HAZRETİ BİLAL AŞKI |
Efendisi, Bilal’i terbiye etmek için
diken dalı ile dövmekte o da dikenlere canını feda etmekteydi.
Efendisi neden Ahmed’i anmaktasın diyordu... Sen, kötü bir kulsun,
benim dinimi inkar ediyorsun. Efendisi onu güneş altında dövmekte, o
da “Ahad” diye övünmekteydi.
Derken Sıddıyk, o taraftan geçti, onun “Ahad” demesini duydu. Gözü doldu gönlü incindi, o “Ahad” sözünden bir aşina kokusu aldı. Sonra onu tenhaca görüp nasihat verdi, dedi ki: İnanışını kafirlerden gizli tut. Tanrı gizli şeyleri bilir, maksadını gizle. Bilal tövbe ettim dedi. Ertesi gün Sıddyk, erkenden bir iş için oradan geçiyordu. Yine “Ahad” sözüyle dayak sesini duydu. Gönlü ateşlendi. Yine nasihat etti, o da tövbe etti ama aşk gelince tövbesini bozuverdi. Böyle bir hayli tövbe etti, nihayet tövbeden bezdi. İnanışını açığa vurdu, bedenini belaya attı, ey Muhammed dedi, ey tövbelere düşman. Bedenim de seninle dolu, damarım da. Artık bu bedene nasıl olur da tövbe sığar? Bundan böyle tövbeyi gönülden çıkaracağım. Ebedi hayata nasıl olur da tövbe edebilirim? Aşk, kahredicidir, ben de onun eline düşmüş, kahrolmuş birisiyim. Aşkın coşup köpürmesiyle, aşkın acılığı ile şeker gibi tatlılaştım. Ey kasırga, senin önünde bir yaprağım ben, nereye düşeceğimi ne bilirim? Hilal’sem de koşuşup duruyorum Bilal’sem de. Senin güneşine uymuşum bir kere. Ayın Bedir oluş yahut zayıflayıp eriyerek hilal haline gelişle ne işi var? O güneşin ardına düşmüş gölge gibi koşar durur. kaza ve kadere karşı bir kararda durmaya kalkışan kendi sakalına güler. Hem bir saman çöpü rüzgarın önüne düşmek, hem de bir yerde durmaya kalkışmak. Hem kıyamet, hem de sonra işe güce kalkmak! Ben aşkın elinde dağarcıktaki kedi gibiyim. Bir an yukarı çıkmadayım, bir an aşağı düşmede. O, beni başının üstünde döndürüp durmada. Ne aşağıda kararım var, ne yukarıda. Aşılar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır. Değirmen taşı gibi durup dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak döner dururlar. Değirmen taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye ırmak arayanlara bir şahit olmuştur. Arktaki suyu görmüyorsan gel de değirmen taşının dönüşünü gör. Feleğin o dönüp durmadan usandığı, bir karara bağlandığı yok. Sen de ey gönül, yıldız gibi ol, durup dinlenmeyi dileme. Hangi dala el atsan, nereye ulaşıp yapışsan aşk, o dalı kırar, o şeyi koparır. Kaderin dönüp duruşunu görmüyorsan unsurların coşuşunu, dönüşünü seyret. Denizin üstündeki çöplerle köpüklerin dönüp akışı, şerefli denizin köpürüp coşmasındandır. Başı dönmüş rüzgarın dönüşünü seyret de onun emrine uymuş olan deniz dalgalarının coşup köpürüşünü gör. Güneşle ay, iki değirmen öküzüdür. Dönüp dururlar ve etrafı korurlar. Yıldızlar da konak konak koşarlar. Her kutlu ve kutsuz şeyin bineği olurlar. Felekteki yıldızlar, uzak olduklarından, duyguların da tembel ve gevşek olup iz izleyemediklerinden onların hakikatini bilmezsin. Bizim göz, kulak ve akıl yıldızlarımız, gece nerededir, uyanıkken nerede? Gah kutlulukla, vuslatta, gönülleri hoş. Gah kutsuzlukla, ayrılıkta kendilerinden geçmişlerdir. Felekteki ay, böyle dönüp durdukça bazen kapkaranlıktır bir zamanda apaydınlık. Gah balla süt gibi bahar ve yaz olur, gah, bir ölüm yerine benzeyen kış, zemheri gelir çatar, karlar yağar. Külli olan şeyler bile onun önünde top gibi yuvarlanıp durur, çevganına tabi olur, secde eder. Sen ey gönül, bu yüz binlerce varlık içinden bir cüzüsün, nasıl olur da onun hükmüne karşı kararsız bir hale gelmezsin? Beyin emrindeki ata dön, at gah ahırda mahpustur, gah gezer dolaşır. Seni de bir mıha bağladı mı sabret, çözdü mü yürü sıçra. Güneş gökyüzünde eğri büğrü gitti mi yüzü kararır, Tanrı onu bir tutulmaya uğratır. Sen de aklını başına devşir de tutulma yerine düşmemeye savaş, bu suretle de tencere gibi yüzü kara bir hale gelme. Buluta da öyle yürüme, böyle yürü diye ateşten kırbaç vururlar. Filan ovaya yağmur yağdır, buraya değil, kulağını aç diye kulağını bururlar. Senin aklın, güneşten artık değildir ya. Nehyedilen fikirde kakılıp kalma. Ey akıl, sen de dizginini eğriltme de tutulup nursuz bir hale gelmeyesin. Güneşin suçu az oldu mu az tutulur, yarısını tutulmuş görürsün, yarısını nurlu. Tanrı, bu suretle seni suçun ne kadarsa o kadar tutarım. Suça verilen ceza suç miktarıncadır. İster iyi olsun ister kötü... İster aşikar olsun, ister gizli... Biz her şeyi duyarız, her şeyi görürüz der. Babacığım, bundan geç, nevruz oldu, halk, Tanrı lütfuna ulaştı, herkesin ağzına tat geldi. Yine ırmağımıza can suyu geldi. Yine padişahımız köyümüze kondu. Baht salınıp gezmede, eteğini sürmede, tövbeyi bozma zamanı geldi diye naralar atmadadır. Yine sel geldi, tövbeyi silip süpürdü. Bekçi uykuya daldı, fırsat vakti gelip çattı. Her mahmur, şarap içti, sarhoş oldu. Bu gece varımızı, yoğumuzu rehine koyacağız. O canlara canlar katan lal şarapla lal içinde lal olduk, lal içinde lal kesildik. Yine meclis şenlendi, gönülleri parlattı. Kalk, kem göz değmesin diye mangala çöre otu at. Güzel sarhoşların naralarını duyuyorum. Camın, ta sonuna kadar böyle olmayalım işte. İşte bir Hilal bir Bilal’e dost oldu. Diken yarası, ona gül ve gülnar kesildi. Beden diken yarası ile kalbura döndü ama canım, bedenim, devlet gülistanı oldu. Beden, o kafirin dikeninin zahmı önünde ama canım, Tanrının sarhoşu. Canıma bir can kokusudur gelmede, merhametli sevgilimin kokusu erişmede. Mustafa, Miraçtan geldi, Bilal’ine nu mutlu ne mutlu. Sıddıyk, doğru özlü, doğru sözlü Bilal’den bu sözleri duyunca tövbesinden el yudu. Sıddıyk bunun üzerine Mustafa’nın yanına gelip vefalı Bilal’in halini anlattı. Dedi ki: O felekleri ölçen çevik ve kutlu kanatlı Bilal, şimdi senin aşkına düşmüş, senin tuzağına tutulmuştur. Padişahın doğanı iken o kuzgunlardan zahmetlere uğramada. O ağır define, pislik içine gömülmüş. Baykuşlar, doğana sitem etmedeler. Suçsuz olduğu halde kanatlarını yolmadalar. Suçu ancak doğan oluşu. Yusuf’un güzellikten başka ne suçu var ki? Baykuşun yeri yurdu yıkık yerlerdir. Onun için doğana kafirce kızmadalar. Neden o diyarı hatırlıyorsun? Neden padişahın köşkünü bileğini anıyorsun? Baykuşların köyünde gevezelik ediyor, buraya bir kargaşalıktır salıyorsun. Feleğin üstündeki esir bile, yuvamıza haset ederken sen oraya yıkık yer diyor, orayı hor görüyorsun. Deli oldun galiba ki baykuşların seni padişah ve başbuğ yapmaları hevesine kapıldın. Vehme, sevdaya kapılıp dönmede, dolaşmada, bu cennete virane adını takmadasın. Kötü huylu herif, bu delilik, bu saçma fikirler, kafadan çıkıncaya kadar kafana vuracağız senin. Bu sözlerle onu doğruya karşı çarmıha geriyorlar, elbiselerini soyup çıplak vücudunu diken dallarıyla dövüyorlar. Bedenden yüzlerce kan ırmağı fışkırmada. Öyle olduğu halde “Ahad” diyerek baş koymada. Dinini gizle melun kafirlerden sırrını sakla diye öğütler verdim. Fakat o aşık, kıyamete ulaşmış... Ona tövbe kapısı kapanmış. Hem aşıklık, hem tövbe, hem de sabretme imkanı. Bu, pek imkansız bir şeydir canım efendim. Tövbe bir kurtçağızdır, aşksa bir ejderhaya benzer. Tövbe, halkın sıfatıdır, aşksa Tanrı sıfatı. Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Tanrının vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olma geçici bir hevestir. Çünkü mecazi aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır. Nur gitti de duman meydana çıktı mı mecazi aşk, derhal soğur donar. O güzellik aslına gider, beden kokmuş rüsvay, kötü bir halde kalır. Ayın nuru da aya döndü mü duvardaki aksi gider, o duvar simsiyah kesilir. O nakış, o boya gitti mi su ve toprak kalır. Ay olmayınca o duvar şeytan gibi bir hale düşer. Kalp altının yüzünden altını gidince, o altın, kendi madenine dönünce, kepaze bakır, duman gibi kala kalır. Bu yüzden de ona aşık olanın yüzü kararır. Gözlülerse altın madenine aşık olurlar. Aşkları her gün biraz daha artar. Çünkü altın madenine altınlıkta ortak yoktur. Merhaba ey şüphesiz hilesiz altın madeni. Kim kalp bir akçayı altın madenine ortak ederse asıl altın, mekansızlık madenine gitti mi, aşık da ıstırabından ölür, maşuk da. İkisi de adeta suyu çekilmiş girdaptaki balığa döner. Tanrıya ait olan aşk, yücelik güneşidir. Halk da gölge gibi onun nurunun emrindedir. Mustafa, bu vakayı duyunca hoş bir surette ferahladı, neşelendi Ebubekir’de bu hali görünce söz söylemeye iştahlandı. Mustafa gibi bir dinleyici duyunca her kılı, ayrı bir dil oldu. Mustafa dedi ki: Peki, ne çaresi var şimdi? Ebubekir ben ona müşteriyim dedi. Efendisi ne isterse zarara ziyana bakmadan alacağım. Çünkü o yeryüzünde Tanrı esiri olmuş, Tanrı düşmanlarının hışmına uğramış. Mustafa dedi ki: Ey devlet arayan, bu hususta ben de sana ortağım. Vekilim ol, müşteri olup onu al, yarı parasını ben de sana ortağım. Ebubekir baş üstüne deyip derhal amansız kafirin evine gitti. Kendi kendine çocukların elindeki inciyi almak kolaydır diyordu. Yol yanıltan Şeytan, dünya malına karşılık bu ahmak çocukların aklını, imanını satın alır ya. Leşe o kadar ziynet verir ki karşılık olarak onlardan iki yüz tane gül bahçesi satın alır. Büyü yapar da o kadar ay ışığı gösterir ki aşağılık adamlardan yüzlerce keseyi kapar. Peygamberler onlara alışveriş etmeyi öğrettiler, onların önünde din mumunu yaktılar. Fakat şeytan ve yol yanıltan büyücü, hileyle, büyüye peygamberleri onlara çirkin gösterdi. Düşman büyü yaparak karı ile kocayı birbirine çirkin gösterir, nihayet aralarına ayrılık düşer. Onların gözlerini büyüyle kapattılar da böyle değerli bir inciyi aşağılık kişiye sattılar. Bu inci, iki alemde de üstündür. Gel de hemen şu eşek gibi bir şeyden anlamayan çocuktan satın al. Eşeğe göre katır bocuğu ile inci birdir. O eşek zaten inciyle denizin vücudunda şüphe eder. O denizi de inkar eder, incilerini de. Hiç hayvan, inciyi süsü püsü arar mı? Tanrı, lal ve inci aramaz. Tanrı onun kafasına böyle bir şey koymamıştır. Hiç eşeklerde küpe gördün mü? Eşeğin kulağı da yeşilliktedir aklı da. Vettini suresindeki “İnsanı en güzel şekilde yarattık” ayetini oku. Ey dost en değerli inci candır. En güzel şekli olan insan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz. Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem ben de yanarım, duyan da yanar. Burada artık sus dudağını yum, eşeğini bu tarafa sürme. Sıddıyk da eşeklerin yanına gitti. Kapının halkasını dövdü. Kapı açılınca o kafirin evine adeta kendinden geçmiş bir halde girdi. Kendinden geçmiş sarhoş ve ateşli bir halde oturdu. Ağzından bir hayli acı sözler çıktı. Dedi ki: Bu Tanrı dostunu nasıl dövüyorsun? Ey apaçık düşman bu ne haset? Kendi dininde doğru isen doğru sözlü bir adama zulmetmeye gönlün nasıl razı oluyor? Ey kafirlik dininde karı olan, nasıl oluyor da bir şehzadeye karşı böyle bir zanda bulunuyorsun? Ey ebedi lanete uğramış, ey merdut adam, daima adamı eğri büğrü gösteren aynaya bakma. O anda Sıddıyk’ın ağzından çıkan sözleri söylesem elini ayağını kaybedersin. O hikmet kaynakları cihetsizlik makamından coşmada, dudağından Fırat gibi kaynayıp akmada idi. Herhangi bir taştan su kaynar, akar. Bu su, taşın ne yanından gelir, ne ortasından. Tanrı o taşı kendisine bir siper yapmıştır. O gök renkli suyu, o taştan akıtıp durmadadır. Nitekim senin göz kaynağından da nur, hiç eksilmeden akıp durmadadır. O nur, ne yağdan meydana gelir, ne deriden. Dost, yaratılışta o gözü, nura bir vesile yapmıştır. Kulak boşluğunda da çekici bir yel vardır. Söyleyenin yalan olsun doğru olsun sözlerini duyar anlar. O küçücük kemikteki yel nasıl bir yeldir ki söz söyleyenin harfini, sesini alıyor? Kemikle yel ancak bir vesileden ibarettir. İki alemde de tanrıdan başka kimse yoktur. Perdesiz olarak duyan da odur söyleyen de. Çünkü “Kulaklar baştan sayılır.” Kafir dedi ki: Ey ikramcı adam, eğer acıyorsan para ver, al onu. Gönlün yanoyorsa onu benden satın al. Müşkülün parasız hallolmaz. Ebubekir, yüzlerce hizmette bulunur, Tanrıya karşı da beş yüz kere şükür secdesine kapanırım. Güzel bir kulum var fakat kafir. Vücudu beyaz ama gönlü kara, gönlü nurlu kulu ver bana. Birisini gönderip kölesini getirtti, hakikatten o köle pek güzeldi. Bir derece ki o kafir, hayran oldu, taşa benzeyen yüreği adeta yerinden oynadı. Surete tapanların hali budur. Taş gibi yürekleri, bir suret gördüler mi mum gibi erir. Fakat yine dayandı, inat etti, bu hiçbir şey değil, bundan başka daha para vermelisin dedi. Ebubekir, o kafirin, hırsı yatışıncaya, gönlü razı oluncaya kadar da para verip Bilal’i satın aldı. O taş yürekli kafir acıklanarak, eğlenerek, alay ederek bir kahkaha attı. Sıddıyk dedi ki: Bu kahkaha neden? Herif
cevap vereceği yerde büsbütün gülmeye kahkahasını arttırmaya başladı. Sıddıyk a ahmak diye cevap verdi, çocuk gibi bir cevize karşılık bir inci verdin. Bence o iki cihana değer. Ben cana bakıyorum sen renge bakıyorsun. O kızıl altın fakat şu ahmaklar yurdunda oturanların hasedi yüzünden kara görünmede. Cisimlerin şu yedi rengini gören baş gözü, bu perde ardından o ruhu göremez. Eğer satışta biraz daha nekeslik etseydin bütün malımı mülkümü verirdim. Daha ziyade üstüne düşseydin başkalarından bir etek dolusu altın borç alır, onu da verirdim. Fakat bedava buldun da ucuz verdin. Hokkayı açıp da içindeki inciyi görmedin. Cahilliğinden üstü kapalın okkayı verdin, yakında görürsün sen ne zarara girdin! Lal dolu hokkayı yele verdin. Zenci gibi kara yüzlü oluşuna da seviniyorsun. Sonunda çok eyvah dersin. Hiçbir kimse bahtı, devleti satar mı? Baht sana köle elbiselerini bürünmüş de gelmişti. Fakat talihsiz gözün, zahirden başka bir şey görmedi ki. O sana kulluğunu gösterdi, fakat çirkin huyun onunla hileye düzene girişti. A herzevekil bu bedeni ak, gönlü kara köleyi puta taparcasına al bakalım. Bu senin, o da benim. İkimiz karlıyız a kafir. Senin dinin senin, benimki benim. Puta tapanların layığı budur zaten. Çulu atlas olur atı sopa. Kafirlerin mezarı gibi dumanla ateşle doludur içi, fakat dışarısı yüzlerce nakışla, ziynetle bezenmiştir. Zalimlerim malları gibi hani. Dışarıdan güzel görünür ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir. Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz, çimensiz kapkara topraktır. Gar gur edip duran boş buluta benzer. Ondan ne yeryüzünde bir fayda vardır, ne buğdaya bir kuvvet. Hileli ve yalan vade gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak görünür. Ondan sonra Bilal’in elini tuttu, o mihmetin dişlerinde bir hilale dönmüş olan dostun eline yapıştı, yola düştüler. O bir hilale dönmüş de ağza yol bulmuştu, tatlı dilli birine gitmekteydi. Zayıf, hasta bir haldeydi. Mustafa’nın yüzünü görünce sırt üstü düşüp bayıldı. Uzun müddet kendisinden geçmiş olarak öyle baygın kaldı. Kendine gelince sevincinden gözyaşları dökmeye başladı. Mustafa onu kuçakladı. Ona ne bağışladı, ne ihsanlarda bulundu kim bilir? Sanki bir bakırdı, iksire kavuşmuş. Sanki bir müflisti, bol bir define elde etmiş. Perişan balık denize düşmüştü, yolunu kaybetmiş kervan yol bulmuştu. Peygamberin o anda söylediği sözler, geceye söylenseydi gecelikten çıkar, sabah gibi apaydın olurdu. Ben, o sözleri anlatamam ki! Hamel burcundaki güneş, otlara ve henüz olmamış hurmalara ne yapar? Bilirsin ya. Arı duru su, çiçeklerle fidanlara neler söyler? Onu da bilirsin. Tanrının sanatı, cihanın bütün cüzilerine karşı adeta afsuncuların ağzından çıkan soluğun, harfin tesirini yapar. Tanrı çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Tanrı. Tesir ediş de kaderden değil midir? Fakat tesiri, akılla anlaşılmaz. Akıl, asıllarda mukallit olduğu için bil ki ferilerinde de mukallittir. Akıl peki, ben aslı bilmede de mukallidim, fer-i bilmede de fakat asıl maksat nedir, diye sorarsa de ki: Asıl maksat öyle bir şeydir ki sen onu bilemezsin vesselam. Peygamber dedi ki: Ey Sıddıyk, sana demedim mi ki bu ihsanda beni de ortak et. Ebubekir biz dedi ikimiz de senin kullarınız. Ben, onu senin rızan için azat ettim. Sen beni kul et,bana dostum de, de senden hiç azatlık istemem. Benim azatlığım sana kul olmamdır. Sensiz olursam mihnetlere azaplara uğrarım. Ey Tanrı seçilmişi, bu seçilişinle dünyayı dirilttin. Halkın geri kalanlarını ileri götürdün, hele beni yok mu? Gençliğimde rüya görmüştüm, değirmi güneş, bana selam vermişti. Beni yerden almış, gökyüzüne çıkarmıştı. Bu yücelişte ona yoldaş olmuştum. Bu rüya, olmayacak bir şey, malihulyadan ibaret. Hiç olmayacak şey, benim halime uyar mı?, benim vasfım olur mu? Demiştim. Fakat seni görünce kendimi gördüm. Aferin o güzel aynaya! Seni görünce olmayacak şey, bana hal oldu. Canım ululuklara daldı. Ey şehirlerin ruhu, seni görünce bu güneşin sevgisi, harareti, gözümden düştü. Gözüm senin yüzünden yüce bir himmet sahibi oldu, artık çayırlığa, çimenliğe hor bakıyor, onları hoş görmüyor. Nur aradım, kendimi nurun nuru olarak gördüm. Huri aradım, kendimi hurilerin bile kıskandıkları derecede güzel buldum. Latif ve gümüş bedenli bir Yusuf aradım, sen de bir Yusuf’lar yurdu gördüm ben. Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum. Her cüzün, bana bir cennet göründü. Bu övüşte bana nispetledir, yoksa bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir. Hani, Tanrı Kelim’i Musa’ya karşı, o saf çoban, Tanrıyı övüyor. Gel de bitlerini kırayım sana süt içireyim,çarığını dikeyim, önüne çevireyim diyordu ya. Fakat Tanrı onun bu sözlerini medih, saydı; sen de merhamet eder, benim sözlerimi medih sayarsan şaşılmaz. Anlayışlara acı, kusurludur onlar ey akılların, vehimlerin ötesinde olan Tanrı. Ey aşıklar, eskileri yenileyen alemden yepyeni bir ikbal, bir devlet erişti. O alem, öyle bir alemdir ki biçarelere çareler, arar. Dünyanın yüz binlerce bulunmaz matahı o alemdedir. Ey kavim, müjdeler olsun, ferahlık vakti geldi, zahmet devri geçti, ferahlanın ey kavim. Ey Bilal, bizi ferahlandır demek için bir güneş, hilalin evine gitti. Ey Bilal, düşman kokusu ile dudak altından söylediğin sözü minarelere çık da kafirlerin körlüğüne rağmen bağır. Müjdeci, her dertlinin kulağına, kalk ey talihsiz, devlet yolunu tut diye bağırmada. Ey bu hapiste, şu kokmuş yerde, bitler içinde kalan, kendine gel... kimse duymasın kurtuldun sus! Dostum, her kılın dibinden bir davul sesi gelmede... Neden şimdi susuyorsun? Hasetçi düşman öyle bir sağır oldu ki bu kadar davul sesine karşı hani, ses nerede ki diyor. Bak, ne taze diye yüzüne reyhan vuruyorlar da körlüğünden bu eziyet de nedir ki demekte. Huri, elini sıkar; kör neden beni incitiyor diye hayretlere düşer, elini çeker. Bedenimi, elimi ne diye çekiştirip duruyorlar... Ben uyuyorum, bırakın da güzelce dalayım, bir rüya göreyim der. Rüyada arayıp durduğun burada... gözünü aç, o izi kutlu ay, önünde! Onun için yücelere daha fazla bela geldi. Çünkü sevgili, güzellere daha fazla cilvelenir. Her yolda güzellerle latife eder, kendisini onlara gösterir, onlarla cilvelenir. Fakat bazen körleri de bir coşturur. Bir an için kendisini körlere de verir. Bu yüzden de körlerin mahallesinden bir feryattır kopar. Bilal’in bazı vasıflarını duydum. Şimdi de Hial’in zayıflığını dinle. O, yürüyüşte, gidişte Bilal’den ileriydi; kötü huylarını daha fazla tepelemişti. Senin gibi ardına ardına gitmez, her an daha ziyade gerilemezdi; senin gibi mücevheri bırakıp taşa koşmazdı. Hani şunu gibi: Bir adama konuk geldi. Adam, konuğun yaşını sormaya, ne vakit doğduğunu araştırmaya koyuldu. Oğul dedi, kaç yaşındasın? Söyle, saklama anlat bakalım. Konuk on sekiz dedi yahut on yedi, on altı. Yahut da kardeşlik, on beş! Ev sahibi hadi bakalım şaşkın hadi, biraz daha geri geri git de ananın rahmine gir! Birisi bir beyden at istedi. Bey, yürü dedi, o güzel atı al. Adam, ben onu istemem deyince neden dedi. Adam dedi ki: Pek huylu geri geri gidiyor. Boyuna gerisin geri gitmede. Bey dedi ki: Sen de kuyruğunu eve çevir. Senin nefis atının kuyruğu da şehvettir. Bu sebepten o kendisine tapan geri geri gider. Şehvet, sana aslından kuyruk olduysa o şehveti çek çevir, ahirete şehvetlen. Şehvetini yemeden içmeden kestin mi şehvet yüce akıl cihetine düşer, oradan baş gösterir. Hani bir ağacın kötü dallarını budarsın da iyi dallarından dal budak verir, o dallar kuvvetlenir ya. Kuyruğunu o tarafa çevirdin mi geri geri gitse bile sığınılacak yere kadar varır, dayanır. Ne mutludur binicisine râm olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri giderler, ne huysuzluk ederler. Tanrı Kelim’i Musa gibi hızlı hızlı gider, bir kilim gibi Bahreyn’e kadar varır, yayılır. Musa’nın gittiği yol, tam yedi yüz yıllık yoldu, o sevda ile bu kadar uzun yolu aştı. Bedenindeki gidiş gayreti bu kadardı. Canındaki gayretse ta İlliyn’e değdi. İyi biniciler, birbirlerini geçmek için atlarını sürdüler. Karınları şiş battallarsa ahırda kala kaldılar. Hani bir kervan bir köye gelip çatmış, orada açık bir kapı görmüştü. Kervan halkından biri bu kocakarı soğuğunda eşyamızı buraya atalım, birkaç gün burada kalalım dedi. İçeriden bir ses geldi: Hayır neyiniz varsa önce dışarıya bırakın da ondan sonra içeri girin. Atılması gereken ne varsa dışarıya at da öyle gel. Onlarla içeriye girmeye kalkışma ki bu meclis pek yüce bir meclistir. Hilal, gönlü üstat, ruhu aydın bir zattı. İnanmış bir adamın kuluydu, ona seyislik etmekteydi. Ahırda seyislik ediyordu, ay, kuldu, köleydi ama hakikatte padişahlar padişahıydı. Beyin, kölesinden haberi bile yoktur. Çünkü ona ancak şeytanın Adem’e baktığı gibi bakıyordu. Ancak su ve toprak görüyordu, ondaki defineden haberi yoktu. Beş duyguyla altı ciheti görüyordu, beş duygunun aslını değil. Toprağın rengi meydandaydı, din nuru görünmüyordu. Her peygamber alemde böyleydi. Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz. İkincisi kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez. Tanrı nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü. Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz. Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık. Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane. Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez. Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir. Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz. Onun bilgisi daima canından coşar. |