Bir akidenin doğruluğu şuradan anlaşılır:
1. Akla dayalı olması (yani aklın kanaat getirmesi),
2. Fıtrata uygun olması (insanın yaratılışında olan özelliklere ters düşmemesi),
3. Kalbin itminan bulması (akla dayanan ve fıtrata ters düşmeyen akide/inanç kalbe de güven verir).
ALLAH’ın varlığını bulabilmek için kâinata bakmaya, onlardaki özellikleri ve bu özelliklerin bir yaratana ihtiyacı olup olmadığını anlayabilmek için aklın esas alınması zarureti vardır. Çünkü akide ancak yakin olandan, şek ve şüphe içermeyenden oluşması gerekir. Bunun tek yolu da aklı esas almak ve ona uygun olmasını sağlamaktır. Zaten İslam’da iman edilirken üç yerde akıl esas alınır. Bunlar;
-ALLAH’ın varlığı ve birliği,
-Peygamberlere olan ihtiyaç,
-Kur’an’ın ALLAH’tan olması konularıdır. Ama Kur’an’daki tek tek ayetlerinin akla uygunluğu aranmaz. (Bu konuya daha sonra değineceğim.) Sadece Kur’an ALLAH’tan gelen bir kitap mı, değil mi bu konu akılla bulunur. ALLAH’ın varlığının ispatında ilk olarak üç konuya değineceğim. Bunlar insan, hayat ve kâinat konuları, “bunlar nasıl varlıklardır, ne gibi özellikleri vardır?” Kainat denildiğinde insan ve hayatta içerisine dahil olmasına rağmen, bu ikisini ayrı olarak zikrettim. Çünkü bunlar hayatiyet taşıyan konulardır.
İnsandan başlayacak olur isek; ‘insan nasıl bir varlıktır, ne gibi özellikleri vardır?’ diye soracak isek ‘işte etten kemikten bir varlıktır’ dersek elbet tarifini yapmış olmayız. İnsan etten ve kemikten oluşmakla birlikte onda iki tane hayat enerjisi vardır. Yani onda fıtri olarak bulunan ve asla değiştiremeyeceği özellikler vardır. Bunlar organik ihtiyaçlar ve içgüdülerdir.
Organik ihtiyaçlar doyurulması gereken, doyurulmadığı takdirde ölüme sebebiyet veren, hayati önem taşıyan ihtiyaçlardır. Misalen; yemek yemek, uyumak, susamak vs.
İçgüdüler ana başlık olarak üç bölümde toplanır:
Nevi içgüdüsü (türeme içgüdüsü),
Beka içgüdüsü (ölümsüzlük içgüdüsü),
Tedeyyün içgüdüsü (dindarlık içgüdüsü),
Nevi içgüdüsü; erkeğin kadına ilgi duyması veya tam tersi, annenin çocuğuna şefkat duyması, sevgi, merhamet vs. gibi duygulardır. Bütün burada sayılan veya sayılmayan duygular nevi içgüdüsünün tezahürüdür.
Beka içgüdüsü; hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama hissiyatıdır. Bu yüzden insan ölmemek için çalışır, para kazanır. Açıkta kalmamak için kendine mesken bulur. Veya insan kendisine ölüm isabet edecek şeylerden korkar, uçurumdan düşmekten, boğulmaktan, vahşi bir hayvandan korkar. İşte korkuya kapılmak, endişelenmek vs. gibi duygular beka içgüdüsünün tezahürüdür.
Dindarlık içgüdüsü; insanın acziyetinden kaynaklanan bir içgüdüdür. İnsan herkesin kabul ettiği gibi aciz bir varlıktır. Ve acizliği onda kendisinden daha büyük güce sahip olduğuna inandığı bir şeylere sığınma, yardım isteme, bir şeylerin uğur getirdiğine inanma, takdis etme gibi duygulara neden olur. Çünkü insan tek başına her şeyin üstesinden gelemez hatta birçok şeyin. Misalen; uçak yolculuğu yapan bir insanı düşünelim. Uçak havada olduğu esnada bir arıza meydana gelse ve pilot uçağın düşmekte olduğunu söylese, o esnada insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur ve başka bir insanda ona yardım edemez. İşte o anda insanda dindarlık içgüdüsü tezahür eder. Ve her insan ister ateist olsun, ister putperest olsun veya Müslüman olsun kendinden daha fazla güce sahip ve onu içerisine düştüğü güç durumdan kurtarabilecek olduğuna inandığı birine sığınma ve yardım isteme ihtiyacı duyar. Dindarlık içgüdüsü sırf insan zor durumda kaldığında ortaya çıkmaz. Gündelik hayatta da tezahür eder. Yine misal verecek olursak; Müslüman’ım deyip de İslam’dan uzak yaşayan insanlar dahi bir işe başladıklarında besmele ile başlarlar. O işte gücünün yetmeyeceği kaza, bela, hastalık vs. gibi durumlarla karşılaşmamak için. Şurası çok ilginçtir; “ben bir yaratıcıya inanmıyorum, ben ateistim” diyen kişiler kendilerinde var olan dindarlık içgüdülerini bir şeylerin kendilerine uğur getirdiğine inanarak tatmin ederler. O yüzden bazıları yanında kendine yardım edeceğine inandığı her güne ayrı renkte taşla dolaşır. Bazıları çok istedikleri bir işi gerçekleştirmek istediklerinde üzerlerine uğur getirdiğine inandığı kazağı, elbiseyi, ayakkabıyı giyer. Bazıları ilah yoktur der ama bir artisti, sanatçıyı, şarkıcıyı ilahlaştırır vs. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısacası insanda saymış olduğumuz bu özellikler gün gibi aşikâr ve inkârı mümkün olmayan fıtri özelliklerdir. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın her insan yer, içer, uyur, karşı cinse ilgi duyar, ölmekten korkar ve acizliği yaratıcı yoktur dese de tapınma içgüdüsünü doğurur. Çünkü insan bir şeylere inanmadan, sığınmadan, yardım ettiğini düşünmeden yaşayamaz. Bir şeylere inanmadan yaşayabilmesi için aciz olmaması gerekir. Ama aciz olmak kâinattaki her varlığın kaçınılmaz özelliğidir. Ve tarihten bu yana hala insanlar hep doğru veya yanlış bir şeylere inanırlar ve bu şekilde kendilerini tatmin ederler.
İşte, dindarlık içgüdüsü insanın fıtratında varsa ve değiştiremeyeceği bir özellikse komünizm veya ateizm dindarlık içgüdüsünü inkâr eder. İnsanda aslında var olan özelliği inkâr etmiş olur. Dolayısıyla fıtratla çeliştiği için komünizm fıtrata aykırı akidesi olan ideolojidir.
ALLAH AKILLA BULUNUR:
İnsan hayat ve kâinatın bir bütün olarak ne gibi özellikleri vardır? Elbette ki bunları incelemek icap eder. Bir yaratıcıya ihtiyaç var mı, yoksa rastlantı sonucu oluşabilir mi sorusunun cevabı kâinatın ve onun içindeki her şeyin özelliklerinin irdelenmesiyle verilebilir.
Aklın idrak ettiği şeyler insan, hayat ve kainata bakacak olur isek onlarda şu özelliklerin olduğunu görürüz:
-Sınırlı olmak,
-Muhtaç olmak,
-Eksik olmak,
-Aciz olmak.
İnsan sınırlıdır, çünkü bütün özellikleri belli bir sınıra kadar gelişir ve o sınırı geçemez. Belli bir zamana kadar yaşar, gözü belli bir sınıra kadar görür, aklı belli bir sınıra kadar kavrar, her şeyi algılayamaz. Hayatta sınırlıdır zira onun varlığı ferdidir, hisle müşahede edilen gerçekte onun fertte sona erişidir. Daha açık tabirle; hayat insanın doğumundan ölümüne kadar geçirdiği zamandır. Kâinatta sınırlıdır, kâinat sınırlı yıldızlar topluluğundan oluşur. Her yıldızın bir sınırı vardır, sınırlı yıldızlar topluluğundan oluşan kâinatta sınırlıdır. Kâinat ezeli değildir, ezeli olmayan bir şey ebedi de olamaz. Yani kâinatın bir başlangıcı varsa akıl ölçülerine göre sonu da olmalıdır. Zaten sınırlı olmayan bir şey ne ezeli nede ebedi olabilir.
Muhtaç olma konusuna değinecek olur isek; insan muhtaç bir varlıktır, havaya, suya, yemeğe, güneşe vs. her şeye muhtaçtır. Kâinattaki her şey sadece insan değil birbirlerine muhtaçtır. Şimdi burada kalkıp dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi olduğunu iddia edenler şöyle diyebilir; “Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.” Böyle bir iddia birkaç yönden çürütülebilir:
ilk olarak; kâinatta bulunan her şey ister tek başına ister bütünüyle herhangi bir şeyi yoktan varedebilme gücüne sahip değildir. Yaratmaktan aciz olan bir şeyi başka şeyler her yönden tamamlasalar, eksikliğini giderseler de hem bir şey hem de bütünüyle hepsi bir araya da gelseler yoktan bir şeyi yaratamazlar. Kâinatta olan her şey birbirini tamamlasa da yoktan var edememe özelliği aciz olma anlamına gelir. Yaratamama acizliği o şeyin ezeli olmadığı anlamına gelir. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunmasını gerektirir. Sonradan çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Kısacası yaratmaktan aciz olan kâinat ne ezeli olabilir nede ebedi.
İkinci yönden; madde birbirini tamamlarken, karşı koyamadığı, güç yetiremediği belli bir kurala, yasaya, orana gereksinim duyması o şeyin muhtaç olmasının delilidir. A B’ye ve B de C’ye muhtaç ise dolayısıyla A da C’ye muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzenlemeye göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu düzenlemeye göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında tespit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı düzenlemeye göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli düzenlemeyi yapana muhtaçtırlar. Bu düzenlemeye aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzenlemeye uymak mecburiyetinde olan, onu koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli düzenlemeyi yapıp ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar. Örneğin; suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar: “Su, ısı ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır.”
Oysa gerçek böyle değildir. Su, buhar haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak “su”dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkilenebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tespit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan demek başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenlemenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış bir şey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir.” İslam Şahsiyeti cilt 1 s.37-38
Ateistin Saliha Aydın’a verdiği cevaplar:
Saliha Aydın (alıntı): Aklın idrak ettiği şeyler insan, hayat ve kâinata bakacak olur isek onlarda şu özelliklerin olduğunu görürüz; sınırlı olmak, muhtaç olmak, eksik olmak, aciz olmak. Mesela; insan sınırlıdır, çünkü bütün özellikleri belli bir sınıra kadar gelişir ve o sınırı geçemez. Belli bir zamana kadar yaşar, gözü belli bir sınıra kadar görür, aklı belli bir sınıra kadar kavrar, her şeyi algılayamaz. Hayatta sınırlıdır zira onun varlığı ferdidir, hisle müşahede edilen gerçekte onun fertte sona erişidir. Daha açık tabirle hayat insanın doğumundan ölümüne kadar geçirdiği zamandır. Kainatta sınırlıdır, kainat sınırlı yıldızlar topluluğundan oluşur. Ve her yıldızın bir sınırı vardır, sınırlı yıldızlar topluluğundan oluşan kainatta sınırlıdır.
Ateist: Ne var bunda? Her şey sınırlı ve sonlu.. Bakalım ardından ne yumurtalar gelecek?!
Saliha Aydın (alıntı): Ve kâinat ezeli değildir, ezeli olmayan bir şey ebedi de olamaz. Yani kâinatın bir başlangıcı varsa akıl ölçülerine göre sonuda olmalıdır. Zaten sınırlı olmayan bir şey ne ezeli nede ebedi olabilir.
Ateist: Desteksiz sallamalar. Ezeli olmayan bir şey neden ebedi olamasın? Başlangıca sahip olmak sonlu olmayı neden zorunlu olarak gerektirsin? Üstelik kozmolojiye de aykırı. Evrenin genişleme hızına ve toplam kütlesine bakarak, sonsuza kadar genişleyeceği, bir sonunun olmayacağı hesaplanıyor. Ayrıca sınırlı olmayan.. diye yanlış yazmışsın. Herhalde “sınırlı olan bir şey ne ezeli nede ebedi olabilir.” demek istedin. Boyutça sınırlılıkla zamanca sınırlılık arasında ne gibi zorunlu bir bağlantı var? Sonlu büyüklükteki bir şey neden ezeli veya ebedi olamasın? Bunu olanaksız kılan ne? Kerameti kendinden menkul üfürmeler mi?
Saliha Aydın (alıntı): Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi olduğunu iddia edenler şöyle diyebilir: “Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.” Böyle bir iddia birkaç yönden çürütülebilir:
İlk olarak; Kâinatta bulunan her şey ister tek başına ister bütünüyle herhangi bir şeyi yoktan varedebilme gücüne sahip değildir. Yaratmaktan aciz olan bir şeyi başka şeyler her yönden tamamlasalar, eksikliğini giderseler de hem bir şey hem de bütünüyle hepsi bir araya da gelseler yoktan bir şeyi yaratamazlar. Kâinatta olan her şey birbirini tamamlasa da yoktan var edememe özelliği aciz olma anlamına gelir. Yaratamama acizliği o şeyin ezeli olmadığı anlamına gelir. Çünkü ezeli, olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunmasını gerektirir. Sonradan çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Kısacası yaratmaktan aciz olan kâinat ne ezeli olabilir nede ebedi.
Ateist: Yoktan yaratma gücü olmayan bir şey ezeli olamazmış.. Yoktan yaratma nereden çıktı? Neden yoktan yaratma diye bir şey söz konusu olsun? Neden yoktan yaratma gücü olmayan bir şey ezeli veya ebedi olamasın?
Saliha Aydın (alıntı): Karşı koyamadığı, güç yetiremediği belli bir kurala, yasaya, orana gereksinim duyması o şeyin muhtaç olmasının delilidir.
Ateist: İhtiyaç, muhtaç.. Biz insanlara özgü kavramlar.. Taşın toprağın canı mı var da ihtiyaç duyuyor, Muhtaç oluyor? Böyle antroposentrik (insan merkezli) saçmalıklarla bir yere varılmaz.
Saliha Aydın (alıntı): A B’ye ve B de C’ye muhtaç ise dolayısıyla A da C’ye muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzenlemeye göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu düzenlemeye göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz.
Ateist: Sanki maddenin iradesi var da aciz kalıyor..
Saliha Aydın (alıntı): Örneğin; suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar:
“Su, ısı ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır.”
Oysa gerçek böyle değildir. Su buhar haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır.
Ateist: Isı ile sıcaklık arasındaki farkı bilmeyen bir zavallı, cehaletine bakmadan sefil bir felsefe yapmaya çalışıyor. Isının derecesi olmaz. Sıcaklığın derecesi olur. Isı, kalori ile joule ile ölçülür. Santigratla, fahrenhaytla ölçülen ısı değil, sıcaklıktır. Ortaokul fen bilgisi düzeyinden mahrum zavallı, zırvalarına devam ediyor.
Saliha Aydın (alıntı): Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak “su”dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkilenebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır.
Ateist: Isıya zorla uygulanan oran.. Saçmalamanın vardığı raddeye bakın. Adeta doruklarda dolaşıyor.
Saliha Aydın (alıntı): Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tespit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir.
Ateist: Okus pokus, yumurtlanan herzelerin ardından, madde dışında bir varlık’a vardık.. Bu zavallı bilmiyor ki, suyun hangi sıcaklıkta kaynayacağını, molekülleri arasındaki elektromanyetik çekim kuvveti belirler. Isının ne olduğundan, sıcaklığın ne olduğundan zerre kadar haberi olmayan bir kara cahilden başka ne beklenir? Olsa olsa bir varlık suya, “ey su kulum, şu dereceye ulaştığında kayna” diye vahyediyordur..
Saliha Aydın (alıntı): Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan demek başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır.
Ateist: Muhtaç olduğu için ezeli değilmiş! Neden? Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan muhtaç demekmiş. Buna nereden vardık? Nereden olacak, işkembeden. Ayrıca ezeli olmayan bir şey neden irade sonucu yaratılmak zorunda olsun? Bunu zorunlu kılan ne?
Saliha Aydın (alıntı): Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenlemenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır.
Ateist: Kainata şöyle bir göz atınca, yoktan varolma diye bir şey filan görmüyoruz.. Nerede kaldı, duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenlemenin bulunması ile tamamlanabilmesini kavramak?! Bu arada kurulan cümlenin içeriksizliğine lütfen dikkat: duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belli bir düzenleme bulunurmuş, eeee, yoktan varedilme de böyle tamamlanırmış.. Kaç kere yoktan varedilme gördün de bunun duyu organları ile algılanan şeyler arasında belli bir düzenlemenin bulunmasıyla tamamlandığına hükmettin? Üfür üfür ipe diz.. Nasıl olsa beyni uyuşmuşlar arasından tumturaklı bir şeyler söylediğini sanıp adam yerine koyanlar bolca bulunur…
Saliha Aydın (alıntı): Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış bir şey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir.” İslam Şahsiyeti cilt 1 s.37-38