1. Ateizmin İddiaları
Ateizmi iyi anlamak ve ona ikna edici cevaplar verebilmek için iddialarının neler olduğuna öncelikle bakmak gerekmektedir. Böylelikle ateistlerin Tanrı inancı hakkında neler düşündüğünü görmüş ve hangi noktadan hareketle dine karşı çıktıklarını anlamış olacağız. Doğrusu ateistlerin Tanrı inancı hakkında neler söyleyebileceklerini tahmin etmek zor olmayacaktır. Zaten ateizmin tanımı verilirken az çok bu iddialara değinilmişti. Ancak bu iddiaları daha detaylı bir şekilde ele alarak tahlil etmek ve tartışmak yararlı olacaktır.
Ateistler, dini içeriden ve dışarıdan olmak üzere genelde iki şekilde eleştirmeye çalışmışlardır. Dışarıdan yapılan eleştirilerde, birinci bölümde de görüldüğü gibi, pozitivizm esas alınmış ve dinî inancın doğası üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede din sosyal, psikolojik ya da antropolojik bir fenomen olarak kabul edilmiş, şu veya bu gerekçelerle sonradan ortaya çıkmıştır biçiminde birtakım dar ve gülünç görüşlerle izah edilmeye çalışılmıştır.
İkinci olarak ise din, ateistlerce içeriden eleştirilmeye çalışılmıştır. Buna göre ateist dinî inancın mahiyetini göz önünde bulundurmuş, Tanrı kavramını ve bu kavramla ilgili dindar insanların ifadelerini kendine esas almış ve onlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunu yaparken birtakım çelişki ya da tutarsızlıklarla karşılaştığını iddia ederek Tanrı inancını çürüttüğünü sanmıştır. Ancak ateistin Tanrı kavramını anlamakta yetersiz kaldığı ve ön yargılarından bir türlü kurtulamadığı görülmektedir. Öyle ki karşı tarafı tutarsız olmakla itham eden ateistin kendisi çelişik ifadeler kullanmıştır.
Ateistler çoğunlukla dini anlamakta zorlanmışlardır. Dini olduğu gibi anlamayan ve dindar insanın ne hissettiğini bilmeyen ateistler bu durumda dinî inançları çarpıtmaya çalışmışlardır. Aksi takdirde ellerinde pek fazla malzeme bulunmayan ve orijinal bir iddiaları olmayan ateistlerin yapabilecekleri fazla bir şey de yoktur.
Bizleri Tanrı’nın varlığına götüren evrenin gerçekliğinden kimse şüphe etmez. İçerdiği bütün varlıklarla Tanrı’nın varlığı lehinde güçlü bir kanıt olan evreni (gerek teorik ve gerekse pratik açıdan) yaratıcısız olarak düşünmek te imkânsızdır. İnsanın aklına böyle bir şey gelse bile bunun gerçekleşebileceğini zannetmek ihtimal dışıdır. Nitekim ateistlerin birtakım anlamsız ve belirsiz terimlerle açıklama getirmeye çalıştıkları ve tıkandıkları görülmektedir.
Teorik açıdan güçlü olamayan ateistin bütün kozu şu veya bu şekilde inanan insanın yaşam biçimini, dünya görüşünü, varlık âlemiyle ilgili düşüncelerini ve kanaatlerini eleştirmekten ibaret kalacaktır. Yani aktif olan, elinde tezi, iddiası ve kanıtı bulunan teisttir. Elinde iddiası, kanıtı ve orijinal düşüncesi bulunmayan ise ateistin kendisidir. O‘nun yapabileceği tek şey sonuç itibariyle ya reddetmek ya da susmak olacaktır. Nitekim gerçek ateist, ateist olduğunu dahi açıklama gereğini duymayan bununla birlikte iç dünyasında problemin sıkıntısını hisseden kişidir. Ne yazık ki günümüz ateistlerinin büyük bir kısmı günlük ideolojilerin yapay ilkeleriyle dinden kopan kişiler olmuştur.
İnanmadığı halde Tanrı’nın varlığının çürütülmesinin imkânsız olduğunu anlayan ve bunu itiraf eden Bertrand Russell gibi düşünürler bulunsa da çoğu ateist aynı olgunluğu gösterememiş, her şeye rağmen ideolojik saplantılar uğruna fikirlerinden ve ön yargılarından vazgeçmemişlerdir.
İslâm’a göre Tanrı’nın varlığının yanı sıra içerisinde Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed’in bulunduğu bütün peygamberlere ve âhiret hayatına iman etmek temel inanç esaslarıdır. İslâmiyet‘te dili, dini, ırkı, mezhebi ve toplumdaki sosyal statüsü ne olursa olsun herhangi bir insanın tam olarak mü’min sayılabilmesi için her üç konuda da tereddütsüz bir şekilde inanç sahibi olması yeterlidir. İnanan insanları ateistlerden ayıran temel nitelik de onların bu esasları benimsemeleridir.
Ateistlerin temel özellikleri ise söz konusu inanç esaslarını reddetmiş olmalarıdır. Tahmin edilebileceği gibi günümüzde dini reddeden bir kişi bu ilkeler etrafında eleştirilerini sıralamakta ve itirazlarını dile getirmektedir. Buradan hareketle ateistlerin iddialarını genel olarak üç grupta ele almak mümkündür:
1. Tanrı’nın varlığıyla ilgili olarak ileri sürülen itirazlar.
2. Peygamberlerle ilgili olarak dile getirilen tenkitler.
3. Âhiret hayatıyla ilgili itirazlar.
Bir ateist Tanrı’yı reddettiği zaman doğal olarak peygamberleri ve âhiret hayatını da inkâr etmiş olmaktadır. Dolayısıyla birine inanarak diğerlerine inanmazlık etmesi ihtimal dahilinde değildir. Ancak bazı insanların Tanrı’ya inandığı halde peygamberlere veya âhiret hayatına ilgi duymadığı ya da inanmadığı görülmektedir. Yine aynı şekilde bazı filozofların da Tanrı’nın varlığını reddettiği halde sonsuzluğa ya da ruhun ölümsüzlüğüne inanmış olduğu bilinmektedir.
Ancak bütün bunlara rağmen bir insana mümin denebilmesi için Tanrı inancı esas olmak üzere her üç konuya da inanması gerekmektedir. Aynı şekilde bir insanın ateist olmasının ölçüsü de kısaca Tanrı inancı başta olmak üzere her üç inancı açıkça reddetmesidir.
Bir insanın Tanrı’nın varlığına inanmasına rağmen peygamber ve âhiret inancından habersiz olarak yaşamış olması onun ateist olduğu anlamına gelmez. Böyle bir insan mümindir. Ancak bu duruma rağmen Tanrı’ya inanan bir insanın da (şayet daha sonra bilgilenmiş ise) bu inancının gereği olarak peygamberlerin varlığına inanması ve onların mesajlarını kabul etmesi gerekecektir.
Daha önce de ifade edildiği gibi ateistlerin temel itirazları Tanrı’nın varlığıyla ilgili olmuştur. Filozof olsun veya olmasın pek çok ateist bu konu da birtakım iddialarda bulunmuştur. Öncelikle Tanrı’nın var olmadığını ileri sürmüş, varlığıyla ilgili getirilen kanıtları da reddetmişlerdir. Bunu yaparken de daha önce görüldüğü gibi çeşitli gerekçelere dayanarak itirazlar ortaya koymuşlardır.
Bu teorilerin bir kısmı felsefî olduğu gibi, psikolojik, sosyolojik ve antropolojik olanları da vardır. İleride ayrıntılı olarak ele alacağımız bu teorilerle ateistler Tanrı inancını çürütmeye çalışmışlardır. Ancak bunda başarılı olamadıkları gibi kendi içlerinde de tutarsızdırlar. Ne var ki bu teorilerin bazı çevrelerce birer ideolojik dogma halinde savunulması onlara günümüze kadar yaşama imkânı tanımıştır. Öyle ki dindar insanlar dinle ilgili bir konuda tartışma ve konuşmaya açık iken, ateizmini ideoloji olarak savunanlar fikirlerinin tartışılmasını ve sorgulanmasını kesinlikle kabul etmemiş-lerdir. Bu tavırlarını da temelsiz ve asılsız ithamlarla örtmeye çalışmış, kaçamak cevaplarla konuyu geçiştirme yoluna gitmişlerdir.
Ateistlerin Tanrı’nın varlığıyla ilgili olarak yüzyılımızda dile getirmiş oldukları en temel iddialardan biri, Tanrı inancının bilimsel olmadığıyla ilgili fikirleridir. Bilimsel çalışmaların Tanrı inancını bertaraf ettiğini düşünen bazı ateistler inanan insanları bilim dışı olmakla suçlamışlardır. Bu kişiler Tanrı’nın varlığının bilimsel olarak ispatlanamayacağını, duyumlarla algılanmasının ve tecrübe edilmesinin de mümkün olmadığını dile getirmişlerdir.
Ateistler Tanrı’yı reddetmenin yanında doğal olarak evrenin ve canlılar dünyasının oluşumuyla ilgili açıklamalar da getirmek durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla evrenin kendi başına var olduğunu, yani yaratılmadığını, kendi iç yasaları çerçevesinde bugünlere geldiğini, dışarıdan bir müdaheleyle de (Tanrı’nın iradesiyle) şekillenmediğini iddia etmişlerdir.
Tanrı’nın varlığını kabul etmeyen ateistler doğal olarak peygamberlere ve onların Tanrı’dan vahiy aldıklarına da inanmamışlardır. Onlara göre Tanrı’nın bir insanı görevlendirmesi ya da o kişinin Tanrı’dan mesaj alması mümkün değildir. Bu süreçte anlatılan olayların onlara göre gerçek olması da mümkün değildir.
Peygamberliği ve vahyi reddetme günümüzde olduğu gibi bizzat peygamberlerin kendi dönemlerinde de görülmüştür. Peygamberler özellikle putperestliğe ve paganizme karşı savaş açtıkları ilk günlerde şiddetli itirazlarla karşılaşmışlar ve geleneği yıkmakla suçlanmışlardır. Bu itirazların temelinde de peygamberlere karşı inançsızlık olduğu gibi eski alışkanlıkların terkedilmesine ve yeni şeylerin kabulüne karşı bir isyan duygusu yatmaktadır.
Ateistler için bir kişinin elçilik (peygamberlik) iddiasında bulunması, Tanrı’dan melek vasıtasıyla mesaj getirmesi ve ölümden sonraki yaşamdan bahsetmesi kabul edilemez bir durumdur. Onların toplumsal hayatta iyilikleri anlatarak ahlâksızlığa karşı direnmeleri, adaleti sağlamak için uğraşmaları, haksızlığa karşı gelmeleri, insanların eşit olduğunu söylemeleri ve dürüst bir yaşam sergilemeleri de aynı derecede tepkiyle karşılaşmış ve reddedilmiştir.
Peygamberlere inananların sayısı çoğunlukta olmasına rağmen bazı insanlar ısrarla mücadele etmiş ve onlara kötülük yapmaya çalışmışlardır. Bu kişiler Peygamber’in getirdiği mesajları çeşitli gerekçelerle reddetmiş ve onları dinlemekten kaçınmışlardır. Peygamberlere olan karşı çıkmanın altında dinle ilgili bazı teorik itirazların yanında, psikolojik, sosyolojik, hatta ekonomik etmenler de bulunmaktadır. Yine bu karşı çıkmada kişisel ve kültürel özelliklerin dahi ön plana çıktığı görülmüştür.
Hz. Peygamber’e inanan ve İslâm’a ilk giren kişilerin arasında ayrımcılığa uğrayarak ezilen ve haksız muamele gören zayıfların, kölelerin, kadınların ve yoksul insanların çoğunlukta olması ilginçtir. Buna karşın peygambere ilk karşı çıkanların ise zenginlerin, kabile reislerinin, putlardan, hurafelerden ve büyücülükten kazanç elde edenlerin bulunması da dikkat çekicidir.
Ateistler âhiret yaşamına da inanmamışlardır. Öldükten sonra tekrar dirilmeye, dünyada yapılan işlerin hesabının verilmesine ve orada bir yaşamın olduğuna da karşı çıkmışlardır. Âhiret hayatıyla ilgili olarak Kur‘ân-ı Kerîm‘de anlatılan haberleri de reddetmiş, müminlerin bu durumlara yönelik inançlarını, beklentilerini ve hareketlerini de kabul etmemişlerdir.
Kur‘ân‘da anlatıldığına göre Hz. Peygambere ve âhirete inanmayan bir kişi günümüzün ateistlerini aratmayacak bir ustalıkla eline ölmüş insanların kemiklerini alıp onları ufalamış un haline getirdikten sonra bu kemiklerin tekrar nasıl dirileceğini sormuştur. Bunun üzerine Kur’ân da o kişiyi bu dünyâ‘da nasıl var olduğunu unutmakla suçlamıştır. İkincisine oranla birincinin daha zor olduğunu ifade etmiş ve o kişiyi de düşüncesizlikle itham etmiştir (Yâsîn 77-79).
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi yaşamın sadece bu dünyada olduğunu zanneden ve ileride yaptıkları kötü işlerin hesabını vermek istemeyen insanlar ahirete de inanmamış ve bedenlerin ölmesiyle birlikte her şeyin biteceğine kanaat getirmişlerdir. Bunun böyle olmadığını gerek Kur‘ân ve gerekse Hz. Peygamber çeşitli defalar dile getirmiş ve insanları uyarmıştır.
Buraya kadar ana hatlarıyla vermeye çalıştığımız iddialarla ilgili olarak ateistler çeşitli gerekçeler ileri sürmüşlerdir. Ancak bu gerekçeler ileride göreceğimiz gibi tatmin edici olmaktan uzaktır. Meselâ Tanrı’nın var olmadığını ileri sürerken iddiaları lehinde güçlü kanıtlar getirmekten yoksundurlar. Henüz ispatlanmayan bilimsel var sayımların dışında yaptıkları tek şey daha önce de ifade edildiği gibi Tanrı’nın varlığına inanan insanların tezlerinin yanlış olduğunu söylemeye, onları çürütmeye ya da eleştirmeye çalışmaktan ibaret olmuştur. Bunu yaparken de bilimsellik, rasyonellik, mantıksallık ve ahlâkî özgürlük gibi birtakım ilmî ve felsefî kavramları kullanmış ve kendi lehlerine bir durum ortaya koymaya çalışmışlardır. Ancak bu süreçte ateistlerin ne kadar sübjektif ve ne kadar yanıltıcı oldukları da gözden kaçmamaktadır.
2. Bilimsellik ve Tanrı İnancı
Bilim, zaman ve mekân dünyasında yer alan nesnelerin yapısını inceleyen, olgu ve olayların yasalarını, bunun yanında işleyiş biçimlerini araştıran faaliyetin adıdır. Din (İslâmiyet) ise özünde tek Tanrı inancını savunan, kendine özgü inanç, ibadet, ahlâk ve muamelat ilkeleri bulunan bir sistemdir. Bilim tecrübeyi de esas alarak tek tek örneklerden hareketle bir ilkeye doğru gitmeye ve dünyamızın sırlarını çözmeye çalışır. Din ise gerek bireysel ve gerekse toplumsal açıdan insana bir değerler alanı çizmekte ve varlığımızla ilgili bir bakış açısı (vizyon) sunmaktadır. Bilim bir anlamda maddî dünyamızı, din ise mânevî dünyamızı aydınlatmak-tadır.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi bilim ve din insanın sahip olduğu en önemli kutsal değerlerindendir. Her ikisi de insan için su ve ekmek kadar önemlidir. İhmali halinde ise insan hayatında büyük yaralara yol açabilecek sonuçlara neden olacaklardır.
Bilim ve din, gerek saha ve gerekse amaç itibariyle birbirine karşıt olgular değildir. Çünkü her ikisinin de uğraşı alanı birbirinden farklıdır. Bilimin fenomen dünyamızla ilgili olduğunu ve bu sahada araştırmalar yaptığını düşünürsek bu faaliyetin bir anlamda dinin de lehine olacağı açıktır. Çünkü din bu evrenin ve içindekilerinin Tanrı’nın bir yaratığı olduğunu, orada belirli yasalar bulunduğunu ve her şeyin bir düzen içerisinde var kılındığını ifade etmiştir. Bilim de sonuç itibariyle evrenin yasalarını ve işleyiş biçimini ortaya koyacağına göre, yani kaostan ziyade, bir düzeni keşfedeceğine göre dinin bu sonuçtan rahatsız olacağını düşünmek yanlış olacaktır.
Ne var ki tarihin bazı dönemlerinde alanları ve konuları belli olan bu sahalar birbirine karıştırılmış ve yapay bir çatışma ortamının doğmasına sebep olunmuştur. Doğrusu bunda her iki kesimin ideolojik davranan kişilerinin suçu vardır. Ancak din adına bilime karşı çıkanların sayısı ile bilim adına dine karşı çıkanların oranı arasında büyük uçurumlar bulunmaktadır.
Dini doğal yapısından çıkarıp onu bir doğma yığını haline getiren ve insanların yaşamına müdahale eden kilise, ne yazık ki Ortaçağ’da bilim düşmanlığının da öncülüğünü yapmıştır. Bu dönemde Batı’da pek çok bilim adamının mağdur olduğu bilinmektedir. Ancak bilimin elde ettiği gelişmelerle din (kilise öğretileri) adına önüne konan, gerçekte ise dinle ilgisi olmayan engelleri aşması zor olmamıştır.
Kiliseye karşı başarı elde eden bilim, bir süre sonra kendi mecrasından çıkarılmış ve söz sahibi olmadığı alanlarla ilgili iddialarda bulunmasına zemin hazırlanmıştır. Bu da insanlık adına yapılan bir diğer yanlış olmuş ve yanlışa yanlışla cevap verilmiştir. Dolayısıyla bir çatışma ortamı doğmuştur.
Yukarıdaki yapay çatışmayı fırsat bilen ateistler boş durmamış, dinle ilgili eleştirilerinde bilimin henüz doğrulanmamış verilerinden yararlanma ve onun adına konuşma yoluna gitmişlerdir. Özellikle Tanrı inancına karşı bilim silahını kullanan ateistler (materyalistler) bilimin mutlak doğru olduğunu ve onun dışında kalan şeylerin de yanlış olduğunu göstermeye çalışmışlardır. En azından dinin ve Tanrı inancının bilim ötesi olduğunu görememiş, bu konudaki çabalarının da boşa çıkacağını tahmin etmemişlerdir. Ateistler günlük yaşamlarında herhangi bir nesneyi inceler gibi Tanrı’yla ilgili iddiaları masaya yatırmak ve onu pozitif bilimin konusu yapmak istemişlerdir. Dolayısıyla her iki konu arasındaki mahiyet farkını anlayamadıklarından yanılmışlardır.
Ateistler bilimin elde ettiği nisbî ilerlemelerle kısa bir süre için de olsa gururlanmışlar, ancak bilimsel çalışmaların dünyamızın ötesine taşmasıyla birlikte astronomideki başarılar karşısında acziyet ve yanılgılarını anlamışlardır. Binlerce yıllık bir geçmişi olan gezegenlerin, galaksilerin, sayısız yıldızların varlığı nereden kaynaklanıyordu? Kaldı ki birtakım şeyleri anlamak için doğrusu uzaya gitmeye de gerek yoktu. Meselâ atom çekirdeğinin yapısı da bizlere bir fikir vermekteydi. Küçük bir âlem görünümündeki kendi varlığımız da böyledir. Dolayısıyla dünyamızın anlaşılmasını sağlayan ve bir anlamda nesnelerin sırrını çözen pozitif bilim, yüzyılımızın son çeyreğinde kendi olağan çizgisine gelmiş, dinî konularla ilgili olarak bilim adamlarının tarafsız bir tutum içerisine girmesine neden olmuştur. Bazı bilim adamlarının Tanrı inancının aleyhindeki görüşleri ise sübjektif yargılardan öteye geçmemiştir. Bilim ve din ilişkisine böylece değindikten sonra(36) bilim karşısında Tanrı’nın varlığı konusunun ne şekil bir problem olduğuna geçebiliriz.
Tanrı’nın varlığı meselesi, bilimsel bir konu olmaktan ziyade inançla ilgili bir durumdur. Bunda şaşılacak bir durum olmadığı gibi, Tanrı’nın zâtının mahiyeti göz önünde bulundurulduğunda, bunun böyle olması gerektiği de kendiliğinden anlaşılacaktır. Bilimde objeler vardır ve bu objeler zaman ve mekân dünyamızda var olan, beş duyumuzla algılanabilen, tecrübe edilebilen nesnelerdir. Tanrı böyle midir? O, önümüzde duran ve duyumlarımızla kavrayabileceğimiz herhangi bir varlık mıdır? Gerek bizim tarafımızdan, gerekse bilimsel araç ve gereçlerle test edilebilecek bir nesne olabilir mi? Olsaydı böyle bir varlığa Tanrı diyebilir miydik?
Din insana inanmaya ve tapmaya lâyık olan şeyin sadece Tanrı olduğunu söylemektedir. Bu ne demektir? Tanrı olmayan şeye, yani etrafımızdaki nesnelere, kişilere, figürlere veya sembollere tapmamamız gerekmektedir. Çünkü mahiyet itibariyle bizden bir farkı olmayan, herhangi bir maddî varlığın kutsal ve tapılmaya lâyık olamayacağı açıktır. Böyle bir varlığın, kişinin ya da nesnenin, Tanrılık iddiası bulunsa bile insanın o varlığın Tanrı olamayacağına karar vermesi zor olmayacaktır.
Sonuç itibariyle pozitif bilimin Tanrı’yı test edebilecek yetkiye sahip olmadığı görüldüğü gibi, O’nun (Tanrı) bazı kişilerce bilimsel bir şekilde ispatlanması arzusu da anlamsız olacaktır. Ayrıca bu noktada ateistlerin “Tanrı nerede?” veya “Tanrı’yı gösterebilir misiniz?” gibi soruları da çocuksu kalmaktadır. Çünkü Tanrı’yı zaman ve mekân dünyasında herhangi bir obje gibi arama işlemi, dinin özüne uymadığı gibi bilimsel bir araştırmanın da kapsamını çoktan aşmaktadır. Yukardaki sorular karşısında bazı insanların Tanrı’yı içimizde veya etrafımızdaki herhangi bir varlık gibi düşünmeleri, algılamaya ve anlatmaya çalışmaları da bu durumda boşuna olacaktır.
Tanrı, mahiyeti itibariyle aşkın olup dünyevî bir varlık değildir. Daha önce ifade edildiği gibi O evrenin bir parçası da değildir. Ancak bu durum Tanrı’yla evren arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığı anlamına da gelmemelidir. Aşkın bir varlık olan Tanrı, evrende mahiyetiyle değil, nitelikleriyle, kurmuş olduğu düzenle, belirlemiş olduğu yasalarla, gücüyle, güzelliğiyle, merhametiyle, yaratıcılığıyla bulunmaktadır. Nitekim düşünebilen ve görebilen gözler de bunun farkındadır. Tanrı bizlere, bahçemizdeki birçiçekte, uçan kuşun cıvıltısında, tebessüm eden çocuğun gözlerinde, ormanların yeşilliğinde, rengârenk balıkların ve sayısız canlılın yaşadığı denizlerde ve geceleri ışıl ışıl parlayan gökyüzündeki manzarada varlığını hissettirmektedir.
İslâmiyet Tanrı’nın varlığının ve ona olan inancın bir gayp (fizik ötesi) problemi olduğunu belirtmiştir. Din “Tanrı vardır” derken onun dünyamızın bir köşesindeki, herhangi bir varlık gibi var olduğunu iddia etmemiştir. Dolayısıyla din pozitif anlamda test edilebilecek bilimsel bir iddiada bulunmamıştır. Bu nedenle bizzat Tanrı’nın varlığının pozitif bilimlerle araştırılması ya da çürütülmesi hayal olmaktadır. Çünkü pozitif bilimin sınırları bellidir. O sınır da bizim içerisinde bulunduğumuz ve tecrübe ettiğimiz fenomenler dünyasıdır.
Bu noktadaki tartışma bilimin Tanrı inancının lehinde mi ya da aleyhinde mi olduğu tartışmasıdır. Durum böyle olunca tamamen bir inanç problemi olan Tanrı’nın varlığı hakkındaki sözde bilimsel çürütmeler de ideolojik var sayımlardan öteye geçmeyecektir. Elbetteki birtakım ideolojiler Tanrısız olabilir. Ancak bilimi ve bilimsel var sayımları birtakım ideolojik saplantıların hizmetine vermemek gerekir. Yüzyılımızın son çeyreğinde görüldüğü gibi bilim er ya da geç kendisiyle ilgili yönlendirmelerin ve şartlandırmaların üstesinden gelecek, kendisi adına Tanrı inancı aleyhinde anlamsız söz söyleyenleri de yalanlayacaktır.
Bilim olgular dünyasını ve dünyamızla ilgili hususları açıklığa kavuşturmaktadır. İnançsızlığın bilgisizlikten ve düşüncesizlikten kaynaklandığını söyleyen din de bilimsel çalışmalar ve keşiflerden en fazla sevinecek ve kendi adına pay çıkaracak olandır. Çünkü dine göre görülen ve tecrübe edilen dünya, görünmeyen ve tecrübe edilemeyen bir âlemin ve yaratıcının işaretçisidir. Dolayısıyla bütün ilmî çalışmalar insanı Tanrı’ya götürecek ve daima O’nu hatırlatacaktır.
Sonuç olarak Tanrı inancı hakkında konuşurken bilimin nereye tekabül ettiğini iyi düşünmek ve ona göre konuşmak gerekmektedir. Bu noktada bilimsel olmanın ya da olmamanın ne olduğu iyi kavranmalı, inançla bilim arasındaki mahiyet farkı da daima göz önünde bulundurulmalıdır.
Ne yazık ki Hıristiyan dünyada bu durum bazan gözden kaçırılmıştır. Tanrı’nın (Teslis inancındaki Baba) oğul İsa kılığında dünyaya geldiğini, acı çektiğini ve çarmıha gerildiğini öğreten kiliseye karşı ateistler de bilimsel eleştirilerde bulunmuş, bu ve benzeri iddiaların kanıtlanmasını istemişlerdir. Sonuçta Batı’daki kilise öğretileri sayesinde ateizmin güçlenmesine imkân tanınmıştır. Ancak İslâmiyet’te böyle iddialar söz konusu olmamış dolayısıyla benzeri itirazlara maruz kalınmamıştır. Çünkü İslâmiyetin olgular dünyasıyla ilgili akılla ve bilimle çelişen ilkeleri mevcut değildir. Zaman zaman ortaya çıkan çatışmalar da İslâm‘dan değil, bazı müslümanların kültürel veya örfi alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır. Ancak İslâmiyet herhangi bir milletin, toplumun ya da grubun kültürel alışkanlıklarıyla özdeş değildir. Dolayısıyla müslüman olsa da bilim karşısında olumsuz bir tutum sergileyen kişinin hareketi sadece kendisini ve yaşadığı toplumun değerlerini bağlamaktadır.
Kuraklık zamanında Tanrı’ya dua eden bir insan, bir ateist kadar yağmurun hangi şartlarda oluştuğunu ve ne şekilde yağdığını bilmektedir. Aynı şekilde o kişi deprem, sel ve yangın gibi doğal olaylar karşısında nasıl davranacağının ve hangi tedbirleri alacağının farkındadır. Dolayısıyla Tanrı’ya inanan bir insanla inanmayan bir insan arasında günümüzde doğal olayların oluşumu hakkında bilimsel bir ayrılık bulunmamaktadır. Bulunması da gerekmemektedir. Çünkü her ikisi de aynı dünyada yaşamakta ve ortak şartlarda bulunmaktadır. Aralarındaki fark ise bu olayları yorumlamada, üzerimizdeki etkilerini farklı değerlendirmede ve duygulanımlarda ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla aralarında inanç, duygu ve yorum farkı bulunan kişilerin artık birbirlerini bilim konusunda yargılamaları hiç de doğru olmayacaktır.(37)
Görünen o ki günümüzde Tanrı’nın varlığına inanan ve inanmayan insanlar, bilimin mahiyeti ve sınırları hakkında tarihte olmadığı kadar bir fikir birliği içerisindedirler. En azından onlar yaşanılan dünyada cereyan eden olaylar konusunda sebep-sonuç ilişkisi açısından pek de farklı düşünmezler. Sadece pozitif bilimi ilgilendiren konularda değil pek çok sosyal hadiseyle ilgili olarak da inananla inanmayan arasında ortak değerler ve buluşma noktaları mevcuttur. Dolayısıyla onları aynı dünyada yaşayan ancak birbirine zıt olan çok farklı yaratıklar gibi düşünmemek gerekmektedir. Elbetteki ateistle Tanrı’ya inanan kişinin duyguları ve bazı olaylar karşısındaki tepkileri farklı olabilmektedir. Bu nedenle dünyaya da farklı gözle baktıkları görülmektedir. Ancak bilimin ve evrensel değerlerin onları ortak bir noktada buluşturduğu da artık bilinen bir husustur. Dolayısıyla bu konudaki karşılıklı ithamların sona erdirilmesi gerekmektedir. Tartışma yapılacaksa bu her iki alanın kendi sınırları içinde kalmalıdır. Birini ötekiyle ya da diğerini bir başkasıyla yargılayacak olursak bu bir anlamda bugüne kadar yapılagelen yanlışlığın devam ettirilmesi olacaktır. Bununla da bir yere varılamayacağı muhakkaktır.
3. Rasyonellik ve Tanrı İnancı
Tanrı inancıyla bilim arasında olumsuz bir ilişki kuran ateistler rasyonalite konusunda da benzeri tutumu sergilemişler inananları mâkul (rasyonel) ve mantıklı olmamakla itham etmişlerdir. Sanki mâkul ve mantıklı olmanın temel şartı inançsız olmak veya dini reddetmekmiş gibi bu kavramı kendi lehlerine kullanmışlardır. Aslında böyle bir ithamla yüzyıllardır ateistlerin kendileri karşılaşmış ve bu ithamın ağırlığını üzerlerinde hissetmişlerdir. Zaten söz konusu suçlamada tepkisel bir tavrın sonucu ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki bu davranışa yıkıcı ideolojiler arasında sık sık rastlanmaktadır.
Tanrı inancının aklî temelinin bulunup bulunamayacağı felsefî bir tartışma konusudur. Ancak bu tartışmanın neticesinde zorunlu olarak Tanrı’nın varlığının kabulü veya reddi gündeme gelmemektedir. Sadece inancın akli temelinin olup olamayacağıyla ilgili fikrî muhakemeler yapılmaktadır. Meselâ Kant gibi bu konuda olumsuz sonuca varanlar dahi ateizme varmamış sadece inançla akıl arasındaki ilişkinin mahiyetine dikkat çekmişlerdir. Dolayısıyla inancın akıl üzerine kurulamayacağı yargısıyla-ki pek çok dindar insan dahi bu şekilde düşünmektedir-Tanrı inancının akıl dışı (irrasyonel) olduğu suçlaması birbirinden farklı şeylerdir. Burada eleştirdiğimiz konu da ikinci durumdur. Yani bazı ateistlerin Tanrı inancını eleştirirken olumsuz iddialarının arasına rasyonalite kavramını sıkıştırmalarıdır.
Tanrı inancını rasyonel bulmayan bir tavrın kendisi de doğrusu rasyonel olmayacaktır. Çünkü rasyonel kabul edilmeyen herhangi bir kavram hakkındaki hükümlerin (çıkarsamaların) bütünü de rasyonel olmamak riskiyle karşı karşıyadır. Bu durumda ateistlerin kendileri de, kendi ilkelerine göre, akıl dışı bir tutum sergilemiş olacaklardır.
Tanrı inancı başta olmak üzere hemen hemen her konuda bir insanın rasyonel olması mümkündür. Sonucun olumlu ya da olumsuz olması o kadar da önemli değildir. Tanrı’ya inanan bir kişi inancını aklî muhâkemeler neticesinde savunabiliyorsa, bu tutumunda da kendi içerisinde tutarlı, kapsamlı, mantıklı ve sistemli ise onun rasyonel olduğunda şüphe yoktur. Aynı şekilde bir insanın da benzeri bir tavırla inançsızlığa varmaya çalışması ihtimal dışı değildir. Dolayısıyla rasyonel olmak, doğmatik olmanın karşıtı olarak bütün insanlara özgü bir tavır olmalıdır. Herhangi bir insanın tekelinde bulunan bir kimlik olarak düşünülmemelidir.
Doğrusu ortada tek bir akıl anlayışı bulunmamaktadır. Farklı düşünürlere göre farklı rasyonalite tanımları mevcuttur. Böyle olunca bazı ateistlerin inancın akıl dışı olduğuyla ilgili tezleri de iyice anlamsızlaşmaktadır. Meselâ özünde materyalist olan ve maddeyi esas aldığı için aklı her türlü bilginin kaynağı olarak görmeyen bazı ateistler din konusu gündeme gelince nedense tutum değiştirmekte ve akıl silahına sarılarak dini eleştirmeye çalışmaktadırlar. Kimilerine göre akılla Tanrı’ya gidilmesi mümkün değil iken bir başkasına göre de bundan daha aklî bir davranış görülmemiştir.
Ancak her şeye rağmen akılsızlık ve mantıksızlık suçlaması her iki tarafın da kullanmaması gereken bir şeydir. Yani Tanrı’nın varlığına inanınca akıllı, inanmayınca akılsız olunacak veya tersine onun varlığını reddedince rasyonel, kabul edince de doğmatik olunacak gibi bir kabul, insanın kendi kendini (doğasını) inkâr etmesi ve aklî muhakemesini de tartışılır duruma getirmesiyle sonuçlanacaktır.
Bir insanın Tanrı’nın varlığını, uzun düşüncelerden ve muhakemelerden sonra, aklen zaruri görmesinden daha doğal ne olabilir? Yine bir insanın aynı konuda farklı düşünmesi, en azından farklı muhakemelerde bulunması da teorik açıdan ihtimal dışı değildir. Dolayısıyla bilimsellik konusunda olduğu gibi rasyonel olmak durumunda da bir tarafın mutlak üstünlüğü söz konusu olamaz. Tabii ki bu durum bilimin ve aklın, insanı inançsızlıktan ziyade Tanrı’nın varlığına götürdüğü gerçeğini de değiştirmez. Kaldı ki aklen Tanrı’nın varlığının kanıtlanamayacağı kabulü dahi zorunlu olarak ateizmle sonuçlanmaz. Nitekim nazari akılla Tanrı’nın ispatının imkânsız olduğuna inanan Kant dahi yukarıda ifade edildiği gibi ateist olmamış aksine Tanrı’ya giden başka bir yol arayışında bulunmuştur.
Mâkul ve mantıklı olmanın ne olduğu herkesçe bilinmektedir. Felsefede bunların ne anlama geldiği de âşikârdır.(38) Kaldı ki filozofların mâkul ve mantıklı oldukla-rını ya da onların bu konulara önem verdiğini düşünmek hiç zor değildir. Bu açıdan yaklaşıldığında rasyonel olduğundan şüphe edilmeyen, mantıkî bir düzen içerisinde düşüncelerini ifade eden pek çok filozofun Tanrı’nın varlığına inandığı sürpriz olmayacaktır. İnanmayanların büyük bir çoğunluğu da inanmakla inanmamak arasında mütereddit olan ve bu ikilemden ıstırap duyan kişilerdir. Dolayısıyla akıl, felsefe ve bilimsel düşüncenin Tanrı’yı reddettiği gibi iddialar sadece gerçekle bağdaşmayan birer ideolojik varsayımdır. Filozofların sıradan ve geleneksel dindarlar olmadığı doğrudur. Ancak onların çoğunluğunun da ateistler gibi Tanrısız bir dünya düşlemediği ve dinsiz yaşamı kurmayı amaçlamadığı ayrı bir gerçektir.
Rasyonel olmayı yani aklîliği teknik bir terim olarak akılcılık (rationalism) anlamında alsak dahi yine durumun değişmediğini göreceğiz. Felsefî bir ekol olarak akılcılığın önde gelen düşünürleri Descartes, Spinoza ve Leibnitz gibi filozoflar bırakınız reddetmeyi, bir şekilde Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için çaba sarfetmişlerdir.(39) Dolayısıyla ateistlerin bu konularda inanan insanlara yöneltmiş olduğu ithamlar hiç de gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü bu tür itham ve düşünceler ideolojik amaçlı olup ciddiye alınabilecek şeyler değillerdir.
Bazı dindarlar tarafından da aklın Tanrı’nın varlığını bilemeyeceği iddia edilmiştir. Hatta Tanrı’nın varlığına inandığı halde pek çok insanın akıl konusundaki mütereddit ifadelerine rastlanmaktadır. Ancak bu yaklaşım bizleri o kişilerin inançları konusunda yanıltmamalıdır. Onların kastettikleri şey, aklın inancı reddettiği gibi bir iddia değildir. Aksine aklın bu konuda yetersiz kaldığı, sınırlı olduğu ve her şeyi bilemeyeceğiyle ilgili tezlerdir. Dolayısıyla bu bakış açısını diğerlerinden ayırmak gerekmektedir.
4. Mantıksallık ve Tanrı İnancı
Tanrı’nın varlığını birtakım iddialarla dışarıdan çürütmeye çalışan ateistler sonuçta amaçlanan hedefe ulaşamayınca, Tanrı sözcüğüyle ilgili mantıksal tahlillere (kavramsal çözümlemelere) girmişlerdir. Öncelikle Tanrı kavramının sözde bir kavram olduğunu ve gerçekliğinin bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Yine bu kavramın insan zihni tarafından üretildiğini, temelinde de insanın sebebini bilemediği olaylar karşısındaki ümit ve korkularının yattığını belirtmişlerdir. Önceki bölümde işaret edildiği gibi ateistlerin Tanrı inancını rasyonel bulmaması konuya ön yargılı yaklaşmalarının, hatta yanıltıcı ve yıkıcı bir üslûp kullanmalarının sonucu idi. Tanrı inancının mantıkî bulunmaması da benzeri bir tavrın sonucu olup tamamen ateistlerin ideolojik şartlanmalarıyla ilgilidir.
Aşkın bir Tanrı kavramını mantıkî açıdan sorgulamakla dinlerin Tanrı inançlarını eleştirme işi birbirinden ayrı şeylerdir. Birinci durumda evrensel olan yaratıcı Tanrı kavramı için herhangi bir risk bulunmamaktadır. Ancak ikinci durumda dinî yorumların bir yere kadar eleştirilebilmesi mümkün olabilmektedir. Nitekim bundan en zararlı çıkan da Hıristiyanlık dini olmuştur. Ancak Hıristiyanlığın çelişkileri, bünyesindeki paradoksları kısacası bütün problemleri kendini bağlar. Bunların başka bir din için genellenmesi söz konusu olmamalıdır.
Mantıkî olmak zorunluluğu bünyesinde paradoks barındıran sistemlerin bir problemidir. Nitekim hıristiyanların çoğunluğu teslîs, vaftiz, enkarnasyon, aslî suç ve çarmıh gibi konularda mantıklı bir açıklama getirmenin zorluğunun farkındadırlar. Bu nedenle hıristiyan dünyasında mantık ile inanç arasında bir çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Ancak bu çatışmanın İslâm’da da olduğunu söylemek onu tanımamak ve bilmemekle eşdeğerde olacaktır. Çünkü İslâm dininde Tanrı inancıyla ilgili olarak “teslis”e veya “enkarnasyona” benzer bir paradoks mevcut değildir. Bu durum ateist olmasına rağmen bazı Batılı düşünürlerin dahi ifade ettiği bir gerçektir. Dolayısıyla paradoksların (mantıksal çelişkilerin) olmadığı bir inanç sistemini mantıki olmamakla itham etmek yersiz ve asılsız bir iddia olacaktır.
Her şeye rağmen Tanrı’ya inanmayan insanlar olabilir. Çünkü O’na inanıp inanmamak işi iradeyle ilgilidir ve bu konuda da herkes özgürdür. Ancak inanmayanların, İslamiyet’teki Allah inancında anlaşılması güç olan ya da mantık dışı bir noktaya rastlamaları da mümkün değildir. Böyle bir iddiada bulunmaları da ihtimal dışıdır. Bu itibarla Hıristiyanlığın kendine özgü inançları yüzünden ortaya çıkan inanç-mantık çatışması İslâmiyet için geçerli olmayacaktır.
İslâm dünyasında Tanrı inancının mantıkî açıdan eleştirisini yapamayan ve bu noktada Hıristiyanlık için gündeme getirilen eleştirileri tekrarlayan bazı ateistler strateji değiştirerek psikolojik terimlere sığınmışlardır. Bir anlamda Tanrı inancının temelinde yattığını iddia ettikleri konuları gündeme getirmişlerdir. Yukarıda ifade edildiği gibi, bunlar da korku ve ümit gibi insanın ruh haliyle ilgili durumlardır.
Kaldı ki etik (ahlâkî), estetik ve dinî değerleri “korku ya da ümit” gibi psikolojik tecrübelerle izah etmek modern bir insanın yapamayacağı ilkel bir davranış olsa gerektir. Çünkü bu tür şeyler zaman üstü olan ve bütün zamanlara olduğu kadar bütün insanlara hitap eden değerlerdir. Aksi olsaydı şu anda hayranlıkla gezdiğimiz, izlediğimiz, seyrettiğimiz, dinlediğimiz ya da okuyarak heyecanlandığımız tarihi eserler olmazdı.
Sözkonusu itirazlar doğrusu yüzyıllardır tekrarlanan ve her fırsatta inananların karşısına konan çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar da içi boş, düşüncelerdir. Şayet insan birtakım ümit ve korkulardan dolayı Tanrı fikrini üretmişse, yine aynı insanın benzeri gerekçelerle inançsızlığı ürettiğini söylemek da mümkündür. Bu durumda inançsızlık olgusu da yapaylık suçlamasıyla karşı karşıya olacaktır. Kaldı ki böyle bir yaklaşımın inanç meselesini ciddi olarak kavrayamadığı ve temel etmenlerini bilmediği de anlaşılmaktadır.
Doğal olaylar karşısındaki insanın tavrı, ümit ve korkuları, dinden ziyade temelde bilimle alâkalı olan şeylerdir. Tabiatta Tanrı’ya inansın veya inanmasın hemen hemen herkesin bir şekilde etkilendiği ya da duygulandığı hadiseler cereyan etmektedir. Her iki taraf da bazı olaylar karşısında sevinmekte veya korkuya kapılmaktadır. Ancak bütün bunlar bu tür olayların sonuçlarıyla alâkalı şeylerdir. Dolayısıyla böyle bir problem insanın üstesinde gelmesi gereken ortak problemidir.
Doğada cereyan eden ve insanları birtakım hurafe, saplantı ve bâtıl inançlara sevkeden olaylar bilimin çözmesi gereken konulardır. Zaten bu tür şeylerle bilim kadar İslâmiyet de savaşmaktadır. Hurafeler, dinin getirmeye çalıştığı ve her fırsatta yinelediği tek Tanrı inancını zedelemekte, insan zihninin kirlenmesine yol açmaktadır. Bunlar kimi zaman pagan, kimi zaman totem, kimi zaman da gizli kudrete sahip olduğu var sayılan kutsallaştırılmış varlıklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilimin geri olduğu dönemlerde yaygın olan bu tür olaylar ne yazık ki günümüzde dünyanın değişik yerlerinde hâlâ devam etmektedir.
Bazı ateistler insanlık tarihi hakkında konuşurken dünyanın geri ve gizli kalmış yörelerinde yaşayan insanları (kabileleri) ölçü almaktadırlar. Bu insanların değerlerini bir şekilde tarihe de yansıtmakta ve inanç dünyasını bu şekilde tasvir etmeye çalışmaktadırlar. Elbetteki bu tür çalışmaların insanlık tarihine ışık tutacağı âşikârdır. Ancak bunun yanında kasıtlı olarak yanlış bir tavır sergilenmiştir. O da şudur: Onlar (bazı ateistler) bilim ve medeniyette ilerlediği halde milyarlarca insanın inancını, kültürünü ve dinî değerlerini (monoteistik geleneği) bilimsel(!) veri olarak dikkate almamış tarihe de bu açıdan bakmamışlardır. Burada bilimin, özellikle antropolojik çalışmaların ideolojilere kurban edildiğini, bilimsel çalışmalarda ne kadar taraflı ve seçici davranıldığını görmek mümkün olmaktadır.
Sıradan bir insan ciltler dolusu kitapları okumaya gerek duymadan kendi muhakemesi ve mantığıyla çevresine bakar bakmaz Tanrı’nın varlığına hükmedecek yeterliktedir. Hatta bu kanaatine ulaşması için belki felsefî veya teolojik kanıtlara ihtiyaç duyması da gerekmeyecektir. Şayet kendini, içindeki doğal eğilime karşı çıkmaya zorlamaz ve reddetmek için özel bir gayret sarfetmez ise o kişi Tanrı’ya olan sevgi ve hayranlığını da gizleyemeyecektir. Bu doğal eğilim ve sarsılmaz kanaati insanın günlük yaşamına ve diğer varlıklarla ilişkisine de yansıyacaktır. Dünyanın her yerinde böyle bir durumla karşılaşmak mümkündür. Nitekim tarih boyunca da böyle olmuştur. Bütün bunları bir çırpıda yapay addetmek insanın kendi doğasıyla çatışması ve kendi kendini yalanlamasıyla eş değerde olacaktır.
Her şey bir tarafa, insan niçin pozitivistlerin iddia ettiği gibi gerçekte var olmayan bir şeyi kanıtlamaya ve ona inanmaya çalışsın? Kaldı ki var olmayan bir şeyin insanın aklına gelmesi (içine doğması) ve zihninde yer işgal etmesi mantıken mümkün müdür? Bir an için böyle bir şey mümkün olsa bile (yani bir şeyin hayalî olarak düşünülmesi imkân dışı olmasa bile) bunun Tanrı’ya tekabül etmesi mümkün müdür?
İnsan sıradan bir varlık gibi Tanrı’yı zihninde oluşturamaz. Sadece onun varlığını ve büyüklüğünü idrak eder. Kaldı ki gerçek olmayan bir şeyin binlerce yıldan beri milyonlarca insan tarafından benimsenmesi, zihin ve kalplerde yer alması, biraz şaşırtıcı olmayacak mıdır? Çok sayıda insanın yanılması veya yanlış olan bir konuda asırlarca ısrarlı olması düşünülebilir mi?
Tanrı’nın varlığı konusunda ellerindeki iddiaların birer birer sonuçsuz kaldığını gören ateistler son bir hamle daha yaparak, her halukârda O‘nun bilinemeyeceğini, tanımlanamayacağını ve hakkında konuşulamayacağını söylemek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla inananları Tanrı kavramı hakkında tutarsızlıkla, çelişkiye düşmekle, bazan da bilgisizlikle itham etmişlerdir. Ancak ateistlerin bu tür iddiaları da felsefî polemiklerin ötesine geçmemiş, inanan insanlar üzerinde ise hiçbir etkide bulunmamıştır. Kaldı ki bu itirazlar yine felsefî açıdan çok ciddi itirazlara uğramış ve çürütülmüştür.
Ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı’ya inanan kişiler O‘nun ne olduğu konusunda hiç bilgisiz değillerdir. Mahiyeti itibariyle Tanrı’nın tarafımızdan tam olarak kavranamayışı, O‘nun hakkında bilgisiz olacağımız veya hiçbir şey konuşamayacağımız anlamına gelmemektedir. Elbette Tanrı ile insan arasındaki bilgi türü, insanın eşiyle, çocuğuyla, arabasıyla, çevresiyle veya beraber olduğu iş arkadaşlarıyla olan bilgisi gibi olmayacaktır. İkinci durumda insanın muhatabı yine kendisi gibi olan, bildiği şartlarda yaşayan ve çeşitli şekillerde tecrübe ettiği bir varlıktır. Birinci durumda ise insanın muhatabı kendine benzemeyen, çevresindeki herhangi bir nesne gibi olmayan bir Yüce Zat‘tır. Dolayısıyla inanan kişi bunun farkındadır ve bu şuur çerçevesinde düşünmekte, ibadetini yapmakta ve duygularını dile getirmektedir.
Tanrı’nın mahiyet itibariyle insan tarafından düşünülmesi esnasında zihinde birtakım sıkıntıların doğma ihtimali vardır. Ancak mantıklı ve mâkul bir insanın neyin nasıl olması gerektiğini iyi kavraması gerekmektedir. Hele bu düşündüğü varlık Tanrı olunca O‘nun nasıl olabileceğini veya ne olmadığını (olmaması gerektiğini) iyice muhakeme etmesi gerekir. Kaldı ki inanan herkes Tanrı’nın bütün mükemmellikleri, güzellikleri ve yetkinlikleri zatında bulundur-duğunu, buna karşın bütün noksanlıklardan ve kusurlardan uzak olduğunu gayet iyi bilmektedir. Aklen, mantıken ve dinen de böyle olması gerektiğinin farkındadır. Zaten başka türlü bir Tanrılık durumunun olması da mümkün değildir. Durum böyle olunca insan zihninde Tanrı kavramıyla ilgili olarak herhangi bir karışıklığa ya da kuşkuya yer kalmayacaktır. Ateistlerden gelen itirazlarda anlamsız ve boş sözler olarak bir kenara atılacaktır.
Tanrı’nın varlığı daha önce ifade edildiği gibi her şeyden önce bir inanç konusudur. Bir bilgi problemi değildir. Bu açıdan bakıldığında O‘nun mahiyetiyle ilgili bilgi eksikliğimizi inanç olgusunu cazip kılan unsurlar olarak görmek mümkündür. Burada anormal olan şey inanan insana Tanrı hakkında sorular sorarken, ondan sanki kendi dünyamızda yaşayan herhangi bir varlıktan söz etmesini veya o şekilde konuşmasını beklemek olacaktır. Bu da o kişiye yapılan ayrı bir haksızlıktır. Zaten o kişi böyle yaptığı takdirde (yani Tanrı’yı mahiyet itibariyle bir nesneye benzettiğinde) Tanrı, Tanrı olmaktan çıkacaktır. Ayrıca niçin böyle yaptığını soracak olan ilk kişi de yine ateistin kendisi olacaktır.
Hıristiyan dünyasında ateizmin kolayca yerleşmesinin temelinde kilisenin katı tutumu yanında, insanlara sunduğu Tanrı imajının Baba ve Oğul gibi insan figürleriyle açıklanması yatmaktadır. Bu yüzden onlara mantıken cevap veremeyecekleri sorular sorulmuş, birtakım psikolojik tahlillerle inançlarının alt yapıları kolayca ortaya çıkarılmıştır. Halbuki ilâhî dinlerin özünü oluşturan (özellikle İslâm dininde ön plana çıkan) aşkın Tanrı inancı her türlü şeklin ve simgenin ötesinde bulunan, anlaşılması kolay bir yaratıcı kavramı üzerine kuruludur. Bu noktada ateistlere yalanlama konusunda fazla bir şans kalmamaktadır.
Şüphesiz Tanrı hakkında konuşmak ya da fikir yürütmek sıradan bir iş değildir. Nitekim Tanrı da insanların karşılaşmış olduğu bu güçlüğün farkındadır. Bu gerekçeden dolayı olsa gerek göndermiş olduğu Kur‘ân‘da insana konuştuğu dille hitap etmiş, bunun yanında bol bol sembolik ifadelere yer vermiş ve anlamayı kolaylaştıracak benzetmelerde bulunmuştur.
İnsanın Tanrı hakkında düşüncelere dalarken bilgi dağarcığındaki kavramları kullanması ve O‘nun mahiyetiyle ilgili birtakım benzetmelerde bulunması kaçınılmazdır. Ancak insanın dikkat etmesi gereken bir durum vardır. O da böyle yapmakla Tanrı’nın gerçekten öyle olduğunu düşünmenin doğru olmayacağıdır.
Tanrı’nın insan zihni tarafından tam mânasıyla bilinmesi demek O’nun insan tarafından özümsenmesiyle aynı anlama gelecektir. Bir insanın günlük yaşamında kulandığı kalem, kitap, daktilo, radyo, televizyon, bilgisayar gibi eşyaları bilmesi ve etraflıca onların sırlarına vâkıf olması mümkündür. Ancak Tanrı kavramı bir insanın sınırlı olan zihnine sığmayacak kadar geniş olup, ihata edilecek kadar da küçük değildir. İnsan henüz kendi dünyasının bilgisine vâkıf olamadığı gibi yüzyıllardır seyrettiği halde gökyüzünün ihtişamını ve yıldızlar âleminin esrarengizliğini kavrayacak güçte de değildir. Kaldı ki âlemin yaratıcısını bilebilsin.
İnsandaki Tanrı bilgisi, sınırlarıyla beraber bir şeyi ihata anlamında, çok küçüktür. Ancak fizik ötesi bir varlığı bilme anlamında bizim onunla ilgili düşüncemiz ve bu çerçevede oluşan muazzam duygu ve tefekkürümüz azımsanmayacak kadar büyüktür. Şayet Tanrı’yı şekli ve şemâili olan herhangi bir nesne gibi görme arzumuzu (yanılgımızı) bir tarafa bırakır, en azından O‘nun bizim gibi olmadığını düşünür ve bunu kabullenebilirsek, zihnimizdeki pek çok zorluğu aşmamız mümkün olur. Doğrusu ateistlerin de artık müminlerin böyle maddî bir varlığa inanmadıklarını anlamaları ve onlardan böyle bir varlıkla ilgili kanıt beklememeleri gerekmektedir. Aksi takdirde beklentileri boşa çıkacaktır. Sonucun böyle olması ne inanan insanların aleyhine bir durumdur ne de Tanrı’nın varlığıyla ilgili bir zaafiyettir. İnsanlar Tanrı’ya inanmaya devam edeceği gibi, Tanrı da sonsuz bir şekilde varlığına devam edecektir. Ateistlerin inkâr etmesi ya da O‘nun tarafımızca tam olarak kavranamayışı, Tanrı’nın varlığı hakkında ki durumu değiştir-meyecektir.
5. Ahlâkî Özgürlük ve Tanrı İnancı
Ateistler bilimsellik, rasyonellik ve mantıksallık konularında olduğu gibi özgürlük konusunda da birtakım çarpıtmalarda bulunmuşlardır. Bu amaçla aslı olmayan ve kesinlikle dinle (İslâmla) bağdaşmayan düşünceler ortaya atmışlardır.
Bilindiği gibi dindar insanlar Tanrı inancıyla ahlâklı olmak arasında çok ciddi bir bağ görmüş ve her iki konuyu birbirinden ayrı düşünmemişlerdir. Onlar Tanrı’ya inanan bir insanın aynı zamanda ahlâklı olduğunu (ya da olması gerektiğini) ileri sürmüş, buna karşın inanmayan bir insanın da yüce bir otoriteyi kabul etmediği için hareketlerinde sorumsuz olduğunu ve ahlâksızlıkla karşı karşıya bulundu-ğunu iddia etmişlerdir.
Bu durum karşısında ateistler sessiz kalmamış ve kendilerini savunmuşlardır. Kısaca onlar Tanrı inancı ile ahlâk arasında zorunlu bir ilişki görmemiş ve ahlâkın dinden bağımsız olduğunu iddia etmişlerdir. Ateistlerin bazıları (bir kısım filozoflar) doğal olarak ahlâklı olmaya karşı çıkmadıklarını belirtmiş, karşı çıktıkları şeyin ise ahlâk konusuna Tanrı inancının karıştırılması olduğunu söylemişlerdir. Diğer bir kısmı ise ideolojik davranarak hiçbir ahlâkî ilke tanımadığını belirtmiştir. Bu kişiler dindar insanların tutum ve davranışlarını da sorgulamış onların günlük hareketlerini kendilerince materyalist açıdan yorumlamaya çalışmışlardır.
Çoğunluğu filozof olan ve teorik açıdan Tanrı inancını inkâr eden düşünürler, sonuç itibariyle yukarıda ifade edildiği gibi ahlâklı olunabileceğini savunmuş ve bunun uğraşısını vermişlerdir. Dolayısıyla bunlardan dolayı ateistleri bütünüyle ahlâksız olarak düşünmek doğru olmayacaktır. Zaten Tanrı insanı yaratırken onu ahlâkî bir varlık olarak yaratmıştır. Doğasına ahlâkî duyguyu ve ahlâkî sorumluluğu aşılamıştır. Bir insan Tanrı’nın varlığını inkâr etse dahi kendi doğasını inkâr (tahrip) etmedikçe bir yere kadar ahlâklı kalacağı muhakkaktır.
Ancak yukarıdaki grubun yanında ahlâkî olsun veya olmasın toplumdaki bütün değerlere karşı çıkan ateistler de görülmüştür. Bunlar daha ziyade ideolojik amaçlarla ateist olmuş olan kişiler olup birtakım yıkıcı akımların etkisinde kalarak her türlü değeri ayaklar altına almaya çalışan kişilerdir. Bir anlamda Tanrı’ya inanmıyorsak her şeyi yapmak serbesttir diye düşünen ve sorumsuzca yaşayan kişilerdir. Bu kişiler günlük yaşamlarında pek çok anormallik, tuhaflık, dengesizlik ve yanlış davranış sergilemişlerdir. Bunun yanında Tanrı inancını kötülemiş, dinî ahlâk anlayışına, dindar insanlara hakaret derecesinde iftiralarda, itham ve isnatlarda bulunmuşlardır.
Ahlâklı olmak bireyin ve toplumun vazgeçilmez temel şartlarından biridir. Ahlâk, birlikte yaşasın veya yaşamasın bütün fertlerin uyması ve koruması gereken bir değerdir. İnsan için ahlâklı olmanın garantisi öncelikle kendi doğası ve aklı ise de sonuç itibariyle pratikte dinî bir yaşamdır. Din (İslâmiyet) en basit ahlâkî davranışın ardında dahi insana övgüler yağdırmış, en küçük bir yanlışın karşısında ise onu hemen uyarmış ve düzeltme yollarını göstermiştir. Ahlâkî eylemleri dinden bir parça gibi kabul etmiş ve onları inançla yan yana koymuştur. Hatta dindar olmanın önkoşulu olarak düşüncede ve davranışta temizliği kabul etmiş, kişilerin Tanrı’ya inanmakla birlikte her türlü kötülükten arınmalarını ve uzak durmalarını tavsiye etmiştir.
Ahlâk sadece bireysel yaşamda değil toplumun ve günlük yaşamın bütün safhalarında var olması gereken bir değerdir. Ailede, arkadaşlıkta, komşulukta, iş hayatında, ticârette, okulda, fabrikada vb. de olması gereken bir fazilettir. İnsanın çevresine yararlı olabildiği oranda değer kazandığını söyleyen İslâmiyet yine onun çevresine içi sevgi dolu bir sözünü, tebessümünü ve selâmını iyilik olarakgörmüş ve bütün bunları sevap kazandıran (o kişiyi Tanrı katında değerli kılan) eylemler olarak değerlendirmiştir.
Din (İslâmiyet) insanın en küçük bir canlı birime, mesela bir karıncaya dahi zarar vermemesi gerektiğini belirtmiş, gelen gidenlerin ayağına batmaması için yoldaki zararlı bir şeyin (diken vb.) kenara atılmasını da fazilet kabul etmiştir. Susuzluğundan dolayı çölde ölmek üzere olan bir hayvana su vermeyi cennete girme gerekçesi olarak görmüş, anne babaya saygıyı taat olarak değerlendirmiş, çocukları sevmeyi merhamet örneği olarak görmüştür. Çok zor şartlarda dahi olsa insanın çevresini yeşillendirmesini (elindeki bir fidanı dikmesini) ondan talep etmiş, komşu ilişkilerini akrabalık derecesine çıkartıp birbirlerine saygılı ve yardımcı olmalarını tavsiye etmiş, çalışanın hakkının vaktinde ödenmesini emretmiştir. Dili, dini ve rengi ne olursa olsun bütün insanlara, türü ne olursa olsun bütün canlı varlıklara ve yine niteliğine bakılmaksızın bütün doğal kaynaklara sevgi, saygı, merhamet ve tasarrufla muameleyi önermiştir.
Dünyaya böyle bir gözle bakan ve çevresine bu değerlerle yaklaşan bir insanın ne kadar erdemli olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Zaten dinin bütün gayesi de ahlâklı ve erdemli bir insan oluşturmak ve saygın bir toplumun koşullarını hazırlamaktır. Durum böyle olduğu halde bazı psikolojik gerekçelerden dolayı ateistler tarafından dinî ahlâkın eleştirilmesi ise anlaşılacak bir durum değildir.
Tanrı inancının birey üzerinde ahlâklı bir yaşam için önemli bir faktör olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Dolayısıyla insanın gerek Tanrı’nın sevgisini kazanması ve gerekse emirlerine uyarak erdemli ve faziletli bir yaşam sürmeyi istemesinden daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla dinî ahlâk anlayışını eleştirirken dindarları anlamsız ve içi boş birtakım kavramlarla itham etmek ne ahlâkla ne de bilimsellikle bağdaşır. Kaldı ki dini reddeden bu kişilerin anlamsız eleştirileri yanında günlük yaşamda insanların mutluluğu ve huzuru için ahlâk adına ne yaptıkları ve ortaya ne koydukları da henüz bilinmemektedir. Dahası dinsizliği önemseyen toplumlarda ya da vicdanında inancı bir kenara bırakan kişilerin yaşamında niçin intihar, sapıklık, cinnet gibi bozuklukların, ya da trajik ve dramatik durumların daha çok ortaya çıktığı izah edilememiştir.
Dini reddettiği halde bazı filozoflar ateizmin çıkmazlarını görmüş ve sorgulamışlardır. Meselâ bunlardan biri olan Gaskin ateizmin de birtakım olumsuzlukları olduğunu söylemiş bu çerçevede özeleştirilerde bulunmuştur. Ona göre yüzyılımızda Tanrı’nın ahlâkî bir otorite olarak reddedilmiş olması da beklenildiği gibi her şeyi çözmemiştir.
Gaskin‘e göre seküler ahlâka sahip olan ve pek çok ahlâkî yükümlülüğü kaldırarak yerine yeni bir şey koymayan modern toplumlar tutarsızlık içinde bulunmuşlardır. Doğrusu Gaskin’e göre ahlâkî otoritenin yıkılması diye bir şey de söz konusu değildir. Çünkü ona göre ahlâk sahasında Tanrı otoritesini reddedenler, Tanrı yerine metafiziksel görünümlü olan yeni otoriteler koymuşlardır. Meselâ Marxistler proletaryayı emredici ve varlığı kaçınılmaz kutsal bir otorite gibi görmüşlerdir. Yine XX. yüzyıl toplumlarındaki tek partili yönetimlerde parti egemenliği sadece insan davranışlarını etkileyen kaba bir güç olarak kullanılmamış, ayrıca emredilen şeylerin etkili olmasını sağlamak için de bu partinin ilkeleri bir tür metafiziksel güç olarak ileri sürülmüştür.(40) Gaskin’e göre ateizm adı altında “iyi ve kötü” gibi kavramlar kaybolmuştur. Moral değerler zayıflamış, bunun sonucu olarak insan “iyi ve kötü” kavramlarından uzaklaşmıştır. Modern dönemde moral kavramların sadece birtakım sosyal ve insanî ihtiyaçlara göre sınırlandığını belirten Gaskin’e göre evrensel ve ezelî olan pek çok şey de gözden kaçmış, ahlâk adı altında sadece toplumdaki sosyal haklar, proleter istekler, kişisel ilişkiler ve günlük ihtiyaçlar konuşulmaya başlanmıştır.
Yine Gaskin’e göre XX. yüzyılda işlenen en büyük hatalardan birisi de, insanın bir taraftan tarihte görülmemiş, akla hayale gelmeyen yıkım ve kötülüklere karşı hoşgörülü davranması, diğer yandan da sosyal yaşamdaki ayrıntılarla önemle uğraşmış olmasıdır. Meselâ Batı’da yaramaz bir okul çocuğunun alacağı cezanın dahi günlerce problem yapıldığını belirten Gaskin, buna karşılık dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden katliamların, suçsuz yere ölen veya öldürülen binlerce insanın durumunun görmezlikten gelindiğini de ifade etmiştir. Doğrusu Gaskin‘in bu tesbitine katılmamak mümkün değildir. İnsanın her şey pahasına güçlü olmaya çalışması ve dolayısıyla başkalarını görmezlikten gelmesi kabul edilecek bir durum değildir.
Yüzyılımızda materyalizm ve pozitivizmden kaynaklanan ahlâkî çöküntü çok pahalıya mal olmuştur. Bu çöküntünün boyutları her alanda hissedilmiş ve ağır faturalar ödenmiştir. Batı‘daki ahlâkî sorumsuzluk ve vurdumduymazlıkları yüzünden Dünyanın değişik bölgelerindeki binlerce mâsum insan, hayvan ve doğal kaynakların göz göre göre yok olup gittiği ortadadır. Bütün bunların karşısında sadece kendi menfaatlerini koruyan ve kollayan modern devletlerin dünyanın fakir yörelerinde ya da geri kalmış bölgelerinde cereyaneden karışıklıklara, katliamlara, etnik kıyıma, istilâya, hastalıklara, açlığa ve susuzluğa karşı harekete geçmemeleri, karşılaşmış olduğumuz ahlâkî çöküntünün başka bir boyutunu gözler önüne sermektedir.
Çağımızda seküler ve dinsiz ahlâk anlayışının yol açtığı diğer bir çıkmaz da bireysel seviyede olmuştur. Geleneği ve geleneksel değerleri yıkma pahasına toplumlarda pek çok tahribat yapılmış, geçmiş kötülenmiş ve birtakım içi boş hayalî sözcüklerle toplumu oluşturan bireyler, aile, çevre, kültür ve mensup oldukları dinlerinden koparılmıştır. Ferdiyetçilik, özgürlük, ilericilik ve çağdaşlık adına bu kişilerin beyni yıkanmış, bu uğurda pek çok insanın zihni bulandırılmış, dinî ve ahlâkî değerler karalanmış ve kasıtlı olarak kötü gösterilmiştir.
Bireyler kendilerini sadece yiyip içen, robot gibi çalışan, fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları için yaşayan sorumsuz birer canlı durumunda görmüştür. Çevresinden ve dininden koptuktan sonra üzerinde ahlâkî bir otorite görmeyen pek çok genç insan bir anda kendini kötü alışkanlıkların içerisinde bulmuş, içerisinden çıkamadığı ve bir türlü terkedemediği sapkınlıkların ve tutkuların esiri olmuştur. Bunun neticesinde de ortaya pek çok facia ve dramatik manzara çıkmıştır.
Yüzyılımızın sonuna doğru yaşanan acı tecrübelerden sonra pek çok toplum, bünyesinde dinî inancın ve moral değerlerin eksikliğini hissetmiş ve bunun telâfisi için çalışmıştır. Öncelikle ailevî değerlere önem vermiş, alkol, kumar, fuhuş ve uyuşturucuya karşı ciddi önlemler almaya başlamıştır. Bu süreçte eğitimde dine ve dinî kurumlara büyük görevler verilmiş ve faaliyetleri desteklenmiştir. Dünyanın değişik bölgelerindeki materyalist ve pozitivist eğitim sistemi de tekrar gözden geçirilmiş benzeri yanlışlıklara düşülmemesi için önemli tedbirler alınmıştır. Bu olumlu gelişmenin yaygınlaşması ve kalıcı olması insanlık adına güzel bir kazanç olacaktır.
(36) Bu ayaklanmaları yönetenler de; Bayburt’un Şeyh Eşref’i, Yozgat’ın Şer’iye Hakimi Hafız Şehabı, Bolu ve Gerede olaylarının Kör Ali Hocası, Düzce’nin Ahmet Hocası, Biga’nın Anzavur çetesi ile birleşen Gavur İmamı, Konya ve Bozkır ayaklanmalarının Zeynel Abidin Hocası idi. Onlara bağlı olanlar ise, öldürdükleri subayları ve idare amirlerini soyarken “Şeyhülislamın fetvası yerine geldi”, diye bağıran cahillerdi (Mustafa Çalışkan, Kurtuluş Savaşı Sırasında Din Faktörü, AÜTİTE Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1990, s. 92).
(37) Nutuk, C.II, s. 303.
(38) HTVD, Sayı: 35, Vesika No: 875.
(39) Y. Nadi, Birinci BMM’nin Açılışı ve İsyanlar, s. 39.
(40) Bayram Sakallı, Ankara ve Çevresinde Milli Faaliyetler, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1988, s. 102-103.