|
Doğan diye, dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör doğandır. Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların arasıda kaldı. O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve kader çavuşu, gözünü kör etti; Gözüne toprak saçtı, onu yoldan sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı. Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar
arasına uğrattı. Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar,
başına vurmağa, güzelim kanatlarını yolmaya başladılar. Baykuşlar
arasına Kendinize gelin; doğan yerinizi, yurdunuzu almaya geldi”
diye bir velveledir düştü. Mahalle köpekleri
gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp
hırkasını çekiştirmeye başladılar. Baykuş ise “ Doğan sizi evinizden, barkınızdan etmek için hileye sapıyor. Hile ile bizi yurdumuzdan ayırmak, yuvamızdan etmek niyetinde. Bu hileci tokluk gösteriyor ama Tanrı hakkı için bütün harislerden beterdir. Hırsından balçığı pekmez gibi yer. Ayıya kuyruğunuzu kaptırmayın. Bizim gibi saf kişileri yoldan çıkarmak için padişahtan, padişahın elinden dem vurmakta. Bir kuşcağız, hiç padişahla düşüp kalkar mı?
Bir parçacık aklınız varsa dinlemeyin bu sözü, O, padişahın
cinsinden mi, vezirin cinsinden mi? Hiç sarımsakla badem helvası
yenir mi? Padişah, adamlarıyla beni arıyor demesi de hilesinden,
fendinden. Bu, kabul edilmeyecek bir malihulya. Bu, olmayacak bir laf,
ahmak aldatmak için kurulmuş bir tuzak! Kim buna inanırsa ahmaklığından
inanır . Akılların aydınlığı, benim fikrimden; göklerin halk edilmesi, benim yüzümdendir. Öyle bir doğanım ki Hüma bile bana hayran olur. Baykuş kim oluyor ki sırımı bilsin. Padişah, benim kurtulmam için zindanı açtı, Yüz binlerce mahpusu azadetti. Bir zamancağız beni baykuşlara hemdem etti de benim yüzümden baykuşları doğanlaştırdı. Ne mutlu o doğana ki uçuşuma uyar, talihi yar olur da sırrımı anlar. Bana yapışın da doğan olun, baykuşsanız bile doğanlaşın! Böyle bir padişaha sevgili olan nereye düşerse, düşsün, nasıl olur da garip olur.? Padişah kimin derdine derman olursa o, ney gibi feryat eder, sessiz sedasız kalmaz. Ben mülk sahibiyim, başkasının sofrasına oturup yemeğimi yemiyorum. Padişah, uzaktan benim davulumu döven “İrcii” sesidir. Benimle davaya girişenlerin rağmine şahidim, Tanrıdır. Padişahın cinsinden değilim, haşa bunu iddia etmiyorum. Fakat onun tecellisiyle, onun nuruna sahibim. Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir. Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır. Rüzgar, ateşi yaktığı, yanmasına yardım ettiği için rüzgarın cinsi demektir. Nihayet şarap,tabiata neşe verdiğinden onun cinsidir. Cinsimiz, padişah cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu. Varlığımız kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı önünde toz gibiyim, toz gibi! Can da, canın nişaneleri de toprak oldu. Toprakta onun ayak izi var.” Bu izi bulmak için ayağı altında toprak ol ki başı dik kişilerin tacı olasın. Sizi şeklimin aldatmaması için sözümü dinlemeden şarabımı için, mezemi yiyin. Nice kişiler var ki suret, onların yolarını kesti. Surette kastettiler, Allah’a çattılar. Bu can da, bedenle birleşmiştir ya. Fakat hiç can bedene benzer mi? Göz nuru iç yağıyla eş olmuştur, gönül nuru bir katre kanda gizli. Neşe ciğerin kızılındandır, gam karasında, akıl bir mum gibi beynim içinde. Bu alakadar keyfiyetsiz bir tarzdadır. Akıllar, bu keyfiyetsizliği bilmede acizdir. Külli can, cüzi cana alakalandı; can ondan bir inci alıp boynuna koydu. Meryem nasıl gönüller alan Mesih’e gebe kaldıysa can da onun gibi koynuna aldığı o inciden gebe kaldı. Fakat o Mesih, kuru ve yaş üstünde, yeryüzünde seyahat eden Mesih değildir. O,Mesih’in şanı seyahatten yücedir. Can, canlar canından gebe kaldı ya. İşte cihan, böyle candan gebe kalır. Cihan da başka bir cihan doğurur. Bu mahşer de başka bir mahşer gösterir. Kıyamete kadar söylesem, saysam bu kıyameti anlatamam. Bu, sözler, mana bakımından “ Yarab” nidasına benzer. Harfler, bir tatlı dudaklının nefesini avlamağa tuzaktır. Kulun “Yarab” sözüne Tanrının “Lebbeyk” cevabı geldikten sonra, nasıl olur da “ Yarab” demekte kusur eder? Fakat bu “ lebbeyk” öyle bir “Lebbeyk” tir ki onu işitemezsin ama baştan aşağıya kadar bütün vücudunla tadabilirsin. Bir ırmak kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstünde dertli bir susuz duruyordu. Suya erişmesine o duvar maniydi. Susuz adam, adeta su için balık gibi çırpınmaktaydı. Birden suya bir kerpiç parçası attı. Suyun sesi bir göz gibi kulağına geldi. O ses, tatlı bir sevgilinin sesi gibiydi. O ses, adamı şarap gibi sarhoş etmişti. O minhetlere düşmüş adam, suyun temiz sesinden hoşlanıp duvardan kerpiç kopararak suya atmaya başladı. Su sanki “Ey adam, bana taş atmadan ne fayda elde ediyorsun ki?” diye bağırmaktaydı. Susuz dedi ki. “ Ey su,, iki fayda var. Onun için ben bu işten el çekmem. Birinci fayda şu: su sesini duymak, susuzlara rebap dinlemek gibi. Su sesi İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten hayat bulmada. Yahut bu ses, bahar günlerindeki gök gürültüsü sesini andırıyor. Bu ses yüzünden bağlar, bahçeler, ne kadar güzelleşiyor, Çiçeklerle dolar. Yahut yoksula zekat zamanını geldiği söylenmiş, Mahpusa kurtuluş müjdesi verilmiş gibi. Muhammet’e Yemen’den gelen ve ağızsız söylenen Rahman nefesine. Yahut asilere şefaate gelen Ahmed’in, Yahut da zayıf Yakub’un canına erişen güzel ve latif Yusuf’un kokusuna benziyor. Öbür faydası da duvardan koparıp tertemiz suya attığım her taş, her kerpiç parçası, Yüksek duvarı biraz daha alçaltıyor, her defasında duvar biraz daha inmiş oluyor. Duvarın alçalması, suya yaklaşmama sebep olmakta. Duvardaki o taşları, kerpiçleri koparmak “Secde et de yaklaş” ayetindeki yakınlığı mucip olan secdedir. Duvarın boynu yüksekken bu baş indirmeğe manidir. Bu toprak bedenden kurtulmadıkça Abıhayata secde edemem. Duvar üstündekilerden en fazla susuz kimse, taşı, topacı en çabuk koparıp atan da odur. Suyun sesine en fala aşık olan duvardan en büyük taşı koparıp atar. O adam, suyun sesinden, adeta boğazına kadar şaraba batmışçasına neşelenir. Yabancı kişi ise kerpicin suya düşünce bluk diye çıkardığı sesten başka bir şey duymaz. Ne mutlu o kişiye ki gençlik çağını ganimet bilir de borcunu öder. Kudretli olduğu günlerde sıhhatli, güçlü, kuvvetli bulunduğu zamanlarda bu işi başarır. Çünkü gençlik çağı, yemyeşil,terütaze bir bahçe gibi esirgemeksizin meyvaları yetiştirir. Genç adamın kuvvet ve şehvet çeşmeleri akıp durur. Bedenin zeminini onlarla yeşertir. Gençlik, mamur, tavanı adamakıllı yüksek, dört duvarı sapasağlam bir eve benzer. Ne mutlu o kişiye ki ihtiyarlık günleri gelip çatmadan, boynunu liften yapılmış iple bağlamadan. Toprak çoraklaşıp akmadan, kaymadan işini başarmıştır. Çünkü çorak yerden güzel nebatat asla yetişmez. İhtiyarın gücü, kuvveti kesilir, şehvet suyu akmaz olur. Kendisinden de faydalanmaz, başkalarına da faydası dokunmaz. Kaşları eyer kuskunu gibi aşağı düşer, gözü yaşarır, görmez olur. Yüzü buruşur, kertenkele sırtına döner. Söz söyleyemez, tat alamaz olur, dişleri bir şey kesmez bir hale gelir. Gün geçip gitmiş, akşam çapı gelip çatmış,leş gibi beden topallamakta, yolsa uzun. İş görülecek yer yıkık iş işten geçmiş. Kötü huyların kökleri kuvvetlenmiş, onu kökünden söküp çıkarma kuvveti de azalmış! Bu iş, o tatlı sözlü, fakat kötü huylu adamın yol üstüne diken dikmesine benzer. Yoldan geçenler ona darılmaya başladılar, bu dikenleri sök diye bir hayli söylediler, fakat fayda etmedi. Her an o dikenler çoğalmakta, halkın ayağı dikenler yüzünden kanamaktaydı. Halkın elbisesi dikenlerden yırtılmakta, yoksulların
ayakları paramparça olmaktaydı. Vali ona “Mutlaka bunları sök”
dedikçe. “ evet, bir gün sökerim” diyordu. Bir müddet “yarın,
yarın” diye vade verip durdu. Bu müddet için de diktiği dikenler kökleşti,
kuvvetlendi. Vali bir gün “ Ey va’din de durmayan,
beri gel, emrettiğimiz işi sürüncemede bırakma” dedi. Adam dedi
ki: Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa yarın!” Diken her gün perişan bir hale gelmekte, kuruyup kalmakta1 O daha ziyade gençleşiyor, sen daha fazla ihtiyarlıyorsun. Çabuk ol, zamanını geçirme” dedi. Her kötü huyunu bir diken bil; dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte. Nice defalardır kötü huyunu bir diken bil; Dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte. Nice defalardır kötü huydan perişan bir hale düştün. Fakat duygun yok ki. Pek duygusuzlaştın. Çirkin huyundan başkalarını ,zarara soktuğundan başkalarına mazarrat verdiğinden, gafilsen hiç olmazsa kendi yaraladığını bilirsin ya. Sen hem kendine azapsın, hem başkalarına! Ya baltayı al, ercesine vur, Ali gibi bu Hayber kapısını kopar. Yahut bu dikeni gül fidanına ulaştır, sevgilinin nurunu nara kavuştur? Da onun nuru senin ateşini söndürsün, vuslatı, dikenini gül bahçesi haline getirsin. Sen cehenneme benziyorsun, o ise mümindir. Mümine ateşi söndürmek imkanı var . Mustafa, cehennemin sözünü naklederek buyurdu ki: “ Cehennem, korkusundan mümine yalvararak, “Padişahım, çabuk geç, Nurun, ateşimi söndürecek” der. Şu halde ateşi helâk eden, müminin nurudur. Çünkü bir şeyi zıddından başka bir şeyle gidermek imkansızdır. Adalet gününde ateş, nurun zıddıdır, zira, ateş kahırdan meydana gelmedir, nur, ihsan ve fazıldan. Ateşin şerrini defetmek istiyorsan ateşin gönlüne rahmet suyunu saç! O rahmet suyunun kaynağı mümindir. Abıhayat , ihsan sahibinin pak ruhudur. Nefsin ondan kaçmakta. Çünkü sen ateştensin, o su ırmak suyu. Ateş, sudan söndüğündendir ki sudan kaçmaktadır. Senin duygun, fikrin hep ateşten. Şeyhin duygusu ve fikri ise o güzel nur. Onun nur suyu ateşe damladı mı ateşten cız ,cız sesi çıkmaya başlar. O cızladıkça sen ona “ Öl, bit” deki bu nefis cehennemin sönsün. Sönsün ki senin gül bahçeni yakmasın, senin adalet ve ihsanını söndürmesin. O söndükten sonra ne dikersen biter. Laleler , ak güller, marsamalar çıkar. Yine doğru yoldan alabildiğine gidiyoruz. Hocam, dön ger, yolumuz nerede? Şunu anlatıyorduk. Hasetçi adam, senin eşeğin topal, konak yeri de adamakıllı uzak. Yıl geçti, ekin vakti değil. Yüz karanlığından, kötü işten başka da mahsul yok. Ten ağacına kurt düştü. Onu söküp ateşe atmak lazım. Yolcu kendine gel, kendine vakit geçti, ömür güneşi kuyuya doğruldu. Bu iki günceğizinde olsun, kuvvetin varken kocalığını hak yoluna sarf et. Elinde kalan şu kadarcık tohumu olsun ek de bu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin. Bu aydın çırağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele. Yarın yaparım deme. Nice yarınlar geçti. Ekin zamanı tamamıyla geçmesin,agah ol! Nasihatımı dinle: Ten , kuvvetli bir bağdır. Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun! Dudağını yum, altın dolu avucunu aç. Ten nekesliğini bırak, cömertliği ele el. Cömertlik, şehvetleri, lezzetleri terk etmedir. Şehvet yüzünden düşen kalkmamıştır. Bu cömertlik, cennet selvisinin bir dalıdır. Yazıklar olsun böyle bir dalı elinden bırakana. Bu heva ve hevesi bırakma, sapasağlam bir iptir. Bu dal, canı göğe çeker. Ey güzel yollu cömertlik dalı seni yukarı çeke çeke aslına eriştirdi mi? güzellik Yusuf’un, bu alem kuyu gibidir. Bu ip de tanrı emrine sabretmedir. Ey Yusuf, ip sarktı, iki elinle yapış. İpten gafil olma, vakit geçiyor. Tanrıya hamdolsun ki bu ipi sarkıttılar, fazıl ve rahmeti birbirine kattılar. Bu ipe yapış da yeni bir can alemi apaşikar, fakat görünmez bir alem göresin. Hakikatte yok olan şu cihan var gibi görünmekte, hakikatte var olan cihan da adamakıllı gizlenmede. Rüzgar esti mi toz toprak görünür, uçup savrulur, rüzgar görünmez. Toz toprak kendisini gösterir, rüzgara perde olur. Zahiren iş işleyen, hakikatte işsizdir, deriden ibarettir. Gizli olan içtir; asıl odur. Toprak, rüzgarın elinde bir alete benzer. Asıl toprağı yüce ve tabiatı yüksek bil. Toprağa mensup gözün bakışı da toprağa düşer. Rüzgarı gören göz başka bir çeşittir. Atı at bilir, at, atın eşitidir. Binicinin ahvalini de binici bilir. Duygu gözü arttır, binici Hak nuru. Binici olmadıkça at, zaten işe yaramaz ki. Şu halde ata terbiye ver, kötü huyunu terk ettir. Yoksa padişah onu kabul etmez. Atın gözüne yol gösteren, padişahın gözüdür. Padişahın gözü olmadıkça at, bir şet göremez. Atların gözleri, ottan, otlaktan başka bir yerde değildir. Onları buralardan başka nereye çağırsan “ gelmem, niye geleyim” derler. Tanrı nuru, duygu nuruna binmiştir de ondan sonra can, Tanrıya rağbet etmiştir. Binici olmayan at yol gitmeyi ne bilir? Doğru ve ana caddeyi bilmek için padişah lazım. Nuru, binici olan duyguya doğrul. O onur, duyguya ne güzel bir sahiptir. His nururunu benzeyen, tanrı nurudur. Bu suretle “Nur üstüne nur” ayetinin manası zuhur eder. His nuru adamı yere çeker, Hak nuru Kevser ırmağına götürür. Çünkü duygularla idrak edilen alem, çok aşağılık bir alemdir. Tanrı nuru bir denizdir, duygu ise bir çiğ tanesi gibi. Fakat duyguya binmiş olan meydan da değildir, iyi eserlerinden, güzel, sözlerinden başka bir şey görünmez. Duyguya mensup olan nur bile, kesif ve cismani olmakla beraber gözlerin karasında gizlidir. Öfkenden sen duygu nurunu bile görmüyorsun, dine mensup nuru nasıl görürsün? Duygu nuru, bu kadar kesafetiyle beraber gizli olursa ap-arı olan bir ışık nasıl olur da gizli olmaz? Bu cihan, gayp rüzgarının elinde bir saman çöpüne benzer,tamamıyla acizdir. Gayp aleminin dileği, Onu gah yüceltir, gah alçaltır. Gah doğrultur, gah kırar. Gah sağa götürür, gah sola gah gül bahçesi haline kor, gah diken haline. El gizlidir, yazı yazan kalemi gör. At oynayıp seyirtmekte, binici meydan da değil. Fırlayıp giden oka bak, yay gizli. Canlar meydan da canların canı görünmüyor. Oku kırma. O padişah okudur. Yaydan çıkan ok değildir, her şeyi bilenin şastından atılmıştır. Hak, “ Ma remeyte iz remeyte” dedi. Tanrının işi, bütün işlere örnektir misaldir. Kendi kızgınlığını kır, oku kırma. Senin kızgın gözün sana sütü kan gösterir. O kanlara bulanmış, senin kanınla ıslanmış oku alıp öp de padişaha götür. Meydanda olan acizdir, bağlanmıştır, zebundur. Görinmiyense pek kuvvetti ve galip. Biz avlardan ibaretsiz, kimin böyle bir tuzağı var? Çevganın önünde toplardan başka bir şey değiliz, çevganı idare eden nemde? Yırtıyor, dikiyor, nemde bu terzi? Üflüyor, yakıyor, nemde bu ateşi yakan? Bir an içinde sıddıkı kafir eder, bir an içinde zındıkı zahit. Onun içindir ki ihlas sahibi, varlığından tamamıyla halas olmadıkça tuzağa düşmek tehlikesindedir. Çünkü yoldadır, yol kesicilerse sayısız. Ancak tanrı amanında olan kurtulur. Aynası tamamıyla arınmayan, henüz ihlas sahibidir. Kuş tutmayan henüz avla meşguldür. Fakat ihlas sahibini Tanrı ihlas makamına ulaştırırsa ihlas sahibi kurtulur, emniyet makamına varır. Hiçbir ayna yoktur ki ayna olduktan sonra tekrar demir haline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki tekrar harmandaki buğday şekline dönsün. Hiçbir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir olmuş meyve tekrar turfanda haline gelmez. Piş, ol da bozulmadan kurtul. Yürü, Burhan-ı Muhakkık gibi nur ol. Kendinden kurtuldun mu tamamıyla burhan olursun. Kul yok oldu mu sultan kesilirsin. Bunu apaçık görmek istersen Salahaddin gösterdi, gözleri görür bir hale getirdi, açtı. Tanrı nuruna sahip olan her göz, fakrı onun gözünden dersler verir. Şeyh. Tanrı gibi aletsiz işler görür. Müritlere sözsüz dersler verir. Gönül onun elinde mum gibi yumuşaktır. Mührü, gönle gah ayıp, gah şeref damgasını basar. Mumunda ki mühür,bir yüzüğe alamettir. Onu hatırlatır ya asık o yüzük de ki nakış kimin alametidir, kimi hatırlatmaktadır? O nakı ş, efkarının her halkası, öbürüne geçmiş, bu suretle birbirine zincirlenmiş olan o Zerger’in fikrini anlatır. Gönül dağlarında ki bu ses kimin? Bu dağ, gah sesle dopdolu gah bomboş ve sessiz. Ev sahibi, nemde olursa olsun hakim ve üstat dır,yaptığı iş yerli yerindedir. Bu gönül dağı, onun sesinden hali kalmasın! Dağ vardır, sesi iki misli aksettirir. Dağ vardır yüz misli. Dağ; o ses den ,o sözden yüz binlerce halis ve saf kaynaklar sızdırır. Fakat dağdan o lütuf kesildi mi sular kaynakların da kan kesilir. O kadehi kutlu padişahlar padişahı yüzünden tur dağı lal haline geldi. Dağın cüzzüleri canlandı akıllandı, ey halk biz bir taştan da aşağı mıyız ki ne candan bir çeşme coşmakta ne beden yeşiller giymiş ruhanilere katılmakta. Onda ne bir iştiyak sahibinin sesi var, ne sakinin bir yudum şarabının neşesi! Nemde hamiyet ki böyle bir dağı; keserle, çapayla, neyle olursa kökünden yıksın. Belki cüzülerine bir ay parıltısı vurur, belki ay ışığı, ona yol bulur! Kıyamette dağlar yerlerinden sökülecek. Senin bir davranmanda ne vakit böyle bir keremde bulunacak? Bu kıyamet, o kıyametten nasıl olur da aşağı sayılır? O kıyamet yaradır, bu merheme benzer. Bu merhemi gören yaradan kurtulmuştur. Bu güzelliği gören kötü kişi bile ihsan sahibidir. Ne mutlu o çirkine ki güzele eş arkadaş oldu, vah eşi kış olan gül yüzlüye! ölmüş ekmek cana eş olunca dirilir, canın ta kendisi olur. Kara odun ateşe eş olur, karanlığa gider, baştan başa nur kesilir. Ölmüş eşek tuzluya düşünce eşekliği, murdarlığı bir tarafta kalır. Tanrı gününün rengi Tanrı boyasıdır. Onda her şey bir renge boyanır. Birisi küpe düşse de sen, ona kalk desen neşesinden “ Beni kınama. Küp benim der.” O “ Ben küpüm” demek “ ben, Hakk’ım”demektir. Demir demirdir ama ateş rengine girmiş, o renge boyanmıştır. Demirin rengi, ateşin renginde mahvolmuştur. Sukut eder gibi görünmekle beraber ateş olduğundan da dem vurmaktadır. Madendeki altın gibi kızarınca sözü, ağızsız, dudaksız “ Ben ateşim” sözüdür. Ateşin rengiyle, ateşin tabiatıyla ululanmıştır da der ki. “ ben ateşim ,ben ateş! Sen şüpheye düşşen de ben ateşim, istersen bir tecrübe et, elini sür. Ben ateşim, eğer şüphe ediyorsan bir an olsun yüzünü bana koy!” Ademoğlu, Tanrıdan nurlanırsa seçilir de meleklerin mescudu olur. Cani melek gibi azgınlıktan ve şüpheden kurtulan kişi de alemde secde eder. Ateş nedir demir nedir? Dudağını yum. Bu benzetişte bulunanla alay etme. Ayağını denize pek basma, denizden çok bahsetme dudağını ısırarak susup kıyısın da dur! Benim gibi yüzlercesi bile denize tahammül edemezler. Fakat yine de denizde boğulmaktan korkmuyor, ona dalmadan duramıyorum. Canım da denize feda olsun, aklım da. Canın da kan diyetini bu deniz vermekte, aklın da. Ayağım oldukça denizde yürürüm, ayağım kalmazsa yine su kuşları gibi denize dalarım. Huzur da bulunan bi edep kişi huzurda bulunmayan kişiden daha hoştur. Halka da eğridir ama nihayet kapıda değil mi? Ey teni bulaşmış, pislenmiş kişi, havuz kenarında dön dolaş. İnsan, havuzun dışındayken nasıl temizlenir? Havuzdan uzak düşen kişi nasıl temiz olur? O adam batın temizliğinden bile uzak düşmüştür. Bu havuzun temizliğinin haddi yoktur. Cisimlerin temizliği ise pek az bir miktarda olabilir. Çünkü gönül havuzdur ama gizli. Bu havuzun, denize gizli bir yolu var. Senin muayyen miktarda ki temizliğin yardım ister. Yoksa sayılı şey, harcandıkça azalır. Su, pis adama “ Bana koş der” Pis adamsa “ Sudan utanıyorum der.” Su der ki: “ Bu utanma, bensiz nasıl zail olur, bu pislik, bensiz nasıl temizlenir?” Bulaşık ve pis adam; sudan utanır, gizlenirse bu utanma, “Haya, imana manidir” sözünün tahakkukuna sebep olur. Gönül, ten havuzunda çamura bulandı ama ten, gönül havuzunda arındı. Oğul, gönül havuzunun çevresinde olan, ten havuzundan sakın! Ten deniziyle gönül denizi birbirine bitişiktir, fakat aralarında bir berzah var, birbirlerine karışmazlar. İster doğru ol, ister eğri. O gönül havuzuna doğru gel, geri kalma. Padişahların huzurunda can tehlikesi var ama himmetleri yüce kişiler can korkusu yüzünden padişahtan çekinmezler. Padişah, şekerden daha tatlı olunca canın tatlılığına gitmesi de daha hoş, daha doğru. Ey beni kınayan, sen sağ esen ol. Ey selamet arayan, sen beni bırak! Benim canım ocaktır, ateşten hoşlanır, ocağa ateş yurdu olmak yeter. Bana ocak gibi aşka yanmak düştü. Bundan kör olansa zaten ocak değildir. Azıksızlık azığı sana azık olursa baki olan can bahçen güllerle, süsenlerle dolar. Başkasının korktuğu şeyler, sana emniyet verir. Su kuşu denizden ,kuvvet bulur, ev kuşuysa perişan olur. Ey tabip, ben; yine divana oldum. Sevgili, ben yine kara sevdalara uğradım. Zincirinin halkalarından her halkanın başka, başka fenleri var. Her halka başka bir delilik vermede. Her halkanın eseri, başka, başka fenler. Onun için her an başka deliliklerim var. Darbı meseldir. Delilikler; fen fen , çeşit çeşittir. Hele böyle ulu bir beyin zincirine bağlanmış kişide olursa! Bağımı, öyle bir divanelik kopardı ki bütün divaneler bana nasihat verirler. Bu çeşit delilik, zünnunun Mısri’nin de başına geldi. Onda yeni ,yeni coşkunluklar, cezbeler meydana gelmekteydi. coşkunluğu adeta göğün üstüne erişecek bir dereceyi buluyor, ciğerler acısı bir hale geliyordu. Kendine gel ey çorak toprak, kendi coşkunluğunu bu işe sahip olan temiz kişilerin coşkunluğu ile bir tutma! Halk onun deliliğine tahammül edemez bir hale geldi. Ateşi, adeta halkın sakalını tutuşturmaktaydı. Avamın sakalına ateş düşünce onu körlüklerinden, inatlarından tutup bağladılar. Halk, bu yolda umumiyetle dara düşse de yine yuları geri çekmeye imkan yoktur. Bu padişahların hepsi halk dan can korkusuna düştüler. Çünkü bu güruh kördür, padişahların da nişanı yok! Hüküm külhaniler eline geçince nihayet zünnun zindanına düştü. Bir tek ulu padişah, tek başına atına binmiş, gitmekte ardına düşen, ona uyan yok. Böyle bir eşi bulunmaz inci, çocukların eline düşmüş kadrini bilen anlayan yok. İnci de nedir ki? Bir katrada gizlenmiş bir deniz bir zerreye sığmış güneş! Öyle bir güneş ki kendisini zerre gösterdi de yavaş, yavaş yüzünü açtı. Bütün zerreler,onda yok oldu. Alem onun yüzünden sarhoş oldu, onun yüzünden kendisine geldi. Fakat kalem, bir gaddarın elinde oldu mu şüphe yok. Mansur, dara çekilir. Bu hüküm, bu hükümet, kötü kişilerin elinde oldukça elbette peygamberleri öldürmek lazım. Yol azıtmış kavim, aptallıklarından peygamberlere “ Biz, sizi şom bilmekteyiz. Bize sizin yüzünüzden kötülük geliyor” dedi. Hıristiyanların cehaletine bak ki asılan bir Tanrıdan medet ummaktadır. Çünkü onlarca İsa’yı Yahudiler asmıştır. Peki iş böyleyse ona kim imdat etsin? O padişahın yüreği, onların yüzünden kan olunca “ Sen, onların içinde oldukça Tanrı onlara azap göndermez” hükmü nasıl olur da sürüp gider? Hain kalpazandan, halis altınla kuyumcu, daha fazla korkar. Yusuflar, çirkin kişilerin hasedinden korkup gizlenirler. Güzeller, düşman korkusundan ateş içinde yaşarlar. Yusuflar, kardeşlerinin hilesi yüzünden kuyuya düşmüşlerdir. Çünkü o kardeşler, hasetlerinden Yusuf’u kurtlara verip dururlar. Hasetten Mısır Yusuf’unun başına neler geldi? Bu haset, pusuya yatmış büyük bir kurttur. Hulasa halim Yakub, Yusuf’a bir şey yapmasın diye bu kurttan daima korkar. Zahiri kurt, Yusuf’un etrafında dönüp dolaşmadı. Fakat bu haset, işlediği işle kurtları da geçti! Bu haset kurdu, Yusuf’u yaraladı da “ biz onu elbiselerimizin başında bırakmış, gitmiştik, kurt kapmış diye tatlı sözlerle özür serdetti. Bu hile, yüz binlerce kurtta bile yok Hele dur, bak, bu kurt sonunda nasıl rüsvay olur! Ondan dolayı herkesin yaptığı kötülüğün zararını göreceği gün hasetçiler, muhakkak kurt şeklinde haşredileceklerdir. Hırsla dolu aşağılık ve haram yiyici kişi, o sayı günü domuz şeklinde, zina edenler,avret yerleri kokarak, şarap içenler, ağızları kokarak dirilirler. Gönüllerin duyduğu o gizli koku, mahşerde açığa çıkar, duyulur. İnsanın varlığı bir ormana benzer. O deme agahsan çekin bu varlıktan çekin! Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz. Temiz, pis, güzel, çirkin binlerce sıfat var. Herhangi huy galipse hüküm onundur. Maden de altın bakırdan fazlaysa o maden altın sayılır. Vücudunda hangi huy galipse o huyun suretine göre haşredilmen gerekir. İnsan da bir an olur, kurtluk zuhur eder, bir an olur, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir. İyiliklerle kinler gizli bir yolda gönüllerden gönüllere gidip durmaktadır. Hatta insandan öküzle eşek bile bilgi sahibi olur, akıllanır,hüner elde eder. Serkeş at, rahvan bir hale gelir, alışır. Ayı oynar, keçi de selam verir. Köpeğe insanın huyu geçer, nihayet çoban olur, av, avlar yahut sürüyü korur. Eshabı Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy sirayet etti ki sonunda Tanrıyı aramaya koyuldu. Kalb de her an bir çeşit şey baş gösterir. İnsan bazan şeytanlaşır, bazan melekleşir. Bazan tuzak kesilir, bazan yırtıcı hayvan! Aslanların bildiği o acayip ormandan, gönüller tuzağına gizli bir yolu bulunan o meşelikten, içten içe hırsızlık et, can mercanını çal1 Ey köpekten aşağı, ariflerin gönüllerinden o mercanı elde et.! madem ki hırsızlık ediyorsun, bari latif inciyi çal! Mademki hamallık ediyorsun, bari yüce bir yük yüklen! Dostlar Zünnunun bu işinde düşünceye daldılar, zindana gittiler, bu hal hususunda konuşup fikirlerini söylemeye başladılar: Dediler ki “Bunu herhalde kasten yapıyor. Bunda bir hikmet var. O bu dinle bir kıbledir, bir delildir. Ona delilik hükmetsin, o çaldırsın imkan mı var? Böyle bir şey onun deniz gibi hudutsuz aklından ne kadar uzak! Haşa delilik bulutu, onun ayını örtsün. Böyle bir şey onun ulu makamının kemalinden değildir. O halkın şerrinden bir bucağa sindi. Akıllılardan utandı da divane oldu. Tane tapan sersem akıldan usanmış da bu yüzden mahsus kendisini deli göstermiştir.” Maden de der ki: “ yiğit , beni bağla öküz kuyruğundan yapılma kamçı ile başıma sırtıma vur. Fakat deşeleme! Kamçı yarasından hayat bulayım. Musa’nın öküzü yüzünden dirilten maktul gibi dirileyim. Öküz kuyruğundan yapılma kamçının açtığı yaradan iyileşeyim, Musa’nın mucizesiyle dirilen o öldürülmüş adam gibi canlanayım. O öldürülmüş adam öküz kuyruğu kamçısının açtığı yaradan dirildi. Bakır gibi kimya yüzünden altın oldu. Sıçrayıp kalktı, sırları söyledi, kanını dökenleri gösterdi. Beni bumlar öldürdü, bu fitnenin tohumunu bunlar ekti diye açıkça söz söyledi. Bu ağır beden de öldürüldü mü sırları bilen ruh varlığı dirilir. O adamın canı cenneti de görür, cehennemi de bütün sırları da tanır, bilir. Kanlı şeytanları, hile ve hud’a tuzağını ve şeytanlıkları gösterir. Kuyruğunun açacağı yara yüzünden can kurtulsun diye öküz kesmek, yol şartlarındandır. Sen de tez öküz nefsi tepele de gizli ruh dirilsin, akıllansın. Onlar, ahvali anlamak üzere zünnun’un yanına yaklaşınca Zünnun onlara bağırdı: “ Hey, kimlersiniz? Sakının!” Onlar, edepli, edepli “ Biz dostlardanız. Buraya canla başla hal hatır sormak için geldik. Nasılsın ey hünerli, marifetli akıl denizi? Akıllı olduğun halde niye kendini deli gösteriyorsun, bu ne bühtan? Güneşe külhanın dumanı erişir mi? Anka, kargaya zebun olur mu? Bizden çekinme, şunu anlat. Biz seni sevenleriz. Bize bu işi etme. Sevenleri, kendinden uzaklaştırmak yaraşmaz. Onlardan işi gizlemek onları hileyle aldatmak doğru değildir. Padişahım, sırrı açığa vur. Ey ay yüzlü, yüzünü bulutla gizleme. Biz seni seviyoruz,sana sadıkız, aşıkız. İki alemde de gönlümüzü sana verdik” dediler. Zünnun, sövüp saymaya başladı, delicesine saçma sapan sözler söyledi. Sıçrayıp onlara taş topaç yağdırmaya, sopa sallayıp fırlatmaya koyuldu. Hepsi yaralanıp ezilmek korkusundan kaçtılar. Zünnun, kahkahayla gülüp başını salladı. Dedi ki: “ Şu dostların heva ve hevesine bak. Dostlara bak! Hani dost olanların nişanesi? Dostlara zahmet can gibi sevimlidir. Dosta, dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer. Dostluk nişanesi beladan, afetlerden, minhetlerden
hoşlanmak değil midir? Dost altın gibidir. Belada ateşe benzer.
Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir” |