Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm…Bismillâhir rahmânir rahîm…
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn… Alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidil evvelîne vel âhirîn, muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid dîn… Emmâ ba’d:
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun…
Burada ikametimiz, bu kampta kalışımız esnasında, akşam namazlarından sonra yarım saat kadar Hazret-i Ali –RA ve kerremallahu vecheh– Efendimiz Hazretleri’nin sözlerini okuyup izah edeceğim. Elimde Hazret-i Ali Efendimiz’in sözlerini toplayan bir kitap var; o kitaptan onun mübarek hikmetli sözlerini size nakledeceğim.
Sahabe-i Kirâm’ın içinde Hazret-i Ali Efendimiz’in sözlerini seçmemin sebebi, en başta gelen sebep: Türkiye’mizde ve İslâm Alemi’nin bir çok ülkesinde Hazret-i Ali RA Efendimiz’i özellikle çok seven ve ona candan bağlı olan insanlar var… Tabii böyle mübarek, Aşere-i Mübeşşere’den cennetlik bir büyüğümüzü sevmek güzel bir vasıf, iyi bir sıfat… Fakat, “Hazret-i Ali RA Efendimiz’i seviyorum, ona bağlıyım… Onun yolundayım, onun fırkasındayım, onun zümresindeyim.” diyen kardeşlerimizin bir kısmı Hazret-i Ali Efendimiz’i tanımıyor. Hazret-i Ali Efendimiz’i kendisine nümûne-i imtisâl edinmiyor; model insan olarak onu alıp, onun izinden gitmiyor. Onun yaptığı ibadetleri yapmıyor. Onun yapmadığı, yapmayacağı, memnun ve razı olmayacağı işleri yapıyor.
Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz çıksa gelse, onların bu halini görse, aslâ memnun olmaz. Meselâ, namaz kılmamaları gibi… Meselâ, içki içmeleri gibi…
Hattâ, ben geçtiğimiz günlerde burada bir şehirde, Hazret-i Ali Efendimiz’i seven zümreye mensub bir derneği ziyarete gittim, davetlerine icâbet ettim. İki üç saat kadar konuştuk. Öyle sözler söylediler ki, öyle ifadeler kullandılar ki; değil Hazret-i Ali Efendimiz’i seven bir insan söylesin, herhangi bir mü’min aslâ söylemez o sözü!.. O söz imana sığmaz, İslâm’a sığmaz ve o sözü söyleyen İslâm’dan dışarı çıkar… İmanını kaybeder, küfre düşer. Ben onlara dedim ki: “Bakın, sizin bu sözünüz İslâm’a sığmıyor, imandan bile çıkıyorsunuz.”
Meselâ, Allah-u Teâlâ Hazretleri hakkında çok yanlış sözler söylediler. Dedim ki: “Bu sizi doğrudan doğruya küfre düşürür. Hazret-i Allah CC aleyhinde söz söylemek sizi cehennemlik eder; bunu yapamazsınız!.. Hazret-i Ali’ye dayanarak hiç yapamazsınız, Hazret-i Ali’yi seviyorum diyerek hiç yapamazsınız. Herhangi bir şekilde de yapmanız mümkün olmaz.”
Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini tenkid ediyor. “Ayetleri tenkid edemezsiniz. Buna sizin içinde bulunduğunuz pozisyon ve intisab ettiğinizi söylediğiniz şahıs müsâit değil…” dedim.
Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerini kabul etmiyor. Meselâ,
(Küllü mevlûdin yûledü alel fıtrati) “Her doğan fıtrat-i İslâmiye üzere doğar.” hadis-i şerifini de itirazla karşılıyor, hadis-i şeriftir dediğimiz halde…
“Benim şimdi namaz kılmam lâzım!” diyorum; “Kılma, ne olacak?.. Bize faydalı konuşmalar yapıyorsun, konuşmaya devam et, sonra kılarsın!” diyor. Ben de diyorum ki:
(İnnes salâte kânet alel mü’minîne kitâben mevkûtâ) “Namaz insanların boynuna belirli zaman dilimleri içinde îfâ etmeleri gereken bir farzdır. Bunu te’hir etmek, kazaya bırakmak olur mu?.. Mümkün değil!..” diyorum.
Yâni Hazret-i Ali Efendimiz’i seven insanların grubu öyle bir hale gelmiş ki; içinde kâfiri barındırıyor, ateisti barındırıyor, inançsızı barındırıyor, kucaklıyor… Onunla yanyana olmuşlar, onunla hemfikir olmuşlar… Tabii, böyle bir şey onların aleviliklerine uymuyor, Hazret-i Ali Efendimiz’e mensub oluşlarına uymuyor. O halde, Hazret-i Ali Efendimiz’den bahsetmemiz lâzım, Hazret-i Ali Efendimiz’in sözlerini anlatmamız lâzım, hayatını anlatmamız lâzım ki, onu gerçekten sevenler onun yolunda yürüsünler.
Bu bakımdan Sahâbe-i Kirâm’ın içinden Hazret-i Ali Efendimiz RA’ın sözlerinden, burada kaldığımız her akşam inşaallah birkaç tanesini –zaman ne kadarına müsaade ederse, o kadarını– açıklayacağım. Çünkü, burdaki bizim konuşmalarımız sadece size münhasır kalmıyor, sadece siz dinlemiyorsunuz. Bunlar ses bantlarına geçiyor, video bantlarına geçiyor; Türkiye’ye gidiyor, dünyanın her yerine dağılıyor. Bir çok yerde dinleniyor, okunuyor.
Binâen aleyh, biz imanla ilgili bir ders yaptık sabahleyin… Bunu sırf sizin için yapmadık. Buradaki bu dekor içinde, bu zaman içinde, bu program içinde bu konuşmayı yapıyoruz ama; bu bir çok zamanlar için, bir çok bölgeler için, bir çok insanlar için önemli bir konudur. İman konusudur, Allah’a iman konusudur, herkes için çok önemlidir. Onun için Amerika’ya da gidecek, Pakistan’a da gidecek, Malezya’ya da gidecek, Türkiye’ye de gidecek, Almanya’ya da gidecektir. Biz o şuurla bu konuşmalarımızı yapıyoruz. Akşamları yapacağımız bu konuşmalar da bir çok yere dağılacağı için, dağıtılacağı için, tevzî edileceği için, burada bu günleri ganimet bilerek bu konuyu seçtik.
Tabii, bu konuda konuşmak bizim boynumuzun borcudur. İnsanları doğru yola çekmek, bizim vazifemizin gereğidir. Bizim hasbel kader, –Allah’a hamd ü senâlar olsun kader bizi böyle eylemiş– Hazret-i Ali Efendimiz’in evlâdı, torunu olma durumumuz da vardır. Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz’i uzaktan bir kimse olarak anlatmıyoruz, dedemizden bahsediyor olarak anlatmış oluyoruz.
Ayrıca Hazret-i Ali Efendimiz’in “Eimme-i İsnâ Aşer: Oniki İmam” denilen evlâtları ve onların içinden İmam Ca’fer-i Sâdık Hazretleri de bizim tasavvufî yolumuz olan Nakşî tarikatının ve diğer tarikatların silsilesinde olan pirlerimizdendir, mürşidlerimizdendir. İmam Ca’fer-i Sâdık Hazretleri, İmam-ı Âzam’ın da hocasıdır. O bakımdan, çeşitli yönlerden yakınlığımız olduğu için böyle bir konuyu açıyoruz.
Çünkü, müslümanları parçalamak, birbirlerine düşman etmek, birbirlerine düşürmek, birbirleriyle döğüştürmek isteyen bir plan var!.. Bunu görüyoruz. Irak’ı İran’a saldırttılar, Irak’ı Kuveyt’e saldırttılar… Irak’ı Türkiye ile kötü duruma düşürttüler, Suriye’yi Türkiye ile kötü duruma düşürttüler… Libya’yla Mısır’ı kötü duruma düşürttüler, Cezayir’le Tunus’u kötü duruma düşürttüler… Yâni tek bir yerde olsa, tesadüf diye düşünülebilir amma, planlı bir şekilde dünyanın her yerinde müslümanları birbirine düşürme çalışması var!.. Bizim de bunun aksini yapmamız lâzımdır.
Ayrıca temelsiz olan fikirleri, küfrü, inkârı, şirki kökleyip atmak vazifemizdir. Yetişmemizin gereğidir, aldığımız mânevî görevin gereğidir. O bakımdan bu konuyu açıyoruz. Besmeleyle bu akşam, burada, bu kampın ilk konuşmasına; Hazret-i Ali Efendimiz’in sözleriyle ilgili ilk konuşmaya şu anda böylece başlamış oluyoruz.
Okuduğumuz eser, Hazret-i Ali Efendimiz’in sözlerini toplayan bir eserdir. Necef’te basılmıştır. Elfü kelimetin liemîril mü’minîne ve seyyidil büleğa vel mütekellimîn el’imâm ali ibn-i ebî tâlib aleyhis selâm başlığını taşıyor. Bunun ilk sayfasından okuyorum:
1. (Kâne aleyhis selâm kesîren mâ yekulü) “Ona selâm olsun Hazret-i Ali şöyle söylerdi. Ne zaman?.. (izâ ferağa min salâtil leyl) Gece namazını kıldıktan sonra şu sözleri söylerdi.
Salâtül leyl, teheccüd namazıdır. Geceleyin takvâ ehli insanların, salihlerin, abidlerin uykusunu fedâ edip kalkıp kıldığı bir namazdır. Peygamber SAS Efendimiz’e Kur’an-ı Kerim’de, bismillâhir rahmânir rahîm:
(Ve minelleyli fetehecced bihî nâfileten lek, asâ en yeb’aseke rabbüke makamen mahmûdâ) diye teheccüd namazı kılması tavsiye buyurulmuştur Allah tarafından… Peygamber SAS de bizlere tavsiye etmiştir gece namazı kılmayı… Çünkü, gecenin çok büyük feyzi vardır, çok büyük bereketi vardır.
“Gece vaktinde mânevî bakımdan göğün kapıları açılır ve Allah-u Teâlâ Hazretleri kullarına: ‘Yok mu benden af isteyen?.. İstesin affedeceğim!.. Yok mu benden bir talebi olan?.. Dilesin, dilediğini vereceğim!.. Yok mu benden mağfiret taleb eden?.. Onu afvü mağfiret eyleyeceğim!..’ diye kullarına seslenir.” diyor Peygamber Efendimiz… Bu seslenme bütün gece devam eder, imsak kesilinceye kadar… İmsak kesildikten sonra biter.
Demek ki, imsak kesilmezden önce geceleyin kalkıp ibadet eden, Allah’a yalvaran; Allah’tan arzusunu, talebini, duasını, niyazını isteyen muradına erer. Allah’ın affına mazhar olur, lütfuna ihsanına nâil olur.
Onun için biz de sizlere Peygamber Efendimiz’in sünneti olan gece namazını, salihlerin adeti olan gece kalkıp teheccüd namazı kılmayı tavsiye ederiz. Evet, şu yaz günlerinde gece kısa olduğundan, gece namazına kalkış biraz zordur amma, bunun kışı da vardır. Şimdi biraz zor yapılsa bile, şimdi de sabah namazından sonra dinlenme imkânınız vardır. Yine de yapmanızı tavsiye ederim.
Peygamber Efendimiz yapardı, Hazret-i Ali Efendimiz yapardı… Salihler, evliyâullah büyüklerimiz geceleri böyle kalkar, yana yakıla ibadet ederlerdi. Yunus Emre’nin ilâhisini hemen hatırlıyoruz; ne diyor:
Dağlar ile, taşlar ile,
Çağırayım mevlâm seni!..
Seherlerde kuşlar ile,
Çağırayım mevlâm seni!..
Seher dediği, işte bu teheccüd namazı kılınan gecenin son vaktidir. Yâni sahura kalktığımız, oruç için yemek yediğimiz zamanlardır. “Seherlerde kuşlar ile, / Çağırayım mevlâm seni!..” Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşmeğe başlar; ben de kalkayım, dua edeyim!” diyor.
(Vel müstağfirîne bil eshâr) diye seher vakitlerinde kalkıp tevbe eden Sahabe-i Kirâm’ın sevabının çok olduğu Kur’an-ı Kerim’de bildiriliyor.
Müzzemmil Sûresi’nde de Allah-u Teâlâ Hazretleri bu ümmete, selef-i salihînimize tavsiye eylemiş ki:
(Kumil leyle illâ kalilâ. Nısfehû evinkus minhu kalîlâ. Ev zid aleyhi ve rattilil kur’âne tertîlâ.) “Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl! Gecenin yarısını kıl! Yahut bunu biraz azalt, ya da çoğalt ve Kur’an’ı tane tane oku!”
Sonra:
(İnne rabbeke ya’lemu enneke tekumu ednâ min sülüseyil leyli ve nısfehün ve sülehû ve tâifetün minellezîne meake) diye son ayet-i kerimesinde de Sahabe-i Kirâm’ın bu emri tutarak, geceleri kalkıp çok çok ibadet ettikleri, uykularını çok fedâ ettikleri ifade ediliyor. Bu kadar da aşırı yapmalarına lüzum olmayıp daha hafif bir tarzda gece ibadetini yapmaları tavsiye ediliyor.
Hazret-i Ali Efendimiz (Radıyallahu anh ve kerremallahu vecheh)… Hazret-i Ali Efendimiz’e biz “Radıyallahu anh” diyoruz. Çünkü:
(Radıyallahu anhüm ve radû anh) diye ayet-i kerimede Allah’ın onlardan –Sahabe-i Kiram’dan– razı olduğu işaret edilmiş. Ayrıca “Kerremallahu vecheh” diyoruz. Çünkü, Allah-u Teâlâ Hazretleri ona büluğa ermeden İslâm’ı nasib ettiğinden, onun yüzü tertemiz kaldı; hiç küfre yönelmedi. Yâni, cahiliye çağını yaşayıp da, ondan sonra müslüman olan insanlar gibi değil… Büluğa ermeden, daha çocuk yaştayken Peygamber Efendimiz SAS’e iman etti. çocuklardan ilk iman edendir. Böylece yüzü pırıl pırıl, tertemiz kaldı. Yüzünde hiç bir mahcûbiyet durumu olmadı. Allah onun yüzünü ak etti. Onun için “Kerremallahu vecheh: Allah onun yüzünü asilleştirdi” diyoruz.
Şia’da ona “Aleyhis selâm” derler. Biz “Aleyhis selâm” sözünü sadece enbiya ve mürselîn için kullanırız. İsâ Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm… gibi. Sahabe-i Kiram için “Radıyallahu anh” deriz. Ama Hazret-i Ali Efendimiz için husûsî olarak bir de “Kerremallahu vecheh” diyoruz.
Hazret-i Ali Efendimiz geceleyin kalkardı, teheccüd namazı kılardı. Peygamber Efendimiz’in bir hadis-i şerifini bu arada hemen hatırlatayım size:
(Rek’atâni minel leyl) “Geceleyin kılınan iki rekâtcik bir namaz, uykuyu bölüp de kılınan bu namaz; (hayrün mined dünyâ ve mâ fîhâ) bütün dünyadan ve dünyanın içindeki her türlü mal, mülk, zenginlik ve servetten daha hayırlıdır, daha kıymetlidir.
İşte Hazret-i Ali Efendimiz de gece kalkar ibadet ederdi; bir çok Sahabe-i Kiram gibi, bir çok sâlihler gibi, evliyâullah gibi… Namazından sonra da şöyle dua edermiş: –Ben sabahleyin, “Allah’ın varlığını ilmen, scientific olarak insanın anlaması lâzım!.. Aklen ve mantıken bulmak durumunda ve o kabiliyettedir insan… Mutlaka bulması lâzım!.. Alimler de tabii, çok daha iyi bir şekilde Allah’ın varlığını kavrarlar. Kur’an-ı Kerim bize etrafı ibret gözüyle seyretmeyi ve ordan Allah’ın varlığına deliller çıkartmayı tavsiye ediyor.” demiştim. Bakın, Hazret-i Ali Efendimiz de tevâfuken aynı konuyu işliyor.–
(Eşhedü ennes semâvâti vel arda ve mâ beynehümâ ayatün tedillu aleyke) “Yâ Rabbbi! Şehadet ederim ki, gökler ve yer, bunların arasındaki bütün yaratıklar, senin varlığını gösteren delillerdir. Bütün gökler delildir, yeryüzü delildir… Bunların arasındaki bütün varlıklar, senin varlığına şehadet eden, gösteren delillerdir.” Yâni, parmak izi gibi küçük bir iz, emâre aramağa lüzum yok; şehadet ederim ki her şey, bütün varlıklar senin varlığını gösteren delillerdir.
(ve şevâhidü teşhedü bimâ ileyhi deavte) “Bunlar aynı zamanda senin çağırdığın, dâvet ettiğin konulara şahitlik eden şâhitlerdir.” Yâni, sen doğru imana dâvet ediyorsun… Peygamber gönderip, Kur’an indirip, insanlara varlığını birliğini, esmâ-i hüsnâ’nı anlatıyorsun… Dünyayı, ahireti bildiriyorsun… İnsanların din konusunda bilmediği hususları bildiriyorsun… İşte bütün bu varlıklar senin söylediğini doğrulayan şahitlerdir.
(küllü men yüeddi ankel hüccete ve yeşhedüleke birubûbiyyeti mevsûmün biâsâri ni’metike) “Senden bize delil mahiyetinde olan her şey ve senin rubûbiyyetini, alemlerin rabbi olduğunu; yaratıcısı ve yöneticisi, besleyicisi ve geliştiricisi, ihtiyaçlarını karşılayıcısı olduğunu gösteren şeyler, şahitler, senin nimetlerinin eserleri olarak işaretlidirler.”
Rubûbiyyetin mânâsı geniş… Rab demek; alıp geliştiren, yaratıp ondan sonraki ihtiyaçlarını da görüp büyüten, geliştiren demek…
(ve meâlimü tedvirü alemike) “Senin kâinatı yönettiğinin, kâinatın sahibi, idarecisi ve mâliki olduğunun kesin göstergeleridir. Büyük işaretlerdir bu varlıklar… (bihâ an halkıke) Bu yaratıklarından, mahlûkatından ne kadar yüce olduğun görülüyor, anlaşılıyor.”
(fe erselte ilâ kulûbihim min ma’rifetik) “Bu varlıklara bakınca, sen onları müşâhede eden, onları güzel gören insanların gönlüne ma’rifetullahı gönderiyorsun. (mâ anesehâ min vahşetil fikir) Fikirdeki yalnızlıktan o gönderdiğin irfan bilgileri, irfan hazineleri onları kurtarıyor. (ve kefâhal ihticâc) Ve delil gösterme konusunda yeterli oluyor bu gönderdiğin şeyler…”
(fe inne şâhidetün) “Bütün bu varlıklar şâhittir ki; (bi enneke lâ te’huzükel evhâm) sen o kadar yücesin ki, insanların vehimleri seni tam anlayamaz.” İnsan acizdir, insan aklı yeterli değildir. (ve lâ tüdrikükel ukul) “Akıllar seni tam mânasıyla kavrayamaz, senin büyüklüğünü idrak edemez. (ve lâ reel ebsâr) Gözler de seni göremez.”
Yâni, “Bu yerleri, gökleri ve yerlerin göklerin içindeki varlıkları incelediğimiz zaman görüyoruz ki; gözler seni göremez, akıllar senin yüceliğini, büyüklüğünü, künhünü, mahiyetini tam mânâsıyla anlayamaz. İnsanın düşünceleri ki, nihâyet birer vehim sayılır. Aciz insanın aciz düşüncesi; ne olacak?.. Doğruluğu da kesin değildir. İnsanoğlunun düşüncelerinin hepsi doğru diye bir şey yoktur. Nihâyet kendi aklı seviyesi, irfanı seviyesindedir; vehimdir. Bu vehimler seni tam mânâsıyla kavramağa yeterli değildir.” Bu anlaşılıyor.
“Şu gökyüzüne baktığımız zaman, yâ Rabbi görüyoruz ki, sen yücelerin yücesisin!.. Bu kadar muazzam varlıkları böyle yarattığına göre, senin büyüklüğün ne kadar, sen ne büyüksün yâ Rabbi!.. Nasıl emsalsiz bir hâliksın!.. Bunlara bakıyoruz, aklımızın seni tam mânâsıyla idrak edemiyeceğini anlıyoruz; gözümüzün seni göremeyeceğini anlıyoruz.” demek istiyor.
Hakîkaten de Mûsâ AS’a Tur Dağı’nda vahiy geldiği zaman; “Ben senin rabbinim yâ Mûsâ!” diye Allah-u Teâlâ Hazretleri ona vahyetti, emirlerini bildirdi. O, peygamber olarak o ilâhî tecellîye mazhar olunca, –tabii sevgisinden, saygısından, merakından, aşkından, aşkullahtan, muhabbetullahtan– dedi ki:
(Rabbi erinî enzur ileyk) “Yâ Rabbi! Vahyini duyuyorum ama, kendini de göster, seni de göreyim!.. Sesini duyuyorum, vahyin bana geliyor ama cemâlini de göreyim yâ Rabbi!.. (erinî) Göstert kendini bana!.. (enzur ileyk) Seni temâşâ edeyim, nazar edeyim sana!..” dedi.
Onun üzerine dedi ki Allah-u Teâlâ Hazretleri:
(Kale lenterânî) “Göremeyeceksin; bu hal, bu sıfat sende olduğu müddetçe görmen mümkün olmayacak, olacak şey değil!.. (velâkin ünzur ilel cebel) Karşıdaki şu Tur Dağı’na bir bak! (fe inistakarra mekânehû fe sevfe terânî) Sen etten kemikten yapılmışsın, ezilirsin, büzülürsün, dayanamazsın. Eğer o dağ o azametiyle, o kuvvetiyle, o sağlamlığıyla, taştan yapılmış o koca dağ tecelliye, Allah’ın görünmesine tahammül ederse; o zaman sen de görebilirsin. Bak bakalım dağ tahammül edebilecek mi?..” dedi. Tecellî, görünmek demek…
(Felemmâ tecellâ rabbühû lil cebeli cealehû dekken) Allah-u Teâlâ Hazretleri bizim mahiyetini anlayamayacağımız, aklımızın almayacağı bir şekilde Tur Dağı’na tecellî eyleyince; o tecellînin nurlarından, azametinden, –yeni kelimeyle– enerjisinden dağ parça parça oldu. O tecellî parça parça eyledi o dağı…
(ve harra mûsâ saika) Mûsâ Aleyhisselâm bu müthiş manzara karşısında bayıldı, yere serildi kaldı. (felemmâ efâka) Kendine gelince, uyanınca, ayıkınca; (kale sübhâneke tübtü ileyke ve ene evvelül mü’minîn) “Yâ Rabbi, tevbe… Anladım ki senin cemâlini, tecellîni algılayabilmek tahammül edilebilecek bir şey değilmiş… O nûrun, o enerjinin büyüklüğüne tahammül etmek mümkün değilmiş; anladım!.. Ben sana teslim olanların ilkiyim! Sana her halinle teslim oluyorum; ne eylersen güzel eylersin yâ Rabbi!..” diye teslim oldu. İşte gözler göremez dediği bu…
Geceleyin tabii, bizim gibi böyle beton çatılar altında değillerdi. Hava sıcak Suudî Arabistan’da… Gidenler biliyor, Hicaz sıcak… Herhalde gece namazına kalktığı zaman gökleri, yıldızları görüyordu mübârekler… Hem de orada yıldızlar, sanki elini uzatsan tutacakmışsın gibi yakın… Ay sanki daha büyük, güneş daha büyük gibi oluyor. Orda gece manzarası harika oluyor.
Şimdi o manzaranın altında: “Yâ Rabbi! Gökler ve yer senin varlığına delâlet eden birer alâmettir. Hepsi sana şahâdet ediyor, senin büyüklüğünü gösteriyor. Anlıyoruz ki, içimize doğuyor ki, senin irfan bilgilerin bizim içimize giriyor da anlıyoruz ki yâ Rabbi; hayaller, vehimler seni seni tahayyül edemez!.. Akıllar senin büyüklüğünü tam kavrayamaz, gözler seni göremez!.. Şu kudretin büyüklüğüne bak yâ Rabbi!..” diyordu.
Sonra da şu cümlenin altını çizdim muhterem kardeşlerim, bakın ne buyuruyor:
(ve eûzü bike) “Yâ Rabbi sana sığınırım… (en usire bikalbin ev lisânin ev yedin ilâ gayrike) Gönlümle, yahut dilimle, yahut elimle senden bir başkasına işâret etmekten, meyletmekten sana sığınırım yâ Rabbi!.. (lâ ilâhe illâ ente vâhiden, ehaden ferden) Çok iyi idrak ettim, anladım ki, senden başka ilâh yok!.. Sen teksin, birsin!.. Fertsin, şerikin nazîrin yok, teksin!.. Bütün mahlûkatın muhtac olduğu Rab’sin!.. Herkes hâcetini sana arzeder, herkes niyazını sana yapar… Herkes beklediğini senden bekler; bekleyene sen verirsin… İsteyen senden ister; isteyene sen verirsin yâ Rabbi!.. (ve nahnü leke müslimûn.) Biz sana teslim olmuş müslümanlarız yâ Rabbi!..” diye gece namazından sonra böyle dua ederdi Hazret-i Ali Efendimiz…
Ne çıkıyor bu sözlerin arkasından, onu açıklayalım! Çünkü, Arapça bilmeyen kimseler de dinleyecek bu bantları… Açıklayalım:
Hazret-i Ali Efendimiz beş vakit farz namazlarını kılar; onun yanı sıra, geceleyin de kalkıp namaz kılardı. Eğer sen, “Ben Hazret-i Ali’yi seviyorum!” diyorsan, onun yaptıklarını yapacaksın!.. Eğere seviyorsan, seven sevdiğine tâbi olur. Göklere bakacaksın, yıldızlara bakacaksın, yere bakacaksın; bu yerdeki, gökteki yaratıkları ibret gözüyle temâşâ edeceksin… “YŒÊRabbi! Bunların hepsi senin varlığına şahitlik ediyor; bunların yaratıcısı sensin yâ Rabbi!..” diye teslim olacaksın!..
Tabii, Hazret-i Ali Efendimiz ve bütün Sahâbe-i Kirâm, bütün müslümanlar ve bütün bilen insanlar; Allah’ın kelâmını bilen insanlar, İslâm tarihini bilen insanlar, olayları ve olayların içindeki kişileri bilen insanlar bilirler ki, namaz çok önemli bir ibâdettir. Namaz mü’minin mîracıdır. Kulun Allah’ın dergâh-ı ilâhîsine, bârigâh-ı samedânîsine dâvet olunduğu, davetli olarak gittiği bir ibadettir. Allah dâvet ediyor çünkü… “Hayyales salah: Gelin namaza!..” diyor. Allah dâvet ediyor, kul da “Peki, geliyorum!” diyor. Geliyor ve Allah’ın dâvetine icâbet edip huzuruna giriyor. Çok zevkli bir şeydir.
Onun için, Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:
(Kurretü aynî fis salâh) “Gözümün şenliği, serinliği namazda…” Namazdan o kadar zevk alıyordu.
Hazret-i Ali RA Efendimiz bir savaşta şiddetli bir şekilde yaralandı. Yarasının içinde etine saplanan ok veya zırh parçası kaldı. Şişti, irin topladı. Zonkluyor, tahammül edilecek gibi değil… Şişmiş, kızarmış, korkunç bir durumda… Dediler ki:
“–Yâ Emîrel Mü’minîn! Bunu ameliyat etmek lâzım; keseceğiz, başka çare yok!..”
“–Ben namazdayken yapın!” dedi.
Tahammül edemiyor başka zaman… Namazdayken yaptılar, farkına varmadı. Yaptılar, bitirdiler, dediler ki:
“–Yâ Emîrel Mü’minîn! Namazda ameliyat ettik, gık bile demediniz.”
“–Yaptınız mı?..” dedi.
“–E, haberiniz yok mu?..” dediler.
“–İnsan olmadığı yerdeki olayı nereden bilsin?” dedi. Yâni, “Ben orada değildim ki…” dedi.
Bu neyi gösteriyor?.. Hazret-i Ali RA Efendimiz’in namazında rûhen bedenden ayrılıp çok yüksek hallere eriştiğini, çok yüksek mertebelere çıktığını gösteriyor. Bedenine ne yapılıyorsa, onu duyacak halde değil ruhu… Hazret-i Ali Efendimiz namazı böyle kılıyordu.
Bazıları diyorlar ki, konuştuğumuz kimselerden…
“–Camiye geliyor musunuz?” diye soruyorum ben…
“–Gelmiyoruz.” diyorlar.
“–Niye gelmiyorsunuz?..”
“–Hazret-i Ali Efendimiz camide öldürüldü…”
Hazret-i Ali Efendimiz mutfakta öldürülseydi, hiç yemek yemiyecek miydik?.. Hazret-i Ali Efendimiz mektepte öldürülseydi, hiç çocuklarımızı okutmayacak mıydık?.. Hazret-i Ali Efendimiz çarşıda pazarda öldürülseydi, hiç iş güç yapmayacak mıydık?.. İnsafa sığar mı böyle bir mantıkla Allah’ın emri olan namazı kılmamak; mü’minin mîracı olan şerefli dâvete icâbet etmemek?.. Böyle bir şey olur mu?.. Akla mantığa sığacak bir şey değil… Tabii, bu çok yanlış bir şey…
Öyle tembellikten kılmamak ayrı… “İşte kusura bakma hocam, alışmadık da, çocukken öğretmediler de… İşte abdest almak zor geliyor da… vs.” Tembellik ayrı ama, hem kılmayıp, hem de kılmamasına bir kulp takmak, bir mâzeret uydurmak; buna Hazret-i Ali Efendimiz de râzı gelmez, aklı başında hiç bir insan da râzı gelmez!.. Allah da böyle bir şeyi affetmez!..
Hepimiz Allah’ın kuluyuz, hepimiz Allah’a karşı samîmî olmak zorundayız ve ibâdetimizi samîmiyetle yapmak zorundayız!..
İnsan öldükten sonra ahirette ilk sorgusu namazdan olacak, “Namazlarını kıldın mı?” diye olacak!.. Namazlarını kılmışsa, öteki hesapları kolay olacak. Kılmamışsa, orda azab başlayacak. Bir hadis-i şeriften anlatayım size, namaz kılmayanın azabının ne olduğunu:
Peygamber Efendimiz Cebrâil AS ile mânevî bir müşahedesinde, seyahatinde bir adam gördü. Adam elindeki kocaman bir kayayı öteki adamın kafasına bütün hızıyla patlatıyor… Öteki adamın kafası parçalanıyor, yerlere saçılıyor… Bir taş vurup kafasını dağıtıyor, öldürüyor adamı… Fakat, Allah tarafından kafası tekrar bir araya geliyor, tekrar eski halini alıyor… Bu taşı yine kaldırıyor, yine vuruyor, yine parçalıyor… Yine bir araya geliyor; yine parçalıyor…
Peygamber Efendimiz dedi ki:
“–Yâ Cebrâil kardeşim, bu korkunç manzara nedir, bu hal nedir?.. Bu adam bu taşı öteki adımın kafasına niçin vuruyor?.. Her seferinde bu adamın kafası darmadağın dağıtılıyor; kanları, beyni yerlere saçılıyor… Sonra tekrar bir araya geliyor. Bu nedir?..”
Cebrâil AS:
“–Yâ Rasûlallah! Bu kafası parçalanan adam, dünyadayken namazın Allah’ın emri olduğunu bildiği halde kılmayan insandı. ‘Bu kafayla namazın Allah’ın emri olduğunu bildin de yine namaz kılmadın mı?” diye, onun için böyle azab görüyor. Onun cezâsı budur.” dedi.
Anlayın ki, namaz kılmayanın mânevî bakımdan ahirette cezası ne kadar ağırmış!.. O halde herkesin namaz kılması icâb ediyor.
Tabii, namazın fonksiyonu nedir, faydası nedir?.. Orucun fonksiyonu, faydası, görevi nedir?.. Haccın sonucu, neticesi, faydası nedir?.. Zekâtın sonucu, faydası nedir?..
Çok net olarak biliyoruz ki, oruç insana sıhhat kazandırıyor. Ruhunu kuvvetlendiriyor, bedenini dinlendiriyor, sıhhat kazandırıyor. Çok net olarak biliyoruz, orucun çok faydaları var… Hattâ doktorlar, muayene ettikleri zaman dinsiz, imansız, alâkasız insanlara bile perhiz yapmayı tavsiye ediyorlar; şunu yeme, bunu yeme tarzında…
Haccın faydasını biliyoruz; bütün müslümanlar dünyanın her yerinden senede bir defa gelip oraya toplanıyorlar.
Zekâtın faydasını herkes biliyor; çünkü, zengin parasına fakire veriyor. Fakirin işi görülüyor. Zenginle fakir arasında muhabbet meydana geliyor, toplum düzene giriyor.
Namazın faydası nedir?.. Namaz insanı günde beş defa pisliklerden yıkıyor, Rabbinin huzuruna çıkartıyor. İyi insan olmasını sağlıyor, kontrolünü sağlıyor. Günde beş defa…
Şuna benzetiyorum ben: Gece bekçileri vardır fabrikalarda veya büyük müesseselerde… Elinde anahtar vardır. Anahtarla kurulacak belli saatler vardır o müessesede… Belli zamanlarda oralara gider, o saatlere anahtarı sokup çevirir. Böylece ertesi gün patron bilir ki, bu bekçi vazifesini güzel yaptı. Buraları dolaşmış, saatleri de kurmuş. Kurmasa; oralarda vazifeyi yapmadığı, oralara gelmediği, bekçilik yapacağım deyip de parayı alıp, yan gelip yattığı anlaşılır. Mutlaka kuracak onları… Oraları dolaştığı zaman bekçiliği yapmış oluyor.
İşte onun gibi, namaz insanı belli zamanlarda huzur-u Rabbil İzzet’e çıkartıp, kendisinin kontrolünü sağlıyor. Kötülüklerden alıkoyuyor ve temizliyor. Onun için ayet-i kerimede buyruldu ki, bismillâhir rahmânir rahîm:
(İnnes salâte tenhâ anil fahşâi vel münker, ve lezikrullahi ekber, vallahu ya’lemu mâ tesnaûn.) “Muhakkak ki namaz, fuhşiyattan, münkerattan korur.” diye…
Demek ki, Allah’ın kötülükleri engelleyen bir tedbiri olduğu için, namazın günde beş vakit kılınması lâzım!..
–Üç vakit olsa olmaz mı?..
–Olmaz, beş vakit olacak!..
–Bir vakit olsa olmaz mı?.. Haftada bir olsa olmaz mı?.. Yılda bir olsa olmaz mı?..
–Olmaz! Çünkü, yılda bir defa yıkansa bir insan, yılın öteki zamanlarında tekeden beter kokar, kimse yanına yanaşamaz. Günde beş defa yıkanacak!.. Öyle yılda bir defa yıkanma olmaz. Günde bir defa ibadet yetmez. Haftada bir defa ibadet yetmez!..
–Ne kadar yeter, dozaj ne kadar olacak?..
–Günde beş defa olacak!.. O kadar.
–Kim söylemiş?..
–Alemlerin Rabbi, bizi yaratan halikımız günde beş defa bunun olması gerektiğini söylüyor.
Muhterem kardeşlerim, bir tane daha okuyalım! Çünkü, ikinci sözü de bu konuyla ilgili:
2. (İlâhî kefânî fahren en tekûnelî rabben ve kefânî izzen en ekûne leke abdâ. Ente kemâ üridü fec’alnî kemâ türîd.)
Arapça bilen bir insan şunu hemen yazar. Çok güzel bir söz!.. O kadar güzel söylemiş, o kadar tatlı ki, şiir gibi… Çok güzel bir vecîze…
Mânasını söyleyelim:
(İlâhî) “Ey benim ilâhım, mâbudum,Rabbim, Allah’ım! (kefânî fahren en tekûnelî rabben) Senin benim rabbim olman, benim için övünç olarak yeter!.. Övünüyorum; elhamdü lillâh ki sen benim rabbimsin… Sen benim rabbim olman, övünç olarak yeter yâ Rabbi!.. Kimsin sen?.. Allah’ın kuluyum elhamdü lillâh… Allah benim rabbim… “Bu, şeref olarak, övünme olarak yeter bana yâ Rabbi!..” diyor. Allah-u Teâlâ Hazretlerine olan sevgisine bak!..
Ve devam ediyor::
(ve kefâni izzen en ekûne leke abden) “Ve bana şeref olarak, izzet ve itibar olarak sana kul olmak, yeter!..” Halbuki kul olmak iyi değildir. Kul olmak; köle olmak, birisinin esiri, kölesi olmak demek… “Ama bana şeref olarak, sana köle olmak, sana kul olmak yeter yâ Rabbi!..” Sanatlı ifade kullanıyor.
Yâni, dünyada bir insanın bağımlı olması, esir olması, köle olması izzet değildir… İzzetsizliktir, itibarsızlıktır, horluktur, hakirliktir. Zavallıdır o insan… Ama diyor ki: “Senin benim Rabbim olman bana övünç olarak yeter!.. Benim senin kulun olman bana izzet ve itibar olarak yeter!.. Ne mutlu ki, sen benim Rabbimsin!.. Ne mutlu ki, ben senin kulunum!.. Bana izzet ve itibar olarak, sana kul olmak yeter yâ Rabbi!..”
Sonra duasının güzelliğine bakın:
(ente kemâ ürîdü) “Yâ Rabbi, sen tam benim arzuladğım, istediğim gibisin! Cömertsin, merhametlisin, erhamür rahimînsin, ekremül ekremînsin!.. Esmâ-i hüsnânın sahibisin!.. Her yönden tam istediğim gibisin Rabbim olarak…
(fec’alnî kemâ türîdü) Beni de senin sevdiğin gibi yap yâ Rabbi!.. Sen tam benim sevdiğim, istediğim gibisin!.. Beni de yâ Rabbi, senin istediğin gibi yap!.. Sen Rabbül Alemîn olarak her bakımdan güzelsin, her şeyin güzel… Beni de güzelleştir yâ Rabbi!.. Beni de senin istediğin gibi bir hale getir!..”
Ne kadar güzel bir söz… Arapça bilenlerin mutlaka bunu böyle ezberlemesi lâzım!.. (İlâhî kefânî fahren en tekûnelî rabben ve kefânî izzen en ekûne leke abdâ. Ente kemâ üridü fec’alnî kemâ türîd.) Ne güzel bir dua…
Üçüncü sözünü söylüyorum; üç sözüyle bir ders tamam olsun:
3. (Mâ hâbemruün adele fî hükmihî ve et’ame min kutihî ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) Uzun söylememiş, kısa vecîze…
(Mâ hâbemrüün) “Şu işleri yapan adam aslâ hâib ve hâsir olmaz; dünyada, ahirette pişman ve perişan olmaz:” Hangi işleri yapan?.. (adele fî hükmihî) “Hükmünde adalet eden… İki kişi arasında hükmettiği zaman, âdilâne bir söz söyleyip adaletle hükmeden… (ve et’ame min kutihî) Kazandığı rızkından, kazancından, yiyeceğinden başkasına yediren… (ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) Dünyasından ahireti için malzeme biriktiren… Üç şey:
1. Hükmünde adil olan, hükmettiği zaman adaletle hükmeden…
2. Kendi yiyeceğinden başkasına yediren, ziyafet veren, ikramda bulunan…
3. Dünyasında ahireti için hazırlık yapıp, malzeme hazırlayıp, toplayıp oraya gönderen…
Tabii, bir insan bunların aksini yapsa hâib ve hasîr, pişman ve perişan olur… İki cihanda berbad olur. Hükmettiği zaman adaletle hükmetmese, Allah ondan intikam alır, ahirette büyük cezalara uğratır. Adaletle hükmetmeyen hükümdarlar, adaletle hükmetmeyen kadılar, hakimler çok büyük cezalara çarptırılacak.
Hattâ bir hadis-i şerifte geçiyor ki, “On kişi veya ondan fazla insana hakim olmuş, lider olmuş her insan, kıyamet günü elleri boynuna bağlanmış esir gibi gelecek.” Vietnam esirleri gibi…
–Neden?..
–On kişi ve on kişiden fazla insanın başına emir oldu, hükümrân oldu, başkan oldu diye…
Eskiden esirleri kıpırdayamasın diye ellerini ensesine bağlarlarmış. Öyle elleri ensesine bağlı gelecek… “Sorulacak, hesabı yapılacak… O maiyetindeki insanlara adaletle hükmetmiş ise, çözülecek elleri… ‘Haydi kurtardın paçayı!..’ denilecek. Adaletle hükmetmediyse, bağları üstüne bağlar bağlanıp cehenneme sevkedilecek!” diyor Peygamber Efendimiz…
İkincisi; yediğinden, kazandığından başkasına yedirmek… Bu da çok sevaplı bir şey ve Hazret-i Ali Efendimiz cömertliğiyle tanınmış. Biliyorsunuz, Dehr Sûresi’nde anlatılıyor:
(Ve yut’imûnet taâme alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ) “Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, öksüze ve esire yedirirler.” ayet-i kerimesinde anlatılan durum…
Bir akşam yemeği hazırlamışlar, yiyecekler. Miskin bir dilenci gelmiş kapıya, yiyecek istemiş. Yiyeceklerini tenceresiyle, kabıyla vermişler. Kendileri yememişler, oruçlu oldukları halde… Ertesi güne kadar sabretmişler, tam iftar edecekler; yetimin birisi gelmiş, “Açız, yiyeceğimiz yok; bir şey varsa verin!” demiş. O yiyeceği de ona vermişler. Yine oruç tutmuşlar. Ertesi gün bir esir gelmiş, tam yemeğe oturdukları sırada… O gün yieceklerini de ona vermişler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime inmiş.
Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz’in, Fatıma Validemiz’in, Annemiz’in cömertliği… Kendileri açken, çoluk çocuk açken, sofradaki yiyeceği ayırmadan isteyene veriyorlar. Demek ki, çok da değil… Kendileri sabrediyorlar.
Yemekten başkalarına yedirme hususunda, ziyafet hususunda ayetle medhedilmiş kimseler zâten bu sözü söyleyenler…
Üçüncüsü; (ve zahara min dünyâhu liâhiretihî) “Dünyasından ahireti için malzeme depo eden…” Tabii, bu malzeme nedir?.. Dünyadayken ahirete depo edilecek malzeme nedir?.. Sevaplı işlerdir, hayır hasenâttır, sadakadır, ibâdet ve taattir… Bunları yaptı mı insan, ahirete malzeme götürmüş oluyor. Ahirete gittiği zaman yüzü gülecek. Bunları yapmadan ahirete gittiğinde yoksul olacak, mahrum olacak… Elde avuçta hiç bir şey yok… Hesabı kötü olacak, cehenneme gidecek. Onun için, bu dünyadayken fırsatı ganimet bilip, ahirete malzeme hazırlayıp göndermek lâzım!..
Ayet-i kerimede:
(Yâ eyyühellezîne âmenû veltenzur nefsün mâ kaddemet liğad) “Kişi şöyle bir baksın bakalım, bu dünyadayken ahirete neler gönderiyor?.. Ne hazırlıklar yapıyor, ne sevaplar gönderiyor?.. (vettekullah, innallahe habîrun bimâ ta’melûn.) Allah’tan korkun! Allah her yaptığınızı çok iyi biliyor, haberdar hepsinden… Kötü bir şey yapmayın, onun cezâsı vardır.” denmiş oluyor.
Evet, üçüncü sözü de bu…
İmriî kelimesi, adam demek… (Mâ hâbemruün adele fî hükmihî) Yaptığı işte, verdiği hükümde âdil olan kimse, pişman ve perişan olmayacak!.. (ve et’ame min kutihî) Kazandığı gıdasından, yiyeceğinden başkasına veren; hâib ve hasîr olmayacak, pişman ve perişan olmayacak!.. Yüzü gülecek, sevabı kazanacak, mükâfat alacak. (ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) Dünyasındayken ahireti için çalışan, oraya hayırlar gönderen; mahrum, pişman ve perişan olmayacak!.. Orada o yaptıklarının karşılığını görecek, mükâfatlarına erecek, cennete girecek ve memnûn ve mesrûr olacak.
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi sevdiği razı olduğu kullarından eylesin… Sevdiği razı olduğu işleri yaparak ömür geçirmeyi nasib etsin… Huzuruna yüzü ak, alnı açık varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı cümlemize müyesser eylesin…
Bi hürmeti esrâri sûretil fatiha!..
27. 12. 1993 – Melbourne / AVUSTRALYA