Birinci Mes’ele:
Bazılarınca yanlış anlaşılan, Üstad’ın “medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” sözünün manasını anlamak için, Risâle-i-i Nur’un muhtelif yerlerine bakmak lazımdır. Şöyle ki:
Adalet-i İlahiye, İslâmiyet’e ihanet eden mimsiz medeniyete öyle bir azab-ı manevî vermiş ki, bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşağı düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngiliz’in yüz sene ezvak-ı medeniyesini ve terakki ve tasallut ve hâkimiyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadi korku ve dehşet ve telaş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş. (Kastamonu Lâhikası 22)
Evet küre-i havanın yüzbinler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü sena ile doldurmak lâzım gelirken, dalaletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden elbette tokat yiyecek. Nasılki havarik-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyeyi, bu mimsiz*, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehennem’e gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.(Kastamonu Lâhikası 72)
*(-Avrupanın gayr-ı meşru olan bütün medeniyetleri -ki mimsiz medeniyettir, yani deniyettir- vahşet ve rezalettir. Vahşilere karşı galabe ise, ikna ile değil ancak seyf iledir.)
Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla; tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. (Emirdağ Lâhikası-2 82)
Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. (Emirdağ Lâhikası-2 83)
Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaa düşecek.(Emirdağ Lâhikası-2 82)
“Amma ecnebilerin vahşi oldukları kurûn-u vustâda; İslâmiyet, vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassub zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbub ve ulvî olduğunu evamirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır”. (Redd-ul Evham İsimli Makalesi)
“Biz Kalû Belâ’dan Cem’iyet-i Muhammedî’de dâhiliz. Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min i’lâ-i Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen (müsbet fen) ve san’at silâhıyla i’lâ-i Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur”. (Yani ALLAH için, bütün insanların müslüman olmalarını veya cizye verip kendi fitnelerinden kurtulmalarını ve İslam’ın adilane kanunlarıyla mes’udane yaşamalarını istiyoruz). (Divan-ı Harb-i Örfi-Hakikat İsimli Makalesi)
Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı Kelimetullah (Cihad-ı maddî), maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye’nin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı manevîsi o kat’î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şübhe edilmez.
Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def’etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak*. (Hutbe-i Şamiye)
*(-Yani bütün müslümanlar bir tek halifenin emri altında birleşerek devletlerinin kanunlarını kitap ve sünnete dayandıracaklardır. Ve Hz. Ömer’in adalatine benzer bir adaleti ve medine-i münevveredeki medeniyet gibi bir medeniyeti fiilen dünyaya göstereceklerdir ki o zaman bu devletin adaletini ve medeniyetini gören küffar fevc fevc o devletin adalet ve medeniyetine aşık olarak İslamiyete girecektir.)
İZAH: Ma’lum olsun ki; Üstad’ın burada medeni dediği kimseler, insaniyetin bir hassası olan aklını kullanan, ma’kul ve mukni delillerle isbat edilen bir mes’eleyi kabul eden ve taassub göstermeyen kimselerdir. Vahşiler ise; inad ve taassub içinde bulunan ve aklını ibtal etmiş, hakikate karşı temerrüd gösteren kimselerdir. Mukaddime’de izah edildiği üzere Kur’an, evvela da’vasını mukni ve ma’kul delillerle isbat eder. Ve ayetlerin sonunda “akıl etmiyor musunuz”, “düşünmüyor musunuz”, “akıl sahibleri için bunda alametler vardır” gibi fezlekelerle, davasına akıl ve vicdanı ve fıtrat-ı selimeyi şahid gösterir. İşte kim Kur’an’ın bu davasını kabul ederse, o insan medeni insandır. Kabul etmeyenler ise inad ve taassub içinde bulunan cebbar vahşilerdir. Böyle söz anlamayan ve düşünmeyen vahşilerin vahşetine karşı galebe ise ancak kılıçladır. Zaten yukarıda da isbat edildiği üzere Şeriat, evvel emirde insanlara din-i hak olan İslamiyet’i tebliğ etmeyi emretmiştir. Eğer o insanlar medeni iseler, İslam’ı kabul ederler. Eğer kabul etmezlerse, bu gösterir ki onlar vahşilerdir. Bu vahşilerin vahşetlerini izale etmek için onlara kılıç çekmek lazım gelir. Acaba Kur’an-ı Mu’ciz’ul Beyan 14 asır müddetince, mu’cizane bir surette, İslamiyet’in bütün mes’elelerini hadsiz delillerle isbat etmişken ve milyonlarca ulema-i muhakkikin dahi bu davasında Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı delilleriyle tasdik edip iman etmişken, hem geçmiş bütün semavi suhuf ve kitablar ve peygamberler, Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı haber verip hakkaniyetini tasdik etmişken, güneş gibi zahir bu mes’eleyi kabul etmeyip, üstelik davasında Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı tekzib eden insanlar nasıl medeni insanlar olabilirler? ALLAH-u Teala, Kur’an’ın hakkaniyetini ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın hak resulü olduğunu isbatta bir eksiklik bırakmamıştır ki insanlar kabul etmemekte mazur olsunlar ve kabul etmedikleri halde medeni kalabilsinler. Demek, tebliği kendilerine ulaştığı halde Kur’an’ı kabul etmeyen kimseler vahşilerdir. Şeriat da onlara karşı cihadı emretmiştir.