Ayni sekilde, bir müctehit, karsilastigi bir meselede Allahin hükmünün ne oldugunu Kitap veya Sünnet nasslari veya her ikisinin zahirleri vasitasiyla biliyorsa onunla amel eder. Fakat karsilastigi meselenin hükmü ile ilgili dogrudan bir nass yoksa, o konuda Allahin hükmünün ne oldugunu deliller ve emmareler vasitasiyla; bilinenden bilinmeyeni çikarmaya çalismak suretiyle tesbit eder.
Birinci yöntemle müslümanin ulastigi hükümler, yani sübutu ve delaleti kati nasslardan elde ettigi bilgiye dayanan hükümler hakkinda su meselede Allahin hükmü budur" diyebilir. Ikinci yöntemle ulastigi hükümler, yani kiyas ve ictihada dayanan hükümler hakkinda ise, "benim ictihadima göre su meselede Allahin hükmü budur" diyebilir. Mescid-i Haramda namaz kilan kimse de kible söyledir" diyebilirken, kabeyle arasinda; daglar, çöller, denizler bulunan kimse benim tesbitime göre kible söyledir" diyebilir.
Ehil bir müchetihidin, dogruyu bulmak için bütün gayretini sarfettikten sonra, ulasmis oldugu hüküm, nefsülemirde de Cenab-i Hakk'in hükmüne tetabuk etmis olursa, bu müctehit isabet etmistir. Biri gayretinin, digeri de isabetinin mükafati olmak üzere iki sevap alir. Ehil oldugu ve bütün gayretini sarfettigi halde, o meselede Cenab-i Hakkin muradina uygun hükme vasil olmadigi durumda da yükümlülükten kurtulur ve gayretinin karsiligi olarak bir sevap alir.
Bütün müslümanlarin, her meselenin hükmünü delillerinden istinbat etmekle mükellef tutulmasi aklen ve seran mümkün olmadigindan, içlerdinden bir kisminin bu vazifeyi deruhte etmesi icap etmektedir. Içlerinden bir kismi bu vazifeyi yerine getirdiginde, digerlerinin sorumlulugu düser. Onlara, uymalari gerekir. Imam Safiinin de tasrih ettigi gibi, ictihada muhtaç bulunan dini konularda ictihadta bulunmak farz-i kifayedir.
Taklid asirlarinda Müslümanlar, ictihadtan uzak kalarak atalete teslim olmuslardir. Durgun su, mikroplarin üremesi için uygun bir vasat olusturur. Fikri durgunluk ve donukluk da böyledir.
Kendi çaglarinda yasayan fikirler, asirlar sonra ölü fikirler haline gelirler. "Ölü fikirler " ise, Malik Bin nebinin tespit ettigi, "Öldürücü fikirler"den daha tehlikelidirler. Çünkü öldürücü fikirler disardan geldigi için bünyemiz, onlara karsi tabii bir korunma refleksi gelistirebilir. Ölü fikirler ise bünyemizde neset ettiktelerinden, vücut onlara karsi savunmasizdir.
Düsünce dünyamizdaki ölü bir fikir, hasta bir vücuttaki habis bir ur gibidir. Zamanla yayilir ve ulastigi yerdeki organi islevsiz hale getirir. Islam dünyasinin simdiki hali budur.
Ölü fikirleri bertaraf etmenin ve diri fikirler üretmenin yolu ise; usulüne, erkanina uygun ictihadtan geçer. Onun da zemini, ictihadin mümkün ve zaruri olduguna inanan ulemanin yetismesidir.
Taklid asirlari boyunca, maalesef, ulema ictihadtan uzaklastirilmis; en tabii vazifesi olan bu faaliyetten uzak tutulmaya çalisilmistir. Ictihad eden, yani vazifesini yapan ulema dislanmis, karalanmis ve bu tutum yakin zamana kadar sürmüstür.
Asrimizda ve ülkemizde dahi ictihad konusunu gündeme getiren, bunun sartlarini ve usulünü açiklayan mücahit ve muttaki alimlerimiz "din tahripçisi", "reformist gibi karalamalara maruz kalmislardir.
Ancak, artik cehalet bulutlari dagilmis, günes tutulmasi sona ermis, Islamin ve müslümanlarin ictihada siddetli ihtiyaçlari, gören gözler için bedihi bir hale gelmistir.
Zira ictihad, dinin hayata tatbik kabiliyetidir. Ictihad'tan uzaklastikça, dini hayattan uzaklastirilmis, hayatin disina itmis oluruz. Dini, hayatin içine çekecek olan Kuran ve sünneti insanla bulusturacak olan ictihaddir.
Ictihad, "Kurani asrin idrakine söyletmek"tir.
Demek ki "ictihad hayati bir zarurettir; bugünün meselesi ise bunun keyfiyeti, kapsami, usulü, tesiri gibi konulardir.
Bir alim ya da bir ilim heyeti, önüne gelen ve seri hükmü istenen bir meseleyi hangi tarzda ele alacak, nasil bir usul takip edecektir? öZellikle, 14 asirlik fikir, fikih ve kültür mirasina karsi tutumu ne olacaktir. Asirlarin üzerinden atlayiverip, dogrudan kuran ve Sünnete basvurmak mi en iyisidir; yoksa zengin ilim mirasimiz da bizi ilgilendirmekte midir?
Kanaatimizce bu meseledeki orta yol, kuran ve Sünnetin nasslarini ve seriatin ruhunu esas almakla birlikte, 14 asirlik ilim mirasimizi da dikkate almaktir. Gelenek, sirtimizda bir yük degil, elimizde bir zenginliktir. Bize alternatifler sunar, ama hiç bir zaman bizim önümüzü kesmez. Gelenekle iliskimizde bir yerlerde bir sorun çikiyorsa bunun sebebi, çogu zaman gelenegin kendisi degil, bizim onu okuma biçimimiz, algilama biçimimizdir.
Öncelikle gelenekten haberdar olmamiz gerekir. Aksi takdirde en iyi ihtimalle Amerikayi yeniden kesfederiz.
Ikincisi; gelenege saygili ve bagli olmamiz gerekir. Aksi takdirde köksüz oluruz. Saaglam kökleri olmayan bir agacin dallarive meyveleri de saglam olmayacaktir. Üçüncüsü; gelenegin içinde kaybolmamamiz gerekir. Aksi takdirde zamanin disina çikmis oluruz. Zamanin disinda olursak, zamanimizdaki insanlarla iletisim kuramaz; dini topluma tasiyamayiz.
Alimin önüne mesele geldigi zaman bakar: bu mesele kuran ve sünnette açikça ele alinmis ve hükmü bildirilmis bir meseleyse bunu böylece tesbit eder ve söyler. Öyle degil de yoruma açik birakilmis ve üzerinde ihtilaf edilmis bir meseleyse o meseledeki farkli görüslerin delillerini inceleyerek, delili kuvvetli olan görüsü tercih eder. Yeni mesele, önceden tartisilmis meseleye bazi yönlerden benziyor, bazi yönlerden de benzemiyorsa genel usuller çerçevesinde, meseleyi yeniden düsünür eski hüküm üzerinde gereken degisikligi yaparak yeni meselenin hükmüne ulasir. Mesele önceden ele alinmis meselelere benzemiyorsa, benimsemis oldugu usul çerçevesinde yeni bir ictihadta bulunur.
Alimin, delillerine vakif olduktan ve gerekli çabayi gösterdikten sonra ulastigi hükmün, gelenege uygun düsmesi onun müctehid olmadigini göstermedigj gibi, aykiri düsmesi de görüsünün batil oldugunu göstermez. Alim, kendisine intikal etmis gelenekten ve içinde yasadigi hayattan haberdar olan; gelenegin sundugu çözümü, hayatin her an yenilenen sartlarina göre gözden geçirme, gerekiyorsa o çözümü aynen kullanma, gerekiyorsa yeni bir çözüm getirme istidat ve kuvvetinde olan; bu donanima ve bu ruha sahip olan kimsedir.
Islam dünyasini geri birakan unsurlarin en mühimlerinden biri, ictihadin terkedilmesi olmustur. Öyleyse ihyanin temel taslarindan biri de ictihadin ihyasi olacaktir. Ictihadin yerini taklid ve atalet alinca din zamanin disinda kalmistir. Bu durumda müslümanlar da dine sarildikça zamanin ve hayatin disina sürüklenmislerdir. Bu ikilem bir kaç asirdan beri tahammül edilemez bir hale gelmistir. Toplumu, aileyi, ferdi, düsünceyi, sanati, ticareti, herseyi etkilemektedir.
Dine sarilanlar; hayatin, sanatin, ticaretin, toplumun... disina sürüklenmekte, moda tabirle çagdisi olmakta; hayata sarilanlar ise dinden kopmaktadir. Bu kopma ya dogrudan dogruya dine cephe almak veya dine alakasiz kalmak seklinde; ya da daha çok, din adi altinda yeni bir takim inanislar, sekiller, ritüeller icat etmek seklinde tecelli etmektedir. Böyle bir din(!) ise, kendisinden beklenen hiçbir neticeyi asil etmemektedir. Olumlu etkileri; kisinin iç dünyasinda, aile hayatinda, toplumla, insanlarla, çevreyle münasebetinde görülmektedir.
Dini, hayatin içine çekmenin, hayati da dine uygun hale getirmenin zamani çoktan gelmistir.
Islam düsüncesinin ihyasi için ictihad ruhunun, Islam toplumunun yani "ümmet-i merhumenin ihyasi içinse cihad ruhunun ihyasindan baska yol ve çare yoktur.
Kaynak: Evrensel Mesaj Aylik Dergi Sayi:8 Eylül 1999Hazirlayan: Musa Dogan