kaldı; hepsini sildi. Ne kaldı ortada: (Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîkeleh) kaldı. Allah var, şerîki, naziri yok…
Onun için Sûretül-İhlâs, onun için sevabı büyük, onun için Kur’an-ı Kerim’in üçtebiri kadar sevap… Onu bileceksin!.. Ne putu var, ne haçı var, ne şeriki var, ne misâli var; Allah ehaddir, tektir.
(Vehüve meaküm eyne mâ küntüm) “Nerde olsanız yanınızda; her yaptığınızı görüyor, her yaptığınızı biliyor.” Allah bilgisini sen biliyor musun?..
İstemegil anı ırak,
Gönüldedir ana durak.
Yunus böyle söylüyor. “Sen onu uzaklarda arama, gönlünde o!” diyor. Gönlünde demek, dışarıda yok demek değil… Âfâkta enfüste, her yerde hàzır ve nâzır demek… Hàsılı, söylenecek şeyler çok ama, bir tek şeyi söylememiz lâzım: İslâm’ı biliyor sanmamız kendi kendimizi aldatıyor da, İslâm’ı öğrenmiyoruz, sahih kitapları okumuyoruz.
Ciltli ciltli kitaplar raflarda, mahzun mahzun dizilmiş, boyunlarını bükmüş böyle bakıyor bize… Böyle duruyor hepsi… Yâni:
“–Okumadın beni be!.. Parayı verdin, çarşıdan beni aldın, ben de seni bir şey sandım. Okumadın, yan yatırdın beni be!.. Açmadın, içindeki bilgileri öğrenmedin!” diyor.
Kur’an-ı Kerim’i keseye koydun, hiç dışarı çıkartmıyorsun… Duvardaki çiviye asılmak için midir Kur’an-ı Kerim, cüz kesesinde sallanmak için midir Kur’an-ı Kerim?.. Ölülere okumak için midir Kur’an-ı Kerim?.. Evet ölülere de okunur Kur’an-ı Kerim ama; diriler doğru yolu bulsun diye, doğru yolda yürüsün diyedir. Allah’ın rızası kazanılsın diyedir.
Kur’an’ı ezberlemedin, tefsiri okumadın, fıkıh bilmezsin, hadis bilmezsin… Sen İslâm’ı ne sanıyorsun?.. İslâm üç kelime mi?.. Derya gibi mearif var, hazineler var; haberin yok… Üç kuruşu cebine koymuşsun, kendini zengin sanıyorsun. Üç tane mum yandırmışsın, kâinatı ziyâda sanıyorsun. Ne sanıyorsun sen?.. Hiçliğini anla, cahilliğini anla, Kur’an’a sarıl, din ilmine sarıl, kendini kurtarmağa bak! Bu işin şakası yok…
Dünya hayatı imtihandır. Ömrün bir saniyesi bile kıymetlidir, boşa harcanmaz. Allah’ın rızasını kazanmaya çalışın, muhterem kardeşlerim!
Birbirimize dua edelim, siz bana dua edin, ben size dua edeyim; Allah bizi gafletten kurtarsın, cehaletten kurtarsın… Kalbimizi yumuşatsın, gözümüzü yaşlandırsın… Acizliğimizi anlatsın, kendisine döndürsün, tevekkül ettirsin, yolunda yürütsün, gayret versin, kuvvet versin; iyi müslüman olalım!..
Dünyada bu kadar, şu caminin içindeki insanlar kadar has müslüman olsa, dünyada kâfir kalmaz! Kâfirin kalması, bizim müslümanlığımızın zayıflığından… Çalışmıyoruz da ondan… Bilmiyoruz ki… Bilmiyoruz, çalışmıyoruz, konuşmuyoruz, uğraşmıyoruz, Allah’ın dinine hizmet aşkıyla yanmıyoruz; ondan oluyor.
Bugünden tevbe edelim, diyelim cümle günahlarımıza:
Estağfirullàh… Estağfirullàh… Estağfirullàh…
Estağfirullàh el-azîm el-kerîm, er-rahîm, ellezî lâ ilâhe illâ hû… El-hayyel-kayyûm, ve etûbü ileyh.
Allahümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî, ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteta’tü eûzü bike min şerri mâ sana’tü ebûü leke bini’metike aleyye, ve ebûu bizenbî fağfirlî fe innehû lâ yağfiruz-zünûbe illâ ente…
Amentü billâhi, ve melâiketihî, ve kütübihî ve rusulihî, vel-yevmil-âhiri, ve bil-kaderi, hayrihî ve şerrihî minallàhi teàlâ, vel-ba’sü bağdel-mevti hakkun, eşhedü en lâ ilâhe illallàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû sallallàhu teàlâ aleyhi ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaînet-tayyibînet-tàhirîn.
Sübhàne rabbike rabbil-izzeti ammâ yesıfûn. vel-hamdü lillâhi rabbil-âlemîn, elfâtiha!..
p. Bir Mübarek Gecenin İhyâsı
Bir vaazdan sonra ikinci bir vaaz etmek istemiyorum ama, bir mübarek gecenin ihyâsı nasıl olur, söyleyeyim:
1. Bir mübarek gecenin ihyâsında ilk iş, yatsı namazını camide cemaatle kılmaktır. Bu çok güzel bir şey… İkinci iş, sabah namazını da cemaatle camide kılmaktır. Buna da dikkat edin!
Neden?.. Bir insan yatsı namazını camide cemaatle kılarsa, sabah namazını da camide kılarsa, bütün geceyi, gündüzü ibadetle geçirmiş gibi sevap alır da ondan… Sabaha da gelmeye çalış. Yatsıya geldin, şeytanın bacağını kırdın, sevapları kazandın; sabaha da gelmeye çalış!
–Hocam, ah canım hocam, bizim iş hava karanlıkken başlıyor.
Tamam, o ayrı; Allah niyete göre mükâfât versin…
2. Gece yatarken insan abdest alırsa, iki rekât namaz kılarsa ve abdestli yatarsa, bütün geceyi ibadetle geçirmiş gibi sevap alır. Bu da mühim, bunu her gece yapın! Gece yatarken taze abdest alın, iki rekât namaz kılın öyle yatın! Neden?..
Böyle yaparsa, insanın disarına, iç çamaşırına bir melek gelir, Allah’a dua edermiş. Peygamber Efendimiz bildiriyor. Diyor ki:
“–Yâ Rabbi, bu kulun abdestli yattı, temiz yattı, bunu afv ü mağfiret eyle!” diye dua ediyor.
Melek, abdestlisin diye yanına geliyor. Gökten melekler yeryüzüne bakıyorlar, hangi evde abdestli bir insan yatıyorsa anlıyorlar, uçup onun yanına geliyorlar.
Melekler izdiham ederlermiş, etrafına yığılırlarmış. Neden? Melekler abdestli kulu seviyor. Melekler gelince, o izdihamlı yere şeytan gelemezmiş. Şeytan yok ortada… Nasıl gelsin, melekler var, ortalık izdihamlı, meleklerle dopdolu…
Abdestli yattığı zaman, gece yanına şeytanlar gelemiyor. Güzel değil mi, bu da güzel… Ölürse imanla göçüyor insan… Neden?.. Melekler var, şeytan yok, imanını çalamadı, ondan… Abdestliydi zâten, namaz kılmıştı, tahiyyat okumuştu, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” demişti, imanlıydı, şeytan da gelemedi; ölürse, imanla göçer.
Sabaha çıkarsa, bütün gece ibadet etmiş sevabı alır. Dene bakalım, bu gece sabaha kadar ibadet edebilecek misin?..
–Hocam Almanya’da geceler biraz uzun, Türkiye’deki gibi değil…
Tabii, ik-üç saat daha uzun. Kuzeye çıktıkça, geceler uzuyor. Hadi bakalım sabaha kadar uyuma da, ayakların şişinceye kadar ibadet et bakalım!..
Efendimiz öyle ibadet ederdi. Öyle aşk ile, şevk ile ibadet ederdi. Çünkü namaz gözümün bebeği diyordu, namazı seviyordu. Sen namazdan zevk almıyorsun, ben almıyorum; ondan kılmıyoruz. Zevk alsak, “Allah’ın divanına gidiyorum ben, Allah’a ısmarladık, sizinle uğraşacak halim yok, bana müsaade…” deriz, namaza dururuz, ordan zevk alırız. Gevezelikten, zevzeklikten, partiden, paradan, puldan, ıvırdan, zıvırdan uzak dururuz.
Onun için abdestli yatmağa dikkat edin!..
3. Yapabildiğiniz kadar namaz kılın, tesbih çekin! Eğer ille uyuyacaksanız, sabaha kadar uykusuz duramayacaksanız…
–Sabaha kadar duramayacağım hocam, erkekçe söylüyorum, ne yalan söyliyeyim. Ben zâten camiye zor geldim, bugün arkadaşlar getirdi. Her zaman da böyle gelemem, kandil diye geldim, ilân edildi diye geldim.
Tamam, erkekçe söylüyorsun. O zaman biraz uyu, teheccüd vaktine kalk! Teheccüd vakti nedir?.. Gecenin yarısı veya üçte biri, üçte ikisi geçtikten sonraki zamandır. Kıymetli zamandır, çok sevaplı zamandır. Ne idi kıymeti?.. Göğün kapıları açılıyor, melekler durdurmuyor. “Dur, bunları o herifin kafasına çal!” diyen yok… Kapılar açık, Allah’ın dergâhına niyazın gidiyor.
Seher vaktinde hiç olmazsa kalk!.. Kadir gecesini anlatırken hiç hatırına gelmiyor mu, biraz ipucları aramıyormusun Kur’an okurken?.. (Hiye hattâ matlail fecr) demiyor mu?.. Kadir gecesinin feyz ü bereketi, meleklerin inmesi, Cebrâil’in inmesi, feyz, bereket, sevap… ne zamana kadarmış?.. (Hiye hattâ matlail fecr) Bu sevapların, bu olayların hepsi, fecir atıncaya kadar…
–Yapma yâ hocam, imsak kesilinceye kadar mı demek?..
Evet, imsak kesilinceye kadar. İmsak kesildikten sonra bitiyor; çünkü gece bitiyor, sabah başlıyor. Gecenin içinde ibadet edeceksin! İmsaktan önce bir ara kalkacaksın, abdest alacaksın, seccadeye oturacaksın, tesbihi eline alacaksın, ağlayacaksın…
Bak, Peygamber Efendimiz diyor ki:
“–Size şimdi bir sûre okuyacağım, bunu dinlerken ağlayın! Ağlayamazsanız bile ağlamaya kendinizi zorlayın!” diyor.
–Hangi sûre?..
—Elhâkümüt-tekâsür Sûresi…
–Ne demek o?..
(Elhâkümüt-tekâsür) “Mal mülk sevgisi, çoğaltmak arzusu amma aldattı, oyaladı sizi be!..” Sizin işiniz dünyada para kazanmak mıydı, siz onun için mi gelmiştiniz dünyaya?.. İmtihan için gelmiştiniz, Allah’a güzel kulluk edecektiniz. “Malı mülkü çoğaltmak sevdası amma oyaladı sizi!” diye başlıyor.
E öyle değil mi? Doğru, hepimiz para için yapmıyor muyuz her şeyi?.. Almanya’ya niye geldik, Türkiye’de yatırımları niye yapıyoruz?.. Para da para, gelir de gelir, iş de iş, akar da akar, cebimiz dolar da dolar… Dolar ve mark… Herkes paranın peşinde…
Demek ki ağlayacaksın gece… Neden?.. “Ağlayan bir göze cenennem ateşi değmez.” diyor Peygamber Efendimiz. Ağla biraz, ağlamayı öğren!..
–Erkek adam ağlar mı?.. Koca adam, saçı sakalı ağarmış adam, toruna torbaya karışmış adam ağlar mı?..
Ağlar. Hazret-i Ömer Efendimiz ağlarmış, ağlarmış, göz yaşları yanaklarında iz yaparmış. Sen Hazret-i Ömer kadar babayiğit misin?.. Bileğini bükebilir misin Hazret-i Ömer’in?.. Beş kişiyi toz duman ederdi Hazret-i Ömer Efendimiz. Kimse karşısına çıkamazdı, dağ gibiydi. Mezara ayağı sığmadı da, duvarı deldiler, uzattılar, Peygamber Efendimiz’in türbesinin arkasına öyle yatırdılar Hazret-i Ömer’i… Allah şefaatine erdirsin! Cennette karşılaşınca gör bakalım heybetini!..
Yâ, göz yaşından yanaklarında iz oluşmuş; ağlamayı öğren biraz… Hep gülmeyi öğrendin, hepimiz gülüyoruz; kah kah kah, kih kih kih, aman bayıldım, öldüm, göbeğim çatladı… Biraz da ağlamayı öğren!.. Ağlayalım da Allah seni beni affetsin…
Bizi neler aldattı bu dünyada, ne yaptık biz yâ?.. Aziz ömür, kıymetli ömür neyle geçti?..
Ömrü giran bahâ der in sarf şod tâ,
Çe horem sayf ü çe pûşem şitâ.
“Şu aziz ömür neye harcandı?.. Yazın ne yiyeceğim, kışın ne giyeceğim, ne örtüneceğim, ne yakacağım diye harcandı.” Gitti ömür yâ, kaç yaşına geldik, daha ne kadar yaşayacağız, ne biliyoruz?.. Ne mâlûm bugün ölmeyeceğimiz, senedimiz mi var?.. Onun için ağlayacağız, yalvaracağız, tevbe edeceğiz, iki rek’at da olsa namaz kılacağız.
(Rek’atâni minel-leyli hayrun mined-dünyâ ve mâ fîhâ) “Geceleyin kılınan iki rekâtçik namaz, dünyadan da, dünyanın içindeki her şeyden de daha hayırlıdır.”
–Dur hocam, her şeyden daha iyi mi?.. Wuppertal’da çok beğendiğim, çok büyük bir bina var; o benim olsa diye içim gidiyordu, ondan da mı daha iyi?..
Yâ Wuppertal’daki bina ne, Wuppertal’ın kendisi, Almanya’nın kendisi, Avrupa’nın kendisi, Dünya’nın kendisi, Dünya’nın içindeki hazineler, Arabistan’ın petrolleri; (vemâ fîhâ) Dünya ve Dünya’nın içindeki her şeyden daha hayırlı!..
–Ne, bir daha söyle hocam, başını unuttum hocam, neresi daha hayırlı olan bu saydığın şeylerden?.. Petrol kuyularından filân daha hayırlı olan ne, bir daha söyle bakayım!
–Gecenin içinde kılınan iki rekât namaz!.. Niye teheccüd namazı kılıyor dervişler, niye kıldığını anladın mı?.. Bir bildiği var…
Allah hepinizden razı olsun… Allah hepinizi cennetine soksun… Allah hepinizi cehenneme atmadan cennetine soksun… Allah hepinizi sağlam müslüman eylesin… Allah hepinizi İslâm’a en güzel tarzda hizmet edenlerden eylesin… Mal cömertliği versin, ten cömertliği versin, can cömertliği versin, şehidlik mertebesine erdirsin…
Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin… Peygamber Efendimiz’e komşu eylesin…
El-fâtihah!..
07. 12. 1996 – Wuppertal / ALMANYA