Allah’ın ilk kulları değiliz. Bizden önce nice kullar geldi, geçti. Hazret-i Adem atamız Safiyyullah AS’dan, peygamberimiz, Habîbullah Muhammed-i Mustafâ SAS’e kadar dünyanın her yerinde, her beldede Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin vazifeli kulları yaşadı. (Salevâtullàhi ve selâmühû aleyhim ve alâ âli küllin ecmaîn)(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) [Her ümmet için mutlaka bir uyarıcı peygamber bulunagelmiştir.]
Peygamber SAS Efendimiz’den sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri ümmeti başsız ve yalnız bırakmadı. Evliyâullahı, mürşidleri ümmet-i Muhammed’in hakîkî eminleri eyledi. Peygamberlerin halifeleri eyledi, rusüllerin ümenâsı eyledi.
Mûsâ AS, ulül-azm peygamber iken Hızır AS’dan bir şeyler öğrenmek istedi. İmâm-ı Gazâlî, yıllarca altın dokunmuş cübbe ile, muhteşem sarığı ile medreselere giderken tatmin olmadı, yollara düştü, inzivâlara çekildi, ibadetler eyledi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî’yi buluncaya kadar başka bir ömür yaşadı, ondan sonra başka bir ömür yaşadı… Mesele makam sahibi, mevkî sahibi, mülk sahibi, varlık sahibi, bilgi sahibi, rütbe sahibi olmak değil… Mühim olan, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sevdiği kul olmak!.. İnsan Allah’ın sevdiği kul olabilirse, ne mutlu!.. Sevdiği kul olamazsa, ne yazık!.. İsterse şah olsun, isterse cihanın padişahı olsun…
Allah-u Teàlâ Hazretleri kimleri sever; bütün müslümanların ilkönce bunu araması lâzım! Acaba Allah kimleri sever?.. “Acaba ne yaparsam Allah beni sever?” diye, mutlaka bu sorunun cevabını bulmalı!..
Muhterem kardeşlerim! Allah-u Teàlâ Hazretleri fâsıkları sevmez. Allah-u Teàlâ Hazretleri müşrikleri, kâfirleri sevmez. Mü’minlerin fâsıklarını sevmez. Münafıkları sevmez. Cahilleri, gàfilleri sevmez. Ahlâkı kötü olan, edebi eksik olanları sevmez.
Allah’ın kimleri sevmediğini mutlaka öğrenmek lâzım! En önemli bilgi bu… Çünkü, Allah-u Teàlâ Hazretleri sevmedi mi, sevmediği kuluna hidayet de etmez. Hani, günde en aşağı kırk defa;
(İhdinas-sırâtal-müstakîm) diye yalvarıyoruz ya, “Yâ Rabbi, sevdiğin kulların yoluna bizi hidayet eyle!” diyoruz ya; niye doğru yolda değiliz?.. Sevmediği kula Allah-u Teàlâ, en büyük ikramı olan hidayeti ihsan etmez, sevdiği kula ihsan eder. Onun için mutlaka sevdiği kulu olmak lâzım, mutlaka sevdiği yolu bulmak lâzım!.. Başka her şey boştur!.. Başka her şey boştur!..
Bizden önce yaşayan kimseler de Kur’an ilimlerini biliyorlardı, hadis-i şerifleri biliyorlardı. Bizden önce çok fâzıllar, kâmiller geldi geçti. Biz onların ayağının tozu olamayız. Okudukları kitapları anlamaya güç yetiremeyiz. Nedir bizim bu kibrimiz?.. Nedir bizim bu gafletimiz?.. Nedir bizim bu egoizmimiz, kendimizi beğenmişliğimiz?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sevdiği kulu olmaya niçin çalışmıyoruz?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin nazargâhı olan kalbimizi temizlemeye niye gayret etmiyoruz?..
Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak;
Pâdişah konmaz saraya, hàne ma’mûr olmadan…
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bazı şeyleri biliyoruz ama, üzerine bilgimizi teksif edemiyoruz ve gereğince amel edemiyoruz. Sahih hadis-i şerifler var, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:
(Lâ tedhulûnel-cennete hattâ tü’minû) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. (Ve lâ tü’minû hattâ tehàbbû) Birbirlerinizle sevişmedikçe, dost olmadıkça, ihlâslı samîmî kardeş olmadıkça hakîkî mü’min olamazsınız.”
Birbirimizi sevemezsek, uğraşmak boşunadır. Birbirimizi gıybet edersek, iftirâ edersek uğraşmak boşunadır. Birbirimize kin tutarsak, nefret edersek uğraşmak boşunadır. Birbirimizi hor, hakir görürsek, uğraşmak boşunadır. Birbirlerimizi sevmek, hakîkî imana kavuşmanın anahtarıdır. Onun için mutlaka bizim de hayatımızda bir değişiklik olmalı!.. Bizim de Gazâlî’ler gibi, Mevlânâ’lar gibi, Hacı Bayram’lar gibi hayatımızda bir değişiklik olmalı!..
Sevmeyi öğrenmeliyiz. Allah rızası için sevmeyi, hoş görmeyi öğrenmeliyiz. Müslüman kardeşimizi sevmeyi öğrenmeliyiz.
(Eşiddâü alel-küffâri ruhamâü beynehüm) O şiddet duyguları kâfirlerekarşı… Mü’minler kendi aralarında şefkatli ve merhametli olacaklar. Bu sevgiyi öğrenmezsek, netice alamayız, namazlarımız Mi’rac haline gelemez!
Büyüklerimiz, meşguliyetleri içinde zikre büyük pay vermişler. Çünkü Peygamber SAS Hazretleri’nden zikrin medhinde o kadar çok hadis-i şerif var ki… Demin söylediğim hadis-i şerifte buyruluyor ki:
(Semenül-cenneti lâ ilâhe illallah) “O eşsiz güzelliklerin diyarı, yurdu olan Cennetin bahası ‘Lâ ilâhe illallah’tır.”
Bir hadis-i kudsîde buyruluyor ki:
(Ene celîsü men zekeranî) “Ben beni zikredenin hem-meclisi, yoldaşı, arkadaşı olurum.” Buyuran Allah-u Teàlâ Hazretleri…
Bir hadis-i şerifte buyrulmuş ki:
(Nafakatüke fî sebîlillâhi biseb’i mieti dereceh) “Allah yolunda infak ve masraf eylemen, yediyüz kat mükâfatla makâfâtlandırılır.”
Bir başka hadis-i şerifte buyrulmuş ki:
(Zikrullàhi teàlâ efdalü indallàhi minen-nafakati fî sebîlillâhi bimieti dereceh) “Allah’ı zikretmek ise, Allah yolunda infak etmekten, masraf etmekten de yüz kat daha kıymetlidir.” Demek ki o yediyüz kat sevaplı, bir de ordan yüz kat sevaplı; zikrullah yetmişbin kat sevaplı oluyor.
Ayrıca bir insan zikr-i kalbî ile, sessiz, dudak kıpırdatmadan, dilini oynatmadan kalbiyle Allah derse; o, dille yapılan yetmişbin sevaplı zikirden de yetmiş kat sevaplı olunca, yekûn dört milyon dokuzyüzbin sevap ediyor. Onun için zikre kuvvet vermişler ki, günahları silinsin, arınsın, temizlensin; Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin en büyük ikramı olan hidâyet kendilerine bahşolunsun…
Onun için, bu yoldan gitmeyenler, zikrullahtan istifade etmeyenler, nefsin kirlerini, paslarını arındırmayanlar yolda kalıyorlar, ulaşamıyorlar, menzil-i maksûda varamıyorlar. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi birbirimizi sevenlerden eylesin…
Bir yola girmişiz, tarîkat demişiz. Birbirimizle dost olmuşuz, ihvân demişiz. Bunu samîmî yapmak lâzım!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin zikrini vazife olarak üstümüze almışız. Aldığımız hazinenin kıymetini bilelim!.. Bir kalbden Allah demek dört milyon dokuzyüzbin derece sevap kazandırırsa insana, kalbi zikrullahla zikr-i müdâm halindeki meşgliyete erişmiş bir insanın derecesini nasıl ölçececeğiz?.. Onlar dünyanın direkleridir. Dünya onların yüzü suyu hürmetine ayakta durur.
Onun için, büyüklerle inatlaşmayı, söz dinlememeyi bir tarafa bırakmak lâzım! Alimlere teslim olmak lâzım!.. Büyük evliyâullaha, büyük mürşidlere, büyük müctehidlere, fâzıllara, kâmillere teslim olmak lâzım!.. Eğer sen Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sevgili kulu olamazsan, işaretlerinden bu belli değilse, gayri şeylerin hepsi boştur. Hepsi mâsivâdır, gayrullahtır, kıymeti yoktur.
Dün akşam videodan gördük ki, oğlu anlatıyor; “Mısır’daydık, İskenderiye’deydik…” diyor. Ömer Ziyâeddin Efendi Hocamız’ın oğlu Yusuf Ziya Binatlı… Profesör, hafız, derviş… “Babamla İskenderiye’de bulunuyorduk. Biz ayrı odada yatıyorduk, babamlar yandaki odada yatıyorlardı. Bir hıçkırık, bir ağlama, bsir ağlama… Babamların odasından… ‘İçeride herhalde validemiz vefat etti de, babam onun için ağlıyor.’ dedik. Odamızdan dışarıya çıktık. Öbür tarafa kapıyı vurduk, girdik. Baktık ki babam ağlıyor, annem de onu teselli etmeye çalışıyor. Nedir filân diye bizde sorduk.” diyor.
Ömer Ziyâeddin Efendi rüya görmüş. Rüyasında İsmâil Necâti Safranbolî Hazretleri kendisine demiş ki:
“–Ömer Ziyâeddin, kalk, gel!.. Posta otur, makama geç!”
Diyor ki:
“–Bu şeyhimin vefat etmek üzere olduğuna işarettir, ona ağlıyorum.”
Hanımı da teselli etmeye çalışıyormuş, diyormuş ki:
“–Rüyadır, neye yorulacağı bilinmez.”
“–Bu rüya başka rüya, toplayın evi!..” demiş.
Akşama kadar evi derlemişler, toplamışlar. Akşam hareket eden vapura İskenderiye’den binmişler. İzmir üzerinden İstanbul’a gelirken İzmir’den telgraf çekmişler. “Çanakkale’de bizi vapurda karşıladılar ve şeyhimizin vefatını haber verdiler.” diyor.
Rüyası böyle olmayan, haberleşmesi böyle olmayan, hali böyle olmayan bir insan olduktan sonra ne kıymeti var?.. İstediğin kadar mevki sahibi ol, makam sahibi ol, para sahibi ol… Allah’ın böyle lütfuna ermedikten sonra ne kıymeti var?..
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi sâlihînden eylesin… Zümre-i sâlihîn ile haşreylesin… Evliyâullah’ın yolundan ayırmasın… Onların zümresiyle beraber haşreylesin… Cennetiyle, cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin…
Bihürmeti leyletil-mi’râc, ve bihürmeti muhammedenil-mustafâ, ve bihürmeti esrâri sûretil-fâtihah!..
22. 02. 1990 – Özelif / ANKARA