Elhamdü lillâhi hakka hamdihî, nahmedühû bicemîi mehàmidih… Lehül-hamdü kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih… Ves-salâtü ves-selâmü alâ hayra halkıhî tâci ruûsina seyyidil-evvelîne vel-âhirîne muhammedinil-mustafâ… Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin zevis-sıdkı vel-vefâ… Emmâ ba’d:Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri kandilinizi mübarek eylesin… Gecenizi feyizli eylesin… Hayırlı ibadetler yapmağa muvaffak eylesin…
Hicret-i nebeviyyeden bir sene sekiz ay kadar önce, daha Peygamber SAS Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de iken, bir Receb ayının 26’sını 27’ye bağlayan gecede, Peygamber SAS Efendimiz’i Allah-u Teàlâ ve tekaddes Hazretleri, her şeye kàdir olan Mevlâmız, bir gecede Mekke-i Mükerreme’den Kuds-ü Şerif’e götürdü. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Sübhànellezî esrâ biabdihî leylen minel-mescidil-harâmi ilel-mescidil aksallezî bâreknâ havlehû linüriyehû min âyâtinâ, innehû hüves-semîul-basîr)
Biliyorsunuz, biz bir şeye şaşırdığımız zaman, hayret ettiğimiz zaman, –büyüklerimiz öyle öğretmişler, Allah hepsinden razı olsun, kabirleri pürnûr olsun– Sübhànallah deriz. Dikkat edilirse bu ayet-i kerime de Sübhànellezî diye başlıyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin şanı, her türlü noksandan münezzehtir. Allah-u Teàlâ Hazretleri her türlü kemâlât ile muttasıftır. Her türlü gücün kuvvetin sahibidir. Her türlü ilmin sahibidir. Her şeyden haberdardır. Her şeyi bilir, her şeyi görür, her şeye gücü yeter. Her şey ondandır, nasıl dilerse öyle yapar. Kàdir-i mutlaktır. Lâ yüs’elü ammâ yef’al’dir.
Hiç kimsenin hatırına, hayaline gelmeyecek bir şekilde, Peygamber SAS Efendimiz’i, Ebû Tàlib’in mübarek kızı Ümm-ü Hànî Hazretleri’nin evinden, veyahut Kâbe-i Müşerrefe’nin yanından bir gecede, Mekke-i Mükerreme’den Kuds-ü Şerif’e götürdü. Binlerce kilometre mesafe öteye…
Ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: (Sübhànellezî) “O Allah’ın şanı her türlü noksandan münezzehtir. Ne kadar şaşılacak şey de olsa, hepsini yapmaya kàdirdir ki, (esrâ biabdihî) kulunu geceleyin, böyle bir Recebin 27. gecesi seyahat ettirdi. (leylen) Gece vaktinde, (minel-mescidil-haram) Mescid-i Haram’dan; ya Kâbe’nin içinden, ya da Harem bölgesi, o ihramsız girilmeyen mıntıka, orası Harem mıntıkası olduğu için öyle denilmiş olabilir. O mıntıkadan, Kuds-ü Şerif’in içinde bulunan, en uzaktaki, en şerefli, en itibarlı mescidlerden biri olan Mescid-i Aksà’ya bir gecede götürdü.
(Ellezî bâreknâ havlehû) O Kudüs müstesnâ bir yer, mukaddes bir yer… Adı bile kudsiyet kelimesinden geliyor. O mübarek yer ki, peygamberlerin cevlângâhı… O mübarek yer ki, kelimelerle tarifi mümkün olmayan, maddî mânevî kudsiyetlere sahib bir belde… O beldeye Peygamber Efendimiz’i götürdü. Mescid-i Aksà denilen, eskiden mübarek Peygamberlerin yapılmasında çalışmış oldukları, Dâvud AS, Süleyman AS zamanlarına varan bir mescide götürdü. Kur’an-ı Kerim bunu böylece bildiriyor.
Neden böyle bir gecede alıp Kuds-ü Şerif’e götürdü Allah-u Teàlâ Hazretleri?.. (Linuriyehû min âyâtinâ) Ayetlerinden bir miktarını göstermek için… Ayetlerimizi gösterelim demiyor; ayetleri sonsuz, sayısız, hadsiz, hesapsız… O ayetlerinden, o delillerinden bir nebze, bir miktar göstermek için Allah-u Teàlâ Hazretleri ordan aldı, öbür tarafa götürdü.
–Acaba hocam, uyku halinde olamaz mı?.. Uyukladığı esnada rüyalar görmüş, oralara öyle gitmiş olamaz mı?..
Peygamber SAS Efendimiz Burak’a bindi, gitti, fakat etrafı göre göre gitti. Hattâ öyle oldu ki havada giderken, aşağıda filânca kabilenin kervanını gördü. Onlar bir develerini kaybetmişler, hayvanın nereye gittiğini bilmiyorlar. O görüyor yukarıdan, şurdadır diye onlara gösterdi, öyle gitti. Yâni geçtiği yollardaki şeyleri göre göre gitti.
Ertesi gün müşrikler inkâra kalkışınca, o olan şeyleri onlara anlattı. Bunları o kervandakilerden sorun dedi.
Anlaşılıyor ki, rüya görmesi tarzında değil, bizim anlayamadığımız bir şekil ile, ruh meal-cesed Kuds-ü Şerif’e gitti.
Bu İsrâ denilen hadisedir ki, İsrâ demek, geceleyin bir kimseyi bir yerden bir yere götürmek, gece seyahati yapmak demek…
Niye gece seyahati oluyor?.. Çünkü, Arapların diyarı gündüzleri çok sıcak olur. Gündüzleri yürümeğe mecali olmaz insanın, ayakları kumlara batar, yüzü terlere batar, mecâli kalmaz, güneşin altında kurur, kalır. Güneş çarpar, mahvolur. Araplar güneş battıktan sonra harekete geçerler, o gecenin serinliğinde, tıngır tıngır çanları çala çala, kervanlarla yollarını gece alırlar. “Yâ leyl!..” diye türküler tuttururlar kendileri… Develeri heyecanlandıracak kasideler okurlar. Onları okuya okuya, gecenin serinliğinde, yıldızları seyrederek, mehtap varsa mehtabı seyrederek seyahat ederler. Bu gece seyahatleri onlarda meşhurdur. Geceleyin seyahate isrâ diyorlar.
Peygamber Efendimiz’i de geceleyin Allah-u Teàlâ Hazretleri aldı, Kuds-ü Şerif’e götürdü. Bu birinci merhalesi, Kur’an-ı Kerim’de şu okuduğum ayet-i kerimede bildiriliyor.
Kuds-ü Şerif’ten sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri ona yedi kat semâyı gösterdi. Yedi kat semâdan geçirdi. Tebâreke Sûresi’nde buyruluyor ki:
(Ellezî haleka seb’a semâvâtin tıbâkà) Yedi kat semâvât var, biliyoruz.
(Velekad zeyyennes-semâed-dünyâ bimesâbîha) “En yakın semâyı yıldızlarla donattık.” buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri…
Burdan da anlıyoruz ki, birinci semâ yıldızların olduğu, yer aldığı semâdır. Demek ki bu yıldızlar bitecek, bunların bitmesinden sonra ikinci semâ başlayacak. Ondan sonra üçüncü semâ başlayacak, ondan sonra dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci semâ, ondan sonra Kürsü, Arş, ondan sonra öteki muazzam varlıklar…
Dünya semâların yanında zerre kalır. Kürsü’nün yanında yedi kat semâ zerre kalır. Arş’ın yanında Kürsü küçücük bir tane gibi kalır. Böyle bir muhteşem kâinat, böyle bir muhteşem fezâyı, Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber SAS Efendimiz’e, oraları geçirip gösterdi. Cenneti, cehennemi gösterdi. Sidretül-Müntehâ denilen yere kadar, Cebrâil AS kendisine mihmandarlık eyledi. Fakat Sidretül-Müntehâ denilen yerde dedi ki:
“–Yâ Rasûlallah, benim tâkatim, benim müsaadem buraya kadar; eğer ben bu Sidre-i Müntehâ’dan biraz daha ileri gitsem, yanarım. Burdan öteye benim tahammülüm yok!” dedi.
O meleklerin bile daha öteye gidemediği mesafeleri, Peygamber SA Hazretleri aştı. Refref’e binip Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzr-u âlîsine vardı.
Gözü görmeyen bir insana yeşille kırmızının farkını nasıl anlatırsın?.. Yeşil renk diye bir renk vardır, bir de kırmızı vardır, bir de sarı vardır… Ama anadan doğma kör bir insan bunları nasıl anlasın; anlayamaz!
Tatlı yememiş bir insana, hiç ekşi bir şey yememiş bir kimseye, bizim dünyamızda tatlı diye bir şey vardır, ekşi diye bir şey vardır diye nasıl anlatırsın ikisinin farkını?.. Damaktaki lezzetin farkını nasıl anlatırsın?.. Görmeyene nasıl anlatırsın, tatmayana nasıl anlatırsın?.. Bilmeyen nasıl anlatır?..
Kelimelerin hepsi bu dünyadaki hayatımız için kullanılan kelimelerdir. Biz bir şeyi görüyoruz, masa diyoruz. Bir başka şeyi görüyoruz, kitap diyoruz. Bir başka şeyi görüyoruz, defter diyoruz, gözlük diyoruz, mikrofon diyoruz, cami diyoruz, kubbe diyoruz. Hep kelimeleri bu dünyamız için seçmişiz. Bu dünyanın ötesinde görmediğimiz şeyleri hangi kelimelerle anlatalım?..
Onun için çok güzel, çok ârif kimseymiş Mevlid yazarı Süleyman Çelebi rahmetullàhi aleyhi rahmeten vâsiaten… Diyor ki:
Şeş cihetten ol münezzeh Zül-Celâl
Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl.
Şu beytin mânâsını böyle, bir tarafına altınları koy, elmasları koy, bir tarafına bu beyti koy; bu beyit ağır gelir. O kadar güzel söylemiş. Şeş cihetten ol münezzeh Zül-Celâl Hazretleri; yâni sağda değil, solda değil, yukarda değil, aşağıda değil, önde değil, arkada değil; mekândan münezzeh olan, altı cihetten münezzeh olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni gördü Peygamber Efendimiz ama, ne gördü, neye benzer, nasıl anlatalım?..
(Leyse kemislihî şey’ün) Allah gibi bir şey yok ki, biz ona benzeterek şöyle, şunun gibi bir şey diyelim.
Bî-kem ü keyf, kemmiyetsiz ve keyfiyetsiz, yâni miktara sığmaz, kalite ve kantite ile anlatılması mümkün olmayan, tarif ve tavsifi mümkün olmayan bir tarzda ona Allah-u Teàlâ Hazretleri cemâlini gösterdi. Nasıl gösterdi?.. Her şeye kàdir olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, bizim de anlayamayacağımız bir tarzda cemâlini gösterdi.
Gel habîbim sana âşık olmuşam,
Cümle halkı sana bende kılmışam.
diyerek sevdiği kulunu kendi huzur-u âlîsine kabul eyledi. Konuştular… O şeyleri Mevlid sahibi çok güzel anlatıyor; gàyet edep ile, gàyet tevâzu ile, gàyet terbiye ile anlatıyor. Sonra:
Hem dedi kim, yâ Muhammed ben seni
Bilirüm görmeğe doymazsın beni,
O safâya erdikten sonra insanın gözü dünya mı görür, dünyaya dönmek mi ister. Ama vazifesi var, daha peygamberliği tamam olacak. Hicretten evvel oldu bu Mi’rac hadisesi… Geri döndü. Yâni lütf ile, kerem ile Peygamber SAS Efendimiz geri döndü.
Şimdi Süleyman Çelebi –Allah rahmet eylesin– diyor ki:
Sen ki Mi’rac eyleyip kıldın niyaz,
Ümmetin Mi’racını kıldım namaz.
“Ey Rasûlüm, sen ki nasib oldu, Mi’rac ettin, benim huzuruma kadar geldin; meleklerin geçemediği yerleri geçtin, en yüksek makama erdin. Senin ümmetinin Mi’racını da namaz kıldım. Namazı senin ümmetinin Mi’racı olarak ta’yin eyledim.” buyurdu diyor. Süleyman Çelebi böyle anlatıyor.
Biz Peygamber Efendimiz’in şerefi ile, büyüklüğü ile iftihar ederiz. Ona ümmet olmaktan şeref duyuyoruz. Bu şerefi, hiç bir şeyle almak mümkün değil… Eski peygamberler, eski insanlar Peygamber SAS’in ümmeti olmaya can atıyorlardı. “Ah nolaydı, onun zamanında yaşasaydım da, ona ümmet olsaydım. Onun tebliği esnasında ona yardım edebilseydim.” diye ümmeti olmağa herkesin can attığı bir peygambere, elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi ümmet eylemiş. çok güzel…
Mâdem ki böyle bir Mi’rac gibi büyük nimete mazhar olmuştur Peygamber SAS Hazretleri, mâdem ki bizim namazımız da böyle bir Mi’racdır; Allah bu Mi’racımızın da kadrini kıymetini bilmeyi bize ihsân eylesin…
Geçen gün bir başka şehirde konuşuyoruz. birisi diyor ki: “Avrupalı kardeşler müslüman oluyorlar, namaz zor geliyor, günde beş vakit namaz kılmayı yapamıyorlar.” diyor.
Namaz bir angarya gibidüşünülürse, bir angarya gibi olursa, yapılmaz. Her gün her gün aynı angarya olmaz… Namazın güzelliğini sezip, sevebilmek lâzım ki, o iş yürüsün. Allah-u Teàlâ Hazretleri o lezeti, o güzelliği, o şâhâne ibadetin inceliklerini anlamayı, sezmeyi, yaşamayı, öyle ibadet etmeyi bizlere nasib eylesin…
Beş vakit namaz, bu Mi’rac gecesinde bize ikram olunmuş, Rabbimiz tarafından vazife omlarak verilmiş. Çok şükür yâ Rabbi, bize namaz gibi bir ibadeti nasîb eyledin. Sıdk ile beş vakit namazı edâ edince, elli vakit kılmış gibi o sevabı da Rabbimiz bizlere ihsân eyleyecek.
Rabbimiz Peygamber Efendimiz’e lâyık has ümmet olmayı cümlemize nasib eylesin…
Peygamber SAS Hazretleri’nin mübarek hadis-i şeriflerinden bu Mi’racla ilgili bir iki hadis-i şerifi teberrüken okuyalım.
Mi’rac hakkında bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
(Raeytü leylete üsriye bî kusran müsteviyeten alel-cenneti) Peygamber Efendimiz’in bu hadis-i şerifi Abdullah ibn-i Abbas RA’den rivayet edilmiş. Türkçe olarak ifadesi şu: “Beni Rabbim geceleyin İsrâ mucizesiyle şerefyâb edip Mi’raca sevkettiği zaman, cennette bir seviyede yapılmış muhteşem köşkler gördüm.”
Cenneti gezdi, cenneti gördü, gökleri gördü. Cennetin üzerinde, şöyle bir seviyede muhteşem köşkleri gördü. Uzun anlatmıyorum, vakti zaten bildiğiniz şeylerle doldurmayayım diye. Orda cennetin üzerinde çok güzel köşkler gördü.
Yanında Cebrâil AS var, mihmandar. Şurası şöyledir, burası böyledir diye bildiriyor Peygamber SAS Efendimiz’e… (Kultü: Yâ Cibrîl, limen hâzâ?)
“–Yâ Cebrâil, bu köşkler kimin için, sahipleri kim bunların?..” diye sordu Peygamber efendimiz.
Buyurmuş ki:
“–(Lil-kâzımînel-gayz) Gayzını yutanlar için, (vel-àfîne anin-nâs) insanları affedip bağışlayanlar için…”
(Vallàhu yuhibbül-muhsinîn) “Allah iyilik yapan kulları sever.”
Muhterem kardeşlerim! Cennete iyi huyla gireceğiz, huylarımızın güzel olması lâzım!.. İyi huy nedir? Bu iyi huyu öğrenmeden, iyi huyu kendimize hal edinmeden olmayacak bu iş…
Enes RA’a söylüyor ki Peygamber Efendimiz:
(Mekârimül-ahlâkı indallàhi salâsün) “Allah indinde iyi ahlâk üç şeydir:
1. (Tağfiru ammen zalemeke) Sana zulmedene, haksızlık edene, seni ezalandırana sen affedici olursun, bağışlarsın.
2. (Ve tu’tî men harameke) Senden esirgeyene, vermeyene sen verirsin.
3. (Ve tasılü men kataake) Seninle alâkayı koparana sen münâsebetlerini devam ettirirsin, ahbaplığını kesmezsin, sürdürürsün.” buyuruyor.
Yâni muhterem kardeşlerim, güzel huy denilen şey, karşılıksız olan bir şeydir. Yâni, “O bana bir hediye vermiş, ben de ona bir hediye veriyorum. O bana bir iyilik yapmış, ben de ona bir iyilik yapıyorum. O beni seviyor, ben de onu seviyorum.” Bunlar karşılıklı… Güzel huy denilen şey, karşılıksız olan bir şeydir. Karşılıksız yapabiliyorsa insan, işte hakîkî güzel huylu o zaman olur.
Şimdi birbirimizin dertlerimizin bitmesi mümkün değil. Derviş olsak da bitmesi mümkün değil…
Şimdi bizim dervişlerimizden bir grup kardeşimiz Anadolu’nun bir şehrinde, mâşâallah başlarında yüksek tahsilli bir hoca var, camide kitaplar okuyorlar; muhabbetli, güzel, hoş halli bir cemaatleri var. İyi bir şehir… Geçen gün haber geldi ki, iki gruba ayrılmışlar, birbirleri ile çekişirlermiş…
Çekişirler, kavga ederler, birbirlerinin kanlarını bile dökerler, her şey olur… İnsanların içinde bu nefis bulunduğu müddetçe, insanların damarlarında dolaşan kan gibi şeytan dolaştığı müddetçe, bu huylar düzelmediği müddetçe, huylarımızı İslâm ahlâkı etmediğimiz müddetçe, bu tehlike her zaman, her yerde var… Aynı ailenin içinde bile olur, karı ile koca arasında bile olur, iki kardeş arasında bile olur. Camide de olur, imamla müezzin arasında da olur, müftü ile vaiz arasında da olur… Herkesin arasında olur. Huyumuzun güzel olması lâzım!
Peygamber SAS Hazretleri buyurdular ki: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için peygamber gönderildim.” Dinimizin hedefi güzel huylu olmaktır.
Ele geleni yersin,
Dile geleni dersin,
Böyle dervişlik dursun,
Sen derviş olamazsın!
Yunus Emre’nin sözü… Ele gelen yenmeyecek, dile gelen denmeyecek! tutacak insan kendini, sabredecek, boynu bükük olacak, gülüp geçecek, kötülüğe iyilikle muamele edebilecek. O zaman olur.
Bak, Peygamber Efendimiz cennetteki o güzel köşklerin sahiplerini sorduğu zaman, cevabı nasıl vermiş Cebrâil AS: (Lil kâzımînel-gayz) “İçinde kızgınlığı kabarmış, yüzü kıpkırmızı olmuş, çok kızgın; eyvah, kızgınlığı taştı… Ama onu yutuyor, kendisine hâkim oluyor, dizginleyiveriyor; o kimseler içindir.”
Birisi gelmiş, Hazret-i Ömer RA’a:
“–Bize hiç de adaletle muamele etmiyorsun!” dememiş mi?.
Hazret-i Ömer’e… Sübhànallàh, bu insanların da diline gem vurulmuyor. Hazret-i Ömer’e deme bâri… Hazret-i Ömer RA, dünyada adaletiyle tanınmış, namı geçmiş bir kimse…
Hazret-i Ömer şöyle yerinden bir doğrulmuş. Döğecek yâni, pestilini çıkartır ya… İbn-i Abbas RA varmış yanında, demiş ki:
“–Yâ emîrel-mü’minîn, Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri, ‘Cahillerden yüz çevir!’ buyuruyor, bu da cahildir.” demiş.
Öyle deyince, Hazret-i Ömer –koca, babayiğit adam üç tane beş tane insan zabtedemez, güçlü, kuvvetli– oturmuş. Yâni kinini kızgınlığını böyle tutuvermek, kendine hakim olmak; kâzımînel-gayz bu… Misal böyle hatırıma geldi.
(Vel-àfîne anin-nâs) İnsanların da kabahatlerini, kusurlarını affedenler.
Şimdi hakîkaten yapılmış bir kabahat olacak ki, affetmek olsun ve onun sevabı olsun.
–Efendim, o bana şöyle yapmıştı, böyle yapmıştı…
Yâhu hiç lüzum yok, tamam; öyle de yapmıştır, daha fazla da yapmıştır. Yaptığı halde affedebiliyor musun?.. İş bu… İşte o zaman cennetin yukarısındaki sıralanmış güzel köşklere, Allah-u Teàlâ Hazretleri sokacak böyle kimseleri…
(Vallàhu yuhibbül-muhsinîn) “Allah iyilik yapan kulları sever.”
İşte biz bu iyilik yapıcılık halini elde edeceğiz. Elde edebilirsek, huyumuzu güzelleştirebilirsek, kötülüğe iyilikle muamele edebilirsek, ahlâkımızı güzelleştirebilirsek, çelik gibi iradeli olabilirsek, Eyyûb AS gibi sabırlı olabilirsek, İbrâhim AS gibi gözü yaşlı olabilirsek, o zaman güze huylara sahip olmuş olacağız ve cennetini, cemâlini hak edeceğiz.
Bu güzel huyları elde etmek için çalışalım!..
Muhterem kardeşlerim! Bir aya yakın bir zaman önce, 25 gün önce Regàib gecesi oldu. Üçaylar geldi, Recebin ilk cuma gecesi oldu dedik. Peygamber Efendimiz bu Receb ayında çok oruç tutardı.
Oruç, insanın ahlâkını güzelleştirmek için en güzel vasıtalardan biridir. Ama bizim milletimiz orucu, sadece yemek yememek sanıyor. Böyle değil, böyle tarif etmemiş Peygamber Efendimiz ama, böyle sanıyorlar.
Peygamber Efendimiz diyor ki: “Gıybet orucu bozar.” Herkes gıybet ediyor, oruçları gidiyor. Dedi-kodu orucu bozar. “Gözler zina eder.” diyor Peygamber Efendimiz. “Eller zina eder.” diyor. Zina edince oruç kalmaz ki… Yâni oruç tutmak demek, güzel huylu olmaya dişi sıkıp sabretmek demek… Harama bakmayacaksın, kötü söz söylemeyeceksin, kimseyle kavga etmeyeceksin, söğüşmeyeceksin, döğüşmeyeceksin; oruç öyle olacak.
Efendimiz böyle oruç tuta tuta demek ki, anlıyoruz ki, öyle güzel Regàib gecesinin gelişinden, daha bir aya varmamış, Recebin yirmiyedisinde Mi’rac-ı güzîn nasib olmuş. Allah-u Teàlâ Hazretleri huzur-u izzetine Habîb-i Edîbini lütfen ve keremen kabul eylemiş.
Biz de böyle oruç tutarak kendimize hakim olacağız. Bu güzel huyları elde edeceğiz, bu güzel ahlâkı eldeceğiz, ondan sonra o lütuflara nâil olacağız.
“Haklı iken münakaşayı terkedene, cennetin avlusunda bir köşkü garanti ederim.” buyuruyor Peygamber Efendimiz. Haklı iken… Haklı, tamam, bu taraf doğru, öbürü yanlış…
–Bütün bunların hepsi neden, güzel huy dediğimiz ne işe yarar?.. Tamam hocam, güzel huylu oldum, faidesi ne güzel huyun?..
Güzel huy güzel geçim sağlar. Müslümanlar birbirleriyle iyi geçimli olurlar, iyi kardeş olurlar. Esas olan kardeşlik, esas olan müslümanın müslümanı sevmesi, kardeş olması, yekvücud olması… İşte onu sağlıyor bu güzel huy.
Güzel huy olmayınca ahbaplık olmuyor.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“–İman etmedikçe cennete giremezsiniz.”
Tamam, çok hadisler var, çok deliller var; biliyoruz ki imanı olmayan cennete girmeyecek. İsterse omuzu kalabalık olsun, isterse rütbesi yüksek olsun, isterse hazinenin sahibi olsun, bir devletin reisi olsun, bir ordunun komutanı olsun; değişmez. Yâni imanlı olan cennete girecek.
Hadis-i şerifin devamında buyruluyor ki:
“–Birbirinizi sevmedikçe de, iman etmiş olmazsınız.”
Hadi buyurun gelin de ağlayalım şimdi. Biz kendimizi mü’min saymıyor muyuz hepimiz?.. Hepimiz elhamdü lillâh müslümanım diyoruz, mü’minim diyoruz. Ama gel bakalım, Rasûlüllah’ın terazisinde bir dirhem çekecek miyiz?.. Bak ne buyuruyor Peygamber Efendimiz: “İnanmadıkça cennete girmezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de inanmış olmazsınız.”
Sıhhatli hadis. Hadis-i şerifte böyle buyruluyor.
Benim bu hadislerden çıkarttığıma göre, öyle anlaşılıyor ki, ilk yapacağımız iş sevmeyi öğrenmek… Bir mektebi olsa da şunun, gitsek, alfabesinden başlasak, ilkokulu bitirsek, ortaokulu bitirsek, lisesini bitirsek, üniversitesini bitirsek, sevmek denilen şeyi öğrensek.
Sevmeyi bilmiyoruz, birbirimizi sevmeyi öğrenememişiz. Ahbaplığı devam ettirmeyi bilmiyoruz. Candan kardeşliği bilmiyoruz. birbirimiz için fedâkârlık yapmayı bilmiyoruz.
Eskiler biliyordu, eskiler birbirleri için canlarını verirlerdi. Bu hususta çok fıkralar, hikâyeler, ibretli misaller vardır. Eskiler eskide kalmış. Biz şimdi birbirimizi o muhabbetle sevemezsek, hakîkî iman etmiş olmayacağız.
Hocamız bizden önce hep anlatır, dururdu; Allah razı olsun… Biz de böyle diz çöktük, dinledik, hep anlatır, dururdu. Bu sevgi bu muhabbet olmadıktan sonra, bir netice yok…
Biz şimdi düşüneceğiz, taşınacağız, birbirimize karşı hislerimizi nasıl düzeltebiliriz, birbirimizle nasıl hakîkî dost ve ahbap olabiliriz, birbirimizi hakîkaten nasıl sevebiliriz; onun çarelerine bakacağız.
Onun çarelerinden bir tanesi… Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“–Size, yaptığınız zaman aranızda muhabbeti oluşturacak bir şeyi tavsiye edeyim mi?..”
“–Buyur yâ Rasûlallah!” diyorlar.
“–Aranızda selâmı aranızda yayın!” buyuruyor. Arapça ifadesi şöyle:
(Efşüs-selâme beyneküm) “Selâmı aranızda ifşâ edin!” Selâm verin demiyor da, selâmı aranızda ifşâ edin diyor. İfşâ sözünde bir sır var.
–Niye selâm verin dememiş de, selâmı ifşâ edin demiş?..
Selâm, insanın karşısındakine esenlik, rahatlık, güzellik, hoşluk temenni etmesi demek… Ama bu sadece dille söylendiği zaman olmuyor. Sen ona hakîkaten esenlik diliyorsan, bu halinden de belli olacak. Esenlik dilediğin halinden belli olacak.
Yüzüne karşı gülüyor bir çok insan, arkasından başka türlü konuşuyor. Ben telefonda duyuyorum meselâ; bir ülkedeyiz, birisi ötekisine telefon açmış, “Kusura bakmayın, Allah’a ısmarladık, gidiyorum!” diyor. Öteki odadan başkası alay ediyor, telefondan bu tarafın duyduğunu bilmiyor. Telefonda da bir sürü tatlı söz söylüyor. Tatlı sözler başına çalınsın… Aslında alay ediyor.
Buna münafıklık derler. Seviyorsan erkekçe seviyorum de; sevmiyorsan da yiğitçe, “Seni sevemedim kardeşim!” de, bitsin… Yüzüne gülüp, arkasından kuyusunu kazmak; eyvallah deyip, selâm veriyor gibi eğilip ayağının altına karpuz kabuğu yerleştirmek… “Allah ömürler versin!” deyip, arkasından ölümünü temenni etmek… Bunlar münafıklık işi.
Samîmî candan dost olacağız. Birbirimize hislerimizle, davranışlarımızla, hareketlerimizle esenlik dileyeceğiz. Selâmın ifşâsını ben öyle anlıyorum. Yâni selâm temenni ettiğin senin üzerinde zâhir olacak! Selâm verdiğin kimsenin iyiliğini istediğin gözünden belli olacak, elinden belli olacak, hareketinden belli olacak, davranışından belli olacak.
Camide namaza duruyor adam, kısıyor omuzlarını, dirseğini öbür tarafa dayıyor. Muhabbetli olmamış daha, ufa tefek şeylerden kızıyor. Olmaz!.. Hakîkaten sevecek; “Gel kardeşim, sen benim yerime otur, ben geride durayım! Sen halıda dur, ben taşta durayım! sen sevap kazan, ben kenarda bekleyeyim!” diyebilecek hale geleceğiz. Tercih haline gelebileceğiz.
Kardeşliğin üç merhalesi var diyor İmam Gazâlî… Müslüman kardeşliğinin en aşağı derecesi, kardeşinin yeme, içme ve hayâtî ihtiyaçlarını gidermektir. Bu neye benzer?.. Evinde beslediğin hizmetçiye, kâhyaya, akrabaya, şuna buna yemek çıkartman, yatacak yer göstermene benzer. Arkadaşlığın en aşağı mertebesi arkadaşının ihtiyaçlarını böylece görmendir.
Orta derecesi, neyin varsa bölüşmendir. “Al kardeşim, yarısı senin, yarısı benim!.. Elmam var, ortasından bölelim; yarısı sana, yarısı bana…” demendir. Buna da orta derece diyor.
Yüksek derecesinde; “Al kardeşim elmayı sen ye, ben yine alırım!” filân deyip hepsini ona vermek, kendisine tercih etmek.
Bir grup dervişleri eski zamanda yakalamışlar. “Siz casussunuz, bozuk akideli insanlarsınız gàlibâ… Sizi zındıklar sizi!” demişler, cellada teslim etmişler. İçlerinden bir genç celladın önüne koşuyor:
“–Önce beni kes!” diyor.
“–Dur be adam, çekil kenara!..” diyor, ötekisini kesmek için teşebbüs ediyor.
Genç delikanlı geliyor,
“–Önce beni kes!” diyor.
“–Yâ git kenara!..”
Tekrar geliyor. O zaman cellat:
“–Niye bu kadar ısrar ediyorsun?” diye soruyor.
“–Ben kesilirken, sen benimle üç-beş dakika meşgul olacasın ya; kardeşlerim üç-beş dakika daha fazla yaşamış olurlar.” diyor.
Ölürken bile kardeşini düşünüyor, ötekiler üç dakika daha yaşasın diye öne gidiyor. Celladın elinden balta düşüyor. Gidiyor, padişaha diyor ki:
“–Efendim, yanlış anlaşılmış, bunlar kötü insanlar değil! Böyle böyle yaptılar.” diyor.
Hakîkaten tahkik ediliyor, anlaşılıyor ki hepsi hakîkaten derviş insanlar ama, o devirde tabii derviş dediğin insan, üstü başı eski, püskü; yoldan gelmiş, belki tozlu topraklı… Dilenci mi, haydut mu, anlayamamışlar yâni; basîretleri kapanmış, kötü insan sanmışlar.
Kardeşleri biraz daha yaşasın diye, kendisinin boynunu celladın önüne koyuyor. O kadar böyle kendilerine tercih etmişler. Buna da îsâr derler.
Eğer biz bu muhabbetle birbirimizi sevsek muhterem kardeşlerim, bize Amerika zarar veremez, Rusya zarar veremez, Kızıl Çin zarar veremez, Hindistan zarar veremez… Dünyanın hepsibir araya gelse, zarar veremez. Bizim çektiğimiz kendimizden, müslümanların çektiği birbirinden…
Bak, Rasûlüllah SAS Efendimiz Mi’rac münasebetiyle bize yapılan kusurları affetmeyi emretti. İnşaallah bu akşam, dargın olduğumuz kardeşlerimizle barışalım! Barışık olduğumuz kardeşlerimizle bilişelim! Bilişik olduğumuz kardeşlerimizle de samîmî, hakîkî dostluğu öğrenelim!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri, birbirini Allah için seven kulları Arş’ının gölgesinde gölgelendirecek. Arş’ının gölgesinde gölgelenen bahtiyarlar zümresine Mevlâmız cümlemizi dâhil eylesin…
Kardeşlerimiz hatimler okumuşlar; Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerimleri tekrar tekrar hatmetmek nasib eylesin… Amma, içindeki mânâları anlamak ve o ahkâmı hayatımızda yaşamak nasib eylesin… Böylece Kur’an-ı Kerim’i hayatımıza rehber eylesin… Böylece Kur’an-ı Kerim’in şefaatine ermeyi cümlemize nasib eylesin…
Hatimlerimiz, sâir ibadet ve tâatlerimizi Rabbimiz kabul eylesin… Dünyanın ve ahiretin bildiğimiz, bilmediğimiz her türlü hayırlarına nâil eylesin… Şöyle mübarek gecelere sıhhat afiyetle vâsıl olup, bu gecelerin hayrından, feyzinden, bereketinden tam mânâsıyla, en yüksek derecede istifade etmeyi nasib eylesin…
Rızasına uygun şekilde yaşayıp, ahirette de cennetine, cemâline nâil olmayı cümlemize nasîb eylesin…
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun…
06. 04. 1986 – İskenderpaşa / İSTANBUL