Mutlak ateist sadece Tanrı’nın varlığını reddetmekle kalmayıp zihninde hiçbir surette Tanrı kavramı olmadığını söyleyen kişidir. Ancak bunun mümkün olmadığına ilişkin güçlü tezler ileri sürülmüş ve ciddi tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmalar esnasında bazı düşünürler her ne olursa olsun ateizmin imkânsızlığından bahsetmiş, bir kısım düşünürler ise bunun aksini savunmuşlardır. Ateizmin mümkün olmadığını söyleyenlerin ellerindeki kanıtlara bakıldığında diğerlerine nazarandaha inandırıcı ve ikna edici olduğu görülür.
Mutlak ateizmle ilgili ateistlerin fikirlerine bakıldığında pek çok şeyin genelleme olduğu ve zorlama yorumlara başvurulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bunların pek çoğu tepkisel düşünceler olmaktan öteye gidememiştir. Görünen o ki bir insanın gerek teorik ve gerekse pratik açıdan sonsuza kadar ateist olması mümkün değildir. İnsanın aklı, kalbi, hissi ve ahlâkî melekeleri, kısaca doğası kendini her zaman Tanrı‘ya götürmekte buna karşın inançsızlığın da önünü tıkamaktadır.
Kabul etsin veya etmesin bütün insanların zihninde Tanrı kavramı vardır. Bu kavram, değişik kültür ve dinlerde farklı biçim almakta ve farklı niteliklere bürünebilmektedir. Bunlardan hangisinin daha anlaşılır (kabul edilebilir) olduğu ya da olmadığı bir tarafa, bütün insanlarda böyle bir fikrin bulunması daha işin başında mutlak ateizm iddialarını boşa çıkartmaktadır.
Tanrı’ya inanmadığını söyleyen insanlar zihinlerindeki bu kavrama Tanrı ismini vermek istememektedirler. Ateistlerin büyük bir çoğunluğu Tanrı’nın var olmadığını söylemekle birlikte kesinlikle evrende bir kaos bulunduğunu ya da kâinatın düzensiz bir kütle yığını olduğunu iddia etmemişlerdir. Dolayısıyla onlar da evrende hâkim olan (ya da görünen düzenin arkasında yer alan) gizli bir gücün, sebebin, enerjinin, kozmik bilincin bulunduğunu belirtmektedirler. Sonuçta Tanrı’yı kabul etmeseler dahi görünen mevcut durum ve düzen karşısında Tanrılık işlevi gören bir ilkenin, gücün veya açıklamanın arayışı içerisinde bulunmuşlardır.
Özellikle materyalist olan ateistler teorik olarak aşkın bir Tanrı fikrini reddetmekle birlikte, içkin bir tanrı kavramını benimsemişlerdir. Yani onlar bir anlamda doğanın (kâinatın) kendini Tanrı olarak görmüşlerdir. Doğaya sonsuzluk, sınırsızlık, yaratıcılık, ezelîlik ve ebedîlik gibi nitelikler atfetmekle bir şekilde onu kutsallaştırmışlardır. Bu da onların dinden farklı da olsa bir Tanrı kavramına sahip olduklarını ortaya koymaktadır.
Sonuç itibariyle ateistlerin zihinlerinde ve bilinç altlarında ki Tanrı arayışına engel olmaları mümkün değildir. Teizmin Tanrı kavramını reddetseler de aşkın olmayan (maddi olan) bir varlığa Tanrı gözüyle bakmaktadırlar. Dikkatli incelendiğinde ateistlerin zihinlerindeki kavramlarla dinin Tanrı kavramı arasındaki bazı niteliklerin benzer olduğu gözden kaçmayacaktır.
Dine ve dindarlara tepki duyarak inançsızlığı tercih eden insanların büyük bir kısmı, aslında içi aşk ve sevgi dolu bir gücün varlığını kabul ettiklerini itiraf etmektedirler. Bu insanların büyük bir kısmı, gerek Batı’da gerekse Doğu’da olsun, kendilerine sunulan geleneksel din anlayışını yeterince insancıl bulmamış ve ondan nefret ettiklerini söylemişlerdir.
Din adına yapılan savaşlar (mezhep çatışmaları, haçlı seferleri), zulümler, aforozlar, cehennemle korkutmalar vb. tarihte olduğu kadar bugün de pek çok kişiyi dinden uzaklaştırmakta ve onların başka arayışlara yönelmelerine sebep olmaktadır. Burada görülen bir gerçek de şudur: İnsan bazan kendi ihtiraslarını, tutkularını, kinini, nefretini ya da ümit ve hayallerini, din kisvesi altında icra etmektedir. Ancak bu da dinin (İslâmın) öyle olduğu ya da benzeri olumsuzlukları onayladığı anlamına gelmez.
Gördüğü şiddet ve olumsuzluklar yüzünden dini terkeden bazı insanların yağmurdan kaçarken doluya tutuldukları görülmektedir. Meselâ hasta insanların ölümüyle Tanrı’yı suçlayan ateist bir ideolojinin üyesi, kendi ilkeleri uğruna, çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden milyonlarca insanın acımasızca öldürülmesi ve sıkıntı çekmesine karşı sessiz kalmıştır. Daha üzücü olanı ise bazı ideologların mutlu bir gelecek için bunların gerekli olduğunu söyleyecek kadar ruhsuzlaşmış olmalarıdır. Halbuki insan karşısındakinden bir şey isterken kendisinin nerede olduğunu iyi bilmeli ve ona göre davranmalıdır.
Dinden soğuyan veya soğutulan insanlar bazan kapılmış oldukları ideolojinin de etkisiyle inançsızlığa doğru kaymaktadırlar. İnançsızlaştıktan sonra dile getirdiği fikirler ise aslında bu kişinin kendi fikirleri olmayıp, eline tutuşturulan ve gerçek olduğu kendine söylenen (enjekte edilen) ideolojik iddialardır. Nitekim bunların büyük bir kısmı dini reddederken veya dindarları kötülükle itham ederken daima hayalindeki ütopik tiplemelere karşı tepki göstermişlerdir. Görmüş oldukları olumsuzlukları zihinlerinde büyütüp canavarlaştırarak onların bir an önce terkedilmesi gereken birer öcü olduğunu düşünmektedirler.
Ateistlerin büyük bir çoğunluğu Tanrı’ya inanan annesinin, babasının, dedesinin, ninesinin veya sevdiği bir yakının inancını ve davranışını sevimli bulmakta, haklı olarak onları aklamakta ve sık sık onların kişiliğine saygı duyduğunu dile getirmektedir. Hatta herkesin onlar gibi olmasını istemektedirler. Bu da ateizmin büyük oranda ütopik ve hayalî gerekçeler üzerine inşa olunduğunu göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu örnekler mutlak ateizmin olamayacağına dair güzel bir göstergedir.
Din herhangi bir politik ideoloji (ya da mezhep) haline getirildiğinde doğal olarak bu ideolojinin veya mezhebin karşısında yer alan kişiler kendilerini dinsiz olarak görmektedirler. Ancak bu kişilerin büyük bir kısmı da tahmin edilebileceği gibi mutlak ateist değildir. Aşkın bir güce ve sevgiye inandıklarını söyleyen bu kişilerin çoğunluğu ideolojik olmayan bir dine ve bireysel dindarlığa inanmaktadırlar. Hatta yalnızlıklarında veya çocuklarıyla baş başa kaldıklarında kalplerindeki Tanrı sevgisinin sıcaklığını hissettiklerini söylemektedirler.
Mutlak ateizmin olamayacağını gösteren diğer bir kanıtta şudur. İnsan içerisinde yaşadığı tecrübeler karşısında mantıkî bir kuralı keşfetmiştir. O da her şeyin bir sebebinin bulunduğu ve hiçbir şeyin sebepsiz olamayacağı ilkesidir. Günlük yaşamda edindiği bu tecrübe, insanı eninde sonunda dünyanın ötesine götürmekte ve evrenin varlığını düşünmesine neden olmaktadır. Bu inkâr edilemeyecek bir durumdur. Evrenin varlığını düşünen ve onun nasıl var olduğunu hayal etmeye başlayan bir insanın da aklına Tanrı’yı getirmemesi ve böyle bir seçeneği düşünmemesi imkânsızdır. Bir insanın “Evrenin nasıl var olduğunu düşünmüyorum”, “Zihnimde Tanrı kavramı yoktur” ya da “Tanrı fikri aklıma hiç gelmiyor” demesi inandırıcı değildir.
Mutlak inançsızlığın imkânsız oluşunu sadece teistler değil, geleneksel dinlere inanmayan ve bu anlamda dindar olmayan düşünürler dahi ifade etmişlerdir. Bunların arasında D. Hume (1711-1776), İ. Kant (1724-1804) ve Voltaire (1694-1778) gibi filozoflar da bulunmaktadır. Hatta bunların bir kısmı felsefe tarihinde dinî inanca karşı getirmiş oldukları amansız eleştirilerle tanınmışlardır. Ancak bu kişilerin geleneksel dinî anlayışları veya yorumları eleştirmeleriyle, kendilerinin de ifade ettikleri gibi, yüce bir gücün varlığını kabul etmelerini birbirinden ayırmak gerekmektedir.
David Hume, dini ve mûcize gibi kavramları şiddetle eleştirmesine rağmen mutlak ateizme inanmamıştır: “Evrendeki gaye ve düzen en dikkatsiz ve en geri zekâlı bir insanın dahi her yerde dikkatini çekecek açıklıktadır… Bütün ilimler bizi farkına varmadan ilk yaratıcının varlığını kabule götürmektedir”(30)
Voltaire de yazmış olduğu felsefe sözlüğünün ateizm maddesinde, Sokrat ve İtalyan filozofu Vanini (1583-1619) gibi düşünürlerin bu konuda asılsız ithamlarla haksızlığa uğratılarak öldürülmelerini kınamış, mutlak ateizme ise ihtimal vermemiştir. Voltaire ateizmi din adamlarının taassubuna ve Tanrı’yı kötü göstermelerine bağlayarakinsan zihninde yaratıcı bir üstün varlık fikrinin daima yer aldığını belirtmiştir.(31)
Hume, Voltaire ve Kant gibi filozoflar sonuç itibariyle mutlak ateizme imkân tanımayıp, bir şekilde Tanrı’nın varlığına işaret ediyorlarsa, onlardan daha sistemli olmayan ve ortaya ciddi düşünce koymayan bir kısım ateistlerin tekrar düşüncelerini gözden geçirmeleri ve daha ihtiyatlı davranmaları gerekmektedir
Teistik Tanrı anlayışını reddettiği halde aynı zamanda ateizmi de kabul etmeyen düşünürlerin varlığı şaşırtıcı olmamalıdır. Onların bu durumu gizli bir ateizm olarakta değerlendirilmemelidir. Ülkemizde de bu ve benzeri yaklaşımları görmek mümkündür. Meselâ eserlerinde geleneksel din anlayışını ve bu anlamda dindarlık biçimini şiddetle eleştiren Cemil Sena da ateizmi kabul etmemiş, onu umutların, aklın ve vicdanın tüm dayanaklarının çökmesi ve yıkılması olarak tanımlamıştır. Geleneksel Tanrı inancına sahip olmayan buna karşılık bireysel, pragmatik ve ahlâkî boyutu ağır basan bir dindarlığı savunan Sena, seküler yaşam biçimini de tanrıtanımazlıktan ayırmıştır. Sena’ya göre Tanrı’sız bir ruh tüm yaşam dayanaklarını ve tinsel varlığının bilincini yitirmiş bir robottur.(32)
Ateizmi imkânsız gören düşünürler, Tanrı’nın varlığı konusunda insanlığın fikir birliği içerisinde olduğunu iddia etmişler, inançsızlığın ise yanılgı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Doğrusu binlerce yıldır milyarlarca insanın birbirinden farklı zaman ve mekânlarda dahi olsa Tanrı’ya inanmaları bizlere bir mesaj vermektedir.
Bütün insanlar gerek içgüdüsel ve gerekse zihinsel açıdan Tanrı inancına doğuştan yatkındırlar.(33) Nitekim İslâm peygamberi de her insanın doğduğunda fıtrat üzerine (Allah’a inanmaya yatkın) doğduğunu daha sonra ailesi ya da çevresince yönlendirildiğini ifade etmiştir.(34) Kendini herhangi bir şekilde inançsızlığa şartlamayan ve ideolojilere kanmayan bir insanın doğuştan getirmiş olduğu bu eğilimi muhafaza edeceği muhakkaktır. Dinî hayata bir süre uzak kalsa bile, o kişi eninde sonunda kâinat üzerinde derin düşüncelere dalacak, niçin ve nasıl var olduğunu sorgulayacaktır. Çocukluğundan getirdiği safiyetini, iyiye ve güzele yönelik muhakemesini kaybetmemiş ise, görünen her şeyin ötesinde bir yaratıcının varolduğunu düşünecek, Onsuz bir hayatın olamayacağını bilecektir.
İnancın fıtrî olduğunu belirten bazı düşünürler ateistlerin mutlu ve sağlıklı günlerinde Tanrı’yı yalanladıklarını, sıkıntılı ve acılı günlerinde ise Tanrı’nın gücünü itiraf ettiklerini belirtmişlerdir. Ateistler, bu düşünürlerce, Tanrı’nın varlığına kasten karşı çıkan, kör ve sağır kimseler olarak tanımlanmıştır. Onlara göre doğadaki en küçük canlının varlığı dahi inançsızların tezlerini çürütmeye yeterlidir.(35)
Tanrı’ya inanmak için insanın önünde sayısız gerekçeler bulunmakta buna karşın yalanlamak için ise insanın gözünü dış dünyaya kapaması ve kalbinin sesine de kulak tıkaması gerekmektedir. İnsanın zihnî bir şartlanmışlık içine girmeden tabii olarak Tanrı’yı inkâr etmesi mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerîm daha ziyade putperestlik ve Tanrı’ya ortak koşma problemiyle ilgilenmiş bunun yanında ateistlerin tezlerini çürüten kanıtları da dile getirmiş, cevapsız bir konu bırakmamıştır. Her fırsatta insanın dikkatini doğaya, insanın kendi nefsine ve topyekün yaratılışa çekmiş, bütün bunların rüya olmadığını, gerçek olduğunu vurgulamıştır. İnsanın aklını kullanmasını ve kâinat karşısında gözlerini açmasını tavsiye etmiştir.
Buraya kadar görüldüğü gibi inançsızlık doğuştan olmayıp daha sonra dine karşı oluşan tepkilerle birlikte ortaya çıkmış bir durumdur. İnançsızlığın ortaya çıkmasında yani birtakım insanların ortaya çıkıp “Tanrı’ya inanmıyorum” demelerinin temelinde elbette birtakım gerekçeler bulunmaktadır. Bu gerekçelerin bir kısmı ilmî var sayımlar olabildiği gibi bir kısmı da sosyolojik ya da psikolojik tesbitler olabilmektedir.Bu gerekçelerin önemli bir kısmına çalışmamızın değişik bölümlerinde yer verilecek ve tartışılacaktır.
Ateizmin yapay kabul edilmesi birtakım düşünürlerin iddialarının da ciddiye alınmayacağı anlamına gelmez. Amacı ve üslûbu ne olursa olsun Tanrı inancına karşı dile getirilen herhangi bir iddiadan insanların uzak durmasına gerek yoktur. Hatta onların üzerinde düşünülmesi de gerekir. Yeter ki bu iddiaların fikrî bir değeri olsun ve tartışması yapılabilsin.
Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı gibi insanın zihninde Tanrı fikrinin bulunmaması imkânsızdır. Dolayısıyla bir ateistin “Zihnimde böyle bir fikir yok” diyerek Tanrı inancını reddetmesi inandırıcı değildir. Bu durumda geriye ateistler için Tanrı’yı bilinçli olarak reddetme seçeneği kalmaktadır. Zaten ateist denildiğinde de böyle bir insan akla gelmektedir.
Issız bir adada yalnız başına kalmış bir insanın dahi, şayet sağlıklı bir yapıya sahipse, en azından zihninde yüce bir yaratıcıyı düşüneceği kesindir. Böyle bir kişinin aklî muhakemesiyle Tanrı’ya gitmesi zor olmayacaktır. Varacağı bu Tanrı kavramı belki peygamberlerin bütün niteliklerini haber verdiği Tanrı gibi olmayacaktır. Ancak en azından O’nun aşkınlık, sonsuzluk, yaratıcılık, kudret, ezelîyet ve ebedîyet gibi niteliklerini o kişi yakalayabilecektir.
Bir an için yalnız yaşayan bir insanın Tanrı’yı düşünemediğini var saysak bile yine o kişiye ateist denmesi doğru olmayacaktır. Çünkü o kişi ilâhî dinlerin Tanrı anlayışıyla henüz karşılaşmamıştır. En azından kendine hiçbir kimse bu konuda bilgi vermemiştir. Kaldı ki o kişiye Tanrı hakkında ne düşündüğü de sorulmamıştır. Dolayısıyla o kişiye ateist denemez. Hem insan bilgi ve fikrinin olmadığı bir konuda niçin olumsuz bir tavra girsin. Böyle bir kişi belki Tanrı hakında bir şeyler duyduğunda, duydukları şeylere ilgi duyacaktır. Büyük bir ihtimalle de inanacaktır. Çünkü bu kişiye Tanrı anlatılırken her halde bir masal kahramanından ya da hayalî varlıklardan bahsedilmeyecektir. Kendine âlemin yaratıcısından söz edilecektir. Dolayısıyla olumsuz cevap vermesiihtimal dışıdır.
Bir insanın doğası itibariyle mutlak ateist olamayacağı böylelikle anlaşılmıştır. Tanrı’ya inanmayan kişiler ise mutlak ateist olmayıp çeşitli gerekçelerle O’nu bilinçli olarak reddedenlerdir. Daha önce ifade edildiği gibi Tanrı’nın reddedilmesinin arkasında birtakım teorik ve pratik gerekçeler bulunabilmektedır. Aslında bu gerekçeler kendi başına orijinal fikirler olmayıp çoğunlukla inanan insanların düşüncelerine yöneltilmiş itirazlardır. Gelecek bölümlerde görüleceği gibi bu gerekçeler de cevapsız kalmamış, ciddi bir şekilde sorgulanmış, yanlışlıklarına işâret edilmiş ve çürütülmüştür.
(29) İ.M.K. İnal, a.g.e., s. 2065’ten naklen B. Sakallı, a.g.e., s. 101.
(30) “Padişaha gelince, O, Damat Feritle olan dostluğu, çok sevdiği hemşiresi Prensesle, Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlık arasında sallanmaktadır. Fakat İngiliz Yüksek Komiserliği onun tereddütlerine bir son vermekte gecikmedi” (Berthe Georges-Gaulis, Kurtuluş Savaşında Türk Milliyetçiliği, Çev. Cenap Yazansoy, İstanbul, 1981, s. 81).
(31) ATASE Arş., Kl: 299, D: 4, Fh: 136.
(32) N.H. Uluğ, a.g.e., s. 136.
(33) Ş.S. Aydemir, a.g.e., C. 2, s. 286, Ermeni ve Rum cemiyetlerinden bazıları şunlardır:
Taşnaksûtyun, Hıncak, Rum Pontus, Trakya Cemiyeti, Mavri Mira, Küçük Asya Cemiyeti, Rum Edebi, Matbuat Cemiyeti, Rum Müdafaa-i Milliye, Mukaddes Anadolu Rum, Rum Muhacirin Cemiyeti gibi cemiyetlerdi. Bkz., Yücel Özkaya (Doç. Dr.), “Ulusal Bağımsızlık Savaşı Boyunca Yararlı ve Zararlı Dernekler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 10 (Kasım, 1987), s. 171-174.
(34) Meselâ Cide Müftüsü Hüseyin Efendi, Cide yakınlarından geçen gemilerden elde ettiği fetvaları halka dağıtmıştır. Kastamonu Valisi Cemal Bey’in yerinde aldığı tedbirlerle, bu din adamının Milli Mücadele aleyhindeki çalışmaları önlenmiştir (Bkz., Nurettin Peker, 1918-1923 İstiklal Savaşı’nın Vesika ve Resimleri İnönü Sakarya ve Dumlupınar Zaferlerini Sağlayan İnebolu ve Kastamonu Havalisi, Gün Basımevi, İstanbul, 1955, s. 170-171.
(35) Bkz., HTVD, C.10, Sayı: 35, vesika: 875.