A- Depremin Oluşumu
Üzerinde yaşadığımız yerkabuğu ya da diğer adıyla litosfer, değişik özellikler taşıyan topraklardan oluşmaktadır. Yerküre dış ve iç yapısını sürekli değiştiren canlı bir mekanizma gibidir. Hızlı veya yavaş olarak gelişen hareketlilik gösterir. Bu hareketlilik ve değişikliğin bir kısmı oldukça yavaş gerçekleşmektedir ki bizler bunların büyük bir bölümünden haberdar olamayız. Sürekli ve yavaş hareketlerin büyüklüğü yılda 1-10 mm kadar olmaktadır. Ancak insanları dehşete düşüren ve saniyelerle ölçülecek süreler içinde gelişen, çok hızlı yer kabuğu hareketleri vardır ki, bunlar da deprem olarak adlandırılmaktadır.
Depremler çoğunlukla elastiki kırıklara bağlı olarak gelişirler. Bu elastiki kırıklara da fay denir. Fay hattının iki ucunda biriken enerji, kütlenin direncini aşınca kırık boyunca kaymalar oluşmakta ve sonuçta deprem olayı meydana gelmektedir. Ülkemizde hepimizin uykularını kaçıran dünyaca ünlü Kuzey Anadolu Fay Hattı bulunmaktadır.
Konuyla ilgili uzman kimselerin de sık sık dile getirdikleri gibi, ülkemiz tehlikeli bir deprem kuşağında yer almaktadır. Öyle anlaşılıyor ki yer küre bizi sallamaya devam edecektir. Şu halde deprem gerçeği ile birlikte yaşamak mecburiyetinde olduğumuz gözükmektedir. Bu asla bir çaresizliğin ifadesi değil, bir gerçeğin teslimidir. Akl-ı selim bütün tehlikeleri bertaraf edecek çözüm yollarını bulacaktır. Önemli olan akl-ı selime gereken önem ve değeri atfetmektir.
B- Depremin İlâhî Yönü
Depremler ve diğer doğal afetler her ne kadar tipik tabiat hadiseleri iseler de, kuşkusuz onların bir de ilâhî yönü mevcuttur. Hadiseyi sadece tabiat olayı olarak görmek ve Allah Teala’nın iradesini devre dışı bırakmak yanlış ve tek taraflı bir değerlendirmedir. Depremler, yüce yaratıcının emri, iradesi ve kudretiyle oluştuğu için olayın hem ilâhî irade ile ilgili yönüne, hem de maddi yönüne bakmak durumundayız. Bu kısa açıklamadan sonra depremle ilgili olarak kader ve tevekkül ilişkisine kısaca değineceğiz.
1- Deprem, Kader ve Kaza
Bazı insanlar herhangi bir felâkete uğradıklarında, bunu kendilerine has bir takım yorumlarla açıklamaya çalışarak işi alın yazısına bağlarlar, bu noktada insanın kusurlarının, iradesini yanlış yolda kullanmasının etkisini dikkate almazlar, kolaycı yolu seçerler. Bir kısım insanlar da tamamen materyalist bir anlayış içinde, ortaya çıkan hadiseleri ilâhî boyutu olmayan birer tabiat olayı olarak görürler. Her iki yaklaşım da doğru değildir. Konuya açıklık getirmek için kader ve kazanın ne olduğu üzerinde biraz durmak gerekmektedir.
Kader, sonsuz ilim sahibi, kendisi için geçmiş, hal ve gelecek diye zaman dilimleri bahis konusu olmayan Allah’ın, mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla insana kadar en küçükten en büyüğe tüm kâinatı ezeli ilmiyle plânlayıp programlaması ve bunları, ilmî plândan alıp varlık âleminde göstermesi için, levh-i mahfuz’da tespit ve tayin etmesidir. Kaza ise, Allah’ın, kaderde tespit ve tayin edilen bu şeyleri, zamanı gelince varlık âlemine çıkarması ve hükmün uygulamaya konulmasıdır.
Kader ve kazaya ilişkin ayet ve hadisler incelendiğinde ortaya iki tür kader var olduğu görülür.
a) İnsan iradesinin hiçbir etkisinin bulunmadığı, doğrudan Allah’ın takdir, irade ve yaratmasıyla gerçekleşen kaderdir. Kâinatın yaratılması ve kâinatta cereyan eden tabiat olayları bu kategoriye girer.
b) İnsanın cüz’i iradesinin etkili olduğu kaderdir.Kader denince ilk akla gelen bu tür kaderdir. İnsanın hür irade ve tercihine bağlı olarak oluşan bu kader, insan iradesi hesaba katılmadan düşünülemez. Başka bir ifade ile bu tür kader, insanın iradesiyle Allah’ın yaratmasının beraberliğidir. Şöyle ki, Allah, insanın iradesini hangi yöne sarfedeceğini ezili ve sonsuz ilmiyle bildiği için kaderi ona göre programlamakta, zamanı gelince de kul iradesini öyle yönlendirdiğinden Allah da kulun irade ettiği şeyi yaratmaktadır. Eğer Allah kader plânında takdir ettiği şeyi bozmaz ve değiştirmezse o şey aynıyla hayata geçer. Neticede kul olumlu şeylerde sevap, olumsuz şeylerde de günah kazanır. Şu kadar ki, Allah kulun tercihine göre yarattığı bazı fiillerden hoşnut olurken, bazılarından hoşnut olmaz. Kul namaz kılmak isterse, Allah bu fiili hoşnut olarak yaratır; fakat küfür ve günahı sevmez, ama kul yönelince de hoşnut olmadığı halde onları yaratır. Allah’ın hoşnut olmadığı bir şeyi yaratması, sorumluluğun ilâhî iradeye ait olmasını gerektirmez. Zira, bu yaratma kulunun isteği doğrultusunda gerçekleşmektedir. O halde sorumluluk ta ona ait olacaktır. Diyelim ki bir insan, kanser yaptığı bilinen bir maddeden korunmayarak bu hastalığa yakalandı. Şimdi bunda sorumlu kader mi, yoksa tıp ilminin verilerine aykırı davranan insan mı sorumlu olacaktır? Elbette insan sorumlu olacaktır. Gerekli önlemleri almamanın sonucunda hastalanan bu insanın acı çekmesi, büyük masraflar yaparak hastane hastane dolaşmasının yanında, ahirette-sünnetullaha-tabiat kanunlarına riayet etmemenin hesabını da Allah’a verecektir. Bu konuda dindar olanla olmayan, günahkârla günahsız olan arasında bir fark yoktur. Zira fıtrat kuralları kim olursa olsun herkes için geçerlidir. Onun kurallarına uyan rahat bir hayat yaşar, uymayan da sonuçlarına katlanır.
İnsan iradesinin etkili olmadığı kader kapsamına giren olayların takdirinde mutlak faydalar vardır. Allah insana sırf zararı dokunsun diye hiçbir şey yaratmaz. Ancak insan sünnetullaha, Allah’ın kâinata koyduğu düzene ve sisteme aykırı davranarak bunları kendi aleyhine çevirebilir. Yağmurun insan için önemi açıktır. Ormanlık alanların tahrib edilmiş olduğu bir ortamda, yağan yağmurların sele dönüşmesinden herhalde insan sorumludur. Yine, gündelik hayatımızda önemli bir yer işgal eden atom enerjisinin, insanlığın helâkına sebep olabilecek bombalara dönüştürülmesinden kader asla sorumlu tutulamaz.
Deprem konusuna gelince; bu olaylar da yaratılmış tabiat hadiseleri olarak kuşkusuz Cenab-ı Allah’ın bilgisi dahilinde vuku bulmaktadır. Bu teknik ifadesiyle “kaza”dır. Oluşması itibarıyla sünnetullaha, yani Allah’ın kâinata tatbik ettiği kevnî kanunlara mutlak manada bağımlıdır. Depremin olumsuz sonuçlarının önlenmesi ya da hafifletilmesi noktasında sergileyeceğimiz eksikliklerin sorumluluğu tamamen bize aittir. Bize düşen görev, aklımızı ve diğer melekelerimizi kullanarak gerekli tedbirleri almaktır. Nasılsa böyle olacaktı, kader değişmez tarzındaki teslimiyetçi anlayış İslâm’a aykırıdır; bu yanlış anlayış sorumluluktan ve yapılan hataların acı neticeleri ile yüzleşmekten kaçmaktır.
Kur’an’da Allah’ın müminlere yardım edileceği sıkca ifade edilmektedir. Ancak bu yardımın gerçekleşmesi için de inananların, üzerlerine düşeni yapmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Kulun, üzerine düşeni yapmadan Allah’ın yardımını umması yanlıştır, Kur’an’ın öğretisine aykırıdır.
2- Deprem ve Tevekkül
İslam’ın en önemli prensiplerinden birisi de tevekküldür. Tevekkül, “bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah’a sığınmak ve O’na güvenmektir”. Tevekkülü şu şekilde de formüle edenler olmuştur: “Maksada erişmek için lâzım gelen maddi ve manevi sebeplerin hepsine yapıştıktan ve başka yapacak hiçbir şey kalmadıktan sonra Allah’a itimat etmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmaktır.”10 Şu halde gerekli tedbirleri almadan tevekkül etmenin İslâm’la bağdaşmayacağı açıktır. Kur’an-ı Kerim’de: “İhtiyati tedbirlerinizi alınız”11; “Kendi kendinizi tehlikeye atmayınız”12 buyrulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) yıkılmak üzere olan bir yapının dibinden geçtiğinde yürüyüşünü hızlandırmış, oradan süratlice uzaklaşmıştır. Orada bulunanların bazıları Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun diye sorduklarında: “Allah’ın kaderinden kaçışım da Allah’ın kaderidir.”13 cevabını vermiştir. Yine Hz. Peygamber bir hadisinde: “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçınız.”14 bir diğerinde ise: “Bir yerde veba olduğunu haber alırsanız, vebanın üzerine gitmeyiniz. Siz bir yerde iken veba olursa, vebadan kaçarak oradan çıkmayınız.”15 buyurmuştur.
Evimizi yaptığımız yerler ve binamız hakkında gerekli araştırmayı yapıp tedbirleri almadan, binalarımızı ilmine ve tekniğine göre yapmadan, işleri Allah’a havale etmek ve netice itibariyle meydana gelen musibet, belâ ve kazaları, “Allah böyle dilemiş, takdiri ilâhî buymuş, kader” deyip geçiştirmek asla doğru değildir. Bu konuda bize düşen görev vazifemizi yapmak, Allah’ın işine de karışmamaktır. Bütün esbaba sarıldıktan sonra meydana gelecek musibet, felâket ve zararlar için müslüman Allah’a sığınmalıdır. Tevekkülün gerçek espirisi de budur.
3- Deprem ve Sorumluluk
İnsan sorumlu bir yaratıktır. Zira kendisine irade hürriyeti verilmiştir. Bu itibarla yaratılmışların en şereflisidir. Ve her şey onun emrine verilmiştir. İnsan, yaratıcısına karşı ibadet etmekle; insanlara ve diğer hak sahiplerine karşı da adaletli davranmakla görevlidir. İnsanın Allah’a karşı görevlerini ihmâl etmesi halinde bunun Allah tarafından affedilebileceği, ancak insanlara karşı işlenmiş suçların, kul hakkını doğurması sebebiyle, affedilmeyeceği, bu gibi suçların affedilmesi yetkisinin ancak hak sahiplerinin elinde olduğu ifade edilmiştir.
Depremde binaların yerini belirlemekle görevli olanlardan tutun, imar ve iskâna izin verenlere, eksik malzeme kullanan müteahhitlere, onları denetleme ile görevli mimar ve mühendislere, tehlike arz eden ve girilmez raporu verilen binalar ve enkazın içine tedbirsizce girenlere varıncaya kadar, herkesin belirli ölçülerde sorumluluğu vardır. Herkes, sorumluluğu nispetinde Allah Teala’ya hesabını verecektir. Cenab-ı Allah: “Kim zerre kadar iyilik işlerse onun karşılığını görür. Her kim de zerre kadar kötülük işlerse onu görür.”16 buyurmaktadır.
Allah Teala da insana hürriyet vermiştir. Ona tam bir hürriyet ortamı içinde seçme hakkı tanımıştır. İnsandan aklını iyi kullanarak ve kendini geliştirerek seçimlerini kendisi, tabii ve sosyal çevresinin hayrına olacak bir şekilde doğru yapmasını istemiştir. Aksi takdirde insanın, yanlış tercihlerinden dolayı da sorumluluktan kurtulamayacağı belirtilmiştir. “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor.”17 Masum bir kimseyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi, bir kimseyi kurtarmanın da bütün insanları kurtarmış gibi olacağını ifade eden ayet18 görevi yapmama ve ihmâl yüzünden ölüme sebep olmanın ne kadar ağır sorumluluk getireceğini gözler önüne sermektedir. Depremin meydana geldiği bölgenin arazi yapısı ile ilgili bilgiler ortada iken, buna uygun dayanıklı evler yapmayan, malzemeden çalan kimseler ile bunlara izin ve ruhsat veren herkesin dinî ve hukukî açıdan büyük sorumluluk altına girdikleri açıktır.
Allah, insanlar arası ilişkileri hak ve adalet çizgisinde tutmak, insanların birbirlerine zarar vermesini önlemek için müeyyideler getirmiştir. Bu maksatla, haksızlığı ve zulmü yasaklamış ve insanı bütün eylemlerinden dolayı sorumlu tutacağını bildirmiştir. Deprem bölgesinde yaşayıp veya tesadüfen orada bulunup da başkalarının hatalarından dolayı hayatını, malını veya sağlığını kaybetmiş olanlar, kısacası depremden etkilenen insanların günahlarını hatalı olan insanlar çekeceklerdir. Masum insanlar için musibetler ahirette bağışlanma ve rahmet vesilesi olacaktır.
Önemle üzerinde durulması gereken bir husus daha vardır. O da, depremden korunma cihetinde bilim adamlarının ve uzman kişilerin önerilerini dikkate almamanın da insanı sorumluluk altına sokacağıdır. Tedbirli olmak dinin emridir. Bu emrin dikkate alınmaması, tabiatıyla sorumluluğu gerektirecektir. Şu halde Allah’ın bir gün bizi hesaba çekeceğini düşünerek, yükümlülüklerimizin gereğini bir bütün olarak yerine getirmemiz gerekmektedir. Dünya ve ahiret saadetinin temelinde bu anlayış yatmaktadır.
C- Deprem ve Şehitlik
Dinimiz İslâm, insanın engel olamadığı, üstesinden gelemediği, büyük acı ve sıkıntılara neden olan durumlarda ölen kişiyi şehit saymaktadır. Boğularak, yanarak, bir yıkıntı altında kalarak ölenler, aile ve çocuklarının geçimini sağlamak için helâl yoldan çalışıp kazanırken ölen kimseler ile ilim yolunda ölenler, şehid sayılmaktadır.
Hz. Peygamber bir vesile ile ashabına “sizce şehitlik nedir?” diye sormuş, sahabiler de cevaben: “Allah yolunda öldürülmeye şehitlik diyoruz” demişlerdir. Bunun üzerine Allah Resulü: “Allah yolunda öldürülmenin dışında yedi çeşit şehitlik vardır. Vebadan, iç hastalıklarından, boğularak, yanarak, yıkıntı altında kalarak ölen kişiler şehittirler. Ayrıca hamile iken ölen kadın ve bakire olarak ölen kız da şehittir.”19 buyurmuşlardır.
Hz. Peygamber, bir başka hadiste, Allah katında yüksek makamlara ulaşmış olan şehitlerin kul borcundan başka bütün günahlarını Allah’ın affedeceğini,20 bu kimselerin gördükleri hürmet ve kerametten dolayı dünyaya dönüp on defa şehit olmayı arzu edeceklerini;21 telef olan mallarının ise sadaka olup, ahiret azığı haline geleceğini ifade buyurmaktadır.
Buna göre Marmara ve Düzce depreminde ölenlerin ahirette şehitlik mertebesine yükselecekleri ve Allah’ın kendilerine hazırlamış olduğu büyük nimetlere kavuşacaklarından en ufak bir şüphe mevcut değildir.
D- Deprem İlâhî Bir İkaz ve Ceza mıdır?
Allah Teala, asla kullarına zulüm yapmaz ve onların kötülüğünü istemez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler.22 Deprem hadisesini ancak bu Kur’anî bakış açısıyla sağlıklı bir çerçevede değerlendirebiliriz. Şunu hemen belirtelim ki depremin acı bilançosunun altında ağırlıklı olarak beşerî ihmâller vardır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Allah tabiat hadiseleri için bazı kurallar koymuştur. İnsanların bu kanunlara uygun olarak hareket etmeleri gerekmektedir. Eğer dere yataklarına ev yaparsanız, selin evleri önüne katmasını Allah’ın bir cezası olarak değerlendiremezsiniz. Keza fay hattı üzerinde olduğu bilinen yerlere depreme dayanıklı evler yapmazsanız, depremde evlerin enkaz haline gelmesine Allah’ın cezası olarak addedemezsiniz. Bunlar insanların ihmâllerinin açık neticeleridir ve sünnetullaha uygun sonuçlardır. Nitekim Kur’an’da; “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat çıkar. Allah da belki dönerler diye, yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.”23 buyurulmaktadır.
Şu halde her doğal afeti ilâhî bir cezalandırma olarak değerlendirme Kur’an açısından doğru bir değerlendirme tarzı olmasa gerektir.
Kur’an-ı Kerim, geçmiş birtakım ümmetlerin davranışları, inkâr ve isyanları sebebiyle toplu ve şiddetli azaba uğratıldıklarını bize haber vermektedir. Mesela; Hz. Nuh, Lut ve Şuayb kavimleri işledikleri hata ve günahları sebebiyle topluca helâk edilmişlerdir. Yüce Allah, bunları kitabında ibret olsun diye zikretmektedir.
Bütün bunlarla birlikte depremleri Allah’ın belirli bir kesime cevabı ve cezası olarak görmek son derece yanlıştır. Bu tarz değerlendirme, sorumluluktan kaçmak ve suçu başkalarına atıp rahatlamak ve deprem gerçeğinin insana ilişkin maddi ve somut gerçekleriyle yüzleşmekten çekinmektir. Gerçeklerle yüzleşmek, çoğu kez insana acı verir, ancak uzun vadede insanların hayrına vesile olur. Şurası iyi bilinmelidir ki hiç kimsenin, bir toplumda meydana gelen afetin, belânın veya musibetin, yaşanan, meydana gelen, ya da süregelen herhangi bir olaya, ya da kişi veya kişilere birebir bağlı olarak meydana geldiğini söylemeye hakkı ve yetkisi yoktur. Müslümanlar, değerlendirmelerinde dinin yasakladığı aşırılıklardan ifrat ve tefritten uzak durmalıdırlar. Aksi yöndeki tutumlar kargaşa ve fitne sebebi olabilir. Bu da bir tür haksızlık ve zulümdür.
Yeri gelmişken birkaç noktayı daha vurgulamakta fayda vardır: Gerçeğe tamamen aykırı olarak, Kur’an-ı Kerim’de depremin vuku bulacağının yazılı olduğu, bazı kimselerin, Kur’an ayetlerine bakarak depremin vaktini ve yerini önceden haber verdiği söylentileri dolaşmaktadır. Bu söylentileri Kur’an ve sünnet çizgisinde temellendirmek mümkün değildir. Müslümanlar bu gibi asılsız ve mesnetsiz iddialara itibar etmemelidirler. Kur’an-ı Kerim surelerinin, ayetlerinin veya kelimelerinin sayılarından yola çıkarak ebcet ve cifir hesabı ile birtakım sonuçlar çıkarmaya kalkışmak, eskilerin tabiriyle “hurufîlik” teşebbüsüdür. Böyle bir şey dine ve Kur’an’a yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Hele hele bu, Kur’an’ın mucizevî bir kitap olduğunu ispat etmek için yapılıyorsa, bilinmelidir ki ilâhî kelâmın buna hiç ihtiyacı yoktur. O’nun bizzat kendisi büyük bir mucizedir. O, bir hidayet kaynağı ve rehberdir. Harflerden hüküm çıkarmak şeklinde zaman zaman görülen eğilim, İslâm’a yabancı olan başka kültürlerin ürünüdür. Bunun İslâm’la ilgisi olamaz. Zira gaybı ancak Allah bilir. Bu noktada İslâm, konuyla ilgili çalışan bilim adamlarının söylediklerine itibar etmemizi telkin etmektedir.
1- Suç ve Cezanın Şahsiliği Prensibi
Kur’an-ı Kerim’de herkesin kendi işlediği suçlardan dolayı ceza göreceği ifade edilmektedir. Bu genel bir prensiptir. Bu konuya temas eden ayet-i kerimeler şunlardır:
“Herkesin kazandığı kendisinedir. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez.”24
“Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez.”25
“Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan ancak çalıştığına ulaşır.”26
“Kim kötülük yaparsa cezasını görür. Kendisine Allah’tan başka ne dost, ne de yardımcı bulur. Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler. Kendilerine zerre kadar zulmedilmez.”27
“Herkesin kazandığı sevap kendi lehine, yüklendiği günah da kendi aleyhinedir.”28
“Kim iyi amel yaparsa, kendi lehine, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.”29
Hz. Peygamber de bu konuda şunları söylemiştir:
“Kişi ne babasının, ne de kardeşinin suçundan dolayı mesul tutulamaz.”30
“Dikkat ediniz, bir suçlu ancak kendi aleyhine suç işler.”31
Ancak, ilâhî hikmet gereği, cezanın şahsiliği prensibine bazı durumlarda istisnalar getirilebilir.
2- Bazı Durumlarda Cezanın Umumi Oluşu
Bir takım hatalar ve suçlar vardır ki, bunların zararı umumi olur. O hatanın sebep olacağı fitne, getireceği sıkıntı, yalnızca onu yapanlara zarar vermekle kalmaz, o işe bulaşmamış ve o işe girmemiş olanlara da isabet eder. Bir çok masumları da etkiler. Deyim yerinde ise, “kurunun yanında yaş da yanar.” Hz. Peygamberin benzetmesiyle, su ihtiyacını karşılamak için bir geminin dibini delmek, sadece bu fiili işleyeni değil, gemide bulunan herkesi tehlike ile karşı karşıya getirir. Gemideki tayfanın hepsi sulara gömülerek hayatını kaybeder. Bu kötü sonuca engel olmak için yapılması gereken şey, gemiyi delen kişinin eylemine engel olmaktır. İslâm, zararı genel olacak olumsuzlukları önlemek için emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker ilkesi getirmiştir. İyiliği emredip kötülükten sakındırmayı ifade eden bu ilke, toplumda iyiliğin ve güzelliklerin egemen kılınması ve yaygınlaştırılması, kötülüklerin önüne geçilmesi ve böylece erdemli bir toplum oluşturulmasını ifade etmektedir. Şu halde müslümanlar birbirlerini kontrol etmelidirler. Bir müslüman diğer bir müslümanda gördüğü hatayı, onu kırmadan, incitmeden, kardeşlik anlayışı içinde düzeltmeye çalışmalıdır. Bu İslâm kardeşliğinin bir gereğidir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesi, son derece çarpık ve İslâm’dan uzak bir anlayıştır.
10. A.Hamdi Akseki, Ýslam Dini, Ankara, 1958, s.97.
11. Nisâ, 102.
12. Bakara,195.
13. Ahmet Ýbn Hanbel, Müsned, c.II, s.356.
14. Buhari, Sahih, c.VII, s. 164.
15. Malik, Muvatta, c. II, s. 894.
16. Zilzâl, 8.
17. Kýyâmet, 36.
18. Mâide, 32.
19. Ebu Davud, Cenaiz, 11; Malik, Muvatta, Cenaiz, 36.
20. Müslim, Sahih, Ýmare, 32.
21. Buhari, Sahih, Cihad, 6; Müslim, Sahih, Ýmare,29.
22. Mümin, 31.
23. Rűm, 41.
24. En’âm, 164.
25. Fâtýr, 18.
26. Necm, 38-39.
27. Nisâ, 123-124.
28. Bakara, 286.
29. Fussilet, 46.
30. Ahmet Ýbn Hanbel, Müsned, c.III, s.479.
31. Ýbn Mace, Sünen, Diyât, 26.