98-Beyyine
1- Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar kitap ehlinden ve müşriklerden inkarcılar küfürden ayrılacak değillerdi.
2- Allah tarafından gönderilmiş tertemiz sahifeler okuyan bir elçidir.
3- O, sahifelerde doğru yazılmış hükümler vardır.
4- Ama, kendilerine kitab verilenler, onlara apaçık belge geldikten sonra ayrılığa düştüler.
5- Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah â has kılarak O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.
Gerçekten o dönemde yeryüzünün, yeni bir ilahi mesaja çok ihtiyacı vardı Yeryüzünde doğru ve insani hareketi terk etme o derece yayılmıştı ki yeni bir peygamberlik, yeni bir sistem ve yeni bir hareket olmadıkça artık düzelme beklenmez bir hale gelmişti. ister daha önceleri Semavi (vahye dayalı) dinleri tanıyan sonra elleriyle bozan kitap ehli olsun, isterse Arap yarımadasındaki ve dışındaki müşrikler olsun, yeryüzünün tüm insanlarının kafasına küfür, bir yolunu bulup girmişti.
Onlar daldıkları bu küfürden bu yeni kutsal mesaj ve bizzat kendisi açık bir kanıt, doğruyu yanlıştan ayıran bir ayırıcı, bir açıklayıcı ve "Allah tarafından gönderilmiş tertemiz sahifeler okuyan bir elçi" (Beyyine 2) olan Peygamber gelmedikçe ayrılacak ve dönecek değillerdi. Evet içinde doğru hükümler bulunan, küfürden ve şirkten arınmış kelimeleri okuyan elçi gelmedikçe daldıkları küfürden dönecek ve ayrılacak değillerdi... Ayetin metnindeki "Kitap" sözcüğü "konu" demektir. Nitekim arapçada, "taharet kitabı" temizlik konusu demektir. Ve namaz kitabı, kader kitabı, kıyamet kitabı denilir ki bunların anlamı, namaz konusu, kader konusu, kıyamet konusu demektir. Buna göre bu temiz sayfalarda -ki temiz sayfalar Kur'an'dır- "doğru kitaplar" yani "doğru konular" ve "doğru gerçekler" vardır demektir...
Dolayısı ile bu kutsal mesaj tam zamanında, bu peygamberin kendisine ihtiyaç olduğu zamanda gelmişti. Bu sayfalar, içindeki konular ve gerçekler bütün yeryüzüne yeni bir oluşum getirmek için gelmişlerdi. Ki yeryüzü ancak bu yeni oluşum ile düzelebilirdi.
Yeryüzü bu peygamberliğe ve bu peygambere neden muhtaç olduğu konusuna gelince, gerçek bir Müslüman olan Ebu'l-Hasen En Nedvi'nin "Müslümanların Gerilemesi İle Dünya Neler Kaybetti?" isimli değerli kitabından, açıklayıcı alıntılarla yetineceğiz. Çünkü bu kitap bu konuda okuduğumuz kitapların içinde en açığı ve en özetidir.
Birinci bölümün ilk kısmında şunlar yer almaktadır:
"Milattan sonraki altıncı ve yedinci yüzyıllar hiç kuşkusuz tarihin devirleri içinde en geri olanı idi. İnsanlık çağlardan beri zillet ve düşüklük içinde kıvranıp durmaktaydı. Yeryüzünde insanlığı düştüğü bu zilletten kurtaracak ve elinden tutacak hiçbir güç yoktu. Her geçen gün onların çöküşleri hızlanıyor ve zilletleri daha da artıyordu. Bu yüzyılda insanoğlu yaratıcısını, kendini, varacağı yeri unutmuş, sağduyusunu yitirmiş, iyi ile kötüyü güzel ile çirkini ayırma yeteneğini kaybetmişti. Aradan geçen uzun zaman dolayısı ile Peygamberlerin çağrısı cılızlaşmış, yaktıkları meş'ale kendilerinden sonra çıkan fırtınalar dolayısı ile sönmüş ya da ışığı o kadar zayıflamış ki evler, ülkeler bir tarafa kalpleri bile aydınlatamaz olmuştur. Din adamları koparılan fitnelerden ve sapıklıklardan dinlerini korumak ve canlarını kurtarmak amacı ile ya da rahatlık ve sakinlik arzusu ile hayatın yükümlülüklerinden ve çilelerinden kaçmak için veya din ile siyaset, ruh ile madde arasındaki mücadelede yenik düştüklerinden, siyaset sahnesinden çekilmişler ve mabetlere, kiliselere ve manastırlara sığınmışlardı. Bazı din adamları da hayatın akışına uyarak hükümdarlarla ve maddeye tapanlarla birlik olup, onlara günahlarında, zorbalıklarında ve insanların mallarını haksız yere yemelerinde yardımcı olmuşlardı..."
"Büyük dinler, boş işlerle uğraşan hileci madrabazların kurbanı, münafıkların ve günahkarların oyuncağı olmuş, ruhunu ve şeklini öylesine yitirmişti ki, bu dinlere inanan eski insanlar mezarlarından dirilip kalkacak olsalar onu asla tanıyamazlardı. Medeniyete, kültüre, iktidara ve siyasete beşiklik eden yerler artık birer anarşi, çözülme, kokuşma yerleri olmuş ve kötü düzenin ve idarecilerin zulümlerinin cereyan ettiği sahneler haline gelmişti. Halkın idaresini üstlenenler kendi işlerine bakar olmuşlar, dünyaya mesaj vermez, milletleri irşad etmez olmuşlardı. Ruhi açıdan iflas etmişler ve hayatlarının pınarları kurumuştu. Artık ellerinde ne vahye dayalı dinin duru kaynağı ve ne de insanlığı yönetecek değişmez bir sistem kalmıştı:'
"O devrin insanlığının durumuna bu hızlı bakış bizlere Hz. Muhammed'in gönderilmesinden kısa bir süre önceki insanlığın ve dinlerin durumu hakkında genel olarak bir fikir vermektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim çeşitli yerlerde, kitap ehlinin ve müşriklerin çeşitli küfür biçimlerine değinmektedir ..
Yüce Allah'ın Yahudilerle ve hristiyanlar la ilgili şu sözü bu örneklerdendir: "Yahudiler: `Üzeyr Allah'ın oğludur' dediler. Hristiyanlar da `Mesih (İsa) Allah'ın oğludur' dediler. (Tevbe 30)
"Yahudiler: `Hristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor' dediler. Hıristiyanlar da: `Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor' dediler." (Bakara 113)
Yahudilerle ilgili olarak, "Yahudiler: `Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Bu sözlerinden ötürü, elleri bağlansın. Onlara lanet olsun. Tersine O'nun iki eli de açıktır. Dilediği gibi verir." (Maide 64) sözü Hristiyanlar la ilgili olarak "Allah Meryemoğlu mesih (İsa)dır' diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır." sözü "Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır." (Maide 72-73) sözü, buna örnektir.
Müşriklerle ilgili olarak: "Deki ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kafirun 1-6) sözü, bunlara örnektir. Bu konuda daha birçok ayetler vardır. Bu küfür, bütün yeryüzünü kaplayan kötülüğe, yok oluşa, parçalanmaya ve yıkılışa öncülük etmekteydi.
"Kısacası o zamanlar yeryüzünde iyi ahlaklı bir millet, ahlak ve fazilet temeli üzerine oturmuş bir toplum, adalet ve merhamet prensipleri üstüne kurulmuş bir yönetim, ilim ve hikmet temeline oturmuş bir önderlik, peygamberlerden nakledilen sağlam bir din yoktu."
İşte bu nedenlerden ötürü, yüce Allah'ın insanlığa merhameti harekete geçmiş ve onlara içinde hakkı dile getiren, doğru ayetler olan temiz sayfaları okuyan kendi katından bir peygamber göndermeyi dilemiştir. Kafir müşrikler ve kitap ehli bu kötülük ve bozgunculuktan, kurtarıcı, doğru yolu gösterici ve hükümleri açıklayıcı bir peygamber gönderilmedikçe dönecek değillerdi.
Yüce Allah, surenin giriş bölümünde bu gerçeği belirttikten sonra, şimdi özellikle kitap ehlinin dinleri hakkında bilgisizliklerinden ya da dindeki kapalılık veya anlaşılmazlıktan dolayı görüş ayrılığına düşüp dağılmadıklarını, aksine, kendilerine dinlerin bilgisi verildikten sonra, peygamberlerin aracılığı ile ellerine apaçık deliller geçtikten sonra görüş ayrılığına düştüklerini ve dağıldıklarını ifade ediyor. "Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler."
İlk ayrılık ve görüş farklılığı Hz. İsa gönderilmeden önce Yahudi grupları arasında meydana gelmişti. Tümünün, peygamberleri Hz. Musa, kitapları Tevrat olmasına rağmen onlar gruplara ve kliklere bölünmüşler ve beş ana gruba ayrılmışlardı. Bunlar, a) Sadukîler, b) Farizîler, c) Esseniler, d) Terapötler, e) Talmudcular ve Karailer.
Her grubun kendine özgü özelliği hedefi ve yolu vardı. Sonra Hz. Mesih (İsa) (a.s.)'ın israiloğullarına gönderilen peygamberlerden birisi ve en sonuncusu olmasına rağmen ve peygamber olarak gönderildiği zaman önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı ve tasdik edici olarak gelmesine karşın Yahudilerle hristiyanlar birbirleri ile ayrılığa düştüler. İşte buna rağmen, Yahudilerle hristiyanlar arasındaki ayrılık, bölünmüşlük korkunç bir düşmanlık ve iğrenç bir kin derecesine vardı. Ve tarih iki dinin bağlıları arasında geçen insanın tüylerini diken diken eden korkunç boğuşmaların hikayesi ile dopdolu hale geldi.
"Yedinci yüzyılın başlarında Yahudileri Hıristiyanlardan nefret ettiren, Hıristiyanların da onlara karşı kinlerini doğuran ve her iki grubun da adlarını lekeleyip kötüye çıkaran olaylar meydana geldi. Fokas (610 M.)'ın iktidar yıllarının son senesi, Yahudiler Antakya'da Hıristiyanlara karşı ileri gittiler. İmparator, Kumandanı "Abnosos"u görevini benzeri görülmemiş bir acımasızlıkla yerine getirdi. Şehirde kim varsa tümünü öldürdü. Kimini kılıçtan geçirdi. Kimini idam etti. Bazılarını suda boğdu, bazılarını ateşe atarak, bazılarını yakarak öldürdü. Kimilerini işkence altında öldürürken kimilerini de parçalasınlar diye yırtıcı hayvanların sirklerine attı. Bu mücadeleler Yahudilerle hristiyanlar arasında birbirini izledi durdu.
Makrizi El Hitat adlı kitabında der ki:
"Roma imparatoru Fokas zamanında, hükümdarı Acem Kisra, askerlerini Şam'a ve Mısır'a gönderir. Kisranın ordusu Kudüs, Filistin ve tüm Şam diyarında ne kadar kilise varsa yerle bir ederler. Bütün Hıristiyanları öldürürler. Onları yakalamak için Mısır'a giderler. Mısır'da büyük bir Hıristiyan topluluğunu öldürür sayılara sığmayacak kadarını esir Alırlar. Kisranın ordusuna, hristiyanlar la savaşında onların kiliselerini yıkmada Yahudiler yardım ederler. Yahudiler Taberiye'de, El Celil dağında, Nasıra kasabasında Sur şehrinde ve Kudüs diyarında acemleri törenle karşılarlar. Acemler Hıristiyanlara her türlü kötülüğü yaparlar. Onları ezip geçerler. Kudüs'te iki kiliselerini yıkıp yerle bir ederler. Kaldıkları yerleri ateşe verirler. Hakaret olsun diye Haç direğini parçalayıp Alırlar. Kudüs patriği ile birçok arkadaşını esir Alırlar. Makrizi daha sonra Kudüs'ün fethini ele Alır ve arkasından sözüne şöyle devam eder:
Bu sırada Sur şehrinde bir kısım Yahudiler ayaklandılar. Diğer bir kısmı da çevre illere dağılarak Hıristiyanları öldürmek ve köklerini kazımak üzere sözleştiler. Yahudi ile Hıristiyanlar arasında savaş koptu. Bu savaşta yirmi bin civarında Yahudi bir araya geldi, Sur şehri dışında Hıristiyanların kiliselerini yerle bir ettiler. Fakat daha sonra Hıristiyanlar Yahudiler üzerine yıldırım gibi yürüdüler, sayıları Yahudilerden daha çok olduğu için onları çok feci şekilde bozguna uğrattılar. içlerinden birçokları öldürüldü. Bu sırada Herakliyus İstanbul'da doğu Bizans imparatoru idi. Herakliyus Acem Kralı Kisra'ya kurmuş olduğu bir savaş hilesi ile acemleri yendi ve oradan ayrıldı. Sonra Herakliyus Kostantiniyyeden (İstanbul'dan) ayrıldı. Şam'da ve Mısır'da otoriteyi yeniden sağlamak ve Acemlerin yıktıklarını yeniden yapmak istiyordu. Tabariyede ve başka yerlerde Yahudiler Heraklıyus'u karşıladılar. Kendisine değerli armağanlar vererek güven istediklerini ve bu konuda kendisine yemin etmesini arzuladıklarını bildirdiler. Heraklıyus da kendilerine güvence verdi ve sözünde duracağına yemin etti. Arkasından Heraklıyus Kudüs'e girdi. Bu kez, Hıristiyanlar kendisini ellerinde İncillerle, Haçlarla, buhurdanlıklarla ve yanan mumlarla parlak bir şekilde karşıladılar. Heraklıyus şehri ve Hıristiyanların kiliselerini harap olmuş bir durumda buldu. Ve bu durum kendisini çok üzdü. Ve çok gücüne gitti. Hıristiyanları acımasızca öldürdüklerini, kiliseleri yàkıp yıkarak yerle bir ettiklerini, Yahudilerin kendilerine Acemlerden de beter davrandıklarını, kendilerini son fertleri kalıncaya kadar nasıl öldürdüklerini birer birer anlattılar ve Heraklıyus'u Yahudilerden intikam almak için kışkırtmaya çalıştılar ve bunun güzel olacağını kendisi için şeref olacağını bildirdiler. Ancak ne var ki Herakliyus bu görüşe, onlara güvence verdiği ve kendilerine sözünde duracağına yemin ettiği gerekçesi ile karşı koydu. Bunun üzerine rahipleri, patrikleri ve keşişleri birlik olup Heraklıyus'un Yahudileri öldürmesinde bir sakınca olmayacağı yolunda fetva verdiler. Çünkü onlara göre Yahudiler, Heraklıyus'a hile yapmışlardı. Çünkü Heraklıyus Yahudilere, Hıristiyanların başından geçenleri, Yahudilerin Acemlerle birlik olup onlara yaptıklarını bilmeden güvence vermişti. Sonra Yahudiler öldürülür verilen güvence bozulursa bunun bedeli de vàrdı. Din adamları hep birden Heraklıyus'un yeminin bedeli olarak, bundan sonra kıyamete kadar her yıl onun adına belirli günlerde oruç tutacaklar ve Hıristiyanlara da tutturacaklardı.
Bunun üzerine Heraklıyus din adamlarının sözlerine görüşlerine uyarak Yahudilere çok korkunç bir savaş açtı. Bu savaşta tüm Yahudileri öldürüp yok etti. Öylesine korkunç bir katliam yaptı ki tüm Mısır'da ve Şam'da Bizans ülkesinin sınırları içinde kaçıp kurtulabilen ve gizlenen hariç, bir tek Yahudi kalmadı...
"Bu rivayetlerden, her iki topluluğun, Yahudi ve Hıristiyanların, düşmandan intikam alma fırsatı doğunca acımasızlığı ve sertliği nerelere vardırdıkları, insan kanına ne kadar susadıkları ve bu uğurda hiçbir sınır gözetmedikleri ortaya çıkmakta ve belli olmaktadır."
Sonra Hıristiyanlar kendi aralarında da ayrılıklara ve görüş farklılıklarına düştüler. Oysa kitapları bir, peygamberleri aynı idi. Önce inanç sistemi üzerinde ayrılıklara düştüler. Sonra parça parça bölündüler ve birbiri ile boğuşan, çarpışan gruplara ayrıldılar. Mesih (İsa)'nın kimliği hakkında, yapısının ilahi mi, yoksa bizler gibi insani mi olduğu, annesi Hz. Meryem'in kimliği ve sözde Allah'ı oluşturan teslisin unsurlarının neler olduğu hakkında görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Kur'an bu konuya iki ya da üç ayet içinde değinir:
"Allah, Meryem oğlu Mesih (İsa)'dır' diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır."
"Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır." (Maide 72-73)
"Hani Allah: `Ey Meryemoğlu İsa, sen mi Allah dışında beni ve annemi ilah edindin dedin?" dedi." (Maide 116)
Bu dini anlaşmazlıkların en şiddetli belirtileri Şam Hıristiyanları ve Bizans Devleti ile, Mısır Hıristiyanları arasında, daha doğru bir ifade ile, Melekaniyye (Katolikler) ile Monofistler arasında meydana geliyordu. Katoliklere göre Hz. Mesih (İsa) çift tabiatlı idi. Monofistler ise, sonu olmayan bir denize düşen bir sirke damlası gibi Hz. isa'nın insan yapısının içinde kaybolup eridiği tek bir ilahi yapısı olduğuna inanıyorlardı. iki zümre arasındaki bu anlaşmazlık altıncı ve yedinci yüzyıllarda şiddetlenmiş, sanki birbiri ile rekabet eden iki din arası çıkan savaşa, ya da Yahudilerle Hıristiyanların arasında çıkan anlaşmazlığa benzemiştir. Her grup diğerine sizin görüşünüz hiçbir sağlam temele dayanmıyor diyordu.
"İmparator Heraklıyus (610-641) 638 yılında İran'ı yendikten sonra devlette kavga halinde olan ve birbiri ile boğuşan mezhepleri bir araya getirmeye ve birleştirmeye çalıştı. Buna bir uzlaşı şekli bulmak istedi. Uzlaşı biçimi şöyle idi: Bundan böyle insanlar Hz. İsa'nın kimliği hakkında konuşmayacaklar, sıfatının bir mi yoksa iki mi olduğunu tartışmayacaklar, aksine, yüce Allah'ın bir tek iradesi olduğuna ve bir tek kazaya sahip bulunduğuna inanacaklardı. 631 yılının başlarında bu konuda bir uzlaşma meydana gelmiş ve Monoşili mezhebi devletin ve ona tabi olan Hıristiyan kiliselerinin resmi mezhebi olmuştu. Heraklıyus her türlü yola başvurarak, bu yeni mezhebin yerleşmesi için ona düşman olan diğer karşıt mezheplerle mücadele etmeye karar verdi. Ancak Kıptiler ona karşı koyarak, kendilerini bu bid'at ve tahriflerden korumaktan ve eski inançları uğruna ölmekten çekinmediler. İmparator bir kez daha mezhepleri birleştirmek ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak isteyerek, halkın, Allah'ın bir tek iradesinin olduğunu kabul edeceklerine inandı. Diğer probleme iradenin bizzat etki edip etmeyeceği konusuna gelince, bu konuda konuşmayı erteledi ve insanların bu konuda tartışmalarını yasakladı. Ve bu hususta bir de resmi bildiri yazdı ve bu bildiriyi doğu bölgesinin her yerine yaydı. Bu resmi bildiri Mısır'daki fırtınayı dindirememiş ve sonunda Mısır, Kayser'in elinde on yıl süre ile tüyler ürpertici işkence ve zulümlere sakine olmuştu. Bazılarına işkence yapıyor ve sonra da suda boğuyorlardı. Bazen meş'ale tutuşturuyorlar, ateşini mahkumun vücuduna dağlıyorlardı, her iki yandan yağları eriyip yere akıncaya kadar ateşi onun vücudundan ayırmıyorlardı. Hapisteki kişiyi kum dolu torbaya koyuyorlar ve denize atıyorlardı. Ve buna benzer daha nice iğrenç ve çirkin hareketler"
Kitap ehli arasındaki bunca ayrılık ve görüş ayrılığı "Kendilerine açık delil geldikten sonra" meydana gelmişti. Bu ayrılığın ve görüş farklılığının nedeni onların ilimden ve açıklamadan yoksun oluşları değildi aksine onları bu kavgaya çeken ihtirasları ve sapıklıkları idi.
Oysa din sözü itibarı ile gayet açık inanç sistemi yapısı açısından gayet basitti: "Oysa kendilerine dini yalnız Allah'a halis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri namaz kılmaları, zekat vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur."
İşte Allah'ın dininin kayıtsız ve şartsız temeli bunlardır: Bir olan Allah ibadet etmek, dini yalnız Allah'a özgü kılmak, şirkten ve müşriklerden kaçınmak, namazı kılmak, zekatı vermek: "İşte doğru din budur." İşte doğru din, vicdanlardaki katıksız inanç ve sırf Allah için ibadet etmektir.
İbadet vicdanlardaki imanın göstergesidir, Allah yolunda malını harcamak da zekatı oluşturur. Bu temelleri gerçekleştiren kişi, yüce Allah'ın kitap ehline emrettiği gibi, ve O'nun şu veya bu din dışı kayıtlamadan bütün dinlerindeki gibi imam gerçekleştirmiş olur. Bir tek din, bir `ek inanç sistemi vardır. Ard arda gelen kutsal mesajlar bunları getirmiş, peşi peşine gelen Peygamberler bu ilkeler üzerine gönderilmişlerdir. Bu dinin kapalı ve anlaşılmaz bir yanı yoktur. Bu dindeki inanç sistemi ayrılığa ve görüş farklıklarına düşmeye çağırmaz insanları... Bu dinin inanç sisteminin bu derece berraklığı, bu derece kolaylığı ve bu derece açıklığı nerede, onların girift düşünceleri ve sayısız mücadeleleri ve polemikleri nerede!
Daha önce onlara kendi dinlerinde Peygamberleri aracılığı ile deliller gelmişti. Bu kez de kendilerine, Allah'ın katından gelen, temiz sayfaları okuyan, kendilerine apaçık, basit, kolay bir inanç sistemi sunan canlı bir peygamber biçiminde gelmiştir. Artık yol apaçık ortaya çıkmıştır. iman edenlerle küfre dalanların akıbetleri gayet açık olarak belli olmuştur.
6- Kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, sürekli olarak cehennem ateşindedirler. Onlar halkın en şerlileridir.
7- İnanıp ve iyi işler yapanlar da halkın en Hayırlılarıdır.
8- Onların Rabbleri katındaki mükafatı içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu mükafat Rabbinden korkan kimseyedir.
Gerçek şu ki Hz. Muhammed en son Peygamber ve getirmiş olduğu islam dini de yüce Allah'ın insanlara en son mesajıdır. Yeryüzü her bozuluşunda insanları düzeltmek üzere birbiri ardı sıra Peygamberler gelirdi. Ortada yoldan ayrılanlar için fırsat üstüne fırsat, mühlet üstüne mühlet vardı. Nihayet yüce Allah, bu kapsamlı, mükemmel ve toplayıcı olan en son mesaj ile yeryüzüne göndermiş olduğu mesajlarını noktalamak istedi.
İnsanlığa verilen son fırsat şöyle belirlenmişti: İnsanlık ya iman edecek ve kurtulacak, ya da küfür bataklığına dalacak ve helak olacaktır. Yani küfür sonu olmayan kötülüğün simgesi, iman da sonsuz iyiliğin göstergesi oluyordu.
"Kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, sürekli olarak cehennem ateşindedirler. Onlar halkın en şerlileridir."
Bu hüküm, üzerinde tartışmaya ve münakaşaya yer olmayan kesin bir hükümdür. Onların bazı hareketleri ahlaki kuralları ve sistemleri ne kadar düzgün görünürse görünsün, bunlar bu son dine, bu son peygambere iman temeline dayanmadığı sürece biz bu hükmümüzden kuşkuya düşüp de Allah'ın değişmez ve düzgün sisteminden kopuk olan bu iyilik görüntülerine aldanmayız, o görüşe katılmayız.
"İnanıp ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır."
Bu da aynı şekilde tartışma ve münakaşa götürmez derecede kesin bir hükümdür. Fakat bunun şartı da aynı biçimde herhangi bir kapalılığa ve demogojiye yer olmayacak biçimde açıktır. Bu şart "iman"dır. Yoksa sırf islam olduğunu iddia eden, bir yeryüzü parçasında ya da Müslümanlardan olduğunu ileri süren bir evde dünyaya gelmiş olmak ya da avurdunu doldura doldura ben de Müslümanım diyerek sadece sözde kalan bir iddia değildir. Hayat sahnesinde izlerini gösteren ve insanı "İyi işler yapanlar" zümresine katan "iman"dır. Yoksa dudakların ötesine geçemeyen kuru bir iddia değildir. iyi işler, yüce Allah'ın yapılmasını emrettiği, ibadet, ahlak, çalışma ve davranışlardır. Bunların tümünün başında da yüce Allah'ın şeriatını yeryüzünde hakim kılmak ve insanlar arasında da Allah'ın koyduğu yasalara göre hüküm vermek gelir. Kim böyle olursa İşte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. "Onların Rabbleri katındaki mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir."
Onların mükafatı, ebedi kalmak için nimetleri ile hazırlanmış cennetlerdir. Bu nimetleri bu dünyada, ölüp yok olmaktan kurtaran güvence, yeryüzünün hoş nimetlerini insanın boğazına diken ve hayatı bulandıran endişeden kurtulmak, gönül huzuruna ermek, bizlere simgelemektedir. Sonra bu nimetleri içinden akan nehirlerin akması da canlandırmaktadır. Çünkü nehirlerin akışı bir serinlik, canlılık ve güzellik havası vermektedir.
Sonra ayetin akışı bu sürekli nimetin anlatımından bir basamak hatta sayısız basamak yukarı çıkarak şöyle devam ediyor:
"Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdır."
Allah'tan gelen bu hoşnutluk, her nimetten daha tatlı ve daha yücedir. Ve onların ruhlarındaki Rabblerinden şu hoşnutlukları, Rabblerinin kendileri için planlanmış olduğu şeylerden razı olmaları, O'nun kendilerine olan ihsanından memnun olmaları, Rabbleri ile aralarındaki bağdan hoşnut olmaları, ruhu sükunete kavuşturan, derin ve katıksız bir sevinç ve iç huzuru bahşeden bu hoşnutluk her nimetten daha yüce ve daha tatlıdır.
Bu ifade çağrışımlarını bizzat kendisi vermektedir. "Allah onlardan razıdır onlar da Allah'tan razıdır." Başka hiçbir ifade biçimi bu ifadenin verdiği çağrışımı veremez.
"Bu mükafat Rabbinden korkan kimseyedir."
Bu ifade son pekiştirmedir. Bütün bu nimetlere ermenin, insan kalbinin Allah'a bağlı kalmasına, bu bağın çeşidine, Allah'tan huşu duymaya bağlı olduğunu ifade eden bir pekiştirmedir. Bu huşu her türlü iyiliğe yönelten ve her çeşit sapıklıktan kaçındıran bir korku duygusu olmalıdır. Her engeli ortadan kaldıran, her perdeyi yırtan, insan kalbini bir ve kahhar olan (her şeye istediğini yapacak biçimde üstün ve hakim olan) Allah'ın huzurunda çırılçıplak durduran, ibadeti ve ameli gösterişin ve şirkin her çeşit kirinden arındıran bir duygu olmalıdır. Rabbinden, gerçekten korkan kimsenin kalbinden O'nun yaratıklarından
Allah'tan başka hiçbir kimseye ait çağrışım geçmez. Çünkü o, insan, kulun başkasını gözeterek yapmış olduğu her ameli, yüce Allah'ın reddedeceğini, kabul etmeyeceğini ve kendisinin ortaklara asla ihtiyacı olmadığını bilir. Ve yine bilir ki, ameller sadece O'nun hoşnutluğu için yapılır yoksa O, böyle olmayan amelleri kabul etmez ve reddeder.
İşte bu dört büyük gerçek, bu kısacık surenin ortaya koyduğu, ve özellikle bu kısa surelerde ortaya çıkan Kur'an üslubunun sunduğu gerçeklerdir...
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
mucahid dizayn: info@mucahid.net