1. Kanıt Problemi
Tanrı‘nın varlığına inanan insanlar inançlarını destekleyen kanıtlar ileri sürmüş ve ateistlerin bu konudaki iddialarını boşa çıkarmışlardır. Ateistler de Tanrı‘nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtları reddetmiş ve kendi düşünce-lerinden vazgeçmemişlerdir. Ancak bunu yaparken de sadece eleştiri getirmiş, kötülüklerin varlığı gibi bir iki konu hariç kendi iddiaları lehinde orijinal bir fikir ileri sürmemişlerdir. Kaldı ki Tanrı‘nın varlığı için ileri sürülen ve bir anlamda ateizmi yanlışlayan kanıtların eleştirilebilmesi de onların çürütülmesi ya da içeriğinin yanlışlığı anlamına gelmemektedir.
Ateistlerin düşündüğü gibi Tanrı‘nın varlığını reddetmek o kadar basit bir konu değildir. Reddetmek için pek çok teorik riskin ve mantıksızlığın göze alınması gerekecektir. Çünkü lehlerinde birçok kanıt olmasına rağmen inananlar eleştirilebiliyorsa, ellerinde somut hiçbir kanıt bulunmayan ateistleri tenkit etmek daha kolay ve sıradan bir iş olacaktır. Bu yüzden Tanrı‘nın varlığını reddetmenin, kabul etmekten daha zor olduğu işin başında açıkça ortaya çıkmaktadır. Sadece kâinat Tanrı‘nın varlığına doğrudan bir kanıttır. Dolayısıyla Tanrı‘yı inkâr etmeye ve bunun için gerekçeler uydurmaya çalışmak bir nehri tersine akıtmak kadar imkân-sızdır.
Tanrı‘nın varlığını iddia edenler birtakım kanıtlar ileri sürmüş bizleri düşündüren ve aklımıza yatan fikirler ortaya koymuşlardır. Herhangi bir ön yargı, saplantı ya da ideolojik bir kabulle konuyu geçiştirmemişlerdir. Meselâ önümüzde duran âlemin kendi başına var olamayacağını iddia etmiş, bir yaratıcıya ve düzenleyiciye gereksinim olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla teistlerin ellerinde herkesçe anlaşılır ve kabul edilebilir deliller bulunmaktadır. Bu somut deliller üzerinde hiç kimse onlara niçin böyle düşünüyorsunuz da diyemez. Çünkü insan aklının ve mantığının vardığı sonuç budur. Aklın düşünmesini ya da varlığımızla ilgili muhakeme yapmasını da engellemek mümkün değildir.
Ateistlerin yaptığı iş inananların tezlerini eleştirmekten veya reddetmekten ibarettir. Yapmış oldukları eleştiriler ise mü‘minlerin kanaatlerini yanlış çıkarmaya yetmemektedir. Sadece onların dile getirdiği kanıtların teorik açıdan karşıtını dile getirmekten ibarettir. Ancak bir şeyin teorik açıdan karşıtını düşünmek o şeyin pratikte de öyle olabileceği anlamına gelmez. Zaten bir insan inanmak istemezse kendine göre birtakım gerekçeler bulmakta gecikmeyecektir. Dolayısıyla ateistin Tanrı‘nın varlığını yalanlaması sadece kendini bağlayan bir durumdur. Bu sonuç da inanan insanın muhakemesine ve kanaatine en küçük bir olumsuzluk getirmeyecektir.
Aslında bazı teistler açısından ateistin itirazlarını ya da Tanrı kavramıyla ilgili olumsuz düşüncelerini dikkate almamak da mümkündür. Çünkü bir şeyle ilgili itirazlar öncelikle o şeyin varlığının kabulüyle birlikte anlamlı olacaktır. Bu ateistler için de söz konusudur. Sonuçta onlara göre ateistlerin Tanrı‘nın varlığını kabul etmeden dışarıdan konuşmaları ve Tanrı kavramıyla ilgili eleştiri getirmeleri başlı başına bir tutarsızlık olacaktır.
Tanrı‘nın varlığı sadece kanıt meselesi olmayıp sonuçta bir iman konusudur. İman da yüce bir varlığa, bir yaratıcıya inanmak, ona aklen, zihnen ve kalben bağlanmaktır. İnsanla yaratıcısı arasında içi aşk ve sevgi dolu bir bağ oluşturmaktır. Bu da düşünce gerektiren, cesaret isteyen ve bir şekilde adım atılarak mesafe alınan bir şeydir. Dolayısıyla Tanrı inancı ve bu inançla ilgili muhakemeler ateistlerin eleştirilerinde görüldüğü gibi birtakım basit mantık oyunlarının ve fikrî saplantıların ötesinde bulunmaktadır. Bu konu, insanın yaşamı, var oluşu, duygusu, şuuru ve benliğiyle ilgili bir problemdir.
Tanrı‘nın varlığının kanıtlanması konusunda İslâm ile diğer dinî inançlar arasında bâriz farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar da tartışmalara yansımaktadır. Meselâ bir Hıristiyan için teslisi ya da enkarnasyonu anlamak ve başkalarına anlatmak o kadar kolay olmayacaktır. Aynı şekilde o kişinin ateiste karşı ikna edici cevaplar vermesi de zordur. Dolayısıyla onun yapabileceği tek şey bu konunun inanç meselesi olduğunu söylemek ve tartışmaya girmemektir.
Tanrı‘nın varlığı sonuç itibariyle inanç konusa da olsa bir müslüman inancını rahatlıkla anlayabilmekte ve anlatabilmektedir. Onun hakkında muhakemeler yürütebil-mekte ve kanıtlar bulabilmektedir. Bir anlamda dış dünya ile inandığı kavram arasında uyumlu bir karşılık kurabil-mektedir. Sonuçta da yaratıcı ve yaratılan ilişkisini ve bundan kaynaklanan bir dünya görüşünü zihninde kolayca şekillendirebilmektedir.
Şimdi ateistlerin iddialarını boşa çıkaran ve Tanrı‘nın varlığını ispatlamak amacıyla inananların dile getirdiği kanıtlara göz atabiliriz. Ele alacağımız kanıtların pek çoğu filozoflar tarafından uzun uzadıya tartışılan ve hâlâ da üzerinde konuşulan konulardır. Kanıtları ele almadan önce bunların ortaya konuş gayesiyle ilgili birkaç hususa değinmekte fayda vardır. Bunları şeylece sıralayabiliriz: Öncelikle Tanrı‘nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtların temelde felsefî olması sıradan bir insanın da benzeri sonuçlara varamayacağı ya da aynı şeyleri düşünemeyeceği anlamına gelmez. Her insanın kendi iç dünyasında derin düşüncelere daldığı ve çevresine bakarak birtakım fikirler yürüttüğü göz önünde bulundurulursa benzeri delillerin çoğu kişi tarafından paylaşıldığı da görülecektir.
Tanrı inancı konusunda önceki bölümlerde de ifade edildiği gibi insanlar (inananlar) büyük oranda aklî bir tutum içerisindedirler. Bu onların temelsiz konuşmadıklarına ve söz konusu alanda doğmatik bir tavır sergilemediklerine işarettir. Kısacası müminler Tanrı inancını rasyonel yönü bulunan bir inanç olarak ortaya koymaktadırlar.(41)
Tanrı inancının rasyonel olmasıyla Tanrı‘nın varlığının akılla bilinebileceği iddiası aynı şeyler değildir. Dolayısıyla inancın rasyonel boyutundan bahsederken onun tamamiyle aklî olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü müminler için Tanrı‘nın varlığı meselesi kanıtlanmaya gerek duyulmayan bir durumdur. İleri sürülen ispatlar ise bu inancın kabulden sonra açıklanması ve izah edilmesi olayıdır. Müminlerin çoğu yaratıcıya inanmak için öncelikle bir kanıt bulma arayışında değildir. Çünkü onlar yaratıcının varlığından şüphe etmezler. İçlerinden gelen sese ve tecrübe ettikleri âlemin çağrısına kulak verirler.
Akıl insanı her konuda düşünmeye sevkeder. Özellikle yaşam ve evren üzerinde derin fikirlere dalmasına yol açar. Bu süreçte insanın Tanrı inancı güçlenir ve kendi iç dünyasında tatminkâr olmasını sağlar. Dolayısıyla akıl Tanrı inancını temellendirir, böyle bir inancın hurafe, uydurma ya da yapay olmadığına karar verir. İnancın mantıkî açıdan tatminkâr dayanaklarını ortaya kor. Bu dayanaklar da her şeyden önce aklın, mantığın ve insan düşüncesinin ortaya koyduğu ve olmazsa olmaz dediği şeylerdir. Çünkü Tanrı‘nın varlığı sonuç itibariyle iman konusu da olsa böyle bir inancın ya da bu inanca temel olan dayanakların elbetteki bir açıklaması olacaktır. Akıl da insana böyle bir açıklama imkânı sağlamaktadır.
Tanrı‘nın varlığını kanıtlamakla amaçlanan diğer bir konu inanan insanların bilinçli ve kararlı olmalarını temin etmektir. Çünkü bir şeye sadece inanmak, fikrî açıdan rahatlığı garantilemez. Dolayısıyla inanan kişiler gerek kendi içlerinde gerekse başkalarının zihinlerinde doğabilecek şüpheleri gidermek amacını da gütmüşlerdir. Meselâ Tanrı‘ya inanan bir insanın aklına bazan istemediği ve arzulamadığı düşünceler gelebilir. Nitekim gelmektedir de. Ancak Tanrı inancı da zihinde oluşan herhangi bir vesveseyle ya da sorgulamayla yok olacak kadar temelsiz bir konu değildir. Hz. Peygamber dahi bu konuda problemi bulunduğunu söyleyen bir insana hoşgörüyle yaklaşmış ve endişeye gerek olmadığını vurgulamıştır. Hatta o kişinin zihninde oluşan kuşkuları imanın güçlenmesine işâret olarak değerlendirmiştir.(42)
İnsanların bazı zamanlarda istemedikleri halde karışık düşüncelere daldıkları ve onlara saplanıp kaldıkları görülmektedir. Doğrusu bunda anormal görülecek bir durum bulunmamaktadır. Teorik olarak insan zihninin sınırsız sayıda fikir üretmesi ve düşüncelere dalması mümkündür. Ancak bilinmesi gereken durum zihnen tartışılan şeylerin, hatta akla gelen bazı saçma fikirlerin inanca bir zarar vermediğidir. Çünkü Tanrı inancı vesveseyle ya da anlamsız bir iki saçma fikirle yok olacak kadar basit bir şey değildir. Dolayısıyla ortada endişelenecek bir şey olmadığı gibi insanın bu tür düşüncelere düşme korkusuna da gerek yoktur. Yapılması gereken şey anlamsız fikirlerin üzerine giderek onları test etmek ve yanlışta olsa iddialarını tartışmaktır.
İnsanda Tanrı‘nın aklen ve mantıken var olması gerektiği kanaatinden daha güçlü bir düşünce olamaz. Gözlerimizi kamaştıran âlem karşısında O‘nun varlığını reddetmek mümkün değildir. Her şeye rağmen insanın önüne inançsızlık dahi çıksa onu fazla büyütmemek ve problem etmemek gerekir. İnsan aklı bazı dalgalanmalardan sonra doğruda karar kılacak ve şüpheyle yaşanamayacağını anlayacak güçtedir. Yeterki şartlandırılmasın. Bunu yaparken de (inançsızlığı sorgularken) dış dünyada görülen her şey yaratıcının lehine kanıtlık yapacaktır.
Kanıt konusunda diğer bir hatırlatma da bulunursak şunları söyleyebiliriz: Öyle görünüyor ki ateistlerin büyük bir kısmı ileri sürülen kanıtları ciddi bir şekilde düşünmeden karar vermiştir. Felsefî çevrelerin dışındaki ateistlerin büyük çoğunluğu ideolojik, psikolojik, sosyolojik ve birtakım pratik gerekçelerden dolayı bir anda kendini dinsiz bir ortamda bulmuş ve Tanrı‘ya karşı olumsuz bir tavır takınmıştır. Ateist bir atmosferde, kendini inançsız bulan bazı kişiler olanca gayretleriyle bu anlamsız ve sonuçsuz işin savunmasına girişmiş, dogmatik ideolojileri uğruna güçlü kanıtları görmemeye çalışmışlardır
İnançsızlığın sonsuza kadar gitmesi mümkün değildir. Her şeye rağmen ateist bir insanın edindiği tecrübelerle tekrar düşünmesi ve Tanrı konusunu tekrar gözden geçirmesi mümkündür. Zihnindeki yapay problemleri çözmesi ve birtakım ideolojileri aşması onun için zor olmayacaktır. İnsan hayatının her safhası böyle bir gelişme için kaçırılmamış fırsattır. Yaşamının bir kesitinde bazı gerekçelerle ateizmi tercih eden bir insanın ilerleyen yıllarda karşılaştığı daha güçlü gerekçelerle bu tercihini değiştirmesi hiç de zor değildir. Nitekim bu olgunluğu gösteren pek çok kişi vardır.
Tanrı, insanlardan kendine iman etmelerini isterken, onlara her türlü imkân ve avantajı sağlamış önlerine değişik seçenekler koymuştur. Bu nedenle düşünen ve gerçekçi olan bir insanı, bütün yollar Tanrı‘ya götürmektedir. Dolayısıyla Tanrı inancı insanların önünde bir bilmece ya da şans oyunu gibi durmamaktadır. Zaten Tanrı insanları karışık ve karmaşık bir problem karşısında bırakmamış, onları akıl, kalp ve vicdan gibi özelliklerle donatmış önlerine de, kendi varlığına işaret olarak muhteşem kâinatı sermiştir. Bundan sonrası insanlara kalmaktadır.
2. Tanrı’nın Varlığının Delilleri
Tanrı‘nın varlığını kanıtlayan ve ateistlerin iddialarını boşa çıkaran deliller sırasıyla şunlardır:
a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)
b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)
c. Nizam ve Gâye Delili (Teleolojik Kanıt)
d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)
e. Ahlâk Delili
Bu delillerin ortaya koyduğu iddialar bütünüyle ateizmi imkânsız kılmakta ve dayanaklarını yok etmektedir. Bir insanın bu kanıtları öğrendikten sonra ateist olması mümkün değildir. Her şeye rağmen o kişi hâlâ ateizmine devam ediyorsa onda fikirden ziyade ideolojinin ağır bastığı görülecektir.
Daha önce ifade edildiği gibi, bu kanıtlar felsefî eserlerin konusu olmakla birlikte, herkesin düşünebileceği, hatta zorlanmadan daha güzel bir şekilde ifade edeceği aklî muhakemelerdir. Nitekim filozof olmadığı halde değişik branştan pek çok bilim adamının bu kanıtlarla ilgili ilginç düşünceleri bulunmaktadır. Bu da Tanrı‘nın varlığının herkesin anlayabileceği bir şekilde açık ve seçik bir konu olduğunu ortaya koymaktadır.(43)
Şimdi bu kanıtları sırasıyla ele alabiliriz.
a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)
Zaman zaman kendi varlığımızla ya da çevremizle ilgili düşüncelere dalarız. Özellikle yalnız kaldığımızda, kendi hayatımızı düşündüğümüzde, ya da bir gece vakti gökyüzünü seyrettiğimizde içimizde bazı duyguların oluştuğunu hissederiz. Bu süreçte zihnimizin derinliklerinde bir konunun varlığını farkeder ve bir süre sonra da onun üzerinde yoğunlaşırız. Bu konu çevremizdeki hiçbir şeyin plansız, sebepsiz ve boşuna olamayacağı fikridir.
Kâinat karşısında içimizde oluşan hayranlık duygusu bizleri hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış olacağı düşüncesinden bir adım daha öteye götürerek, her şeyin arkasında bulunan bir varlık fikrine de götürür. İçimizdeki bir ses aynı zamanda bizlere bu varlığın sıradan bir varlık olamayacağını fısıldamaktadır. Çünkü karşımızda göz kamaştıran bir âlem durmaktadır. Bu âlem de bütün güzellikleriyle bizlere yüce bir varlığı haber vermektedir. O mükemmel varlık da Tanrı‘nın kendisidir.
Her şeyin kendisiyle hayat bulmuş olduğu bir varlık fikrinin içimizde doğduğunu müşahade ederken diğer yandan böyle bir varlığın zorunlu olarak var olması gerektiğini iyice anlamaya başlarız. İşte bazan farkında olarak bazan da şuursuz bir şekilde içimizde hissettiğimiz bu yüce varlık fikrî Tanrı‘nın varlığının en büyük kanıtıdır. Buna da “ontolojik kanıt”(44) (varlık delili) adı verilmektedir.
Ontolojik kanıt gerek Batı dünyasında ve gerekse İslâm dünyasında önemsenen ve ateistlere karşı dile getirilen bir delildir. Her iki dünyada da çeşitli düşünürlerce Tanrı’nın, en mükemmel varlık olduğu ve varlığının bir nedeni bulunmadığı ifade edilmiştir. Bu kanıtı dile getirenlerden St. Anselm (1033-1109) Tanrı‘yı, “kendisinden daha mükemmeli kavranamayan varlık” olarak tanımlamış ve Tanrı‘nın varlığını inkâr edenlerin zihninde dahi bu fikrin olduğunu iddia etmiştir. O, sadece zihinde var olan mükemmel varlık kavramının düşünülemeyeceğini belirtmiş ayrıca bu kavramın zihinde olduğu kadar dış dünyada da var olduğunu iddia etmiştir.(45)
Bu kanıtı dile getiren en önemli kişilerden biri de ünlü filozof Descartes‘tır (1596-1650). Descartes‘a göre bizler zihnimizde en yüce derecede yetkinliğe sahip bir varlık fikrini taşımaktayız. Bu varlık da Tanrı‘nın kendisidir. Tanrı kavramı insan zihnindeki matematik bir kavram kadar açık ve seçiktir. Descartes‘a göre Tanrı‘nın yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü Tanrı‘nın var olması Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla O, hem zihni-mizde yer almakta hem de gerçek olarak var olmaktadır.(46)
Descartes‘e göre zihnimizdeki en mükemmel varlık fikrinin bulunması Tanrı‘nın varlığının bir ispatıdır. Çünkü kendi doğa ve çevremizden böyle bir fikre ulaşmamız mümkün değildir. Tabiat bir yönüyle eksiktir. Çünkü o maddîdir. Dolayısıyla eksik bir kaynaktan mükemmellik kavramı çıkmaz. Olsa olsa bu kavram, mükemmel varlığın kendisinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Tanrı, Descartes‘a göre kalplerimize kendi mührünü basmış ve en yetkin varlık kavramını içimize yerleştirmiştir.(47)
Ontolojik kanıta ateistler çeşitli şekillerde itiraz etmişlerdir. Ancak onların bu itirazları kanıtın gücünü zayıflatamamıştır. Çünkü söz konusu eleştiriler inanan insanların aklî muhakemelerini tartışmaktan ibaret kalmıştır. Ancak teorik olarak bir fikri tartışmak ya da karşıtını dile getirmek realitede de o şeyin doğruluğunu çürütmez. Meselâ annesiz ve babasız bir çocuğun olabileceği insanın aklına bir fikir olarak gelebilir. Ancak Tanrı‘nın dilemesi dışında bunun böyle olmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Yine âlemin de bir yaratıcı olmadan var olabileceğini ve bugünkü durumuna gelebileceğini düşünmek bir fikir olarak akla gelebilir. Ancak bunun pratikte böyle olabileceğini düşünmek imkânsızdır. Bunun gibi Tanrı‘nın da var olmadığını bazıları bir fikir olarak düşünebilir. Ancak bu kanaat bir fikirden ibaret kalır, kalmaya da mahkûmdur. Çünkü pratikte O‘nsuz bir var oluş ve yaşam mümkün değildir.
Kendi varlığımızı ve içerisinde yaşadığımız âlemin gerçekliğini inkâr edemeyeceğimize göre yaratıcıyı da inkâr etmemiz mümkün değildir. Kaldı ki Tanrı var olmasaydı bizler de var olmayacaktık. Var olsaydık bile zihnimizde Tanrı kavramı olmayacaktı. İnansın veya inanmasın herkesin zihninde bu kavramın yer aldığı ortadadır. Dolayısıyla var olmayan bir şeyin zihnimizde yer alması mümkün değildir. Ayrıca Tanrı gibi bir varlığı reddetmek, o varlığın zihnimizde atılması veya yok olması anlamına da gelmeyecektir. Var olmayan bir şeyin içimizde doğması ve bizlerin de onu düşünmesi imkânsızdır. O halde Tanrı var ki bizler de o kavrama sahibiz ve hakkında şöyle ya da böyle tartışmak-tayız.
Tanrı kavramının doğuştan gelmediği, zihnimize sonradan girdiği bir an için düşünülse bile evrenin varlığından ve kendi yaşamımızdan edindiğimiz tecrübelerden hareketle böyle bir fikrin bizden oluşması muhakkaktır. Dolayısıyla insanın iç dünyasının sesine kulak vermeden ve doğadan da ders almadan Tanrı’nın var olmadığını iddia etmesi mantıksız ve sağlıksız bir karar olacaktır.
İnsanın kendi doğasında var olan Tanrı kavramını söküp atması kolay değildir. Böyle bir kavram gerçekten temelsiz ve asılsız olsaydı insanlık tarafından asırlar öncesinden itibaren terkedilmesi, unutulması ve bugün de üzerinde durulmaması gerekecekti. Ancak bu konuda başarısız kalındığına ve Tanrı‘ya inananların sayısı arttığına göre aşkın ve mükemmel olan yaratıcı Tanrı inancını reddetmenin ya da insanları böyle bir inançtan vazgeçirmeye çalışmanın anlamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûm olacağı kesindir.
Ontolojik kanıt bir anlamda mutlak ateizmin de olamayacağını kanıtlamaktadır. Daha önceki bölümlerde görüldüğü gibi tabiatında Tanrı fikrî bulunmayan bir insanın varlığı mümkün değildir. Şu veya bu şekilde herkesin zihninde böyle bir kavram vardır. Olmasa bile aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı o kavrama doğru götürecektir. Nitekim bunları mutlak ateizmin imkânsızlığı bölümünde detaylı bir şekilde ele almış ve açıklamıştık. Dolayısıyla âlem kanıtına geçebiliriz.
b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)
Ontolojik kanıtın yanında Tanrı‘nın varlığını ispatlayan ve ateistleri çok zor durumda bırakan bir delil de kozmolojik kanıttır. Bu kanıt dünyamızın da içinde bulunduğu, her an tecrübe ettiğimiz âlemden (kozmos) hareketle bizleri Tanrı‘nın varlığına götürmektedir.
Evrenin varlığı insanın üzerinde uzun uzadıya düşüncelere daldığı konuların başında gelir. Yıldızları, gezegenleri, güneş sistemleri, galaksileri, canlılar âlemi ve bilemediğimiz daha birçok yönüyle kâinat insanın karşısında durmaktadır. Kâinatın varlığı, oluşumu, değişimi, en küçük varlık biriminden (atom) tutun da en büyük galaksilere kadar her şeyin bir hareketlilik içerisinde bulunması insanın dikkatini çekmiş ve onu araştırmaya sevketmiştir. Kozmolojik kanıt evrenin varlığından yola çıkarak yaratıcının varlığına gitmekte ve bizlere olup biten her şeyin arkasında bir Tanrı‘nın bulunması gerektiğini söylemektedir.
Bu kanıt üzerinde sadece felsefeciler veya teologlar durmamıştır. Diğer insanlar da her fırsatta bu âlemin Tanrı‘nın varlığına işaret ettiğini dile getirmişlerdir. Zaten yaratıcı Kur‘ân‘da bu çeşit konular üzerinde önemle durmuş ve çarpıcı örnekler vermiştir: Kur‘ân-ı Kerim‘de müteaddit defalar, insanların seyahat etmeleri, gözlerini gökyüzüne çevirmeleri, doğayı seyretmeleri, canlılar âlemine bakmaları, âlemin işleyişini izlemeleri kısacası her şeyin nasıl olup bittiğine dikkat kesilmeleri istenmekte ve bu konuda onlar düşünmeye davet edilmektedir. İslâm düşünürleri de bu nedenle kozmolojik kanıta eserlerinde büyük yer vermiş ve Tanrı’nın varlığını bu yolla kanıtlamaya çalışmışlardır.
Kozmolojik kanıtın temel iddiası şudur: Evrenin gerçekten var olduğu görülmektedir. Yani evrenin varlığı hayal veya rüya değildir. Ancak evren kendi başına var olamaz bir nesneler yığınıdır. Sonradan var olmuştur. Evreni varkılan ve ona hayat veren de Tanrı‘dır. Evrenin ezelden beri var olduğunu düşünmek imkânsızdır. Çünkü âleme baktığımızda sonuçta onun maddî bir varlık olduğunu ve kendi kendine var olma gücüne sahip olmadığı görülmektedir. Bu durumda onu yaratan bir gücün varlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu güç de Tanrı‘dır.
Varlıklar kendi kendilerine var olma gücüne sahip değildir. Ayrıca bu varlıklar, var olmalarını da kendileri gibi bir varlığa borçlu olamazlar. Bu durumda da evren dahil bütün sonlu varlıklar varolmalarını kendileri dışındaki bir varlığa (Tanrı‘ya) borçludurlar. Dolayısıyla âleme ve bizlere hayat veren bir varlığın mevcudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Bu varlık Tanrı‘dır. Evrenin var olması da, zorunlu varlığın yani Tanrı‘nın varlığının kanıtıdır.
Kozmolojik kanıt ikinci olarak evrendeki hareket ve değişmenin nedenini araştırarak Tanrı‘ya varmaktadır. Bilindiği gibi evrendeki nesneler hareket halinde olup, sürekli bir değişim ve oluşum içerisindedirler. Atom çekirdeğinden gök cisimlerinin işleyişine kadar bu hareketlilik gözlenmektedir. Ancak nesnelerin hareketliliği ve değişik biçimler almaları kendiliğinden oluşamaz. Bunların böyle olması da imkânsızdır. Bu güç, yani hareket edebilme ve değişme gücü, kendilerine hareketin ve değişmenin ötesinde olan bir yüce varlık tarafından verilmiştir. Dolayısıyla evrendeki hareketin ve değişmenin arkasında, onlara bu gücü veren bir Tanrı‘dır.
Hareketin ve değişmenin olmadığı bir yaşam düşünülemez. Her şeyin statik ve durağan olduğu bir dünyada var oluş imkânsızdır. Kısa bir süre dahi olsa bizler dünyanın dönmediğini, gece ve gündüzün olmadığını, mevsimlerin gidip gelmediğini, bulutların hareket etmediğini, nehirlerin akmadığını veya vücudumuzdaki atardamarların ya da kalbimizin çalışmadığını düşünmek dahi mümkün değildir. Yaşamı var kılan Tanrı bizlere en uygun şartlarda ve ortamda hayat imkânını sunmuş, gerek kendi vücudumuzu ve gerekse çevremizi bu yaşama hizmet için mükemmel bir şekilde düzenlemiştir. Doğrusu Tanrı sadece hareketin ve değişmenin arkasında değil, var olan güzelliğin ve intizamın arkasında da vardır.
Kozmolojik kanıt üçüncü olarak evrenin sonlu olmasından hareketle sonsuz olan bir varlığa işaret etmektedir. Bir nesnenin sonlu olması demek, o nesnenin zaman ve mekân dünyasında belli bir süreç içerisinde, var olması ve tekrar yok olmasıdır. Herhangi bir zaman dilimi içerisinde var olan ve bir süre sonra yokluğa mahkûm olan nesneler gerçek varlıklarını kendileri dışındaki bir varlığa borçludurlar. Dolayısıyla nesneler dünyası içerisinde bulunmayan, onlar gibi belli bir zaman diliminde var olup-yok olmayacak aşkın ve sonsuz bir varlığa gereksinim vardır. Bu varlık ta Tanrı‘dır.(48)
Dünyadaki herhangi bir varlığın sebebi başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin varlığına sebep olan o varlığın da yine kendisinden önce başka bir sebebi bulunacaktır. Bu durumun bir süre böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak bu kuralın sonsuza kadar devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var olmayan ve varolduktan sonra da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni olması hem aklen hem de mantıken mümkün değildir.
Çevremize dikkatlice baktığımızda kendi hayatımız dahil olmak üzere pek çok şeyin zamana tâbi olduğunu, çeşitli evrelerden geçtikten sonra değiştiğini, eskidiğini, yaşlandığını ve kaybolduğunu görmekteyiz. Ancak bütün bunlar olurken bir yandan da her şeyin ötesinde değişmeyen, yok olmayan bir gücün varlığının gerekli olduğunu düşünürüz. Çünkü her şeyin sonlu olduğunu bir an için düşünsek bile bunun nereye kadar gideceğini kestirmemiz güç olacaktır. O zaman bu değişen ve sonlu olan âlemin nasıl var olduğunu ve hayatiyetini nasıl devam ettirdiğini sormamız gerekecektir. Sonuçta her şeyin arkasında bulunan ve doğası itibariyle yok olup giden varlıklara benzemeyen bir varlığı düşünmemiz gerekmektedir.
Tanrı zaman ve mekânla sınırlı olmayan bir varlıktır. O sürekli hareket halinde olan ve değişen evrenin yaratıcısıdır. Dolayısıyla sonlu olan bir evren, bu özelliği nedeniyle bizlere sonlu olmayan, ezelî ve ebedî olan bir varlığı, Tanrı‘yı hatırlatmaktadır.
Bir kısım insanlar, yaratıcı özelliği bulunmayan buna karşın kendileri gibi ölümlü olan varlıkları (hatta bazan konuşmaktan ve iş yapmaktan âciz olan cansız varlıkları) sanki olağan üstü bir güce sahiplermiş gibi kutsamış, buna karşın gerçek yaratıcıyı unutmuşlardır. Kur‘ân ise her fırsatta bizlere âlemin yaratılmış ve sonlu olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca eski milletlerden bir kısım insanların bazı sonlu varlıkları kendilerine Tanrı edindiklerini ancak bunun çok gülünç ve beyhude olduğunu da ifade etmiştir. Kur‘ân bu konuya Hz. İbrâhim‘in şahsında güzel bir örnek vermektedir.
Hz. İbrâhim, başta babası olmak üzere pek çok kişinin putlara ve gök cisimlerine tapmalarını bir türlü içine sindirememiş ve onlara şiddetli tepki göstermiştir. O içerisinde yaşadığı toplumun inancına katılmamış, sırasıyla, gece ortaya çıkıp parlayan ancak gündüz kaybolan yıldızların, zamanı geldiğinde parlayan bir süre sonra kaybolan ayın, ya da şafak vakti doğan ancak akşam vakti batan güneşin hiçbir zaman Tanrı olamayacağını düşünmüş, gerçekten tapılmaya lâyık olan tek varlığın ise sadece Tanrı olduğuna kanaat getirmiştir (Enâm 75-79).
Hz. İbrâhim‘in bu muhakemesi asırlarca insanlara güzel bir örnek olmuş ve onlara yol göstermiştir. Tanrı‘ya inanan bir insanın zihnî berraklığını ve çok eski asırlarda dahi olmasına rağmen pozitif ilme olan yatkınlığını sergileyen bu tutum, günümüzde de bizler için övünülecek bir durum ortaya koymuştur. Böyle bir anlayışın, hurafelerin ve bâtıl inançların ne kadar uzağında olduğu da unutulmamalıdır. Çağımızdaki bilimsel ilerlemelere rağmen bazı çevrelerin, gökyüzü cisimlerini müşahadeye ve araştırmaya açık ilmî bir obje olarak değilde, ruhanî ve gizemsi bir varlık olarak kabul etmeleri ya da onlardan birtakım menfaatlar ummaları, İbrâhim Peygamber’in ne kadar anlamlı bir düşünce sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Hz. İbrâhim‘in muhakemesinde önemli olan unsurlardan biri de âlemin ve âlemin içerisinde Tanrılaştırılan şeylerin zayıf ve ölümlü olmaları gerçeğidir. Yani kendi başlarına dahi var olamayan bir varlığın tapılmaya lâyık olmadığıdır. Dolayısıyla gerçek yaratıcı dururken bu ve benzeri nesnelere tapmanın izah edilecek bir tarafı bulunmamaktadır
Hz. İbrâhim‘in bu akıl yürütmesi birçok gerçeği daha ortaya koymaktadır. Birincisi ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı inancı ya da Tanrı kavramı doğal olaylar karşısındaki korkudan ve şaşkınlıktan kaynaklanmamıştır. Meselâ Hz. İbrâhim ve onun gibi düşünen insanlar (monoteist-tektanrıcılar) tek tanrıya tapmış, şekli ne olursa olsun herhangi bir nesneden korkmamış, tam tersine onların korkulacak ve tapılacak birer varlık olmadıklarına hükmetmişlerdir.
İkinci olarak bu örnek ateistlerin gerek insan ve gerekse inanç hakkındaki evrimle ilgili görüşlerini de yıkmıştır. Ateistlere göre “İnsan gerek fiziksel olarak ve gerekse düşünsel olarak basit bir yapıdan daha karmaşık bir yapıya doğru ilerlemiş ve günden güne de olgunlaşmıştır. İlk yıllarında çok tanrıcı olan ve putlara tapan insan daha sonra tek Tanrı inancına yönelmiştir vs.”
İbrâhim Peygamber’in de gösterdiği gibi aşkın bir Tanrı inancı insanlığın ilk gününden beri vardır. Bir kısım insanlar daha sonra fikir değiştirmiş ve dinden uzaklaşmışlardır. Belki bazıları da putperestliğe ve paganizme yönelmiştir. Ancak bu durum tarih boyunca tek Tanrı inancının önemini, üstünlüğünü ve yaygınlığını gölgeleyecek bir şey değildir.
Tanrı, evreni yaratmakla kalmamış işleyiş ve kanunlarını da belirlemiştir. Bu da açık ve seçik bir şekilde tarafımızdan müşahade edilmektedir. Meselâ bizlere sıradan gelen veya belki de hiç dikkatimizi çekmeyen yer çekimi kanunu, gezegenlerin yörüngelerinde düzenli olarak dönmeleri, suyun kaldırma gücü, nefes almamıza imkân tanıyan atmosferin yapısı, kuşların uçabilmelerine olanak tanıyan hava ortamı, ateşin ısıtma ve yakma özelliği ya da toprağın bizlere ürün verme gücü olmasaydı halimiz ne olurdu? Bunlarsız bir yaşam düşünülebilir miydi? Yine kendi bedenimizdeki uzuvların görevlerini bir an için yerine getirmediklerini düşünelim. Meselâ göz görmez, kalp çalışmaz, mide sindirmez, ya da sinir sistemi bozulursa dahası aklımızı kaybedersek ne gibi durumlarla karşılaşabileceğimizi tahmin edebiliyor muyuz? Halbuki bütün bunların hiç aksamadan devam ettiğini ve her şeyin kendine verilen görevleri yerine getirdiğini açıkça müşahade etmekteyiz. Bu durum bizlere kâinatı yaratan, yaşam için gerekli koşulları oluşturan, iradî bir varlığın yüceliğini haber vermektedir.
Yüzyılımızda görülen bilimsel ilerlemeler, yeni buluşlar ve uzay çalışmalarında elde edilen yeni keşifler de bir anlamda kozmolojik kanıtı desteklemektedir. Çünkü gelinen bilimsel seviyeler bizlere âlemde tesadüfün olamayacağını, aksine her şeyin planlı ve programlı olarak düzenlendiğini göstermektedir. Kısacası bir gücün her şeyi planladığını, yasalarını en ince ayrıntısına kadar belirlediğini kanıtlamak-tadır. İnsanın da bu düzeni görmesi ve bundan ders alarak o yüce gücün varlığı karşısında hayranlık duyması kaçınılmazdır.
Sonuç itibariyle evrenin varlığından hareketle Tanrı’nın varlığının kanıtlanma girişimleri de ateistlerce eleştiriye uğramıştır. Ancak ateistlerin bu konuda dindarların iddialarını çürütebilecek alternatif bir görüş ileri sürmeleri de kolay olmayacaktır. Evrenin varlığı, içeriği ve yasaları, amacı, materyalistlerin yaptığı gibi sadece maddî nedenlerle açıklanacak kadar basit bir yapı arzetmemektedir. Dolayısıyla evrendeki olaylar karşısında insanda Tanrı fikrinin doğması kadar tabii bir şey olamaz. Aslında böyle içgüdüsel bir düşünceyi ya da hayranlığı frenlemenin ya da saptırmanın yanlış olacağı da âşikârdır. İnsanın kendine karşı yaptığı en büyük hata da kanatimizce kâinat karşısında kendini Tanrı‘ya götüren ve O‘nu düşündüren duygularını bastırması ve yok saymasıdır.
Günümüzde İnsan bilimsel ilerlemeler sağlamış ve günlük yaşamını daha düzenli hale getirmiştir. Geçmişte yaşayanlara kıyasla pek çok konuda daha iyi bir yere gelmiş ve teknik açıdan dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. XX. yüzyılın başında bu ilerlemeler pozitivizmin etkisiyle insanın dinden uzaklaşmasına ve kendi kendine yeter olduğuna dair bir yanılgıya düşmesine yol açmıştır. Bu süreç insanın dünyanın dışına çıkıp aya ayak basmasına ve bir anda her şeyin üstesinden gelebileceği inancına kapılmasına kadar devam etmiştir. Ancak evrenin keşfi anlamında bir pencere olan uzay çalışmaları ve aya gidiş, dinden uzaklaşan ve kendini büyük gören İnsana (evrenin büyüklüğü karşısında) küçüklüğünü hatırlatmış ve daha temkinli davranmasını öğretmiştir. İnsan da içerisinde yaşadığı dünyanın her şey olmadığını görmüş binlerce yıldızı ve galaksiyi barındıran evrenin muhteşem büyüklüğü karşısında dünyasının bir nokta kadar küçük olduğunu müşahade etmiştir. Kaldı ki küçük dünyamızda dahi bizlere hâlâ sır olan pek çok şey bulunmaktadır. İnsan böyle muazzam bir manzara karşısında “şans” ve “raslantı” gibi kavramları tekrar gözden geçirme ihtiyacını hissetmiş artık böyle bir açıklama yapmanın anlamsız olacağını görmeye başlamıştır. Nitekim insana kâinatta rastlantıların olmadığını öğreten buna karşın nesneler dünyasında bir düzenin bulunduğunu gösteren de yine bilimsel çalışmalar olmuştur.
Kozmolojik kanıttan sonra bizleri Tanrı‘nın varlığına götüren diğer bir düşünce de evrende görmüş olduğumuz, düzeni, intizamı, estetiği ve amaçlılığı ön plana çıkaran teleolojik kanıttır.
Kozmolojik kanıt bizlere bir anlamda kozmostan ve dünyamızın dış görünümünden hareketle Tanrı‘nın varlığını düşündürüyordu. Teleolojik kanıt ise daha ziyade kâinatın iç yapısından, orada görülen intizamdan ve güzelliklerden hareketle bizleri Tanrı‘nın varlığına götürmektedir.
c. Nizam ve Gaye Delili (Teleolojik Kanıt)
Buraya kadar görmüş olduğumuz deliller anlaşılır olup daha ziyade aklî muhakemeyi gerektiren ispat şekilleri idi. Nizam ve gaye delili ise ağırlıklı olarak duyguya ve göze hitap etmektedir. Bu yönüyle daha fazla insanın dikkatini çekebilecek bir yapıdadır. Hatta ateistlerin üzerinde dahi etkili olabilecek ve onları kolaylıkla ikna edebilecek bir kanıttır. Zaten bu kanıtın iddialarını reddeden bir ateistin başka bir vesileyle inanma ihtimali çok zayıftır. Bu noktadan sonra hâlâ reddetmeye devam eden bir insanın önünde de yığınla ideolojik saplantılar, var sayımlar ve psikolojik ön yargılar var demektir.
Teleolojik kanıt da denilen bu ispat şekline göre âlemde bir düzen vardır. Tanrı‘nın varlığına inansın veya inanmasın hemen hemen herkes bu düzenin farkındadır. Kâinattaki bu düzenin varlığında da kim olursa olsun şüphe duymamaktadır. Meselâ dünyamız başta olmak üzere bütün gök cisimleri, yıldızlar ve gezegenler bir düzen içerisinde hareket etmekte ve kendi yörüngelerinde dönmektedirler.
İnsan başta olmak üzere bütün canlılar âlemi de bir düzen içerisinde var olmakta ve yaşamlarını devam ettirmektedirler. Dünyamızdaki bütün doğal olaylar belli bir düzen ve intizam içerisinde oluşmakta, gelişmekte ve devam etmektedir. Yeryüzünde, denizlerde ve atmosferde bir düzenin varlığı müşahede edilmekte, canlı varlıkların da yine belirli yasalar çerçevesinde hiçbir aksama olmadan yüzdükleri, yürüdükleri ya da uçabildikleri görülmektedir. Düşünebilen herkesin rahatlıkla gördüğü bu düzen bizlere her şeyin arkasındaki bir düzenleyicinin varlığını haber vermektedir.
Dünyanın değişik kültürlerinde yetişen insanlar çeşitli şekillerde bu düzeni ve estetiği dile getirmekte, onunla ilgili felsefî, edebî veya dinî eserler yazmaktadır. İnsan benzer duygular içerisinde yaşadığı dünyayı algılamış ve içi aşk dolu kitaplar kaleme almıştır. Bir şairin şiiriyle, ressamın resmiyle ya da mimarın eseriyle duygulanan İnsan, Tanrı‘nın sanatı karşısında da heyecanını gizlememiş ve daima hayranlığını ifade etmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi birçok ateist dahi karşılaşmış olduğu bu heyecanla inkârdan vazgeçmiş ve Tanrı‘nın varlığına kanaat getirmiştir. Yine âlemdeki mecut intizam ve estetikten hareketle pek çok filozof da mutlak ateizmin mümkün olmadığı düşüncesine ulaşmıştır.
Teleolojik kanıtın önemle üzerinde durduğu konu evrendeki düzen, intizam, canlı ve cansız varlıklarda görülen gaye ve amaçlılıktır. Aralarında Kindî (v. 866) , Farabî (v. 950), İbn Sînâ (v. 1037), Gazzâlî (V. 1111) ve İbn Rüşd (1126- 1198) gibi müslüman düşünürlerle, R. Tennant (1866-1957) ve W. Paley (1743-1805) gibi Hıristiyan düşünürlerin bulunduğu pek çok kişi bu kanıtı iki şekilde ele almış ve Tanrı’nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:
Filozoflar bu kanıt çerçevesinde birinci olarak evrendeki gaye ve nizamdan yola çıkmış ve Tanrı’nın varlığına ulaşmışlardır. Bazan da Tanrı’nın varlığından ve niteliklerinden hareket ederek evrendeki düzen, gaye ve güzelliği açıklama yoluna gitmişlerdir. Yani onlar her fırsatta ya âlemin nizamından ve intizamından bahsederek Tanrı‘nın varlığına gitmiş ya da Tanrı’nın inâyetini, adaletini, cömertliğini ve güzelliğini anlatırken sözü evrenin yapısına getirmiş ve görüşlerini bu yolla açıklamaya çalışmışlardır.(49)
Meselâ Kindî âlemdeki varlıklarda bir düzen, âhenk, irtibat, güzellik ve amaç bulunduğunu dile getirmiştir.(50) Kindî‘ye göre evrenin mükemmel yapısı, düzeni, parçalarının birbiriyle olan ahenkli irtibatı, her şeyin iyiyi koruyacak, kötüyü yok edecek tarzda düzenlenmesi, ilim sahibi bir düzenleyicinin varlığının en iyi işaretidir.
Fârâbî ve İbn Sina da eserlerinde evrenin düzenine ve güzelliğine işaret etmişlerdir. Fârâbî‘ye göre Tanrı, âlemin düzenleyicisidir. Evren de bu ilâhî düzenin eseri olarak vardır. Bu nizamda da ilâhî adalet tecelli ettiği için orada adaletsizlik söz konusu değildir.
(41) M. Rifat Efendi’nin dosyasında bulunan “Fetva-yı Şerife” suretinde şöyle denilmektedir.
1. “Nizam-ı Âlem olan Halife-i müslimîn, edâmellahu Hilâfetehu ve Şevketehû ilâyevmiddin Hazretlerinin makam-ı Hilâfet ve makarr-ı Saltanatı olan İstanbul; Emirülmü’minin hilaf-ı marzası olarak a’da-i müslimin olan düvel-i muhasıma tarafından fiilen işgal edilerek asakir-i İslâmiyye eslihasından tecrid ve bazıları bigayrihak katl ve makarri Hilafetin muhafazasını kâfil bilcümle istihkâmat ve kılâ’ ve vesâit-i saire-i harbiye zapt ve muamelâtı resmiyeyi tedvire, cüyüş-i müslimini techize memur olan Babıâli’de (Harbiye) Nezaretine vaz’ı yed edilerek Halifeyi menafi-i hakikiye-i milleti zâmin tedabir ittihazından fiilen men’ ve idare-yi örfiye ilân ve divanı harpler teşkili ile İngiliz Kavânini tatbikan muhakeme ve tecziye etmek suretiyle Halifenin hakk-ı kazasına müdahale ve kezalik hilâfı marza-i Hilâfetpenâhi olarak ecza-i memalik-i Osmaniye’den İzmir, Adana, Maraş, Ayıntep, Urfa ve havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek tebea-i gayri müslime ile bi’l-iştirak İslamları katliam ve mallarını nehbü gâred ve muhazzeratına tecavüz ve mukaddesat-ı müslimini tahkir eder olduklarında bervechi meşruh maruz-i hakaret ve esaret olan Halife-i müsliminin istihlâsı hususunda kudreti mümkünelerini sarfetmek bilûmum müslimine farz olur mu?
– El Cevap, olur…
2. Bu suretle hukuku meşruasını ve Halifenin kudret-i maneviyesini istirdat ve bilfiil maruz-u tecavüz olan memâlik’i mezbureyi düşmandan tathir için mücadele ve mücahede eden cumhur-u müslimîn şer’an baği olurlar mı?
– El Cevap, olmazlar…
3. Bu suretle düşmanlara karşı açılan mücahedede vefat edenler şehit ve berhayat olanlar gazi olurlar mı?
– El Cevap, olurlar…
4. Bu suretle mücahede ve vazife-i diniyesini ifa eden cumhuru müslimine karşı düşman tarafını bililtizam müslimîn beyninde ika-ı fitne ederek, istimal-i silâh eden müslimin şer’an ekber’i kebâiri mürtekip ve baği olurlar mı?
– El Cevap, olurlar…
5. Bu suretle düveli muhasımanın ikrah ve iğfali ile vakıa ve hakikate gayrı muvafık olarak sâdır olan fetvâlar cumhuru müslimîn için şer’an mutâ ve ma’mûlün bih olur mu?
– El Cevap, olmaz…” (bkz., Ek: II).
(42) Sebahattin Selek, Milli Mücadele, İstanbul, 1982, C.2, s. 768-769; M.Kafkas a.g.e., C. I, s. 164-165.
(43) Mustafa Fehmi Gerçeker, Karacabey’den Ankara’ya, TTK Basımevi, Ankara, 1982, s. 22.
(44) Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal Paşa imzasıyla gönderilen telgrafta; “Ankara Müftüsü ve Ulemasının verdiği Fetva-yı Şerife, imza sahipleri tarafından bugün Müftülüklere tebliğ edildi. Vilayet ve müstakil vilayetler ile kazalar müftü efendilerin de imza etmeleri suretiyle katılmalarının sağlanması münasip olur. Bölgeniz içerisindeki müftü efendilerin fetvaların asıllarının posta ile gönderilmekle birlikte şimdiden telgrafla isimlerinin bildirilmesi rica olunur” denilmektedir (ATASE Arş., Kl: 299, D: 13, Fh: 20).
(45) ATASE Arş., Kl: 312, D: 51, Fh: 154.
(46) İrade-i Milliye, 6 Mayıs 1336/1920’den naklen B. Sakallı, a.g.e., s. 106. Ayrıca bkz., ATASE Arş., Kl: 950, D: 1, Fh: 73. Aynı Arş., Kl: 312, D: 51, Fh: 154.
(47) Ayrıca bkz., Öğüt (Konya), 19 Nisan 1920 Pazartesi; Açıksöz (Kastamonu), 25 Nisan 1920 Pazar; Ertuğrul (Bilecik), 27 Nisan 1920 Salı; İzmir’e Doğru, 2 Mayıs 1920 Pazar.
(48) Y. Nadi, Birinci Büyük Millet Meclisinin Açılışı…s. 46.
(49) Hucurât Suresi Ayet: 9 “Eğer mü’minlerden iki topluluk birbiriyle savaşırsa aralarını düzeltiniz. Eğer biri diğerinin üzerine saldırırsa, saldıranlarla onlar Allah’ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız…” Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (meâli), 8. Baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, No: 90, Ankara, 1983, s. 515).
(50) Beş fetvadan oluşan Ankara Fetvası’nın her birinin delili vardır.
Bunlar şöyledir;
1. “Ve’l Cihadu farz-u aynin in heceme’l-adüvvü tahrucu’l-mer’atü ve’l-abdü bila izni zevciha ve Seyyidihi (Keza fi’l-Kenzi ve fi’l-Bezzaziye) İmraetün müslimetün sübiyat bi’l-meşrıkı vecebe alâ ehli’l-mağribi tahlîsuhâ min’el-esâreti (Keza fi’l-Bahri’r-Raik)”
Türkçesi: Cihad, farz-ı ayındır (dinî bir görevdir). Şayet düşman hücum ederse (saldırırsa) kadın kocasından ve köle de efendisinden izin almadan cihada çıkar. Müslüman bir kadın, Doğu’da esir edilirse, Batı’dakilerin üzerine, O’nu esirlikten kurtarmak vacip olur, yani gerekir (Fahruddin Osman Ali ez-Zeyle’î, Tebyînü’l-Hakaik Şerh-u Kenzi’d-Dekaik, Bulak 1313’ten naklen Dâru’l-Mearife, Beyrut, c. 3, s. 241; Zeynü’d-din b. İbrahim b. Muhammed b. Nüceym, el-Bahru’r-Raik Şerh-u Kenzi’d-Dekaik, Kahire, 1311, c. 5, s. 78-79.
2. “El-Buğâtü Kavmün müslimûne, haracû an tâati’l-İman’il Hakkı bi gayr-i hakkın (Keza fi Mecmâul Enhur)
Türkçesi: Âsi (bağî) olanlar, meşru devlet başkanının emirlerine haksız olarak uymayan, karşı çıkan müslüman kişilerdir (Abdurrahman b. Şeyh Muhammed b. Süleyman, Mecma’ul-Enhur fi Şerh-i Mülteka’l-Ebhur, Matbaa-i Osmaniye, C.2, Dersaadet, 1327, s. 707. Ayrıca bkz., İbrahim Muhammed b. Muhammed b. İbrahim El Halebi, Mültaka’l Ebhur, Matbaa-i Osmaniye, Dersaadet, 1316 (h), s. 223.
3. “eş Şehidü men katelehû ehlü’l-harbi evi’l-bağyü ev kutta-ut-tarikı ev vucide fi’l-ma’reketi ve bihi eserü’l-cirahati ev katelehû müslimun zulmen ve lem tecib bikatlihi diyetün ve keza katelehû zımmıyyûn ve lem tecib bi katlihi diyetun keza fi’l aynî.
Türkçesi: Şehid, müslümanlarla savaş halindeki düşmanların yahut âsilerin veya yol kesen eşkiyanın öldürdüğü kimsedir. Savaş alanında ölü bulunmuş veya bir müslüman tarafından haksız yere öldürülmüş ve diyet sâbit olmamış keza zımmi bir kişinin öldürüp de diyetinin sabit olmadığı kimsedir. el-Aynî, c.1, s. 247. Kitabın tam adı Tebyinü’l Hakaik Şerhü Kenzu’d-Dekâik olup, 6 cilttir.
4. “Kâle’l-lâhu Teâlâ; Ve’l fitnetu eşeddü mine’l katl (el ayet), El-Fitnetu yesreu -ileyha ehlü’l fesad keza fi Fethu’l-Kadir.
Türkçesi; Yüce Allah buyuruyor ki; ” Fesat çıkarmak, (adam) öldürmekten daha şiddetlidir”, (Bakara Suresi, 91. ayet) Fitne, fesat ehlinin koşuşturduğu şeydir. Kemal b. Hümam, Fethu’l-Kadir, c. 5, s. 336.
5. El-ikrahu Yu’dime’r-rıda (Keza fi’l-velvaliciyye)
Türkçesi: Zorlama kişinin rızasını yok eder. (İshak İbni Ebubekir, Fetava’l-Velvaliciyye). Bu fıkıh kitabı H. 710’da yazılmıştır. Ankara Fetvası’nın Şer’î kaynakları için ayrıca bkz., M. Çalışkan, a.g.e., s. 86-87.