1. Modern Ön Yargılar
Modern dönemin ateist düşünürleri dini bir fenomen olarak ele almış indirgemeci bir yaklaşımla onu tanımlamaya çalışmışlardır. Özünde inançlar kümesi olan dini, bilimsel bir obje gibi ele alarak tek bir ilkeden hareketle izah etme yoluna gitmişlerdir. Doğal olarak Tanrı inancını da şuradan veya buradan kaynaklanmıştır diyerek reddetmişlerdir. Ancak bunu yaparken de pek çok şeyi gözden kaçırmışlardır. Çünkü daha işin başında onlar inancın mahiyetini yanlış anlamışlardır. Çoğunlukla dar bir çerçeve çizerek dini de o çerçeveye oturtmaya çalışmışlardır. Halbuki tek bir ilkenin ya da dar bir çerçevenin dini ve Tanrı inancını bütün boyutlarıyla izah etmesi mümkün değildir.
Modern dönemde felsefeci, dini sadece teorik bir problem olarak ele almış tartışmaya çalışmış, psikolog onu sadece duyguyla alâkalı bir şey olarak görmüş birtakım tahlillere girişmiş, sosyolog ise onu toplumsal bir olay gibi düşünmüş fonksiyonunu yorumlamaya çalışmıştır. Yine ekonomistler de dini, iktisadî bir yaşamın gölgesinde görmeye çalışmış, antropolog ise neredeyse onu dünyanın geri kalmış yörelerindeki (ilkel) insanların davranışlarında aramaya koyulmuştur. Çağımızın başında bu ve bunun gibi dar çerçeve içerisinde din tanımlanmaya ve güya çürütülmeye çalışılmış ancak sığ kalındığının farkına varılmamıştır. Ne yazık ki modern dönemdeki ateistlerin hemen hemen çoğunda bu sıkıntılar görülmüştür. Nitekim pek çok insan bu durumun farkına varmış daha sonra fikirlerinde değişiklik yapmıştır.
Elbetteki yukarıda sözü edilen hatalı davranışın karşısında çok güçlü itirazlar yükselmiş ve yapılan yanlışlıklar dile getirilmiştir. Batı dünyası kendi bünyesindeki zaaflar nedeniyle güçlü ateistlerin ortaya çıkışına sebebiyet vermişse de her şeye rağmen onlara karşı esaslı cevaplar vermek gücünü göstermiştir. Nitekim XX. yüzyılın başında rüzgâr gibi esen ve ortalığı kasıp kavuran pozitivist hareket asrımızın ikinci yarısında hızını kaybetmiş ve pek çok ateist için tatlı bir nostaljiye dönüşmüştür. Bir anlamda pozitivizmi ve ateizmi doğuran Batı elde ettiği tecrübeler sayesinde onları dizginlemeyi de bilmiştir. Batı da dizginlenen pozitivizm ve bu bölümde bizimde ele alacağımız fikirler ne yazık ki dünyanın gelişmekte olan ya da az gelişmiş bölgelerinde hâlâ yaşamını sürdürmeye devam etmektedir. Bunun nedenlerinden biri de Batı’da sadece bilimsel bir var sayım olan ve rahatlıkla eleştirilebilen fikirlerin bu bölgelerde birer ideoloji haline gelmesi ve insanlara (sorgulanmasına da fırsat verilmeden) empoze edilmeye çalışılmış olmasıdır.
Modern dönemde ateistlerden gelen eleştiriler karşısında bir gerçek daha ortaya çıkmış bulunmaktadır. O da gerek dinin ve gerekse insan yaşamının bir teoriyle ya da bir tek açıklamayla izah edilemeyecek kadar basit ve dar olmadığıdır. Yani insanın ve inancın kompleks bir yapı arzettiğidir. Bu özellikleri dikkate almadan yapılacak her türlü açıklama eksik kalacaktır. Nitekim bu hatayı işleyen teoriler de zamanla tarih sahnesinden silinmeye mahkûm olmuşlardır.
İnsanı ve din fenomenini bütün olarak ele almayan, onu parçacı bir tutumla değerlendiren sadece ateistler olmamıştır. Bazı dindarlar ve mezhepler arasında da benzeri tutum ve davranışlar görülmektedir. Onlar da inanmalarına rağmen dini kendi noktalarından hareketle bazan dar bir şekilde tarif etmişlerdir. “Din budur” diye ortaya koydukları şeyler bazan inanan insanların tepkisini dahi almıştır. Onların bu yanlış tutumu da ateistleri daha büyük bir yanlışa sürüklemiş, o kişilerde söz konusu tariflerin çürütülmesiyle dinin de yok edilebileceği duygusunu ortaya çıkartmıştır. Halbuki din ne o kişinin tarifine sığacak kadar dardır. Ne de ateistin, o kişinin görüşünü eleştirmesiyle yok olacak kadar basit ve sıradan bir şeydir. Dolayısıyla modern dönem ateizmini değerlendirirken bu noktanın kesinlikle gözden kaçırılmaması gerekmektedir.
Bu girişten sonra çeşitli açılardan dini eleştiren ve çağımızda oldukça etkili olan ateist düşünürleri ele almakta yarar görmekteyiz. Bu düşünürler sırasıyla Comte, Feuerbach, Marx, Freud, Nietzche ve Sartre’dır. Doğrusu yüzyılımızda ateist denilince hemen akla gelen kişiler de bunlardır. Ancak bu düşünürlerin fikirleri yanında, yaşamları dahi bir bütünlük arzetmeyip karmaşık bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerinde ya da ömürlerinin son yıllarında nasıl bir kişiliğe ve yaşama sahip oldukları daima göz önünde bulundurulmalıdır. Yine çevrelerinin, aldıkları eğitimlerin, gördüklerinin ya da tecrübe ettikleri şeylerin fikirleri üzerinde çok önemli olduğu da unutulmamalıdır. Çünkü sonuç itibariyle onlar da bizim gibi insanlardır. Her insan gibi onların da güçlü ya da zayıf yönleri olabilmekte, olaylar karşısında etkilenen ya da tepki veren bünyeleri bulunabilmektedir. Dolayısıyla onların fikirlerini ve var sayımlarını kişiliklerinden ve çevrelerinden bağımsız olarak genel geçer birer hakikatmiş gibi savunmanın bir anlamı olmayacaktır. Kaldı ki onları peşinen reddetmekte anlamsız bir tavırdır. Önemli olan şey ön yargılardan arınmış bir şekilde, aklın gösterdiği doğrular çerçevesinde ve insanlık tecrübesini de göz önünde bulundurarak bu kişilerin düşüncelerini değerlendirmektir. Nitekim kendileri de bu süreci yaşamış, inişli çıkışlı bir grafik izlemiş ve taraftarları da zaman zaman öz eleştiri de bulunmuşlardır.
Kendini ateist gören insanların çoğunluğu inançsızlıklarını bu düşünürlerin fikirleriyle desteklemeye ve temellendirmeye çalışmışlardır. Yine pek çok ateist dinle ilgili eleştirisini bu kişilerin fikirlerinden hareketle ortaya koymaya gayret göstermiştir. İşin daha çarpıcı olan yönü bu düşünürlerin dünyasından olmayan ve aynı kültürde yaşamayan kişilerin dahi onların fikirlerini sahiplenmesi ve savunmasıdır. Halbuki kendine hitap eden bir şey bulunmadığı gibi kendi kültüründe de o düşünürlerin takılacağı bir problem bulunmamaktadır. Durum böyle olunca eleştiri yapamadan ya tamamen kabullenmek ya da peşinen reddetmekle karşı karşıya kalınacaktır. Dolayısıyla ateizm konusunda öncelikle bu düşünürlerin tanınması ve fikirlerinin bilinmesi gerekmektedir. Elbetteki dünyadaki ilk ateistler bunlar değildir, sonuncusu da olmayacaklardır. Ancak günümüz dünyasında kitleler üzerinde en çok etkili olan ve ateizmi teoriden çıkartıp pratik yaşama dönüştürenlerin bu kişiler olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla büyük bir önemi haizdirler.
Ateistler sayesinde Batı dünyasındaki dinî inançlar (hıristiyanlık-kilise öğretileri) büyük yara almış ve kendi kabuğuna çekilmek zorunda kalmıştır. Ancak bugün aynı şeyin devam ettiği söylenemez. Bırakınız İslâm dünyasını, bugün Batı dünyasında insanların çoğunlukla bir şekilde dine inandıkları, en azından karşı çıkmadıkları görülmektedir. Hatta bireysel olarak ateist olan kişilerin dahi bazan kültürel açıdan dine (hıristiyanlık) sahip çıktığı ya da politik gerekçelerle o dinin menfaatlerini savunduğu bilinmektedir.
Batı dünyasında bazı ateistlerin de kendi içlerinde ne kadar tutarlı olup olmadıkları ayrı bir tartışma konusu olmaktadır. Ancak burada önemli olan bir konu da şudur. Ülkemizde ya da gelişmekte olan diğer bölgelerde bazı çevrelerce Batı dünyasının dinsiz olduğu ve Tanrı‘ya inanmadığı söylenmektedir. Bunu söyleyenlerin arasında da birbirinden farklı iki kesim bulunmaktadır. Birincisi Batılı olmayı amaçlayan, kendi kültüründen ve dininden uzaklaşan hatta kendi insanından utanan ve değişim isteyen kişilerdir. Bunlar kısaca Batı‘da cereyan eden reform ve Rönesans hareketlerinin, dinsizlikle sonuçlandığını ve bizlerinde gelişmesi için bu yolu takip etmemiz gerektiğini söylemeye çalışmaktadırlar. Ancak bu kişilerin kendi dinsizliklerini yaymak için Batı‘yı öyle takdim etmek istedikleri gözden kaçmamaktadır. İkincisi ise kendisinden başka herkesi din dışı kabul eden katı muhafazakâr (gelenekselci) kişilerdir. Bunlarda kendi zaaflarını ve problemlerini unutturmak için hedef saptırmakta ve ayırım yapmadan eleştiri oklarını karşı tarafa göndermektedirler. Her iki kesimin de yanıltıcı oldukları aşikardır. Dolayısıyla Tanrı inancı ile ilgili tartışmalarda bu durumun gözden kaçırılmaması gerekmek-tedir.
Son asırlarda ateizme kapı aralayan ve bu nedenle din için en büyük tehlike oluşturan akımlardan birisi pozitivizm olmuştur. Bu akım pek çok insanın dinden kopmasına neden olduğu gibi taraftarlarını da dinle mücadele etmeye teşvik etmiştir. Nitekim bu zihniyeti benimseyen kişiler çoğunlukla inandıkları şeylerin doğru olup olmadığına bakmaksızın, insanlara pozitivizmi telkin etmiş (bir anlamda bilim adına dinsizliği önermiş) dinî inançları da ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Bu akımın uzun bir süre insanlar üzerinde çok etkili olduğu açıktır. Ancak etkisi ve gücü sadece şartlanmış ve bir şekilde dinden uzaklaşmış insanların ötesine geçmemiştir. Bütün iddiaların aksine günümüzde dinin ve Tanrı inancının bulunması, eskiden olduğunun aksine daha güçlü bir şekilde yaşaması bu akımın gündemden düştüğü, tarihteki yerini almaya yüz tuttuğunu göstermektedir. Çünkü bir fikrin değeri o fikrin tutarlı ve doğru olup olmadığıyla yakından alâkalıdır. Halbuki pozitivizmin dinle ilgili iddiaları yanlışlanmış, inançsızlıkla ilgili beklentileri de boşa çıkmıştır.
Pozitivizm sözcüğü sadece bir ekol olarak felsefede değil, bilim, sanat, edebiyat ve hukukta da belirli bir düşünce biçimini ifade etmek için kullanılmıştır.(65) Bu kavram bilimi tek geçerli bir bilgi türü olarak gören aynı zamanda mevcut olguları deney yoluyla bilinebilen ve üzerinde inceleme yapılabilecek tek obje olarak kabul eden bir anlayışın ismidir. Pozitivizm terimini ilk defa kullanan da Saint Simon (1760-1825) olmuştur. Saint Simon ve arkadaşları toplumu yeniden yapılandırmak için metafiziğin dışarıda kalacağı bilimsel bir bilgi ve bilimsel bir yöntem arayışına girmişlerdir.
Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857), Simon‘un fikirlerini devam ettirmiş, bilimde deneye önem vermiş, deneyle elde edilemeyen bilgileri de (metafiziği ve teolojiyi) hayal mahsulü olarak görmüştür. Comte evrimci bir yaklaşımla insan zihninin de üç aşamadan geçtiğini ve zaman içerisinde olgunlaştığını belirtmiştir. İnsanlık tarihini teolojik, metafiziksel ve pozitivist olmak üzere sırasıyla üç döneme ayırmıştır:
Comte’a göre birinci dönem olan teolojik evrede, insanlık doğada cereyan eden hadiseleri Tanrı ve ruh gibi doğa üstü nedenlerle açıklamıştır. İkinci dönem olan metafiziksel evrede ise insanlık doğada olup biten şeylerin arkasında Tanrı gibi doğa üstü güçler aramak yerine doğanın kendine yönelmiş olayların nedenlerini soyut bir biçimde de olsa yine doğada aramıştır. Hayal yerine aklını kullanmış, cevher ve arazlardan bahsetmeye başlamıştır. Üçüncü dönem olan pozitif evrede ise, Comte’a göre, insanlık teolojiyi ve metafiziksel muhakemeleri bir kenara bırakmış, deneyle doğayı anlamaya çalışmıştır. Olayların arkasındaki sebepler için doğa üstü ya da metafiziksel gerekçeler aramak yerine gözlemde bulunarak ya da deney yaparak dünyanın kanunlarını keşfetmeye koyulmuştur. Comte’a göre yetişkin insanın yapacağı ve pozitif (fiziksel) bilimin takip ettiği yol budur. Yine bu evre Tanrı inancının ortadan kalkacağı bir dönem olacaktır.(66)
Görüldüğü gibi Comte üç hal yasasıyla aynı zamanda bir tarih felsefesi kurmuş, insanlığın gelişimini de tarihi evrimin bir sonucu olarak görmüştür. Ancak Comte‘un yanılmış olduğu ortadadır. Pek çok düşünür gibi O da içinde yaşadığı kültürdeki dinî krizleri, sosyal çalkantıları, kilisenin nüfuzunu kaybetmesini ve bilim karşısındaki yenilgisini polemik konusu yapmış, dinin ya da yaratıcı Tanrı fikrinin yok olacağını ümit etmiştir. Ne var ki aklı ve bilimi ön plana çıkardığını zanneden bu kişiler hayal dünyasında yaşamış ve duygularının esiri olmuşlardır. Her insan gibi bir süre sonra yüce yaratıcının koyduğu yasalar çerçevesinde ömürlerini tamamlamış ve ölüp gitmişlerdir. Ancak kâinatın ve canlılar dünyasının bütün ihtişamı ve güzelliği ile ayakta olduğu, doğan her çocuğun da yine bütün mâsumiyetiyle beraber Tanrı‘ya yönelmeye devam ettiği herkesin mâlumudur.
Yukarıda ifade edildiği gibi Comte’un fikirleri bazı çevrelerde etkili olmuş ancak çok ciddi eleştirilerle de karşılaşmıştır. Bu eleştirilere göre Comte’un fikirlerinin tarihen ne kadar doğru olup olmadığı bir tarafa, dünyanın ve insanlığın mevcut durumu dahi onun yanlışlığını ortaya koymuştur. Nitekim günümüzde din olgusu ve Tanrı inancı bütün çeşitliliği ve zenginliği ile yaşamını sürdürmekte ve milyarlarca insan inanmaya devam etmektedir. Ortadan kalkacağını söylediği din (Hıristiyanlık-Katoliklik) hâlâ hayatiyetini ve faaliyetlerini sürdürmektedir. Dolayısıyla günümüze kadar yaşamış olsaydı gördüğü manzara karşısında Comte’un dahi hayal kırıklığına uğrayacağı muhakkak idi. Aslında dinin ortadan kalkacağını söyleyen Comte daha kendi hayatında, bu düşüncesine aykırı şeyler yapmış ömrünün sonlarına doğru bir tür insanlık dini kurmayı denemiştir.
Comte bütün tutarsızlıklarına rağmen kendinde insanlık tarihini üç evreye ayırma hakkını görmüş ve bu tarihleri de insanlığın olgunlaşma seyri olarak ifade etmiştir. İnsanı ilk var olduğu günde olgun bir varlık olarak görmemiş, olgunlaşmasını da dinden uzaklaşmasına bağlamıştır. Ancak yüzyılımızdaki pek çok ateisti de etkileyen bu düşüncelerin ne kadar gerçeğe aykırı olduğu daha ilk bakışta anlaşılacaktır. Nitekim yüzyılımızda dinden uzaklaşan ya da bir şekilde onunla savaşan toplulukların ne duruma geldikleri ve neler yapabildikleri, dünyamızı ne şekilde cehenneme çevirdikleri gayet iyi bilinmektedir.
Comte teolojik, metafizik ve pozitivist evreler dediği şeylerin insanlığın ortak tecrübesi olduğunu görememiştir. Nitekim tarih kitaplarında belirtildiği gibi çok eski yıllarda dahi yüksek medeniyetler kurulmuş, bilimsel çalışmalar, felsefî eserler ortaya konmuştur. Bunların bir kısmı günümüze kadar gelebilmiş çoğunluğu ise maalesef kaybolup gitmiştir. Ancak ortada bir gerçek vardır. O da insanın yaratıldığı ilk günden beri şu anda bizlerin de sahip olduğu yeteneklere, özelliklere ve düşünce gücüne sahip olduğudur. Aynı şekilde bizden binlerce yıl sonra dünyaya gelecek olanların da bizden farklı olmayacağıdır. Böyle olmasaydı tarihi, tarihî eserleri, ziyaret edildiği eski tapınakları, sarayları, anıtları, piramitleri, arkeolojik kalıntıları, okuduğumuz yazıtları, kitâbeleri bulamayacaktık. Ayrıca insanlığın elde ettiği bilimsel seviyenin de temellerini yıkmış olacaktık. Çünkü yüzyılların birikimi olmasaydı son iki asırda hızlanan ve gittikçe ilerleyen bilimsel ilerlemeler de görülmeyecekti. Birazcık arkeoloji kültürü olan ve medeniyet tarihi okuyan bir kimse her halde Comte‘un söz konusu iddiaları karşısında şaşkınlığını gizleyemeyecektir.
2. Feuerbach’ın Antropolojik Ateizmi
Modern dönemde özellikle XIX. yüzyılda Comte‘un pozitivist görüşleri yanında Tanrı inancı için bir diğer tehlike de antropolojiden, sosyolojiden ve psikolojiden hareketle ileri sürülen fikirler olmuştur. Bu fikirlerin bir kısmı oldukça etkili olmuş diğer bir kısmı ise doğrudan dini hedeflemediği için sadece insanlar üzerinde inançla ilgili bir şüphe uyandırma işlevini yerine getirmiştir.
Bu fikirlerden en etkilisi ve özellikle hıristiyan dünyası için büyük tehlike oluşturanı Feuerbach (1804-1872) adlı maddeci düşünürün görüşleri olmuştur.
Feuerbach yaşamının ilk yıllarında Tanrı‘ya inandığı halde daha sonraları Hıristiyanlığı eleştirerek dinden kopmuş bir filozoftur. Kilisenin Tanrı kavramına şiddetle karşı çıkmış buna karşın düşüncesinde insana büyük yer vermiştir. Büyük bir ihtimalle de Hıristiyanlığın Tanrı imajının etkisinde kalarak Tanrı kavramıyla insan doğası arasında bir ilişki kurmuş ve bu ilişkinin sonucu olarak insan zihnindeki Tanrı kavramının yapaylığından söz etmiştir.
Feuerbach’a göre Tanrı kavramı insanın kendi doğasını dışarıya yansıtması sonucu oluşmuştur. O’na göre insanın Tanrı’nın varlığına inanması, bir anlamda kendi benliğini yalanlaması, özüne yabancılaşması ve fakirleşmesi anlamına gelecektir. Çünkü bu durumda insan kendi değerlerini bir başkasına vermektedir. Feuerbach’a göre esas olan insanın kendisi ve kendi varlığıdır.(67)
Feuerbach’ın aksine pek çok filozof Tanrı inancının insanın doğasında bulunduğunu ve bunu doğuştan getirdiğini iddia etmiştir. Meselâ Descartes (1596-1650) insanın özünde mükemmel bir Tanrı fikrinin bulunduğunu ve doğuştan getirdiği bu fikrin insanın doğasına Tanrı tarafından yerleştirildiğini söylemişti. İnsanda yerleşik olan bu fikir ona göre Tanrı’nın var olduğuna dair en güzel bir işaret idi. Feuerbach ise insanda Tanrı inancının doğuştan geldiğini kabul etmemiş ve Tanrı kavramının insanın zihninde sonradan oluştuğunu ileri sürmüştür.
Bilindiği gibi kilise, Tanrı‘dan söz ederken O‘nu baba, oğul ve kutsal ruh biçiminde ifade etmiş, İsa‘yı da müslümanların inandığı gibi peygamber (bir insan) olarak değil de, insanlaşmış (bedenleşmiş) bir Tanrı olarak dile getirmiştir. İşte bu noktada Feuerbach gibi Batı‘da yetişen ateistlerin büyük bir kısmı Tanrı kavramı ile insan doğası arasında doğrudan bir ilişki kurmuş ve bu ilişkiyi çeşitli şekillerde yorumlayarak dinî inançları sarsmayı düşünmüşlerdir. Meselâ Feuerbach baba ve oğul gibi insan figürleriyle sembolize edilen Tanrı kavramını yine insanın (hıristiyanlar) kendilerinin ortaya çıkardığını iddia etmiştir. Bir şekilde o enkarnasyonu (bedenleşmiş Tanrı) hedeflemiş ve onu yıkmaya çalışmıştır. Dolayısıyla onun eleştirileri doğrudan kilise öğretilerini ilgilendirmektedir. Kilise öğretilerinin yıkılması da belki kilise için hüzünlü olabilecektir. Ancak bu sonuç kilise dışındaki milyonlarca insanın içtenlikle bağlandığı ve her an onun yüceliğini düşündüğü yaratıcı Tanrı kavramına olumsuz bir durum getirme gücünde değildir.
Feuerbach’ın fikirleri hıristiyan bir dünyada ateistler için anlamlı olabilir. Ancak aynı tenkitlerin dünyanın diğer bölgelerinde de benzeri etkiyi göstermesi zor olacaktır. Meselâ Feuerbach’a göre insan kendi niteliklerini Tanrı’ya atfederek bir anlamda kendi varlığını yüceltiyordu. Belki İsa‘nın tanrılaştırılmasında bu eleştirinin gerçeklik payı bulunabilirdi. Ancak İslâm dinine baktığımızda Tanrı’nın nitelikleriyle, insanın özellikleri arasında bir uçurum bulunmaktadır.
İslâm‘a göre insanî olan her şey ilâhî olanın dışında kalmakta, ilâhî olan her şey de insanın çok uzağında bulunmaktadır. Zaten ilâhî olan bir şeyin insanlaştırılması veya insanî olan şeyin ilâhlaştırılması da mümkün değildir. Her şey yerli yerindedir. Görüldüğü gibi İslâm dininde Tanrı (Yaratıcı) ile insan (yaratıklar) arasındaki çizgi oldukça kalın ve belirgindir. Başka dinlerde ya da kültürlerde olduğu gibi yarı ilâhî veya yarı insanî olan bir kişiden ya da nesneden de söz edilmez. Nitekim Hz. Muhammed dahi kendinin herkes gibi bir insan olduğunu, onlar gibi yiyip içtiğini, yatıp kalktığını, geçimini sağlamak için çalıştığını, bazan sevindiğini bazan da hüzünlendiğini kısacası acı ve tatlı yönleriyle yaşamın içinde olduğunu ifade etmiş, peygamberliğinden dolayı insanların kendisinden çekinmelerini ve korkmalarını da uygun bulmamıştır. Elbetteki O’na müslümanlar tarafından övgüler düzülmüş ve methiyeler yazılmıştır. Ancak bütün bunlar da O’nun Tanrı katındaki değerine ve insanlar için güzel bir örnek olarak değerli şahsiyetine işaret etmekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla İslâm dininde ne Tanrılaştırılmış varlıklar, ne günahsız azizler, ne ruhban sınıfı ve ne de kilise gibi tanrısal kurumlar mevcuttur.
İslâm dinine göre insan Tanrı’yı kendi biçiminde göremez, O‘nu kendisi gibi düşünemez. Çünkü insan biçiminde olan veya nitelikleri insana benzeyen bir varlık Tanrı olamaz. Yine aynı müslüman kişi kendini de tanrılaştıramaz. Bir insan olarak o ne olduğunun farkındadır. Diğer bir deyişle o Tanrı‘yı insanlaştırmadığı gibi insanı da kutsallaştırma teşebbüsünde bulunmaz. Dolayısıyla Tanrı’nın insan düşüncesi tarafından ortaya konduğu biçimindeki bir itiraz İslâm dinini bağlamaz. Hıristiyanların Tanrı‘yı tanımlarken O‘nu baba ve oğul gibi terimlerle adlandırmaları Feuerbach‘a böyle bir eleştiri imkânını tanımış olabilir. Ancak bu eleştiriler İslâm dini için bir anlam ifade etmemektedir.
Doğadaki paganlara, figürlere, sembollere, tabulara, fetişlere tapınma ve bazı insanlarda kutsallık görme eğiliminin İslâm dininde şiddetli tepkiyle karşılaştığı âşikârdır. Nitekim bu tür eğilimlerin bazan inkârcılıkla eş anlamlı tutulması da böyle bir dinin yaşandığı toplumlarda antropolojik (insan biçimli) Tanrı anlayışının ortaya çıkamayacağını göstermektedir. Kaldı ki hıristiyanların ortaya koymuş olduğu Tanrı imajı sadece ateistlerin değil müslümanların ve yahudilerin de tepkisini almaktadır. Dolayısıyla Batı dünyasında hıristiyanlığın ve kilise öğretilerinin eleştirilmesi etraflıca incelenmeli bunlar başka kültürlere (meselâ İslâm dünyasına) taşınırken âzami derecede dikkatli olunmalıdır. Aksi takdirde kilisenin günahını onun gibi düşünmeyen bir başka sisteme çıkartmak haksızlık olacaktır.
Aslında modern dönemde ateizm konusu ele alınırken bütünüyle hıristiyanlık ve hıristiyanlığa duyulan tepkiler işlenmelidir. Çünkü bizim de burada fikirlerini ele aldığımız meşhur düşünürler batı dünyasında ortaya çıkmış ve bir şekilde kilise bağnazlığını yaşamış olan Batı kültürünün problemlerini tartışmışlardır. Dolayısıyla bu noktanın da daima hatırlanması gerekecektir.
Feuerbach‘ın hıristiyanlığa yönelttiği eleştiriler diğer ateistlere de ilham kaynağı olmuş onların çalışmalarına ivme kazandırmıştır. Bunların başında da Karl Marx gelmektedir. Marx‘ın dinle ilgili olumsuz fikirleri sadece teoride kalmamış ideolojik bir devrim hareketine dönüşmüş bu süreçte de binlerce insanın yaşamını etkilemiştir. Aslında Marx‘ın doğrudan dinle problemi olan bir filozof olup olmadığı da tartışmalıdır. Çünkü bir yönüyle o toplumu yeniden yapılandırmayı düşünen bir sosyolog ya da ekonomik görüşleri olan bir devrimcidir. Dolayısıyla onun karmaşık kişiliği unutulmamalıdır.
3. Karl Marx’ın Sosyopolitik Ateizmi
Burada Marx‘ın bütün fikirlerinin ele alınma imkânı yoktur. Kaldı ki onun görüşlerini bir tek açıdan ele almak yerine Marxizm adı altında bir dünya görüşü olarak kabul etmek daha doğru olur. Bu durumda dinle ilgili eleştirilerinin yanında tarih, toplum ve ekonomi anlayışının da mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir. Dolayısıyla Marx‘ın din eleştirisi O‘nun dünya görüşünün bir parçası olarak önem kazanmaktadır. Bir anlamda ateist olmak Marxist olmanın getirdiği ve gerektirdiği bir durum olmaktadır.
Marx‘ın dünya görüşü sanayileşmeyle birlikte Batı‘da görülen toplumsal çarpıklıklara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Kısacası Batı‘nın kendi bünyesinde oluşturduğu kapitalist sisteme karşı bir reaksiyondur. Dolayısıyla Marx‘ı anlamak için son iki asırdaki Batı toplumunun yapısı iyice gözden geçirilmeli ve onun görüşleri de bu çerçevede değerlendirilmeye tâbî tutulmalıdır.
Marx, pozitivizmi kuran Comte gibi toplumsal yapıyla ilgilenmiş, gördüğü problemler karşısında siyasî ve ekonomik yapıyı yeniden düzenlemek istemiştir. Toplumlarda üretim araç ve gereçlerini ellerinde bulunduranların (burjuva), çalışanları (işçiler-proleterya) daima ezdiğini tesbit etmiş, eşitliğin ve adaletsizliğin ortadan kaldırılması için bu duruma bir son verilmesi gerektiğini söylemiştir. Bunun en kısa yolu da şekli ne olursa olsun bir işçi iktidarıyla gerçekleşecektir. Bunun içinde Marksistlere göre şiddet dahil her şey yapılmalıdır.
Marx‘a göre üretim gücünün burjuvazinin elinden alınması göründüğü kadar kolay değildir. Çünkü onların ellerinde çok güçlü silahlar bulunmaktadır. Bunlardan birisi de dindir (Hıristiyanlık). Dolayısıyla toplumda insanların ezilmesi ve sömürülmesi için bir araç olarak kullanılan dinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Çünkü din bir tür uyuşturucu görevini yapmaktadır.(68) Din ortadan kaldırılırken de, insana en yüce değerin kendisi olduğu öğretilmeli ve böylece özgürlüğe kavuşması sağlanmalıdır.
Marx dine uyuşturucu rolü verirken, insanlık tecrübesini bir tek teoriyle izah etmeye kalkışmış insanın bütün ideallerini, kişiliğini, inancını, davranışlarını, karakterini onun maddî yapısına indirgemiştir. Tarihe de bu gözle bakmış ve olup biten her şeyin arkasında da maddî (ekonomik) gerekçeleri aramıştır. Zaten ona göre tarih bütünüyle sınıf ve çıkar çatışmalarıyla doludur.
İfade ettiğimiz gerekçelerden dolayı din Marxizm tarafından şiddetli bir şekilde eleştirilmiş ve her fırsatta çürütülmeye çalışılmıştır. Hatta bu eleştiriler ve saldırılar felsefî düzeyde kalmamış, ideolojik alana çekilerek dinle savaşma yolunu gidilmiştir. Yani bir anlamda her yol denenerek dinsizliğin yayılmasına gayret gösterilmiştir. Bu süreçte de materyalist düşünürlerin fikirleri ön plana çıkarılmış ve maddecilik hâkim kılınmak istenmiştir. Ancak bu gayretlere rağmen başarılı olunamamış ve Marxizm kalıcı olamamıştır. Birtakım politik başarılar elde edilmiş ancak bireylerin vicdanında ve gönlünde Tanrı inancı sökülüp atılamamıştır.
Marx’ın görüşleri bazı ülkelerde ideolojik olarak savunulmuş toplumsal yaşama geçirilmek istenmiş ve politik bir propaganda aracı haline gelmiştir. Engels ve Lenin’in görüşleriyle birlikte Marx’ın fikirleri kendine ateizmi ve materyalizmi ilke kabul eden sosyalizmin temel ilham kaynağı olmuştur. Sosyalizmin hâkim olduğu pek çok yerde de ateizm “bilimsel ateizm” adıyla idelolojik bir kabul haline gelmiş ve insanlara dayatılmıştır. Çalışmamızın son bölümlerinde bu konuya genişçe yer ayıracağız.
Marx‘ın ateizm anlayışına proleteryen ateizm de denmek-tedir. Çünkü Marxizme göre Tanrı‘nın varlığını iddia etmek burjuvayı gözetmek ve onlar için çalışmak anlamına gelecektir. Tanrı‘nın yok olduğunu söylemek ise Proletarya tarafında yer almak ve onların lehinde çalışmak olacaktır.(69)
Görüldüğü gibi Marxizm‘de insanlığın ya da insanlık tarihinin bir tek teoriyle açıklanabilecek kadar sığ olmadığı açıktır. Ne var ki Marxizm bazı doğruları dile getirmekle birlikte insan için faciayla sonuçlanan pek çok duruma sebebiyet vermiş, unutulmaz acıların yaşanmasına neden olmuştur.
Marxizm‘in neyi getirdiği ve neyi götürdüğü daima tartışma konusu olmuştur. Ayrıca neyi ön plana çıkardığı ve neyi ihmal ettiği de devamlı surette tartışılagelmiştir. Elbette bu konulara kişilerin yaklaşımı farklı olmuş ve farklı fikirler ileri sürülmüştür. Ancak eskiden Marxist olan ve Marxizm‘in yayılması için ömrünü harcayan düşünürlerin yaşanan onca tecrübeden sonra söylemiş oldukları şeyler bizim için daha önem arzetmektedir. Nitekim bunların büyük çoğunluğu da Marxizm‘in darlığından, insan unsurunu ihmal ettiğinden, tarihe yanlış baktığından ve dini yanlış anladığından söz etmiştir. Zaten gelinen nokta da bu eleştirilerin ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu değerlendirmelere ilâve olarak şunları söylemekte yarar görmekteyim.
Dini ve Tanrı inancını ortadan kaldırmayı hedefleyen Marxizm‘in kendisi de zaman içerisinde bir din haline gelmiş, taraftarlarınca kutsallaştırılıp yayılmaya çalışılmıştır. Nitekim Marxist ideoloji ve bu ideolojinin önde gelenleri de tanrılaştırılmıştır. İnsanlar da kutsallaştırılan değerlere karşı boyun eğmeye zorlanmıştır. Bir din haline gelen Marxizm tıpkı diğer dinler gibi kurallar ve yaptırımlar koymuştur. Marxist dünya görüşü ve bu çerçevede ileri sürülen dinsizlik, sorgulanmasına dahi izin verilmeden fetiş (put) durumuna getirilmiştir. Aykırı görüşlere karşı gerek toplum ve gerekse birey üzerinde yargılama ve koğuşturma uygulanmıştır. Kişinin doğal hakkı olan inanç ve mülkiyet özgürlüğü, özgürlük adına insanların elinden alınmıştır.
Marxizm’in toplumsal yapıyı “burjuva” ve “proletarya” gibi ayırıma tâbi tutması belki kapitalist toplumlar için doğru olabilecektir. Ancak ideal bir İslâm toplumunun kapitalist bir toplum olmayacağı herkesin mâlumudur. Kaldı ki bu ayırım insanlık tecrübesine de uygun değildir. Marx‘ın iddiasının aksine bütün toplumlarda benzeri yapılanma görülmemiştir. Yani bünyelerinde sınıf çatışması olmayan, böyle bir oluşuma imkân tanımayan, gerek toplumun ve gerekse bireyin hakkının korunduğu (müslüman) topluluklar da olmuştur.
Marxizm‘den önce de insanlık var olmuş, ezilenler hakları korunmuş ve sömürüye karşı çıkılmıştır. Ayrıca binlerce yıllık insanlık tarihinde Marxizm yok iken ezilen, mağdur olan ve bir şekilde ıstırap çeken insanların yardımına en başta din koşmuş burjuvaya (!), zalimlere, krallara ve sultanlara karşı onların haklarını savunmuş acılarını dindirmiştir. Günümüzün olağan üstü zor şartlarında dahi pek çok insan için din bir moral ve motivasyon kaynağı olmaya devam etmektedir.
Marx dini (Hırıstiyanlık) burjuvaziye hizmet ediyor olarak görmüş ve bu görüşünü de genellemiş idi. Doğrusu Marxizm’in bu tesbitini doğru çıkartacak bazı unsurlara XIX. ve XX. yüzyıl Batı toplumunda rastlanmış olabilir. Belki kiliseyle idareci sınıfın birlikte çalışması Marx‘ı böyle bir noktaya getirmiş olabilir. Ancak her zaman ifade edildiği gibi Batı ve Batı kültürü insanlık için genel geçer bir örnek değildir. Dolayısıyla onların belirli dönemlerindeki toplumsal ve kültürel yapılarını ve bu süreçte karşılaştıkları buhran ve sıkıntılarını evrensel olarak kabul etmek de mümkün değildir.
Halbuki din (İslâmiyet) daha ilk gününden itibaren haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayanların yanında yer almış, küçümsenen, ezilen, horlanan ve bir şekilde ayrımcılığa mâruz kalan insanların can simidi olmuştur. Bu durum Peygamber‘in şahsında açıkça görüldüğü gibi ilerleyen yıllarda onun mirasçıları olan âlimlerin (özellikle hukukçular) tutumlarında da müşahede edilmiştir. İslâm hukuk tarihi, yöneticilerle (devlet adamları) fukahanın (hukukçular) tartışmalarıyla doludur. İstisnaları bulunsa da pek çok din âlimi çeşitli gerekçelerle devlet yönetiminde görev almayı reddetmiş, idarecilerin yanında bulunmamış, hapse atılmak (hatta kırbaçlanmak) pahasına dahi olsa yönetimin keyfî uygulamalarına onay vermemiştir. Onlar en zor anlarda dahi bireyin haklarını savunmuş, hukuku devletin bir gücü olarak değil, toplumun ve bireyin mutluluğu için idareye karşı bir kalkan olarak görmüşlerdir. İdareciler ve gücü elinde bulunduranlar ise dinî değerlerden dolayı kendilerine çekidüzen vermiş, halka karşı yumuşak davranmış ve onların haklarını gözetmişlerdir. Sonuç itibariyle Batı‘da kilise ve ruhbanlık devletle beraber halkın üzerinde hâkim bir unsur olurken, İslâm dünyasında âlim ve hukukçular yönetime karşı, halkın ve bireyin yanında yer almış, onların sığınağı olmuştur. Dolayısıyla aradaki farkı iyi görmek ve ona göre konuşmak gerekmektedir.
Marx‘ın tarih anlayışında da çok ciddi kusurlar bulunmaktadır. Bu ekolden etkilenen kişiler İslâm tarihi için de bu bakış açısını genellenmiş ve koskoca bir geçmişi karalamışlardır. İslâm tarihinde cereyan eden olayları kendi şartları içerisinde anlamak ve anlatmak yerine, dışarıdan bir yaklaşımla kendi gözlükleriyle görmeye çalışmış ve bu çerçevede sübjektif değerlendirmelerde bulunmuşlardır. İslâm tarihinde görülen ve başta Peygamber’in kişiliğinde ortaya çıkan erdemli ve bilge tutumlar görmezlikten gelinmiştir. Günlük yaşamdaki en basit ilişkiler, insanlar arasındaki olağan problemler, kişilerin alışkanlıkları, karakterleri ve inançları Marxist bir açıdan değerlendirilmiş, yaşamın tabii akışı içerisinde cereyan eden her şey Marxizm’in tarih anlayışına sığdırılmaya çalışılmıştır. İslâm tarihi özellikle Hz. Peygamber dönemi bilinçli bir biçimde göz ardı edilmiş buna karşın daha sonraki zamanlarda nadiren de olsa insan unsurundan dolayı ortaya çıkan ve günümüzde de karşılaşılan olumsuzluklar, çatışmalar ve bağnazlıklar abartılmış ve koskoca bir medeniyet karalanmaya çalışılmıştır.
Marxist tarih anlayışıyla hareket edenler İslâmiyet’in Tanrı inancını, peygamber anlayışını, insan sevgisini, Kutsal Kitabı olan Kur’an-ı Kerim’i bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde çarpıtarak karalamaya çalışmışlardır. Dinin sadece sosyal bir hadise olduğu kabulünden hareketle-ki bunun ne kadar yanlış olduğu ortadadır-İslâmiyet de materyalist ve pozitivist bir yaklaşımla tanımlanmaya çalışılmış, evrenselliği, aşkınlığı (vahiy boyutu) ve ahlak anlayışı gölgelenmiş, putperestliğe ve zulme karşıtlığı, eşitliğin ve adaletin yanında yer alışı ise görmezlikten gelinmiştir.
Hz. Peygamber’in insanlara yönelik bilgece tavsiyeleri ve haysiyetli yaşamı; zenginliğin ve şöhretin her şey olmadığına dair uyarıları; ırkçılık ve kabilecilikle ilgili yasaklamaları; köleliğe ve cinsiyet ayırımına şiddetli itirazı, haksızlık yapacak kişinin kızı dahi olsa cezalandıracağı gibi ilkeleri bir tarafa bırakılmış, yokolması için mücadele ettiği birtakım kötü niteliklerle haksız ve saygısız bir biçimde itham edilmiştir. Hz. Peygambere bunlar yapılırken geçmişte veya günümüzde dünyanın değişik bölgelerinde zaman zaman aralarında çocukların, kadınların, yaşlıların ve hasta insanların bulunduğu binlerce insanın ölümüne, aç kalmasına, yurtlarından sürülmesine ve acı çekmesine neden olan kişiler kahraman olarak ilân edilmiş, ideolojik nedenlerle, göklere çıkarılmıştır.
İslâmiyet diğer dinler gibi bünyesinde birtakım inanç konularını içermektedir. Bunlara inanmak veya inanmamak insanların tasarrufunda olan bir iştir. Bu noktada zorlama, baskı ve dayatma gibi yöntemler İslâm’a göre zaten insanın ve inancın doğasına aykırıdır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi yüzyılımızda görülen ve kendine bilimsellik atfedilen birtakım ideolojiler İslâmiyet’in Tanrı, peygamber ve ahiret inancını çarpıtmış, değişik bir şekilde açıklama hakkını kendilerinde görmüşlerdir. O’nu dünyanın bazı yörelerinde görülen animist, totemist ve fetişist inançlarla bir tutmuş hatta Batı’da dejenere olmuş dinî kurumlarla kıyaslamaktan kaçınmamışlardır. Bütün bunlar yapılan şeylerin bilimle, ahlâkla, felsefeyle ve objektiflikle bağdaşmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Marx‘ın fikirleri asrımızda büyük yankı uyandırmış pek çok insanın duygu dünyasını altüst etmiştir. Özellikle gelişmekte olan ya da geri kalmış bölgelerde maddî sıkıntılar içerisinde yaşayan pek çok insana cazip gelmiş onları tatlı hayallere sevketmiştir. Ancak Marx‘ın görüşleri pek çok fikir gibi doğrusu ve yanlışıyla günümüzde etkinliğini ve cazibezisini yitirmiştir. Arkasında yılgınlık, hayal kırıklığı, üzüntü, hatta gözyaşı bırakarak kendi kabuğuna çekilmiştir.
Marx‘ın yanında dine karşı amansız eleştiriler yönelten düşünürlerden birisi de Freud‘dur. Onunla birlikte ateizm hızını artırmış ve Batı’da yaygınlaşmıştır. Freud‘la birlikte tartışmalar psikoloji sahasında yoğunlaşmış insanın ruhî yapısıyla Tanrı inancı arasındaki ilişkiler masaya yatırılmıştır. Batı dünyasında dine (Hıristiyanlık) karşı itiraz noktaları çoğalmış ve saldırılar şiddetlenmiştir.
4. Freud’ün Psikanalitik Ateizmi
Modern dönemde başta Freud olmak üzere bazı ruh bilimciler insanın psikolojik yapısından hareketle Tanrı inancını çürütmeye çalışmışlardır. Aslında psikoloji ilminin Tanrı inancını çürütme ya da yanlışlama gibi bir görevinin bulunmaması gerekirdi. Ne varki söz konusu bilim adamları bu bilim dalının yöntemlerini kullanarak Tanrı inancını yok etmeyi düşünmüşler ve bilim adına ideolojik bir tavır sergilemişlerdir.(70)
Freud ve onun gibi düşünenler her ne kadar insanın ruhî yapısıyla ilgili birtakım yararlı tesbitler de bulunmuşlarsa da Tanrı inancı konusunda ön yargılı davranmış ve hatalı sonuçlara varmışlardır. Söz konusu bilim adamları tarafsız bir şekilde hasta insanların ruhî yapılarını tahlil etmek ve onlara yardımcı olmak yerine sahalarının dışına çıkarak dinî konularda birtakım yanlış hükümlere varmışlardır. Daha ilginç olanı ise bu yanlış hükümlerini sağlıklı olmayan insanların psikolojik durumları üzerine bina etmiş olmalarıdır.
Hastaları üzerinde ortaya çıkan psikolojik rahatsızlıkları araştıran Freud, bu rahatsızlıkların kaynağında toplumun, mevcut kanunların, ailenin ve dinin baskısı olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre kişinin arzu ve istekleri bu baskılar sonucunda bastırılmış ve şuur altına itilmiştir. Şuur altına itilen ve tatmin edilmeyen bu arzu ve istekler de insan bünyesinde birtakım rahatsızlıklara yol açmış ve onları anormal davranışlara sevketmiştir.
Freud Tanrı inancının temelini çocukla babası arasında yaşanan psikolojik ilişkide aramıştır. O‘na göre çocuktaki korunma duygusu, yaşamı boyunca devam etmiş karşılaşılan zorluklar da böyle bir korunma ihtiyacını çocuğun zihnine yerleştirmiştir. Dolayısıyla Tanrı fikri insanın, çocukluk döneminde karşı karşıya kalmış olduğu zorluk ve felâketler karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma sisteminden kaynaklanmıştır.(71) Yani insanın çocukluk devresinde yaşamış olduğu birtakım korkuları, tedirginlikleri ve suçluluk duygusu Tanrı inancının ortaya çıkmasında önemli etmenler olmuştur.
Görüldüğü gibi bizim bu çalışmada üzerinde önemle durduğumuz ve her fırsatta yinelediğimiz yaratıcı Tanrı kavramı ile Freud‘ün ortaya koyduğu Tanrı kavramı arasında büyük uçurumlar bulunmaktadır. Yani Freud bir anlamda dindarların zihnindeki Tanrı‘yı anlamak ve onun kişi üzerindeki yansımalarını tahlil etmek yerine, Yunan mitolojisini, ilkel kabile inançlarını, sağlıksız çevrede büyüyen ve ruhî bunalım geçiren hastaların zihin yapılarını ölçü almış ve onları genellemiştir. Buradan hareketle de bilim adına Tanrı inancının sırrını çözdüğünü zannetmiştir. Ancak Freud’ün çok ciddi bir şekilde yanıldığı görülmektedir.
Bir insan olarak Freud’ün kokain bağımlısı olmanın yanında, duygusal ve bunalımlı bir kişiliğe sahip olması(72) fikirlerinin doğruluğu hakkında da çevresindekileri ciddi tereddütlere sevketmiştir. Ünlü filozof ve psikologların da içerisinde bulunduğu pek çok kişinin onu eleştirmesi, yine bunun yanında milyonlarca zeki ve sağlıklı insanın hâlâ Tanrı’nın varlığına inanması ve inanmaya da devam etmesi konunun o kadar basit olmadığını göstermektedir.
Freud’ün Tanrı’ya inanma ile çocukluk devresi arasında kurmuş olduğu ilişkinin tersine çevrilmesi ve ateizmin aleyhinde kullanılması da mümkündür. Meselâ inançsızlık da insanın çocukluğunda getirmiş olduğu bir ruh halinin tekrarı olarak görülebilir. Çünkü bir çocuğun babasını kıskanması, ondan korkması, babasının baskısına dayanamadığı için bir an önce ondan kurtulmaya çalışması da şuur altında Tanrı‘yı (otorite) reddetmeye, inançsızlığa götürebilir. Doğrusu aile içi problemlerden dolayı sıkıntılı çocukluk devresi geçirenlerin sinirlenmeye, isyankârlığa, suç işlemeye ve inançsızlığa daha yakın oldukları açıkça görülmektedir.
Freud dinle ilgili değerlendirmelerinde totem, tabu ve fetiş gibi kavramları gündeme getirmiştir. Ancak bu tür kavramlar Afrika’daki bazı yerel inançlar için söz konusu olup ilâhî dinle (İslâmiyet) ilgili değillerdir. Meselâ totem, ilkel kabilelerde kutsal sayılan kişi, hayvan, ağaç gibi nesnelere verilen addır. Tabu ise kutsal sayılan nesnelerde var olduğu düşünülen dokunulmazlıktır ki dokunulduğunda zarar verecek bir şeydir. Fetiş ise doğa üstü güce sahip olduğu düşünülen ve tapınılan put anlamına gelmektedir.
Halbuki İslâmiyet daha ilk günlerinde kendine en büyük hedef olarak putperestliği, ilkel inançları, hurafeciliği ve büyücülüğü seçmiş ve olanca gücüyle bunların hâkim olduğu Arap geleneğini yıkmaya çalışmıştır. Kısaca Tanrı‘dan başka hiçbir şeyin kutsal olamayacağını ve tapılmaya lâyık olmadığını belirtmiş ve her fırsatta kutsal sayılan putların güçsüzlüğünden ve aczinden bahsetmiştir. Aslında bu İslâmiyet’in insanlığa sunmuş olduğu bir tür aydınlanma ve modernleşme hareketi anlamına da gelmektedir. Bir şekilde bilimsel zihniyetin temelini kurmaktır. Pozitif bilime yapılmış ve yapılabilecek en büyük katkı olmuştur. Nitekim ilk müslümanların kısa bir sürede başarılı olmalarının ve bir medeniyet kurmalarının temelinde de Kur‘ân‘ın sağlamış olduğu bu zihnî berraklık yatmaktadır. Bütün bunlar ortada iken hâlâ bazı ateistlerin İslâmiyet’in Tanrı inancıyla ilkel inançlar arasında ilişki kurması bilgisizlikten başka ne olabilir?.
Bazı ateist ruh bilimciler inancın psikolojik yapısını incelerken birtakım doğruları da saptırmışlardır. Meselâ Tanrı inancını insanların mutluluğu ile izah etmişler güya inancın onları avuttuğunu düşünmüşlerdir. Ancak canı pahasına dahi olsa Tanrı inancından vazgeçmeyen kişileri görmezlikten gelmişlerdir. İnsanlar Tanrı kavramını zihinlerinin bir köşesinde süs eşyası gibi tutarak zaman zaman zevk almak ya da canları sıkıldığında onu dertlerine ortak etmek için bulundurmazlar. Yine Tanrı inancı insanların mutlu günlerinde unutacakları, dertli günlerinde ise birtakım gösterişsel törenlerine âlet edecekleri bir olgu da değildir. Tanrı’nın varlığına inanan kişi, inancını yaşamı boyunca hissetmekte ve yaşam biçimini o inanca göre şekillendirmek-tedir. Hayata da öyle bakmaktadır. Böyle bir inanç da bünyesinde hem sevgiyi, tutkuyu, heyecanı ve hem de birtakım riskleri ve tedirginlikleri barındırmaktadır.
Ateistlerin iddia ettiği gibi insanlar sadece mutlu olmak için Tanrı‘ya inanıyor değillerdir. Çünkü Tanrı’ya sadece psikolojik açıdan mutlu olmak için inanılmaz. Tanrı inancı bünyesinde pratik ve pragmatik amaçlar gütmemelidir. Mutluluk ve iç huzuru elbetteki Tanrı inancının insanlara sağlamış olduğu en büyük avantajlardan birisidir. Ayrıca ortada bir gerçek durmaktadır. Tanrı inancı olan kişilerin ruh yapıları diğerlerine göre daha sağlıklı ve daha istikrarlıdır. Yaşanan gerginliklere karşı psikolojik dirençleri güçlü olduğu için yıkılmamaktadırlar. Tanrı inancı, yaşamının sevinçli ve kederli bütün dönemlerinde insanı ayakta tutmakta ve insanın dengesini kaybetmesine engel olmaktadır. Onun erdemli bir yaşam sürmesine zemin hazırlamakta yaşlılık ve hastalık gibi dönemlerinde, ölüm korkusu karşısında ona destek çıkmaktadır. Dolayısıyla böyle bir inanç kişinin bunalıma düşmesine, kendini yalnız hissetmesine, çılgınlık yapmasına, çevresiyle uyumsuzluğa düşmesine, yersiz korkulara kapılmasına ve ilkel saplantılara düşmesine izin vermemek-tedir. Ruh bilimciler inancın bu yönünü görmekte gecikmemişler ve Tanrı inancının insan üzerindeki psikolojik etkilerini dile getirmişlerdir.
5. Nietzche ve Sartre‘ın Varoluşçu Ateizmi
Modern dönemde ateizmin yayılmasında ve taraftar bulmasında rol oynayan iki önemli düşünür daha vardır. Bunlar Nietzche ve Sartre‘dır. Kendi kültürlerine karşı isyankâr bir ruh yapısına sahip olan bu düşünürler birtakım duygusal, moral ve varoluşsal gerekçelerle Tanrı‘yı reddetmiş, geleneksel (dinî ve ahlâkî) bütün değerleri yıkarak insanın özgürlüğüne dikkat çekmeye çalışmışlardır.
Söz konusu düşünürler özellikle hıristiyanlığın Tanrı anlayışına ve bu anlayış üzerine kurulan ahlâkî yapıya karşı amansız bir mücadele vermiş ve inançsız yaşamayı ilke edinmişlerdir. Bu düşünürlere göre hıristiyan ahlâkı da insanı küçültmüş ve özgürlüğünü kaybettirmiştir. Her iki düşünürü de bunalımlı bir dünyanın ortaya çıkardığı bunalımlı insanlar olarak nitelemek mümkündür.(73)
“Tanrı öldü O‘nu biz öldürdük” diyen Nietzsche bu ifadesiyle Tanrısız bir yaşam istediğini açığa vurmuştur. Tanrı‘nın ölmesi de ona göre insan zihnindeki Tanrı kavramının yok edilmesi ve çıkarılıp atılması anlamına gelmektedir.(74) Bu durumda insan, Nietzsche’ye göre, özgürlüğünü ve onurunu yeniden kazanacak ve kendi özünü yine kendisi belirlemiş olacaktır.
Nietzche‘den büyük çapta etkilenen Sartre da insanın özgürlüğü için Tanrı‘nın yok olması gerektiğini öne sürmüştür. Ona göre Tanrı varsa özgürlük yok demektir. Bu durumda insan kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksun kalacaktır. Ona göre Tanrı var olmadığı için herhangi bir mutlak değerden de bahsedilemez. Dolayısıyla insan kendi değerlerini ve kendi dünya görüşünü yine kendisi yaratmak durumundadır. Dolayısıyla O dünyada kendi başına olup, yalnız kalmıştır.(75) Bu nedenle o özgürlüğe mahkûmdur. Özgürlük içerisinde de kendi özünü oluşturmak ve belirlemek zorundadır.
Gerek Nietzsche ve gerekse Sartre’ın fikirleri sadece Batı‘da değil dünyanın değişik yerlerinde büyük bir heyecan uyandırmıştır. Pek çok düşünüre cazip gelmiş ümitsizliğe, karamsarlığa ve bunalıma düşmüş insanların tesellisi olmuştur. Ancak her iki düşünürün iddiaları Tanrı’nın varlığını çürütmekten ziyade onun ahlâkî açıdan var olmaması gerektiği gibi bir ön kabulle yola çıkılarak ileri sürülmüş haykırma ya da şikâyet türü şeylerdir. Muhatapları da hıristiyanlığın baskısından bunalmış, sıkıntıya düşmüş ve arayış içerisindeki insanlar olmuştur.(76) Ortaya koydukları şeyler de sıradan insanların benimseyebileceği düşünceler olmaktan ziyade, uçlarda gezen ve aykırı davranan kişilerin hoşuna gidecek olan düşüncelerdir.
Ayrıca Nietzsche ve Sartre’ın düşüncelerini doğrudan İslâmiyet‘e yöneltilmiş bir eleştiri olarak da düşünmemek gerekir. Çünkü her iki düşünürün de reddettiği Tanrı İslâmiyet’in Tanrı‘sı değildir. Görünen o ki bu düşünürler daha ziyade hıristiyanlık‘la hesaplaşmaktadırlar.Bu kişiler Tanrı’nın (İsa) trajik bir biçimde çarmıha gerildiği, insanların günahkâr doğduğu ve kiliseye gidip vaftiz olmadıkça aklanamadığı, insanların günah işlediğinde (Ortaçağ’da görüldüğü gibi) acımasızca ateşe atıldığı, ölümden sonra da cehennemle korkutulduğu bir kültürde yetişmişlerdir. Yıllar süren din savaşlarının ve kilise baskısının altında ezilen bir toplumun fikrî özgürlüğünü seslendirmişlerdir.(77) Dolayısıyla böyle düşünürleri kendi şartları içerisinde anlamak ve değerlendirmek gerekmektedir. Projelerini ve ideallerini de evrensel bir norm olarak düşünmemek gerekmektedir.
Söz konusu düşünürlerin fikirleri önemli olmakla birlikte onları dine (İslâmiyet) karşı geliştirilmiş teorik itirazlar olarak görmek mümkün değildir. Bu kişilerin gözünde Tanrı, Tanrı olmaktan çıkmış başka bir hüviyete bürünmüştür. Dolayısıyla ne bu kişileri ikna etmek ne de zihinlerindeki kavramları kabullenmek mümkündür. Yapılabilecek en iyi şey onları kendi hallerine bırakmak ve zaman içerisinde yanılmış olduklarını görmeyi beklemek olacaktır. Bu kişiler ahlâk (özgürlük) ve erdemlilik adına Tanrı‘yı inkâr etmişlerdir. Halbuki İslâmiyet‘e göre Tanrı inancıyla birlikte ahlâklı ve erdemli olmanın yolları sonuna kadar açılmıştır.
Gerek Kur‘ân‘a ve gerekse Peygamber’in yaşamına bakıldığında insanlara daima ahlâklı, rasyonel ve kişilikli bir şahsiyete sahip olmalarının tavsiye edildiği görülecektir. Nitekim Tanrı insanı böyle bir yetenekte yaratmış ve ahlâklı olma imkânlarını önümüze sunmuştur. Hangi şartta olursa olsun erdemli yaşamanın ön koşulu bulunmamaktadır. Yani dini, dili, ırkı, sosyal statüsü, maddî durumu, sağlığı, huzuru, ne olursa olsun herkesin uyması gereken birtakım insanî ve ahlâkî normlar bulunmaktadır. İnsan olumsuz şartlarda dahi bu özelliğini korumalıdır. Dinin istediği budur. Dolayısıyla ateistlerin iddiasının aksine dinin (İslâmiyet) ahlâk konusunda olumsuz bir rolü bulunmamaktadır. Dini bu durumla itham etmekte dinî bilgisizliğin ve ideolojik bir tavrın sonucudur.
İster Batı‘da olsun ister Doğu‘da Tanrı’ya inandığı halde bazı insanların ahlâka aykırı tavır sergilemeleri o kişilerin eksikliğidir. Bu durumdan Tanrı‘yı sorumlu tutmak mümkün değildir. Ahlâksızlığın kol gezdiği bir toplum yaşamına veya insanların zararına olan şeylere Tanrı’nın onay vermesi mümkün değildir. Dolayısıyla bazı ekonomik ve sosyal sıkıntılardan dolayı insanların ahlâksız olmaları veya içine düştükleri sıkıntıdan kurtulmak için Tanrı‘yı reddetmeleri anlaşılır değildir. Bu noktada ateistlerin ileri sürdüğü özgürlük ideali de sorumsuzluk, kuralsızlık, dağınıklık ve kaos istemiyle eş anlamlı olacaktır.
İnsanın çoğu zaman duygusal bir varlık olduğu âşikârdır. Bu duygusallığın inanç, ahlâk ve bilim konularına da yansıdığı ve dolayısıyla yanıltıcı olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. Bu yüzden birtakım hissi gerekçeler üzerine inançsızlığı inşa etmek, kişilerden ve bazı kurumlardan dolayı Tanrı inancına karşı çıkmak doğru olmayacaktır. Kaldı ki böyle bir tavır insana mutluluk kazandırmayacak, mevcut problemlerini de çözmeyecektir. Nitekim inançsızlığın yaygın olduğu yerlerde insanların gerek ruhen ve gerekse sosyal açıdan mutlu olduklarını söylemek zordur. Kaldı ki o insanların pek çoğu da artık inançsızlıkla ilgili hayal kırıklığını ve ümitsizliğini gizlememektedir. Nitekim kendilerini inkârcı ideolojinin etkisinden kurtaranların pek çoğu Tanrı sevgisinin ön plana çıktığı yeni bir yaşam biçimine yönelmiş ve dünyaya daha değişik bakmaya başlamışlardır.
İslâm peygamberi görevinin birinci derecede ahlâkı kemale erdirmek olduğunu belirtmiştir.(78) İnsanları Tanrı inancına çağırırken onlara ön koşul olarak moral değerlere bağlılığı, iyi bir insan olmayı ve kötü alışkanlıkların bırakılmasını telkin etmiştir. Bütün bunlara rağmen bazı insanların din adı altında uygunsuz davranışlarına, ikiyüzlü, menfaatperest, ya da çıkar dolu eylemlerine rastlanmaktadır. Elbetteki bunlar o insanların kişisel zaaflarıyla ilgilidir. Dolayısıyla insan unsurundan kaynaklanan olumsuzlukların Tanrı‘dan kaynaklandığını düşünmek ve dini eleştirmek büyük bir haksızlıktır.
(51) B. Sakallı, a.g.e., s. 108-109.
(52) B. Sakallı, a.g.e., s. 108; M. Çalışkan, a.g.e., s. 89.
(53) B. Sakallı, a.g.e., s. 107-108.
(54) Bu konuda yazılan yazışmalar için bkz;
ATASE Arş., Kl: 258, D: 17-18, Fh: 66/1.
ATASE Arş., Kl: 299, D: 4, Fh: 15-5, 19.
ATASE Arş., Kl: 299 D: 13, Fh: 20-23-34.
ATASE Arş., Kl: 312, D: 51, Fh: 143-145.
ATASE Arş., Kl: 525, D: 129, Fh:2, 2/1-2.
ATASE Arş., Kl: 918, D: 3-1, Fh: 19.