|
Bir Muhlis’in (Çelebi Hüsameddin’in)
gönlü, o karı ve koca hikayesinin neticesini istemekte. Karıkoca hikayesi, bir
masaldan ibaret. Fakat onu nefsinle aklının misali bil. Bu kadınla erkek nefisle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lazımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yani eve lazım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur. Nefis, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gah toprağa döşenir, tevazu gösterir; gah ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Tanrı gamından başka bir şey yoktur. Hikayenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki
maceradır, fakat sen dış yüzünün tamamını dinle. Eğer yalnız manaya ait
anlatış kifayet etseydi alem halkı, tamamı ile işten güçten kalır, alemin nizamı
bozulur giderdi. Sevgi düşünce ve manadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının
zahiri suretleri de kalmaz, yok olurdu. Dostların birbirine armağan sunmaları,
dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir. Fakat bu suretle o armağanlar,
gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder. Çünkü, ey ulu kişi, zahiri
iyilikler gizli sevgilere şahittir. Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat
gönülde gizli olan şeye alamettir. Ya Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de
o eğri, yalancı alameti,doğrusundan ayırt edelim. Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm
senin. Kılıcı kından çek, emret. Ne dersen ben sana tabiim; emrin, ister iyi olsun,
ister kötü... ona bakmam. Senin uğruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi;
insanı kör eder, sağır yapar.” Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile
sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi. Adem’in o pak ruhunun fezasına nispetle yedi gök sahası
bile dardı. Peygamber “Tanrı; ben, yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta arşa
sığmam. Bunu, ey aziz, yakinen bil. Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin
kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi. Yere olan bu meylimize, bu alakamıza da şaşmaktaydık.
Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu alakamız nedir? Biz nurlarız,
karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur zulmetlerle yaşayabilir mi? Ey Adem! O ülfet, senin
kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü. Topraktan olan cismini yeryüzünde
dokudular; pak nurunu burada buldular. Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet,
bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu. Yeryüzündeydik ama yerden
gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu. Tanrı da bize oradan göklere
sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi. O yüzden Tanrıya deliller
getirerek “Ey Tanrı! Bizim yerimize kim gelecek? Bu tesbih ve tehlinin nurunu,
dedikoduya satıyorsun” dedik. Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana
doğar, yokluğa dalıp mahvolur. O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim
ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bakidir dedi.”
Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün
köpüğüdür. İşte o köpük hakkı için, o saf deniz hakkı için bu söz bir
sınama, bir laf değil. Kadın dedi ki:”Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan
aydınlanmıştır. O tanrı vekili, Tanrı halifesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden
bahar gibidir. O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbal sahibi
olmayanların yanına gidip duracaksın? İkbal sahiplerinin dostluğu kimya gibidir.
Onların nazarına benzer kimya nerede? Kadın dedi ki: “Doğruluk varlığından tamamı ile çıkıp arınarak, isteğini terk etmendir. Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermayen bundan ibaret. Bu su testisini al, git; padişahlar padişahın huzuruna var, armağan götür. De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç yoktur. Padişahın hazinesi ağır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su az bulunur. O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim
acı ve hislerimizin suyu var. Ey Tanrı! “Tanrı, cennet karşılığına iman
edenlerin canlarını, mallarını satın aldı” ayetindeki fazıl ve kereminden bizim
bu küpümüzü, bu testimizi kabul et! Bu beş duygudan meydana gelme beş lüleli
testideki suyu her türlü murdar şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut. Bu
suretle şu testinin denize bir menfezi olsunda testim deniz huyuyla huylansın. Arap, evet, dedi. Testinin ağzını kapa, hakikaten
armağan, bize faydalı. Keçeye sar sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın.
Çünkü dünyada bunun gibi su yoktur. Bu halis şarap, zevk ve sefa kaynağı! Çünkü
onlar acı tuzlu suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır. Durağı,
yatağı acı subaşı olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin? Yurdun acı su kaynağı;
Şatt’ı, Ceyhun’u nereden bileceksin? Haceti olanlar oraya tuzaklarını yaymışlar? Zaman, zaman her tarafta bir haceti olan o tapudan ihsana nail olmuş, hil’atler elde etmiş. O kapı; kafire, Müslüman’a, güzele, çirkine güneş gibi! Bir bölük halk gördü, huzurda bezenmiş duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor. Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, içinde... Hepsi sur üfürülmüş te dirilmiş canlar gibi. Görünüşe aldananlar, cevherlere gark olmuşlar... İç yüzüne ehemmiyet verenler, mana denizini bulmuşlar. Himmetsizler, himmete erişmiş... Himmet sahipleri nimete erişmiş! Kapıdan ses gelmekteydi: Ey istekli, gel! Cömertlik,
yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır. Cilalı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi
cömertlik de yoksul ve zayıf kişileri arar. Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir.
Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsan ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.
Bundan dolayı H “Vedduha” suresinde “ Ey Muhammed, yoksula bağırma” buyurdu.
Mademki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes aynayı
buğulandırır. Tanrının bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır, bir
başka cömertliği de onlara bol ,bol ihsanda bulunur. Şu halde yoksullar, Tanrı
cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve varlıktan tamamı ile geçen hakiki
yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır. Hak ise doğmamıştır, doğurmaz. Kendi tasvir ettiği
şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Tanrı
aşıklarından olacak? O vehme aşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet
hakikate çeker, götürür. Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münasebeti yoktur. Gönülde bir haletten başka bir şey olmayan dünya gamı dünya neşesi; hakiki neşeye hakiki gama nispetle resimden ibarettir. Resmin gamlı bir surette görünüşü, o resim yüzünden mananın doğrulması, hakiki gamı anlaman içindir. Bu hamamlardaki resimler camekanın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar Sen ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş! Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdar değildir. O bedevi Arap uzak çöllerden Hilafet Şehrinin kapısına vardı. Kapıcılar, bedeviyi karşılayıp üstüne lütuf gülsuyunu serptiler. Bedevi söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsan etmekti. Ona “Ey Arab’ın en asili, en yücesi! Hangi
diyardansın, yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler. Bedevi dedi ki: “Eğer bana
yüz verirseniz asilim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asaletim var
ne yüzüm! Ey yüzlerinde ululuk nişanesi olanlar, ey şevketleri Caferi altından daha
hoş kişiler! Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak, yüzlerce
kişileri görmeye, yüzlerce güzellerle buluşmaya bedeldir. Sizi görmek için mal,
mülk, servet... hepsi feda olsun! Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum. Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkanına koştu, fakat ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi. Birisi, gezip eğlenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu. Kuyudan su çekerken Yusuf’un yüzünden abıhayat içen bedevi gibi. Musa ateş elde etmek için gitti., öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti. İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı. Buğday başağı, Ademin tuzağı oldu da bu suretle varlığı, insanlara başak oldu; bütün insanlar ondan var oldu. Doğan kuşu, karnını doyurmak üzere tuzağa tutulur, fakat bu yüzden devlet ve kuvvet bulur, padişahın kolu, durağı olur. Çocuk, babası lutfedecek, kendisine kuş alacak ümidiyle, fakat hakikatte hüner sahibi olmak için mektebe gider. Mektepten çıkınca yücelir, en yüksek mevkiye sahip
olur. Hocaya aylık verirken alemi aydınlatan bir bedir haline gelir. Abbas, kin güderek
eski dinin öcünü almak ve Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmişti.
Öyle olduğu halde o ve evlatları, hilafet makamında kıyamete dek dine arka oldular, o
makama şeref verdiler. Kül aşığı olanlar, bu cüz’e müştak olmazlar,
Cüz’e müştak olan, külden mahrum kalır. Cüzü, cüze aşık olunca maşuku,
çabucak küllüne gider, aşık ayrılığa düşer. Cüz’ü seven, maskaralaştı,
başkalarına kul oldu. Denize düştü, boğulmak üzere; eline geçen ota yapışmakta.
O zayıf maşuk, hakim değildir ki aşığın derdine derman olsun. Efendisinin işini mi
görsün, kendi işini mi? Ölüm günü bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir. Bir nahiv alimi, gemiye binmişti. O kendini beğenmiş alim, yüzünü gemiciye dönüp, “Sen hiç nahiv okudun mu?” demişti. Gemici “hayır” deyince demişti ki : “Yarı ömrün hiçe gitti.”Gemici bu söze kızdı, gönlü kırıldı. Fakat susup derhal cevap vermedi. Derken rüzgar gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv alimine bağırdı: “ Yüzmeyi bilir misin, söyle!” nahivci “Bilmem bende yüzgeçlik arama” deyince “Nahiv alimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak. İyi bil burada mahiv bilgisi lazım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal! Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nerede kurtulacak? Sen de eğer beşeriyet vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor. Ey alim, sen halka eşek diyorsun ama şimdi sen, eşek gibi buz üstünde kalakaldın. İstersen dünyada zamanın allamesi ol, hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!” dedi. Nahivciyi, size yok olma nahvini öğretmek için hikaye arasında hikaye ettik. Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de, ey yüce sevgilim! O su testisi bizim bilgilerimizdi; halife de Tanrı bilgisinin Diclesi. Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle olduğu halde eşek olduğumuzu bilmezsek hakikaten eşeğiz! O Arap, bari o hususta mazurdu. Çünkü Dicle’yi bilmiyordu, çok uzaktaydı. Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi. Hatta Dicle’yi bilseydi o testiyi kırar, bu işten tamamı ile vazgeçerdi. Halife, bunu görüp bedevinin ahvalini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da ihsanda bulunup. Hediyeler, hususi hil’atler verdi, bedeviyi yoksulluktan kurtardı. O Ulu padişah, o ihsan dünyası, o adalet denizi, adamlarından birisine. “Bu altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür. Çöl yolundan buraya gelmiş. Halbuki Dicle yolu, yurduna daha yakındır” dedi. Bedevi, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı. “Bu ihsan sahibi cömert padişahın lutfuna şaştım. Daha ziyade şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı. O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armağanı nasıl oldu kabul etti?” diyordu. Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilmle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bu ilim ve güzellik, fevkalade dolu olduğundan derisine sığamayan kişinin (zuhuru, zatının muktazası olan ve zuhur etmemesine imkan bulunmayan Tanrı’nın )Dicle’sinden bir katradır. O gizli bir defineydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhar etti. Toprağı , göklerden daha parlak bir hale getirdi. Gizli bir hazineyken coştu; toprağı atlas giyen bir sultan haline soktu. O Bedevi, Tanrının Dicle’sinden bir katrayı görseydi hakikatte bir deniz olan o katranın önünde testisini atardı. Onu görenler, daima kendilerinden geçmiş bir haldedirler. Bu yokluk halinde testilerini taşlayıp kırmışlardır. Ey himmet edip testiyi kıran! O testi, kırılmakla daha iyi yapılmış olur. Küp kırılır ama içindeki su dökülmez. Bu kırılmada yüzlerce sağlamlık vardır. Küpün bütün parçaları oynamakta, hallenmektedir. Fakat Akl-ı Cüz’i, bunu imkansız görür. Bu halette ortada ne testi görünür, ne su. Bunu iyice gör, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir. Mana kapısını döversen açarlar. Fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan haline getirsinler. Fikir kanadı, çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeğe alışmışsın; onun için toprak, sana can gibi geliyor. Ekmek et... Bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma. Acıkınca kızgın geçimsiz, aslı kötü bir köpek oluyorsun. Karnın doyunca murdarlaşıyor, ayak üstünde duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan bir duvar kesiliyorsun. Şu halde sen bir zaman pis, murdar bir hale geliyor, bir zaman köpekleşiyorsun. Aslanların yolunda nasıl yürüyebilecek, nasıl koşup seğirteceksin? Sana avlanmakta yarayan ancak köpektir. Bunu böyle bil de köpeğe daha az miktarda kemik at. Çünkü köpeğin karnı doyarsa daha ziyade serkeşleşir. Bu serkeşlikle ava istediğin gibi gider mi? O Bedeviyi, oraya yoksulluk çekiyordu. Nihayet o kapıyı, o devleti gördü. O penahı olmayan yoksula padişahın ihsanını hikaye etmiştik. Aşık, aşk diyarında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur. Fıkıhtan bahsetse ağzından hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk kokusu gelir. Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dair söz söylese sözleri, yakıni anlatmış olur. Eğri söylese doğru görünür. O ne güzel eğridir ki doğruyu süsler. Doğruluk denizinden zuhur eden o eğri köpük, feridir. Saf asıl, o fer’i de saflıkla bezemiştir. O köpüğü saf ve makbul bil. Sevgilinin dudağından çıkan azarlayış say. Aşığın, pek de istemediği o azar, sevgilinin yüzünün hatırı için hoş görülür. Şekeri ekmek şekline sokar, pişirirsen tadınca yine onda şeker lezzeti vardır, ekmek lezzeti bulunmaz. Bir mümin, altından yapılmış bir put bulsa hiç onu Şamanlara bırakır mı? Bırakmadıktan başka alır, ateşe atar. Onun ariyet şeklini bu suretle eritip bozar. Altında put şekli kalmaz. Çünkü suret, ibadete manidir, yol vurucudur. O putun hakikati, yani altın; Tanrının bir ihsanıdır. Sonradan put şekline sokulmuştur. Altın, Tanrı ihsanı olup altınlık nasıl bu ihsan için ariyet put şeklide altın için arızi bir surettir. Bir pire için yepyeni kilimi yakma. Sineğin verdiği baş ağrısı yüzünden gününü zayi etme. Surette kalırsan putperestsin. Her şeyin suretini bırak, manaya bak. Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Onun şekline rengine bakma; azmine ve maksadına bak. Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de. Bu hikaye parça buçuk söylendi (araya sözler karıştı, başka hikayeler girdi.) Aşıkların işi gibi başsız, ayaksız nakledildi. Fakat hakikatte başı yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. Sonu da yok. Ebetle eş! Hatta su gibidir; her katrası hem baştır, hem ayak. Hem de başsız, ayaksız koşup gider. Haşa, bu hikaye değil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü halimizdir, dikkat et! Kuvvet ve kudret sahibi olan sofilerin yanında geçmiş anılmaz. Arap da biziz, testi de biziz, padişah da biziz, hepsi biziz. Ezelde mahrum olanlar, bunu anlamaktan mahrum kaldılar. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefis ve tabiattır. Bu ikisi zulmete mensup ve münkirdirler; akıl ise ışıktır. Şimdi dinle, asıl inkar neden meydana geldi, Şundan: küllün çeşit, çeşit cüzileri vardır. Bu küllün cüz’ü, cüzülerin külle nispeti gibi değildir (terkip kabul etmez); gülün cüz’ü olan gül kokusu gibi de değildir.(cüzülenmez. Bu cüz ve kül itibaridir). Yeşilliğin letafeti güldeki güldeki letafetin (itibari olarak) cüz’ü olduğu gibi kumrunun sesi de (yine itibari olarak) bülbül nağmesinin bir cüz’üdür. Eğer bu husustaki müşkül şeyleri anlatmaya, onlara cevap vermeye koyulsam susamışlara ne vakit su vereceğim? Eğer sen, burada müşkül vaziyete düştüysen sabret. Sabır, gamdan kurtulmak için anahtardır. Sakın, endişelerden sakın! Fikir aslan ve yaban eşeğidir, gönüller de ormanlıklar. Perhizler, ilaçların başıdır. Çünkü kaşınma, uyuzluğu arttırır. Perhiz, şüphe yok ki ilacın aslıdır. Düşüncelerden perhiz et de can kuvvetini gör! Sen, kulak gibi bu sözlere kabiliyet kazan da sana altından küpe takayım. Küpe de ne? Altın madeni olursun Aya, Süreyya’ya kadar yükselirsin. Önce şunu duy ki bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “ya” ya kadar olan harfler gibi muhteliftir. Bir yüzden baştan ayağa kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde birbirlerine benzerlik yoktur. Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden birbirleriyle bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibaret, bir yüzden tamamı ile faydalı ve ciddidir. Kıyamet günü her şeyin Tanrıya arz edileceği, Tanrı tarafından görülüp sorulacağı en büyük bir gündür. Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kişi ister. O görünüş günü; Hindu gibi yüzü kapkara olan kişiye rüsvay olmak nöbetinin gelip çattığı gündür, Yüzü güneş gibi olmayan, ancak yüzünü peçe gibi örten geceyi ister. Dikeninde bir gül yaprağı bile bulunmadığından baharlar onun sırlarına düşman kesilmiştir. Fakat bahar, baştan ayağa kadar gül ve süsen olana iki aydın gözdür. Manadan mahrum olan diken, gül bahçesiyle bir arada bulunabilmek için güz mevsimini ister güz mevsimini! Çünkü güz, hem gülün öğünecek halini, hem dikenin ayıbını örter. Bu suretle sen de onun rengiyle bunun halini görmezsin. Şu halde güz, dikenin hayatıdır, baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür. Ama bahçıvan, gülü güzün de görür. Bu bir kişinin görüşü yok mu? Yüzlerce cihanın görüşünden iyidir. Zaten Cihan o bir kişiden ibarettir. Geri kalanlar, hep onun tabileridir, hep onun yüzünden geçinenlerdir. Onun için bütün güzel çiçekler “ Müjde, müjde; işte bahar gelmekte “ deyip dururlar; Çiçekler, akarsu zinciri gibi parlamak, meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler. Baharda çiçek dökülünce meyve baş gösterir. Ten de harap olunca can görünür. Meyve manadır, çiçek onun sureti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür. Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu? Hileli, ilaçların arasında kırılıp ezilmedikçe ilaçlar, nereden sıhhati arttıracak? |