EBUYEZİD’İN MÜJDESİ |
Bayezid’in Ebulhasan’ın
halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın mı? Bir gün o
takva sultanı, dervişleriyle sahradan geçerken, ansızın ona Rey
civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi. Orada iştiyaklı bir
feryat çekti, rüzgardan koku aldı. Aşıkçasına bir kokladı; adeta
ruhu rüzgardan bir şarap tatmaktaydı.
Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır. O, havanın soğukluğundan meydana gelir... yoksa testinin içinden dışarı su sızmaz! Koku getiren rüzgar, onu su haline getirmiştir... işte onun gibi su da Bayezid’e halis şarap haline gelmişti! Bayezid’de sarhoşluk eseri görününce bir müridi ona gelip sordu: “Beş duyguyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir? Yüzün gah kızarmakta, gah ağarmakta... bu ne hal, bu ne müjde? Koklayıp duruyorsun ama görünürde gül yok, şüphesiz bu, gayb aleminden, hakiki güllerin açtığı gül bahçesinden. Ey her kendini tanıyan, bilen kişinin muradı ve maksadı olan er, her an sana gayb aleminden bir haber, bir mektup gelmekte, Her an Yakup gibi sana da bir Yusuf’tan şifa kokusu erişmekte. Bize de o testiden bir katra dök... bize de o gül bahçesinden bir kokucuk anlat!Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er... bizim dudağımız kuru, sen bu şarabı yalnızca içiyorsun! Ey, çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin şaraptan bize de bir yudumcuk sun! Bu zamanda meclisin beyi sensin, senden başkası değil... bize de bak! Bu şarap, gizlice içilir mi ki? Şarap, muhakkak adamı rezil, rüsvay eder! Kokusunu gizlesen bile sarhoş gözlerini ne yapacaksın ki? Zaten bu koku, alemde yüz binlerce perde altında gizlenebilecek bir koku değil ki! O kekin kokuyla ovalar, çöller doldu... hatta ova da nedir ki? O koku, dokuz feleği bile geçti! Bu şarabın bulunduğu testinin başını balçıkla örtme... zaten bu öyle bir açıkta şarap ki örtülmesine imkan yok! Ey sırlar bilen sır söyleyici, seni avlayanı lutfet, söyle! Bayezıd dedi ki: “Şaşılacak bir koku geldi bana... Peygambere Yemen’den gelen koku gibi! Muhammet demiştir ki. Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Tanrı kokusu gelmekte. Vise’nin ruhuna Rahim’in kokusu geldiği gibi Üveys’ten de Tanrı kokusu geliyor. Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti, neşelendirdi! Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu! Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık! Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti... yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı ki!”Bu sözün sonu gelmez. O aslan er, gayb aleminin vahyinden neler söyledi? Sen onu anlat! Bayezıd dedi ki “Bu taraftan bir dostun kokusu gelmekte... bu köyden bir padişah geliyor! Bunca yıldan sonra bir padişah doğacak... otağını göklere kuracak! Yüzü Tanrı’nın gül bahçelerinin tesiriyle gül rengine dönecek... makam ve rütbe bakımından benden üstün olacak!” Dediler ki: Adı ne? Bayezid, Ebül Hasan dedi... onun şeklini, kaşının çenesinin ne şekilde olduğunu anlattı. Boyunu, rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü bir bir anlattı. İç huylarını, manevi sıfatlarını... ruhunu, yolunu, yerini, varlığını hep söyledi. Ten şekli, ten gibi iğretidir... ona pek gönül verme... o bir anda gelir geçer! Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... o can şeklini, sıfatını iste ki gökyüzündedir! Onun bedeni, yeryüzünde mum gibidir... nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir! Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir. Gülün suretini, latife yollu burnunun altında görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur. Uyuyan adam, Aden’de bir azaba uğradığını görür ama aksi, bedeninde ter halinde görünür! Gömlek, Mısır’da bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o gömleğin kokusuyla dolmuştur!Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar... adeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler. Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu... devlet satrancını oynadı! Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebul Hasan dünyaya geldi. O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur... neden mahfuzdur o levh? Hatadan! Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farzet... Gönül zaten onun nazargahıdır... Gönül, ona agah olunca nasıl hata eder? Ey mümin, sen, Tanrı nuruyla bakar, görürsün... hatadan, yanılmadan eminsin! Sofi, yoksulluktan dertlenince yoksulluğu, ona dadı ve gıda kesilir. Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerden meydana gelmiştir... merhamet, gönlü kırık acizlerin nasibidir. Yücelikle başlar kıran kişiye ne Tanrının merhameti nasip olur, ne halkın! Bu sözün sonu yoktur... evet, o yiğit, yiyecek ve ekmek nafakasının azlığından perişan oldu! Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! O hususi Tanrı nafakasını duyan, Tanrının yakınlığına erer,gayb nafakasını elde eder. Fakat ruh nafakası noksan olan kişinin canı o noksan yüzünden titremeye başlar. Anlar ki bir hata etmiştir de bundan dolayı rıza yaseminliği perişan olmuştur. İşte o adam da ekinin az olması yüzünden harman sahibine mektup yazdı. Mektubunu o yüce ve adil padişaha götürdüler, okudu, fakat bir cevap vermedi. Dedi ki: onun derdi yalnız gıda, başka bir şey değil... ahmağa verilecek en iyi cevap sükuttur. Ayrılık ve vuslat derdi onda hiç yok... fer’e bağlanmış, aslı hiç aramıyor. O ahmağın biri... varlığa kapılmış, ölmüş gitmiş fer’in derdiyle asla aldırış bile etmemekte. Göklerle yeri bir elma farz et... Tanrının kudret ağacından bitmiş! Sen, bu elmanın içindeki bir kurda benzersin; ağaçtan da haberin yok, bahçıvandan da! Elmada bir kurt daha var; fakat onun canı dış aleminde bayrak sahibi! Onun hareketi elmayı yarar... elma onun hareketine karşı koyamaz! Hareketi, perdeleri yırtar... sureti kurt ama hakikatte o, bir ejderha! Demirden çıkan ilk ateş, dışarıya yavaş ,yavaş adım atar. Dadısı pamuktur önce... fakat sonunda şuleleri ta esire kadar çıkar, İnsan, önce uykuya, yemeye muhtaçtır... fakat nihayet meleklerden de üstün olur. Pamuk ve kükürdün himayesinde şulesi ve nuru, süha yıldızına kadar çıkar! Karanlık alemi aydınlatır... demirden yapılma tomruğu bile iğneyle deler geçer! Ateş de cismanidir ama ne ruhtandır, ne de ruhani alemden! Cisme, o yücelikten bir nasip yoktur... cisim, can denizinin önünde bir katra gibidir! Cisim, canla artar, gün günden fazlalaşır... fakat can gitti mi cisme bak, ne hale gelir? Cisminin haddi, bir iki arşından fazla değildir... fakat canın, ta göklere kadar çıkar, dolaşır! En iyi kişi, ruha ta Bağdat’a Semerkand’a kadar olan mesafe tasavvurda yarım adımdır ancak! Gözünüz iki dirhemlik taş ağırlığında bir yağ parçasıdır ama ruhunun nuru göklere dek her tarafı kaplar. Nursa, bu göz olmadan da uykuda her şeyi görür... fakat göz, bu nur olmayınca ancak harap olur gider! Canın, tenin sakalıyla, bıyığıyla alış verişi yoktur... fakat ten, can olmayınca murdardır, aşağıdır! Bu cisim, hayvani ruhun debdebesine sebeptir... sen daha önceden git de insani ruhu gör! İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var! Ondan sonra Ahmed’in canı (esrarı faş etme sakın diye) sana karşı dudağını ısırsın... Cebrail, senden korksun, geride kalsın! Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım desin! Rüzgar, Süleyman’ın tahtına ters esti...Süleyman dedi ki: Ey rüzgar, ters esme! Rüzgar da ey Süleyman dedi, ters hareket etme... ters hareket edersen, benim tersliğime kızma! Tanrı, biz ders alalım da insafa gelelim diye bu teraziyi halk etti. Sen eksik dirhem korsan ben eksik tartarım... sen benimle apaydın muamelede bulunursan ben de seninle apaydın muamelede bulunurum! Böylece Süleyman’ın tacı da eğrildi... aydın günü ona gece etti adeta! Süleyman dedi ki: Ey taç, neden başımda eğrilirsin... A güneş, doğumdan eksilme benim! O eliyle tacı düzelttikçe taç eğrilmekteydi yiğidim! Tam sekiz kere doğrulttu, sekiz kere eğrildi... dedi ki: Ey taç, bu ne bu? Eğrilme artık! Taç dedi ki: Beni yüz kere doğrultsan yine eğrilirim... çünkü inanılır kişi, sen eğrilmedesin! Süleyman, bunun üzerine kalbini doğrulttu... gönlündeki şehvetten soğudu... Tacı da derhal doğruldu... nasıl istiyorsa başında öyle durdu. Süleyman, bundan sonra onu mahsustan eğriltmede, taç da inadına doğrulmadaydı. O ulu Peygamber, tacını sekiz kere eğriltti; her defasında taç, başında doğruldu. Taç, dile geldi de ey padişah, nazlan dedi... kanadından mademki tozu, toprağı silktin; uç! Bana izin yok ki bundan ileriye geçeyim... bu sırrın gayb perdelerini yırtayım! Elini sen ağzıma koy da kapat... ağzım, beğenilmeyen şeyler söylemesin! Hasılı sana ne dert gelirse başkasına kabahat bulma; kendine bak! Dostum, bu iş başkasından oldu sanma... o kölenin uğraştığı gibi uğraşıp durma! Köle, gah elçiyle, mutfak eminiyle uğraşıp savaşmasaydı... gah cömert padişaha kızmadaydı. Tıpkı Firavun gibi... hani o da Musa’yı bırakmıştı da halkın yavrucaklarının başlarını kestiriyordu. Halbuki düşman, o kör gönüllünün evindeydi... oysa başka çocukların başlarını kopartıp duruyordu! Sen de dış aleminde başkalarıyla kötü oluyorsun da içten kötü nefsinle uzlaşıyorsun. Düşmanın o... fakat sen ona şeker vermedesin... dışarıdan da herkesi töhmetli tutmadasın! Sen Firavun gibi körsün, kör gönüllüsün... düşmanla iyisin de suçsuzları aşağılatmadasın. A firavun, niceye dek suçsuzları öldürecek, asıl suçlu olan nefsini hoş tutacaksın? Firavun’un aklı, padişahların aklından üstündü ama Tanrı hükmü onu akılsız ve kör etmişti! Bir adamın can gözünü, can kulağını Tanrı kapattı mı o adam Eflatun olsa hayvanlaşır! Hasılı Bayezit hakkındaki gayb hükmü nasıl zuhur ettiyse Tanrı hükmü levh üstünde ( çaresiz) zuhur eder. Ebulhasan, Bayezid’in buyurduğu gibi zuhur etti... ve bunu adamlarından duydu. Bayezid, Hasan benim dervişim ve ümmetim olur... her sabah benim mezarımda benden ders alır demişti. Kendisi de dedi ki: ben de Şeyh’i rüyamda gördüm... ruhundan bu sözü duydum. Her sabah, onun mezarına yüz tutar, ta kuşluk çağına kadar huzurunda dururdu. Ya bir şeyhin huzuruna gider gibi o mezarın başına gelir, yahut da sözsüz müşkülleri hallolurdu. Nihayet yine bir gün kutlulukla o mezarın başına geldi... yeni kar yağmıştı, mezarlar karla örtülmüştü. Mezarın üstünde kat kat karların bayrak gibi yüceldiğini, kubbe kubbe yığıldığını görünce gamlandı. O diri Şeyh’in mezarından ses geldi. Ben buradayım, bana gel diye seni çağırıp duruyorum. Kendine gel... sesime koş; bu yana seğirt! Alem karla dolsa da sen, benden yüz çevirme! O gün, Ebulhasan’ın hali düzeldi... önce duymuş olduğu şaşılacak şeyler, o gün kendisinde zuhur etti. Bir adam, birisiyle meşverette bulunuyor, tereddütten kurtulmak, hapisten halas olmak istiyordu. O adam dedi ki: Hoş fakat benden başkasını ara bul da danışacağın şeyi ona danış! Ben senin düşmanınım, bana sarılma... düşmanın tedbiri, aydın olamaz! Git, sana dost olan birisini ara... dost şüphe yok ki dostun hayrını diler. Ben düşmanım, benim gibisinden bir çare olmaz... eğri gider, sana düşmanlık ederim. Kurttan bekçilik istemek doğru bir şey değildir... bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, aramamak demektir. Hiç şüphe etme ki ben sana düşmanım... senin yolunu keserim ben, nasıl olur da sana yol gösteririm? Kim dostlarla düşer kalkarsa külhanda bile olsa gül bahçesindedir... fakat zamanede düşmanla düşüp kalkan gül bahçesinde bile olsa külhandadır! Biz, ben diye varlığa düşerek dostu incitme de kimse, düşmanın olmasın! Tanrı için halka hayır yap, yahut kendi canın için herkese hayırda bulun da. Daima gözüne dost görünsün... gönlüne kin yüzünden çirkin suretler gelmesin! Fakat birisine düşmanlıkta bulundun
mu ondan çekin... seni seven bir dostla görüş, danışacağını ona
danış! Adam dedi ki: Ey iyi kişi, biliyorum seni... sen benim eski düşmanımsın.
Fakat akıllı ve manevi bir adamsın; aklın eğri gitmeme razı olmaz. Kedi nedir? Aslanları yıkan aslan... tendeki imana mensup akıl! Onun görünüşü yırtıcı hayvanlara hakimdir... narası otlayan hayvanları men eder! Şehir, hırsızlarla, elbise soyanlarla dolu... söyle, ister şahne olsun, ister olmasın! O muhteşem fakir Bayezid, dervişlerine “İşte Tanrı benim” dedi. O fenlere sahip er, sarhoşça apaçık “Benden başka Tanrı yoktur...bilin de bana tapın” buyurdu. O hal geçince sabahleyin “Sen böyle dedin... bu doğru değil” diye kendisine söylediler. Dedi ki: “Bunu bir daha dalar da söylersem hemen o anda beni bıçaklayın! Tanrı, tenden münezzehtir... benimse tenim var. Böyle söylediğim zaman öldürülmem lazım! O hür er, bu tavsiyede bulununca her derviş bir bıçak hazırladı. Bayezid, yine o koca kadehi dikip sarhoş oldu... tavsiyeleri aklından çıktı. Meze geldi... aklı avare oldu; sabah geldi, mumu çaresiz kaldı! Akıl şahneye benzer... sultan gelince biçare şahne bir bucağa büzüldü! Akıl Tanrı gölgesidir, Tanrı güneş... gölge, güneşe karşı dayanır, durabilir mi hiç? Peri ve cin, insana üstün olunca insandaki insanlık sıfatı kaybolur... ne söylerse o peri söyler...cin tutmuş adam söyler ama hakikatte o sözler, cinindir, perinindir! Perinin bile yolu yordamı böyle olursa o perinin Tanrı’sı nasıl olur? Varlığı gider insan peri kesilir...ilhama nail olmayan Türk arapça konuşmaya başlar! Fakat kendine gelince hiçbir lugat bilmez. Peri de bile böyle bir varlık, böyle bir sıfat olduktan sonra, artık perinin ve insanın Tanrı’sı, nasıl olur da periden aşağı olur? Aslanı bile tutacak derecede sarhoş olup yiğitleşen kişi, kalkar da erkek aslanın sütünü emerse sen artık bu işi o yapmadı, şarap yaptı dersin! Eski altınlardan söz düzer, mükemmel söz söylerse yine dersin ki o sözü de şarap söylemiştir! Şarapta bile bu zor, bu kuvvet olursa Tanrı nurunda olmaz mı hiç?Tanrı nuru, seni tamamı ile senden alır... sen aşağılarsın, onun sözü üstün olur. Kuran, gerçi Peygamber’in dudağından çıkar ama kim Tanrı söylemedi derse kafirdir. Kendinden geçiş hüması uçmaya başlayınca Bayezid yine o söze koyuldu. Aklı şaşkınlık seli kaptı götürdü... o sözü evvelce söylediğinden daha zorlu söyledi. “Hırkamda, varlığımda Tanrıdan başka bir şey yok... yerde gökte nice bir arayıp durursun?” dedi. Dervişler deli divane oldular... bıçaklarını tertemiz bedenine sapladılar. Her biri Girdeküh mülhitleri gibi pervasızca pirlerine bıçak saplamaya koyuldular. Fakat şeyhe kılıç vuranın kılıcı, tersine dönüyor kendisini yaralıyordu. O hünerli şeyhin vücudunda bir eser bile görünmüyordu. Fakat dervişler perişan oldular, kanlara battılar. Boynuna bıçak saplayanın kendi boynu kesildi, ağlaya inleye yıkılıp öldü. Göğsünü yaralayanın göğsü yarıldı, ebedi bir surette geberip gitti. O sahip kıranın mertebesini bilen ise onu yaralamaya hiç yeltenmedi, böyle şeye gönül vermedi. Yarı aklı onun elini bağladı; canını kurtardı... yoksa oda kendisini perişan ederdi. Sabah oldu o dervişler eksilmişti... evlerinden bir feryat-ı figan yüceldi. Bayezid huzuruna binlerce kadın, erkek üşüştü. Dediler ki: “Ey iki alemi de gömleğe sığdıran er! Senin şu bedenin insan bedeni olsaydı insanların bedenleri gibi hançer yaraları ile mahvolur giderdi. Kendisinden olan kendinden geçmişe gelip çattı... kendisinde olan, kendi gözüne diken batırdı. Ey kendinde olmayanlara Zülfikar vuran, aklını başına al, o Zülfikarı sen, kendi kendine vurmaktasın. Çünkü, kendinden gecen fanidir,kurtulmuştur... ebedi olarak emniyet bucağında oturur. Sureti fanidir; o bir ayna kesilmiştir... o aynada başkalarının yüzünden gayrı bir şey görünmez. Tuh der tükürürsen kendi yüzüne tükürmüş olursun... aynaya vurursan yine kendine vurursun. Orada çirkin bir surat görürsen gördüğünde sensin... İsa ve Meryem’i görürsen yine gördüklerin senden ibarettir. O ne budur, ne o... her şeyden arı durudur... yalnız senin önüne senin suretini kor. Söz buraya gelince dudak yumuldu... kalem buraya gelince kırıldı, durdu! Fasahat el verdi ama dudağını yum, sus; Tanrı, doğruyu daha iyi bilir! Ey daimi sarhoş, sen dam kenarındasın... ya otur, ya aşağıya in vesselam! Ne vakit muradına erersen o hoş zaman dam kıyısına gelişindir, böyle bil bunu. İyi zamanda kork... o zamanı define gibi sakla, açığa vurma. Açığa vurma da sevgiye ansızın bir bela gelip çatmasın... kendine gel de o gizlilik yerinde korka korka yürü. Neşeli zamanda neşenin geçip gitmesinden korkarsın... işte bu, gayp damından canın göçüp gitmesidir. Sır damının kenarını, sen görmüyorsun ruh görüyor da tir tir titriyor. Ansızın gelip çatan her bela, neşe damının korkuluğu kıyısında gelip çatmıştır. İnsan, damın kenarında olmadıkça düşmez Nuh ve Lüt kavimlerine bak da ibret al. |