83-Mutaffifin
1- Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline.
2- Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman eksiksiz Alırlar.
3- Kendileri onlara birşey ölçtükleri veya tarttıkları zaman (ölçü ve tartıyı) eksik verirler.
4- Onlar, tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı?
5- Büyük bir gün
6- İnsanların alemlerin Rabbinin huzurunda durdukları gün.
Sure yüce Allah'ın ölçüde ve tartıda hainlik yapanlara karşı savaş ilan etmesi ile başlıyor: "Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline." Ayet-i kerime de geçen veyl kavramı yıkım, helak demektir. Bu amacın olmuş bitmiş bir olayın dile getirilmesi veya bir beddua olması arasında fark yoktur. Her iki halde de durum Aynıdır. Çünkü Allah'ın istemesi, duası kesin hüküm demektir. Ardından gelen iki ayet mutaffifin kavramının anlamın. açıklamaktadır. Bunlar "İnsanlardan birşey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. kendileri onlara birşey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar." Yani kendileri Alıcı oldukları zaman alacakları şeyi tam Alırlar. Satıcı olduklarında ise mallarını insanlara eksik verirler.
Ardından gelen üçüncü ayet mutaffifin diye hitab edilen bu insanların yaptıkları işe Hayret etmektedir. Çünkü bunlar, dünya hayatında kazandıklarından hiç hesaba çekilmeyeceklermiş gibi davranıyorlar. Allah'ın huzurunda sanki hiç kimse toplanmayacak orada alemlerin önünde hesaba çekilme ve ona göre karşılık alma gerçekleşmeyecekmiş gibi hareket etmektedirler. "Onlar tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? Büyük bir gün. İnsanların alemlerin Rabbinin huzurunda durdukları gün."
Mekke'de inen bir surede mutaffifin denilen bu kesimin tutumuna değinilmesi dikkat çekmektedir. Çünkü Mekki sureler genel olarak inancın köklü temellerine yönelmekte ve Allah'ın birliğini, iradesinin özgürlüğünü, evrene ve insana hakimiyetini vahiy ve peygamberlik gerçeğini, ahiret, hesaba çekilme ve yaptıklarının karşılığını görme gerçeğini yerleştirmeye çalışırlar. Bunun yanında genel ve ana hatları ile ahlak duygusunun oluşturulması ve bu duygunun inanç sisteminin ilkelerine bağlanmasına özen gösterirler. Ölçüde ve tartıda hainlik yapma gibi somut ahlaki sorunlara ve -genel anlamıyla- sosyal ilişkilerin belirlenmesine değinmek ise Medine'de inen ayetler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu ilkeler Medine'de islam devletinin gölgesinde hayatın tümünü kuşatan islam sistemine uygun biçimde, sosyal hayatın düzenlenmesi sırasında ortaya konulmuştur.
Bu nedenle bu olayın, mekki surede doğrudan ele Alınışı haklı olarak dikkatleri çekmektedir. Bu istisnai olay, kısacık ayetlerin ardında gizli olan, değişik birkaç olguya da işaret etmektedir.
Bu herşeyden önce gösteriyor ki islam Mekke ortamında hemen hemen bir tekelleşmeyi andıracak denli büyük bir ticaret ağını yönlendiren seçkin insanların işlediği bu hainliği apaçık bir şekilde ortaya koymuş ve onun karşısında yer almıştı. Bu sosyetik tüccarların ellerinde büyük servetler ve yığınlarca mal dolaşıyordu. Yemen'e ve Şam'a yapılan kış ve yaz yolculuklarında kervanlar ile ticaret yapıyor ve büyük kazanç elde ediyorlardı. Hac mevsiminde açılan Ukaz panayırı gibi. Mevsimlik panayırlarda işletiyorlardı. Bu panayırlarda büyük ticaretlerin yanında şiir yarışmaları da yapılıyordu.
Buradaki Kur'an ayetlerinin kastettiği insanlar yüce Allah'ın yıkımla tehdit ettiği ve kendilerine bu savaşı ilan ettiği hainler, düzenbazlar, nüfuz sahibi olan ve insanları diledikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olan toplumun seçkin tabakasının mensupları idi. Bunlar insanlardan herhangi birşey satın Alırken tam ve eksiksiz alıyorlar. Sanki herhangi bir sebeple insanlar üzerinde bir otoriteleri varmış gibi. İstedikleri her şeyi zorla alıyorlardı, ölçüyü ve tartıyı tam tutuyorlardı. Tabi ki burada üzerinde durulan onların kendi haklarını tam almaları değildir. Çünkü burda kendilerine harb açılmayı gerektiren bir sebep yoktur. Burada anlatılmak istenen, onların zorla haklarından fazlasını aldıkları ve kuvvet kullanarak istediklerini ele geçirdikleri dile getiriliyor. İnsanlara bir şeyi ölçerken veya tartarken haklarını eksik vermeksizin güçlerini kullanıyorlardı. Halbuki insanlar onlara karşı haklarım alma ve adaletin ölçülerinden yararlanma imkanına sahip değillerdir. Bu adaletsizlik ve dengesizliğin liderlik otoritesi ve kabile ününden kaynaklanması ile servetin gücünden kaynaklanması arasında fark yoktur. Çünkü her iki halde de insanlar bu mallara muhtaç olmaları sebebiyle, onların tekeller kurarak oluşturdukları zulme boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Bu uygulama bugüne kadar kaldırılabilmiş değildir. Demek ki o ortamda çok açık bir hainlik ve düzenbazlık vardı ki bu erken uyarının yapılmasını zorunlu kıldı.
Mekke ortamındaki bu erken uyarı islam dininin karakterini, sistemini ve yaşanan hayat ile sosyal olayları düzenleyen karakterini de ortaya koymaktadır. ilahi olan bu sistemin yapısında sosyal ilişkiler ve hayatın realiteleri köklü, engin ahlaki temeller üzerinde kurulur. Bu nedenle islam sosyal hayatın dizginini ele geçirerek kendi görüşüne uygun bir sistemi yerleştirmeye başlamadan önce bile bu apaçık zulme ve ilişkilerdeki bu ahlaki sapıklığa karşı rahatsızlığını açıkça ortaya koymuştur. Hain ve düzenbaz olan bu gruba karşı ciddi yankılar uyandıran savaş ve tehdit çağrısını yapmıştır. Bunlar o gün Mekke'nin efendileri idi. Otorite sahipleri idi. Putperest inanç sistemi yolu ile insanların ruhları ve duyguları üzerinde hakimiyet kurdukları gibi onların ekonomik ve ticari hayatları üzerinde de bir hegemonya kurmuşlardı. İslam aldatmaya karşı ve insanların hayatına egemen kılman çirkin uygulamalara karşı sesini yükseltti. Malın ve rızkın tüccarlığını yapan faizci ve tekelci büyükler tarafından sömürülen halk kitlelerinin yanında yer aldı. Bütün bu imkanları ile birlikte halkları Aynı zamanda sözde dini kuruntularla kendilerine boyun eğdirmeye çalışanların karşısında yer aldı. islam kendi özünden ve ilahi olan sisteminden kaynaklanan bu haykırışı ile sömürülen kitleler için bir uyarıcı oldu. Onlar için hiçbir zaman uyuşturan bir afyon olmadı. Mekke'de her türlü malı, mevkiyi ve sözde dini otoriteyi ellerine geçirerek topluma egemen olan bu zorba ve azgın insanların baskısı ve kuşatması altında iken dahi bu karakteri değişmedi.
İşte buradan, Kureyş seçkinlerinin islam çağrısı karşısında neden bu kadar inatçı ve katı bir şekilde durduklarının gerçek sebeplerinden bir kısmını anlıyoruz. Onlar hiç şüphesiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- çağırdığı bu yeni dinin, gönüllerde gizli kalan yalın bir inançtan ibaret olmadığını çok iyi kavrıyorlardı. Onlar anlıyorlardı ki, Hz. Muhammed "Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir, peygamberidir" şeklinde ifade edilen kelime-i tevhid ile putsuz ve heykelsiz bir biçimde Allah'a namaz kılmakla yetinmeyecekti. Asla. iş bununla bitmiyordu. Onlar bu inanç sisteminin cahiliyenin tüm ilkelerini ezip geçen bir sistem olduğunu anlıyorlardı. Çünkü kendilerinin bütün çıkarları bütün makamları bütün sistemleri bu cahiliyeye dayanıyordu. Onlar islamın öngördüğü sistemin karakteri gereği çifte standardı kabul etmediğini, gökyüzü menşeli ilkelerinden kaynaklanmayan dünya ilkeleri ile uyuşmadığını ve cahiliyenin üzerinde kurulduğu tüm değersiz yeryüzü ilkelerini tehdit ettiğini fark ediyorlardı. İşte bu nedenle ona karşı amansız bir saldırıya ve savaşlara girişmişlerdi. Ne hicretten önce ne de sonra O'na karşı takındıkları tavırlardan vazgeçmiyorlardı. Onlar bu savaşla sırf inançlarını ve düşüncelerini savunmuyorlardı. İslam sisteminin karşısında bütünü ile kendi sistemlerini savunuyorlardı.
İslami sistemin hayata egemen kılınmasına karşı savaşan herkes hangi kuşakta ve hangi toprak üzerinde olursa olsun bu gerçeğin farkındadır. Hem de çok açık bir biçimde... Onlar çürük sistemlerini, gasb ilkesine dayanan çıkarlarını ve güçsüz yapılarını... Sapık olan yaşayışlarını çok iyi bilirler. İşte değerli ve köklü islam sisteminin tehdit ettiği, haksız temellere dayanan bu yapılardı!
Hangi şekilde ve nasıl olursa olsun mal konusunda veya diğer hak ve görevlerde hainlik yapanlar -herkesten daha çok sadece bu hainler- İşte bu hainler herkesten daha çok bu tertemiz adil düzenin hakim kılınmasından korkmaktadırlar! Çünkü bu düzen yağcılığı, düzenbazlığı ve uzlaşmayı kabul etmez! Çünkü bu düzen yağcılığı, düzenbazlığı ve uzlaşmayı kabul etmez! Evs ve Hazreç kabilelerinin seçkin temsilcileri hicretten önce gerçekleşen ikinci akabe beyatında Hz. Peygamberle biatlaşırken bu gerçeği anlamışlardı. ibni İshak der ki: Asım ibni Ömer ibni Katade bana şu haberi aktardı: Bunlar Hz. Peygamber ile ahitleşmek için toplandıklarında beni Salim ibni Avfın kardeşi olan Abbas ibni Ubade İbni Nadle Ensari şöyle dedi: Ey Hazrecliler! Bu adanıla neyin üzerinde beyatlaştığımızı biliyor musunuz? Evet dediler. Abbas siz insanların siyah derilisine kızıl derilisine karşı savaşmak üzere onunla beyatlaşıyoruz. Eğer siz mallarınızın ellerinizden çıktığını ve büyüklerinizin öldürülmeye başlandığını gördüğünüzde onu düşmanlarına teslim edecekseniz, şimdiden teslim edin! Allah'a yemin ederim ki böyle birşey yapmanız hem dünya hem de ahirette hüsrana uğramanızdır. Yok eğer siz mallarınızın yitirilmesi ve büyüklerinizin öldürülmelerine rağmen onun sizi kendisine çağırdığı ilkelere bağlı kalacaksınız o zaman böyle bir yükümlülük altına girin. Allah'a yemin ederim ki bu hem dünyanın hem de ahiretin en hayırlı işidir. Onlar dediler ki; biz mallarımızı yitirsek de büyüklerimizi öldürüldüğünü görsek te O'na bağlı kalacağız ve Hz. Peygamber'e "Eğer biz sözümüzde durursak bize ne vardır ey Allah'ın elçisi?" diye sordular. Peygamber "Cennet" buyurdu. Onlar elini uzat dediler. Peygamberde elini uzattı ve onlar kendisine biat ettiler.
Bunlarda, daha önce Kureyş'in ileri gelenlerinin bu dinin karakterini anladıkları gibi onun yapısını anlamışlardı. Bu dinin adalet ve insaf noktasında keskin bir kılıç gibi olduğunu ve insanların hayatını bu ilke üzerine kurduğunu anlamışlardı. Bu nedenle İslam hiçbir zorbanın azgınlığını, hiçbir asinin isyanım ve hiçbir büyüklük taslayanın böbürlenmesini kabul etmez. insanların birbirlerini aldatmalarını, birbirlerini horlamalarını, aşağılamalarını ve sömürmelerini kabul edemez. İşte bu nedenle her azgın, isyankâr, büyüklük taslayan ve sömürücü olan ona karşı savaş açıyor, O'nun mesajına ve davetçilerine karşı fırsat kolluyor. "Onlar tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? Büyük bir gün. İnsanların Rabbinin huzurunda durdukları gün: '
Onların işlerine akıl erdirmek gerçekten güçtür. O büyük diriliş gününü, insanların yalnız olarak alemlerin Rabbinin huzuruna çıkacağı günü, akıldan geçirmek bile dehşet verici bir olaydır. O gün insanların Allah'tan başka dostları yoktur. Herkesin tek umudu Allah'ın kendileri hakkında iyi hüküm vermesidir. Çünkü herkes orada ondan başka dostu ve yardımcısı olmadığını bilmektedir. İnsanların sırf o günde dirileceklerini zannetmeleri bile onları hainlik yapmaktan, haksız yollarla insanların mallarını yemekten, güç ve otoriteyi insanlara zulmetme ve sosyal ilişkilerde onların hakkını gasbetme aracı olarak kullanmaktan alıkoymaya yeter. Fakat onlar dirileceklerine inanmadıkları gibi hainlik ve hileye dalıp gidiyorlar! Bu Hayret edilecek bir iştir.
Bu grup, birinci bölümde hainler düzenbazlar diye adlandırılmıştı. İkinci bölümde ise bunlara kötüler adı verilmektedir. Onlar kötülerin topluluğuna dahil etmektedir. Allah katındaki değerlerinden, hayattaki hallerinden ve hesaplaşmak için gerçekleşecek olan diriliş gününde onları bekleyen akıbetten bahsetmektedir.
7- Hayır. Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanların yazısı muhakkak siccindedir.
8- Siccin'in ne olduğunu bilir misin sen?.
9- O, mühürlenmiş bir kitabdır.
10- Vay haline o gün yalanlayanların.
11- Kıyamet gününü yalanlamış olanların.
12- Oysa onu azgın. günahkardan başkası yalanlamaz.
13- Ayetlerimiz kendisine okunduğu zaman ' eskilerin masalları' der.
14- Hayır, aksine kazandıkları, kalplerini karatmıştı.
15-Hayır. şüphesiz onlar o gün, Rabblerinden mahrum kalacaklardır.
16- Sonra onlar, şüphesiz cehenneme sürükleneceklerdir.
Onlar büyük bir gün için dirileceklerini sanmıyorlar. Kur'an onların bu anlayışlarını yadırgıyor, onları azarlıyor ve tüm yaptıklarını içinde toplayan bir kitapları olduğunu pekiştiriyor. Daha da pekiştirmek için yerini de belirliyor. Kendileri için numaralanan kitaplarının kendilerine sorulacağı gündeki yıkım ve helak la tehdit ediyor.
"Hayır. Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanların yazısı muhakkak siccindedir. Siccinin ne olduğunu bilir misin sen? O mühürlenmiş bir kitaptır. O günü yalanlayanların vay haline."
Ayet-i kerimede geçen "Fuccar" kavramı isyan ve günahkarlıkta haddi aşanlardır. Zaten kelimenin kendisi de bu anlamı çağrıştırmaktadır. Kitapları ise amel defterleridir. Bu defterin nasıl olduğunu bilemiyoruz. Zaten bilmek zorunda da değiliz. Bu gayb konularından biridir. Bu konuda gaybın sahibinin bize bildirdiklerinin dışında herhangi bir bilgimiz yoktur. Bu da kötülerin yaptıklarını kaybeden sicil defterleri vardır. Kur an bunların siccinde olduğunu söylüyor. Ardın-dan Kur'an ifadesinde Alışılmış bir ürpertme sorusu geliyor. "Siccinin ne olduğunu bilir misin sen?" Böylece dehşetin gölgeleri etrafa yayılmış ve bu meselenin muhatabın anlayış kapasitesinin üstünde olduğu ve bilgisinin onu kuşatamayacağı kadar geniş kapsamlı olmadığını hissettirmektedir. "Hayır. Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanların yazısı muhakkak siccindedir." sözü onun yerini belirlemiş olmaktadır. Bu yer istediği kadar insanların bilmediği bir yer olsun farketmez. Bu sınırlama sözkonusu kitabın varlığını telkin etme açısından muhatabın inancını pekiştirmektedir. İşte bu gerçeğe sadece bu kadar değinilip artık bilgi verilmemesi ile hedeflenen mesaja ulaşılmıştır.
Sonra ardından kötülerin oradaki kitabını tekrar nitelemeye dönerek diyor ki: "O mühürlenmiş bir kitaptır, damgalanmıştır." Yani tamamlanmıştır. Artık ne ona birşey ilave edilebilir, ne de içinden birşey çıkarılabilir. Ta o dehşet verici günde getirilip teslim edilene kadar.
Durum bu olunca "Vay haline o günü yalanlayanların." gerçeği de kesinleşiyor.
Yalanlamanın konusu ve yalanlayanların gerçek yapıları da belirleniyor.
"Kıyamet gününü yalanlamış olanların. Oysa onu azgın, günahkardan başkası yalanlamaz."
Demek ki onları sözkonusu günü inkara götüren azgınlık ve günahkarlıktır. Bu yüzden onlar, Kur an-ı Kerim'e karşı saygısızlık yapmakta ve ayetler kendilerine okunduğunda "eskilerin masallarıdır" demektedir. Gerekçe olarak ta Kur'an-ı kerimin öğüt ve ibret için aktardığı öncekilerin kıssalarının ve Allah'ın değişmeyen yasasının tüm insanlara sürekli olarak hükmeden ve asla şaşmayan yasayı açıklamasını göstermektedirler.
Bu inkarın ve aldırışsızlığın hemen ardından bir azar ve paylama yer almak-tadır: "Hayır!" Dediğiniz gibi değil. Ardından bu dil uzatmanın ve yalanlamanın, apaçık gerçekten habersiz oluşu ve inkar edenlerin kalplerindeki kararmanın sebebini açıklıyor. "Hayır, aksine kazandıkları kalplerini karartmıştır."
İsyankarlıkta direnen kalb kararır ve körelir. Üzerini kalın bir perde örter. Aydınlığın oraya girmesine engel olur. Onu aydınlıktan mahrum eder. Yavaş yavaş duyarlılığını kaybettirir. Zayıflamasına ve ölümüne yol açar.
İbni Cerir, Tirmizi, Nesei ve İbni Mace değişik kanallarla Muhammed İbni Allan'dan, Ka'ka' İbni Hakim'den, Ebu Salih'ten Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Kul bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir leke oluşur. Eğer tövbe ederse kalbi temizlenir. Devam ederse kara leke büyür." Tirmizi bu hadis için hasendir, sahihtir demiştir. Nesei'nin ifadesi ise şöyle: İnsan bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer insan dönüş yapar, bağışlanma diler, tövbe ederse kalbi temizlenir. Tekrar günah işlerse leke büyümeye başlar. Kalbinin tamamını kuşatır. Kur'an-ı kerim'in "Hayır! Aksine kazandıkları kalplerini karartmıştır." ayetinde geçen karartma budur İşte.
Hasan Basri diyor ki: Bu üst üste günah işleyip kalbin körelmesine ve ölmesine kadar bu hareketi sürdürmek demektir.
İşte kötü inkarcıların durumları budur. Kötülüğün ve yalanlamanın sebebi de budur. Ardından o dehşet verici gündeki akıbetlerinden bir parça söz edilmektedir. Bu da kötülüğün ve yalanlamanın sebebi ile uyum içindedir.
"Hayır! Şüphesiz onlar o gün Rabblerinden mahrum kalacaklardır. Sonra onlar, şüphesiz cehenneme sürüklenecektir. Sonra da onlara `yalanlayıp durduğunuz İşte budur.' denecektir."
İsyanları ve günahları kalplerini perdelemiştir. Dünyada Rabblerini hissetmekten perdelemiş ve hayatta kararıp körelinceye kadar üzerlerine çökmüştür. Dolayısıyla onların en uygun cezaları ve doğal sonları Allah'ın yüce yüzüne bakmaktan mahrum olmalarıdır. Onlar ile bu büyük mutluluğun arasına perde gerilmesidir. Zira bu büyük saadete ancak ruhları şeffaflaşmış, incelmiş, arınmış ve kendileri ile Rabbleri arasındaki perdelerin açılmasını hak etmiş erdemli kişiler ulaşabilir. Bunlar hakkında Rabbimiz Kıyamet suresinde buyuruyor ki:
"O gün birtakım yüzler apaydınlıktır. Rabblerine bakmaktadırlar."
Onların Rabblerinden mahrum bırakılmaları tüm azabların üstünde bir azaptır. Tüm mahrumiyetlerin ötesinde bir mahrumiyettir. İnsan için gerçekten çok kötü bir sondur. Çünkü insan tüm özelliğini tek kaynaktan Alır. Bu da onun yüce Rabbinin ruhu ile irtibata geçmesi O'na bağlanmasıdır. İnsan bu kaynaktan koptuğu zaman onurlu bir insanın özelliklerini yitirir. Cehenneme girmeyi hak eden bir konuma düşer. "Sonra onlar şüphesiz cehenneme sürüleceklerdir." Bu cehennemle birlikte cehennemden daha acı bir azar da yer almaktadır: "Sonra da onlara yalanlayıp durduğunuz İşte budur." denecektir.
Ardından diğer tarafa geçilmektedir. İyilerin tarafına, Kur'an genellikle bu iki sayfayı karşılıklı olarak yerleştirir. iki gerçek, iki durum ve iki son böylece karşılaştırılır. Kur"an genellikle bu metodu kullanır.
17- Sonra da onlara: "İşte bu, yalanlayıp durduğunuz şeydir" denilecek.
18- Fakat iyilerin yazısı illiyyindedir.
19- İlliyyinin ne olduğunu bilir misin sen.
20- Mühürlenmiş bir kitaptır o.
21- Yakınlaştırılmış olanlar onu görürler.
22- İyiler şüphesiz cennette nimetler içindedirler.
23- Tahtlar üzerinde kurulup etrafı seyrederler.
24- Yüzlerinde cennetin aydınlığını görürsün.
25- Onlara mühür!ü saf bir içecekten içirilir.
26- Sonu misktir, onun. işte yarışanlar bunda yarışsınlar.
27- Karışımı tesnimdendir.
28-Yakınlaştırılmış olanların kendisinden içtiği kaynaktan.
Bu bölümün başındaki kella edatı ondan önceki "Sonra da onlara `yalanlayıp durduğunuz İşte budur' denecektir" ayetinde sözü edilen yalanlamanın karşılığıdır. Bu iddiayı red etmektedir. Bu ayetten hemen sonra kella: hayır denilmektedir. Ardından kesin ve vurgulu bir ifade ile iyilerden söz edilmektedir.
Kötülerin kitabı siccinde, iyilerin kitabı da yücelerdedir. iyiler Allah'a itaat eden ve her iyiliği işleyen kimselerdir. Bunlar her tür sınırı ve haddi aşan isyankar kötülerin karşı kutubunu oluştururlar.
İlliyyin kavramı, yüceliği ve üstünlüğü ifade etmektedir. Buradan hareketle siccin kavramının da düşüşü ve alçaklığı ifade ettiği çıkarılabilir. Ardından bilinen korkutma ve bilmezliği ifade eden soru yer almaktadır. "İlliyyinin ne olduğunu bilir misin sen?" Bu bilgi ve kavrayışın ötesinde bir şeydir. Bu etkileyici havadan hemen iyilerin kitabının gerçek mahiyetini ortaya koymaya geçiyor. "O mühürlenmiş bir kitaptır. Yakınlaştırılmış olanlar onu görürler." Ayet-i kerimede geçen ` merkum" kavramının anlamını daha önce belirtmiştik. Şimdi buna şunu da ilave edebiliriz. Yakınlaştırılmış olan melekler bu kitabı görüyor ve gözetiyorlar. Bu gerçeğin burada dile getirilmesi iyilerin kitabı üzerine yüce, tertemiz mutlu bir gölge düşürmektedir. Yani o yakınlaştırılmış meleklerin gözetlediği bir yerdedir. içinde bulunan güzel işler ve sıfatlar bu melekleri sevindirmektedir. Bu ise gerçekten güzel ve parlak bir atmosferdir. Onurlandırma amacı ile söz konusu edilmektedir.
Ardından bu iyilerin, bu değerli kitabın sahibi olanların halleri anlatılmaktadır. Bu büyük günde onların içinde bulundukları nimetler dile getirilmektedir. "İyiler cennet içindedirler." Bu kötülerin varacakları cehennemi karşılamaktadır. Onlar tahtları üzerinde kurulup etrafı seyrederler. Yani onlar onurlandırılma konumundadırlar. Diledikleri gibi bakıp seyrederler. Aşağılanma nedeniyle gözlerini kapatmazlar. Sıkıntıdan bakamayacak durumda değillerdir. Onlar tahtlar üzerindedirler. Bu taht perdelerle örtülmüş yüksek sedirlerdir. Bunun bizdeki en yakın örneği bizde namusiye veya kelle diye adlandırılır. Bunun dünyadaki şekli kaba ve basit bir hayat yaşayan Arapların katında nimetlerin en üstünü ve en değerlisi sayılır. Ahiretteki şekillerini ise sadece Allah bilir. Herhalde bu insanın yeryüzündeki tüm deneyimlerini ve düşündüklerini aşacak biçimdedir.
Onlar bu nimetler içinde hem ruhları, hem de bedenleri ile yaşamaktadırlar. Bunun sevinci onların yüzlerinde ve tüm hareketlerinde gözlenmektedir. Her bakan onların bu hallerini görmektedir. "Yüzlerinde nimetin sevincini görürsün: ' "Onlara mühürlü saf bir içecekten içirilir. Sonu misktir onun.
Ayet-i kerimede geçen "Rahik" kavramı tertemiz, arı, duru içecektir. Bulanıklığı ve kirli bir yanı yoktur. Bu içeceğin mühürlenmiş ve mührünün misk diye nitelendirilmesi onun kapları içinde bulunduğunu ve bu kaplarında kitli ve mühürlü olduğunu, içileceği zaman açılacağı ifade etmiş olabilir. Bu da onun korunduğunu ve onlara özen gösterildiğini ifade ediyor. Damgasının misk olması da onun güzelliğini ve zerafetini artırmaktadır. insanlar bu tabloyu ancak yeryüzünde görebildikleri şeyler çerçevesinde anlayabilirler. Ötesine geçemezler. insanlar oraya vardıklarında oranın kendisine özgü zevkleri, kavramları ve değerleri olduğunu ancak anlayabileceklerdir. Onlar yeryüzünün sınırlı duygularından kurtuldukları zaman özgürce düşünebileceklerdir.
Ardından gelen iki ayette bu içeceğin vasfını özelliklerini dile getirmektedir. "Karışımı tesnimdendir. Yaklaştırılanların kendisinden içtiği kaynaktan:' Yani mühürlenmiş olan bu rahikin damgası sökülmekte ve tesnim denilen yakınlaştırılmış bulunan meleklerin kendisinden içtiği pınardan Alınan içecekle karıştırılmaktadır. İşte bu içeceğin tüm vasıfları verilmeden önce şu nokta vurgulanmakta ve şu direktif verilmektedir. "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar." Bu ger-çekten derin etkisi olan ve gayet açık anlamı olan bir vurgudur.
İnsanların mallarını haksız yere ellerine geçirip yiyen, ahiret gününün hesabını düşünmeyen, hesap ve ceza gününü yalanlayan ve kalpleri günah ve isyanla bürünerek kararmış olan, ölçü ve tartı hainleri. İşte bu kimseler, mal konusunda veya dünyanın değersiz nimetleri konusunda yarışırlar. Herkes bir an önce onlara ulaşmak ister. Onun en büyük payını almak için uğraşır. Bu nedenle geçici dünya nimetlerinin birini elde etmek uğruna zulmeden, kötülük yapar, günahlar ve büyük cinayetler işler.
Halbuki böyle basit ve değersiz mallar uğruna mücadele etmeye çekişmeye ve yarışmaya değmez bile. Asıl yarış İşte bu nimeti, İşte bu ikramı elde etmek için yapılmalıdır. "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar." Uğrunda yarışılmaya değecek olan kazanç budur. En önce ulaşmayı hak eden değerli hedef ve üstün tutulmayı hak eden amaç budur.
Ne kadar büyük, yüksek ve üstün olursa olsun, dünyanın malı ve eşyası uğrunda yarışanlar ise değersiz, basit, geçici ve kısa vadeli şeyler için yarışmaktadırlar. Dünya Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımaz. Ahiret ise onun terazisinde ağırdır. Öyleyse bu, uğrunda yarışma ve mücadele yapmaya değecek bir gerçektir.
Hayret verici ve ilginçtir ki ahiret konusunda yarışmaya katılanların tümünü ruhi yönden yüceltir. Bunun yanında dünya konusunda yarışma ise onların tümünü, ruhi yönden alçaltır. Ahiretin nimetleri için çalışıp çaba sarf etmek insanların tümü için yeryüzünü ıslah eder, onarır ve arındırır. Dünyaya tamah etme ve onun için mücadele ise yeryüzünü, içinde kurtçukların birbirini yediği bir çirkefe ve bataklığa dönüştürür. Veya böceklerin ve zehirli hayvanların tertemiz, masum insanların derilerini kemirip parçaladığı bir ortama dönüştürür.
Ahiret nimetleri konusunda yarışma bazı saptırıcı kimselerin düşündükleri gibi yeryüzünü harap olmuş bir ülkeye dönüştürmez. islam dünyayı ahiretin tarlası kılmıştır. Yeryüzünü imar edilmesi konusunda insanın halifelik görevini yerine getirmesini iyilik, güzellik ve takva ile bütünleşmesini gerçek müminin başlıca görevleri arasında sayar. insan bu halifeliği Allah'a yönelmek, bundan kendine bir ibadet mükafatı çıkarmak ve böylece varlığının amacını gerçekleştirmek durumundadır. Nitekim yüce Allah buyuruyor ki: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım: ' (Zariyat Suresi, 56)
"İşte yarışanlar bunda yarışsınlar" sözünün önemli bir direktifi bulunmaktadır. Yeryüzünde yaşayanların gözlerini ve kalplerini küçük ve değersiz kara parçasının ötesine yöneltmektedir. Onlar yeryüzünde dünyayı imarla ve orada halifelik görevini yerine getirmekle uğraşırken ayrıca daha yüce ve daha değerli ufuklara doğru yönlendirilmektedirler. Bir taraftan çirkefi temizleme ve arındırma ile görevlendirilirken, öbür taraftan alışageldikleri bu çirkef ortamından daha yüce ufuklara yöneltmektedir.
İnsanın bu dünyadaki ömrü sınırlıdır. Ahiret hayatındaki ömrünün sonunu ise Allah'tan başka kimse bilemez. Bu yeryüzündeki nimetlerin tümü ise özü itibarıyla sınırlıdır. Cennet nimetleri ise sınırsızdır. insan düşüncesi onu kavrayamaz. Bu dünyadaki nimetlerin düzeyi bilinmektedir. Ahiretteki nimetler ise sonsuzluğa yakışacak düzeydedir. Bu geçicilik nerede, o sonsuzluk nerede? Bu gaye nerede, o gaye nerede! insanların Alışageldikleri kriterlere vurularak kâr ve zarar hesabı yapıldığında bile bu iki dünya arasındaki korkunç fark rahatlıkla görülebilmektedir. Öyle ise yarış orası için olmalıdır. "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar."
İyileri bekleyen nimetlerin tasvirine genişçe yer verilmesi, yeryüzünde kendilerine eziyet eden, alaya alan ve büyüklük taslayan kötülerin durumunun ayrıntılı biçimde anlatılmasına zemin hazırlamıştır. Kötülerin bu kötü eylemleri de uzunca sergilenmişti ki onlar iyilerin mazhar oldukları nimetleri seyrederken Kafirlerle alay edilmesi ile noktalansın.
29- Suçlular, şüphesiz inanmış olanlara gülerlerdi.
30- Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı.
31- Ailelerinin yanına döndükleri zaman da eğlenmeye başlarlardı.
32- İnananları gördüklerinde "Bunlar sapıklardır" derlerdi.
33- Oysa kendileri, onların üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi.
34- İşte bugünde inananlar kafirlere gülerler.
35- Tahtlar üzerinde kurulup bakarlar;
36- "Kafirler, yaptıklarının cezasını gördüler mi?" diye.
Kur'an-ı Kerim'in suçluların müminlerle alay edişlerini, bunlara karşı terbiyesizlik yapmalarını, büyüklük taslamalarını ve müminleri sapıklar diye lanse etmelerini ortaya koymak için sergilediği sahneler, Mekke toplumunda bizatihi yaşanmış sosyal gerçeklikten bir kesittir. Fakat bu sahneler tüm nesillerde gözlenebilmekte ve çeşitli yerlerde gün yüzüne çıkabilmektedir. Bugün çağdaş olan pek çok insanı zihnimizde canlandırdığımızda bu ayetlerin sanki onların hallerini tasvir edip canlandırdığını görmekteyiz. Bu da kötü ve suçlu insanların iyi insanlara karşı tutumlarının tüm toplumlarda ve tüm asırlarda aynı olduğunu, karakterlerinin değişmediğini göstermektedir.
"Suçlular iman edenlere gülerlerdi."
Onlar böyleydiler... Geçici ve değersiz dünya herşeyiyle dürülmüştür artık. Bir de bakmışsınız ki onunla muhatab olan insanlar ahirettedir. iman eden iyi insanların nimetlerini görmektedirler. Ve onlara dünyada yaptıkları burada hatırlatılmaktadır.
İnkarcılar iman edenlerle, alay edip onlara gülüyorlardı, onlarla eğleniyorlardı. Ya fakir oldukları sebebiyle perişan bir halde yaşadıkları için ya zayıf olduklarından uygulanan işkencelere karşılık veremedikleri için ya da ekonomik ve sosyal statüsü düşük insanlarla muhatab olmaktan kaçındıkları için. İşte bütün bunlar suçluların eğlenme dürtüsünü harekete geçiriyordu. Onlar müminleri alay konusu ediyorlardı. çirkin duygularını tatmin etme aracı kılıyorlardı. Onlara işkence ve eziyet ediyorlardı. Ardından kalkıp alçak ve çirkin bir şekilde alay konusu ediyor, gülüp eğleniyorlardı. inanmış müminlerin başlarına gelenlere sabredişlerini, yüce ahlaki ilkelere bağlılıklarını islamın ahlakı ile donanmalarını hafife alıyorlardı.
"Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine göz kırparlardı." Birbirlerine göz, kaş işareti yaparlardı. Elleri ile birtakım alayları ifade ederlerdi. Veya kendi aralarında bilinen bir hareket türü ile müminleri alaya Alıyorlardı. Bu gerçekten, terbiyeden uzak hayasızca ve alçakça bir hareketti. Düzeysizlikti, edepsizlikti, basitlikti. Amaç müminlerin kalplerini kırmak, onları utandırmak ve bıktırmaktı. Bu azgınlar birbirlerine göz kaş işaretleri yaparak onları alaya Alıyorlardı.
"Kendi ailelerine döndüklerinde" basit düşük ve alçak olan isteklerini müminlerle alay ederek, onlara eziyet ederek doyurduktan sonra "rahat içinde dönerlerdi". Kendilerinden razı olarak yaptıkları ile böbürlenerek bu küçük, değersiz, kötülükle sevinerek, rahatlayarak. Üzülmeyerek, pişman olmayarak yaptıklarının aşağılık bir iş, pis bir eylem olduğunu hissetmeyerek. İşte bu insanın, insan ruhunun düşebileceği en alçak seviye vicdanın ölümü idi.
"Müminleri gördükleri zaman `bunlar kesin sapıklardır' diyorlardı."
Bu daha ilginç bir durumdur. Bu kötü ve suçlu insanların, hidayet ve sapıklıktan söz etmelerinden, müminleri gördüklerinde onları sapık diye nitelemelerinden, onları topluma teşhir ederken, onları aşağılarken, bu özelliği, bu vasfı vurgulayarak dikkatleri bu noktaya çekmelerinden daha Hayret verici ne olabilir? "Bunlar kesin sapıklardır!"
Kötülük hiçbir sınır tanımaz, hiçbir sözü söylemekten alıkoymaz. Yaptığı hiçbir İşten pişmanlık duymaz. Gerçekten inanmış insanların önünde durup onları sapıklıkla itham eden bu kötülerin ve suçluların tutumu, kötülüğün karakterini somutlaştırmaktadır. Çünkü kötülük gerçekten hiçbir sınır tanımamaktır.
Kur'an-ı Kerim inanmışları savunmak için veya bu iftiranın yapısını tartışmak için az da olsa. bu konuya eğilmez. Çünkü bu tartışmaya değmeyecek çirkin bir sözdür. Fakat Kur'an kendisini ilgilendirmeyen ve boylarını aşan, her meseleye burnunu sokan bu toplulukla ince ve düzeyli bir alaya girişmektedir. Bu konuda hiç kimseden davet almadan gelip sokulanla gülüp eğlenmektedir. "Onlar müminlerin başına bekçi gönderilmemişlerdi." Yani onlar bu müminlerin başına vekil tayin edilmemişlerdir. Onların başına gözetleme ve kontrol için dikilmemişlerdir. Onların durumlarını ölçme ve değerlendirme ile yükümlü değillerdi. Peki onlara ne oluyordu ki böyle nitelemelere ve bu tür açıklamalara kalkışıyorlardı!
Bu yüce alay ile Kur'an-ı Kerim kötülerin dünyada yaptıklarını aktarmayı sona erdiriyor. Olan olmuştur artık ve sona eren bu sahne dürülüp kapatılıyor. Şimdiki sahneye, müminlerin nimetler içindeki sahnesine geçilmek için...
"Bugün iman edenler kafirlere güleceklerdir. Tahtlar üzerinde kurularak seyredeceklerdir."
Bugün kafirler Rabblerinin rahmetinden mahrumdurlar. Beraberinde insanlıklarını da Alıp götüren bu perdenin bu mahrumluğun acısı ile kınanmaktadırlar. Azarlarla ve aşağılamalarla cehenneme sürüleceklerdir. "İşte inkar ettiğiniz cehennem budur" denilecektir.
Bugün iman edenler tahtlar üzerine kurularak seyrederler. Sürekli nimetler içinde. Misk ile damgalanmış tesnim ile karıştırılmış rahiki, arı, duru tertemiz içeceği yudumlamaktadırlar.
Bugün iman edenler, inkar edenlere güleceklerdir.
Kur'an bir defa daha üstün ve ince alayını yöneltmekte ve şu soruyu sormaktadır:
"Kafirler yaptıklarının mükafatını aldılar mı?"
Evet, evet! Ödüllendirildiler mi? Yaptıklarının sevabını buldular mı? Onlar gerçek anlamıyla "sevabı" bulamadılar. Şimdi biz onları cehennemde görüyoruz. Fakat şüphesiz onlar yaptıklarının karşılığını bulmuşlardır. Öyle ise onların sevabı da budur. Burada sevap kelimesine yüklenen gizli alay o kadar güzeldir ki!
Kur'an-ı Kerimin manzaralarını ve hareketlerini uzun uzadıya açıkladığı bu sahne, suçluların dünyada iman edenlerle alay etmeleri sahnesi önünde biraz durup düşünmek istiyoruz. Nitekim Kur'an daha önce de iyilerin elde ettikleri nimetler ve bunların manzaraları ile güzelliklerini sergilerken de böyle uzun açıklama yapmıştır. Bu uzun anlatım üslubu etkileme ve tesir açısından ifade sanatının en üstün yöntemlerinden biridir. Duygu ve bilinç açısından tedavi için de üstün bir sanattır. O sıralarda Mekke'de Müslüman azınlık müşriklerin zulümlerine ve eziyetlerine maruz kalıyordu. Bunlar insanın ruhu ve psikolojik hali üzerinde derin ve onarılmaz etkiler bırakan olgulardır. İşte bu sırada Rabbleri onları yardımsız bırakmıyordu. Sürekli onları direnmeye çağırıyor, sevindiriyor ve onlara umut veriyordu.
Müminlerin müşriklerden gördükleri bu eziyetlerin böyle detaylı bir biçimde tasvir edilmesi onların gönüllerine merhem oluyordu. Zira bu acılarını dile getiren bizzat kendi Rableriydi. O bunları görüyordu. Kafirlere bir süre tanısa da eziyetlere karşı asla duyarsız değildi. Mümin olan gönüllere Allah'ın bu şekilde kendileriyle ilgilenmesi dahi yetiyordu. Onların acılarına ve yaralarına merhem oluyordu. Çünkü yüce Allah alaycıların müminlerle nasıl alay ettiklerini müşahede ediyordu. Onların acıları ve üzüntüleri karşısında sadistlerin nasıl sevinçlerinden dört köşe olduklarını biliyordu. Bu alçak insanların üzülmediklerini ve pişman olmadıklarını gözetliyordu! Onların Rabbleri bunların tümünü görüyordu. Kitabında bunları tasvir ediyordu. Demek ki O'nun ölçüsünde bunun bir değeri vardı. Bu da yetiyordu zaten! Evet inanmış kalbler ne kadar yaralı ve acı içinde olurlarsa olsunlar bu ilahi gözetimi hissettiklerinde gerçekten bu kendilerine yeter.
Sonra onların Rabbleri bu suçlularla yüce ve üstün bir üslup içinde alay ediyor. Bu da acı bir işareti ifade ediyor. Bu acı işareti suçluların körelmiş, günahlardan kaynaklanan yoğun sis tabakası ile örtülmüş bulunan kalpleri hissetmeyebilir. Fakat müminlerin hassas ve duyarlı kalpleri onu hisseder ve takdir eder, onunla rahata kavuşur ve yatışırlar. '
Sonra bu kalbler, Rabbleri katındaki hallerini de görüyorlar. Onun cennetlerinde nimetlerini ve yüceler alemindeki ikramını seyrediyorlar. Öbür yandan kendi düşmanlarının da hallerini, yüceler alemindeki aşağılanmalarını, cehennemdeki azaplarını, bunun yanında horlanmalarını ve perişan hallerini de gözleriyle görmektedirler. Hem bunu hem de onu detaylı ve uzun uzadıya gözlemektedirler. Tüm bunları hisseder, duyar ve şu andaki bir gerçekten zevk Alıyormuş gibi neşelenirler. Hiç şüphe yok ki bu zevk eziyetin, alayın, azlığın ve zayıflığın verdiği acıları kapatabilecek güçtedir. Bu zevk bazı farklarla bu acıyı tatlı bir zevke dönüştürebilir. Bu yüce sözdeki sahneleri seyreden insanın acıları tatlı bir zevke dönüşebilir.
Öyle anlaşılıyor ki zalimlerin alçakça işkenceleri, had safhaya varan eziyetleri ve alçakça alayları ile işkence gören, acı çeken müminlerin Allah tarafından gelen tek teselli kaynakları buydu. Yani cennet müminlerin, cehennem kafirlerin dünya ve ahiret arasındaki hallerin tamamen değişmesi. Hz. Peygamber'in kendisi ile beyatlaştığı insanlara tek vaadi de budur. Onlar mallarını ve canlarını ortaya koyarak cennete kavuşacaklardır.
Dünya zaferi ve yeryüzündeki üstünlük ise Mekke'de asla söz konusu edilmemiştir. Teselli ve yüreklendirme çizgisinde Mekke'de inen Kur'an ayetlerini somut bir zaferden söz etmiyordu.
Kur'an-ı Kerim emaneti yüklenebilecek hazırlığı olan kalpleri inşa etmeye çalışıyordu. Kur'an-ı Kerim kalbler onarıyordu. Onları emaneti yüklenmeye hazırlıyordu. Bu kalplerin dayanıklı ve güçlü bir şekilde yetiştirilmesi gerekiyordu.
Yaptığı her şeyde ve yüklendiği her sorumlulukta bu dünya değerlerinin hiçbirini elde etmeyi düşünmeyecek kadar ondan soyutlanmalı idi. Umudu ve beklentisi sadece ahiret olmalı idi. Allah'ın rızası dışında başka bir beklentisi olmamalı idi. Kur'an'ın yetiştirdiği bu kalbler yeryüzündeki yaşamlarının tümünü zorluk, sıkıntı, mahrumiyet, işkence, fedakarlık ve tahammülle geçirmeye hazırdı. Hem de bu dünyada hiçbir karşılık ve ödül almaksızın. İsterse bu ödül davanın zaferi, islamın galibiyeti ve Müslümanların üstünlüğü olsun.
Bu kalbler bulunana kadar... Önündeki dünya hayatında karşılıksız olarak vermekten başka bir yol bulunmadığını bilen, ceza ve mükafat yurdu olarak sadece ahireti bekleyen, hak ile batılın ayrışma yerinin orası olduğunu kavrayan... Evet İşte bu kalbler bulunana kadar ve yüce Allah, ahdinde ve sözleşmesinde samimi niyetini görene kadar bu böyle devam etmiştir. Ancak bu durumda onlara yeryüzü zaferini vermiştir. Bu zafere onu memur etmiştir. Kendileri için değil, ilahi sistemin emanetini yürürlüğe koysun diye. Zira artık o emaneti yerine getirmeye ehliyetlidir. Zira bu kalbler oluşturulurken onlara verilecek dünya nimetlerinden hiçbiri vaad edilmemiştir. Kendisi de yeryüzü ganimetlerinin hiçbirini elde etmek istememiştir. Bu kalbler Allah'ın rızasından başka hiçbir mükafatın bulunmadığını bildikleri anda kendilerine ona adamışlardır.
Dünyadaki zaferden söz eden bütün ayetler daha sonraları Medine'de gelmiştir. Yani bu zafer olayı, başta müminin proğramı, beklentisi ve arzuları dışında tutulmuştur. Zaferin kendisi de Allah'ın dilemesi ile gelmiştir. Çünkü Allah'ın dilemesi bu sistemin insanın hayatında bir realite olarak yaşanmasını belirlenmiş, uygulanmış bir şekilde yerleşmesini ve diğer nesillerin onu görmesini dilemiştir. Yani bu zafer yorgunluğun, zorluğun, özverinin ve acıların karşılığı değildir. Sadece Allah'ın takdiri ve bağışından biridir. Başlangıcında ve sonucunda bir hikmet gizlidir. Şimdi biz bu hikmeti görmeye çalışıyoruz.
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
mucahid dizayn: info@mucahid.net