Surenin toplu tanıtımını yaparken, bu ayetlerin indiriliş sebeplerine ilişkin olarak yeralan rivayetlerden bazılarım hatırlatmıştık. Genelde bütün surenin özelde de ganimetlere ilişkin ayetlerin indiği ortamı daha iyi canlandırmak için daha önce anlattıklarımıza ek olarak birkaç rivayet daha aktarıyoruz. Medine'de bir müslüman devletin kuruluşundan sonra ilk defa böylesine büyük bir olayla karşılaşan müslüman toplumun pratik çizgilerini yeniden canlandırmak için bu rivayetleri anlatmak gereklidir.
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle diyor: "Ebu Davut, Nesaî, İbn-i Cerir, İbn-i Mürdeveyh -sözler ona aitti- İbn-i Habban ve Hakim, değişik yollardan Davud b. Ebu Hind'den, o da İkrime'den, o da Abdullah İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet ettiler: Bedir günü Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- `şöyle şöyle yapana şu, şu mükafat vardır' buyurdu. Bunun üzerine gençler hemen ileriye atıldılar, yaşlılarsa sancakların altında kaldılar. Ganimetler toplandığı zaman, gençler gelip kendilerine ait olanı istediler. Buna karşılık yaşlılar, `Kendinizi bize tercih etmeyin. Biz sizin için bir sığınaktık. Şayet bozguna uğrasaydınız bize sığınacaktınız' dediler ve aralarında çekişme baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru sorarlar. De ki; Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir. Buna göre eğer mü'min iseniz, Allah'dan korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz, Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz."
Sevrî Kelbi'den, o da Ebu Salih'den, o da Abdullah İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet eder:Bedir günü Peygamberimiz, `Kim birini öldürürse ona şöyle şöyle mükafat vardır. Kim bir esir getirirse onun için şu, şu mükafat vardır' buyurdu. Ebu Yesir iki esir getirdi ve `Ya Resulullah (Allah'ın -salât ve selâmı üzerine olsun-) bunları sen bize va'dettin' dedi. Bunun üzerine Sa'd b. Ubade kalktı ve `Ya Resulullah, şayet bunlara verirsen arkadaşlarına bir şey kalmaz. Bizi bunlardan alıkoyan, sevabı küçümsememiz ya da düşmandan korkmamız değildir. Biz burada, düşmanın arkadan saldırmasından korktuğumuz için seni korumak üzere durduk' dedi. Sonra da birbirleriyle tartıştılar. Bunun üzerine: "Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru sorarlar; De ki; "Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir." diyor ki, bir de şu ayet indi:
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün, kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz beşte biri Allah'a, Peygamber'e, peygamberin yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarıyolda kalanlara aittir.
İmam Ahmed şöyle der: "Bize Ebu Muaviye anlattı, bize Ebu İshak eş Şeybanî Muhammed b. Abdullah es-Sakafi'den anlattı, o da Sa'd b. Ebu Vakkas'a dayanarak anlattı: "Bedir günü kardeşim Umeyr öldürüldü. Ben de Said b. As'ı öldürdüm ve zülkesife adını verdiği kılıcını aldım. Kılıcı alıp Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yanına getirdim. Bana, `Git, onu aldığın yere bırak' dedi. Döndüm ama, kardeşimin öldürülmesi ve ganimetimin elinden alınmasından dolayı Allah'dan başka kimsenin bilmediği duygular içindeydim. Çok geçmemişti ki Enfal suresi indi. Ardından Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bana, `Git ganimetini al' dedi."
Yine İmam Ahmed şöyle der: "Bize Esved b. Amir anlattı, bize Ebubekir haber verdi, o da Asım b. Ebu Necud'dan aktardı, ona Mus'ab b. Sa'd, Sa'd b. Malik'ten şöyle anlattı: Dedim ki; Ya Resulullah, bugün yüce Allah müşriklerin başına gelen ağır yenilgiden dolayı yüreğimi soğuttu. Şu kılıcı bana bağışlamaz mısın? Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- `Bu kılıç ne bana, ne de sana aittir. Bırak onu' buyurdu. Bıraktım sonra da dönüp, bu kılıç belki de benim sınandığın gibi sınanmayan birine verilecektir dedim. Birden peşimden biri beni çağırdı. Acaba yüce Allah benim hakkımda bir şey mi indirdi, diye düşündüm. Peygamberimiz, sen benden kılıcı istediğin zaman bana ait değildi, şimdi bana bahşedildi, senindir dedi. Sa'd diyor ki, "O zaman yüce Allah şu ayeti indirdi: "Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru sorarlar. De ki; Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir. (Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî değişik yollardan Ebu Bekir b. Ayyaş'dan rivayet ettiler. Tirmizi, "Hasan" sahih bir hadistir dedi.)
Bu rivayetler ganimetlere ilişkin ayetlerin indiği ortamı gözümüzün önünde canlandırmaktadır. İnsan, Bedir savaşına katılan müslümanların ganimetler hakkında konuştuklarını görünce dehşete kapılıyor. Oysa onlar, ya herkesten önce müslüman olmuş, her şeylerini geride bırakıp inançları uğruna Allah'a hicret etmiş, şu dünya hayatının hiçbir nimetine aldırış etmemiş Muhacirlerdir, ya da muhacirleri barındıran, yurtlarını ve mallarını onlarla paylaşan ve su dünya nimetlerinin hiçbirinde cimrilik göstermeyen Ensar'dır. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler..." (Haşr Suresi, 9) Ancak bu durumun yorumunun bir kısmını yine bu rivayetlerde buluyoruz. Ganimetler aynı zamanda savaş alanında güzel bir imtihanla ilintilidirler. Güzel imtihana bir örnek oluşturmaktadırlar. O gün için insanlar müşrikleri yenip gönüllerini serinlettikleri ilk büyük olayda, Resulullah'ın ve yüce Allah'ın şahitliğine ihtiyaçları vardı. Bu arzu içlerini doldurmuş ve ganimetler konusunda konuşanların unuttuğu başka bir havaya sokmuştu. Nitekim yüce Allah onlara hatırlatmış ve onları kendisine yönelmiştir. Aralarındaki ilişkilerde hoşgörünün egemen olması bilinç açısından gönüllerinin ıslahı için bir zorunluluktu. Nitekim bunun Ubade b. Samit'in de belirttiği gibi, farkına varmışlardı. Ubade: "Bu ayet ganimetler konusunda görüş ayrılığına düştüğümüzde biz, Bedir savaşına katılanlar hakkında indi. O zaman çok kötü davranmıştık. Bunun üzerine yüce Allah ganimetleri elimizden alıp, peygamberine verdi" demiştir.
Yüce Allah onları hem sözlü, hem de uygulamalı olarak ilahi eğitimden geçiriyor. Ganimetler işini tümden ellerinden alıp, bu ganimetlerin paylaşımı konusundaki hükmünü bildirene kadar peygamberine devrediyor. Artık iş, üzerinde tartışabilecekleri onlara ait bir hak olmaktan çıkmış, onlara yönelik Allah'ın bir lütfu olmuştur. Ve Allah'ın peygamberi, ganimetleri rabbinin gösterdiği şekilde aralarında bölüştürecektir. Pratik ve eğitim amaçlı uygulamanın yanında sık sık tekrarlanan uzun bir direktif yeralıyor. Nitekim aşağıdaki ayetler bu direktifle başlıyor. Bundan sonra da tekrarlanıyor:
"Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru sorarlar. De ki; "Ganimetler hakkındâ hüküm verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir." Ganimetler konusunda aralarında çekişen bu gönüllere yönelik çağrı, Allah'dan korkmaya ilişkin bir çağrıydı. Ve kuşkusuz kalplerin sırlarını bilen kalplerin yaratıcısı, eksikliklerden uzaktır, yücedir. Yüce Allah insanın kalbini, dünya hayatının nimetlerini düşünmekten, istemekten, onlar hakkında çekişmekten büsbütün soyutlamıyor. Her ne kadar buradaki çekişme, güzel imtihanı belgeleme anlamıyla karışık da olsa durum değişmeyecektir. Sadece bilinçlerini, Allah korkusu ve takva duygusuyla harekete geçirmeyi, dünya ve ahirette onun hoşnutluğunu istemeye , yöneltmeyi diliyor. Çünkü Allah'a bağlanmayan, onun öfkesinden korkmayan, onun hoşnutluğunu aramayan bir kalp, dünya nimetlerinin ağırlığından kurtulamaz, serbestçe hareket edemez.
Bu gönülleri takva -Allah korkusu- sayesinde gayet kolay ve rahat bir şekilde boyun eğdirip, uysal hale getirmek mümkündür. İşte Kur'an bu bağ sayesinde bu gönülleri aralarını düzeltmeye yönlendiriyor.
... Buna göre, eğer mü'min iseniz Allah'dan korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz."
Yine bu bağdan tutup bu gönülleri Allah'a ve peygamberine itaat etmeye yönlendiriyor.
"Allah'a ve peygamberine itaat ediniz."
MÜ'MİNLERİN VASIFLARIBuradaki ilk itaat da, onun ganimetler hakkında belirlediği hükmüne itaat etmektir. Artık ganimetler mutlak anlamda savaşçılardan birine ait olmaktan çıkmıştır. Öncelikle ganimetlerin mülkiyeti Allah ve peygamberine aittir. Bunlar üzerindeki uygulama da Allah ve peygamberine aittir. Dolayısıyla iman edenlerin gönül hoşnutluğu ve kalp huzuruyla ganimetler konusunda Allah'ın belirlediği hükümlere uymaktan, ilişkilerini ve duygularını düzeltmekten, birbirine karşı kalplerini kötü düşüncelerden arındırmaktan başka seçenekleri yoktur. Durum bundan ibarettir: "Eğer mü'min iseniz..." '
İmanın iyice belirginleşeceği, varlığını kanıtlayabileceği, kendi gerçeğinin tercümanı olacağı pratik ve realist bir tarzda somutlaşması bir zorunluluktur. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "İman temenni ya da gösterişle gerçekleşmez. İman, kalpte yer eden ve davranışlarca doğrulanan bir olgudur" (Deylemi, Firdevs müsnedinde Enes'ten rivayet etmiştir.) buyurmaktadır. Bu yüzden peygamberin sözünde belirginleşen anlamı iyice vurgulamak, imam tanımlayıp açıklamak, onu dille söyleyen bir kelimeden ya da hareket ve realite dünyasında pratik bir ifadesi bulunmayan kuru bir temenniden ibaret olmaktan çıkarmak için Kur'an-ı Kerim'de buna benzer değerlendirmeler sıkça yeralır. .
Ardından bu dinin Rabbinin istediği "gerçek" imanın sıfatı yeralmaktadır. Amaç "Eğer mü'min iseniz" sözünün anlamını açıklamaktır. İşte bu dinin Rabbi olan Allah'ın onlardan istediği iman "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir, yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu ayetler imanlarını arttırır, pekiştirir ve sadece Rabblerine dayanırlar. Onlar namaz kılarlar ve kendilerine bağışladığımız rızıklardan başkalarına da verirlèr. İşte gerçek mü'minler bunlardır. Onları Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve göz kamaştırıcı rızık beklemektedir.
Manâdaki inceliğe işaret etmek için Kur'an ifadesinin sözlü yapısı da bir inceliğe sahiptir. Buradaki ifadede "innema = ancak" sözüyle bir sınırlandırma vardır. İfade bu denli kesin ve bu denli bir inceliğe sahipken, "Bundan maksat; kâmil imandır" şeklinden yorum yapmanın tutarlı bir yanı yoktur. Şayet yüce Allah bunu söylemek isteseydi, kuşkusuz söylerdi. Bu, gayet açık ve anlam itibariyle gayet ince bir ifadedir. Dolayısıyla sıfatları, davranışları ve duyguları bu olanlar mü'minlerdir. Bunun dışında bu sıfatlara bütünüyle sahip olmayanlar mü'min değildir. Ayetlerin sonunda yeralan "işte gerçek mü'minler bunlardır" vurgusu bu gerçeği dile getirmek içindir. Çünkü "gerçek" mü'min olmayanlar hiçbir zaman mü'min değildirler. Kur'an'ın ifadeleri birbirlerini açıklarlar. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?" Çünkü "hak=gerçek" olmayan şey, "sapıklık"tır. "Gerçek mü'minler" sıfatının karşıtı "tam imana sahip olmayan mü'minler" değildir. Kur'an'ın bu son derece ince ifadesinin; bütün düşünce ve ifadeler için son derece kaypak olan böylesine yorumlara hedef olması doğru değildir.
Bu yüzden ilk kuşak müslüman alimler bu ayetlerden, ruhunda ve davranışlarında bu sıfatlar bulunmayan kişinin imanının bulunmadığını, hiçbir zaman da mü'min olmadığını anlıyorlardı. İbn-i Kesir'in tefsirinde şu ifadeler yeralıyor:
"Ali b. Talha, "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir." ayetine ilişkin olarak Abdullah İbn-i Abbas'tan şunları nakleder! Münafıklar Allah'ın farzlarını yerine getirdiklerinde, Allah'ı anmaktan dolayı kalplerine bir şey girmez. Allah'ın ayetlerinden bir şeye inanmazlar, ona güvenmezler. İnsanların gözüne görünmedikleri zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler. Allah onların mü'min olmadıklarını haber verdi. Sonra yüce Allah, mü'minleri şu şekilde tanımladı: "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir." Onun farzlarını yerine getirirler. "Yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu onların imanını arttırır." İbn-i Abbas diyor ki: "Onaylamalarını pekiştirir." `Rablerine güvenirler' O'ndan başkasından bir beklenti içinde olmazlar."
Bu sıfatların tabiatından hareketle, bunlar olmaksızın imanın hiçbir zaman olmayacağını, buradaki sorunun imanın tamlığı ya da eksikliği sorunu olmadığını, aksine imanın varlığı ya da yokluğu sorunu olduğunu göreceğiz.
"Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir." Bu, vicdani bir titreyiştir. Emir ya da yasak konusunda Allah anıldığı zaman mü'min kalbi kaplayan bir titreyiş... Allah'ın ululuğu bürür mü'min kalbini. İçine Allah korkusu dolar... Allah'ın yüceliği ve heybeti somutlaşır içinde. Öte yandan eksikliğini ve günahlarını hatırlar. Hemen Allah'ın emri doğrultusunda hareket etmeye, O'na itaat etmeye koyulur. Ya da bu, Ümmü Derda'nın -Allah ondan razı olsun- ifade ettiği bir durumdur. Sevri, Abdullah b. Osman b. Haysem'den, o da Şehr b. Havşeb'den, Ümmü Derda'nın -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Kalpteki titreyiş kurumuş hurma dalının yanışı gibidir. Hurma dallarının yanarken nasıl titrediğini görmedin mi?" Evet, gördüm dedi, dinleyen. "Bunu gördüğün zaman Allah'a dua et. Dua bu titreyişi giderir" dedi.
Bu durum kalpte öyle bir hava meydana getirir ki, kalbin huzura kavuşması ve durulması için duaya ihtiyaç duyulur. Herhangi bir şeyin emir ya da yasak edilmesi sırasında Allah anıldığında mü'min kalpte bu durum baş gösterir. Bunun ardından hemen Allah'ın emir ve yasaklarını O'nun istediği şekilde yerine getirmeye koyulur. İçini kaplayan ürpertiden kurtulur. Allah için arınır.
"Yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu ayetler imanlarını arttırır, pekiştirir."
Mü'min kalp bu Kur'an'ın ayetlerinde imanı arttıran, pekiştiren kanıtlar bulur. Kendisini iç huzura erdiren mesajlar edinir. Bu Kur'an hiçbir aracıya başvurmaksızın insan kalbiyle doğrudan doğruya ilişki kurar. İnsan kalbini Kur'an'ı algılamaktan, Kur'an'ı da insan kalbine ulaşmaktan alıkoyan küfürden başka hiçbir şey, insan kalbi ile Kur'an arasına giremez. İman aracılığıyla bu perde kaldırıldığı zaman kalp, bu Kur'an'ın tadına varır ve ayetlerin yenilenen vurgularında imanı arttıran mesajlar alır. Bu onu iç huzura kavuşturur. (Burada "iman artar, eksilir" problemi karşımıza çıkıyor. Bu problem, ciddi ve pratik ideallerin uzak, aklî sorumsuzluğun yaygın olduğu dönemlerde ortaya çıkan grupların ve kelam ilminin problemidir. Bu problemi ele alma gereğini duymuyoruz.) Kur'an'ın kalbe yönelik mesajları onun imanını arttırdığı gibi, mü'min kalp imam arttıran bu mesajları kavrayabilir. Bu yüzden, bu gerçeği vurgulayan aşağıdaki ayetlerin benzeri mesajlar Kur'an'da sıkça yeralır:
"Kuşkusuz bunda mü'minler için ayetler vardır."
"Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ayetler vardır." Peygamberimizin bir arkadaşının sözü de bu gerçeği dile getirmektedir: "Biz Kur'an'dan önce imana çağırılırdık."
İşte bu iman sayesinde Kur'an'dan bu özel tadı alıyorlardı. Teneffüs ettikleri hava da bu hususta onlara yardımcı oluyordu. Onlar fiilen ve pratik olarak Kur'an'ı yaşıyorlardı. Soyut bir tad alma ve sırf zihni kavrama, sözkonusu değildi. Ayetin indiriliş sebebine ilişkin yeralan rivayetler arasında Sa'd b. Malik'in sözleri enteresandır. Sa'd ganimetlerin mülkiyetini Peygamberimize veren, onlar üzerinde Peygamberimize dilediği gibi tasarruf yetkisini tanıyan ayetin indirilişinden önce Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- bir kılıcı kendisine ganimet olarak vermesini istemişti. Peygamberimiz de, "Bu kılıç ne senin, ne de benimdir, bırak onu" demişti. Sa'd kılıcı bırakıp geri döndükten sonra tekrar çağırıldığında, yüce Allah'ın kendisi hakkında bir ayet indirmiş olabileceğini düşünmüştü. "Herhalde yüce Allah hakkımda bir ayet indirdi" diye düşündüğünü söylemişti. Peygamberimiz, "Benden kılıcı istediğin zaman bana ait değildi. Ama şimdi bana bahşedildi. O senindir" demişti. İşte bu şekilde onlar Rabbleriyle birlikte yaşıyorlardı. Kendilerine inen bu Kur'an'la bu şekilde yaşıyorlardı. Bu dehşet verici bir olaydır. Ve bu insanlık hayatında yaşanmış olağanüstü, gözkamaştırıcı bir dönemdir. Kur'an'dan bu şekilde tat almaları da bu yüzdendi. Doğrudan doğruya Kur'an'ın direktifleri ışığında pratik bir hayat sürdürmeleri de özel zevkle içiçeliklerini gittikçe arttırıyordu.
Her ne kadar birincisi -yani vahiy- insanlık hayatında bir daha tekrarlanmayacaksa da, yeryüzünde ilk müslüman cemaatin inşa ettiği gibi, insanların pratik hayatında bu dini yeniden inşa etmek için harekete geçen mü'min bir topluluk bulunduğu sürece ikincisi (yani islâmın bir hayat biçimi olarak yaşanması) tekrar gerçekleşebilir. Sadece bu dini yeniden insanların pratik hayatlarına egemen kılmak için Kur'an'ın direktifleri doğrultusunda hareket eden bu mü'min kitle Kur'an'dan tad alabilir, onun okunmasıyla gönlündeki iman artabilir. Çünkü bu kitle daha baştan iman etmiştir. Bu kitleye göre din, yeniden ortaya çıkan ve istisnasız tüm yeryüzünü kaplayıp azgınlaşan cahiliyenin yerine dini egemen kılma hareketidir. Ona göre iman temenni değildir. Kalpte yer edip davranışlarca doğrulanan bir olgudur.
"...Sadece Rabblerine dayanırlar."
Sadece O'na... Nitekim cümlenin yapısı da bu kesinliği gerektirmektedir. Herhangi birini, yardım istemek ve güvenmek suretiyle O'na ortak koşmazlar. Ya da imam İbn-i Kesir'in tefsirinde dediği gibi, "O'ndan başkasından ummazlar, sadece O'na yönelirler, sırf O'na sığınırlar. İhtiyaçlarını gidermeyi sırf O'ndan isterler. Sadece O'nu arzularlar. O'nun dilediği şeyin olacağını, dilemediği şeyin de olamayacağını bilirler. Mülkünde dilediği şekilde uygulamada bulunacağım, ortaksız olduğunu, hükmünden dolayı sorgulanamayacağım, O'nun hesapları çabuk görüldüğünü bilirler. Bu yüzden Said b. Cübeyr, "Allah'a dayanmak imanın toplamıdır" demiştir.
İşte Allah'a inanmanın özü budur. Budur sırf O'na kul olmanın, O'ndan başkasına kul olmamanın ifadesi. Bir kalpte Allah'ı birlemekle, O'nunla birlikte O'ndan başkasına dayanmak birarada olmaz. Bir kimseye ya da bir sebebe dayanma isteğini kalplerinde bulanlar, öncelikle kalplerinde Allah'a iman var mı ona baksınlar.
Tek başına Allah'a dayanmak sebeplere sarılmaya engel değildir. Mü'min Allah'a inanmak ve sebeplere sarılmaya ilişkin emrine itaat etmek açısından sebeplere sarılır. Ne var ki, mü'min sebeplere onların sonuçları meydana getirdiğini kabul ederek sarılmaz. Sonuçları ortaya çıkaran -tıpkı sebepler gibi- Allah'ın kaderidir. Mü'minin bilincinde sebeple sonuç arasında bir ilişki sözkonusu değildir. Sebeplere sarılmak, emredilene uymak açısından ibadettir. Sonucun gerçekleşmesi ise, Allah'ın kaderidir. Sebeplerden tamamen bağımsızdır ve Allah'dan başkası gerçekleştiremez. Böylece mü'minin bilinci sebeplere kul olmaktan, onlara bağlanmaktan kurtulur. Aynı zamanda mü'min, sebeplere sarılmakla Allah'ın emrine itaat etmenin sevabını kazanmak için elinden geldiğince sebeplerden yararlanır.
Çağdaş "bilimsel" cahiliye, "Allah'ın kaderinin" ve "Allah'ın bilgisinin sınırları içinde bulunan gayb alemini" yok saymak için uzun süre "tabiat kanunlarının kesinliği" kuramına sarıldı. Nihayet kendi yöntemleri ve deneyleri yoluyla Allah'ın bilgisi kapsamındaki gaybın ve Allah'ın kaderinin eşiğinde kesin bir bilgi elde edemeden çaresiz bir şekilde durdu. Bu sefer madde dünyasındaki "ihtimaller" kuramına sarıldı. Bundan önce "kesin" dediği şeyler "muhtemel" oluverdi. "Gayb" yine mühürlü bir sır olarak varlığını korudu. Tek ve kesin gerçek olarak Allah'ın kaderi kaldı. Tek ve kesin kanun olarak yüce Allah'ın şu sözü kaldı. "Sen bilemezsin, belki de Allah bundan sonra bir durum meydana getirir." (Talak Suresi, 1) Bu söz, evrensel ilahi kanunların arka planında yeralan özgür ilahi iradeden söz etmektedir. Yüce Allah bu evrensel kanunlarla yürürlükteki kaderi uyarınca evreni idare etmektedir.
İngiliz Doğabilimci ve Matematikçi Sir James Jeans şunları söylemektedir: "Eski bilim kesin ilkeler belirliyordu. Buna göre tabiatın bir tek yolu takip etmekten başka seçeneği yoktur. Bu da zamanın başlangıcından sonuna kadar şu sebep ve sonuç arasında sürekli zincirleme doğrultusunda hareket etmesi için önceden çizilmiş bir yoldur. Buna göre (A) durumundan sonra (B) durumuna gelmesi kaçınılmazdır. Modern bilimin ise şu ana kadar söyleyebildiği tek şey (A) durumundan sonra (B) durumunun, ya da (C) durumunun veya (D) durumunun veya bunlardan başka bir durumun meydana gelebileceğidir. Evet bunu söyleyebilir: (B) durumunun meydana gelmesi ihtimali (C) durumundan fazladır. (C) durumunun meydana gelmesi de (D) durumundan daha muhtemeldir. İşte böyle. Hatta (B), (C) ve (D) durumlarından herbirinin diğerine oranla meydana gelebilme ihtimalini belirleyebilir ancak hangisinin diğerini takip edeceğini kesin bir şekilde haber veremez çünkü her zaman ihtimallerden söz etmektedir. Ancak söylenmesi gerekene gelince o da oranlara bağlıdır. Bu oranların mahiyeti ne olursa olsun."
İnsan kalbi görünürdeki sebeplerin baskısından kurtulduğu zaman, her şeyden önce o kalpte, Allah'dan başkasına dayanmak için yer kalmamıştır. Çünkü meydana gelen her şeyi yaratan Allah'ın kaderidir. Tartışmasız tek gerçek budur. Görünen sebepler zanna dayalı ihtimallerden başka bir şey meydana getiremezler... Kuşkusuz bu, islâm inancının insan kalbini ve insan aklını çıkardığı gözkamaştırıcı bir düzeydir. Çağdaş cahiliye akli açıdan bu düzeyin ilk aşamasına ulaşmak için üç asır uğraşıp durdu. Ancak bilinci açısından ve bunun sonucu olarak Allah'ın kaderi, görünen sebepler ve güçlerle girilen ilişki sonucu elde edilen önemli sonuçlar bakımından hiçbir şey elde edememiştir. Kuşkusuz bu, akli özgürlüğün kazanıldığı bir düzeydir. "İnsanoğlu" değişmez sebeplerin, bunun da ötesinde insanların iradesinin ya da tabiatın (!) iradesinin kulu olduğu sürece özgür olamaz. Çünkü Allah'ın iradesinin ve kaderinin dışındaki her "kesinlik" Allah'dan ve O'nun kaderinden başkasına kulluğun esasını oluşturmaktadır. Tek başına Allah'a dayanmanın bu şekilde vurgulanması ve imanın varlığı veya yokluğu için bir ön şart olarak kabul edilmesi bu yüzdendir. İslâmda itikadî düşünce eksiksiz bir bütündür. Ayrıca bu düşünce, bu dinin insanlık hayatında gerçekleştirmek istediği pratik görüntüsüyle birlikte üstlendiği rol bakımından da eksiksiz bir bütündür. )
"Onlar namazı kılarlar."
Burada imanın hareketi, gözle görülür bir tablosunu görüyoruz. Daha önce sıraladığımız sıfatlarda da kalpte yer eden gizli duyguları görmüştük. Çünkü iman kalpte yereden ve davranışlarca doğrulanan bir olgudur. Davranış imanın somut bir kanıtıdır. Bu imana pratik bir tanıklık yapması için bu kanıtın gözle görülmesi zorunludur. Namaz kılmak, sadece bilinen hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir. Namazı amacını gerçekleştirecek şekilde kılmaktır. Yüce Ma'budun karşısında duran kula yakışır bir tarzda yerine getirmektir. Kalp yaptığı için bilincinde olmadan sadece Kur'an okumak (kıraat), rük'u (eğilmek), sucûd (yere kapanmak)dan ibaret değildir namaz. Bu eksiksiz şekliyle namaz, imanın varlığına fiili bir tanıklık yapmaktadır.
"Kendilerine bağışladığımız rızıklardan başkalarına da verirler."
Gerek zekât olarak, gerekse zekâtın dışında sadaka olarak "Kendilerine bağışladığımız rızıklardan" ihtiyaç sahiplerine verirler. Rızıkları veren yaratıcının kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden vermektedirler. Kur'an ayetinin her zaman yaygın bir kuşatıcılığı ve etkin işareti vardır. Onlar malı yeniden yaratmıyorlar. Mal yüce Allah'ın onlara bahşettiği rızıktır. Kendilerine verdiği sayısız rızık arasında yeralır. Dolayısıyla Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine bir şey verdikleri zaman, bu rızkın bir kısmını vermiş oluyorlar. Geri kalanını da yanlarında tutmuş oluyorlar.
Bunlar yüce Allah'ın bu konuda imana ilişkin olarak belirlediği niteliklerdir. Bunlar Allah'ın birliğine ilişkin inancı, O'nun adının anılmasıyla birlikte meydana gelen iç uyanışı, ayetlerinden dolayı gönülden etkilenmeyi, sadece O'na dayanmayı, O'nun için namaz kılmayı, O'nun verdiği rızkın bir kısmını O'nun uğrunda ihtiyaç sahiplerine vermeyi kapsamaktadırlar.
Diğer ayetlerden de anlaşılacağı gibi bu ayetler imanın ayrıntılarını ele almıyorlardı. Bunlar pratik bir durumu karşılıyorlardı. Ganimetler konusunda görüş ayrılığına düşmeyi ve bu yüzden araların bozulması durumunu karşılıyorlardı. Bu pratik duruma uygun düşecek mü'minlerin sıfatlarını hatırlatıyordu. Bu ayetler aynı zamanda bir bütün olarak yok olduklarında, fiilen iman gerçeğinin de yok olmasını gerektiren sıfatları da belirliyordu. Böyle bir durumda imanın şartlarına sarılmanın ya da sarılamamanın önemi yoktur. Kur'an'ın ilahi eğitim metodu, değişen pratik durumlar karşısında adı geçen şartları ve direktifleri belirlemeyi öngörmektedir. Çünkü Kur'an'ın eğitim metodu, realist, pratik ve harekete dönük bir metoddur. Tüm amacı bir teori geliştirmek ve onu kendi kendine duyurmaktan ibaret teorik ve felsefi bir metod değildir.
Bu temel doğrultusunda yapılan son değerlendirme yeralıyor:
"İşte gerçek mü'minler bunlardır. Onları Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve gözkamaştırıcı rızık beklemektedir.
Gerçek mü'min bu sıfatları ruhunda ve davranışlarında bulur. Bu sıfatları toptan kendisinde bulundurmayan imanı bulundurmuyor demektir. Bu sıfatlar aynı zamanda ayetlerin indiği durumu da karşılamaktadır. Bu yüzden güzel imtihanı görmeye olan arzuyu da karşılamaktadır. Buna göre sıfatları bu olan kimseler için, "Rabbleri katında yüksek dereceler vardır..." Aynı zamanda -Ubade b. Samit'in de dediği gibi- aralarında başgösteren kötü huyları da karşılamaktadır. Buna göre bu sıfatları kendilerinde bulanlar Rabbleri katında "bağışlanma" ile mükafatlandırılacaklar. Ayrıca ganimetler üzerinde çıkan çekişmeyi de karşılamaktadır. Kendilerinde bu sıfatları bulanlar için Rabbleri katında "göz kamaştırıcı rızık" vardır. Böylece yaşanan durum tümden kuşatılmış oluyor. Durumun gerektirdiği tüm duygular ve konumlar teker teker ele alınıyor. Aynı zamanda konunun özünü oluşturan gerçek de iyice belirginleşiyor. Buna göre, mü'minlere ait olan bu sıfatlar toptan yok olduklarında gerçek imanın varlığı sözkonusu olamaz.
"İşte gerçek mü'minler bunlardır."
İlk müslüman kitleye, imanın bir gerçeğinin bulunduğu ve insanın bu gerçeği içinde bulması gerektiği öğretiliyordu. İmanın iddia olmadığı, dilde söylenen kelimelerden ibaret olmadığı, ayrıca temenniyle gerçekleşemeyeceği öğretiliyordu. Hafız Taberanî şöyle der: "Bize Muhammed b. Abdullah el Hadremî, bize Ebu Kureyb, bize Zeyd b. Habbab, bize İbn-i Luheya, Haled b. Yezid es-Seksekî'den anlattı, o da Said b. Ebu Hilâl'den, o da Muhammed b. Ebu Cehm'den, Haris b. Malik el-Ensarî'den şöyle anlattı: Haris bir gün peygamberimizin yanına vardığında peygamberimiz, `Nasıl sabahladın ya Haris' der. `Gerçek bir mü'min olarak sabahladım' diye cevap verir. O zaman Peygamberimiz, `Ne dediğinin farkında mısın? Kuşkusuz her şeyin bir gerçeği vardır. Peki senin imanının gerçeği nedir?' diye sorar. Haris, `Kendimi dünyadan çekip kurtardım, geceyi uyanık geçirdim, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki Rabbimin arşını seyrediyorum. Cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edişlerini, cehennem ehlinin çekişmelerini görür gibi oluyorum' diye cevap verir. Peygamberimiz üç defa `Ey Haris, bilmişsin, bu durumunu sürdür' der. Peygamberimizin bu arkadaşı, duygularını tasvir eden, bu duyguların ötesindeki davranış ve hareketlere işaret eden durumunu anlatmış, Peygamberimiz de -Allah ondan razı olsun- onun içinde bulunduğu ruh halini kavradığına şahitlikte bulunmuştur. Rabbinin arşını seyreder gibi olan, cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edişlerini, cehennem ehlinin çekişmelerini adeta gözleriyle gören biri, sadece görmekle yetinmeyecektir elbette. Tüm hareketlere yön veren, her davranışını etkileyen bu güçlü ve kuşatıcı duyguların ışığında yaşayacak, onlarla birlikte hareket edecek, davranışlarında bu duygular etkin olacaktır. Bütün bunlar, uyanık geçirdiği gecesinin, susuz geçirdiği (oruçla geçirdiği) gündüzünün, açıktan açığa Rabbinin arşını seyredişinin yanında yaşadığı bir lütuftur...
İman gerçeğine büyük bir ciddiyetle bakmak gerekir. İmanın sadece dille söylenen, bunun yanında yaşanamayan, realite tarafında yalanlanan, kaypak bir kavram olmaması için bu ciddiyet zorunludur. İman konusunda titizlik demek, kaypaklık demek değildir. iman gerçeğinin ciddiyetinin bilincinde olmak daha öncelikli bir gerekliliktir. İman düşüncesinde titizlik de kaçınılmazdır. Bu düşüncenin özellikle, cahiliye tarafından istila edilen ve cahiliyenin iğrenç ve pis boyasıyla boyanan realite dünyasında bu dini yeniden inşa etmek için harekete geçen mü'min kitlenin gönlünde yer etmesi kaçınılmazdır.
Bundan sonra surenin akışı, mü'minlerin hakkında birbirleriyle çekiştikleri ve Ubade b. Samit'in büyük bir içtenlikle, açık seçik belirttiği gibi kötü davranışlarda bulundukları ganimetlerin ele geçirildiği savaştan söz etmeye başlıyor. Bu savaşta meydana gelen olayları, savaşın geçtiği şartları, onların konumlarını ve savaş karşısında içlerinde geçen duyguları anahatlarıyla sunuyor. Bu sunuşla, onların Allah'ın kaderine perde olmaktan öteye geçmedikleri, savaşta meydana gelen tüm olayların -hakkında çekiştikleri ganimetler de dahil olmak üzere- elde edilen tüm sonuçların sadece Allah'ın kaderi, yönlendirmesi, planlaması, yardımı ve desteğiyle meydana geldiği anlaşılıyor. Savaş nedeniyle onların kendileri için arzuladıkları sonuç ise, son derece küçük ve sınırlı bir sonuçtur. Yüce Allah'ın yerde ve gökte hakla batılı ayırıcı gün olarak adlandırılan bu büyük olayla onlar için, yine onlar aracılığıyla dilediği sonuçla mukayese edilemez. Hakla batılın ayrıldığı günde geçen bu büyük olayla, yeryüzündeki insanlar ve bütünüyle insanlık tarihi uğraştığı gibi, yüceler alemi de meşgul oldu. Bu arada onlardan bir grubun istemeden savaşa çıktığı aynı şekilde bir grubun da ganimetlerin paylaşımından memnun olmadığı ve birbirleriyle çekişmeye daldığı hatırlatılıyor. Amaç, gözlerinin önünde cereyan eden, hoşlanmadıkları ya da sevdikleri şeyleri görmelerini sağlamak ve bunların yüce Allah'ın dilediği ve emriyle yerine getirdiği şeylerin yanında hiçbir değere sahip olmadıklarını göstermektir. Kuşkusuz yüce Allah işlerin sonucunu bilir.
DENGELİ PAYLAŞIMYüce Allah nerelere harcanacağını daha sonra belirtilecek olan beşte bir kısmı dışında Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- aralarında eşitçe paylaştırması için ganimetler üzerindeki mülkiyeti, Allah ve Resulüne veriyor. Bunun amacı mü'min kitlenin gönlünü her türlü ganimet duygusundan arındırmak,ganimetler hakkında aralarında başgösteren çekişmeye engel olmak ve ganimetler üzerindeki tasarruf yetkisini Allah'ın gösterdiği şekilde Peygamber'e vermektir. Böylece gönüllerde ganimetlere ilişkin olarak herhangi bir kırgınlık kalmamış olur. Ganimetleri toplayan, ancak paylaşma sırasında başkalarıyla aynı düzeyde tutulan gençlerin gönüllerinde yer eden olumsuz düşünceler giderilmiş olur.
Sonra yüce Allah, gerek ganimetler konusunda olsun, gerekse ganimetlerin dışında olsun, yüce Allah'ın seçtiği şeyin daha hayırlı olduğunu, insanların sadece görebildikleri şeyleri bilebildiklerini, gaybınsa onlara kapalı olduğunu anlamaları için onların kendileri için istediği sonuçtan ve Allah'ın onlar aracılığıyla onlar için dilediği sonuçtan oluşan bu örneği veriyor. Gözlerinin önündeki pratik hayatlarından veriyor bu örneği. Ganimetlerini bölüştükleri savaşı örnek veriyor. Bu savaşta kendileri için ne istemiş? İşte böylece onların istediği şeyle Allah'ın istediği şeyin birbirlerinden ne kadar uzak olduğunu öğrensinler. Kuşkusuz bu, aslında daha kapsamlı, görüş ve düşüncenin boyutlarını aşan, gözkamaştırıcı bir mesafedir.
5- (Ganimetlerin bölüşümü sırasında karşılaştığın bu hoşnutsuzluk) tıpkı mü'minlerin bir kesimi istemediği halde Rabbinin seni hak uğruna savaşmak için evinden çıkarmasına benzer. 6- Onlar sanki göz göre göre ölüme sürülüyorlarmış gibi, gerçek ortaya çıktıktan sonra seninle tartışıyorlar. 7- Allah, iki gruptan birinin hakkından geleceğinizi vadettiği zaman, siz güçsüz olan grubun size düşmesini istediniz. Oysa Allah sözleri aracılığı ile gerçeği yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı, soylarını kurutmayı istiyordu. 8- Amaç, mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı.
Ganimetler üzerindeki tasarruf yetkisinin Allah ve peygamberine bırakılması, ganimetlerin aralarında eşitçe bölüştürülmesi, bazı mü'minlerin bu eşitlikten memnun olmamaları, bundan önce de bazı gençlerin ganimetin büyük kısmını kendilerine ayırmalarından dolayı bazı kimselerin memnun olmayışı... Evet, bu durum, silahlı grupla savaşmak üzere Allah'ın seni evinden hak üzere çıkarması, buna rağmen bazı mü'minlerin savaştan memnun olmayışı durumuna benzemektedir... İşte bu ganimetleri elde etmelerini sağlayan sonuç gözlerinin önündedir.
Daha önce Peygamberimizin hayatını anlatan kitaplardan savaşta meydana gelen olayları sunmuştuk. Peygamberimiz kervanın elden kaçmasından sonra yanındakilerle savaş için istişarede bulunup Kureyş'in silahı ve gücüyle geldiğini belirtirken, Ebubekir ve Ömer -Allah onlardan razı olsun- kalkıp güzel bir şekilde görüşlerini belirtmişlerdi. Mikdat b Amr kalkmış ve "Ya Resulullah, Rabbinin emrini yerine getir. Kuşkusuz biz seninle beraberiz. Allah'a andolsun ki, kendi peygamberlerine, `git sen ve Rabbin savaşın, biz de sizinle birlikte savaşacağız' diyeceğiz.." demişti. Ayrıca bunların muhacirlerin görüşü olduğunu belirtmiştik. Peygamberimiz tekrar insanların görüşünü sorduğunda aralarında bulunan Ensar kendilerinin kastedildiğini anlamış ve Sa'd b. Muaz Ensar adına uzun, kesin ve tatmin edici bir konuşma yapmıştı.
Ne var ki, Ebubekir ve Ömer'in söyledikleri, Miktad'ın görüşü, Sa'd b. Muaz'ın -Allah ondan razı olsun- konuşması, Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte Medine'den çıkan herkesin görüşünü yansıtmıyordu. Bazısı savaşmak istememişti, karşı çıkmışlardı. Çünkü savaşa hazırlıklı değillerdi, sadece kervanı koruyan zayıf grupla savaşmak üzere çıkmışlardı. Kureyş'in atlısıyla, piyadesiyle, yiğitleriyle, savaşçılarıyla yola çıktığını öğrendiklerinde, onlarla karşılaşmaktan büyük bir memnuniyetsizlik belirtmişlerdi. İşte Kur'an'ın ifade tarzının, yine Kur'an'ın eşsiz yöntemiyle tablosunu çizdiği hoşnutsuzluk budur.
"(Ganimetlerin bölüşümü sırasında karşılaştığın bu hoşnutsuzluk) tıpkı mü'minlerin bir kesimi istemediği halde Rabbinin seni hak uğruna savaşmak için evinden çıkarmasına benzer."
"Onlar sanki göz göre göre ölüme sürülüyorlarmış gibi, gerçek ortaya çıktıktan sonra, seninle tartışıyorlar."
Hafız Ebubekir b. Mürdeveyh Ebu Eyyüb el-Ensari'ye dayanarak tefsirinde şu rivayete yer verir: "Biz Medine'deyken Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurdu: `Ebu Süfyan'ın kervanının yaklaştığını haber aldım. Bu kervanı karşılamaya çıkmamızı ister misiniz? Belki Allah onu bize ganimet olarak verir.' Biz de `evet' dedik. Hep birlikte sefere çıktık. Bir veya iki gün yol aldıktan sonra, bize `Kureyş'le savaşmaya ne dersiniz? Çünkü onlar sizinle savaşmak üzere yola çıkmışlar' dedi. Biz de `hayır', vallahi bizim düşmanla savaşacak gücümüz yoktur, biz sadece kervanı istemiştik' dedik. Sonra tekrar, `Kureyş'le savaşmaya ne dersiniz?' dedi. Biz de yine aynı şeyleri söyledik. Bunun üzerine Mikdat b. Amr, `Bu durumda Musa'nın kavminin Musa'ya dediği gibi, sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturuyoruz demeyiz, ya Resulullah' dedi. Bunun üzerine biz Ensar topluluğu büyük bir servetimiz olacağına Mikdat b. Amr'ın dediklerini söylemiş olmayı arzulamıştık. Sonra yüce Allah peygamberine şu ayeti indirdi:
"(Ganimetlerin bölüşümü sırasında karşılaştığın bu hoşnutsuzluk) tıpkı mü'minlerin bir kesimi istemediği halde Rabbinin seni bak uğruna savaşmak için evinden çıkarmasına benzer."
O gün müslümanların bir kesiminin gönlünde böyle düşünceler geçmişti, bu yüzden savaşmak istememişlerdir. Nihayet onlar hakkında Kur'an şöyle demişti: "Onlar sanki göz göre göre ölüme sürülüyorlar." Bu da gerçek ortaya çıktıktan ve yüce Allah'ın kendilerine iki gruptan birini va'dettiğini öğrendikten ve iki gruptan biri -kervan- elden kaçtıktan sonra diğeriyle karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu, Allah'ın onlarla karşılaşmalarını takdir ettiğini, ne olursa olsun ister kervan olsun, ister savaşçılar olsun, ister zayıf ve silahsız olsun, ister caydırıcı güçlü silahlara sahip olsun farketmez, zaferin kendilerine takdir edildiğini bildikten sonra yeralıyordu.
Kuşkusuz bu, tehlike karşısında insan ruhunun karakteristik özelliğini ortaya çıkaran bir durumdur. Burada kalben inanılmış olmasına karşın realiteyle karşı karşıya kalmanın etkisi belirginleşmektedir. Realite karşısında inancın gereklerini değerlendirirken Kur'an'ın çizdiği bu tabloyu gözönünde bulundurmalı, insan ruhunun gücünü ve pratikle karşılaşırken tereddüt geçireceğini unutmamalıyız. Dolayısıyla kalbin inancı tamamıyle benimsenmiş olmasına rağmen gerek kendimizin, gerekse bir insanın tehlike karşısında sarsıntı geçirdiğini gördüğümüzde karamsarlığa kapılmamalıyız. Bu kişinin bundan sonra dirençli olması, yoluna devam etmesi, tehlikeye pratik olarak karşı koyması ve bu ilk sarsıntıyı yenmiş olması yeterlidir. Nitekim şu Bedir savaşına katılanlar için Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur: "Ne biliyorsun? Belki de yüce Allah Bedir ehline şöyle bir bakmış ve "Dilediğinizi yapın, kuşkusuz sizi affettim" demiştir..." Bu da yeterlidir...
Müslüman kitle, yüce Allah'ın karşılaşmalarını takdir ettiği topluluğun zayıf ve güçsüz topluluk olmasını arzulamıştı:
"Allah iki gruptan birinin hakkından geleceğini va'dettiği zaman siz güçsüz olan grubun size düşmesini istediniz."
O gün müslüman kitle bunu istemişti. Yüce Allah'ın onlar aracılığıyla, onlar için dilediği ise daha başka bir şeydi:
"...Oysa Allah sözleri aracılığı ile gerçeği yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı, soylarını kurutmayı istiyordu."
"Amaç mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı."
Lütuf ve ihsan sahibi yüce Allah savaş çıkmasını dilemişti, ganimet elde edilişini değil. Hakkı gerçekleştirip kalıcı kılmak, batılı da geçersiz kılıp yok etmek için hakla batıl arasında bir çarpışmanın meydana gelmesini dilemişti. Kâfirlerin kökünü kurutmayı istemişti. Onlardan öldürülecek olanların öldürülmesini, tutsak edileceklerin tutsak edilmesini, onlardan büyüklük taslayanların burunlarının yere sürtünmesini ve güçlerinin kırılmasını, islâm bayrağının dolayısıyla Allah'ın sözünün yücelmesini istiyordu. Yüce Allah kendi sistemi doğrultusunda hayatlarını sürdürmeleri için müslüman kitleyi bölgeye etkin bir güç olarak yerleştirmeyi, bundan sonra tüm yeryüzünde Allah'ın ilahlığını ilan edip tağutları yerle bir etmek üzere harekete geçmelerini istiyordu. Aynı zamanda yüce Allah bu yerleştirmenin hakedilmesini, ciddiyetten uzak başıbozuk bir şey olmamasını, -Allah bu tür şeylerden uzaktır- bir emeğin, cihadın, realite dünyasında ve savaş meydanında süren cihadın yükümlülük ve zorlukları sonucu olmasını diliyordu.
Evet... Yüce Allah bu kitlenin bir ümmet olmasını diliyordu. Güç ve iktidar sahibi bir devlet olmasını diliyordu. Gerçek gücünü düşmanının gücüyle karşılaştırmasını, gücünün bir kısmıyla düşmanın gücüne üstün gelmesini istiyordu. Zaferin sayı, mühimmat, mal, at ve hazırlıkla gerçekleşmediğini, sadece kulların bağlılığının düzeyiyle ilişkili olduğunu öğrenmelerini istiyordu. Bütün bunların da pratik bir deneyim sonucu gerçekleşmesini, salt bir düşüncede ve kalpte yer eden soyut bir inançtan ibaret kalmamasını diliyordu. Amaç, müslüman kitlenin geleceği bakımından bütün bu pratik deneyimlerle hazırlıklı olmasını, her zaman ve her yerdeki tüm müslüman toplumların, kendileri sayıca az, düşmanları çok da olsa, kendileri maddi güç bakımından güçlü de olsa, her zaman düşmanlarına, rakiplerine galip geleceklerine inanmalarını sağlamaktır. Çünkü iman ve tuğyanın -azgınlığın- güçleri arasındaki kesin savaşın dışında bu gerçek bu denli sağlam bir şekilde yer edemez gönüllerde.
Bugün yarın bu olaya bakan her kişi, o gün müslüman kitlenin kendisi için istediği sonuçla yüce Allah'ın onlar için ïstediği sonuç arasındaki büyük uçurumu, onların hayır sandıkları şeyle yüce Allah'ın onlar için hayır olarak takdir ettiği şey arasındaki farkı görecektir. Bir insan bu olaya baktığında bu denli büyük farklılığı görecektir. Ayrıca insanların Allah'ın kendileri için seçtiği şeyden daha hayırlı bir şeyi elde etme gücüne sahip olduklarını sandıklarında nasıl yanıldıklarını bilecektir. Ötesinde akıllarına ve hayallerine gelmeyecek hayırlar bulunmasına rağmen, kimi tehlikelerle karşılaştıklarında, biraz eziyet çektiklerinde, yüce Allah'ın kendileri için seçtiği şeyden kaçındıklarını öğreneceklerdir.
Müslüman kitlenin kendisi için istediği nerede, yüce Allah'ın onlar için dilediği nerede?.. Şayet güçsüz olan grupla karşılaşacak olsalardı, bir ganimet alma hikâyesi olarak kalacaktı bu olay. Bir kervana saldırıp onu ganimet alan bir kavmin olayı olarak bilinecekti Bedir savaşı. Fakat Bedir savaşı, bir inanç olarak yer alır tarihte. Hakla batıl arasındaki kesin zaferin ve ayrılığın olayı... Hakkın sayısal bakımdan azınlık olmasına, hazırlık ve donatım açısından yetersiz olmasına rağmen, her türlü silah ve mühimmatla donatılmış düşmanlarına galip gelmesinin hikâyesi... Allah'a bağlanan ve kişisel zaaflardan kurtulan gönüllerin kazandığı zafer... Hatta aralarında savaşmak istemeyen kimselerin de bulunduğu bir avuç gönülün kazandığı zaferin olayı olarak tarihte yeralır Bedir savaşı. Bu gönüller somut realitenin üzerine çıkarak güçlerin hakikatine ve ölçülerinin yanılmazlığına inanarak hareket etmişler. Bu yüzden önce kendi nefislerine, içinde bulundukları duruma üstünlük sağlamışlar. Sonra da görünürde güçler dengesinin batıldan yana olduğu savaşa girişmiş, kesin inançları sayesinde dengeyi tersine çevirmiş, hakkı kesin bir şekilde üstün getirmişlerdi.
Dikkat edin, meydana geldiği koşullar itibariyle Bedir savaşı insanlık tarihinde bir örnektir. Zafer ve yenilgi prensiplerini realiteler dünyasında duyurmaktadır. Zafer ve yenilginin sebeplerini ortaya çıkarmaktadır. Dikkat edin Bedir savaşı, her zaman ve mekânda tüm nesillerin okuduğu açık bir kitaptır. Bu kitabın anlamı değişmediği gibi, mahiyeti de değişmez. Bedir Allah'ın ayetlerinden bir ayettir. Yarattıkları için yürürlüğe koyduğu kanunlardan bir kanundur. Yer-gök durdukça bu kanun yürürlükte kalacaktır. Cahiliye tarafından istila edildikten sonra tekrar yeryüzüne islâmı egemen kılmak için cihad hareketine girişen bugünkü müslüman kitle, belirlediği kesin değerler ve ortaya çıkardığı insanların kendileri için istediği ile Allah'ın onlar için istediğinin arasındaki korkunç farkla birlikte Bedir savaşı üzerinde uzun uzadıya durmalıdır.
"Allah iki gruptan birinin hakkından geleceğinizi va'dettiği zaman siz güçsüz olan grubun size düşmesini istediniz. Oysa Allah sözleri aracılığı ile gerçeği yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı, soylarını kurutmayı istiyordu."
"Amaç, mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği yüceltmek ve batîlı ortadan kaldırmaktı."
Bugün insanların dünyasında ve realiteler aleminde bu dini yeniden diriltmek için mücadeleye girişen müslüman kitle, kuşkusuz hareket açısından ilk müslüman kitlenin Bedir günü bulunduğu aşamada değildir. Ancak Bedir'in genel ölçüleri, değer ve direktifleri, sebep ve sonuçları ve Kur'an'ın Bedir savaşına ilişkin değerlendirmeleri, hareketin her aşamasında müslüman kitlenin karşısına çıkacak, onu yönlendirecektir. Çünkü bunlar yer-gök durdukça ve yeniden islâmî dirilişi gerçekleştirmek için cahiliyeye karşı cihad eden bir müslüman kitle bulundukça varolması kaçınılmaz olan genel ve sürekli kurallardır.
ÇAĞLARI KUŞATAN ZAFERİN ATMOSFERİSonra surenin akışı, savaşın meydana geldiği atmosferi, yaşanan şartları, yani o ortamı sunmaya devam ediyor. Amaç durumlarının ne olduğunu, yüce Allah'ın onları nasıl yönlendirdiğini, Allah'ın yönlendirmesinin bir eseri olan zaferin nasıl kazanıldığını iyice açığa çıkarmaktır. Kur'an'ın eşsiz ifadesi, savaşı bir daha yaşamaları için sahneleri, olayları, heyecan ve korkularıyla birlikte olayı yeniden canlandırıyor. Ancak Kur'an'ın direktiflerinin ışığında, Bedir'i, Arap Yarımadası'nı ve tüm yeryüzünü aşan, göklere ve yüceler alemine kadar uzanan gerçek boyutlarını görüyorlar. Nitekim bu olay zaman bakımından Bedir gününü, Arap Yarımadası'nın tarihini aşıp dünya hayatının ötesinde her davranışın gerçek karşılığının verildiği, müslüman kitlenin Allah'ın ölçüsündeki değerini, bu dinle hareket etmesinin amellerinin mükafatını ve üstün konumunu gördüğü Kıyamet gününe, yani son hesaba kadar uzanıyor.
9- Hani siz Rabbinizden yardım istediğinizde Allah bu çağrınıza 'Ben size ardarda gelecek bin kişilik bir melek ordusu ile yardım edeceğim' diye cevap verdi. 10- Allah sadece müjde olsun ve kalpleriniz güven bulsun diye size bu yardımı yaptı. Zaten yardım, zafer doğrudan doğruya Allah katındandır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir. 11- Hani Allah, korkunuzu gidermek için sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Ayrıca sizi temizlemek, şeytanın vesvesesinden arındırmak, kalplerinizi pekiştirip kaynaştırmak ve ayaklarınızın yere sağlam basmasını sağlamak için size gökten su indirdi. 12- Hani Rabbin meleklere "Ben sizinle beraberim, mü'minleri yüreklendirin, ben kafirlerin kalplerine korku salacağım, vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına,' diye vahyetti. 13- Şundan dolayı ki, onlar Allah'a ve Peygamber'e karşı çıktılar. Kim Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarsa bilsin ki, Allah'ın azabı ağırdır. 14- İşte size Allah'ın azabı, tadınız onu. Ayrıca kâfirler için cehennem azabı da vardır.
Savaş bütünüyle Allah'ın emri, iradesi, tedbir ve takdiriyle meydana gelmiş; O'nun ordusu ve yönlendirmesiyle sürmüştü. Bu ordu, olmuş bitmiş bir sahneyi şu anda oluyormuş gibi sunan Kur'an'ın tasvirli, hareketli ve canlı ifadelerinde tüm hareketleri ve adımlarıyla açıkça görülmektedir.
Yardım isteme olayına gelince, İmam Ahmed Ömer b. Hattab'dan -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet eder: "Bedir günü Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına baktı, üçyüz küsûr kişi, müşriklere baktı, binden fazla... (Diğer rivayetlerde müşriklerin sayılarının binle-dokuzyüz arasında olduğu geçmektedir.) O zaman Peygamberimiz üzerinde hırkası ve zırhı olduğu halde kıbleye döndü, "Allah'ım bana va'dettiğin zaferi ver. Allah'ım şayet şu müslüman topluluğu helâk edersen, yeryüzünde sana kulluk eden kalmaz" diye dua etti. Ömer diyor ki, sürekli Rabbine dua ediyor, yardım istiyordu. Ta ki, hırkası omuzlarından düştü. Ebubekir hırkayı alıp Peygamberimizin üzerine attı ve onu arkadan kucaklayıp, "Ey Allah'ın peygamberi, Rabbine bu kadar yakarışın yetişir, O sana va'dettiği zaferi verecektir" dedi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Hani siz Rabbinizden yardım istediğinizde Allah bu çağrınıza, `Ben size ardarda gelecek bin kişilik bir melek ordusu ile yardım edeceğim' diye cevap verdi."
Bedir günü müslümanlara yardım için gönderilen melekler, sayıları, ne şekilde savaşa katıldıkları, savaşta dayanıklılık gösteren mü'minlere ve yenik müşriklere neler söyledikleri konusunda birçok ayrıntılı rivayet yeralmıştır. Ne var ki, biz -şu tefsirde takip ettiğimiz yöntem uyarınca- bunun gibi gayb dünyasına ilişkin durumlarda Kur'an ya da sünnette yeralan kesin açıklamalarla yetiniyoruz. Buradaki Kur'an ayetleriyse, bizim için yeterlidir: "Hani siz Rabbinizden yardım istediğinizde Allah bu çağrınıza `Ben size ardarda gelecek bin kişilik bir melek ordusu ile yardım edeceğim' diye cevap verdi."
İşte sayılar... "Hani Rabbin meleklere `Ben sizinle beraberim, mü'minleri yüreklendirin, ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım, vurun boyunlarına, indirin darbelerinizi, parmaklarına' diye vahyetti." Yaptıkları da budur. Bunun ötesinde ayrıntılara girmenin gereği yoktur. Çünkü Kur'an ayetinde belirtilenler yeterlidir. Kendileri sayısal bakımdan az, düşmanlarıysa çok çok fazla olduğu böyle bir günde, yüce Allah'ın müslüman kitlenin ve bu dinin durumuyla yüceler aleminden yüce Allah'ın sözleriyle nitelediği gibi fiili bir şekilde ilgilendiğini bilmemiz yeterlidir.
Buharî, "Meleklerin Bedir savaşına katılmaları" bölümünde şöyle der: "Bize İshak b. İbrahim anlattı; bize Cerir anlattı, o da Yahya b. Said'den, o da Muaz b. Rifae b. Rafi ez Zerkî'den, o da babasından (babası Bedir savaşına katılan müslümanlardandı) şöyle anlattı: Cebrail -selâm üzerine olsun- Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- geldi ve `Aranızda Bedir savaşana katılanları nasıl biliyorsunuz?' dedi. Peygamberimiz de, `müslümanların en üstünleri' -veya buna benzer bir söz- dedi. Cebrail,"`Bedir savaşına katılan melekler de öyle' dedi. (Bu hadisi sadece Buharî rivayet etmiştir.)
"Hani siz Rabbinizde Allah bu çağrınıza `Ben size ardarda gelecek bin kişilik bir melek ordusu ile yardım edeceğim" diye cevap verdi."
"Allah sadece müjde olsun ve kalpleriniz güven bulsun diye size bu yardımı yaptı. Zaten yardım, zafer doğrudan doğruya Allah katındadır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Yardım istediklerinde Rabbleri onlara cevap vermiş ve ardarda gelen bin kişilik melek ordusuyla yardım edeceğini bildirmişti. Bu olayın büyüklüğüne ve müslüman kitle ile bu dinin Allah'ın ölçüsündeki değerine işaret etmesine rağmen, yüce Allah müslümanların bu sonucu doğuran herhangi bir sebep olduğunu düşünmelerine imkân vermiyor, müslümanın inancını ve düşüncesini düzeltmek için olayı kendisine bağlıyor. Yüce Allah'ın verdiği cevap, gönderdiği yardım ve şu haber... Evet tüm bunlar müjdeden ve kalplere güven duygusunu vermekten başka bir şey değildir. Yoksa zafer kesinlikle Allah katındandır ve başka türlü de olamaz. Burada Kur'an ayetlerinin akışında belirginleşen inanca ilişkin gerçek budur. Böylece müslümanın gönlünün herhangi bir sebebe bağlanması önlenmiş olur.
Müslümanlara düşen, varolan tüm güçlerini sarfetmeleri, pratik tehlike karşısında aralarında bazılarının başına geldiği ilk sarsıntının üstesinden gelmeleri ve Allah'ın yardımına güvenerek O'na itaat etmeye devam etmeleridir. Görevlerini yerine getirmiş olmaları için bu yeterlidir. Bundan sonra kendilerini yönlendiren ve hayatlarını planlayan ilahî güç devreye girecektir. Bunun ötesi, pratik tehlike karşısında mü'min gönüllere yönelik müjde, güven ve destektir. Savaş meydanında kendine güven duyması ve direnç gösterebilmesi için mü'min kitlenin, Allah'ın ordusunun kendileriyle beraber olduğunun bilincinde olması yeterlidir. Bundan sonra zafer sadece Allah katından gelir. Çünkü O'ndan başkası zafer vermeye güç yetiremez. O, "Üstün iradelidir." İşini yerine getirmeye kadir ve etkindir. O, "Hikmet sahibidir." Her olayı yerli yerinde çözümler.
"Hani Allah, korkunuzu gidermek için sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Ayrıca sizi temizlemek, şeytanın vesvesesinden arındırmak, kalplerinizi pekiştirip kaynaştırmak ve ayaklarınızın yere sağlam basmasını sağlamak için size gökten su indirdi."
Savaş öncesi müslümanları bürüyen uyku hikâyesi ilginç psikolojik bir hikâyedir. Böyle bir şey ancak Allah'ın emri, takdiri ve yönlendirmesiyle olabilir. Müslümanlar daha önce hesaplayamadıkları, o ölçüde hazırlık yapmadıkları bir tehlikeyle karşı karşıya gelip kendilerinin de sayısal bakımdan çok az olduklarını görünce paniğe kapılmışlardı. O sırada birden bire uykuya dalmışlardı. Uyandıklarında içlerini huzur kaplamıştı, gönüllerini güven duygusu sarmıştı. (Uhud gününde de böyle olmuştu. Tekrar paniğe kapılmışlardı. Yine uyku bürümüştü onları. Sonunda güven duygusu doldurmuştu içlerini).
Bir gün batımında bu ayetleri düşünüyorum. Müslümanları bürüyen bu uykuya ilişkin rivayetleri inceliyordum. Olayı meydana gelmiş ve Allah'dan başka kimsenin sırrını bilemediği ve yine O'nun haber verdiği bir olay olarak algılıyordum. Sonra birdenbire bir sıkıntıya girdim. Sebebini bilmediğim korkunç sıkıntılı anlar yaşadım. Derinden derine ızdırap çekiyordum. Sonra birkaç dakikayı geçmeyecek hafif bir uyuklama aldı beni. Daha öncekinden farklı bir insan olarak uyandım. Ruhum sakinleşmiş, kalbim durulmuştu. Gönlüm derin bir güven ve huzur havası içinde yüzüyordu. Bu nasıl olmuştu? Bu ani değişim nasıl gerçekleşmişti, bilmiyordum. Ancak ben bundan sonra Bedir ve Uhud'da meydana gelen olayı kavramıştım. Bu sefer tüm benliğimle kavramıştım, aklımla değil. Zihnimde canlı bir olgu olarak algılıyordum. Salt düşünce olarak değil. Bu olayda gizliden ve dolaysız olarak işlevini yerine getiren Allah'ın elini görüyordum. Artık içim huzur dolmuştu. Hiç kuşku yok ki, o sırada uykuya dalmaları, bunun sonucunda kalplerinin güven duygusuyla dolması, yüce Allah'ın Bedir gününde mü'min kitleye yönelik yardımlarından biriydi.
"Yuğaşşikum", "en-Nuas ve "emeneten" kelimeleri latif ve şeffaf bir ortam oluşturuyorlar. Sahnenin genel atmosferini ve mü'minlerin o günkü durumunu tasvir ediyorlar. Müslümanların o gün yaşadıkları iki durumu birbirinden ayıran bu psikolojik anın değeri belirginleşmektedir.
Su olayına gelince:
"(...) Sizi temizlemek, şeytanın vesvesesinden arındırmak, kalplerinizi pekiştirip kaynaştırmak ve ayaklarınızın yere sağlam basmasını sağlamak için size gökten su indirdi."
Savaşın eşiğinde, yüce Allah'ın müslüman kitleye yönelik yardımlarından biri de buydu.
Ali b. Talha, Abdullah İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet eder: `Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Bedir'e vardığında karargâh kurdu. Müşriklerle su arasında ise bir kum tepesi vardı. Bu, müslümanların moral açısından çökmelerine neden oldu. Şeytan da içlerine öfke salıp şu vesveseyi telkin ediyordu: `Siz hem kendinizi Allah'ın dostları sanıyorsunuz. Aranızda da Allah'ın peygamberi var. Oysa suyu ele geçirmede müşrikler size üstünlük sağladılar. Siz cünüp mü namaz kılacaksınız?' Bunun üzerine yüce Allah şiddetli bir yağmur yağdırdı. Müslümanlar hem içtiler, hem de temizlendiler. Böylece yüce Allah şeytanın vesvesesini geçersiz kıldı. Yağmurdan dolayı kum da sıkıştı. İnsanlar ve hayvanlar rahatça yol alıyordu. Nihayet müşriklere yaklaştılar. Allah peygamberine bin kişilik bir melek ordusunu yardıma gönderdi. Beşyüz kişilik grubunda Cebrail, diğer beşyüz kişilik grubunda da Mikail yer alıyordu.
Bu olay, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Habbab b. Münzir'in görüşüne uyup Bedir kuyusunun başında konaklamasından ve diğer kuyuları kapatmasından önce meydana gelmişti.
Bilindiği gibi Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Bedir'e vardığında en yakın su kuyusunun -yani bulduğu ilk su kuyusunun- başında konaklamıştı. Bunun üzerine Habbab b. Münzir yanına varıp, "Ya Resulallah burada konaklamanı emreden yüce Allah mıdır? Yani bunu değiştiremez miyiz?.. Yoksa bir savaş taktiği ve hilesi olarak mı burayı seçtin?" dedi. Peygamberimiz, "Bir savaş taktiği ve hilesi olarak burayı seçtim" dedi. Bunun üzerine Habbab, "Ya Resulallah, burası uygun bir yer değildir. Gidip Kureyş'e en yakın kuyunun başına konaklayalım diğer kuyuları da kapatalım. Bir havuz açıp su dolduralım. Böylece bizim suyumuz olurken, onlarınki olmaz" dedi. Peygamberimiz harekete geçip dediklerini yaptı. (İbn-i Kesir tefsirinden.)
Yüce Allah'ın Bedir savaşına katılan kitleye hatırlattığı bu durum -Habbab b. Münzir'in tavsiyesine uyulmadan önce işte bu gecede meydana gelmişti. Bu gecede gönderilen yardım ise, çift yönlü bir yardımdır, hem maddi, hem psikolojik bir yardımdır. Su, çölde bir zafer aracı olmasının yanında, hayat unsurudur da. Çölde suyu kaybeden ordu, çarpışmadan önce moral kaybetmiş demektir. Sonra içinde bulunulan ortama eşlik eden bu psikolojik durum ve şeytanın bunu istismar etmesi, suyun yokluğundan dolayı gerekli temizliğin yapılamaması dolayısıyla namaz kılmanın zorlaşması durumudur. (O sıralarda henüz teyemmüm izni verilmemişti. Bu izin daha sonraları Hicri beşinci senede Beni Mustalik savaşında verilmişti) Bu noktada telkinler ve vesveseler harekete geçiyor. Böyle bir sıkıntı ve psikolojik çöküntü havası içinde savaşa giren gönüller, içten içe sarsılmış ve ruhsal olarak bozguna uğramış bir şekilde savaşa giriyorlar demektir. İşte bu noktada yetişiyor yardım, böyle bir ortamda geliyor ilahi destek.
"(...) Sizi temizlemek, şeytanın vesvesesinden arındırmak, kalplerinizi pekiştirip kaynaştırmak ve ayaklarınızın yere sağlam basmasını sağlamak için. size gökten su indirdi."
Psikolojik yardım maddi yardımla tamamlanıyor. Suyun bulunmasıyla kalpler duruluyor. Gerekli temizlik yapılarak ruhlar huzura kavuşuyor. Yerin sertleşmesi ve kumların sıkışması sonucu ayakların yere sağlam basması sağlanıyor.
İMAN ve SEBATBütün bunlar, yüce Allah'ın mü'minleri yüreklendirmelerine ilişkin olarak meleklere vahyettiklerinin, kâfirlerin gönüllerine korku salacağına ilişkin va'dinin ve savaşa fiilen katılmalarına ilişkin meleklere yönelik emrinin yanında yeralıyor:
"Hani Rabbin, meleklere `Ben sizinle beraberim, mü'minleri yüreklendirin, ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım, vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına' diye vahyetti."
Dehşet verici bir durum bu. Yüce Allah'ın savaşta meleklerle beraber olması ve meleklerin savaşta müslüman kitlenin yanında yeralması. Bu durumla, "Melekler ne şekilde savaşa katılmışlar? Kaç kişiyi öldürmüşler? Nasıl öldürmüşler?" gibisinden araştırmalara girmekle uğraşmak doğru olmaz. Bu ortama ilişkin en büyük gerçek işte bu gerçektir. Müslüman kitlenin yeryüzünde bu din uyarınca harekete geçmesi olağanüstü bir olaydır. Yüce Allah'ın savaşta meleklerle beraber olmasını, meleklerin de müslüman kitleyle birlikte savaşa katılmalarını hakedecek dehşet verici bir durumdur bu.
Biz yüce Allah'ın yarattıklarından melek adı verilen yaratıkların varlığına inanıyoruz. Ancak onların yaratıcısının onlara ilişkin olarak bildirdiklerinden başka onların mahiyetlerine ilişkin herhangi bir şey bilmiyoruz. Aynı şekilde Kur'an ayetinin açıkladığının dışında müslümanların Bedir savaşında zafer kazanmalarında katkılarının mahiyetini de bilmiyoruz. Rabbleri onlara, "Ben sizinle beraberim" diye vahyetmiş, müslümanları yüreklendirin diye emretmiş, onlar da yapmışlar. -Çünkü onlar emredileni yaparlar- Ama nasıl yapmışlar, işte onu bilmiyoruz. Yüce Allah onlara müşriklerin boyunlarını vurmalarını, parmaklarına darbeler indirmelerini emretmiştir. Yine mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde söylenenleri yapmışlardır. Bu durum, meleklerin tabiatına ilişkin olarak bizim kavrama yeteneğimizi aşan bir durumdur. Bu konuda yüce Allah'ın bize öğrettiklerinden başka bir şey bilmiyoruz. Aynı şekilde yüce Allah kâfirlerin kalplerine de korku salacağını va'detmişti. Nitekim olmuştu da. Çünkü onun va'di gerçektir. Yine biz, bunun da nasıl gerçekleştiğini bilemeyiz. Yaratan Allah'tır. Ve yarattıklarını en iyi O bilir. Çünkü O kişiyle kalbi arasına girer. Ve O insana şah damarından daha yakındır.
Bu tür fiillerin mahiyetlerini ayrıntılı biçimde kurcalamak, bu inancın ve bu inanç uyarınca girişilen pratik hareketin tabiatından olan ciddilikle bağdaşmaz. Ne var ki, insanların bunu kurcalamaları, bu dinde yeralan gerekli ideallerden uzaklaştıkları düşünsel ölçüsüzlüktür. Bunlar akıllara ve ruhlara egemen olduğu sonraki çağlarda, islâmi mezheplerin ve kelâm ilminin konuları arasına girmiştir. Oysa savaşta yüce Allah'ın meleklerle birlikte olmasının, meleklerin de müslüman kitlenin yanında savaşa katılmalarının dehşet verici işaretlerinin boyutları üzerinde durmak çok daha yararlı ve yerinde olacaktır.
Bu gözden geçirmenin sonunda ve bu dehşet verici gerçeği olanca açıklığıyla belirginleştiren bu olağanüstü sahnenin ardında, bütün savaşların ve savaşlarda meydana gelen zafer ve yenilgilerin ötesinde yeralan ve bu işlerin meydana gelişine yön veren kural ve kanuna ilişkin aydınlatıcı bir açıklama yeralıyor:
"Şundan dolayı ki, onlar Allah'a ve Peygamber'e karşı çıktılar. Kim Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarsa bilsin ki, Allah'ın azabı ağırdır."
Kuşkusuz, yüce Allah'ın müslüman kitleye yardım etmesi ve müslüman kitlenin düşmanlarına korkuyu musallat etmesi, aynı şekilde meleklerin onlarla birlikte savaşta yeralması bir defalık bir olay, ya da geçici bir rastlantı değildir. Bunun nedeni kâfirlerin Allah'a ve Peygamber'e karşı bir çizgi benimsemeleri Allah ve Peygamber'in safından başka bir saf edinmeleridir. Allah'ın yolundan insanları alıkoyan ve onları Allah'ın hayat sisteminden başkasına uymaya yönelten bu zıt ve karşıt tutumu sergilemeleridir.
"(...) Kim Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarsa bilsin ki, Allah'ın azabı ağırdır."
Kendisine ve peygamberine karşı çıkanlara ağır azabını gönderir. Kuşkusuz O, onları cezalandırmaya kadirdir. Onlarsa buna karşı koyamayacak kadar zayıftırlar.
Bu bir kuraldır, değişmez bir yasadır, bir defalık rastlantı değildir. Yeryüzünde tek başına Allah'ın ortaksız ilahlığını duyurmak ve sadece O'nun hayat sistemini egemen kılmak için müslüman kitle harekete geçtiği ve düşmanları Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkış tavrını sergiledikleri sırada yürürlüğe giren temel bir kural, değişmez bir yasadır bu. Evet böyle bir durumda müslümanları yüce Allah yüreklendirir, onlara zafer verir. Korku ve yenilgi ise, Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkanlar içindir. Ancak müslüman kitle yolunda dosdoğru hareket ettiği, Rabbine güvendiği ve sadece ona dayanarak yolaldığı sürece...
Sahnenin sonunda, yüce Allah, Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkanlara hitab ediyor... Şu dünyada yaşadığınız korku ve ağır yenilgi size verilecek cezanın tamamı değildir. Çünkü bu din, O'nun direktifleri uyarınca hareket etmemek ve bu dinin yoluna dikilmek, sırf bu dünyayı ilgilendiren bir durum değildir, yalnızca bu dünya hayatının işi değildir. Şu yeryüzünün ötesine uzanan, şu hayatı aşan bir durumdur. Boyutları şu yakın uzaklıkların ötesine varmaktadır.
"İşte size Allah'ın azabı, tadınız onu. Ayrıca kâfirler için cehennem azabı da vardır."
Yolun sonu budur. Yaşadığınız korku, ağır yenilgi, boyunlarınıza ve parmaklarınıza yediğiniz darbelerle mukayese kabul etmeyen azap işte budur...
MADDİ TECHİZAT VE TESLİMİYETŞimdi... Kuşkusuz müslümanlar savaşın sahnelerini ve savaşın meydana geldiği koşulları yeniden yaşamışlardı. Onlara savaş meydanında işlevini yerine getiren Allah'ın eli, tedbiri, yardımı ve desteği gösterilmişti. Dolayısıyla savaş meydanında Allah'ın takdirine ve gücüne perde olmaktan başka bir işlevlerinin olmadığını öğrenmişlerdi. Peygamberi hak üzere evinden çıkaran Allah'tı. Onu gösteri, haksızlık ve azgınlık için çıkarmamıştı. Kâfirlerin kökünü kurutmak gibi dilediği bir iş için iki gruptan biriyle karşılaşmalarını takdir eden yüce Allah'dı.
"Amaç mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği yüceltmek ve bâtılı ortadan kaldırmaktı."
Ardarda gelen bin kişilik bir melek ordusunu onlara yardım için gönderen yine Allah'tı. Kendilerine güvenmelerini sağlayan, uykuyu veren; temizlenmeleri, şeytanın vesvesesinden kurtulmaları, gönüllerini kaynaştırmaları ve ayaklarını yere sağlam basmaları için gökten su indiren Allah'tı. Mü'minleri yüreklendirmelerini meleklere vahyeden ve kâfirlerin gönüllerine korku salan yine Allah'tı. Meleklerin savaşa katılmalarını sağlayan, kâfirlerin boyunlarını vurmalarını ve müşriklerin parmaklarına darbeler indirmelerini emreden Allah'tı. Malsız, desteksiz ve hazırlıksız çıktıkları seferde bunca ganimeti almalarını sağlayan ve onları lütfuyla rızıklandıran yine Allah'tı.
Şimdi... Kuşkusuz Kur'an'ın akışı tüm bunları sunmuş, gönüllerinde yeniden yaşatmış, gözlerinin önünde canlandırmıştı. Bu sunuş, insanın tedbirlerine, sayı ve hazırlık gücüne dayanmayan, tersine Allah'ın tedbirine, takdirine, yardım ve desteğine, aynı şekilde sadece O'na dayanmaya, sırf O'na sığınmaya, O'ndan yardım istemeye ve O'nun tedbir ve takdirine göre hareket etmeye dayanan kesin zaferden bir tabloyu içermektedir.
Bu sahnenin gönüllerde yerettiği, gözler önünde canlandığı şu anda... Gönüllerin direktiflere karşılık vereceği en uygun ortamın oluştuğu şu anda... Evet işte bu anda mü'minlere bu sıfatlarıyla yönelik, kâfirlerle karşılaştıklarında direnmelerine, yenilgi ve kaçıştan ötürü arkalarına dönmemelerine ilişkin bir emir yeralıyor. Nasıl olsa zafer ve yenilgi, insanların iradesinden üstün bir iradeye, insanların gördükleri sebeplerin dışındaki sebeplere bağlıdır. Nasıl olsa her işi olduğu gibi savaşı da yönlendiren Allah'tır. Mü'minlerin eliyle kâfirleri öldüren O'dur. O'dur atılan oku hedefine ulaştıran. Mü'minler Allah'ın gücüne perde konumundadırlar. Yüce Allah cihad ve o esnada yaşadıkları sıkıntılardan dolayı sevap diliyor onlar için. Kâfirlerin gönüllerine korku salan, planlarını boşa çıkaran, Allah'a ve Peygamber'e karşı çıktıklarından dolayı onlara dünya ve ahiret azabını tattıran Allah'dır.
15- "Ey mü'minler, kâfirlerin üzerinize doğru ilerleyen ordusu ile karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönmeyeniz. " 16- Savaş taktiği gereğince yer değiştirme ya da başka bir birliğe katılma amaçları dışında o gün kim kâfirlere arka dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne fena bir dönüş yeridir. 17- Müşrikleri öldüren siz değildiniz, fakat Allah öldürdü onları. Onlara doğru toprak atarken, sen atmadın, fakat Allah attı. Allah kendi keremi ile mü'minleri güzel bir sınavdan geçirmek için bunu böyle yaptı. Hiç kuşkusuz Allah işitendir, bilendir. 18- Bunların yanısıra Allah kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkarandır.
Kur'an'ın ifadesinde sakındırmadaki kesinlik, cezalandırmadaki korkunçluk ve Allah'ın öfkesi ile ateşe dönüşte tehdit belirginleşmektedir.
"Ey mü'minler, kâfirlerin üzerinize doğru ilerleyen ordusu ile karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönmeyiniz."
"Savaş taktiği gereğince yer değiştirme ya da başka bir birliğe katılma amaçları dışında o gün kim kâfirlere arka dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne fena bir dönüş yeridir."
Bunun anlamı şudur: Ey mü'minler kâfirlere doğru ilerlediğinizde, yani bir-. birïnize yaklaşıp karşı karşıya geldiğinizde, onlardan kaçmayın, ancak bir savaş taktiği gereği, daha iyi bir mevzi belirlediğinizde ya da daha sağlam bir plan düşündüğünüzde veya başka bir birliğe katılmak istediğinizde yahut tekrar savaşa devam etmek için gerideki müslümanlara katılmak istediğinizde geriye dönebilirsiniz. Yoksa geriye dönen ve ileriye hareket edildiği bu günde, düşmana arkasını dönen şu azabı haketmiştir: Allah'ın öfkesini çekmeyi ve cehenneme dönüşü...
Bu hükmün Bedir savaşına ya da Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- katıldığı savaşlara özgü olduğunu kabul eden bazı görüşler vardır. Ancak çoğunluk bu hükmün genel olduğu ve düşman saldırısı karşısında geri kaçmanın yedi büyük günahtan biri olduğu görüşündedir. Nitekim Buhari ve Müslim Ebu Hureyre'den -Allah ondan razı olsun- öyle rivayet ederler: "Peygamberimiz `Yedi büyük günahtan sakının" buyurdu. `Hangileridir bunlar, ya Resulullah?' denildi. "Allah'a ortak koşmak, sihir, haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetimin malını yemek, düşman karşısında geri kaçmak, bir şeyden habersiz iffetli mü'min kadınlara zina iftirasını atmak" buyurdu.
Cessas `Ahkâm'ul Kur'an" adlı eserinde bu konuda geniş bir açıklamaya yer verir. Buraya almakta bir sakınca görmüyoruz:
"Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Savaş taktiği gereğince yer değiştirme ya da başka bir birliğe katılma amaçları dışında o gün kim kâfirlere arka dönerse..." Ebu Nadra Ebu Said'den, `Bunun Bedir günü için geçerli olduğunu" rivayet eder. Ebu Nadra diyor ki, "Çünkü onlar o gün kaçmış olsalardı, müşriklere sığınmış olacaklardı. Onların dışında o gün başka müslüman yoktu çünkü... "Ebu Nadra'nın bu sözleri doğru değildir. Çünkü Ensar'dan birkaç kişi Medine'de kalmıştı. Peygamberimiz onların sefere çıkmalarını emretmemişti. Onlar da savaşılacağını tahmin etmemişlerdi. Sadece kervanın hedeflendiğini sanmışlardı. Peygamberimiz de kendisiyle birlikte çabuk davrananlarla yola çıkmıştı. Dolayısıyla Ebu Nadra'nın, `Onların dışında müslüman yoktu, bu yüzden düşmandan kaçsalardı müşriklere sığınmış olacaklardı' sözleri belirttiğimiz gibi yanılgının ifadesidir. Şöyle de denmiştir. Onların düşmandan kaçışları caiz olmazdı, çünkü Peygamber'le birlikte bulunuyorlardı. Ondan uzaklaşmaları doğru olamazdı. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Medineliler'e ve çevrelerinde bulunan bedevilere, savaşta Allah'ın peygamberinden geri kalmak, kendilerini ona tercih etmek yaraşmaz.." (Tevbe Suresi, 120)
Peygamberlerini yardımsız bırakmak, ondan uzaklaşmak ve onu düşmana teslim etmek doğru olmazdı. Gerçi yüce Allah ona yardım etmeyi ve insanlara karşı onu korumayı üzerine almıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah seni insanlardan korur." Ne var ki, düşmanın sayısı az da olsa, çok da olsa, Peygamber'in yanında yeralmak, ondan uzaklaşamamak müslümanların yerine getirmek zorunda oldukları bir farzdı. Ayrıca Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- o gün müslümanların grubu, birliği niteliğindeydi. Savaştan çekilmek zorunda kalanın, bu geri çekilmesi herhangi bir birliğe, gruba katılma şartına bağlı olarak doğru olabilirdi. Bu birlik ve bu grup da o gün için Peygamber'in şahsında somutlaşıyordu. Onun dışında da bir birlik, bir grup sözkonusu değildi. Abdullah İbn-i Ömer der ki: Bir askeri birlikte yeralıyordum. İnsanlar birer birer dağılınca, biz de Medine'ye döndük ve `Biz firar ettik' dedik. Bunun üzerine Peygamberimiz, `Ben sizin birliğinizim' dedi. Kim Peygamber'den uzak bir ,yerde kâfirlerden kaçmak zorunda kalırsa, Peygamber'in yanındaki birliğe katılmak üzere geri çekilmesi doğrudur. Ancak Peygamber beraberlerinde bulunuyorsa, bir de katılacakları diğer bir birlik sözkonusu değilse, kaçmak ve Peygamber'i yalnız bırakmak caiz değildir.
Hasan Basri, yüce Allah'ın "O gün kim kâfirlere arka dönerse..." sözü hakkında, "Bu, Bedir ehline yönelik bir hitaptır" der. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti Ama Allah onları yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve halimdir." (Al-i İmran, 155) Çünkü onlar düşman karşısında Peygamber'i -salât ve selâm üzerine olsun- yalnız bırakıp kaçmışlardı. O zaman yüce Allah onlar hakkında şöyle demişti: "Hani, o gün sayıca çok oluşunuz hoşunuza gitmiş, böbürlenmenize yolaçmıştı da bu kalabalık size hiçbir yarar sağlamamıştı; yeryüzü onca genişliğine rağmen size dar gelmişti de sonra arkanızı dönüp kaçmıştınız." (Tevbe, 25) Düşman sayı bakımından az da olsa, çok da olsa Peygamber'le birlikte oldukları zaman onlara ilişkin hüküm budur. Ancak yüce Allah bunda bir sakınca görmezse. Yüce Allah bir başka ayette şöyle der: "Ey Peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden yirmi sabırlı kişi olursa, bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden yüz kişi olsa bunlar bin kâfiri yenerler. (Enfal, 65) Bu durum -Allah daha iyisini bilir- Peygamber'le birlikte olmadıkları anlar için geçerlidir. Dolayısıyla yirmi kişi ikiyüz kâfirle kaçmaya yeltenmeden savaşmak zorundadır. Şayet düşmanın sayısı bundan fazla ise, tekrar savaşmak üzere yardım alabilecekleri müslümanlardan bir birliğe katılmak amacıyla geri çekilmelerinin bir sakıncası yoktur. Sonra yüce Allah aşağıdaki ayeti indirerek bu hükmü neshetti (değiştirdi).
"Allah bundan böyle, bu konudaki yükünüzü hafifletti ve bünyenizde bir zaaf belirdiğini bildi. Buna göre eğer sizden yüz sabırlı kişi olursa bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden bin sabırlı kişi olursa bunlar Allah'ın izniyle iki bin kâfiri yenerler. Allah sabırlılarla beraberdir. (Enfal, 66)
İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: Sizden bir kişinin on kişiden kaçmaması farz kılındı. Sonra bu sayı azaltıldı. Böylece yüz kişinin ikiyüz kişiden kaçmaması farz kılındı. İbn-i Abbas diyor ki, "Adam iki kişiden kaçarsa firar etmiştir. Üç kişiden kaçarsa firar etmemiştir." Hasan Basri, İbn-i Abbas'ın "firar etmiştir" sözünü kastederek, "O ayette kastedilen, düşmanın saldırısından kaçmaktı." Ayetin ifade ettiği bir kişinin iki kâfirle savaşmasının zorunluluğudur. Kâfirlerin sayısı iki kişiden fazla ise, o zaman o bir kişinin yardım almak amacıyla müslümanlardan bir birliğe doğru geri çekilmesi caiz olur. Ancak yanlarında yardım bulamayacağı müslüman bir topluluğa katılmak üzere kaçarsa, bu durumda şu ayette tehdit edilenlerin kapsamına girer: "O gün kim kâfirlere arka dönerse Allah'ın gazabına uğramış olarak döner." Bu yüzden Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ben bütün müslümanların birliği, grubu konumundayım." Ebu Ubeyde b. Mes'ud'un öldürülene kadar savaştığı ve yenilmediği haberi kendisine ulaşınca Ömer b. Hattab -Allah ondan razı olsun- : "Allah Ebu Ubeyde'ye rahmet etsin. Şayet bana sığınsaydı, ben onun için yardım mahiyetinde bir birlik olurdum" demiştir. Ebu Ubeyde'nin arkadaşları yanına geldiğinde de, "Ben sizin birliğiniz konumundayım" demiş ve kaçtıklarından dolayı onları azarlamamıştır. Bu hüküm, bize yani Hanefiler'e) göre kesindir. Müslüman askerlerin sayısı oniki bine ulaşmadığı sürece, kendilerinin iki katı olan düşmandan kaçmaları caiz değildir. Ancak savaşta yer değiştirmek ve düşmanlarını tuzağa düşürmek için bulundukları yerden başka bir yere geçmek gibi savaştan kaçma kastı taşımayan davranışlar bu hükmün dışındadır. Ya da birarada savaşmak üzere müslüman bir birliğe katılmak üzere geri çekilebilirler. Sayıları onikibine ulaşması durumunda ise, Muhammed b. Hasan, "Böyle bir durumda sayıları çok fazla da olsa düşmanlarından kaçmaları caiz değildir' demektedir. Bu konuda arkadaşlarımız (yani Hanefiler) arasında herhangi bir ihtilaftan söz etmemektedir. Zehri'nin Ubeydullah b. Abdullah'dan rivayet ettiği hadisi de kanıt olarak zikretmektedir: İbn-i Abbas diyor ki, "Peygamberimiz, `Arkadaşların en iyisi dört kişi olanıdır. Müfrezelerin (küçük askeri birlik) en iyisi dörtyüz kişiden oluşanıdır. Orduların en iyisi dörtbin kişiden oluşanıdır. Onikibin kişilik ordu ise, az olmadığı gibi, yenilmez de' buyurmuştur." Bazı rivayetlerde son ibare "onikibin kişilik bir topluluk aralarında söz birliği olduğu sürece yenilmezler" şeklindedir. Tahavi İmam Malik'e şöyle sorulduğunu anlatır: "Acaba Allah'ın hükmünden çıkıp başkasıyla hükmeden birine karşı savaşmayabilirmiyiz? İmam Malik, bu soruya şu karşılığı verir: Senin gibi düşünen onikibin kişi varsa savaşmak zorundasın, yok eğer sayınız bu kadar değilse, savaşmayabilirsiniz." İmam Malik'e bu soruyu soran Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz b. Abdullah b. Ömer'di. Bu görüş Muhammed b. Hasan'ın anlattıklarına uygun düşmektedir. Peygamberimizden rivayet edilen "onikibin kişilik" sayıya ilişkin hadis bu konunun esasını oluşturmaktadır. Bu durumdaki müslümanların düşmanlarının sayısı çok da olsa kaçmaları caiz değildir. Peygamberimizin buyurduğu gibi, `aralarında söz birliği' olduğu sürece, düşmanın sayısı kat kat fazla da olsa kaçamazlar. Buna göre `aralarında söz birliği' oluşturmaları da bir zorunluluktur. Cessas'tan yaptığımız alıntılar sona erdi.
Aynı şekilde "İbn-i Arabi" de "Ahkâm'ul Kur'an" adlı eserinde bu hükmün kapsamına ilişkin ihtilaflar üzerine şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Bilginler arasında görüş ayrılığı vardır, sözkonusu savaştan kaçma olayı sadece Bedir savaşına mı özgüdür, yoksa kıyamet gününe kadar meydana gelecek tüm savaşları mı kapsar, diye..." İbn-i Said el-Hudri, bunun Bedir gününe özgü olduğunu rivayet eder. "Çünkü o gün Peygamberimizden başka sığınacakları bir birlikleri, bir cemaatleri yoktu, der." Nafï, Hasan, Katade, Yezid b. Habib ve Dahhak bu görüşü benimsemişler.
İbn-i Abbas'dan ve diğer birçok alimden bu ayetin kıyamet gününe kadar geçerli olduğu rivayet edilir. "Bu gün kim onlara arka dönerse" sözüne dayanılarak bu hükmün Bedir savaşına özgü olduğu sonucuna varmışlar. Bu yüzden birçokları bunun Bedir gününe işaret olduğunu sanmışlar. Oysa ayet bütün savaşlara işaret etmektedir."
"Bunun delili de ayetïn savaştan sonra, çarpışmanın bitiminde, o günün sonunda inmesidir. Nitekim, Peygamberimizden aktardığımız sahih bir hadiste büyük günahların şunlar, şunlar olduğu sıralanmış, savaştan kaçma da bunlar arasında yeralmıştı. Bu hadis, meseledeki ihtilafları kaldıran ve bu konudaki kesin hükmü açıklayan bir nass niteliğindedir. Bu hükmün Bedir gününe özgü olduğunu düşünenlerin düştükleri yanılgıya da dikkat çekmiştir."
Biz, İbn-i Arabi'nin `İbn-i Abbas ve diğer birçok alimden' aktardığı görüşü benimsiyoruz. Çünkü sadece herhangi bir güne özgü kılmaksızın genel anlamda savaştan kaçma olayı üzerinde bu kadar sıkı sıkıya durmayı gerektirebilir. Bu açıdan pratik etkilerinin büyüklüğü, diğer açıdan inanç sistemiyle ilişkili oluşa bu uyarıyı gerektirmiştir.
Kuşkusuz mü'min gönül, yer·yüzündeki hiçbir gücün yenemeyeceği denli derin ve sağlam olmalıdır. Çünkü bu gönül işinde etkin, kullarının üzerinde karşı konulmaz otoriteye sahip Allah'ın gücüne bağlıdır. Bu gönülün -tehlike karşısında sarsıntı geçirmesi normal kabul edilmiş olsa bile, bu sarsıntının yenilgi ve kaçışa dönüşmesi normal kabul edilmemiştir. Eceller Allah'ın elindedir. Bu yüzden bir mü'minin yaşam korkusuyla savaştan kaçması caiz değildir. Bu konuda kişiye gücünü aşan bir sorumluluk yüklenmiş de değildir. Mü'min bir insandır ve kendisi gibi bir insan olan düşmanıyla karşı karşıya gelir. Onlar bu açıdan yeryüzünde eşit bir konumda görünmektedirler. Sonra mü'min karşı konulmaz büyük güce olan bağlılığıyla ayrıcalık kazanıyor. Hem mü'minin yaşaması Allah'a yöneliktir. Şehit düşse yine Allah'a gidecektir. Dolayısıyla mü'min her halûkarda, Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarak yoluna dikilen rakibinden üstündür. Bu kesin hükmün nedeni budur:
"Savaş taktiği gereğince yer değiştirme ya da başka bir birliğe katılma amaçları dışında o gün kim kâfirlere arka dönerse Allah'ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne fena bir dönüş yeridir."
İfadenin kendisi ve içerdiği hayret verici imalar üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. "Onlara arkanızı dönmeyiniz", "Kim kâfirlere arka dönerse..." Bu ifadeler yenilgiyi somut bir şekilde dile getirmektedirler. Bunun yanında bu davranışın çirkinliği, iğrençliği, düşmana arka dönmenin kötülüğü de vurgulanmaktadır. Sonra... "Allah'ın gazabına uğramış olarak döner." Yenilgiye uğrayıp dönen, Allah'ın öfkesiyle birlikte döner ve barınağına gider. "Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne fena bir dönüş yeridir."
Böylece genel atmosferi canlandırmak için ifadenin gölgesi anlamla bir uyum oluşturmaktadır. Savaş günü geriye dönüp kaçmanın çirkinliği ve kötülüğü duygusunu canlandırmaktadır vicdanlarda.
Savaş günü geriye dönmekten sakındırdıktan sonra surenin akışı, onların gerisinde savaşı yönlendiren, onlar için düşmanlarını öldüren, onlar adına atıp hedefi tutturan Allah'ın elini göstermek için devam etmektedir. Bununla beràber onlar sınanmanın sevabını alıyorlar. Çünkü yüce Allah güzel bir sınamayla onlara lütfetmeyi ve bu lütfundan dolayı onlara sevap vermeyi dilemiştir:
"Müşrikleri öldüren siz değilsiniz, fakat Allah öldürdü onları. Onlara doğru toprak atarken sen atmadın, fakat Allah attı. Allah kendi keremi ile mü'minleri güzel bir sınavdan geçirmek için bunu böyle yaptı. Hiç kuşkusuz Allah işitendir, bilendir."
Buradaki "atma"nın yorumuna ilişkin olarak çok sayıda rivayet mevcuttur. Bununla Peygamberimizin, "yüzleri kararsın, yüzleri kararsın" diyerek kâfirlerin yüzüne doğru fırlattığı bir avuç kumun kastedildiği ve bunların Allah katında o gün öldürülmeleri takdir edilenlere isabet ettiği anlatılır.
Ne var ki ayetin anlamı geneldir. Ve bu ayet, Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslüman kitlenin görülen davranışlarının ötesinde tüm işleri yönlendiren Allah'ın tedbirini ifade etmektedir. Ondan sonra yüce Allah'ın şu sözünün de yeralması bu yüzdendir:
"Allah kendi keremi ile mü'minleri güzel bir sınavdan geçirmek için bunu böyle yaptı."
Yani onları güzel bir sınavdan geçirmek suretiyle, bundan dolayı onlara zafer vermeden önce kendi katından vereceği sevapla onları rızıklandırmak için böyle yaptı. Bu ise başıyla sonuyla kat kat lütuftur:
"Hiç kuşkusuz Allah işitendir, bilendir."
Yardım isteğinizi işitir, durumunuzu bilir. Sizin, kulluğu sırf O'na özgü kıldığınızı bildiği zaman sizi kendi gücüne perde yapar. Size zafer ve sevap verir. Nitekim Bedir'de size hem zàfer, hem de sevap verdi...
"Bunların yanısıra Allah kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkarandır."
Bu sonuncusu, öncekilerden sonra gelir. O'nun savaşı yönlendirmesi, sizin elinizle düşmanlarınızı öldürmesi, peygamberinizin attığını hedefe yöneltmesi ve size sevap vermek için güzel bir sınavdan geçirmesiyle bitmiyor. Bütün bunlara ek olarak, kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkarıyor, onların planlarını ve taktiklerini etkisiz hale getiriyor. O halde korkmaya gerek yoktur. Bozguna uğrayıp dağılmanın anlamı yoktur. Mü'minlerin kâfirlerle karşılaşırken arkalarını dönüp kaçmalarını normal kılacak bir mazeret göstermeleri sözkonusu olamaz.
Bu aşamada ayetlerin akışı savaştaki tüm durumları bir nokta etrafında birleştiriyor. Müşrikleri öldüren Allah olduğuna göre, onlara atan ve bununla mü'minleri güzel bir sınavdan geçiren ve kâfirlerin tuzaklarını etkisiz hale getiren O olduğuna göre, ganimetler için koparılan bu yaygaralar, bu çekişmeler de neyin nesi? Çünkü bütün savaş Allah'ın tedbiri ve takdiri doğrultusunda gelişmiştir. Onlar sadece bu tedbir ve takdire perde olmuşlardır.
KİM ÖLDÜRÜYORAyetlerin akısı yüce Allah'ın kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkardığını açıklarken, kâfirlere, savaş öncesinde Allah'tan zafer isteyip iki gruptan en sapık olanın, bilinmeyen bir şeyi getirenin ve akrabalık bağlarını gözetmeyenin mahvolması için dua edenlere yöneliyor. (Nitekim Ebu Cehil bu şekilde dua etmiş ve Allah'tan zafer ve hükmünü belirtmesini istemişti) Ne var ki, müşrikler mahvolmuşlardı. Hitap onlara yöneliyor ve bu zafer isteyişlerini alaya alıyor. Bedir'de meydana gelenin her zaman yürürlükte olan yasadan bir örnek olduğunu, gelip geçici bir defalık bir durum olmadığını, çokluklarının ve dayanışmalarının bu işi değiştiremeyeceğini, çünkü Allah'ın mü'minlerle birlikte oluşunun değişmez bir yasa olduğunu vurguluyor:
19- Ey müşrikler eğer zafer istiyorsanız, size zafer geldi (fakat aleyhinize çıktı). Eğer Peygamber'e karşı çıkmaktan vazgeçerseniz iyiliğinize olur. Yok eğer bir daha aynı şeyi yaparsanız biz de size yine aynı akibeti tattırırız. Topluluğunuz ne kadar kalabalık olursa olsun size hiçbir yarar sağlamayacaktır. Allah kesinlikle mü'minler ile beraberdir.
Eğer zafer istiyorsanız, Allah'ın sizinle müslümanların arasındaki tartışmayı çözüme bağlamasını istiyorsanız, iki gruptan en sapık olanını, akrabalık haklarını gözetmeyenini yok etmesini istiyorsanız, işte Allah size cevap verdi. Zafer isteğinize karşılık olarak sonucun aleyhinize olmasını istedi. Sonuç, iki gruptan en sapık olanın, akrabalık haklarını gözetmeyenin aleyhine gerçekleşmiştir. Şayet gerçekten öğrenmek istiyorduysanız, şimdi öğrenmiş oldunuz; iki gruptan kimin sapık olduğunu, hangisinin akrabalık haklarını gözetmediğini.
Bu gerçeğin ışığında ve işaretin doğrultusunda onlar, içinde bulundukları şirk, küfür, müslümanlarla savaş halinde olmak ve Allah'a ve peygamberine karşı çıkma durumuna son vermeye teşvik edilmektedirler:
"Eğer Peygamber'e karşı çıkmaktan vazgeçerseniz iyiliğinize olur." Teşvikten sonra da bir korkutma yeralıyor:
"Yok eğer bir daha aynı şeyi yaparsanız biz de size yine aynı akibeti tattırırız."
Akıbet bellidir, topluluk bunu değiştiremez, çokluk başkalaştıramaz:
"Topluluğunuz ne kadar kalabalık olursa olsun, size hiçbir yarar sağlamayacaktır."
Allah mü'minlerle beraber olduktan sonra çokluk ne yapabilir ki?
"Allah kesinlikle mü'minler ile beraberdir."
Bu şekliyle savaş hiçbir zaman denk güçler arasında meydana gelen bir olay değildir. Çünkü bir safta -yanlarında Allah da olmak üzere- mü'minler yer alırken, öbür safta kendileri gibi insanlardan, başka hiçbir yardımcıları bulunmayan kâfirler yeralmaktadır. Böyle bir savaşın sonu da bellidir.
Arap müşrikleri bu gerçeği biliyorlardı. Bazı tarihsel genellemelerin etkisinde kalan kimi insanların günümüzde iddia ettikleri gibi onların yüce Allah'a ilişkin bilgileri yetersiz, yüzeysel ve karmaşık bir bilgi değildi. Araplar'ın şirki Allah'ı inkâr etmek ya da O'nun hakkında gerçek ve yeterli bilgiye sahip olmamak şeklinde belirmiyordu. Onların şirki en çok, kulluğu O'na özgü kılmamakta somutlaşıyordu. Bu da hayat sistemlerini ve toplumsal yasalarını O'ndan başkasına edinmelerinde belirginleşiyordu. Bu durum ise, Allah'ın ilahlığını kabul etmeleri ve O'nun zatına ilişkin gerçek bilgileriyle çelişiyordu.
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatın ı anlatan kitaplardan Bedir savaşında meydana gelen olayları aktarırken, Haffaf b. Eyma b. Ruhsa el Gifari'nin -ya da Ebu Eyma b. Ruhsa el-Gifari'nin- bölgesinden geçerlerken oğluyla birlikte Kureyşliler'e kesimlik develer gönderdiğini ve; "şayet isterseniz size silah ve adam yardımında bulunabilirim" mesajını ilettiğini, Kureyşliler'in ise ona oğlu aracılığıyla, "Sen akrabalık görevini yerine getirdin, üzerine düşeni yaptın. Andolsun ki, eğer biz insanlarla savaşacaksak, onlardan geri kalır bir tarafımız yoktur. "Yok eğer Muhammed'in ileri sürdüğü gibi, Allah'a karşı savaşacaksak, hiç kimsenin gücü Allah'a yetmez" mesajını gönderdiklerini görmüştük.
Aynı şekilde bir müşrik olan Ahnes b. Şureyk'in kendisi gibi müşrik olan Zühreoğulları'na, "Ey Zühreoğulları, Allah mallarınızı korudu ve arkadaşınız Muhrika b. Nevfeli kurtardı..." dediğini görmüştük.
Ebu Cehil'in -Peygamberimizin dediği gibi bu ümmetin Firavununun- Allah'tan zafer isteyişi de buna örnektir. Ebu Cehil şöyle diyordu: "Allah'ım akrabalık bağlarımızı kopardı, bilinmeyen bir şey getirdi bize. Yarın onu mahvet."
Savaştan vazgeçirmek için Utbe b. Rebia'nın gönderdiği Hakim b. Hazzam'a şöyle demişti Ebu Cehil:
"Asla! .. Allah'a andolsun ki, Allah bizimle Muhammed arasında hükmünü belirtene kadar geri dönmeyiz."
İlahlık gerçeğine ilişkin düşünceleri ve her münasebette bu gerçeği ifade etmeleri böyleydi işte... Onlar Allah'ı bilmeyen kimseler değillerdi. Hiç bir gücün Allah'a yetmeyeceğinden de habersiz değillerdi. İki taraf arasında hükmedip onları birbirinden ayıranın ve bu hükmünün geçersiz sayılmasının mümkün olmadığını bilmeyen kimseler de değillerdi. Onların gerçek şirkleri öncelikle, hayat sistemlerini ve toplumsal yasalarını, yukarıda belirttiğimiz tarzda bildikleri ve tanıdıkları yüce Allah'dan başkasından edinmekle somutlaşıyordu. Bugün müslüman olduklarını sanan -yani Muhammed'in dinine mensup olduklarını ileri süren- uluslar da bu noktada onlarla birleşmektedirler. Nitekim müşrikler de ataları İbrahim'in dinine mensup doğru yolda kimseler olduklarını ileri sürüyorlardı. Hatta -cahiliyenin babası- Ebu Cehil Allah'dan zafer isteyip şöyle diyordu: "Allah'ın akrabalık bağlarımızı kopardı, bilinmeyen bir şey getirdi bize -Bir diğer rivayette; iki gruptan en sapık olanını, akrabalık bağlarını gözetmeyenini- yarın onu mahvet."
İbadet ettikleri bilinen putlara gelince, onlara kesinlikle yüce Allah'ın ilahlığına benzer bir ilahlık isnad etmiyorlardı. Kur'an-ı Kerim bu konudaki itikadi düşüncelerinin gerçek mahiyetini ve putlara yönelik kulluk gösterisinde bulunmalarının sebebini şu şekilde açıklamaktadır: "Allah'ın dışında dostlar edinenler, bunlara bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz derler." (Zümer, 3) Putlara ilişkin düşüncelerinin düzeyi buydu. Onlara sadece Allah katında birtakım aracılar gözüyle bakıyorlardı... Onların gerçek şirkleri buradan kaynaklanmıyordu. Onlardan müslüman olanların müslümanlığı da sadece putları aracı kabul etmemekte somutlaşmıyordu. Çünkü bu şekilde putlara ibadet etmeyen ve kulluk davranışlarını sadece Allah'a takdim eden Hanifler müslüman kabul edilmemişlerdir. İslâma göre inançta, ibadette ve yüce Allah'ı hakimiyet noktasında bilmeyenler -hangi yerde ve zamanda olurlarsa olsunlar- müşriktirler. Allah'dan başka ilah bulunmadığına inanmaları sadece inanmaları- ve bireysel kulluk kasti taşıyan davranışları sadece Allah'a takdim etmeleri onları bu şirkten kurtarmaz. Bu halleriyle onlar, hiç kimsenin müslüman kabul etmediği Haniflere benzerler. İnsanlar bu zincirin halkalarını tamamladıkları zaman müslüman sayılırlar. Yani inanç ve bireysel ibadetlere yüce Allah'ın hakimiyet noktasında birlenmesini ekledikleri ve tek başına Allah'tan kaynaklanmayan herhangi bir hüküm ya da konunun veya rejimin yahut değer yargısı ve geleneğin yasallığını kabullenmekten vazgeçtikleri zaman müslüman sayılırlar. İşte sadece budur İslâm. Çünkü "Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmenin anlamı budur. Bu anlam hem islâmi düşüncede, hem de bu düşüncenin yansıması olan islâmi pratikte açıkça görülmelidir. Ayrıca bu tarzda ve bu anlamda, "Allah'tan başka ilah bulunmadığına" şahitlik edenler müslüman bir önderliğin yönetiminde, cahiliye toplumundan ve onun cahili önderliğinden soyutlanarak hareket halindeki bir toplum oluşturmaları da bir zorunluluktur.
"Müslüman" olmak isteyenlerin bu gerçeği olanca gerçekliğiyle kavramaları gerekir. İnanç ve ibadet açısından müslüman olduklarını sanarak bu gerçeği gözardı etmemelidirler. Çünkü yüce Allah'ı hakimiyette birlemedikleri, kulların hakimiyetini reddetmedikleri cahiliye toplumu ve onun cahili önderliğine yönelik dostluklarını kesmedikleri sürece sadece inanç ve ibadet insanı müslüman etmeye yetmez.
Samimi ve iyi niyetli birçok kimse bu aldatmaya kanmaktadır. Müslüman olmak istiyorlar ama, onda yanılıyorlar. Onların öncelikle islâmın tek ve gerçek şeklini kavramaları gerekir. "Müşrik" ismini taşıyan Arap müşriklerinin hiçbir açıdan kendilerinden farklı olmadıklarını bilmelidirler. Daha önce de belirtildiği gibi Arap müşrikleri gerçek anlamda Allah'ı biliyorlardı. Ve putlarını onun yanında aracı kabul ediyorlardı. Onların esas şirkleri hakimiyet noktasında ortaya çıkıyordu, inançta değil.
"Müslüman" olmak isteyen samimi ve saf kimselerin bu gerçeği iyice kavramaları gerektiği gibi, yeryüzünde ve pratik hayatta bu dinin yeniden dirilişini gerçekleştirmek için mücadele eden müslüman kitle de bu gerçeği açık, seçik ve köklü bir şekilde kavramalı, bir kapalılığa meydan vermemeli ve bunu iyice sindirmeli, kesin ve net bir şekilde anlatmalıdır. Başlangıç ve hareket noktası burasıdır. Hareket bu noktadan -daha başlangıçta- en ufak bir sapma gösterdi mi, yolunun tümünü şaşırır. Bundan sonra ne kadar içten davranırsa ve yolu takip etme konusunda ne kadar ısrarlı ve kararlı olursa da artık islâmi bir temeli bulunmayan bir harekete dönüşür.
ALLAH VE RESULÜNE İTAATUyarıcı çağrılardan oluşan ardışık bir silsilenin ardından ayetlerin akışı kendilerinden ve yüce Allah'ın onlarla beraber olduğundan söz ettikten sonra çağrıyı mü'minlere yöneltmektedir. Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeleri, bu itaatten kaçınmaktan sàkınmaları ve Allah'ın ayetlerinin kendilerine okunduğunu işittikleri halde duymayan kimselere benzememeleri çağrısında bulunmak için mü'minlere yönelmektedir. Evet, işiten kulakları ve konuşan dilleri bulunan şu sağır ve dilsizlere, yeryüzünde dolaşan canlıların en kötülerine benzememeleri uyarısında bulunmaktadır. Çünkü onlar duydukları ayetlerle doğru yolu bulmaya çalışmıyorlar:
20- "Ey mü'minler Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz: sözlerini işittiğiniz halde O'na sırt dönmeyiniz. " 21- "Onun söylediklerini işitmedikleri halde "işittik " diyenler gibi olmayınız. " 22- "Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen, gerçeği kavramayan sağır ve dilsizlerdir. " 23- "Eğer Allah onlarda hayır olduğunu bilseydi, kendilerine gerçeği işittirirdi. Oysa eğer gerçeği işittirse bile yine burun kıvırarak yüz çevirirlerdi. "
Buradaki mü'minlere yönelik Allah'a ve peygamberine itaat etmeye ve Allah'ın ayetlerini ve sözlerini işittikleri halde sırt çevirmeye ilişkin çağrı... Buradaki çağrı, bütün hazırlayıcı ön uyarılar yapıldıktan sonra yeralmaktadır. Savaştaki olayların sunulmasından, savaşta işlevini yerine getiren Allah'ın eli, yönlendirmesi, takdiri, yardım ve desteği görüldükten sonra yeralmaktadır. Yüce Allah'ın kesinlikle mü'minlerle beraber olduğu ve kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkardığı vurgulandıktan sonra yeralmaktadır bu çağrı. Bundan sonra Allah'ı ve Peygamber'i dinleyip itaat etmekten başka seçenek kalmıyor. Bütün bunlardan sonra Peygamber'e sırt çevirip emirlerine burun kıvırmak, değerlendirme yeteneğini kaybetmemiş bir kalbi ve düşünen bir aklı bulunan herhangi bir insanın yeltenemeyeceği çirkin bir davranış olarak belirmektedir. Bu noktada "canlılar" deyimi de tam da yerine oturmaktadır. Ayette geçen `ed-devvab' -canlılar- deyimi insanları da kapsamaktadır. Çünkü insanlar da yeryüzünde kımıldarlar, yer değiştirirler. Ancak bu deyim genellikle hayvanlar için kullanılır. Bu deyimin bu şekilde belirsiz bırakılması daha bir genellik kazanıyor ve "düşünmeyen, gerçeği kavramayan sağır ve dilsizler" grubuna hayvanlık kisvesini giydiriyor. Bu anlam duygu ve düşüncede bu şekilde canlanıyor. Hiç kuşku yok, onlar böyledirler de. Bu anlamda onlar hayvandırlar. Hatta hayvanların en kötüsüdürler. Çünkü hayvanların kulakları var, ancak sadece birtakım anlaşılmaz sesler işitirler. Dilleri var, ama anlaşılır sesler çıkaramazlar. Ne var ki, hayvanlar, zorunlu yaşayışlarına ilişkin durumlarda fıtratları yardımıyla kendileri için doğru olan yolu takip ederler. Ama şu `hayvanlar', hiçbir yararını görmedikleri kavrama yeteneklerine dayanmaktadırlar. Evet onlar kesinlikle canlıların en kötüleridirler:
"Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen, gerçeği kavramayan sağır ve dilsizlerdir."
"Eğer Allah onlarda hayır olduğunu bilseydi, kendilerine gerçeği işittirirdi."
Yani kalplerini, işitecek ve kulakların duyduğunu algılayacak duruma getirirdi. Ancak yüce Allah onlarda bir hayır ve doğru yolu bulmaya ilişkin bir çaba görmedi. Alıcı ve verici fıtrî yeteneklerini iş görmez hale getirdiler. Yüce Allah da onların kapattıkları kalplerini ve bozdukları fıtratlarını gerçeği kavrayacak duruma getirmedi. Yüce Allah onları, duydukları gerçeği akıllarıyla kavrayacak duruma getirmiş olsa bile, onlar kalplerini bu gerçeğe açmayacak ve anladıkları bu gerçeğe olumlu karşılık vermeyeceklerdir.
"Eğer onlara gerçeği işittirse bile, yine burun kıvırarak yüz çevirirlerdi."
Çünkü akıl kavrayabilir ama, bozulmuş kalp olumlu bir tepki göstermez. Hatta, yüce Allah onlara anlayacakları şekilde işittirse bile, onlar olumlu bir karşılık vermekten kaçınacaklar, olumlu tepki göstermek, gerçek dinlemedir çünkü. Akılları kavradığı halde bozulmuş kalpleri olumlu tepki göstermeyen nice insan vardır.
HAYAT VEREN ÇAĞRIBir kez daha çağrı mü'minlere yönelmektedir. Allah'ın ve Peygamber'in çağrısına olumlu karşılık vermelerine ilişkin bir çağrıdır bu. Bu arada olumlu karşılık vermeye teşvik, burun kıvırmaktan da sakındırma yeralıyor. Allah'a ve Peygamber'e olumlu karşılık verdikleri zaman, Allah'ın kendilerine verdiği nimetler hatırlatılıyor:
24- Ey mü'minler, Allah ve Peygamberi sizi hayat bağışlayacak ilkelere çağırdıkları zaman bu çağrıya olumlu karşılık veriniz. Biliniz ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz O'nun huzurunda biraraya geleceksiniz. 25- Sadece aranızdaki zalimlerin başlarına gelmekle yetinmeyecek olan belâdan sakınınız. Biliniz ki, Allah'ın' azabı ağırdır. 26- Hatırlayınız ki, bir zamanlar siz yeryüzünde ezilen, sayıca az bir gruptunuz, insanlar sizi kapıp götürecekler diye korkuyordunuz. Fakat şükredesiniz diye Allah size sığınak sağladı, helâl besinler sundu, sizi yardımı ile destekledi.
Kuşkusuz Peygamber onları ancak hayat bahşedecek şeye çağırmaktadır. Her şekliyle ve tüm anlamlarıyla bir hayat çağrısıdır bu.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları kalplere ve akıllara can veren, onları cehalet ve hurafenin kementinden, asılsız kuruntu ve efsanelerin baskısından, görünen sebeplere ve karşı konulmaz dogmalara boyun eğmenin aşağılayıcılığından, Allah'tan başkasına kul olmaktan, kulların ya da ihtirasların esiri olmaktan kurtaran bir inanç sistemine çağırmaktadır.
Onları Allah tarafından gönderilmiş şeriata çağırmaktadır. Bu şeriat sadece Allah tarafından konulmuş olmasından ötürü "insanın" özgürlüğünü ve saygınlığını ilan etmektedir Şeriat karşısında tüm insanlık eşit bir şekilde tek bir saf oluşturmaktadır. Bu şeriatın egemen olduğu yerde bir fert halka hükmedemez, ümmet içinde bir sınıfın egemenliği sözkonusu değildir. Bir ırkın başka bir ırka, bir ulusun başka bir ulusa hükmetmesi mümkün değildir. Bütün insanlar, kulların Rabbi olan yüce Allah tarafından belirlenmiş şeriatın gölgesinde özgür ve eşit bir şekilde hayatlarını sürdürürler.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları bir hayat sistemine, düşünce ve fikir metoduna çağırmaktadır. Bu sistem, insanların yaratıcısı, yarattıklarını en ince ayrıntısına kadar bilen yüce Allah'ın koyduğu bağlarda somutlaşan fıtri bağların dışında, her türlü kayıttan kurtarır insanları. Bu bağlar, bünyesel enerjiyi dağılıp gitmekten korur. Bu enerjiyi baskı altına almazlar, işlevsiz hale getirmezler,' yok etmezler, yapıcı ve aktif gelişmesine engel olmazlar.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları inançları ve hayat sistemleri sayesinde güç kazanmaya, onurlu ve üstün bir hayat sürdürmeye çağırmaktadır. Dinlerine ve Rabblerine güvenmeye, tüm `yeryüzünde' bütün `insanları' kurtarmaya, insanlığı kullara kul olmaktan kurtarıp, tek başına Allah'a kul yapmaya ve Allah'ın bahşettiği ancak, tağutların ayaklar altına aldığı üstün insanlığı yaşatmaya çağırmaktadır.
Yeryüzüne ve insanlığın hayatına yüce Allah'ın ilahlığını egemen kılmak, kulların sahte ilahlığını yerle bir etmek, Allah'ın ilahlığını, hakimiyetini ve otoritesini gaspeden bu sahte tanrıları Allah'ın egemenliğini tanıyana kadar kovalamak için Allah yolunda cihad etmeye çağırmaktadır. Çünkü ancak bu durumda din bütünüyle Allah'a özgü kılınmış olur. Öyle ki, bu cihad esnasında ölecek olurlarsa, bu şehitlikte de onlar için hayat vardır.
İşte Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- onları çağırdığı inanç sistemi ve hayat biçimi özet olarak bundan ibarettir Bu ise, her anlamda hayat çağrısıdır.
Bu din, eksiksiz bir hayat sistemidir, sırf vicdanlarda tutulan bir inanç sistemi değildir. Pratik bir hayat sistemidir. Onun gölgesinde hayat gelişir ve ilerler. Bu yüzden her şekliyle ve her çeşidiyle bir hayat çağrısıdır bu: Tüm kapsamları ve anlamlarıyla hayata çağrıdır. Kur'an-ı Kerim olağanüstü ifadesi ile bunları az fakat son derece etkin kelimelerle dile getirmektedir.
"Ey mü'minler, Allah ve Peygamber, sizi hayat bağışlayacak ilkelere çağırdıkları zaman bu çağrıya olumlu karşılık veriniz."
İsteyerek ve başkalarına tercih ederek olumlu karşılık verin. Gerçi yüce Allah istese, sizi zorla doğru yola iletebilir:
"Biliniz ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer."
Allah'ın karşı konulmaz, latif gücünü gözler önüne seren ne müthiş, ne korkunç bir tablo... "Kişi ile kalbi arasına girer." Onu ve kalbini birbirinden ayırır. Kalbi kontrolü altına alıp, sıkıca kavrar ve onu dilediği gibi yönlendirir, istediği yöne çevirir. Sahibi ise, bedenindeki kalbine hiçbir şekilde sahip olamaz.
Kuşkusuz bu, Kur'an ayetlerinde kalbi gösteren gerçekten de korkunç bir tablodur. Ancak insanın sahip olduğu ifade yeteneği bu tablonun kalp üzerindeki etkisini tasvir etme, sinir ve duygular üzerindeki bu etkiyi niteleme gücünden yoksundur.
Sürekli uyanık bulunmayı, daima sakınmayı, her zaman tetikte olmayı zorunluluk haline getiren bir tablodur bu. Kalbin heyecanlarına, korkularına ve paniğe kapılmasına karşı uyanık bulunma... Kalbi etkileyen vesveselerden ve parçalanmaya neden olabileceğinden korkulan eğilimlerden sakınmak... Kalbi saptıran, kötülüğü telkin eden, duygu ve vesveselere karşı hazırlıklı olma... Bunun yanında, herhangi bir yanılgı ya da gaflet veya dehşet anında bu kalbin başka taraflara yönelmemesi için Allah'la sürekli bir ilişki gerekmektedir.
Allah'ın peygamberi, masum olduğu halde sık sık yüce Allah'a şöyle dua ederdi: "Allah'ım, ey kalpleri yönlendiren, kalbimi dinin üzerinde sabit kıl." Ya insanlar ne yapmalıdırlar? Üstelik onlar peygamber ve de masum değiller.
Gerçekten bu, kalbi derinden sarsan bir tablodur. Bir süre bu tabloyu seyreden, kendi içinde taşıdığı kalbe bakan, onun karşı konulmaz güce sahip yüce Allah'ın kontrolünde olduğunu, içinde taşıdığı halde bu kalp üzerinde hiçbir etkinliğinin olmadığını gören mü'min, bedeninde derin bir ürperti hissedecektir.
Kur'an bu tabloyu mü'minlerin gözlerinin önünde canlandırıyor ve onlara şöyle sesleniyor:
"Ey mü'minler, Allah ve Peygamber sizi hayat bağışlayacak ilkelere çağırdıkları zaman bu çağrıya olumlu karşılık veriniz."
Onlara şöyle demektedir: Şayet isterse yüce Allah sizi doğru yolu bulmaya ve çağrıldığınız bu ilkelere olumlu karşılık vermeye zorlayabilir. Ancak yüce Allah, size lütfediyor, karşılığında sevap almanız için kendi isteğinizle olumlu karşılık vermeye çağırıyor. İnsanlığınızı yüceltmeniz ve yüce Allah'ın insan denen yaratığa verdiği emanetin düzeyine yükselmeniz için kendi arzunuzla çağrıya kulak vermenizi istiyor. Yüce Allah'ın insanların sahip çıkmasını istediği emanet, isteğe bağlı olarak doğru yolu bulma emanetidir, sağlam temellere dayalı halifelik emanetidir, bir amaç doğrultusunda ve bilinçli bir tasarruf yetkisine sahip irade emanetidir.
"Siz O'nun huzurunda biraraya geleceksiniz."
Kalpleriniz O'nun ellerindedir. Sonra siz, O'nun huzurunda toplanacaksınız. Ne dünyada, ne de ahirette kaçacak yeriniz yoktur. Bütün bunlara rağmen O, sizi özgür bir insanın, bir ücret karşılığı olumlu tepki göstermesi gibi karşılık vermenizi istiyor, başka seçeneği bulunmayan köleninki gibi değil.
Sonra yüce Allah onları cihad'dan geri kalmaktan, hayat çağrısına olumlu karşılık vermemekten ve ne şekilde olursa olsun, kötülüğü bertaraf etmek çabasında gevşeklik göstermekten sakındırıyor:
"Sadece aranızdaki zalimlerin başlarına gelmekle yetinmeyecek olan belâdan sakınınız. Biliniz ki, Allah'ın azabı ağırdır."
Fitne; imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm işlemesine -ki zulümlerin en büyüğü de Allah'ın şeriatını ve hayat sistemini hayattan uzaklaştırmaktır- hoşgörüyle bakan, zalimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zalimlerin ve bozguncuların cezasını hakeden bir toplumdur. İslâm, birtakım yükümlülükler gerektiren pratik bir hayat sistemidir. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarına hoşgörülü davranmaz. Kaldı ki, Allah'ın dinine uyulmadığını gördüklerinde, daha doğrusu Allah'ın ilahlığının reddedilip yerine kulların ilahlığının yerleştirildiğini gördüklerinde sessiz kalmalarını, bununla beraber yüce Allah'ın onları belâdan kurtarmasını -kendileri kötülükten uzak (!) iyi yürekli (!) kimselerdir ya- istemelerini kabul etmez.
Zulme başkaldırmak, mal ve can açısından insana bazı sorumluluklar yüklediği için, Kur'an-ı Kerim, ilk defa bu Kur'an'la muhatap olan müslüman kitleye daha önce içinde bulundukları zayıflıklarını, sayısal bakımdan az oluşlarını, çektikleri işkenceleri ve yaşadıkları korkulu anları hatırlatıyor. Yüce Allah'ın bu din sayesinde onları nasıl koruduğunu, zayıflıktan kurtarıp üstün bir konuma getirdiğini ve onlara temiz bir rızık verdiğini hatırlatıyor. O halde Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı hayattan ve yüce Allah'ın kendilerine üstünlük aracı kıldığı, onlara bahşedip koruduğu bu hayatın gerektirdiği fedakarlıklardan kaçmamalıdırlar.
"Hatırlayınız ki, bir zamanlar siz yeryüzünde ezilen, sayıca az bir gruptunuz, insanlar sizi kapıp götürecekler diye korkuyordunuz. Fakat şükredesiniz diye Allah size sığınak sağladı, helâl besinler sundu, sizi yardımı ile destekledi." di."
Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- sizi hayat bahşedecek ilkelere çağırdığından emin olmanız için bunları hatırlayınız. Zulmün her çeşidine ve her şekline karşı koymaktan geri kalmamanız için bunları hatırlayın. Allah sizi müşriklerle savaşmak durumunda bırakmadan ve Peygamber'i sizi istemediğiniz halde silahlı grupla karşılaşmaya çağırmadan önce yaşadığınız ezilmişlik ve korku günlerini hatırlayın. Sonra da hayat bahşeden bu çağrı sayesinde nasıl değiştiğinizi, zafer ve üstünlük elde etmiş kişiler olduğunuzu, Allah tarafından sevap ve rızıkla mükafatlandırıldığınızı görün. Yüce Allah şükrüne lâyık olasınız diye sizi güzel şeylerle rızıklandırıyor. Size yönelik lütfundan dolayı O'na şükretmenize karşılık olarak da sizi mükafatlandırıyor.
"İnsanlar sizi kapıp götürecekler diye korkuyordunuz."
Bu, bir tehlikenin beklentisi içinde olmanın, korkunun, etrafı gözetip durmanın, kısacası panik halinde olmanın sahnesidir. Bu sahneyi seyreden göz korkunun çizgilerini, endişeden kaynaklanan davranışları, korkudan yuvalarından fırlamış gözleri görür gibi oluyor. Öte yandan kapıp götürmek üzere uzanan eller ve korku ve endişe içinde bekleyen müslüman azınlık...
Bu dehşet sahnesinden kendilerini koruyup himayesine alan yüce Allah'ın kontrolünde elde ettikleri güven, güç, zafer, temiz rızık ve bol nimetin oluşturduğu sahneye geçiliyor:
"Size sığınak sağladı, helâl besinler sundu, sizi yardımı ile destekledi."
Allah'ın direktiflerinin gölgesinde şükretmeleri dolayısıyla mükafat kazanmaları için:
"Şükredesiniz diye..."
Bu büyük mesafeyi ve köklü değişimi düşünüp de güvenli, güçlü ve zengin hayatın sesine olumlu karşılık vermeyecek biri var mı?.. Güvenilir ve kerim peygamberin sesine duyarsız kalacak biri düşünülebilir mi? Her iki sahne de, gözünün önünde canlandırıldığı, her ikisinin de mesaj ve işaretlerini algıladığı halde korumasına, yardımına ve nimetlerine karşılık olarak yüce Allah'a şükretmeyecek biri var mı?
Bununla beraber, bu ayetlerle muhatap olan o topluluk her iki sahneyi de yaşamıştı. Geçmişteki ve şimdiki durumlarıyla ilgili olarak bildiklerini hatırlıyorlardı. Bu Kur'an'ın duygularında böyle bir tad bırakması da bu yüzdendi.
Yeryüzünün pratiğinde ve insanların hayatında bu dini yeniden egemen kılmak için günümüzde cihad eden müslüman kitle, her iki aşamadan geçmemiş ve her iki durumun tadına varmamış olabilir. Ancak bu Kur'an ona da aynı gerçeği söylemektedir. Gerçi bu kitle günümüzde yüce Allah'ın şu sözünde ifade ettiği ortamı fiilen yaşamaktadır:
"Siz yeryüzünde ezilen, sayıca az bir gruptunuz, insanlar sizi kapıp götürecekler diye korkuyordunuz."
O halde günümüz müslüman cemaatin de Allah'ın Peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- kendisini çağırdığı hayat bahşedecek ilkelere olumlu karşılık vermesi, yüce Allah'ın müslüman kitleye va'dettiği ve ilk müslüman kitlenin hayatında gerçekleştirdiği sonucu pürüzsüz bir inanç ve bağlılıkla gözetmesi gerekmektedir. Yüce Allah, kendi yolunu takib eden ve bunun gerektirdiği yükümlülüklere sabreden her müslüman kitlenin hayatında bu sonucu gerçekleştireceğini va'detmiştir. O halde günümüzün müslüman kitlesi şu ilahi sözün gerçekleşmesini beklemelidir:
"Fakat şükredesiniz diye Allah size sığınak sağladı, helâl besinler sudu, sizi yardımı ile destekledi."
Müslüman kitle ancak Allah'ın gerçek va'di doğrultusunda hareket eder, realitenin yanıltıcı dış görünüşüne değil. Zaten müslüman kitlenin her realiteden üstün gördüğü tek ve gerçek realite Allah'ın va'didir.
ALLAH VE RESULÜNE HIYANETÇağrı bir kez daha mü'minlere yöneltiliyor. Kuşkusuz mal ve çocuklar, korku ve cimrilik yüzünden insanı çağrıya olumlu karşılık vermekten alıkoyarlar. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- çağırdığı hayat hiç kuşku yok ki, üstün bir hayattır. Böyle bir hayat insana birtakım yükümlülükler getirir, bazı fedakârlıkları kaçınılmaz kılar. Bu yüzden Kur'an bu ihtirası, mal ve çocuk fitnesine dikkat çekmekle dindirmek istiyor. Bu noktanın, belâ, deneme ve imtihan alanı olduğunu bildiriyor. Bu imtihanı vermede zayıflık göstermekten, cihad çağrısından, emanet, sözleşme ve alışverişin yükümlülüklerinden kaçınmaktan sakındırıyor. Bu yükümlülükleri yerine getirmemeyi Allah'a ve Peygamber'e ve müslüman kitlenin yeryüzünde yüklendiği emanetlere; Allah'ın sözünü yüceltme, kullar üzerinde O'nun tek ve ortaksız ilahlığını ilan etme, insanlığı hak ve adalet ilkelerine göre yönetme emanetlerine ihanet olarak değerlendiriyor. Bu sakındırmanın yanında, insanları fedakârlık ve cihaddan alıkoyan mal ve çocuklardan daha üstün olan Allah katındaki büyük sevabı hatırlatıyor:
27- Ey mü'minler Allah'a, Peygamber'e hıyanet etmeyiniz. Yoksa üstlendiğiniz emanetlere bile bile hıyanet etmiş olursunuz. 28- Biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için aslında birer sınav konusudur ve büyük ödül Allah katındadır.
Müslüman kitlenin yükümlülüklerini üstlenmekten kaçınmak Allah'a ve Peygamber'e ihanettir. Bu dinin ele aldığı ilk problem de "Lailâhe illallah Muhammedun resulullah = Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın Peygamberidir" problemidir. İlah olarak Allah'ı birleme ve bu konuda sadece Peygamberimiz Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bildirdiklerine uyma sorunudur. Bütün tarih boyunca insanlık, Allah'ı hiçbir zaman kesin olarak inkâra yeltenmemiştir. Sadece sahte tanrıları O'na ortak koşma yönüne gitmişlerdir. Bu şirk kimi zaman daha az olmak üzere, inanç ve ibadet noktasında, kimi zaman da ve çoğunlukla, hakimiyet ve otorite noktasında belirmiştir. İnsanlık hayatında çoğunlukla işlenen en büyük şirk, ikincisi olmuştur. Bu yüzden bu dinin ele aldığı ilk problem, insanları Allah'ın ilahlığına inandırmadan çok, ilahlık noktasında O'nu birlemeyi kabul etmeye çağırmak olmuştur. Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik etmeye, yani evrenin düzeni üzerindeki hakimiyetini kabul ettikleri gibi, yeryüzündeki hayatlarının üzerindeki hakimiyet açısından da O'nun tek ve ortaksız olduğunu ilan etmeye çağrı olmuştur. Bu dinin ele aldığı ilk sorun: "O gökte de ilah olandır, yerde de ilah olandır." (Zuhruf, 84)
Bu dinin ele aldığı problem aynı zamanda, Allah'ın direktiflerini duyuranın sadece Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- olduğunu bu yüzden onun duyurduğu her şeye uymayı kabul etmek olmuştur.
Bu dinin vicdanda inanç, hayatta hareket olarak yer etmesi için ele aldığı başlıca sorun budur. Bu yüzden bu problemi gözardı etmek Allah'a ve peygamber'e ihanet etmektir. Yüce Allah, kendisine inanan ve bu inancını ilan eden müslüman kitleyi böylece bir ihanetten sakındırıyor. Bunun sonucu olarak müslüman kitlenin inancının pratik anlamını gerçekleştirmesi bu cihadın can, mal ve evlât konusundaki yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği anlaşılmış oluyor.
Aynı şekilde yüce Allah, müslüman kitleyi islâm üzerine Peygamber'e (S.A.V.) biat ettiği -bağlılığını ifade ettiği- günden itibaren yüklendiği emanete ihanet etmekten de sakındırıyor. Çünkü islâm dille söylenen bir söz değildir. Sadece birtakım lâflar ve iddialardan ibaret değildir. İslâm, çeşitli zorluklar ve engellerle karşılaşan eksiksiz ve kapsamlı bir hayat sistemidir. Hayatın pratiğini "Lailâhe illallah = Allah'tan başka ilah yoktur" temelinin üzerinde kurma metodudur. Bu da, insanları gerçek Rabblerine kulluk yapmaya, toplumları O'nun hakimiyetine ve şeriatına boyun eğmeye yöneltmek, Allah'ın ilahlığını ve iktidarını gaspeden tağutları azgınlık ve haksızlıktan alıkoymak, tüm insanlık düzeyinde hak ve adaleti gerçekleştirmek, değişmez bir ölçü uyarınca insanlar arasında denge sağlamak, Allah'ın sistemi uyarınca da yeryüzünü kalkındırma görevini ve Allah'ın halifesi olma sorumluluğunu yerine getirmektir.
Tüm bu görev ve sorumluluklar birer emanettirler, bu emanetleri yerine getirmemiş olanlar emanete ihanet etmiş, Allah'a verdikleri sözü tutmamış O'nun peygamberine gösterdikleri bağlılığı -biatı- ihlâl etmiş olurlar.
Kuşkusuz bunlar fedakârlığı, sabır ve dayanıklılığı, mal ve evlât imtihanını aşmayı ve yüce Allah'ın emaneti yerine getiren sabırlı, neyi seçeceklerini iyi bilen ve fedakâr kullarına ayırdığı mükâfatı tercih etmeyi gerektiren sorumluluklardır.
"Biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için aslında birer sınav konusudur ve büyük ödül Allah katındadır."
Bu Kur'an, insanın özüne hitap eder. Çünkü insanın yaratıcısı onun gizli bileşimini bilir. Onun gizlisini, açığını, iç dünyasının dönemeçlerini, gediklerini, eğilimlerini bilir.
Yüce Allah, insanın yapısındaki zaaf noktalarını bilir. Mal ve evlât tutkusunun insanın en derin zaafı olduğunu da bilir. Bu yüzden insanın dikkatini, mal ve evlât bağışının altında yatan gerçeğe yöneltiyor. Yüce Allah insanları denemek ve imtihana tabi tutmak için onlara mal ve evlât vermiştir. Çünkü bunlar, imtihan ve sınanma aracı olan dünya hayatının süsleridirler. Yüce Allah kulun yaptıklarını ve tasarrufunu görmek için bunları imtihana tabi tutar: Bunlara karşılık olarak şükrediyorlar mı, nimetin hakkını veriyorlar mı? Yoksa onlarla oyalanıp Allah'ın hakkını mı unutuyorlar? "Biz sizi iyilik ve kötülükle imtihana tabi tutarız. (Enbiya, 35) İmtihan sadece zorluk ve yoklukla olmaz. Rahatlık ve bollukla da olur. Mal ve evlât da rahatlık ve bolluğun kapsamına girer.
İlk uyarı budur:
"Biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız aslında birer sınav konusudur."
Kalbin imtihan ve denemeye tabi tutulacağı konudan haberdar edilmesi, kendinden geçmemesi, unutmaması, imtihan ve sınav esnasında başarısız olmaması için sakındırma, uyarma ve hazırlıklı olmasını sağlama amaçlı bir yardımdır bu.
Sonra yüce Allah insanı yardımsız ve karşılıksız olarak bırakmıyor. Çünkü fedakârlığın ağırlığı ve sorumluluğun büyüklüğü nedeniyle -uyarılmış olmasına rağmen- görevini yerine getirirken insan, yine de zaaf gösterebilir. Özellikle imtihan konusu, mal ve evlât ise. Bu yüzden yüce Allah insana hangisinin daha iyi ve daha kalıcı olduğunu gösteriyor. Amaç imtihanda zaaf gösterebilen insana yardım etmek onu korumaktır kuşkusuz.
"Büyük ödül Allah katındadır."
Mal ve evlâdı bağışlayan yüce Allah'dır. Mal ve evlâd imtihanını aşanlar için O'nun katında büyük mükâfat vardır. O halde kimse emanetin sorumluluğundan ve cihadın gerektirdiği fedakârlıklardan kaçınmamalıdır. İşte bu, içindeki zaaf noktalarını bilen yüce yaratıcıdan zayıf insana bir yardım ve destektir.
"İnsan zayıf olarak yaratıldı." (Nisa, 28)
Bu inanç, düşünce, eğitim ve yönlendirmeye ilişkin eksiksiz bir hayat sistemidir. Her şeyi bilen Allah'ın sistemidir bu. Çünkü yaratan O'dur.
"Yaratan bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır." (Mülk, 14)
ALLAH KORKUSUSurenin bu bölümünde mü'minlere yönelik son çağrı, Allah'dan korkmaya ilişkin bir çağrıdır. Kendi inancına ilişkin olarak kesin bir kanıta dayanmadıkları, kuşkuları ortaya çıkaran, vesveseleri gideren, uzun ve dikenli yolda ayakları dirençli kılan bir nur olmadığı sürece kalpler, bu ağır yükün altından kalkamazlardı. Takva duyarlılığı ve Allah'ın nuru olmasaydı, hakkı batıldan ayıran nosyona, bu kritere sahip olmayacaklardı.
29- "Ey mü'minler, eğer Allah'dan korkarsanız, O size iyiyi kötüden ayırd edebilecek bir nosyon, bir kriter bağışlar, kötülüklerinizi örter ve sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir."
İşte azık budur. Budur yol hazırlığı. Kalpleri dirilten, onları uyaran, içlerindeki uyarı, sakınma ve korunma cihazlarını harekete geçiren takva azığı... Yolun dönemeçlerini ve kavşaklarını göz alabildiğince ortaya çıkaran yol gösterici nur hazırlığı... Tam ve sağlıklı görüşü engelleyen kuşkular ortadan kalkmıştır artık. Sonra bu, hataların bağışlanması azığıdır. Huzur ve istikrarı sağlayan güven azığı... Azıkların tükendiği, çalışmaların yetersiz kaldığı bir günde yüce Allah'ın engin lütfunu düşünme azığı...
Allah korkusunun kalpte yolun kıvrımlarını ortaya çıkaran bir kriter işlevi gördüğü bir gerçektir. Ancak bu gerçek de -tıpkı inanca ilişkin diğer gerçekler gibi- pratik olarak yaşayandan başkası tarafından algılanmaz. Sadece anlatmak bu gerçeğin tadını, fiilen yaşamamış olanlara ulaştırmaz.
Allah korkusu olmadığı zaman, işler duygu ve akıl planında karmaşıklığını, yollar görüş ve fikir planında griftliğini sürdürür. Yolların ayrılış noktasında batıl hak kisvesinde görünür. Kanıt son derece kesin olmasına rağmen, ikna edici olamaz. Susturucu olur, ancak akıl ve kalbi harekete geçirmeye yetmez. Tartışma gereksiz olmaya başlar, münakaşa boşa gitmiş bir emeğe dönüşür. Evet Allah korkusu olmadığı zaman durum böyledir. Ama Allah korkusu olduğu zaman akıl aydınlanır, gerçek açığa kavuşur, yol belirginleşir, kalbe güven duygusu yer eder, vicdan huzura kavuşur, ayaklar doğrulur ve doğru yolda kalıcı olur.
Gerçek, özü itibariyle fıtrata gizli değildir. Fıtratta gerçeğe yönelik bir uyum sözkonusudur. Nitekim fıtrat, bu gerçekten almıştır varlığını. Göklerle yer, gerçeğe dayalı olarak yaratılmıştır. Ancak fıtratla gerçek arasına giren ihtirastır, insanın arzusudur. Karmaşıklığa neden olan bu ihtirastır işte. Görüşü engelleyen, yolları kördüğüme dönüştüren, dönemeçleri görünmez hale getiren insanın ihtirasıdır. Kanıt ne kadar kesin olursa olsun, ihtirasa gëm vuramaz. Onu durduran ve bertaraf eden Allah korkusudur. İhtirası engelleyen takva ve gizli açık denetimdir. Bunun için yüce Allah'ın kalbe kazandırdığı bu nosyon, bu kriter gözleri aydınlatır, örtüyü kaldırır,' yolu iyice belirginleştirir.
Kuşkusuz bu, paha biçilmez bir durumdur. Öte yandan Allah'ın lütfu bu göz kamaştırıcı duruma bir de hataların giderilmesini, günahların bağışlanmasını ekliyor. Bunlara da "büyük lütfu" ilave ediyor.
Bu öylesine geniş ve kapsamlı bir bağıştır ki, büyük lütuf sahibi "kerim" olan Rabbden başkası onu bağışlayamaz.
HİLE VE TUZAKLARSurenin akışı içinde bulunulan anın problemlerine çözüm getirmek amacıyla, geçmişi canlandırmak suretiyle sürüyor. Sonuçta böylesine parlak bir zafer kazandığı savaşa girişen müslüman kitleye geçmiş ile içinde yaşanılan an arasındaki değişimin göz alıcı boyutlarını tasvir ediyor. Yüce Allah'ın savaşı yönlendirmesi ve takdiriyle onlara ne kadar büyük bir lütufta bulunduğunu gösteriyor. Bu öyle bir durumdur ki, ganimetler bunun yanında hiç kalır. Bu uğurda yapılan fedakârlıkların, çekilen sıkıntıların lafı bile edilmez.
Geçen derste, müslümanların Mekke'deki durumlarına ve bu savaştan önceki durumlarına ilişkin bir tasvir yer almıştı. Sayısal azlıkları, güçsüz oluşları, insanların kendilerini kapıp götüreceklerinden korkacak kadar korumasız oluşları anlatılmıştı. Ardından yüce Allah'ın yönlendirmesi, gözetimi ve lütfu sayesinde sığınak buldukları, üstünlük sağladıkları, bol nimete kavuştukları anlatılmıştı.
Burada ise ayetlerin akışı, hicretin eşiğinde Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı komplo düzenlemek üzere aralarında anlaşan müşriklerin durumlarını tasvir etmektedir. Onlar Peygamberimizin getirdiği ayetlere karşı çıkarak isteseler kendilerinin de benzeri sözler söyleyebileceklerini iddia etmektedirler. Yine onlar kabul etmemekte diretmektedirler. İnatta o kadar ileri gidiyorlar .ki, dönüp doğru yolu bulacaklarına -şayet bu ayetler Allah katından gelmişlerse- üzerlerine azabın çabucak indirilmesini istemektedirler.
Sonra ayetlerin akışı, müşriklerin insanları Allah yolundan alıkoymak için nasıl mallarını harcadıklarını Allah'ın peygamberine karşı savaşmak üzëre ne şekilde toplandıklarını anlatmaktadır. Ardından onları dünya hayatında hüsrana uğramak ve yürek acısı çekmekle, ahirette ise, cehenneme sevkedilmekle tehdit etmektedir. Kurdukları tuzakların, toplanmaların ve planların ardından hem burada, hem de orada zarar edeceklerini vurgulamaktadır.
Sonunda yüce Allah, peygamberine müşriklere yönelip onları şu iki şıktan birini tercih etme durumunda bırakmasını emretmektedir: a) Şayet kâfirlikten, inatçılıktan, Allah ve peygamberine karşı savaşmaktan vazgeçecek olurlarsa, cahiliyede işledikleri bütün bu kötülükler bağışlanacaktır. b) Yok eğer durumlarını sürdürüp, tavırlarını değiştirmeyeceklerse, bu durumda daha önce kendilerine benzeyenlerin başına gelenler onların da başına gelecektir. Yüce Allah'ın azaba ilişkin yasası, işlevini yerine getirecektir. Kuşkusuz bu azabı dileyen ve dilediği gibi takdir eden yüce Allah'tır.
Sonra yüce Allah müslümanlara, işkence edecek güçleri kalmayıncaya, yeryüzündeki ilahlık sadece Allah'a ait oluncaya -böylece din bütünüyle Allah'a özgü oluncaya- kadar kâfirlerle savaşmalarını emretmektedir. Teslim olduklarını duyururlarsa, Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kabul edecektir; niyetlerine göre yüce Allah onları hesaba çekecektir. Çünkü yüce Allah yapa geldiklerini bilir. Bundan yüz çevirip savaşa devam ederlerse, inatlarını sürdürürlerse, Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını kabul etmezlerse, yüce Allah'ın yeryüzündeki otoritesine boyun eğmezlerse, müslümanlar onlara karşı cihadı sürdürecek ve yüce Allah'ın kendilerine dost olduğundan kesinlikle emin olacaklardır. O, ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır.
30- Hani kâfirler seni tutuklamak, öldürmek ya da Mekke'den sürmek amacı ile aleyhinde tuzak kurmuşlardı. Onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Hiç kuşkusuz Allah en etkili tuzak kurucudur."
Durumun değişmesinden, konumun farklılaşmasından önce Mekke'de yaşanılan durumun hatırlatılmasıdır bu. Bu aynı zamanda gelecek için güven ve bağlılık anlamına gelmektedir. Ayrıca bu ayet, Allah'ın kaderinin yönlendirmesine, hükmettiği ve emrettiği şeylerdeki hikmetine dikkat çekmektedir. İlk defa bu Kur'an'la muhatap olan müslümànlar her iki durumu da biliyorlardı. Bu, bizzat yaşayan; gören ve tadan birinin bilmesiydi. İçinde yaşadıkları an ve fiilen tattıkları huzur ve güven karşısında bu yakın geçmişi hatırlamak, o sıralarda yaşadıkları korku ve sıkıntıyı hatırlamak onlara yetiyordu. Müşriklerin Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- ilişkin tasarı ve komplolarına rağmen Peygamber'in onlardan kurtulmakla kalmayıp, büyük bir zafer kazanmasını gözönünde canlandırmaları yetiyordu. Müşrikler Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- bağlamayı, ömür boyu hapsetmeyi ya da öldürüp ondan kurtulmayı, yahut sürüp Mekke,'den sınırdışı etmeyi planlamışlardı. Bütün bu alternatifleri görüşmüş, sonunda onu öldürmeyi kararlaştırmışlardı. Bu suçu da bütün kabilelerden birer gencin oluşturduğu ortak bir infaz grubunun işlemesini tasarlamışlardı. Böylece Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kanı bütün kabilelere dağılmış olacaktı. Haşimoğulları da tüm Araplar'la savaşmayı göze alamayacaklardı. Dolayısıyla diyete razı olacaklardı ve bu işte böylece kapanacaktı.
İmam Ahmed diyor ki; "Bize Abdurrezzak anlattı, bize Ma'mer haber verdi, bana Osman el-Cerirî, İbn-i Abbas'ın kölesi Muksim'den aktardı, ona da İbn-i Abbas, "Hani kâfirler seni tutuklamak, öldürmek ya da Mekke'den sürmek amacı ile aleyhinde tuzak kurmuşlardı" ayetine ilişkin olarak şunları anlatmış: Bir gece Kureyş Mekke'de toplanarak istişarede bulundu. Bazısı, "Sabah olunca onu -Peygamberimizi kastediyorlar- yakalayıp bağlayın" dedi. Kimisi, "Onu öldürün", kimisi de "Sınır dışı edin" dedi. Yüce Allah, peygamberine bunları haber verdi. Bunun üzerine Ali -Allah ondan razı olsun- Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yatağında geceledi. Peygamberimiz de çıkıp mağaraya sığındı. Müşrikler de Peygamberimiz sanarak Ali'yi gözetlemekle geçirdiler geceyi. Sabah olunca üzerine çullandılar. Peygamberimizin yatağında yatanın Ali olduğunu gördüler. Böylece yüce Allah tuzaklarını başlarına geçirmişti. "Nerde bu arkadaşın?" diye sordular. Ali, "Bilmiyorum" dedi. Bu sefer Peygamberimizin izini takip etmeye başladılar. Dağa ulaştıklarında izi kaybettiler. Dağa tırmanıp Peygamberimizin içinde bulunduğu mağaraya kadar yaklaştılar. Gördüler ki, mağaranın kapısında örümcek ağı var. "Buraya girmiş olsaydı kapısında örümcek ağı bulunmazdı" dediler. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- üç gece mağarada bekledi."
"Onlar tuzak kurarken, Allah da tuzak kuruyordu. Hiç kuşkusuz Allah en etkili tuzak kurucudur."
"Onlar tuzak kurarken, Allah da tuzak kuruyordu" ayetinin çizdiği tablo, son derece derin etkisi bulunan bir tablodur. Kureyş'in toplantısını hayalde canlandırıyor. Bu tabloda müşrikler biraraya gelmiş, görüş alışverişinde bulunuyorlar. Bir şeyler tasarlıyor, tuzaklar kuruyorlar. Allah da onların ötesinde, her şeyi kuşatmış, onların aleyhinde tuzak kuruyor. Onların tuzaklarını başlarına geçiriyor, ama bunun farkında değiller.
Bu komik bir tablodur. Aynı zamanda ürkütücü bir tablodur.. Şu zayıf, basit insanlar nerde, her şeyi çepeçevre kontrolünde tutan güç, her şeyden üstün olan, kullarının üzerinde karşı konulmaz otoriteye sahip olan, işinin üzerinde etkin bulunan ve her şeyi kuşatan Allah'ın gücü nerede?
Kur'an'ın ifade tarzı, tabloyu, Kur'an'ın eşsiz tasvir yöntemi ile çiziyor. Bununla kalpleri titretiyor, bilincin derinliklerini harekete geçiriyor.
ESKİLERİN MASALLARISurenin akışı kâfirlerin durumlarını, davranışlarını, iddialarını ve iftiraların anlatmakla sürüyor. "İsteseler bu Kur'an'ın benzeri sözler söyleyebileceklerini" iddia edecek kadar ileri gittiler. Aynı zamanda bu kâfirler, Kur'an'ı eskilerin masalları şeklinde nitelendirmekten de geri kalmıyorlardı:
31- Onlara ayetlerimiz okununca "işittik, istesek biz de bunlar gibisini söyleyebiliriz, bunlar eskilerin masallarından başka bir şey değildirler" dediler.
İbn-i Kesir tefsirinde, Said b. Cübeyr, Südey, İbn-i Cürey'e ve başkalarına dayanarak, bunu söyleyenin Nadr b. Haris olduğunu belirtir. Bu adam -Allah'ın laneti üzerine olsun- Fars ülkesine gitmiş, orada kralları Rüstem ve İsfendiyar'ın hikâyelerini öğrenmişti. Döndüğünde Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Allah tarafından gönderildiğini ve insanlara Kur'an okuduğunu görmüştü. Peygamberimizin bir toplantıdan ayrıldığında onun yerine oturur ve öğrendiği bu hikâyeleri insanlara anlatırdı. Sonra da "Allah için söyleyin hangimiz daha güzel hikâye anlatıyoruz, ben mi Muhammed mi?" derdi. Bu yüzden yüce Allah fırsat verip de Nadr, Bedir günü esirler arasında yeralınca, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- boynunu vurmak üzere yanında alıkonmasını emretti. Nitekim bunu yaptı da. (Allah'a hamdolsun) Nadr'ı esir alan Mikdad b. Esved'di. -Allah ondan razı olsun- Nitekim İbn-i Cerir şöyle der: "Bize Muhammed b. Beşşar anlattı, bize Muhammed b. Ca'fer, bize Şu'be Ebu Buşr'den, o da Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini anlattı: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Bedir günü Ukbe b. Ebu Muit, Tuayma b. Adiy ve Nadr b. Haris'i yanında alıkoyarak öldürdü. Mikdad -Allah ondan razı olsun- Nadr'ı esir almıştı. Peygamberimiz Nadr'ın öldürülmesini emredince Mikdat, "Ya Resulallah, o benim esirimdir" dedi. Peygamberimiz, "O Allah'ın kitabı hakkında ileri geri konuşuyordu" dedi ve öldürülmesini emretti. Mikdat tekrar, "Ya Resulallah, o benim esirimdir" dedi. O zaman Peygamberimiz, "Allah'ım Mikdat'ı lütfunla zengin kıl" diye dua etti. Miktad, "İstediğim buydu" dedi. İşte bu ayet Nadr hakkında nazil olmuştur: Onlara ayetlerimiz okununca "İşittik, istesek biz de bunlar gibisini söyleyebiliriz, bunlar eskilerin masallarından başka bir şey değildirler" dediler."
Müşriklerin Kur'an'ı "eskilerin masalları" şeklinde nitelendirmeleri Kur'an-ı Kerim'de birkaç kez tekrarlanmıştır. Örneğin; "Kur'an eskilerin masallarıdır, başkalarına yazdırmış sabah akşam kendisine okunmaktadır. (Furkan, 5)
Bu söz Kur'an'a karşı koymak için giriştikleri manevraların bir halkasından başka bir şey değildir. Kur'an insan fıtratına gerçeğe dayanarak hitab eder. Fıtrat bu gerçeği kendi derinliklerinde tanır, buna karşı ürperir ve olumlu tepki gösterir. Kur'an karşı konulmaz gücüyle yönelir gönüllere. Gönüller de Kur'an'ın mesajını duyunca, derinden sarsılırlar ve ona olumlu karşılık vermekten kaçınmazlar. Burada Kureyş'in kimi büyükleri böyle bir manevraya sığınıyorlar. Üstelik onlar, bunun manevra olduğunu da bilmiyorlar. Ne var ki onlar Kur'an'da, çevrelerindeki milletlerin mitolojilerine benzer şeyleri araştırmak, böylece Arap halklarının kafalarını karıştırmak istiyorlardı. Nitekim bu halkların fiilen yaşadıkları kula kulluk durumunu sürdürmek için bu manevralara başvurmuşlardı.
Kureyş'in önderleri, bozulmamış dillerinde yeralan kelimelerin ne anlama geldiğini bildiklerinden dolayı, bu çağrının altında yatan gerçeği de çok iyi biliyorlardı. Onlar "Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmenin insanın egemenliğine topyekün başkaldırmak, Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığının ve hakimiyetinin altına girmek, sonra Allah'a yönelik bu kulluğa ilişkin konularda tanrılar ya da Allah adına konuşan herhangi bir insandan değil de, sadece Muhamed'den -salât ve selâm üzerine olsun- direktif almak anlamına geldiğini biliyorlardı. Ayrıca onlar, bu şekilde şahitlikte bulunan insanların Kureyş'in otoritesinden, önderlik ve hakimiyetinden çıkıp, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- öncülük yaptığı organik bir topluma katıldıklarını, sadece onun önderliğine ve otoritesine boyun eğdiklerini, ailelerinden, kabilelerinden, aşiretlerinden, kavmin bilginlerinden ve cahiliyenin önderliğinden bağlarını ve dostluklarını koparıp, bütün bağlılıkları ve dostluklarıyla yeni önderliğe ve bu yeni önderliğin yönettiği müslüman kitleye yöneldiklerini görüyorlardı.
İşte "Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmek, bütün bunları ifade etmektedir. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerince görülen bir realiteydi. Bunun rejimlerine, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzenlerine, ayrıca siyasal rejimlerinin dayandığı inanç sistemlerine yönelik bir tehdit, bir tehlike olduğunu kavramakta gecikmemişlerdi.
"Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmek, hiçbir zaman günümüzde kendilerini müslüman sanan toplumların anladığı gibi asılsız, boş ve basit bir anlama gelmemektedir. Bu toplumlar yeryüzünde ve insanların hayatında Allah'ın ilahlığının varlığı ve etkinliği bulunmazken, toplumlara hakim olan ve onları yönlendiren cahiliye önderliği ve yasalarıyken sadece dilleriyle şehadet getirmek ve bazı ibadetleri yerine getirmekle kendilerinin müslüman olduklarını sanmaktadırlar.
Mekke'de islâmın bir toplumsal yasası ve devleti olmadığı bir gerçektir. Ancak, "Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik edenler derhal Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- önderliğine teslim oluyorlardı, hemen müslüman kitleye bağlılıklarını ve dostluklarını ifade ediyorlardı. Aynı zamanda cahiliyenin önderliğinden uzaklaşıyor ve ona karşı koyuyorlardı. Dilleriyle şehadet getirir getirmez, aileleri, aşiretleri, kabileleri ve cahiliye toplumunun önderliğiyle olan bağlarını ve dostluklarını kesiyorlardı. Günümüzde olduğu gibi boş, anlamsız ve basit bir söyleyiş sözkonusu değildi. Tersine, bu şahitliğin pratik ve fiili anlamı islâmın dayandığı temel gerçeğin tercümanı niteliğindeydi.
Kureyş'in ileri gelenlerinin islâmın yayılmasından ve Kur'an'dan rahatsız oluşlarının nedeni buydu. Nitekim daha önce "Haniflerin" müşriklerin inançlarından ve ibadetlerinden uzaklaşmaları, sadece Allah'ın ilalılığına inanmaları, kulluk kastı taşıyan davranışları Allah'a sunmaları ve putlara ibadet etmeyi temelden reddetmeleri Kureyş'in ileri gelenlerini rahatsız etmemişti. Buraya kadar cahiliye tağutunu ilgilendiren bir şey sözkonusu değildir. Çünkü hareket halinde belirmeyen, eyleme dönüşmeyen soyut bir inanç sistemi ve birtakım bireysel ibadetler, tağut için bir tehlike oluşturamamaktadır. Günümüzde müslüman olmak isteyen, ancak islâmın ne olduğunu iyice bilmeyen bazı iyi niyetli kimselerin sandığı gibi islâm bu değildir. İslâm, şehadetin ilanıyla birlikte başlayan bir harekettir. Cahiliye toplumundan, düşüncelerinden, değer yargılarından, onun önderliğinden, otoritesinden ve toplumsal yasasından bütünüyle soyutlanmaktadır. Aynı zamanda islâm çağrısının önderliğine ve realite dünyasında gerçekleştirmek isteyen müslüman kitleye bağlanmaktır. İşte bu Kureyş'in ileri gelenlerinin mahvolması, yokedilmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden çeşitli yöntemlere başvurarak islâma karşı koyuyorlardı. Başvurdukları yöntemlerden biri de Kur'an'ın "eskilerin masalı olduğunu, isteseler kendilerinin de bunun gibisini söyleyebileceklerini" iddia etmeleriydi. Bu iddiayı sık sık tekrarlıyor ve her defasında çaresiz kalıp hezimete uğruyorlardı.
Ayette geçen "Esatir" kelimesinin tekili "Ustûreb"dir. Çoğunlukla Tanrılara ilişkin hurafeden ibaret düşüncelerden, geçmişlerin olaylarından ve olağanüstü kahramanlıklarından, hayal ve hurafenin büyük rol oynadığı asılsız olaylardan oluşan karmaşık hikâye anlamına gelmektedir.
Kureyş'in ileri gelenleri, Kur'an'da yer alan geçmiş milletlere ilişkin hikâyeler, olağanüstü olayları ve mucizeleri dile getiren bölümler, yüce Allah'ın yalanlayanlara yaptıklarını ve mü'minleri kurtarmasını anlatan ayetler gibi bu konuyu içeren Kur'an'ın anlatımına (hikâye ediş tarzına) dayanarak her şeyden habersiz yığınlara, "Bu Kur'an eskilerin masallarıdır. Muhammed bunları, bu hikâyeleri derleyenlerden yazmış, gelip size okuyor. Ve bunların Allah tarafından kendisine vahyedildiğini iddia ediyor" diyorlardı. Nadr b. Haris de Peygamberimizden sonra gelip onun bulunduğu mecliste ya da ona yakın bir mecliste oturur, İran'a yaptığı seyahatlerde öğrendiği İran efsanelerini anlatırdı. Sonra da dinleyicilerine, "Bunlar da Muhammed'in söylediği türden şeylerdir. Üstelik ben onun gibi peygamberlik iddiasında bulunup, Allah'dan vahiy aldığımı da ileri sürmüyorum. Kur'an, bunlar gibi eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyordu.
Cahiliye ortamında bu tür zihin bulandırıcı propagandaların kamuoyunda, özellikle bu tür masal ve hikâyelerle Kur'an arasındaki farkın iyice belirginleşmediği dönemlerde, büyük etki bıraktığını takdir etmemiz gerekmektedir.
Böylece Peygamberimizin Bedir savaşı öncesinde Nadr b. Haris'in öldürülmesi için özel duyuru yapmasının, sonra onu esirler arasında bulunca onunla birlikte birkaç kişinin daha öldürülmesini emretmesinin ve diğerlerinde olduğu gibi onlardan fidye kabul etmemesinin sebebini kavramış oluruz.
Bununla birlikte, Mekke'de başvurulan bu yöntemler uzun süre yaşamadı. Çok geçmeden bu manevraların gerçek mahiyeti ortaya çıktı. Kur'an, yüce Allah'dan kaynaklanan karşı konulmaz güç ve en kısa zamanda insan fıtratıyla uyum sağlayan köklü gerçek sayesinde, bu yöntemleri ve manevraları etkisiz hale getirdi, geride hiçbir şey bırakmamak üzere silip süpürdü. Bu sefer Kureyş'in ileri gelenleri paniğe kapılıp, "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü çıkarın, belki bu şekilde onu bastırırsınız" (Fussilet, 26) demeye başladılar. Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Ahnes b. Şureyk gibi Kureyş'in önde gelen simaları, birbirlerini kollayarak geceleri gizliden gizliye Kur'an dinlemekten kendilerini alamıyorlardı. Diğerlerinden gizli olarak ayakları onları geceleri Peygamber'i dinlemeye sürüklüyordu. Öyle ki, gençler onları görüp bu Kur'an'ı dinlemekle kafaları karışmasın diye bir daha gelmemek üzere birbirlerine söz verip anlaşmışlardı.
Ne var ki, Nadr b. Haris'in insanları Kur'an'dan soğutmak için başka bir şey ortaya atmak suretiyle onları kandırmaya çalışması bu konudaki girişimlerin sonuncusu olmamıştır, olmayacaktır da. Bu girişim değişik görünümler altında tekrarlanmış, bundan sonra da tekrarlanacaktır. Bu dinin düşmanları insanları kesin bir şekilde Kur'an'dan uzaklaştırmak için kesintisiz bir çaba içinde olmuşlardır. Bunda başarısız olunca, bu sefer Kur'an'ı; hafızların güzel sesleriyle okuduğu, dinleyenlerin kendilerinden geçtiği nağmelere, insanların ceplerinde, göğüslerinin üzerinde taşıdıkları ve yastıklarının altına koydukları muskalara, nazar dualarına dönüştürdüler. Sonra da bu insanlara böyle yapmakla müslüman olduklarını telkin edip, bu Kur'an'ın ve bu dinin gereklerini yerine getirdiklerini zannettirdiler.
Böylece insanların hayatına yön veren prensiplerin kaynağı Kur'an değildir artık. Bu dinin düşmanları, onlar için hayatlarına ilişkin tüm direktifleri edindikleri bir alternatif getirmişlerdir. İnsanlar toplumsal yasalarını, kanunların, değer yargılarını ve ölçülerini aldıkları gibi düşünce ve anlayışlarını da bu alternatif kaynaktan edinmeye başladılar. Sonra bu düşmanlar insanlara şöyle demeye başladılar: Kuşkusuz bu din saygındır, Kur'an da dokunulmazdır. Üstelik bu Kur'an her zaman, sabah, akşam size okunmaktadır. Güzel sesli hafızlar okumakta, nağmelerle terennüm etmektedirler. Bu okuyuşun ve bu terennümün dışında bu Kur'an'dan daha ne bekliyorsunuz? Düşünce ve anlayışlarınıza, düzen ve rejimlerinize, şeriat ve kanunlarınıza, değer ve ölçülerinize gelince, bütün bunların kaynağı niteliğinde bir başka Kur'an vardır. Ona müracaat ediniz...
Kuşkusuz bu, Nadir b. Haris'in başvurduğu manevranın aynısıdır. Fakat bu sefer zamanın gelişmesine ve hayatın oturmuşluğuna paralel olarak daha bir gelişmiş ve daha ustaca hazırlanmış bir görünüm arzetmektedir. Bu, birçok görünümüyle aynı manevradır. Asırlar boyu bu dine karşı girişilen komploların tarihinden bu manevrayı tanımak her zaman mümkündür.
Ancak -ona yönelik komploların sürekliliğine, kurnazca hazırlanmış olmasına, daha gelişmiş ve ilerlemiş olmasına rağmen- bu Kur'an'ın her zaman üstün gelmesi hayret verici bir olaydır. Bu kitabın olağanüstü özellikleri vardır. Fıtratın üzerinde karşı konulmaz bir etkinliğe sahiptir. Tüm yeryüzünü kaplayan cahiliyenin komploları, Yahudi ve Haçlı şeytanların tuzakları, her yerde ve her çağda Yahudi ve Haçlıların güdümündeki evrensel iletişim araçlarının komploları hiçbir zaman Kur'an'ın bu karşı konulmaz gücüne üstünlük sağlayamayacaktır.
Kuşkusuz bu kitap, yeryüzündeki bütün düşmanlarının boyunlarını bükmekte, onları çaresiz hale getirmektedir. Öyle ki bu düşmanlar, Kur'an'ı uluslararası yayın kurumlarında propaganda aracı olarak kullanmaktadırlar. Yahudiler, Haçlılar ve onların müslüman ismi altındaki işbirlikçileri de aynı şekilde Kur'an yayı yapmaktadırlar.
Gerçekte onlar, Kur'an'ı "müslümanların" (!) nezdinde sırf nağmelerden, tecvide uygun okuyuşlardan, muska ve nazar dualarından ibaret bir kitaba dönüştürüp müslüman (!) insanların bile düşüncelerinden uzaklaştırmada başarıya ulaştıktan sonra, yayın kurumlarında, radyo istasyonlarında Kur'an yayını yapmaktadırlar. Evet onlar; Kur'an'ı hayata yön veren prensiplerin kaynağı olmaktan çıkarmışlardır. Bütün konularda yönlendirici rol oynayacak prensipler için alternatif kaynaklar ortaya atmışlardır. Ne var ki, bu kitap, bütün bu komploların ötesinde, her zaman işlevini yerine getirmiştir, getirecektir de. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde bu Kur'an'ın kararlılığı etrafında birleşen, hayatına yön veren direktifleri sadece ondan edinen, kurulan komploların, uygulanan baskı, katliam ve sürgünlerin ötesinde yüce Allah'ın va'dettiği yardım ve zaferi gözeten müslüman bir kitle oluştuğu zaman, bu Kur'an bir kez daha işlevini eksiksiz bir şekilde yerine getirecektir.
AZGIN İNATSonra surenin akışı devam ederken ayetler, müşriklerin yenmeye çalıştıkları ve her defasında yenildikleri hak karşısındaki hayret verici inatlarını tasvir ediyor. Meğer büyüklenme onları bu dine teslim olmaktan, otoritesine boyun eğmekten alıkoyuyormuş. İşte onlar -şayet bu Kur'an Allah katından gelmiş hak içerikli bir kitap ise- üzerlerine gökten taş yağdırmasını ya da can yakıcı bir azap indirmesini istiyorlar. Oysa yüce Allah'dan bu gerçeğe tabi olmayı ve gerçek taraftarlarının safında yeralmayı nasip etmesini istemeleri gerekirdi:
32- Hani onlar "Allah'ımız, eğer bu Kur'an senin tarafından gönderilmiş gerçek bir kitap ise, başımıza gökten taş yağdır ya da bizi acıklı bir azaba çarptır" dediler.
Bu son derece garip bir duadır: Yok olmayı, gerçeğe boyun eğmeye -onlara göre de gerçek olsa bile- tercih edecek kadar azgınlaşan bir inatçılığı tasvir etmektedir. Bozulmamış fıtrat herhangi bir konuda kuşkuya düştüğü zaman, bu konuda herhangi bir küçüklük kompleksine kapılmadan gerçeği ortaya çıkarması ve kendisini gerçeğe yöneltmesi için Allah'a dua eder. Ancak fıtrat azgınlaştığında, büyüklük kompleksine kapılıp bozulduğunda günahla övünmeye başlar. Öyle ki, gerçek hiçbir kuşkuyà yer bırakmayacak şekilde gözlerinin önünde belirdiği halde, gerçeğe boyun eğmektense yokolmayı ve acıklı bir azaba çarpılmayı tercih eder. Mekke'deki müşrikler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- çağrısını işte böyle bir inatçılıkla karşılıyorlardı. Ne var ki, bu çağrı en sonunda bu azgın ve şımarık inatçılığa karşı üstünlük sağlamıştır.
Surenin akışı bu inat ve iddialar üzerine şu değerlendirmeyi yapıyor: Onlar, gökten üzerlerine taş yağdırılmayı ve -şayet bu Kur'an Allah katından gelmiş hak bir kitapsa, ki haktır- acıklı bir azaba çarptırılmayı istemelerine rağmen, evet buna rağmen, yüce Allah onları daha önce ayetlerini yalanlayan toplumların başına gelen kökten yoketme azabından muaf tutmuştur. Çünkü Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- aralarındadır ve onları doğru yola çağırmaktadır. Peygamber aralarında bulunduğu halde yüce Allah onları kökten yoketmek suretiyle cezalandıracak değildir. Aynı şekilde Allah'dan bağışlanma diledikleri sürece, birtakım günahlarından dolayı yüce Allah onları böyle bir azaba çarptırmayacaktır. Yoksa azabın onlardan alıkonması sırf onların Kâbe'nin çevresinde oturuyor olmalarından kaynaklanmamaktadır. Çünkü onlar bu evin Kâbe'nin- koruyucu dostları değildirler. Bu evin koruyucu dostları Allah'dan korkanlardır.
33- Oysa sen aralarında bulundukça, Allah onları azaba çarptırmaz. Ayrıca bağışlanma dilerlerken de Allah onları azaba çarptırmaz. 34- Yoksa onlar insanların Mescid-ı Haram'a girmelerine engel oldukları halde, Allah onları niye azaba çarptırmasın ki? Onlar oranın korucuları değildiler. Oranın korucuları ancak Allah'ın yasaklarından sakınanlardır. Fakat çokları bunu bilmezler. 35- Onların Kâbe karşısında tapınmaları naradan ve alkıştan ibaretti. Süregelen inkârcılığınızın karşılığı olarak şimdi azabı tadın bakalım.
Onlara süre tanıyan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah rahmetinden dolayı inat etmelerine karşılık hemen onları cezalandırmıyor, insanları Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten alıkoymalarına karşılık olarak, onları hemen azaba çarptırmıyor. Müşrikler müslümanların Kâbe'yi ziyaret etmelerine engel oluyorlardı. Oysa müslümanlar, kimseyi Kâbe'yi ziyaret etmekten alıkoymamışlardı, kimseyi incitmemişlerdi.
Allah'ın rahmeti daha sonraları da olsa, imanın aydınlığı gönlüne yansımış herhangi biri hidayet çağrısına olumlu karşılık verebilir diye, onlara süre tanımaktadır. Peygamber aralarındadır ve onları davet etmektedir. Onlardan bazılarının olumlu karşılık verme ihtimali belirmiştir. Peygamberin aralarında yaşıyor olması sayesinde kendilerine süre tanımaktadır. İman çağrısına olumlu karşılık verdikleri, yaptıkları kötülüklerden dolayı bağışlanma dileyip tevbe ettikleri sürece, kökten yokolma azabından korunmanın yolu daima açıktır.
"Oysa sen aralarında bulundukça Allah onları azaba çarptırmaz. Ayrıca bağışlanma dilerlerken de, Allah onları azaba çarptırmaz."
Yoksa eğer yüce Allah, içinde bulundukları durumlarına göre onlara muamele edecek olursa, onlar bu azabı çoktan haketmişlerdir: "Yoksa onlar insanların Mescid-i Haram'a girmelerine engel oldukları halde, Allah onları niye azaba çarptırmasın ki? Onlar oranın korucuları değildirler. Oranın korucuları, ancak
Allah'ın yasaklarından sakınanlardır. Fakat çokları bunu bilmezler."
Onların azaba çarptırılmasına engel olan şey, iddia ettikleri gibi İbrahim Peygamberin -selam üzerine olsun- soyundan gelmiş olmaları veya Allah'ın evinin bekçileri, korucuları olmaları değildir. Bu, pratik bir temeli bulunmayan bir iddiadan başka bir şey değildir. Onlar bu evin (Kâbe'nin) dostları ve sahipleri değildirler. Onun düşmanıdırlar, onu gaspetmişlerdir. Çünkü Allah'ın evi öncekilerin sonrakilere bıraktığı bir miras değildir. Ona Allah'dan korkan dostları varis olur. Kendilerinin İbrahim'in -selâm üzerine olsun- varisi olduklarınà ilişkin iddiaları da böyledir. İbrahim Peygambere varis olmak kan ve soy bağıyla gerçekleşen bir şey değildir. Bu veraset ancak din ve inanç bağıyla gerçekleşir. İbrahim'in ve onun Allah için inşa ettiği bu evin varisleri Allah'dan korkanlardır. Onlar, bu evin gerçek korucularını, İbrahim'in dinine inananları Kâbe'den alıkoymaktadırlar.
Onlar Kâbe'nin yanında namaz kılıyor olsalar bile, onun dostları korucuları değildirler. Üstelik yaptıkları tapınma namaz da değildir. Yaptıkları ıslık çalmak ve el çırpmaktı. Vakardan uzak, karmakarışık birtakım davranışlardı. Ne Kâbe'nin saygınlığının bilincindeydiler, ne de Allah'ın heybetinden ürperiyorlardı.
İbn-i Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der: "Müşrikler yanaklarını yere değdirerek ıslık çalıyor, alkış tutuyorlardı."
Bu olay günümüzde "İslâm ülkeleri" (!) adı verilen birçok ülkede, yanaklarını kapı eşiklerine, mevki ve makam sahiplerinin ayaklarına sürten çalgıcıları, dalkavuk alkışçıları ve şamatacıları hatırlatmaktadır insana. İşte bu, değişik şekillerde ortaya çıkan aynı cahiliyedir. Ve bu cahiliye bir kez daha en büyük ve en açık şekliyle ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde kulların ilahlık sürmesi, insanların hayatına hükmetmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu olay gerçekleşti mi,diğer cahiliye şekilleri bunu izler ve bunlar sadece bu büyük cahiliyenin bir ayrıntısı niteliğindedirler.
"Süregelen inkârcılığınızın karşılığı olarak şimdi tadın azabı bakalım."
Burada işaret edilen Bedir günü müslüman kitlenin elinden çektikleri azaptır. İstedikleri azaba (kökten yoketme azabına) gelince, bu azap Allah'ın onlara yönelik rahmeti ve aralarında yaşayan peygamberine ikramı sayesinde ertelenmiştir. Belki tevbe edip yaptıklarından pişman olur, Allah'dan bağışlanma dilerler, diye.
ALLAH YOLUNDAN ALIKOYANLARKâfirler insanları Allah'ın yolundan alıkoymak için, mal varlıklarını ortaya koyarak yardımlaşırlar. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatını anlatan kitaplardan yaptığımız alıntılarda değinildiği gibi Bedir günü de yardımlaşmışlardı. Aynı şekilde Bedir'den sonra ikinci bir çarpışma için hazırlık yapmışlardı. Yüce Allah arzularının boşa çıkacağı, harcadıkları malların içlerinde yürek acısına dönüşeceği uyansında bulunuyor. Onlara dünyada bozgun, ahirette de cehennem azabı va'dediyor:
36- Kâfirler insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Onlar mallarını bu uğurda harcayacaklar, sonra da bu harcama onlar için yürek acısı olacak, arkasından da yenilgiye uğrayacaklardır. Kâfirler cehennemde biraraya getirileceklerdir. 37-Ta ki, Allah murdarı temizde ayırdetsin ve murdarları üstüste koyup hep biraraya yığarak cehenneme atsın. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır.
Muhammed b. İshak, Zehri ve başkalarından şöyle rivayet eder: Kureyş Bedir günü ağır bir bozguna uğrayıp, yenik orduları Mekke'ye dönmüştü. O sırada Ebu Süfyan da kervanıyla birlikte Mekke'ye gelmişti. Abdullah b. Rebia, İkrime b. Ebü Cehil, Safvan b. Ümeyye, Bedir'de babalarını, oğullarını ve kardeşlerini kaybeden Kureyş'ten bazı kimselerle birlikte Ébu Süfyan b. Harb'in yanına gidip ona ve Kureyş'e ait bu ticaret kervanında malları bulunan kimselere şöyle dediler: "Ey Kureyşliler, Muhammed sizi korkutmuş ve sizin en seçkinlerinizi öldürmüştür. Ona karşı savaşmamız için bu malları bize verin. Böylece bizden öldürülmüş olanların intikamını âlmış oluruz." Onlar da bunu yaptılar. İbn-i İshak diyor ki, -İbn-i Abbas'ın da dediği gibi- yüce Allah onlar hakkında bu ayeti indirdi:
"Kâfirler insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Onlar mallarını bu uğurda harcayacaklar, sonra da bu harcama onlar için yürek acısı olacak, arkasından da yenilgiye uğrayacaklardır. Kâfirler cehennemde biraraya getirileceklerdir."
Bedir savaşından önce ve sonra gerçekleşen bu olay, bu dinin düşmanlarının başvurdukları geleneksel yöntemlerden sadece bir örnektir. Onlar insanları Allah'ın yolundan alıkoymak, bu dinin yoluna engeller koymak, her zaman ve her yerde bir müslüman kitleye karşı savaşmak için mallarını harcarlar, ellerinden gelen tüm çabayı sarfederler ve çeşitli komplolar kurarlar.
Kuşkusuz bu savaş kesintiye uğramadan devam edecektir. Bu dinin düşmanları onu rahat bırakmayacaklardır. Bu dinin taraftarlarının kendilerini güvencede hissetmelerine müsaade etmeyeceklerdir. Ayrıca bu dinin metodu, cahiliyeye saldırmak üzere harekete geçmektir. Bu dinin taraftarlarının yolu, haksızlığa ve düşmanlığa dayalı cahiliyenin gücünü kırmak, yerle bir etmek ve bir daha tağutların saldırmaya cesaret edemeyecekleri şekilde Allah'ın sancağını yükseltmek için harekete geçmektir.
Yüce Allah, insanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoymak için mal varlıklarını ortaya koyanlara, bu mallarının yürek acısına dönüşeceği 'uyarısında bulunuyor. Onlar sonunda bu mallarını büsbütün kaybetmek için harcıyorlar. Ahirette ise cehennemde biraraya geleceklerdir. Böylece büyük yürek acısı gerçekleşmiş olacaktır. Şu ayette ifade edildiği gibi...
"Ta ki, Allah murdarı temizden ayırdetsin ve murdarları üstüste koyup hep biraraya yığarak cehenneme atsın. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır."
Ama nasıl?
Kâfirler tarafından harcanan bu mallar batılı güçlendirip, düşmanlığa yöneltir. Hak da cihad ederek, savaşarak ona karşı koyar. Batılın hareket gücü ortadan kaldırmak için harekete geçer. Bu acı sürtünmenin sonucu karakterler ortaya çıkar, hak ve batıl birbirinden iyice ayrılır. Aynı şekilde hak ve batıl taraftarları da birbirlerinden ayrılırlar. Başlangıçta deneyim ve imtihandan önce hàk sancağı altında toplanan saflarda bile bu ayrılık kendini gösterir. Böylece Allah'ın yardımını hakeden sabırlı, dirençli ve fedakâr kimseler ortaya çıkar. Artık bunlar emaneti yüklenmeye, onu korumaya ehil kimselerdir. İmtihan ve sıkıntının dayanılmaz baskısıyla emanetten sapmayacaklardır. Bu noktada yüce Allah murdarları üstüste koyup cehenneme atar. Bu da hüsrana uğramanın doruk noktasıdır.
Kur'an'ın ifade tarzı murdarı öylesine somutlaştırıyor ki, insan hacimli bir cisim sanıyor. Bir pislik yığını gibi beliriyor ve ateşe atılıveriyor, değer verilmeden, önemsenmeden...
"Murdarları üstüste koyup hep biraraya yığarak cehenneme atsın."
Bu somutlaştırma ayetin anlamına, insan hissinde derin bir gerçeklik kazandırıyor. İfade etme ve etkilemede Kur'an'ın başvurduğu bir yöntemdir bu.
ALLAH'IN DİNİ HAKİM OLANA KADAR SAVAŞINSurenin akışı, dayanışma içindeki kâfirlerin akıbetine ve üstüste yığılan murdarların sonucuna ilişkin bu kesin açıklamayı yaptıktan sonra, kâfirlere en son uyarıda bulunması için Peygamberimize yöneliyor. Aynı şekilde müslüman cepheye de hitap ediliyor ve `yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'a özgü oluncaya kadar savaşmak' emri veriliyor. Bu arada cihad eden müslüman kitleye yüce Allah'ın kendilerine dost ve destekçi olduğu güvencesi veriliyor. Allah dostları, yardımcıları ve destekçileri olduğu sürece insanların savaşla, hileyle onlara galip gelmeleri mümkün olmayacaktır.
38- Kâfirlere dedi ki; "Eğer saldırganlıklarından vazgeçerlerse geçmişteki suçları bağışlanır. Yok eğer eski tutumlarına dönerlerse, daha öncekiler için geçerli olan kurallar onlar için de işler. " 39- Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür. 40- Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin dostunuz ve dayanağınızdır. O ne güzel bir dost ve dayanak, ne güzel bir yardım edicidir.
Yaratıcı ve dilediğini zorla yaptıran ezici güce sahip olan yüce Allah'ın onların topluluklarının mahvına, harcadıkları malların yürek acısına dönüşmesine, dünyada rezil olup yürek acısı çektikten sonra murdarların üstüste konulup cehenneme atılmasına ilişkin açıklamasının ışığında kâfirlere söyle:
"Kâfirlere de ki; eğer saldırganlıklarından vazgeçerlerse, geçmişteki suçları bağışlanır. Yok eğer eski tutumlarına dönerlerse daha öncekiler için geçerli olan kurallar onlar için de işler."
İçinde yaşadıkları küfre, islâm ve müslümanlara karşı savaşmak üzere biraraya gelmeye, insanları Allah yolundan alıkoymak için malı harcamada bulunmaya son vermeleri için karşılarına önemli bir fırsat çıkmıştır. Bütün bunlardan tevbe etmeleri ve Allah'a dönmeleri için önlerindeki yol açıktır. Bu durumda önceki günahları bağışlanır. Çünkü islâm, daha önce işlenenleri siler, götürür. İnsan anasından doğmuş gibi daha önce işlemiş kötülüklerden arınmış olarak islâma girer. Ancak onlar -bu açıklamadan sonra- tekrar içinde bulundukları küfre ve düşmanlığa dönecek olurlarsa, onlardan önce gelip geçmiş milletlere ilişkin Allah'ın yasası işlevini yerine getirecektir. Allah'ın yasası, tebliğ ve açıklamadan sonra yalanlayanları azaba çarptırmak, dostlarına da zafer, üstünlük ve galibiyet sağlamak şeklinde işlevini görmüştür. Bu değişmez ve her zaman için geçerli olan bir yasadır. Buna göre kâfirler, yolların ayrılış noktasında tercihlerini yapmalıdırlar.
Bu noktada kâfirlerle yapılan konuşma son buluyor ve surenin akışı mü'minlere yöneliyor:
"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür."
"Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin dostunuz ve dayanağınızdır. O ne güzel bir dost ve dayanak, ne güzel bir yardım edicidir."
İşte Allah yolunda cihadın her çağda ve her yerde geçerli olan sınırları. Bununla beraber, islâmda cihada ve islâm savaş kurallarına ilişkin olarak bu surede yeralan hükümler nihaî hükümler değildirler. Bu konudaki son hükümler, hicri dokuzuncu senede indirilen Tevbe suresinde yeralmaktadır. Bununla beraber surenin giriş kısmında da söylediğimiz gibi -İslâm aksiyoner bir harekettir, insanlığın pratik hayatını uygun yöntemlerle karşılar. Aynı zamanda islâm aşamalı bir harekettir. Her aşama için pratik ihtiyaç ve gereklerine cevap verecek uygun yöntemleri vardır.
Bununla beraber, "Fitnenin kökü kazınıp, Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız." ayeti süregelen cahiliyenin pratiğine karşı islâmi hareketin her zaman için geçerli olan bir hükmünü belirlemektedir.
Surenin tanıtım kısmında da değinildiği gibi islâm, bütün "yeryüzünde" tüm `insanlığın' kula kulluktan -aynı şekilde kendi arzusuna kul olmaktan, çünkü bu da kula kulluğun bir türüdür- kurtuluşunun evrensel bildirisi olmak için gelmiştir. Bunu da yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilalılığını, alemler üzerindeki Rabblığını ilan etmekle gerçekleştirmiştir. Bu ilan, her çeşidiyle ve tüm şekilleriyle insanın hakimiyetine dayalı düzenlere ve rejimlere karşı kapsamlı bir devrim anlamına gelmektedir. Yeryüzünün her köşesinde, her ne şekilde olursa olsun hakimiyetin insanlara ait olduğu rejimlere karşı tam bir başkaldırı anlamına gelmektedir. ( Enfal suresinin giriş kısmına bkz.)
Bu önemli hedefin gerçekleşmesi için de iki temel faktör gereklidir.
Birincisi: Bu dini benimseyen, insanın egemenliğinden kurtulduklarını ilan eden, sadece Allah'a kul olmakla her çeşit ve her şekliyle kula kulluktan kurtulanlara yönelik baskı ve işkenceleri bertaraf etmektir. Bu da şu evrensel bildiriye inanan, onu realiteler dünyasında uygulayan, bu dine inananlara işkence ve zulüm uygulamakla ya da bu dini benimsemek isteyenlere çeşitli baskı, zorlama ve propaganda yöntemleriyle engel olmaya çalışmakla azgınlaşan tağutlarla cihad eden mü'min bir önderliğin yönetiminde hareket eden organik bir yapıya sahip mü'min bir kitlenin varlığıyla mümkün olur.
İkincisi: Her ne şekilde olursa olsun, insanın insana kulluğu esasına dayanan tüm güçleri yeryüzünden silmektir. Bu da birinci hedefin yani bütün yeryüzünde yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını ilan etmenin garantisidir. Böylece bütün insanlar sadece Allah'a boyun eğmiş, onun dinini din edinmiş olurlar. Din kelimesi burada Allah'ın otoritesine boyun eğmek anlamındadır, soyut bir inanç değil.
Yüce Allah'ın "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. (Bakara, 256) sözünden dolayı kimi gönüllerde beliren bir şüpheyi açığa kavuşturmamız gerekmektedir.
Gerçi cihadın mahiyetine değinirken, özellikle üstad Ebul A'la el Mevdudi'nin "Allah Yolunda Cihad" adlı eserinden yaptığımız alıntılarla yeterli açıklamalarda bulunmuştuk. Ancak biz konuyu biraz daha açmak istiyoruz. Çünkü bu dinin düşmanları, bu konuda büyük bir kavram kargaşası meydana getirmiş, çeşitli hilelerle zihinleri bulandırmışlardır.
"Allah'ın dini bütünüyle egemen oluncaya kadar" ayetinde kastedilen "din", tağutların egemenliğinde ve fertleri baskı altında tutan rejimlerin varlığında somutlaşan maddi engelleri ortadan kaldırmak anlamında kullanılmıştır. Bu durumda yeryüzünde Allah'ın otoritesinden başka otorite kalmayacaktır. O gün Allah'ın otoritesinden başka kullar baskıcı hiçbir otoriteye boyun eğmeyecek, O'nun dinini din edinmeyecektir. Bu maddi engeller ortadan kaldırıldıktan sonra, insanlar diledikleri inancı her türlü baskıdan uzak bir şekilde seçmek üzere serbest bırakılırlar. Ne var ki, islâma karşıt olan bu inanç, başkasına baskı aracına dönüşebilecek, doğru yolu bulmak isteyenleri bundan alıkoyacak, Allah'ın otoritesinden başka her türlü otoriteden pratik olarak kurtulan kişilere işkence edecek bir güce sahip organik bir topluluk tarafından temsil edilemez. İnsanlar diledikleri inancı seçme bakımından özgürdürler. Ancak bu inanca bireysel olarak bağlanmalıdırlar. Bu inanç, kulların kendisine boyun eğdiği, yani dinini din edindiği zorlayıcı bir otoriteye dönüşemez. Çünkü kullar, Allah'dan başkasının otoritesine boyun eğemezler.
İnsanlar, yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği üstünlüğü, onuru elde edemezlerse, "yeryüzünde' : hiçbir şekilde özgür olamazlar. Ancak "din" bütünüyle Allah'a ait olmadığı, O'nun otoritesinden başka bir otoriteye boyun eğme olayı sözkonusu olduğu sürece...
İşte bu büyük hedef için savaşır, mü'min kitle...
"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar."
Kim bu ilkeyi benimser ve teslim olduğunu duyurursa, müslümanlar bu duyurusunu ve teslim oluşunu kabul ederler, artık onun niyetini ve içinde sakladığını araştırmazlar. Bunları Allah'a bırakırlar:
"Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür."
Kim de bu ilkeden yüz çevirir ve Allah'ın otoritesine karşı koymada ısrar ederse, müslümanlar Allah'ın yardımına güvenerek onunla savaşırlar.
"Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin dostunuz ve dayanağınızdır. O ne güzel bir dost ve dayanak, ne güzel . bir yardım edicidir."
İşte bu dinin getirdiği yükümlülükler ve işte onun ciddiyeti, realistliği ve pratikliği... Bu din, realiteler dünyasında uygulanmak, Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını insanların dünyasına egemen kılmak için hareket eder.
Kuşkusuz bu din, zihni rahatlatmak, bilgi ve kültürü arttırmak amacıyla herhangi bir kitaptan öğrenilecek bir teori değildir. Aynı şekilde, insanların kendi kendilerine ve Rabbleriyle ilişkilerinde yaşamakla yetindikleri vicdanları ilgilendiren edilgen bir inanç da değildir. Nitekim bu din, insanlarla Rabbleri arasındaki bireysel ilişkiyle sınırlı birtakım kulluk davranışlarından da ibaret değildir.
Bu din insanlığın evrensel kurtuluş bildirisidir. Pratiğe dönük ve realist bir sistemdir. İnsanların pratik hayatlarını uygun yöntemlerle karşılar. Düşünsel engelleri tebliğ ve açıklamayla giderir. Tağutların egemenliğini yerle bir edip, yerine Allah'ın egemenliğini yerleştirmek için rejim ve otoritelerin varlığında somutlaşan engelleri de cihad etmekle bertaraf eder.
Bu dinin direktifleri doğrultusunda hareket etmek, insanların pratik hayatlarıyla içiçe hareket etmek demektir. Bu dinle cahiliye arasındaki çekişme, bir teoriye başka bir teoriyle karşılık vermek şeklinde gelişen bir çekişme değildir. Cahiliye bir toplumun, rejimin ve otoritenin varlığında somutlaşmaktadır. Bu dinin de ona denk yöntemlerle karşı koyması için bir toplum, siyasi rejim ve otorite tarafından temsil edilmesi bir zorunluluktur. Bunun ötesinde dinin bütünüyle Allah için olması ve ondan başkasına boyun eğilmemesi için cihad etmesi de kaçınılmazdır.
İşte bu dinin realist, pratik ve aksiyoner hareket metodu budur, aldatılmış ve ruhsal bozguna uğramış olanların söyledikleri değil... Bu adamlar "müslüman" olmak isteyen iyi niyetli ve samimi kimseler olabilirler. Ne var ki, bu dinin görünümü onların kafalarında ve akıllarında netleşmemiştir. Bu dinin onların kafalarında yereden tablosu oldukça bulanıktır.
Bize bu gerçekleri gösteren Allah'a hamdolsun. Allah bize bu gerçekleri göstermemiş olsaydı biz bunları göremeyecektik kuşkusuz.
10. CÜZ BAŞLANGICIBu cüz baş tarafı dokuzuncu cüzde geçen Enfal suresinin kalan kısmı ile Tevbe suresinin büyük bir kısmını içermektedir... Önce Enfal suresinin kalan kısmını ele alacağız. Tevbe suresine gelince; inşallah bu cüzde sırası gelince sunacağız.
Dokuzuncu cüzün sonunda surenin belli başlı karakteristik çizgilerini ortaya koymuştuk. Surenin bu kalan kısmı da aynı karakteristik çizgileri izlemektedir. Ancak surenin akışında ilk anda göze çarpan gerçek, bu surenin bu son bölümünün ayetlerin akışı, düzenlenişi ve konuları bakımından nerdeyse birinci bölümündeki benzeri olduğudur. Konuların yenilenmesi nedeniyle tekrardan kaçınılmış olmasına rağmen, akış içinde bu konuların düzenleniş biçimi, aralarında bu denli olağanüstü bir ahenk bulunan her iki bölümü neredeyse birbirinden apayrı özelliklere sahip iki ayrı devreler haline getirmiştir.
Birinci bölüm, ganimetlerden ve onlar hakkında müslümanların aralarında baş gösteren çekişmelerden başlamış ve ganimetlerin bölüştürülmesini tamamen Allah ve Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- bırakmıştı. Sonra onları Allah'dan korkmaya çağırmış ve o düzeye çıkmaları için imanın gerçek mahiyetini açıklamıştı. Sonra ganimetler hakkında çekiştikleri savaş esnasında işlevini yerine getiren Allah'ın planlama ve takdirini gözler önüne sermişti. Bunu yaparken de savaşta meydana gelen kimi olayları ve sahneleri yeniden canlandırmıştı. Bir de ne görsünler, planlama tamamen Allah'a ait, destek ondan gelmiştir, savaş bütünüyle O'nun iradesini gerçekleştirmek için gelişmiştir. Onlar bu savaşta sadece perde ve aracı işlevini görmüşlerdir. Daha sonra savaşın gerçek mahiyetine ilişkin olarak ortaya konulan bu gerçeklerin ötesinde onları düşman saldırısı karşısında direnmeye, Allah'ın yardımına ve kendileriyle beraber oluşuna, düşmanlarını yardımsız bırakıp cezalandıracağına güvenmeye çağırmıştı. Daha sonra onları Allah ve peygamberine ihanet etmekten, mal ve evlât sınavını kaybetmekten sakındırmıştı. Bu arada Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- kâfirleri yaptıklarının sonucundan sakındırması, olumlu karşılık verdiklerinde bunu kabul etmesi, gizledikleri duygu ve niyetlerini ise Allah'a bırakması emredilmişti. Şayet bu uyarıyı dinlemeyip tutumlarını sürdürecek olurlarsa, fitnenin kökü kazınıp, din bütünüyle Allah'a özgü olana kadar müslümanlara kâfirlerle savaşmaları emredilmişti.
Şu ikinci bölüm de aynı şekilde gelişiyor... Ganimetlerin mülkiyetini tamamen Allah ve peygamberine özgü kıldıktan sonra, onlara ilişkin Allah'ın hükmünü açıklamakla başlıyor. Sonra onlara Allah'a ve O'nun hakla batılın ayrıldığı iki topluluğun karşılaştığı günde kuluna indirdiği ayetlere inanmaya çağırıyor. Sonra onlara bu ganimetleri sağlayan savaşta işlevini yerine getiren yüce Allah'ın planlama ve takdirini gösteriyor. Bunun için de, bu planlama ve takdiri belirginleştiren savaşta meydana gelen başka olayları ve sahneleri yeniden canlandırıyor. Sunulan bu sahnelerde kendilerinin Allah'ın kaderine aracı ve perde olmaktan başka bir şey yapmadıkları da belirginleşiyor. Savaşın gerçek mahiyetine ilişkin olarak gözler önüne serilen bu olguların ötesinde onlara düşmanla karşılaşılırken direnme, Allah'ı çokca anma, O'na ve peygamberine itaat etme çağrısı yapılıyor. Dağılıp güçlerinin kırılmasından sakındırmak için çekişmemeleri uyarısında bulunuluyor. Sabretmeye, cihada çıkarken kibirlenmemeye, gösteriş yapmamaya çağırılıyorlar. Yurtlarından çıkarken büyüklenen, insanlara gösteriş yapan ve şeytanın aldatması sonucu insanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoyan kâfirlerin akıbetinden sakındırılıyorlar. Ayetlerin akışı, onları sadece yardım etmeye gücü yeten, takdir ve planında hikmet bulunan yüce Allah'a dayanıp güvenmeye çağırıyor. Sonra onlara, Allah'ın ayetlerini yalanlayan kâfirlerin günahlarından dolayı azaba çarptırılmasına ilişkin Allah'ın değişmez kanunu gösteriliyor. Birinci bölümde mü'minlere güven aşılayan, savaşta dirençli olmalarını telkin eden ve kâfirlerin boyunlarına ve ellerine darbeler indiren meleklerden söz edildiği gibi bu bölümde de yüzlerine ve sırtlarına vurarak kâfirlerin canlarını alan meleklerden söz ediliyor. Birinci bölümde kâfirler için, "canlıların en kötüsü" ifadesi kullanılmıştı. Burada da her söz verişlerinde bunun tersine davrandıklarından söz edilmesi nedeniyle aynı ifade tekrar kullanılıyor. Bu hatırlatma bir bakıma, savaşta ve barışta onlarla kurulacak ilişkilere ilişkin olarak emredilen hükümlere bir hazırlık niteliğindedir. Bu hükümler islâm kampı ile kendisiyle savaş halinde olan ve barış yapan diğer kamplarla girilecek ilişkilere ilişkin ayrıntılı hükümlerdir. Bu hükümlerin bir kısmı kesin, nihaî hükümlerdir. Bir kısmı ise, daha sonra Tevbe suresinde kesinleşecek olan hükümlerdir.
Buraya kadar, surenin bu ikinci devresi -konuların mahiyeti ve surenin akışı içindeki düzenlenişleri bakımından- nerdeyse surenin birinci devresiyle aynı özellikleri paylaşmaktadır. Sadece islâm kampı ile diğer kamplar arasındaki ilişkilere ilişkin hükümlerin bazı ayrıntılarında farklılık göze çarpmaktadır.
Daha sonra, surenin bitimine doğru bu hükümlere ve konulara bağlı, onları bütünleyen diğer konu ve hükümler yeralmaktadır:
Yüce Allah, peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte mü'minlere kalplerini kaynaştırmak suretiyle onlara yaptığı iyiliği hatırlatıyor. Allah'ın iradesi, rahmeti ve lütfu olmasaydı bu kalpler kaynaşmaya yanaşmayacaklardı.
Aynı şekilde yüce Allah, kendisinin onlara yeterli olduğunu ve onları koruyacağını belirterek güvence veriyor. Bu yüzden Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- onları savaşa teşvik etmesini emrediyor. Onlara, iman etmiş olmaları nedeniyle -sabrettikleri sürece- olayları derinlemesine kavramaya çalışmayan kâfirlerden oluşan kendilerinin on katı bir kuvvetle başedebileceklerini gösteriyor. Kâfirler iman etmedikleri için durum böyledir. Yine onlar en zayıf durumlarında bile sabrederlerse, kendilerinden kat kat fazlası kâfirle başedebileceklerdir. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
Sonra yüce Allah, esirlerden fidye kabul ettikleri için onları azarlıyor. Çünkü henüz yeryüzünde kalıcı ve caydırıcı bir üstünlük sağlamamışlar, henüz düşmanlarının gücünü kırmamışlar, daha otoriteleri perçinlenmemiş, henüz devletleri sağlam temellere oturmamıştır. Bununla da değişik aşamalarda ve farklı durumlarda islâmın başvurduğu hareket metodu açığa kavuşmaktadır. Bu durum aynı zamanda, realite karşısında ve farklı aşamalarda islâmi hareket metodunun realistliğine ve esnekliğine işaret etmektedir. Ayrıca yüce Allah, ellerindeki esirlere karşı nasıl davranacaklarını, onlara nasıl imanı sevdireceklerini, kalplerinde imana karşı nasıl sempati uyandıracaklarını gösteriyor. Bu arada esirleri de bir daha ihanet etmeye çalışmaktan sakındırıyor. Bir sonuca ulaşamayacaklarını belirterek ümitlerini kırıyor. Çünkü kâfir olmak suretiyle ihanet ettiklerinde ilk defa onları bu şekilde alçaltan yüce Allah, şayet peygamberine ihanet edecek olurlarsa, ikinci bir defa da onları alçaltıp rezil edecektir.
Son olarak, müslüman kitlenin kendi içinde, islâmı kabul etmekle beraber islâm ülkesine katılmayan toplumlarla ve belli durumlarda kâfirlerle kuracağı ilişkilerde uygulayacağı insanlar arası ilişkilere ilişkin düzenli hükümler yeralıyor. Bu arada kâfirlerle kurulacak ilişkilerde uygulanacak genel prensip de belirleniyor. Bu hükümlerde islâm toplumunun tabiatı ve islâm hareket metodunun mahiyeti bütünüyle belirginleşiyor. Bu arada "hareket halindeki bir toplumun" varlığının islâmın varlığı için vazgeçilmez bir temel olduğu net bir şekilde ortaya çıkıyor. Çünkü islâmın iç ve dış münasebetlere ilişkin hükümleri bu hareketlilikten kaynaklanır. Aynı şekilde bu dinde inanç ve toplumsal yasaların müslüman kitlenin fiili varlığından ve hareketinden ayrı düşünülemeyeceği gerçeği de olanca netliğiyle ortaya çıkıyor.
Surenin geride kalan ayetlerini ayrıntılı biçimde ele almamız için bu kısa giriş yeterlidir.
Ele alacağımız dersin başlangıcı ile dokuzuncu cüz'ün sonunda yeralan geçen dersin sonları birbirine bağlı olarak sürüyor. Daha önce aşağıdaki ayette ilk defa ele alınan savaş hükümleri burada da ele alınıyor:
"Kâfirlere de ki; eğer saldırganlıklarından vazgeçerlerse geçmişteki suçları bağışlanır. Yok eğer eski tutumlarına dönerlerse, daha öncekiler için geçerli olan kurallar onlar için de işler."
"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savayız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür."
"Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin dostunuz ve dayanağınızdır. O ne güzel bir dost ve dayanak, ne güzel bir yardım edicidir."
Daha sonra bu derste, savaşta müslümanların kazandıkları zafer sonucu elde ettikleri ganimetlere ilişkin hükümlerden söz ediliyor. Nitekim bu savaşın gayesi ve hedefi şu şekilde belirlenmişti:
"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar."
Cihadın amacı bu açık ayette belirlenmiş, bunun Allah için, O'nun mesajına, dinine ve hayat sistemine özgü hedeflerin gerçekleşmesi uğruna yapıldığı böylece açığa kavuşmuş... Bu cihaddan elegeçen ganimetlerin mülkiyetine ilişkin olarak daha kesin söz söylenmiş, bunlar Allah ve peygamberine bırakılmış ve mü'minler niyetleri ve davranışlarıyla tamamen Allah adına hareket etmeleri için bunlardan soyutlanmış olmakla beraber... Evet bunlarla beraber Kur'an'ın ilahi hareket metodu, yaşanan realiteyi ona göre düzenlenmiş hükümlerle karşılıyordu. Ortada ganimetler vardı. Öte yandan bu ganimetleri elde eden savaşçılar... Bu savaşçılar Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad ediyorlar. Onlar cihad çağrısına koşup özel bir harcamayla savaş gereçlerini tedarik ediyorlar. Aynı şekilde, harcayacak herhangi bir şey bulamayan mücahidlerin savaş gereçlerini de onlar temin ediyorlar. Bunları, cihadda gösterdikleri sabır, direnç ve verdikleri güzel sınavla elde ediyorlar. Aslında yüce Allah ganimetlerin mülkiyetini daha baştan kendisine ve peygamberine özgü kılmakla, onların gönüllerini ve ruhlarını bu ganimetlere ilişkin olarak herhangi bir şekilde üzülmekten kurtarmıştı. Böylece bu ganimetlerden paylarına düşen miktarı aldıklarında artık üzülmüyorlar. Çünkü onlar bunları kendilerine bahşedenin Allah ve peygamberi olduğunun bilincindedirler. Aynı zamanda ganimetlerden bahşedilen bu miktar, pratik ihtiyaçlarına ve insani duygularına cevap veriyordu. Surenin başında yeralan bu kesin açıklamadan sonra, artık ganimetlere üşüşmez, bunlar hakkında birbirleriyle çekişmezlerdi
Kuşkusuz bu, insanın tabiatını bilen yüce Allah'ın belirlediği metoddur. Yüce Allah onlara bu dengeli ve eksiksiz metodla muamele ediyordu. Bu metod, pratik ihtiyaçlara cevap verdiği gibi, insanın duygularına da cevap veriyor, bu ganimetler için vicdan ve toplumun bozulmasına da engel oluyordu.
GANİMETLER 41- Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah'a, Peygamber'e, Peygamber'in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir. Allah her şeye kadirdir.
Bu konuda tercih edilen rivayetler ve fıkhi görüşler arasında birçok ihtilaflar belirmiştir.
1- Ayette geçen "Ganaim" ve "Enfal" kelimelerinin anlamları etrafında birtakım görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. İkisi aynı şey midir, yoksa birbirlerinden farklı şeyler midir?
2- Yüce Allah'ın savaşçılara bahşettiği beşte dörtlük paydan sonra geride kalan beşte birlik pay nasıl bölüştürülecek?
3- Allah'a ait olduğu bildirilen beşte birlik pay aynı zamanda peygambere ait olduğu bildirilen beşte birlik pay mıdır, yoksa ondan ayrı bir pay mıdır?
4- Peygambere ait olan beşte birlik pay, sadece ona mı özgüdür, yoksa ondan sonra iş başına gelen devlet başkalarına da mı verilir?
5- Akrabalara ait olduğu bildirilen beşte birlik pay, Peygamberimiz döneminde olduğu gibi Haşimoğulları'ndan ve Abdulmuttalipoğulları'ndan olan Peygamberimizin akrabaları için mi geçerlidir, yoksa bu konuda devlet başkanı yetkisini mi kullanır?
6- Beşte birlik paylar sadece bu beş grup arasında mı bölüştürülecek, yoksa tasarruf yetkisi Peygamber'e, ondan sonra da halifelere mi bırakılmıştır? Diğer görüş ayrılıkları daha çok ayrıntı sayılacak konularda belirmiştir.
Biz bu tefsirde takip ettiğimiz yöntem uyarınca, yerinde incelenmesi daha iyi olan fıkhî ayrıntılara girmiyoruz. Bu genel yöntemimiz. Özelde ise ganimetler konusu bütünüyle, bugün karşı karşıya kaldığımız islâmî bir realite değildir. Biz bugün bir olgu olarak böyle bir sorunla karşı karşıya değiliz. Bir müslüman devlet, bir müslüman imam, Allah yolunda cihad eden bir müslüman ümmet sözkonusu değildir ki, bu ümmet ganimetler elde etmiş olsun, sonra da bunlara ilişkin islâmî uygulamaya ihtiyaç duyulsun. Zaman döndü dolaştı. Tekrar bu dinin ilk defa insanlığa geldiği günkü şeklini aldı. İnsanlar tekrar eski cahiliye hayatına döndüler. Kendi kafalarından uydurdukları beşerî yasalarıyla hayatlarına yön veren başka ilahları Allah'a ortak koştular. Bu din yeniden insanları kendisine girmeye, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmeye, yüce Allah'ı ilahlıkta, hakimiyette ve otoritede birlemeye, bu konularda sadece O'nun peygamberi Muhammed'den -salât ve selâm üzerine olsun- direktif almaya, insanlığı hayatında bu dini yeniden inşa etmek için çalışan müslüman bir önderliğin yönetimi altında toplanmaya, bütün dostluk ve bağlılığı; bu toplum ve müslüman önderliği yöneltmeye, bu dostluk ve bağlılığı; bütün cahiliye toplum önderliklerinden kesmeye çağırmak için tekrar başa dönmüştür.
Günümüzde bu dinin karşı karşıya kaldığı gerçek sorun budur. Ortada daha baştan itibaren- bunun dışında bir sorun sözkonusu değildir. Bugün bir ganimetler sorunu yoktur, çünkü cihad sorunu yoktur. Hatta bugün gerek iç ilişkilerde, gerekse dış ilişkilerde karşı karşıya kalınan tek bir yasal düzenleme sorunu bile yoktur. Bunun sebebi gayet basittir: Çünkü ortada, kendi iç ilişkilerini ve kendisiyle diğer toplumlar arasındaki ilişkileri düzenleyecek hükümlere ihtiyaç duyan bağımsız bir yapıya sahip müslüman bir toplum yoktur.
İslâm hareket metodu realist bir hareket metodudur, fiilen varolmayan sorunlarla uğraşmaz. Bu yüzden realite açısından varlığı sözkonusu olmayan bu tür sorunlara ilişkin hükümlerle ilgilenmez. İslâm pratik bir değeri bulunmayan sorunlara ilişkin hükümlerle uğraşmayacak kadar ciddi bir hayat sistemidir. Böyle şeylerle uğraşmak islâmın başvurduğu bir metod değildir. Boş vakitlerini, teoriler ve realiteler dünyasında gerçek bir karşılığı bulunmayan fıkhî hükümleri araştırmakla geçiren boş adamların işidir bu. Oysa bu kimseler çabalarını, bu dinin pratik ve realist hareket metodu doğrultusunda müslüman bir toplumun yeniden inşası için harcasalardı çok daha iyi olacaktı. İnsanları yeniden, "Allah'dan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın peygamberidir" ilkesine çağırmak gerekir. İlk defa olduğu gibi şimdi de böyle girebilir toplumlar bu dine. Bu şekilde dine yeniden girmekle müslüman bir önderliğe, özel bir yönetime, cahiliye toplumlarından bağımsız bir yapıya sahip bu dini yaşayan pratik bir toplum oluşur. Sonra yüce Allah bu toplumla kavminin arasını hak doğrultusunda açar, onları birbirinden ayırır. İşte o zaman -ama sadece o zaman- kendi iç ili$kilerini olduğu kadar, başka toplumlarla olan ilişkilerini de düzenleyen hükümlere ihtiyaç duyar. İşte o zaman -ama sadece o zaman- müctehidler, içerde ve dışarda karşı karşıya kalınan pratik sorunları karşılayacak hükümleri çıkarmaya çalışırlar. İşte o zaman -ama sadece o zaman- bu içtihadların ciddiliği ve realistliği sözkonusu olur.
Bu dinin canlı, pratik ve realist hareket metodunun ciddiliğinin bilincinde olduğumuzdan dolayı, ganimetlere ve savaşta elde edilen başka kazançlara özgü fıkhî ayrıntılara girmiyoruz. Allah'ın izniyle vakti geldiğinde, müslüman bir toplum varolup, fiilen cihad durumuyla karşı karşıya kaldığında ve birtakım ganimetler elde ettiğinde, bu hükümlere ihtiyaç duyulur... Biz bu tefsirde, yaşanan tarihin akışında ve Kur'an'ın eğitim metodunun doğrultusunda iman çizgisini takip etmeliyiz. Zamanın geçmesiyle gözardı edilemeyecek Allah'ın Kitabı'ndaki değişmez temel unsur budur. Bunun dışındaki tüm kurallar ondan sonra gelir ve ona dayanırlar.
Kur'an ayetinin içerdiği genel hüküm şudur:
"Biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah'a, Peygamber'e, Peygamber'in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir."
Ganimetlerin beşte dörtlük kısmı bütünüyle savaşçılara bırakılıyor. Geri kalan beşte birlik kısım ise Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- ve ondan sonra islâm şeriatına göre hareket eden ve Allah yolunda cihad eden müslüman devlet başkanlarının yetkisine terkediliyor; şu alanlarda da harcanmak üzere: Allah'a, Peygamber'e, Peygamber'in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir." Tabi ganimet var olduğu zaman karşılaşılan pratik ihtiyaçları gidermek için... Bu kadar açıklama yeterlidir...
Ama bundan sonra da sürekli geçerli olan direktif ise, ayetin son kısmında yeralmaktadır: "Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız... Allah her şeye kadirdir."
Hiç kuşkusuz imanın varlığına kanıt oluşturan birtakım belirtiler vardır. Yüce Allah Bedir savaşına katılanların -Bedir ehli oldukları halde- Allah'a ve O'nun hakla batılın birbirinden ayrıldığı günde, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde kulu Muhammed'e indirdiği ayetlere inanmış olmalarını... Evet yüce Allah, şu Bedir ehlinin mü'min olduklarını kendi katında onaylamayı onların, yüce Allah'ın ayetin başında ganimetlerle ilgili olarak indirdiği hükümleri kabul etmelerine bağlıyor. Bu kabulü, kendi katında onların kendisine ve hakla batılın birbirinden ayrıldığı furkan gününde indirdiği Kur'an ayetlerine inanmış olduklarının şartı olarak vurguluyor. Aynı şekilde bu kabulü, mü'min olduklarını duyurmuş olmalarının gereği sayıyor. Çünkü bu duyurunun realiteler dünyasında bir anlam ifade etmesi için bu kabulleniş zorunluydu.
Böylece Kur'an'da imanın ne anlama geldiğini gayet açık ve kesin bir şekilde görmüş oluyoruz. Birtakım grupların, mezheplerin ve değişik yorumların ortaya çıktığı, insanların tartışmalara ve zihinsel mantık hipotezlerine daldıkları dönemlerde başgösteren uzun fıkhî araştırmalarda görülen ciddiyetsizlik, belirsizlik ve anlaşılmaz yorumlara yer yoktur Kur'an'da. Nitekim bu dönemlerde insanlar -siyasi grup ve mezheplerin etkisiyle- saldırı ve karşı saldırılarla uğraşır olmuşlardır. Kâfir olmakla suçlamalar ve bu suçlamaları çürütmeler... Bu dinin anlaşılır ve açık temelleri yerine kin, kişisel arzu, rakiplerin ve karşıt görüşlülerin entrikalarına dayanmıştır. Bu dönemlerde karşıt görüşlü birini ayrıntı sayılan bir mevzudan dolayı tekfir edenlerin kendileri böyle bir itham ile karşı karşıya kaldıklarında, büyük bir öfkeye kapılıp, çok sert tepki gösterdiklerine de rastlanmıştır: Hiç kuşku yok ki, bunlar ve onlar, tarihsel koşulların neden olduğu aşırılıklardır. Allah'ın dini ise, son derece açık ve kesindir. Orada ciddiyetsizliğe, belirsizliğe ve aşırılığa yer yoktur... "iman temenni değildir, o kalpte yer eden ve davranışlarca doğrulanan bir olgudur." İmanın, Allah'ın şeriatını kabul etmek ve pratik hayatta, büyük olsun, küçük olsun, her konuda bu şeriatı uygulamak şeklinde gerçekleşmesi kaçınılmazdır... İşte son derece açık, kesin; anlaşılır ve net hükümler... Bunun ötesinde ihtilaflardan ve yorumlardan başka hiçbir şey yoktur.
Şu ayet yüce Allah'ın son derece açık, net ve kesin direktiflerinden bir örnektir:
. "Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah'a Peygamber'e, Peygamber'in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir."
Bunun gibi, imanın gerçek mahiyetini ve sınırlarını çizen, açık; kesin ve anlaşılır daha birçok direktif yeralmaktadır Allah'ın Kitabı'nda.
Yüce Allah, ganimetlerin mülkiyetini onları elde edenlerden almış, -surenin başında- bu mülkiyeti Allah'a ve peygamberine vermişti. İşi bütünüyle Allah ve peygamberinin kontrolünde tutmak, mücahitleri her türlü yeryüzü menşeli. değerin üstüne çıkarmak, -baştan sona kadar- tüm işlerini Rabbleri olan Allah'a ve önderleri olan Peygamber'e havale etmek için... Böylece mücahitler savaşa Allah için, Allah yolunda, Allah'ın bayrağı altında ve Allah'a itaat ederek girişeceklerdi. Hiçbir zorluk çıkarmadan, itirazsız bir şekilde canlarının, mallarının. ve her durumun üzerindeki hakimiyeti Allah'a özgü kılacaklardı. İşte iman budur. Nitekim surenin başında yüce Allah, ganimetlerin mülkiyetini ellerinden alıp, Allah'a ve Peygamber'e verdiğinde onlara şöyle demişti:
"Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında soruyorlar. De ki; `Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir. Buna göre eğer mü'min iseniz Allah'dan korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz, Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz." (Enfal Suresi, 1)
Ne zaman ki, Allah'ın emrine teslim oldular ve bu hükmünden hoşnut oldular, o zaman imanın anlamı somut olarak onlarda yeretmiş oldu. Böylece yüce Allah, ganimetlerin beşte dördünü onlara geri verdi. Beşte biri ise, Allah'a ve Peygamber'e kaldı. Bu beşte birlik pay üzerindeki tasarruf yetkisi de müslüman cemaat içindeki peygamberin muhtaç akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalmışlara vermek üzere Peygamber'e bırakıldı. Onlara ganimetin beşte dördü geri verildi. Çünkü onlar bu ganimetlere savaş ve zaferin karşılığı olarak sahip olmadıklarını anlamışlardı. Onlar Allah için savaşmış, O'nun dini uğrunda zafer kazanmışlardı. Dolayısıyla onlar, bu ganimetleri Allah'ın bağışı sonucu elde etmişlerdi. Nitekim onlara katından zafer bahşeden, onları ve savaşı yönlendiren de yüce Allah'tı. Aynı şekilde onlara bu yeni emre teslim olmanın imanın kendisi olduğu, iman etmiş olmanın şartı ve gereği olduğu yeniden hatırlatılmış oluyordu.
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün, kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız, biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah'a, Peygamber'e, Peygamber'in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir."
İmanın anlamı, gerçek mahiyeti, şartı ve gereği bakımından bu dinin dayandığı temel unsurlardan birini son derece açık ve kesin bir şekilde belirginleştirmek için ayetler bu şekilde ardarda sıralanmaktadır.
Sonra, yine Allah'ın başlangıçta tüm ganimetlerin kontrolünü kendisine verdiği, son olarak da geride kalan beşte birlik pay üzerinde tasarruf yetkisi tanıdığı bu konu işlenirken Peygamberini -salât ve selâm üzerine olsun- "kulumuz" şeklinde nitelendirmesi üzerinde duralım.
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız..."
Hiç kuşku yok ki bu, son derece anlamlı bir nitelendirmedir... Çünkü imanın gerçek mahiyeti Allah'a kulluktur. Bu aynı zamanda yüce Allah'ın lütfu sayesinde insanın ulaşabileceği en yüksek makamdır. İşte bu sıfatın, Allah'dan gelen mesajın insanlara duyurulma işinin, aynı şekilde yüce Allah'ın kendisine havale ettiği şeyler üzerindeki tasarruf yetkisinin peygamber'e verildiği bir konumda belirginleşmesi, hatırlatılması son derece anlamlıdır.
Bu pratik hayatta da böyledir. Kuşkusuz bu, ulu bir makamdır. İnsanın ulaşabileceği en ulu makam Allah'a kulluk makamıdır.
Tek başına Allah'a kul olmak insanı, ihtiraslara, arzulara kul olmaktan korur. Kula kulluktan koruyucu bir kalkandır Allah'a kulluk... Arzularına, ihtiraslarına, aynı şekilde kendisi gibi insanlara kul olmaktan kurtulmadığı sürece insan, kendisi için takdir edilen en yüksek makama hiçbir zaman ulaşamaz.
Tek başına Allah'a kul olmaktan kaçınanlar, derhal en aşağılık kullukların kurbanı durumuna düşerler. Zaman kaybetmeden arzularının, ihtiraslarının, şehvetlerinin, tepkilerinin kulu olurlar. Anında yüce Allah'ın insan türüne diğer türlere karşı bir ayrıcalık olarak bahşettiği kendilerini frenleme iradelerini kaybedip, hayvanların düzeyine yuvarlanırlar, canlıların en kötüsü konumuna düşerler. Ancak hayvanlaşmış olurlar, hatta daha da sapıklaşırlar. Yüce Allah'ın kendilerini yarattığı şekliyle, en güzel bir yaradılışa sahipken, aşağıların en aşağısına alçalırlar.
Aynı şekilde Allah'a kul olmaktan kaçınanlar, başka kullukların, en aşağılık kullukların çirkefine batarlar. Hayatlarını kısa görüşle, yükselme arzusuyla, aynı şekilde bilgisizlik, yetersizlik ve ihtirasla bulaşmış teori ve eğilimlerle düzenleyen kendileri gibi kulların kulu olurlar.
Bunun yanısıra tartışılmaz "zorunlulukların" kulları durumuna düşerler. Onlara şöyle denir: "Bundan başka seçeneğiniz yoktur. İtirazsız, tartışmasız boyun eğmeniz gerekir... Bunlar "tarihsel zorunluluklardır, ekonomik zorunluluklardır, gelişmenin doğurduğu doğal zorunluluklardır. Bu yüzden kabul etmelisiniz." Onlar da alınlarını yere yapıştıran bu maddi zorunluluklara başkaldırmadan, kendilerini bu aşağılık, iğrenç kulluğa mahkûm eden zorba, aldatıcı ve korkunç zorunlulukları tartışmadan benimser, boyun eğerler.
Sonra yüce Allah'ın Bedir gününü, furkan günü, yani hakla batılın birbirinden ayrıldığı gün olarak nitelendirmesinin üzerinde duralım:
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız."
Kuşkusuz yüce Allah'ın direktifleri, yönetimi ve desteği ile başlayıp biten Bedir savaşı, ayrılık savaşıdır. Kur'an'ı tefsir edenlerin görüş birliği içinde söyledikleri gibi hak ile batılın birbirinden ayrıldığı ayrılık savaşıdır. En kapsamlı, en geniş, en ince ve en derin anlamda ayrılık...
Hak ile batıl arasında fiili bir ayrılıktı Bedir... Ancak, göklerle yerin dayandığı, eşya ve canlıların yaradılışının temeli olan ve Allah'ın ilahlıkta, otoritede, planlama ve takdir etmede birlenmesi, göğüyle, yeriyle, eşyasıyla, canlısıyla tüm evrenin bu biricik ilahlığa, bu tek otoriteye, bu ortaksız ve hiç kimse tarafından sorgulanmayan planlama ve takdire kulluk etmesi şeklinde somutlaşan hak ile, o gün için yeryüzünü kaplayan, bu temel ve değişmez hakkın üzerine çıkan, sonradan ortaya çıkmış, yeryüzünde diledikleri gibi Allah'ın kullarının hayatına yön veren tağutların ve hayatı ve canlıları yönlendiren arzuların ayakta tuttuğu temelsiz batılın ayrılığıydı bu. İşte Bedir'de böylesine geniş boyutlu ve büyük bir ayrılık gerçekleşmişti. Bundan böyle hiçbir zaman birbirlerine karışmayacak şekilde bu büyük hakla, azgın batıl birbirlerinden ayrılmış, tama men kopmuşlardı.
Bedir, boyutları ve mesafeleri aşan bu kapsamlı, geniş, ince ve derin anlamıyla hakla batıl arasında bir ayrılıktı. Şu hak ile şu batıl arasında vicdanın derinliklerinde gerçekleşen bir ayrılıktı. Vicdanda, duyguda, ahlâk ve davranışta, kulluk ve ibadette bütün ayrıntılarıyla her türlü batıl düşünceden soyutlanmış Allah'ın birliği inancı ile vicdanın Allah'ın dışında birtakım kişilere, mesnetsiz kuruntulara, değer yargılarına, rejimlere, gelenek ve göreneklere kul olmasını kapsayan tüm şekilleriyle şirk arasında gerçekleşen bir ayrılıktı.
Bedir, aynı zamanda gözle görülen realiteler dünyasında da şu hak ile şu batıl arasında gerçekleşen bir ayrılıktı. Şahıslara, asılsız kuruntulara, değer yargılarına, rejimlere, şeriat ve kanunlara, gelenek ve göreneklere yönelik fiilen yaşanan kulluk ile bütün bu konularda kendisinden başka herhangi bir ilah, bir otorite, bir hükmedici, bir kanun koyucu bulunmayan tek ve ortaksız Allah'a dönüş arasında gerçekleşen bir ayrılıktı. Böylece başlar Allah'dan başkasının önünde eğilmemecesine yükselmiş oldular. Boyunlar sadece O'nun hakimiyetine ve şeriatına uymak suretiyle eşit düzeye gelmiş oldular. Tağutlara kulluk yapan halk yığınları özgürlüklerini elde etmiş oldular.
Bedir, islâmi hareket tarihinde yaşanan iki dönem arasında gerçekleşen bir ayrılığın ifadesiydi. Sabretme, sabrı tavsiye etme, örgütlenme ve bekleme dönemi ile güç, hareket, saldırı ve girişim dönemini birbirinden ayırıyordu. Yeni bir hayat düşüncesi olarak insan varlığına yönelik yeni bir hareket metodu olarak, yeni bir toplum düzeni olarak, yeni bir devlet biçimi olarak islâm... Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen kılmak ve O'nun ilahlığını ve hakimiyetini gaspeden tağutları kovmak suretiyle tüm "yeryüzünde" "insan" türünün evrensel özgürlük bildirisi olarak islâm... Evet bu sekliyle islâm, güç kazanmak, harekete geçmek, saldırmak ve girişimde bulunmak zorundaydı. Çünkü o, uzun süre bekleyemezdi. Allah'a yönelik bireysel kulluk davranışlarında, ahlâk ve müslümanlar arası iyi ilişkilerde somutlaşan, fertlerin vicdanlarında yer eden soyut bir inanç olarak varlığını sürdüremezdi. Pratik hayatta bu yeni düşünceyi, yeni hareket metodunu, yeni devlet biçimini ve yeni toplum düzenini gerçekleştirmek üzere harekete geçmesi kaçınılmazdı. Hareketine köstek olan, öncelikle müslümanların hayatında, daha sonra ise tüm insanların hayatında pratik olarak uygulanmasını zorlaştıran maddi engelleri yolundan temizlemeliydi. Zaten islâm, bu şekilde pratik olarak uygulanmak üzere Allah katından gelmişti.
Bedir, insanlık tarihinin iki dönemi arasında gerçekleşen bir ayrılıktı. İslâm düzeninin kurulmasından önceki insanlık, bu düzenin kurulmasından sonraki insanlıktan tamamen farklıydı. Bu düzenden kaynaklanan bu yeni düşünce, aynı şekilde bu düşünceden kaynaklanan bu yeni düzen, insanlık için bir yeniden doğuş olan bu taze toplum, bütün hayatın, toplumsal düzenin ve yasama sisteminin dayanağı olan bu değer yargıları... Evet bütün bunlar, Bedir savaşından sonra artık sadece müslümanların tekelinde, sırf bu yeni toplumun dayanakları değildi. Artık tüm insanların malı olacak şekilde yaygınlık kazanmışlardı. İster islâm ülkesinin sınırları içinde olsun, ister bu sınırların dışında olsun, gerek islâmı tasdik etsin, gerek ona düşman olsun, herkes bunlardan etkilenmişti. İslâma karşı savaşmak ve daha yeni yeni gelişmeye başlamış bu dini ortadan kaldırmak için batıdan saldırıya geçen Haçlılar, yok etmek için geldikleri islâm toplumunun geleneklerinden etkilenmişlerdi. İslâm toplum düzeninin izlerini gördükten sonra kendi toplumlarında yaygın olan derebeylik sistemini yıkmak üzere ülkelerine dönmüşlerdi. İslâm ülkesinin vatandaşı olan Yahudi ve Haçlılar'ın teşvikleri sonucu islâmla savaşmak ve onu ortadan kaldırmak için doğrudan saldırıya geçen Tatarlar, sonunda islâm inancından etkilenmiş, onu yeni bir bölgede yaymak ve Avrupa'nın göbeğinde 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar sürecek bir hilafeti kurmak üzere yüklenmişlerdi... Hangi yönden bakılırsa bakılsın, insanlık tarihi -Bedir savaşından beri- gerek islam topraklarında, gerekse islâma düşman bölgelerde bu ayrılıktan etkilenmiştir.
Zafer ve yenilgi etkenlerine ilişkin iki düşünce arasında beliren bir ayrılıktı Bedir savaşı. Görünürde tüm zafer etkenleri müşriklerden yana ve bütün yenilgi etkenleri de mü'min kitlenin safında görülüyorken meydana gelmişti bu savaş. Öyle ki, münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, "Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü." (Enfal Suresi, 49) demişlerdi. Kuşkusuz yüce Allah, müşrik çoğunlukla mü'min azınlık arasında başgösteren bu ilk savaşın, bu şekilde meydana gelmesini dilemişti. Böylece, zafer ve yenilginin sebeplerine ilişkin iki düşüncenin, iki değerlendirmenin arasında bir ayırıcı rol oynamasını istemişti. Güçlü inancın sayı, donanım ve hazırlık bakımından çoğunluğu oluşturan tarafa üstün gelmesini, böylece insanların zaferin sağlıklı ve güçlü bir inançla kazanıldığını, sırf silah ve hazırlıkla kazanılmadığını açıkça görmelerini dilemişti. Dolayısıyla gerçek inancın taraftarları, zahiri maddi güçlerin dengelenmesini beklemeden batılla savaşmaya girişmelidirler. Çünkü onlar, terazide ağır basan başka bir güce sahiptirler. Üstelik bu güç, dille söylenen bir laf da değildir, gözler önünde gerçekleşmiş bir realitedir.
Son olarak Bedir, bir diğer açıdan da hak ile batıl arasında gerçekleşen ayrılığın somut ifadesiydi. Bu anlama, surenin baş taraflarında yeralan şu ayetler işaret etmektedir: "Allah, iki gruptan birinin hakkından geleceğinizi va'dettiği zaman siz güçsüz olan grubun size düşmesini istediniz. Oysa Allah sözleri aracılığı ile gerçeği yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı, soylarını kurutmayı istiyordu."
"Amaç, mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı." (Enfal Suresi, 7-8)
Savaşa katılan müslümanlar aslında Ebu Süfyan'ın kervanını ve kervanda bulunan malları ganimet almayı hedefleyerek çıkmışlardı. Yüce Allah da onların istediklerinin dışında bir şey diliyordu. Allah, Ebu Süfyan'ın güçsüz kervanının ellerinden kurtulmasını ve Ebu Cehil'in güçlü ordusuyla karşılaşmalarını diliyordu. Çarpışma, savaş, öldürme ve esir alma olayının yaşanmasını diliyordu, kervana saldırmalarını, ganimet almalarını ve rahat bir yolculuk geçirmelerini değil. Yüce Allah bunu neden yaptığını şöyle açıklıyordu onlara:
"Amaç... gerçeği yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı...
Kuşkusuz bu, büyük bir gerçeğin açığa kavuşmasına yönelik aydınlatıcı bir işaretti. Kuşkusuz bir toplumda, sırf gerçek ve batıla ilişkin teorik açıklamalarla hak gerçekleşmez, batıl da ortadan kalkmaz. Teorik olarak bu haktır, bu da batıldır diye inanmak da realiteyi değiştirmez. Batılın egemenliği yıkılıp hakkın egemenliği ilan edilmeden hak, insanların pratik hayatında gerçekleşmiş, var olmuş sayılmaz. Batıl da yok olamaz, insanların dünyasından sökülüp atılmaz. Bu da ancak, hak ordusunun galip gelip üstünlük sağlaması, batıl olduğunun da yenilip dağılmasıyla mümkün olur. Bu din pratik ve realist bir hayat sistemidir. Sadece bir bilgi ve tartışma teorisi değildir. Ya da sırf edilgen bir inanç sistemi de değildir.
Kuşkusuz bu savaşla hak gerçekleşti, yüceldi. Batıl da ortadan kalktı. Pratik olarak yaşanan bu zafer, bu bakımdan hakla batıl arasında gerçekleşen fiili bir ayrılıktı. Nitekim yüce Allah savaşın, Peygamber'in hak uğruna evinden çıkarmasının, güçsüz kervanın elden kaçmasının ve güçlü orduyla karşılaşmalarım sağlamasının ötesindeki iradesini açıklarken, buna işaret etmişti.
Hiç kuşku yok ki, bütün bunlar, bizzat bu dinin hareket metodunda da bir ayrılığın ifadesiydi. Bununla, bu metodun tabiatı ve müslümanların bilinçlerinde yer eden gerçek mahiyeti açığa kavuşmaktadır. Biz bugün bu ayrılığın ne denli zorunlu olduğunu daha bir kavrıyoruz. Özellikle bu dinin kavramlarının kendilerini müslüman (!) diye adlandıranların ve hatta dine davet etmeye (!) kalkanların yanında ne kadar ciddiyetsizleştirildiğini gördüğümüzde, bu ayrılık daha da zorunlu hale gelmektedir. ( Bu açıklamanın yeri aslında bu ayetin açıklandığı 9. cüzdür. O zaman bu şekilde kavrayamamıştım. Simdi daha güzel anlıyorum. Her. şeyin başında da sonunda da Allah'a hamdolsun.)
İşte bu değişik, kapsamlı ve derin anlamlarıyla Bedir günü, "ayrılık" günü, iki ordunun karşılaştığı gün olmuştur.
"Allah her şeye kadirdir."
Böyle bir günde, her şeye gücünün yettiğinin bir örneği görülmüştür. Bu gücü hiç kimse tartışma konusu yapamaz. Kimse onunla başedemez. Bu gözle görülen realiteden bir örnektir. Bu örneği, ancak Allah'ın sonsuz gücüyle izah edebiliriz. Çünkü Allah'ın gücü her şeye yeter.
BEDİR SAVAŞIBu noktada ayetlerin akışı ayrılık gününe, yani iki ordunun karşılaştığı güne dönüyor. Yeniden savaşı ele alıyor. Savaşı, sahneleri ve olaylarıyla öylesine olağanüstü bir yöntemle sunuyor ki, insan bizzat savaşın fiilen tekrarlandığını sanıyor: Bu sunuşta yüce Allah'ın savaşı yönlendirirken önceden tasarladığı plan ortaya çıkıyor. İnsan, olayların ve hareketlerin ötesinde yüce Allah'ın elini görür gibi oluyor. Aynı şekilde yüce Allah'ın dilediği şekilde gerçekleşen planın hedefi de ortaya çıkıyor:
42- Hani Bedir savaşında siz vadinin Medine'ye yakın yakasında, onlar Medine`ye uzak yakasında ve ticaret kervanı da vadi tabanına sizden daha yakın idi. Eğer bu şekilde buluşmak üzere sözleşseydiniz bile bu şekilde buluşamazdınız. Fakat Allah ortaya çıkması gereken bir sonucun gerçekleşmesi için bu buluşmayı böyle düzenledi. Böylece can veren bile bile can verecek, Hayatta kalan da bile bile hayatta kalacaktı. Hiç kuşkusuz Allah Her şeyi işitir ve her şeyi bilir. 43- Hani Allah onları sana rüyanda az gösteriyordu. Eğer onları kalabalık gösterseydi moraliniz bozulur, bu konuda aranızda tartışmaya düşerdiniz. Fakat Allah, sizi bu tehlikeden korudu. Hiç şüphesiz O, kalplerin özünü bilir. 44- Allah, ortaya çıkması gereken sonucun gerçekleşmesi için savaş alanında karşılaştığınızda onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Her işin sonu Allah'a varır."
Savaş, iki grubun konumlarıyla birlikte canlanmaktadır. Bunların da ötesinde yeralan gizli planla birlikte gözler önündedir. Şunları şuraya, şunları da oraya, kervanı ise biraz daha uzağa yerleştirirken Allah'ın eli az kalsın görülecektir. Kelimeler, Peygamberimizin rüyasına, her grubun diğerine az görülmesine, her iki grubun birbirlerini tahrik etmesine ilişkin Allah'ın planından dolayı adeta şeffaflaşmaktadır.
Bu sahneleri ve bu sahnelerin ötesini bu canlılık ve gözle görülen bu hareketlilikle, üstelik böylesine az ifadelerle sunmak ancak Kur'an'ın eşsiz ifade tarzıyla mümkündür. '
Bu ayetlerin canlandırdığı sahneleri, Peygamberimizin hayatını anlatan kitaplardan yaptığımız alıntılarla sunduğumuzda işaret etmiştik. Müslümanlar Medine'den çıktıkları zaman vadinin Medine'ye yakın yakasına konaklamışlardı. Ebu Cehil'in komutasındaki müşrik ordusu da Medine'nin uzak yakasında konaklamıştı. İki grubu birbirinden bir tepe ayırıyordu. Kervanı ise, Ebu Süfyan deniz sahiline doğru, iki ordunun aşağısına yöneltmişti.
Her iki ordu da birbirlerinin yerinden habersizdi. Yüce Allah dilediği bir işin gerçekleşmesi için onları bu şekilde bir tepenin iki yamacında biraraya getirmişti. Öyle ki, buluşmak üzere aralarında sözleşmiş olsalar bile, zamanlama ve yer bakımından böylesine dikkatli ve özenli bir şekilde buluşamazlardı. Bu, yüce Allah'ın planlama ve takdirini hatırlamaları için müslüman kitleye sözünü ettiği bir olgudur:
"Hani Bedir savaşında siz vadinin Medine'ye yakın yakasında, onlar Medine'ye uzak yakasında ve ticaret kervanı da vadi tabanına sizden daha yakın idi. Eğer bu şekilde buluşmak üzere sözleşseydiniz bile, bu şekilde buluşamazdınız. Fakat Allah ortaya çıkması gereken bir sonucun gerçekleşmesi için bu buluşmayı böyle düzenledi."
Bu şekilde dikkatli ve özenli bir tarzda gerçekleşen bu sürpriz buluşmanın ötesinde hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın realiteler dünyasında gerçekleşmesini dilediği ve onun için bu gizli ve latif planı tasarladığı bir olay sözkonusudur. Sizi bu olayın gerçekleşmesine aracı kılmıştır. Bunu rahatlıkla gerçekleştirebilmeniz için bütün koşulları hazırlamıştır.
Yüce Allah'ın gerçekleşmesi için bütün koşulları düzenlediği takdir edilmiş bu olay ise, yüce Allah'ın şurada sözünü ettiği olaydır:
"Böylece can veren bile bile can verecek, hayatta kalan da bile bile hayatta kalacaktı."
Ayette geçen "Helak" kelimesi doğrudan doğruya kendi anlamında kullanıldığı gibi, küfür anlamına da gelebilir. "Hayat" kelimesi de öyle; kendi anlamında kullanıldığı gibi iman için de kullanılmıştır. Kelimelerin ikinci anlamları burada daha bir belirgindir. Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlama bir örnek oluşturmaktadır:
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir? (En'am, 122)
Burada küfür, ölüm kelimesiyle ifade edilmiş, iman da hayat kelimesiyle... Bununla da islâmın, küfür ve imanın özüne bakışı da ortaya çıkmaktadır. Dördüncü ciltte yeralan En'am suresinin bu ayetini tefsir ederken, bu bakışı ayrıntılı biçimde açıklamıştık.
Bu anlamın tercih edilmesinin nedeni, yüce Allah'ın belirttiği gibi Bedir gününün "ayrılık günü" olmasıdır. Bu günde yüce Allah hak ile batılı birbirinden ayırmıştı. -Nitekim buna az önce değinmiştik- Bu yüzden, bundan sonra kâfir olan bir şüpheden dolayı değil, bile bile kâfir olmaktadır, dolayısıyla bile bile can vermektedir. Aynı şekilde bundan sonra mü'min olan da savaşın belirginleştirdiği açık bir kanıta dayanarak mü'min olmaktadır.
Bedir savaşı beraberinde getirdiği koşullarıyla, insanın planından öte bir plana, insanın gücünden başka geri planda yeralan bir gücün varlığına karşı konulmaz bir kanıt, çürütülmez bir belge niteliğindedir. Bu savaş kesinlikle kanıtlamaktadır ki, bu dinin taraftarları tamamen onu hoşnut etmek için, onun yolunda cihad ettikleri, sabredip direndikleri sürece onlara yardım eden, onları destekleyen, onları koruyan bir Rabbleri vardır. Yoksa eğer iş, gözle görülen maddi güçlere kalsaydı müşrikler yenilmez, müslüman kitle de böylesine büyük bir zafer elde edemezdi.
Bizzat müşrikler, savaşa giderken kendilerine yardım amacıyla asker göndermek isteyen müttefiklerine şöyle demişlerdi: "Andolsun ki, şayet biz insanlarla savaşacaksak, onlardan geri kalır bir yanımız yoktur. Yok eğer biz Muhammed'in iddia ettiği gibi Allah'la savaşacaksak, hiç kimsenin gücü Allah'a yetmez! Şayet bilmek fayda verseydi onlar, her zaman doğru söyleyen, güvenilir Muhammed'in dediği gibi, Allah'la savaştıklarını ve hiç kimsenin Allah'a güç yetiremeyeceğini gayet iyi biliyorlardı. Bundan sonra kâfir olmakla helâk oluyorlarsa, can verip gidiyorlarsa, bile bile can veriyorlardır.
Bunlar şu değerlendirmenin zihnimde ilk planda uyardığı düşüncelerdir:
"Böylece can veren bile bile can verecek, hayatta kalan da bile bile hayatta kalacaktır."
Ne var ki, bunun ötesinde bir diğer işaret de yeralmaktadır.
Hak ordusuyla batıl ordusu arasında savaş çıkması, vicdanlarda üstünlük sağladıktan sonra, realiteler dünyasında da hakkın egemenliğinin pekişmesi... evet bütün bunlar gerçeğin, gözlerin ve kalplerin görebileceği şekilde belirginleşmesine, akıllarda ve vicdanlarda karışıklığın giderilmesine yardımcı olmaktadırlar. Bu zafer sayesinde durum o kadar kesinleşmiş ve belirginleşmiş ki, artık yokolmayı, yani küfrü tercih eden birinin açıkça ilan edilen ve realiteler dünyasında üstünlük sağlayan hakka ilişkin olarak herhangi bir kuşkusu kalmamıştır. Aynı şekilde hayatta kalmak isteyen yani mü'min olmak isteyen- biri yüce Allah'ın bu zaferi bahşettiği ve tağutları yüzüstü bıraktığı bu dinin hak olduğundan kuşku duymamaktadır.
Bu açıklamalar bizi tekrar, dokuzuncu cüzde Enfal suresini tanıtırken, kötülüğün gücünü ve tağutun egemenliğini yerle bir etmek, hak sancağını ve Allah'ın egemenliğini yüceltmek için cihad etmenin zorunluluğuna ilişkin olarak söylediklerimize götürüyor. Kuşkusuz bu, hakkın belirginleşmesine yardım etmektedir: "Böylece can veren bile bile can verecek, hayatta kalan da bile bile hayatta kalacaktı." Bu yaklaşım aynı zamanda bu surede yeralan yüce Allah'ın şu sözünün verdiği işaretlerin boyutlarını kavramamıza da yardımcı olmaktadır.
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savunma gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız."
Güç hazırlamak ve yıldırmak bazı gönüllerin hakkı daha iyi görmelerine yardımcı olur. Bu gönüller, daha önce de söylediğimiz gibi "yeryüzünde" bütün "insanlığın" evrensel özgürlüğünü ilan etmek üzere harekete geçen hakkın sahip olduğu gücün etkinliği olmadığı sürece uyanmaz, gerçeği kavrayamaz. (Enfal suresinin giriş kısmına bkz.)
Savaşta rol oynayan ilahi planın bu yönü ve pratik olarak gerçekleşen bu planın amacı üzerine yapılan değerlendirme de şudur:
"Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir."
Hak taraftarlarının ve batıl taraftarlarının söyledikleri, sözlerinin ve davranışlarının ardında göğüslerinde gizledikleri hiçbir şey yüce Allah'a saklı değildir. Açıkta olanlardan haberdar olması, gizli olanları da bilmesiyle O, her şeyi planlar ve takdir eder. O, her şeyi işitir ve her şeyi bilir.
Savaş, savaşta meydana gelen kimi olaylar ve savaş koşulları sunulurken, arada yeralan bu değerlendirmeden sonra ayetlerin akışı normal seyrini sürdürüp yüce Allah'ın gizli ve latif planını gözler önüne seriyor.
"Hani Allah onları sana rüyanda az gösteriyordu. Eğer onları kalabalık gösterseydi, moraliniz bozulur, bu konuda aranızda tartışmaya düşerdiniz. Fakat Allah sizi bu tehlikeden korudu. Hiç şüphesiz O, kalplerin özünü bilir."
Yüce Allah'ın savaş planlarından biri, Peygamberimize rüyasında kâfirlerin güç ve ağırlık bakımından az olduklarını göstermekti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- rüyasını arkadaşlarına anlatıyor, onlar da buna seviniyor ve savaşmaya istekli oluyorlar. Daha sonra yüce Allah burada onları niçin peygamberine az gösterdiğini haber veriyor. Kuşkusuz yüce Allah, onları çok gösterse, Peygamberimizle birlikte bulunan azınlığın moralinin bozulacağını biliyordu. Çünkü herhangi bir hazırlık yapmadan ve savaşacaklarını tahmin etmeden Medine'den çıkmışlardı. Nitekim düşmanla karşılaşmaktan çekinmiş, bu konuda aralarında tartışma baş göstermişti. Bir grup onlarla savaşmayı, diğer bir grup da onlardan uzak durmayı uygun görüyordu. Bu şartlarda böyle bir tartışmaya girmek ise, düşmanla karşılaşan bir ordunun başına gelebilecek en kötü durumdur.
"Fakat Allah sizi bu tehlikeden korudu. Hiç şüphesiz O kalplerin özünü bilir."
Kuşkusuz yüce Allah kalplerin özünü biliyordu. Bu noktada müslüman kitlenin içinde bulundukları zaaf halini bildiğinden onlara lütfetti ve müşrikleri rüyada peygamberine az gösterdi, oldukları gibi çok göstermedi.
Bu rüya, gerçekte doğru bir rüyadır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onları az görmüştür. Onlar sayı bakımından çokturlar ama, birçok şeyden yoksundurlar ve savaşta bir ağırlıkları sözkonusu değildir. Kalpleri, geniş bir kavrama yeteneğinden, ortak bir imandan, böyle durumlarda büyük yararı olan ruh gıdasından yoksundur. Yüce Allah bu yanıltıcı dış görünüşün ötesindeki gerçek olguyu Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- gösteriyor. Böylece mü'min kitlenin gönüllerine güven bahşediyor. Çünkü yüce Allah mü'minlerin gizli hallerini biliyor. Sayılarının az, hazırlıklarının yetersiz olduğunu, şayet düşmanlarının kalabalık olduğunu öğrenecek olurlarsa karşılaşmaktan çekinmek ve savaşmak ya da savaşmamak konusunda çekişmek gibi olayların başgöstereceğini biliyordu. İşte bu rüya, kalplerin özünü bilen yüce Allah'ın savaşa ilişkin planlarından biriydi.
İki ordu karşı karşıya geldiğinde Peygamberimizin rüyası, iki taraf üzerinde fiilen gerçekleşti. İşte bu da, savaşı ve savaştaki olayları ve ötesini sunarken, yüce Allah'ın onlara sözünü ettiği planın bir parçasıydı.
"Allah, ortaya çıkması gereken sonucun gerçekleşmesi için savaş alanında karşılaştığınızda onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Her işin sonu Allah'a varır."
Her iki grubu savaşa teşvik etmek için birbirleri hakkında yanıltmak bu ilahi planın bir parçasıydı. Evet, mü'minler düşmanlarının sayı bakımından az olduklarını görüyorlardı. Çünkü onlar hakikat gözüyle bakıyorlardı. Müşrikler de zahiri gözlerle baktıklarından dolayı, mü'minleri az görüyorlardı. İki gruptan her birinin rakibini gördüğü bu iki gerçeğin ötesinde ilahi plan amacına ulaşıyor, yüce Allah'ın takdir ettiği sonuç gerçekleşiyordu.
"Her işin sonu Allah'a varır."
Bu, planın amacına ulaşmasına, takdir edilen sonucun gerçekleşmesine uygun bir değerlendirmedir. Ve bu, sonunda tek başına Allah'a varan bir iştir. Kendi otoritesiyle yönlendirir, iradesiyle gerçekleştirir O. Gücünün ve egemenliğinin etki alanının dışında bir şey değildir bu. Varlık bütününde O'nun öngördüğünün ve takdir ettiğinin dışında hiçbir şey meydana gelemez.
Durum böyle olduğuna göre... Plan Allah'ın planı ve zafer O'nun katından geldiğine göre... Zaferi garantileyen sayısal çoğunluk olmadığına göre.. Savaşın sonucunu belirleyen, maddi hazırlık olmadığına göre, o halde mü'minler kâfirlerle karşılaştıklarında direnmelidirler. Savaş için gerekli olan gerçek hazırlıkları yapmalıdırlar. Olayları planlayan, takdir eden, yardım ve destek gönderen güç ve egemenlik sahibi olan yüce Allah'ın yarattığı sebeplere sarılmalıdırlar. Sayı ve maddi hazırlık bakımından oldukça kalabalık olmalarına rağmen kâfirlerin yenilmesinde etkin rol oynayan yenilgi sebeplerinden uzak durmalıdırlar. Şımarmaktan, büyüklük taslamaktan ve batıl düşüncelerden soyutlanmalıdırlar. Şu kâfirleri mahveden şeytanın aldatmasına karşı sürekli uyanık olmalıdırlar. Sadece Allah'a dayanmalıdırlar. Çünkü her şeyden üstün, güçlü ve olayları hikmetle yönlendiren, onlara hükmeden O'dur.
45- Ey mü'minler, bir savaş birliği ile karşılaştığınızda direniniz, Allah'ı çok anınız ki, başarıya eresiniz. 46- Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. Aranızda tartışmaya, çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, hızınız kaybolur. Sabrediniz. Çünkü Allah sabırlılar ile beraberdir. 47- Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır. 48- Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek kendilerine "Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin arkanızdayım " dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce, birdenbire geri dönerek, "Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkarım, çünkü Allah'ın azabı ağırdır" dedi. 49- Hani münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar "Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü"dediler. Oysa kim Allah'a dayanırsa bilsin ki Allah, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
Şu kısa cümlelerde, birçok anlam ve işaret, kural ve direktif, çok sayıda tablo ve sahne yoğunlaşmaktadır. Savaştan kimi bölümler, şu anda yaşanıyormuş gibi canlı bir şekilde gözler önüne getirilmektedir. Çeşitli düşünceler, duygular, vicdanlar ve sırlar teker teker ortaya çıkmaktadır. Şu kısacık cümlelerin içerdiği tüm bu konuları gereği gibi ifade etmek bundan kat kat fazlası imkânlara ihtiyaç duymaktadır.. Buna rağmen şu dehşet verici, şu eşsiz tasviri ifade etmek, yine de mümkün olmayacaktır.
EY MÜ'MİNLER DİRENİN ALLAH'A İTAAT EDİN, BÜYÜKLENMEYİNSurede sık sık tekrarlanan mü'min kitleye yönelik çağrılar zincirinin bir halkasıyla başlıyor ayetler. Onlara düşman .karşısında direnmeleri, zafer için gerekli psikolojik ve maddi hazırlığı yapmaları direktifi veriliyor:
"Ey mü'minler, bir savaş birliği ile karşılaştığınızda direniniz, Allah'ı çok anınız ki, başarıya eresiniz."
"Allah'a ve peygamberine itaat ediniz. Aranızda tartışmaya, çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, hızınız kaybolur. Sabrediniz, çünkü Allah sabırlılar ile beraberdir."
"Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır."
İşte zaferin gerçek etkenleri; düşmanla karşılaşılırken direnmek, Allah'ı sürekli anarak O'na bağlanmak, Allah'a ve peygamberine itaat etmek, çekişme ve tartışmadan uzak durmak, savaşın doğurduğu ağır zorluklara sabretmek, çalım satmaktan, gösterişten ve aşırılıktan kaçınmak...
Hiç kuşkusuz direnmek zaferin başlangıcıdır. İki taraftan kim daha fazla direnirse o kazanır. Mü'minler, düşmanlarının kendilerinden daha fazla zorluk içinde olduklarını, onların da kendileri gibi acı çektiklerini biliyorlar. Ne var ki, düşmanları mü'minlerin Allah'dan ümit ettikleri şeyi ummuyorlar. Ayaklarını ve gönüllerini dirençli kılacak bir destek beklentileri yok Allah'dan. Mü'minler biraz daha direnecek olurlarsa düşmanları az sonra bozguna uğrayıp dağılacaklardır. İki güzelliğe, yani şehitlik ve zafere sıkı sıkıya bağlı, bunlardan emin olan mü'minlerin ayakları sarsılır mı hiç? Herhangi bir şey dirençlerini kırabilir mi? Üstelik düşmanları sadece dünya hayatını istiyor, bu hayatın üzerine titriyor. Bu hayatın ötesinde bir arzuları ve bundan başka bir hayatları sözkonusu değildir.
Düşmanla karşılaşılırken Allah'ı çokca anmaya gelince; bu mü'minlere yönelik sürekli direktif ve mü'min kitlenin gönlünde yereden sistematik eğitimin gereğidir. Kur'an-ı Kerim tarih boyunca süregelen iman kervanında yeralan müslüman ümmetin tarihinden örnekler aktararak bu hususu anlatır.
Bu konuda Kur'an-ı Kerim'in anlattığı örneklerden biri, gönülleri aniden imana teslim olan, bu yüzden Firavun tarafından azgınca, korkutucu ve iğrenç bir şekilde tehdit edilen Firavun'un sihirbazlarının sözleridir:
"Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı." (A'raf, 126)
Calut'un ordusuyla karşılaşan İsrailoğulları'ndan sayıları az mü'min bir grubun söyledikleri de bu konuda örnek olarak yeralır Kur'an-ı Kerim'de: "Talut ve askerleri Calut ve ordusu ile karşılaştıklarında, "Ey Rabbimiz üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl, ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle" dediler. (Bakara, 250)
Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün mü'min toplulukların savaş esnasında söyledikleri de Kur'an'da örnek olarak yeralır:
"Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever." (Al-i İmran, 146)
Allah'ı anma bir ilke olarak yeretmiştir müslüman kitlenin gönlünde. Düşman karşısında Allah'ı çokca anmak müslüman kitlenin belirgin özelliğidir, yüce Allah daha sonraları "Uhut"da yenilmiş kitleden söz etmiştir. İkinci gün düşmanı takip etmeleri istenirse, bu prensip içlerinde hazır bulunuyordu.
"O kimseler ki, insanlar kendilerine "düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız" dediklerinde, bu sözden imanlârı daha güçlenerek "Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir" dediler. (AI-i İmran, 173)
Düşmanla karşılaşılırken yüce Allah'ı anmak, birçok işlevi görür. Bir kere asla yenilmeyen bir güçle bağlantı kurmaktır Allah'ı anmak. Dostlarına her zaman yardım eden Allah'a güvenmektir. Bu aynı zamanda savaşı, nedenlerini ve sonuçlarını gerçek mahiyetiyle zihinde canlandırmayı sağlar. Çünkü savaş Allah içindir. O'nun ilahlığını yeryüzünde hakim kılmak ve bu ilahlığı gaspeden tağutları hayat sahnesinden kovmak içindir savaş. O halde bu, Allah'ın sözünün yücelmesi için yapılan bir savaştır, kişisel ya da ulusal egemenlik kurmak, ganimetler elde etmek, kişisel ya da ulusal üstünlük sağlamak için değil. Ayrıca bu, Allah'ı anma görevinin zor anlarda, en sıkıntılı durumlarda bile ne kadar önemsendiğini vurgulamaktadır. Bu ilahi direktifin içerdiği bu işaretler savaş alanında çok değerli işlevler görürler.
Allah ve Peygamber'e itaat etmelerine ilişkin buyruk ise, mü'minlerin daha baştan tüm varlıklarıyla Allah'a teslim olarak savaşa girişmeleri amacına yöneliktir. Böylece "Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz" buyruğundan sonra işaret edilen çekişmenin nedenleri ortadan kalkmış olur.
"Çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, hızınız kaybolur."
İnsanlar ancak birden fazla komuta ve direktif merkezine uymak durumuyla karşı karşıya kaldıklarında, görüş ve düşünceleri yönlendirici olarak insan arzusuna itaat ettiklerinde, çekişmeye düşerler. İnsanlar Allah'a ve Peygamberine teslim oldukları zaman -karşılaşılan soruna ilişkin olarak birbirinden farklı bakış açılarına sahip olsalar bile- aralarındaki çekişmenin en başta gelen sebebi ortadan kalkmış olur. Çünkü çekişmeye neden olan insanların farklı görüşlere sahip olmaları değildir. Gerçek ortaya çıktığı halde insanı, görüşünde ısrara sürükleyen ihtirastır, arzudur. Bu da, insanın kendi "şahsını" terazinin bir kefesine, "gerçeği" de bir kefesine koyması ve daha baştan "şahsını" tercih etmesidir. Savaşla karşı karşıyayken Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye ilişkin bu direktifin yeralması bu yüzdendir. Hiç kuşku yok ki, bu direktif, savaş esnasında son derece gerekli olan "kontrol" işlemlerinden biridir. Burada en yüce yol göstericilik, en üstün komuta merciine itaat sözkonusudur. Kitleye komutanlık eden kişiye itaat de bundan kaynaklanır. Bu, gönülden gelen derin bir itaattir. Allah için cihad etmeyen ve komutana olan bağlılığı Allah'a bağlılıktan kaynaklanmayan ordularda görülen askeri itaat gibi göstermelik bir disiplin değildir. Bu ikisinin arasındaki mesafe korkunçtur.
Sabır ise savaşa girişmek için gerekli olan bir sıfattır. Hangi savaş olursa olsun, ister insanın kendi içinde giriştiği savaş olsun, isterse muharebe meydanında düşmanla giriştiği savaş olsun, mutlaka sabretmek gerekmektedir: "Sabrediniz, çünkü Allah sabırlılar ile beraberdir."
Allah'ın beraberliği, sabırlılar için başarının, düşmana üstünlük sağlamanın ve kurtuluşun garantisidir.
Son direktif de şudur:
"Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır."
Bu direktif mü'min kitleyi sahip olduğu maddi güçle büyüklenerek, çalım satarak, azgınlaşarak savaşa çıkmaktan ve Allah'ın bahşettiği gücü onun istemediği biçimde kullanmaktan koruyor. Mü'min kitle ancak Allah yolunda savaşa çıkar. İnsanların hayatına Allah'ın ilahlığını egemen kılmak ve kulların sadece O'na kulluk yapmalarını sağlamak için çıkar. Mü'min kitle, yüce Allah'ın kulların sadece kendisine ibadet etmeleri hakkını gaspeden, Allah'ın izni ve hükmü dışında yeryüzünde hakimiyet kurmak suretiyle yeryüzünün ilahlığını elinde bulunduran tağutların gücünü kırmak, saltanatlarını başlarına yıkmak, egemenliklerini yerle bir etmek için savaşa çıkar. Tüm yeryüzü boyutunda insanın -insanlığını hiçe sayan, onurunu kıran, onu alçaltan- Allah'dan başkasına kulluk zilletinden kurtuluşunu ilan etmek için savaşa koşar. Mü'min, insanlığın saygınlığını, üstünlüğünü ve özgürlüğünü korumak için savaşa çıkar, insanlar üzerinde üstünlük sağlamak, onları kendine kul-köle yapmak, Allah'ın bahşettiği kuvvet nimetini böylesine iğrenç bir şekilde kullanarak azgınlaşmak ve şımarmak için değil. Savaşa ilişkin tüm kişisel çıkarlarından soyutlanarak koşar savaş meydanına. Allah'a itaat görevini yerine getirmenin O'nun cihad emrine olumlu karşılık vermenin, O'nun hayat sistemini uygulamanın, yeryüzü boyutunda O'nun sözünü yüceltmenin, bundan sonra da O'nun lütfunu ve hoşnutluğunu beklemenin dışında zafer ve galibiyet O'nu ilgilendirmez... Hatta savaştan sonra elde ettikleri ganimetler bile yüce Allah'ın onlara yönelik lütfunun eseridir.
Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak savaşa çıkma tablosu mü'min kitlenin gözlerinin önündeydi. Bu tabloyu, Kureyş'in savaşa çıkış tarzında görüyorlardı. Nitekim bu şekilde çıkmanın sonucu da Kureyş'in şahsında somutlaşmıştı. O gün büyük bir kibir, üstünlük duygusuyla, Allah'a ve peygamber'e başkaldırarak ve büyüklük taslayarak çıkmış ama günün sonunda alçalmış, hüsrana uğramış, dağılmış ve büyük bir bozgun yaşamış olarak dönmüştü. Yüce Allah, fiilen yaşanmış belirtileri, henüz gözlerinin önünde duran bir olayı hatırlatıyordu mü'min kitleye:
"Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah yolunda alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır."
Çalım satmak, gösteriş yapmak ve insanları Allah'ın yolundan alıkoymak Ebu Cehil'in sözlerinde son derece belirgindir. Kervanı deniz sahiline yöneltip müslümanların tuzağından kurtulduktan sonra Ebu Süfyan Ebu Cehil'e bir elçi göndermiş, geri dönmelerini istemiş, çünkü Muhammed ve arkadaşlarıyla savaşmaları için bir gerekçelerinin kalmadığını bildirmişti. Kureyş ordusu her konaklamada şarkılar söyleyen cariyelerle ve çalgıcılarla sefere çıkmış, hayvanlar kesip eğleniyorlardı. O sırada Ebu Cehil elçiye şöyle demişti: "Allah'a andolsun ki, Bedir kuyularının başına varıp üç gün üç gece kalmadıkça, hayvanlar kesmedikçe, yemek yiyip, şarap içip, cariyeler bizim için şarkı söylemedikçe geri dönmeyiz. Böylece Araplar sonsuza kadar bizden korkar." Elçi Ebu Cehil'in cevabını Ebu Süfyan'a ulaştırınca, Ebu Süfyan, "Vay kavmimin başına gelenler! Bu, Amr b. Hişam'ın (yani Ebu Cehil'in) işidir. Geri dönmek istemedi, çünkü halkın başına geçtikten beri azgınlaştı. Azgınlık ise eksikliktir, uğursuzluktur. Şayet Muhammed savaşçılarımızı yenerse, rezil oluruz" dedi. Ebu Süfyan'ın önsezisi doğru çıktı. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- savaşçılarını yendi. İnsanlara çalım satan, azgınlaşan, gösteriş yapan, insanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoyan müşrikler rezil oldular. Hiç kuşku yok ki, Bedir onların belini kırmıştı.
"Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır."
Hiçbir durumlarını gözden kaçırmaz. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, O'nu etkisiz hale getiremezler. Allah onları ve yaptıklarını kuşatmış durumdadır.
ŞEYTAN VE MÜŞRİKLERAyetlerin akışı sürerken şeytanın müşrikleri aldatmasını ve rezil olmalarını, hüsrana uğramalarını, yenilip dağılmalarıyla sonuçlanan savaşa çıkmaları için onları kışkırtmasını tasvir ediyor:
"Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek kendilerine `Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin yanınızdayım" dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce, birdenbire geri dönerek, "Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'dan korkarım, çünkü Allah'ın azabı ağırdır; dedi."
Bu ayet ve ayetin işaret ettiği olaya ilişkin olarak birçok rivayet vardır. Ne var ki, Malik'in "Muvatta" adlı eserinde rivayet ettiği hadisin dışında bunlar arasında Peygamberimizin bir sözüne rastlanmamaktadır. Malik diyor ki: Bize Ahmed b. Ferec anlattı; bize Abdulmelik b. Abdulaziz b. Macişûn anlattı, bize Malik, İbrahim b. Ebu Uble'den, o da Talha b. Ubeydullah b. Kureyz'den aktardı: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurdu: Bedir gününün dışında, şeytanın, Arefe gününden daha küçük, daha hakir, daha perişan ve daha öfkeli olduğu hiçbir gün görülmemiştir. O gün, inen rahmeti ve günahların affolunduğuna ilişkin mesajı gördüğündendir bu. "Ya Resulallah, peki Bedir gününde ne gördü?" diye sordular. Peygamberimiz:
"Cebrail'in melekleri savaşa sevkettiğini gördü" buyurdular...
Bu hadisi rivayet edenler arasında yeralan Abdulmelik b. Abdulaziz b. Macişûn hadis rivayeti açısından zayıf birisidir. Dolayısıyla hadis mürseldir. (Yani Peygamberimizden sadece işitildiği bildirilmiştir.)
Diğer rivayetler ise; Ali b. Ebu Talha ve İbn-i Cüreyc yoluyla İbn-i Abbas'a -Allah ondan razı olsun- İbn-i İshak yoluyla Urve b. Zübeyr'e, Sa'd b. Cübeyr kanalıyla Katade'ye, Hasan'a ve Muhammed b. Ka'ba dayanır.
İbn-i Cerir et-Taberi'nin kaydettiği bu rivayetler bunlara örnektir: "Bana Müsenna anlattı. Ona Abdullah b. Salih, ona muaviye Ali b. Ebu Talha'dan İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini anlattı: İblis, Bedir günü şeytanlardan oluşan bir ordunun başında sancağı ile birlikte Müdlecoğulları'ndan birinin varlığında geldi. Şeytan, Süraka b. Malik b. Cu'şam'in kılığındâydı. Şeytan müşriklere şöyle dedi: "Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez. Ben sizin yanınızdayım." İnsanlar savaş düzeni aldıklarında Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yerden bir avuç toprak aldı müşriklerin yüzüne serpti. Bunun üzerine müşrikler bozguna uğrayıp geri döndüler. Cübeyr İblis'e doğru saldırıya geçti.' O sırada İblis bir müşrikin elini tutuyordu. Cübeyr'i görünce adamın elini bıraktı ve adamlarıylâ birlikte geri dönüp kaçtı. Adam arkasından "Ya Süraka, hani bizimle beraber olduğunu iddia ediyordun?" diye bağırınca İblis "Ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Ben Allah'dan korkarım, çünkü Allah'ın azabı ağırdır" dedi. O sırada şeytan melekleri görmüştü.
Bize İbn-i Humeyd, Seleme, İbn-i İshak'ın şöyle dediğini anlattı. Ona da Yezid b. Ruman, Urve b. Zubeyr'in şöyle dediğini anlattı: "Kureyş kabilesi durum değerlendirmesi yapmak üzere topladığı zaman Bekiroğulları ile aralarında geçeni -yani savaş halini- hatırladılar. Neredeyse geri döneceklerdi. Fakât o sırada Kenane kabilesinin ileri gelenlerinden olan Süraka b. Malik b. Cu'şam el-Müdleci'nin kılığında İblis çıkâ geldi ve şöyle dedi: "Kenaneoğulları'nın arkanızdan hoşlanmayacağınız bir .şey yapmayacaklarının garantisini veriyorum size, bunun üzerine 'büyük bir hızla savaşmak üzere ileri atıldılar."
Bize Bişr b. Muaz: Yezid'den, o da Said'e dayanarak "Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek..."le başlayan "Allah'ın azabı ağırdır" cümle-siyle biten ayete ilişkin olarak Katade'nin şöyle dediğini anlattı: Bize İblis'in Cebrail'in meleklerle birlikte indiğini gördüğü ve Allah'ın düşmanı meleklere bir şey yapamayacağını anladığı ve bu yüzden "Ben sizin görmediğinizi görüyorum. Ben Allah'dan korkarım" dediği anlatıldı. Allah'a andolsun ki, Allah'ın düşmanı yalan söylemiştir. Çünkü o, Allàh'dan korkmaz. Fakat O, hiçbir gücü-nün, hiçbir etkinliğinin olmadığını gördü. Bu Allah'ın düşmanı, kendisine itaat edenlere, buyruklarını dinleyenlere her zaman böyle yapar.
Hakla batıl karşı karşıya geldiğinde, onları kaçınılmaz bir kötülüğün girdabına sokar, o zaman da onlardan uzaklaşıp gider.
Bu tefsirde takip ettiğimiz yöntem uyarınca, hakkında bir Kur'an ayeti ya da sahih olduğu tartışmasız, mütevatir bir hadis olmadığı sürece gaybın kapsamına giren bu tür konuları ayrıntılı biçimde açıklamaya kalkışmıyoruz. Çünkü gaybın kapsamına giren bu tür konular, böyle bir ayet ya da mütevatir bir hadis olmadığı sürece kabul edilmesi zorunlu olmayan itikadi konulardır. Fakat biz, -inkârcı ve itirazcı bir tavır da takınmıyoruz.
Bu olayda da Kur'an ayeti şeytanın müşriklerin yaptıklarını güzel gösterdiğini, onlarla beraber olduğunu, onlara yardımcı olduğunu ilan etmekle, onları savaşa teşvik ettiğini, iki grup karşı karşıya geldiklerinde, "Birden bire geri dönerek, `Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'dan korkarım, çünkü Allah'ın azabı ağırdır" diyerek onları yüzüstü koyup akıbetleriyle başbaşa bıraktığını, onlara verdiği sözü tutmadığını kesin bir şekilde ifade etmektedir.
Fakat biz şeytanın onların yaptıklarını güzel göstermesinin mahiyetini bilmiyoruz. Onlara nasıl "bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin yanınızdayım" dediğini, bundan sonra ne şekilde geri döndüğünü, dönerken o sözleri nasıl söylediğini bilmiyoruz.
Kesin olarak bildiğimiz tek şey, şeytanla ilgili her şeyin gaybın kapsamına girdiğidir. Bu konuda açık bir ayet veya mütevatir bir hadis olmadığı sürece herhangi bir şey söyleme imkânına sahip değiliz. Buradaki ayet ise, olayı anlatmaktadır, ne şekilde meydana geldiğini değil.
Bundan başka bizim söyleyebileceğimiz bir şey yok, bizim ictihad yapma alanımız bu kadarla sınırlıdır. Bu yüzden biz Kur'an'ı tefsir ederken, buna benzer gayba ilişkin tüm olayları belirgin bir şekilde yorumlamak ve bu gayb alemlerinden maddi hareketi inkâr etmek yöntemine başvuran Şeyh Muhammed Abduh ekolünün bu yaklaşımını uygun görmüyoruz. Nitekim bu ekolden olan Reşit Rıza da bu yönteme başvurmaktadır.
"Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek; "Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin yanınızdayım" dedi." Yani ey peygamber, mü'minlere şeytanın vesvese vermek suretiyle müşriklerin yaptıklarını güzel gösterdiğini anlat. İçlerine düşürdüğü vesveseyle onlara şunu telkin etmişti: "Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez. Ne Muhammed'in güçsüz taraftarları, ne de herhangi bir Arap kabilesi. En güçlü savaşçılar sizdedir. En kalabalık ordu sizindir. Siz herkesten daha cesursunuz. Bununla beraber ben -üstelik ben- sizin yanınızdayım. Beydavi tefsirinde şöyle der: Allah'a yakınlaşmak için bir aracı olarak algıladıkları için, şeytana uymaları onlara bir koruyucu unsur olarak vehmettirdi. Nitekim: `Allah'ım iki gruptan hangisi doğru yolda ise, hangisinin dini daha üstünse onlara yardım et" demişlerdi.
"Fakat iki ordu birbirini görünce birden bire geri döndü." Yani savaşan taraflar birbirlerine yaklaşınca, herbiri diğerini görüp durumunu anlayınca, onları savaşa teşvik edip, savaş ateşini kızıştırdıktan sonra geri döndü, yani arkasına dönüp kaçtı. Bu da ökçelerin gösterdiği yöndür. (Ayakların arka kısmı) Şeytan o tarafa doğru kaçmıştır. "İki ordunun birbirini görmesinden" maksat, karşı karşıya gelmeleridir diyen tefsirciler, yanılmışlardır. Maksat şudur: Şeytan onlara yaptıklarını güzel göstermekten ve onları savaşa teşvik etmekten vazgeçti. Bu söz, şeytanın vesvesesini benzetmek suretiyle somutlaştırmak için söylenmiştir. Bir şeyle karşılaşan ve onu olduğu gibi bırakıp geriye dönenin davranışına benzetilmiştir. Nitekim onlardan uzak olduğunu belirterek, onları kendi hallerine bırakması dà bunu kanıtlamaktadır: "Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin göremediğinizi görüyorum, ben Allah'dan korkarım" dedi. Yani onlardan uzaklaştı ve onların başına geleceklerden korktu. Yüce Allah'ın müslümanlara melekleri yardımcı olarak gönderdiğini görünce müşriklerin durumuna üzüldü. "Allah'ın azabı ağırdır." Bu, şeytanın sözü de olabilir, ayrı bir cümle de olabilir... "Ben diyorum ki, bunun anlamı şudur: Şeytanın pis askerleri müşriklerin arasına girmiş, pis ruhlarına karışıp vesvese veriyorlardı. Onları kandırıyor, üstünlük kompleksine sokuyorlardı. Nitekim melekler de mü'minler arasına dağılmış, tertemiz ruhlarına karışıp kalplerini sağlamlaştırarak, Allah'ın va'dine ve yardımına güvenmelerini sağlayacak şeyler ilham ediyorlardı."
Meleklerin yaptıklarını sadece mü'minlerin ruhlarına karışmak şeklinde tefsir etmeye olan bu. açık eğilim, bir diğer yerde de aynı yazarı meleklerin Bedir gününde hiçbir şekilde savaşmadıkları sonucuna götürmüştür. Oysa yüce Allah Bedir savaşına katılan meleklere hitaben şöyle buyurmaktadır: "Vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına...." Aynı şekilde şeytanın yaptığını sırf müşriklerin ruhlarına karışmak şeklinde tefsir etmek de bu ekolün başvurduğu bir yöntemdir. Şeyh Muhammed Abduh'un Amme cüz'ü tefsirinde "Ebabil kuşlarını" çiçek mikrobu olarak tefsir etmesi de buna örnektir. Bütün bu çabalar, gayba ilişkin nassları yorumlamada aşırıya kaçmanın belirtisidir. Oysa bu tür- bir yoruma gerek de yoktur. Çünkü sözlerin açık anlamını engelleyen herhangi bir şey sözkonusu değildir. Yapılacak tek şey açık bir işaret olmadığı sürece ayrıntıya girmeden nassların ifade ettikleriyle yetinmektir... İşte bizim bu tür konularda başvurduğumuz yöntem budur.
Şeytan, yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak ve insanları Allah yolundan alıkoyarak çıkan müşrikleri kandırırken, onları savaşa çıkmaya teşvik ederken, sonra da onları akıbetleriyle başbaşa bırakırken, münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar da mü'min kitle hakkında çeşitli söylentiler çıkarıyorlardı. Müslümanların kalabalık müşrik ordusu ile karşılaşmaya çıktıklarını görüyorlardı. Sayılarının az, hazırlıklarının da yetersiz olduğunu görüyorlardı. Bu yüzden onlara göre (kalpleri sarsıldığı ve yanıltıcı dış görünüşe baktıkları için) mü'minler, dinlerinin kendilerine yardımcı olacağına ve kendilerine güç vereceğine kanarak kendilerini büyük bir tehlikeye atıyorlardı:
"Hani münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar "Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü" dediler."
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanların Mekke'deyken islâma eğilim gösterdikleri; buna rağmen inançları düzelmemiş, kalpleri mutmain olmamış kimseler oldukları söylenmiştir. Müşrik savaşçılarla birlikte çekimser bir tutumla savaşa çıkmışlardı. İşte bunlar, müşrik çoğunluk karşısında müslüman azınlığı görünce bu sözleri söylemişlerdi.
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar zafer ve yenilginin gerçek sebeplerini kavrayâmıyorlar. Bakışları onları olayların derinliklerine yöneltmeksizin sadece dış görünüşü görebiliyorlar. İnancın, Allah'a güvenmenin ve O'na dayanmanın derinliklerinde gizli bulunan gücün farkında değildirler. Mü'minlerin, Allah'a inanmayan tüm güçleri, tüm toplulukları küçümsemeleri kendilerine büyük bir güç bahşediyor. İşte münafıklar bunu anlamıyorlar. Bu yüzden o gün müslümanların kendi konumlarına kandıklarını, dinlerinin onları şımarttığını, bu yüzden kalabalık müşrik ordusuna karşı çıkmakla kendilerini büyük bir tehlikeye sürüklediklerini sanıyorlardı.
Maddi olgunun görünüşü, mü'min gönüller ve imandan yoksun gönüller açısından bir farklılık göstermez. Farklılık, gözle görülen maddi olguyu algılama ve değerlendirmede ortaya çıkar. İmandan yoksun gönüller, bu olguyu görür, ama bunun ötesinde herhangi bir şey görmez. Mü'min gönüller ise, gözle görülen olayın arkasındaki gerçek "olgu"yu da görürler. İşte bu realite tüm güçleri kapsamaktadır. Mü'min, bu bakışı sayesinde güçleri gerçek anlamda değerlendirebilmektedir.
"Kim Allah'a dayanırsa bilsin ki, Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Mü'min gönüllerin kavradığı ve bu sayede huzura kavuştukları, kendilerine güven duydukları, boş gönüllerin ise farkında olmadıkları ve hesaba katmadıkları gerçek budur işte. Terazinin kefesinde ağır basan, sonucu belirleyen, her zaman ve her yerde son aşamada sorunu çözümleyen bu gerçektir.
Bedir günü müslüman kitle için münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların, "Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü" şeklinde dile getirdikleri bu söz, tağutun azgın ordularına karşı koyarken, belli başlı hazırlığı bu dinden ibaret olan müslüman kitleyi gördüklerinde her zaman ve her yerdeki münafıkların kullandığı bir sözdür. Evet müslümanların sahip oldukları en büyük güç, bu aksiyoner ve itici inançtır. Allah'ın ilahlığına ve O'nun yasaklarına gösterdikleri büyük özendir. Allah'a güvenmeleri ve O'nun dostlarına yardım edeceğinden emin olmalarıdır.
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar canlarını kurtarmak için kenara çekilirken, müslüman kitle tağutun azgın ordusuna saldırıyor. Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, göz göre göre gelen tehlikeye karşı koyan ve tehlikeyi küçümseyen müslüman kitleye içten içe alay ediyorlar. Sonra müslüman kitlenin görülen tehlikeyi bertaraf edişini, göz göre göre gelen tehlikeyi savuşturmasını görünce de dehşete kapılıyorlar. Onlar -kendi deyimleriyle- göz göre göre ölüme gidişin, kendini bilerek tehlikeye atışın gerekçesini bilmiyorlar. Onlar -aralarında din ve inanç da olmak üzere- hayatın tümünü alışveriş pazarındaki bir meta olarak biliyorlar. Kârlı görünüyorsa hemen koşarlar buna. İşin ucunda tehlike varsa, o zaman kenara çekilmek, kendini garantiye almak,daha iyidir. Onlar bir mü'minin önsezisiyle bakmıyor olaylara. Sonuçları da iman terazisiyle tartmıyorlar. Kuşkusuz bu atılganlık, bu fedakârlık mü'mine göre her zaman kârlı bir alışveriştir. Çünkü sonuçta bu iki güzellikten birini elde edecektir; ya zafer ve üstünlük ya da şehitlik ve cennet... Sonra mü'mine göre güçlerin gerçek mahiyeti farklıdır. Onun yanında Allah vardır... İşte münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar bunu hesaba katmıyorlar.
Her zaman ve her yerdeki müslüman kitle, olayları iman ve inanç terazisiyle tartmaya, mü'min önsezisi ve kalbiyle algılamaya, Allah'ın nuru ve yol göstericiliğiyle bakmaya, tağutun maddi gücünü büyütmemeye, yüce Allah kendisiyle beraber olduğuna göre kendi gücünü küçümsememeye ve yüce Allah'ın mü'minlere yönelik şu direktifini her zaman aklında bulundurmaya çağrılmaktadır:
"Kim Allah'a dayanırsa bilsin ki, Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Hiç kuşku yok ki, ulu Allah doğru söylüyor.
MELEKLERİN KATILDIĞI SAVAŞSon olarak ayetlerin akışı, savaşta gerçekleşen ilahi müdahalenin sahnelerinden birini canlandırıyor. Bu sahnede yüceler aleminde yeralan melekler Allah'ın emri ve izni uyarınca- müşriklerin yakalanıp cezalandırılması, azaba uğratılması operasyonuna katılıyorlar. Melekler onların canlarını azap ederek alıyorlar. Çalım satmanın ve büyüklük taslamanın karşılığı olarak onur kırıcı bir eziyete uğratıyorlar. Büyük sıkıntı ve zorluk yaşadıkları bu anda, onlara kötü davranışlarını ve iğrenç hedeflerini hatırlatıyorlar. Bu, yaptıklarına uygun bir cezadır ve yüce Allah onlara haksızlık yapmamaktadır. Bu arada ayetlerin akışı sahnenin sunulmasının ardından, yalanlamalarından dolayı onların cezalandırılmasının her zaman için yürürlükte olan bir yasa olduğunu belirtiyor: "Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibi..." ... "Bu böyledir, çünkü bir toplum sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez." Firavun ve ileri gelenler bunun için cezalandırılmışlardır. Böyle yapan ve Allah'a ortak koşan herkes de bunun için cezalandırılacaktır:
50- Melekler, kâfirlerin canlarını alırken keşki görseydiniz; onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak şöyle derler: "Yakıcı azabı tadınız bakalım. " 51- "İşte bu vaktiyle kendi ellerinizle hazırladığınız bir sonuçtur. Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık etmez. " 52- Bu kâfirlerin durumu tıpkı Fïravunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler, Allah da günahları yüzünden yakalarına yapıştı. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür ve azabı ağırdır. 53- Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu ïyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir. 54- Bu kâfirlerin durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, biz de onları günahları yüzünden yokettik, Firavunoğulları'nı denizde boğduk. Bunların hepsi zalimdi.
"Melekler, kâfirlerin canlarını alırken keşke görseydin; onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak şöyle derler: Yakıcı azabı tadınız bakalım."
"İşte bu vaktiyle kendi ellerinizle hazırladığınız bir sonuçtur. Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık etmez."
Ayetler grubunun başında yeralan bu iki ayet; müşriklerle savaşa katılan meleklerin durumlarını dile getirmektedirler. Nitekim yüce Allah meleklere; "Vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına..." demişti. "Şundan dolayı ki, onlar Allah'a ve Peygamber'e karşı çıktılar. Kim Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarsa bilsin ki, Allah'ın azabı ağırdır."
Dokuzuncu cüzde bu ayeti tefsir ederken de söylediğimiz gibi, her ne kadar biz, meleklerin onların boyunlarını nasıl vurduğunu, parmaklarına ne şekilde darbeler indirdiğini bilmiyorsak da bu bilmeyişimiz, ayetin açık anlamını te'vil etmemiz için bir gerekçe sayılmaz. Ayette açıkça yüce Allah'ın meleklere, müşriklerin boyunlarını vurmalarını, parmaklarına darbeler indirmelerini emrettiği belirtilmektedir. Bunun yanında meleklerin, "Allah'ın emrine karşı çıkmadıklarını, emredileni derhal yerine getirdiklerini" biliyoruz. (Durum, "Meleklerin Bedir savaşma katılmadıkları, sadece mü'minlerin ruhlarına karışıp onları moral açısından güçlendirdikleri kesinleşmiştir" iddiasında bulunan merhum Reşid Rıza'nın sandığı gibi değildir. Bu görüş ayetin açık anlamıyla çelişmektedir. Bu durumda ayete uymak daha doğrudur.) Ayetler grubunun başında yeralan bu iki ayet, Bedir gününde meydana gelen bir olayı, aynı zamanda meleklerin bu savaşta kâfirlere neler yaptıklarını dile getiren hikâyenin devamını anlatmaktadır.
Ayrıca bu iki ayet, ister Bedir'de, ister başka bir yerde olsun, meleklerin kâfirlerin canlarını aldıkları her zaman için geçerli olan sürekli bir durumu dile getirmektedirler. Yüce Allah'ın, "Keşke görseydin" sözü de bir direktif olarak gören herkese yöneliktir. Nitekim, gören herkesin dikkat etmesi gereken açık sahnelere dikkat çekmek için böyle bir hitap tarzına çokça rastlanır.
Şu veya bu farketmez. Kur'an ayeti kâfirlerin hiç de hoş olmayan manzaralarını çiziyor. Onur kırıcı bir sahnede melekler onların ruhlarını çekip çıkarıyorlar. Sahnede yeralan acıklı azap ve ölüm olgularına bir de onur kırılması ve kâfirlerin rezil olmaları ekleniyor:
"Melekler, kâfirlerin canlarını alırken keşki görseydiniz, onların yüzlerine ve sırtlàrına vururlar."
Ardından ayetin akışı, üçüncü şahıslara ilişkin bir olayı anlatım tarzından doğrudan doğruya muhataba ilişkin hitap tarzına dönüşüyor:
"Yakıcı azabı tadın bakalım."
Akıştaki sunuş tarzının aniden değişmesinin nedeni, sahneyi şu anda yaşanıyormuş gibi canlandırmak içindir. Sanki cehennem, ateşiyle, yakıcılığıyla şu anda sahnede yeralıyor da, onlar itilip kakılarak, azarlanarak, tehdit edilerek oraya atılıyorlar:
"İşte bu vaktiyle kendi ellerinizle hazırladığınız bir sonuçtur."
Siz gayet adil bir cezaya çarptırılıyorsunuz. Daha önce kendi ellerinizle işlediğiniz suçlardan dolayı bu cezayı hakettiniz:
"Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık etmez."
"Yakıcı azap" sahnesini canlandırmakla bu ayet, insanın aklına şöyle bir sorunun gelmesine neden oluyor: Acaba bu ayette dile getirilen, kâfirlerin kıyamette, diriliş ve hesaplaşmadan sonra görecekleri azabı -şu anda çekiyorlarmış gibi- meleklerden kâfirlere yönelik bir tehdit midir? Yoksa onlar ölür ölmez bu azapla mı karşılıyorlar?
Her ikisi de mümkündür. Kur'an ayetinden bu anlamları çıkarmaya engel oluşturacak bir şey yoktur. Bu açıklamanın dışında fazladan bir şey söylemek istemiyoruz... Bu da yüce Allah'ın bilgisinin kapsamına giren gayba ilişkin bir konudur. Kesinlikle meydana geleceğine inanmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Bunun meydana gelmesini engelleyecek hiçbir güç yoktur. Ne zaman meydana geleceğini ise, ancak bilinmezlikleri bilen yüce Allah bilir.
Bu kısa değerlendirmenin ardından ayetlerin akısıyla birlikte, bu sahnenin ardındaki büyük ve değişmez gerçeği vurgulamaya geçiyoruz. Kuşkusuz kafirlerin aşağılanmaları ve azaba çarptırılmaları, her zaman için geçerli olan değişmez ve şaşmaz bir yasadır. Bu azap, öteden beri yürürlükte olan bu yasanın kaçınılmaz bir sonucudur:
"Bu kâfirlerin durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler, Allah da günahları yüzünden yakalarına yapıştı. Hiç şüphesiz, Allah güçlüdür ve azabı ağırdır."
Yüce Allah, insanı gelip geçici tesadüflere, kontrolsüz maceraya bırakmamıştır. Onun belirlediği kader doğrultusunda hareket eden yasası egemendir insana ve olaylara. Bedir günü müşriklerin başına gelen her zaman için müşriklerin başına gelen bir olaydır. Nitekim Firavunoğulları ve onlardan önceki kâfirler de aynı akıbete uğramışlardı:
"Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler. Allah da günahları yüzünden yakalarına yapıştı."
Onu etkisiz hale getiremediler. Onun cezasından yakalarını kurtaramadılar.
"Hiç şüphesiz Allah güçlüdür ve azabı ağırdır."
Allah onlara nimetinden vermişti, lütfundan onları rızıklandırmıştı, onları yeryüzüne yerleştirmiş, onları kendisine halife kılmıştı. Bütün bunları yüce Allah, şükür mü edecekler, yoksa nankörlük mü edecekler diye denemek ve sınamak için bahşeder insanlara. Ne var ki, onlar nankörlük ediyorlar şükredeceklerine' Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetlerden dolayı azgınlaşıyor, Allah'ın belirlediği kuralları çiğniyorlar. Kendilerine bahşedilen nimetler ve güç onları değiştiriyor, birer zorbaya, birer tağuta, birer kâfire ve birer günahkâra dönüştürüyor. Allah'ın ayetleri gelince de inkâr ediyorlar. Bu durumda ayetler duyurulup, onlar da inkâr ettikten sonra kâfirlerin cezalandırılmasına ilişkin Allah'ın kanunu devreye giriyor. Böyle bir durumda yüce Allah onlara verdiği nimeti geri alıyor, şiddetli azabıyla onları cezalandırıyor. Köklerini kurutuyor:
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."
"Bu kâfirlerin durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, biz de onları günahları yüzünden yokettik. Firavunoğulları'nı denizde boğduk. Bunların hepsi zalimdi."
Yüce Allah, ayetlerini yalanladıktan sonra onları yoketmişti. Kâfir oldukları halde yüce Allah ayetlerini göndermeden onları yok etmemişti. Çünkü O'nun belirlediği kural ve O'nun kullarına yönelik rahmeti bunu gerektirmektedir. "Biz bir peygamber göndermedikçe, kimseye azap etmeyiz. (İsra, 15) Burada, Firavunoğulları ve onlardan önce Allah'ın ayetlerini yalanlayıp bu yüzden yokedilen kâfirleri hatırlatmakta, çünkü onlar "zalimdi" denmektedir. Burada "zulüm" kelimesi, "küfür" ya da "şirk" anlamında kullanılmıştır. Bu kelime Kur'an'da genellikle bu anlamlarda kullanılır...
Şu ayetin anlamı üzerinde biraz düşünmek gerekmektedir kuşkusuz.
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez."
Bu ayet, bir açıdan yüce Allah'ın kullarla ilişkilerinde her zaman adil davrandığını vurgulamaktadır. İnsanlar niyetlerini bozmadıkları, davranışlarını değiştirmedikleri, konumlarını terk etmedikleri sürece yüce Allah onlara bahşettiği nimetini geri almaz. Böyle bir durumda, imtihan ve deneme için kendilerine bahşedilen nimetin değerini bilmedikleri, bu nimete karşılık şükretmedikleri için kendilerinden nimetin geri alınmasını hakediyorlar... Bir açıdan da bu ayet, insan denen yaratığa verilen en büyük onura işaret etmektedir. Yüce Allah, kaderinin uygulanışını insanın hareketlerine ve davranışlarına göre ayarlamakla bu lütfu bahş,etmiştir insana. Yüce Allah, insan hayatındaki takdiri değişikliği, onların gönüllerinde, niyetlerinde, davranışlarında, hareketlerinde ve kendileri için seçtikleri hayat tarzlarında meydana gelen pratik değişikliğe dayandırmıştır. Bir diğer açıdan da insan denen varlığa -kendisine verilen bu büyük onura denk düşecek- büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İnsan, nimetin değerini bilip, şükrettiği sürece, Allah'ın kendisine verdiği bir nimeti kalıcı kılabilir, arttırabilir de. Aynı zamanda nimete karşılık nankörlük yaptığı zaman, şımardığı zaman, niyeti ve hayat tarzı bozulduğu zaman bu nimeti kendi eliyle giderebilir, yokedebilir.
İşte bu önemli gerçek, "insan gerçeğine ilişkin islâmi düşüncenin" şu varlık bütününde Allah'ın kaderiyle insan ilişkisinin, insanın şu evren ve evrenin içindekilerle ilişkisinin bir yönünü temsil etmektedir. Bu yönden, insanın Allah'ın terazisindeki değeri ve bu değerle kazandığı onur ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda insanın gerek kendi akibeti, gerekse çevresindeki olayların akibeti üzerindeki etkinliği ortaya çıkmaktadır. Allah'ın izni ve kendi hareketleri, davranışları, niyet ve hayat tarzı ile birlikte hareket eden Allah'ın takdiri uyarınca sonucu üzerinde etkin rol oynayan bir varlık kimliğine bürünür insan. Bu düşünce sayesinde materyalist düşünce ekollerinin kendilerine yüklediği, aşağılayıcı ve fonksiyonsuz kimliği atar. Bu düşünceler insanı, zorlayıcı determinizm karşısında fonksiyonsuz bir varlık olarak görürler. Ekonomik determinizm tarihi determinizm, evrim determinizmi gibi, insanın karşılarında güçsüz ve etkisiz bir varlık olarak belirlediği daha nice kaçınılmazlıklar, gerekircilikler... İnsan bu zorunlulukların kendisine yüklediği görevi yerine getirmekten başka bir şey yapamaz. Bunlar karşısında insan silik, zavallı ve aşağılanmış bir yaratıktır.
İşte bu önemli gerçek, insanın hayatında ve çalışmasında, iş ve karşılığı arasındaki bu gerekliliği bu şekilde tasvir etmektedir. Aynı zamanda bu gerekliliği kaderi doğrultusunda yürürlüğe giren evrensel yasalarından biri haline getiren yüce Allah'ın mutlak adaletini de dile getirmektedir. Bu yasanın uygulanışında Allah'ın kullarından herhangi birine haksızlık yapılmaz.
"Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık yapmaz."
"Biz de onları günahları yüzünden yokettik, Firavunoğulları'nı da denizde boğduk. Onların hepsi zalimdi."
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez."
... Ve Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun...
İSLÂM TOPLUMU VE ULUSLARARASI İLİŞKİLEREnfal suresinin ele alacağımız bu son dersi, savaşta ve barışta çeşitli kamplarla girilecek ilişkilere, islâm toplumunün kendi iç düzenine ve kendi sınırlarının dışındaki kuruluşlarla kuracağı bağlara, değişik şartlarda ve durumlarda islâmın sözleşme ve antlaşmalara bakış tarzına, aynı şekilde islâmın kan, soy, toprak ve inanç bağlarıyla ilgili görüşüne ilişkin birçok kuralı kapsamaktadır.
Bu derste bazı kurallar ve hükümler açıklanmaktadır ki, bunların bazısı kendi alanlarında nihai hükümler niteliğindedirler. Bazısı da meydana gelen bazı olayları karşılama amacına yönelik aşamalı hüküm ve kurallardır. Bu hüküm ve kurallar üzerinde de Medine döneminin sonlarına doğru, Tevbe suresinde son değişiklikler yapılarak bunlara değişmezlik ve nihailik özelliği kazandırılmıştır. Bu kural ve hükümlerin bazısını Kur'an'ın akışında yer aldıkları sıralamaya göre sunalım:
a) İslâm kampı ile anlaşıp sonra da bu anlaşmayı bozanlar, canlıların en kötüleridir... Bu yüzden islâm kampı hem onların, hem de onlardan sonra anlaşmayı bozmak ya da islâm kampına saldırmak niyetinde olan başkalarının ayaklarını denk attıracak ve onları korkutacak şekilde derslerini vermeli, cezalandırmalıdır.
b) İslâm önderliğinden korktukları için anlaşma yapanlardan herhangi biri anlaşmayı bozup ihanet edecek olursa, islâm yöneticileri de anlaşmayı bozmalı ve anlaşmayı feshettiklerini duyurmalıdırlar. Dolayısıyla onlara savaş açmak, onları cezalandırmak, bunun da ötesinde benzeri düşünceye sahip olanları korkutmak imkânı doğmuş olur.
c) İslâm kampı sürekli hazarlık yapmalı ve gücünün son noktasına kadar kuvvet ikmali yapmalıdır. Kitlelere yol gösterici konumunda olan bu gücün, yeryüzünün en büyük gücü olması için bu hazırlık gereklidir. Tüm batıl güçler ondan korkarlar böylece. Yeryüzünün her köşesindeki bu batıl güçler onun sözünü dinlerler. En başta islâm yurduna saldırmaktan çekinirler. Aynı şekilde Allah'ın otoritesine teslim olmuş, yeryüzünde Allah'ın dinine davet eden davetçiler`in yoluna engel olmamış ve bu davete olumlu karşılık veren insanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoymamış olurlar. Hakimiyet hakkını iddia etmekten ve insanların kendilerine kulluk yapmalarını istemekten vazgeçmiş olurlar. Böylece "din" bütünüyle Allah'a özgü kılınmış olur.
d) Müslüman olmayanlardan bir grup islâm kampı ile barış yapmak, anlaşmak ve karşılarına çıkmamak isterse, islâm kampının yöneticileri onların barış tekliflerini kabul eder ve onlarla anlaşır. Onlar, bir hile yapmayı düşünür, ancak bunu kanıtlayacak bir davranışları yoksa, durumlarını Allah'a havale ederler. Hiç kuşkusuz O, müslümanları hilecilerin kötülüğünden korumaya yeterlidir.
e) Düşmanları sayı bakımından onlardan kat kat fazla da olsa, cihad etmek müslümanlar üzerinde bir farzdır. Ve onlar Allah'ın yardımıyla düşmanlarına üstünlük sağlarlar. Onlardan bir kişi düşmandan on kişiyle başeder. En zayıf durumlarda bile bir müslüman, onlardan iki kişiyle başeder. O halde müslümanlarla düşmanları arasında maddi güçler dengesi sağlansın diye cihad görevi ertelenemez. Müslümanların güçleri oranında maddi hazırlık yapmaları, Allah'a güvenmeleri, savaş alanında kararlı ve dirençli olmaları, savaşın zorluklarına katlanıp sabretmeleri yeterlidir. Gerisi Allah'a kalmıştır, Çünkü müslümanlar gözle görülen maddi gücün dışında bir güce sahiptirler.
f) İslâm kampının en başta gelen görevi, tüm güç kaynaklarını ve dayanaklarını yerle bir etmek suretiyle tağutun gücünü ortadan kaldırmaktır. Fakat tağutun savaşçılarını esir alıp, fidye almak suretiyle onları serbest bırakırlarsa bu hedef gerçekleşmemiş, bu görev yerine getirilmemiş olur. O zaman bu uygulama yersiz görülüyor. Çünkü bir peygamber ve onun takipçileri, yeryüzünde etkinliklerini pekiştirmedikleri, düşmanlarının gücünü ortadan kaldırmadıkları, yeryüzünde üstünlüğü ellerine geçirip yeryüzündeki olayları kendi lehlerine çevirecek düzeyde etkin bir güce ulaşamadıkça, düşmanı esir almamalıdırlar. Ama böyle bir düzeye geldikleri zaman esir almalarında, bu esirlerden özgürlüklerine karşılık fidye almalarında bir sakınca yoktur. Ne var ki, bundan önce onları savaşta öldürmek daha yararlı ve daha gereklidir.
g) Savaşta müşriklerin mallarını ganimet olarak almak müslümanlara helâldir. Nitekim yeryüzündeki üstünlükleri pekiştiği, orada her yönüyle etkin bir güç oldukları, düşmanlarının gücünü kırıp tamamen ortadan kaldırdıkları zaman esirlerden serbestlik karşılığı fidye almaları da helâldir.
h) Kendilerinden alınmış olan ganimet ve fidyeye karşılık yüce Allah'ın bundan daha iyisini bahşedeceğini vurgulayarak islâm kampındaki esirleri islâma girmeye teşvik etmek de uygundur. Bu arada, ilk defa olduğu gibi. Allah'ın şiddetli azabını hatırlatmak suretiyle ihanet etmekten sakındırmak da gerekmektedir.
i) İslâm toplumunda bir arada bulunmanın temelinde inanç vardır. Ancak toplumda dostluk, inanç ve bununla birlikte pratik uygulama esasına dayanır. Dolayısıyla inananlar, inançları gereği hicret edenler, hicret edenlere sığınak sağlayıp yardım edenler birbirlerinin dostlarıdırlar. İnandıkları halde islâm yurduna hicret etmeyenlerle, islâm yurdundaki islâm kampı arasında dostluk, yani yardımlaşma ve dayanışma sözkonusu değildir. İnançları noktasında bir haksızlığa uğramadıkları sürece müslümanlar onlara yardım etmezler. Üstelik bu haksızlık, müslümanlarla aralarında anlaşma bulunmayan bir kavim tarafından yapılıyorsa yardım etmeleri sözkonusu olabilir.
j) İslâm toplumunda birarada bulunma ve dostluğun temelinde inanç ve pratik uygulamanın yeralması, akrabaların birbirlerine dost olmalarına engel oluşturmaz. İnanç ve pratik uygulama şartı yerine geldiği sürece bunlar dostlukta birbirlerine daha yakındırlar çünkü. Ancak inanç ve pratik uygulama bağı koptuğu zaman akrabalık bağı öncelikli oluşunu yitirir ve dostluk için yeterli olmaz.
İşte bunlar, toplu olarak bu dersin içerdiği ilkeler ve kurallardır. Bunlar, aynı zamanda islâmın iç ve dış düzeninin sahip olduğu kuralların kısa bir özetini temsil etmektedir. Surenin ayetlerini birer birer ele alırken bunları da ayrıntılı biçimde açıklayacağız.
55- Allah katında canlıların en kötüleri kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar. 56- Onlar kendileri ile antlaşma yaptığın her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir. 57- Eğer savaşta, onları ele geçirirsen, onları geride kalanlara bir ibret olacak biçimde cezalandır. 58- Eğer antlaşmalı bir toplumun anlaşmasını bozacağından endişeli isen, aranızdaki antlaşmayı, karşılıklılık ilkesi uyarınca açıkça yüzlerine fırlat. Çünkü' Allah ihanet edenleri sevmez. 59- Kâfirler sakın yakayı kurtardıklarını sanmasınlar. Çünkü onlar bizi kesinlikle aciz bırakamazlar. 60- Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savaş gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız.
Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız.
61- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir. 62- Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. 63- Allah, mü'minlerin kalplerini uzlaştırdı. Eğer sen dünyadaki her şeyi harcasan yine onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. Hiç kuşkusuz O, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.Bu ayetler, Medine'de bir islâm devleti oluştuğu sıralarda müslüman kitlenin hayatında pratik olarak var olan durumları karşılıyor ve müslüman önderliğe bu durumların tabiatına uygun hükümler gösteriyordu.
Bu ayetler, daha sonraları bazı eklemeler ve kimi ayrıntılı değişiklikler yapılmış olmakla beraber, müslüman kamp ile çevresindeki diğer düşman kamplar arasındaki dış ilişkilere ilişkin bir kuralı temsil etmektedir. Bu kural, devletleràrası ilişkilerde islâmın temel bir kuralı olarak kalmıştır.
Bu kural, ihanete uğramaktan korundukları oranda değişik kampların barış içinde yaşamak üzere anlaşmalarının mümkün olduğunu vurgulamakta ve bu anlaşmalara eksiksiz bir saygı duyulmasını, gereken ciddiyetin gösterilmesini öngörmektedir. Ancak diğer taraf bu anlaşmaları ihanet ve kalleşliğine perde yapmaya kalkışırsa, bu perdenin gerisinde saldırı ve baskın planları hazırlarsa, müslüman önderlik bu anlaşmaları bozmalı ve anlaşmaları bozduğunu da diğer tarafa duyurmalıdır. Fakat müslüman önderlik hainlere ve kalleşlere indirilecek darbenin zamanını belirlemede tam bir özgürlüğe sahiptir. Ayrıca bu darbe, gizli veya açık müslüman kitleye, saldırmayı gönlünde geçiren tüm tarafları caydıracak denli sert ve şiddetli olmalıdır. İslâm kampı ile barış yapanlara, islâm çağrısına karşı çıkmamayı ya da insanların bu çağrıyı dinlemelerine engel olmamayı isteyenlere gelince davranışları, onların barışa taraftar olduklarına ve barışı istediklerine kanıt oluşturduğu sürece müslüman önderlik onlara saldırmamalıdır. (Bu hükümler daha sonra Tevbe suresinde son olarak düzenlenmiştir)
Görüldüğü gibi bu hükümlerin burada yeralması, komşu kamplar arasında başgösteren pratik ve realist durumların, pratik ve realist bir şekilde karşılanması amacına yöneliktir. İslâm çağrısı gerçek bir güvencenin gölgesinde yürütüldüğü, yoluna dikilen tüm maddi engeller ortadan kalktığı, kulaklara ve gönüllere rahatlıkla ulaştığı sürece müslüman yönetimi diğer taraflarla saldırmazlık anlaşması imzalamaktan kaçınmaz. Aynı zamanda saldırmazlık anlaşmalarını düşmanlıklarına bir perde ile kin ve nefret ile müslüman topluma darbe indirmek için bir kalkan olarak kullanmalarına da hoşgörülü davranmaz.
Bu ayetlerin o günkü Medine toplumunda karşıladıkları bu pratik durum ise, müslüman yönetimin Medine döneminin başlarında karşı karşıya kaldığı şartlardan kaynaklanıyordu. Nitekim imam İbn-i Kayyim `Zad-ul Mead' adlı eserinde bu şartları şu şekilde özetlemektedir:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye geldiği zaman ona karşı kâfirler üç,gruba bölündüler.
a) Onunla savaşmamak, ona saldırmamak ve düşmanlarına yardım etmemek üzere kendisiyle barış ve saldırmazlık antlaşması imzalayanlar. Bunlar inançlarını terketmeden mal ve can bakımından islâm devletinin güvencesi altında kaldılar.
b) Onunla savaşanlar, ona düşman kesilenler.
c) Kendisiyle barış antlaşması imzalamayanlar bununla beraber savaş da açmayanlar. Ona karışmayanlar. Daha doğrusu onunla düşmanları arasındaki mücadelenin akıbetini bekleyenler. Daha sonra bunlardan bazısı, içten içe onun galibiyetini ve zafer kazanmasını, bir kısmı da düşmanlarının galibiyetini ve zafer kazanmasını ister oldu. Bunlardan bir kısmı görünüşte ondan taraf görünüyordu. Gizlice de düşmanlarıyla birlik oluyordu. Böylece her iki gruptan da emin olmayı düşünüyorlardı. Bunlar münafıklardı. Bütün bu grupların herbiriyle Peygamberimiz, yüce Rabbinin direktifleri doğrultusunda ilişkilerde bulundu."
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- barış yaptığı, saldırmazlık anlaşması imzaladığı taraflar arasında Medine çevresinde yaşayan üç yahudi kabilesi de yer alıyordu. Bunlar Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza kabileleriydi. Nitekim böyle bir anlaşma Medine'ye komşu olan müşrik kabilelerle de yapılmıştı.
Bunların pratik durumları karşılayan geçici bazı kurallar oldukları, islâmın uluslararası ilişkilerini düzenleyen kesin hükümler olmadıkları, daha sonraları peşpeşe değişikliğe uğradıkları, Tevbe suresindeki hükümler inince de son şekillerini aldıkları açıktır.
Bu ilişkilerin yaşandığı islâmi hareketin aşamalarının güzel bir özetini dokuzuncu cüzde İmam İbn-i Kayyim'in `Zad-ul-Mead" adlı eserinden aktarmıştık. Gerekliliğine inandığımızdan dolayı bu özeti buraya almakta bir sakınca görmüyoruz: .
"Gönderilişinden ulu Rabbine kavuştuğu zamana kadar Peygamberimizin kâfir ve münafıklarla olan ilişkileri, islâmda cihadın aşamaları olarak şu şekilde özetlenmektedir: "İlk defa yüce Rabbi ona, "Yaratan Rabbinin adıyla oku" ayetini vahyetti. Bu, peygamberliğin başlangıcıydı. O zaman sadece kendisinin okumasını emretmişti. İnsanlara duyurmasını henüz emretmemişti. Sonra, "Ey örtüsüne bürünen, kalk ve korkut" ayetini indirdi. Yüce Allah "oku" sözüyle onu peygamber tayin etmiş, "Ey örtüsüne bürünen..." sözüyle de Resul yapmıştı. Sonra yakın akrabalarını, ardından kavmini, daha sonra çevresindeki Araplar ı, peşinden tüm Araplar'ı, en sonunda bütün insanları korkutmasını emretti. Peygamber olarak görevlendirilmesinden sonra on sene gibi bir süre savaşsız ve cizyesiz (İslâmın egemenliğine boyun eğmeyi kabul eden kâfirlerden alınan vergi) bir şekilde yalnızca sözlü davetle yerine getirdi uyarı görevini. Savaştan kaçınması, zorluklara katlanması ve iyilikle muamele etmesi emrediliyordu. Sonra hicret izni verildi, ardından savaş izni verildi, önce kendisiyle savaşa tutuşanla savaşması, kendisiyle savaşmaktan kaçınıp bir kenara çekilenle savaşması emredildi. Peşinden egemenlik bütünüyle Allah'ın,olana kadar müşriklerle savaşması emredildi. Cihad emrinden sonra ona göre kâfirlerin durumu üç kısımda beliriyordu: a) Barış ve anlaşma ehli b) Savaş ehli c) Zimmet ehli... Barış ve anlaşma yapılanlarla belirlenen süreyi doldurması, sözlerine bağlı kaldıkları sürece O'nun da bağlı kalması emredildi.`Şayet ihanet edeceklerinden korkacak olursa anlaşmayı bozması, ancak anlaşmayı bozduğunu onlara bildirmeden savaşmaması emredildi. Aynı şekilde verdikleri sözde durmayanlarla da savaşması emredildi. Tevbe suresi indiği zaman bu kısımlara ilişkin hükümlerin açıklamasını da içeriyordu. Peygamber'den -salât ve selâm üzerine olsun- kitap ehlinden olan düşmanları ile cizye verene, ya da islâma girene kadar savaşması emredildi. Yine Tevbe suresinde kâfir ve münafıklarla cihad etmesi, onlara karşı sert davranması emredildi. Kâfirlerle cihad, kılıç ve ok ile, münafıklarla da kanıt ve söz şeklinde olacaktı. Tevbe suresinde kâfirlerle yapılan anlaşmalardan uzak olduğunu, anlaşmaları bozduğunu bildirmesi emredildi. Böylece barış ve anlaşma ehli üç kısıma ayrılmış oluyordu: a) Yüce Allah peygamberine bir kısmıyla savaşmasını emretti. Bunlar anlaşmayı bozan, sözlerinde durmayan kimselerdi. Hz. Peygamber onlara savaş açtı ve onları yendi. b) Bir kısmıyla belli bir süre için anlaşma yapılmıştı. Bunlar anlaşmalarını bozmadıkları gibi ona karşı bir saldırıda da bulunmamışlardı. Yüce Allah peygamberine süresi dolana kadar onlarla vardığı anlaşmaya bağlı kalmasını emretti. c) Bir diğer kısım da Hz. Peygamber'le anlaşma yapmamış bunun yanında onunla savaşmamış kimselerdi. Ya da süresiz bir anlaşmaları vardı. Yüce Allah peygamberine, onlara dört aylık bir süre tanımasını, süre dolunca da onlarla savaşmasını emretti. Peygamberimiz onlardan anlaşmayı bozanı öldürdü. Kendisiyle anlaşma yapılmamış, ya da süresiz anlaşma yapılmış kimselere dört ay süre tanındı. Yüce Allah peygamberine anlaşmalarına bağlı kalanlara karşı, anlaşmanın sonuna kadar kendisinin de bağlı kalmasını emretti. Bunların hepsi de müslüman oldular, anlaşma süresinin bitimine kadar hiç kimse küfürde kalmadı. Zimmet ehli olanlara Cizye vergisini verme zorunluluğu getirildi. Tevbe suresinin inişinden sonra kâfirler konumları itibariyle üç kısma ayrılmış oluyorlardı. a) Peygamberimize karşı savaşanlar. b) Barış yapanlar. c) Zimmet ehli... Barış ve anlaşma yapılanlar müslüman olduktan sonra ise kâfirler iki kısma ayrılmış oldular: Kendisiyle savaşanlar ve zimmet ehli... Kendisiyle savaş halinde olanlar O'ndan korkan kimselerdi. Bundan sonra tüm yeryüzündeki insanlar üç gruba ayrılmış oluyordu: a) Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlar b) Kendilerine sığınma hakkı tanınarak barış yapılmış kimseler. c) Korktuklarından dolayı Peygamberimizle savaşmayı sürdüren kimseler. Münafıklara karşı tutumuna gelince; dış görünüşlerine itibar edip gizli yönlerini Allah'a bırakmakla emrolundu. Bilgiyle, delille mücadele etmesi, aldırış etmemesi, tavizsiz davranması, ruhlarını harekete geçirecek etkin sözler söylemesi emredildi. Cenaze namazlarını kılması, kabirlerine gitmesi yasaklandı. Son olarak, onlar için bağışlanma dileğinde bulunsa da, yüce Allah, onları bağışlamayacağını kendi,sine bildirdi. Kâfir ve münafık düşmanlarına karşı takip ettiği hareket tarzı bundan ibaretti."
Bu güzel özete, o gün meydana gelen olaylara ve bu hükümleri içeren ayetlerin iniş tarihine baktığımızda az sonra ele aldığımız Enfal suresinde yer alan bu ayetlerin Medine döneminin başları ile Tevbe suresinin inişine kadarki dönemi kapsayan bir ara aşamayı temsil ettiklerini anlarız. İşte bu ayetler, işaret ettiğimiz değerlendirmelerin ışığında ele alınmalıdırlar. Bu ayetler bazı temel kuralları dile getirmekle beraber, bu kuralları nihai şekilleriyle temsil etmemektedirler. Bu kuralların nihai şekli Tevbe suresinde ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- son dönemlerindeki pratik uygulamalarında somutlaşmaktadır. Yeri geldikçe bunlara değineceğiz...
Bu açıklamanın ışığında bu Kur'an ayetlerini ele alabiliriz artık.
CANLILARIN EN KÖTÜSÜ"Allah katında canlıların en kötüleri kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar." "Onlar kendileri ile antlaşma yaptığın her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir."
Ayette geçen "ed-devvab = canlılar" kelimesi yeryüzünde yürüyen her canlıyı kapsamaktadır. Elbette insanları da kapsamaktadır. Ne var ki bu kelime -daha önce de söylediğimiz gibi- insanlar için kullanıldığı zaman özel bir anlam çağrıştırıyor; hayvanlığı... Öyle ki bu insanlar, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüleri oluveriyorlar. Bunlar kâfir kimselerdir, kâfirlikleri öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, imana gelmeleri sözkonusu değildir bunların. Bunlar her defasında anlaşmalarını ihlâl eden kimselerdir. Bir kez bile Allah'dan korkmazlar.
Bu ayette kastedilenlerin kimler olduğuna ilişkin değişik rivayetler gelmiştir. Bunların Beni Kureyze kabilesi olduğu söylenmiştir. Aynı şekilde Beni Nadr ve Beni Kaynuka kabileleri de oldukları söylenmiştir. Ayrıca bunların Medine çevresindeki müşrik bedeviler oldukları da ileri sürülmüştür. Hem ayet, hem de tarihsel realite tümünün birden kastedilmiş olacağı ihtimalini güçlendiriyor. Çünkü yahudiler grup grup Peygamberimizle yaptıkları anlaşmaları bozdular. Aynı ;şekilde müşrikler de birkaç kez anlaşmalarını bozdular. Önemli olan, ayetlerin Bedir savaşı öncesinde ve sonrasında ayetlerin inişine kadar yaşanan bir realiteden söz ettiklerini bilmemizdir. Ancak bu realiteye ilişkin olarak anlaşmalarını bozanların karakterlerini tasvir eden hüküm sürekli bir durumu tasvir etmekte ve değişmez bir sıfatı dile getirmektedir.
Dolayısıyla kâfirlikte direnen bu kâfirler, "artık inanmazlar." Bu inatları yüzünden fıtratları bozulmuş, Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü durumuna düşmüşlerdir. Bunlar imzaladıkları tüm anlaşmaları ihlal eden kimselerdir. Bu yüzden diğer insanlık özelliğinden, örneğin anlaşmaya bağlılık özelliğinden soyutlanmışlardır. Hayvanlar gibi iplerini koparmışlardır bunlar. Gerçi hayvanların hareketleri fıtri bağlarla kontrol altına alınmıştır. Ama bunların hareketlerini sınırlandıracak bir kontrol mekanizmaları yoktur. İşte bu yüzden Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü konumundadırlar.
Hiç kimsenin anlaşmalarına bağlı kalmaları konusunda ikna edemediği bu adamların cezası, karşı tarafı güvenlikten yoksun bıraktıkları, huzursuz ettikleri gibi, kendilerinin de güvenlikten yoksun bırakılmaları, huzursuz edilmeleridir. Korkutmak ve caydırmaktır cezaları. Sadece kendilerini değil, onların dışında ve onları dinleyen benzerlerini de korkutmak için ellerine darbeler indirmektir, kollarını kırmaktır cezaları. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve ondan sonraki müslümanlar -savaş esnasında böyleleriyle karşılaştıklarında- onlara bu cezayı vermekle görevlidirler:
Eğer savaşta onları ele geçirirsen onları geride kalanlara ibret olacak biçimde cezalandır.
Bu korkunç bir yakalayışım, dehşet verici bir korkutmanın tablosunu çizen ilginç bir ifadedir. Köşe bucak kaçıp, ortadan kaybolmak için bunu duymak yeterlidir. Bizzat bu müthiş cezayı hakedenlerin durumu nasıldır acaba? Bu, yüce Allah'ın peygamberine anlaşmayı bozmakta direnen ve insanlık bağlarını hiçe sayanlara vurmasını emrettiği dehşet verici bir darbedir. Öncelikle islâm kampının güvenliğini sağlamak, bundan böyle anlaşmaların dışına çıkmak isteyenlerin cesaretini kırmak, şimdi olsun ilerde olsun islâm yayılmasının önüne dikilmeyi tasarlayanları bu düşüncelerinden caydırmak amacına yöneliktir bu ceza.
İşte müslüman kitlenin gönlünde yer etmesi gereken bu metodun tabiatı budur. Bu dinin bir heybeti olmalıdır. Güçlü olması, caydırıcı olması kaçınılmazdır bu dinin. Bu din, tağutları islâm yayılmasının önüne dikilmekten alıkoymak, onları titretmek için etrafına korku salmalıdır. Zaten bu din bütün "yeryüzünde" "insan" türünü bütün tağutların baskısından kurtarmak için hareket eder. Bu dinin tağuti güçlerden oluşan maddi engellere karşı sadece davet ve açıklama yöntemine başvurduğu düşüncesinde olanlar, bu dinin tabiatından hiçbir şey anlamamış kimselerdir.
İslâm kampı ile varılan anlaşmayı fiilen bozma durumuna ilişkin, hem anlaşmayı bozanları, hem de onların dışındakileri korkutmak için indirilecek sert ve caydırıcı darbeye ilişkin ilk hüküm budur.
İkinci hüküm ise, anlaşmanın bozulmasından ve ihanet planlarından korkulduğu duruma ilişkindir. Bu da karşı tarafın fiilen anlaşmayı bozmayı tasarladığını gösteren davranışların ve belirtilerin ortaya çıkmasıyla anlaşılır:
KUVVET VE SAVAŞ ATLARI"Eğer anlaşmalı bir toplumun anlaşmasını bozacağından endişeli isen aranızdaki antlaşmayı; karşılıklılık ilkesi uyarınca açıkça yüzlerine fırlat. Çünkü Allah ihanet edenleri sevmez."
İslâm antlaşmasını korumak için biriyle anlaşır. Bu yüzden karşı tarafın ihanet edeceğinden endişelenirse anlaşmayı açıkça bozduğunu ilan eder. Ne ihanet eder, ne kalleşlik eder, ne başkasını aldatır, ne de hile yapar. Karşı tarafa açıkça anlaşmalarını bozduğunu, anlaşmaya bağlı kalmayacağını, artık aralarında karşılıklı güvenin sözkonusu olmayacağını bildirir. Bununla islâm, insanlığı onurluluk ve doğruluk ufuklarına, karşılıklı güven ve dürüstlük ufuklarına yükseltiyor. İslâm, karşı taraf ihlal edilmemiş, bozulmamış antlaşma ve sözleşmelere dayanarak kendini güvenlikte hissederken kalleşçe ve adice saldırılar planlamaz. İhanet edeceğinden endişelendiği kimseleri bile uyarmadan korkutmaz. Ancak antlaşma gereksiz sayıldıktan sonra savaş hiledir. Çünkü bütün taraflar tedbirlerini alırlar. Şayet böyle bir durumda bir tarafa hile yapılmışsa bu ona kalleşlik yapılmıştır anlamına gelmez. Onun gafil oluşunun, gerekli tedbirleri almayışının sonucudur bu hile. Bu durumda bütün hile yöntemleri mübahtır ve karşı tarafa kalleşlik etmek anlamına gelmez.
İslâm insanlığı yüceltmek ister. İnsanları iğrenç şeylerden, adilikten korumaktır islâmın amacı. Galip gelmek uğruna kalleşliği mübah kabul etmez. İslâm gayelerin en üstünü, hedeflerin en onurlusu için savaşır. Onurlu bir gaye için adi yöntemlere başvurulmasını hoş karşılamaz.
İslâm ihanetten hoşlanmaz ve antlaşmalarını bozan hainleri küçümser. Bu yüzden ne kadar onurlu olursa olsun bir gaye uğruna müslümanların antlaşma emanetine ihanet etmelerini istemez. İnsanın kişiliği bölünmez bir bütündür. Adi bir yönteme başvurmayı uygun gördüğü zaman, artık onurlu bir gayenin koruyucusu olma niteliğini sürdüremez. Bu yüzden hedefe ulaşmak için her türlü yolu denemeyi mübah gören birisi müslüman değildir Bu ilke islâm bilincine ve islâmi duyarlılığa yabancıdır. Çünkü insan ruhunun yapısı ile bu ruhun hedefler ve yöntemler arasındaki dünyası arasında kopukluk sözkonusu değildir. Bir müslüman cıvık bir çamur deryasından geçerek berrak bir nehire girmez. Çünkü sonunda bu kirli ayaklar o berrak nehri de bulandıracaktır. Bütün bunlardan dolayı yüce Allah hainleri ve ihaneti sever:
"Allah ihanet edenleri sevmez."
Bu hükümler inerken bütünüyle insanlığın böylesine parlak bir ufuktan habersiz olduğunu unutmamamız gerekir. O güne kadar savaşan taraflar arasında geçerli olan kanun orman kanunuydu. Gücü yettiği oranda hiçbir kayıt tanımayan kuvvet kanunu yürürlükteydi. Aynı şekilde bu orman kanununun miladi 18. yüzyıla kadar bütün cahiliye toplumlarında yürürlükte olduğunu da hatırlamamız gerekir. O zamanlar Avrupa islâm alemi ile girdiği ilişkiler sonucu aldığı uluslararası ilişkilere ilişkin kurallardan tamamen habersizdi. Üstelik Avrupa şu ana kadar bile realite dünyasında bu parlak ufka yükselememiştir. Sadece teorik olarak uluslararası hukuk adında bazı şeyler öğrenmiştir o kadar. Avrupa'da "kanun yapmadaki teknik gelişmelere" hayran olanlar, islâm ile bütün çağdaş düzenler arasında "realite" gerçeğini iyice kavramalıdırlar.
Bu kesinlik ve bu temizliğe karşılık, yüce Allah müslümanlara zafer va'dediyor, kâfirleri ve küfrü önemsememelerini vurguluyor:
"Kâfirler sakın yakayı. kurtardıklarını sanmasınlar. Çünkü onlar bizi kesinlikle aciz bırakamazlar."
Kalleşlik ve ihanet planlarını uygulamalarına fırsat verilmeyecektir. Çünkü yüce Allah müslümanları yalnız bırakmaz ve hainler ihanet etmeleriyle yakayı kurtaramazlar. Allah hainleri cezalandırmak istediği zaman, onlar buna engel olamazlar, güçleri yetmez buna. Allah müslümanların yardımcısı iken, onları da etkisiz hale getiremezler.
O halde niyetleri tamamen Allah için olduktan sonra, tertemiz yöntemlere başvuranlar, adi yöntemlere başvuranların kendilerini geride bırakamayacaklarından emin olmalıdırlar. Onlar yeryüzünde kanununu gerçekleştirdikleri, insanlar arasında sözünü yücelttikleri ve adına hareket ettikleri yüce Allah'dan yardım görüyorlar. Onlar insanları kulların kulluğundan kurtarıp tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için cihad ederler.
Fakat islâm zafer için gerekli olan pratik hazırlığını yapmak zorundadır. Bu hazırlık, müslüman kitlenin gücü dahilindedir çünkü. İslâm, bastıkları yeri müslümanlar için güvenli hale getirmeden fıtratının tanıdığı ve deneyimlerin ortaya çıkardığı pratik sebepleri uygun hale getirmeden müslümanların bakışlarını bu yüce ufuklara yöneltmez. Onları bu yüce hedefleri gerçekleştirecek pratik harekete hazırladıktan sonra yönelir bu ufuklara:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savaş gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız."
Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız."
Bir müslümanın gücü oranında maddi hazırlık yapması cihad görevinin gerektirdiği bir görevdir. Ayet yapılacak hazırlığı, araçlarının, sınıflarının, renklerinin ve sebeplerinin farklılığına göre emrediyor. Özellikle "atlı savaş birlikleri" ifadesini kullanıyor. Çünkü bunlar ilk defa bu Kur'an'ın hitap ettiği insanlar tarafından savaştaki etkinlikleri bilinen araçlardı. Şayet onlara o zaman için bilmedikleri, bir zaman sonra bulunacak araçları hazırlamalarını emretseydi, insanı şaşırtan bilinmez şeyleri emretmiş olacaktı. -Kuşkusuz yüce Allah böyle bir şeyden uzaktır, O, uludur, büyüktür- Burada önemli olan direktifin genellik ifade etmesidir:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü hazırlayın."
Yeryüzünde "insan" türünün özgürlüğünü gerçekleştirmek için islâmın kuvvet bulundurması kaçınılmazdır. Bu kuvvetin davet açısından yerine getirdiği ilk görev, islâm inancını benimsemek isteyenlerin hiçbir engelle karşılaşmadan, bu inancı seçmelerini, aynı şekilde bu inancı benimsedikten sonra dinlerinden döndürme girişimlerine uğratılmamalarıdır. İkinci görev, bu dinin düşmanlarını bu kuvvet tarafından korunan islâm yurduna saldırmayı düşünmekten caydırmaktır. Üçüncü görev, bu düşmanların bütün `yeryüzünde' tüm `insanları' özgürlüklerine kavuşturmak için hareket eden islâm yayılmasının karşısına dikilmekten korkmalarını sağlamaktır. Dördüncü görev, bu kuvvetin yeryüzünde kendisine ilahlık sıfatını yakıştıran, insanları kendi yasaları ve otoriteleriyle yöneten, ilahlığın tek başına Allah'a ait olması gerektiğini, dolayısıyla hakimiyetin sadece O'na ait olması gerektiğini kabul etmeyen tüm maddi güçleri yerle bir etmesidir.
İslâm sadece gönüllerde yer etmekle gerçekleşen teolojik bir düzen değildir. Bazı bireysel kulluk davranışlarını düzenlemekle bitmez onun görevi. İslâm pratik ve realist bir hayat sistemidir. Otoritelerin dayanağı ve onun ötesinde maddi güçlerle desteklenen diğer hayat sisteminin yeryüzüne egemen olmaması için islâmın, bu maddi güçleri ortadan kaldırmaktan, bu sistemleri uygulayan ve ilahi sisteme karşı koyan yönetimleri yerle bir etmekten başka çaresi yoktur.
Müslüman, bu büyük gerçeği duyururken, kem küm etmemeli, taviz vermemelidir. İlahi hayat sisteminin tabiatından dolayı sıkıntı duymamalı, komplekse düşmemelidir. Müslüman bilmelidir ki, islâm yeryüzünde harekete geçtiği zaman sadece Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen kılmak ve kulların ilahlığını yerle bir etmek suretiyle insanın özgürlüğünü ilan etmek için harekete geçer. İslâm, insan yapısı bir metodla hareket etmez. Aynı şekilde islâm herhangi bir liderin ya da devletin veya sınıfın yahut ırkın egemenliğini kurmak için harekete geçmez. İslâm, ne Romalılar gibi eşraf takımının tarlalarında çalıştırmak üzere köleler bulmak için hareket eder, ne de Batı kapitalizmi gibi yeni pazarlar ve hammaddeler elde etmek için harekete geçer. Aynı şekilde islâm, komünizm gibi cahil ve kısa görüşlü insanın ürünü herhangi bir ideolojiyi kabul ettirmek için harekete geçmez. İslâm her şeyi bilen, hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan ve her şeyi gören Allah'ın belirlediği sistemle hareket eder. İnsanın tüm yeryüzünde kula kulluktan kurtulması için yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen kılmak üzere harekete geçer.
İşte dini savunma pozisyonuna indirgeyen ruhsal bozguna uğramış kimselerin kavramak zorunda oldukları büyük gerçek budur. Onlar islâmın yayılmasına ve islâmda cihad gerçeğine mazeretler bulmak için kem küm eden, geveleyip duran kimselerdir.
Kuvvet hazırlama yükümlülüğünün sınırını bilmemiz gerekir. Ayet diyor ki:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü hazırlayın."
Kuvvet hazırlamanın sınırı insanın gücünün en son noktasıdır. Böylece müslüman kitle gücü dahilinde olan kuvvet sebeplerini devreye sokmaktan geri kalmayacaktır.
Aynı şekilde ayet kuvvet hazırlamanın ilk hedefine de şu şekilde işaret etmektedir:
"Gerek Allah'ın, gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydırmanız için."
Buna göre kuvvet bulundurmanın ilk hedefi, hem Allah'ın düşmanı hemde müslüman kitlenin yeryüzündeki düşmanı olanların gönüllerine korku ve dehşet salmaktır. Bu düşmanlardan bazısı açıktan açığa düşmanlık yapar, müslümanlar da onları tanır. Bunların da ötesinde tanımadıkları bazı düşmanlar da vardır. Bir kısmı da düşmanlıklarını açığa vurmamışlardır, ancak yüce Allah onların gizledikleri duyguları ve gerçek niyetlerini bilir. İşte böyleleri fiilen kendilerine ulaşmamış dahi olsa, islâmın gücünden korkarlar. Müslümanlar güçlü olmak zorundadırlar. Yeryüzüne korku salmaları için ellerinden geldiği kadar savaş gücü bulundurmak, kuvvet kaynaklarını hazırlamak onların görevidir. Bu hazırlık Allah'ın sözünün yücelmesi, yeryüzünde egemenliğin tamamen Allah'ın dinine özgü olması için kaçınılmazdır.
Savaş araç ve gereçlerini bulundurmak mal gerektirdiğinden ve islâm düzeni de tamamen dayanışma esasına dayandığından, Allah yolunda cihad çağrısı ile Allah yolunda malî yardımda bulunma çağrısı birlikte ve yanyana yapılmıştır:
"Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız."
Böylece islâm sadece Allah için, sırf Allah yolunda, O'nun sözünün gerçekleşmesi uğruna ve O'nun hoşnutluğunun elde edilmesi amacına yönelik olması için cihad ve cihad uğruna mali harcama yükümlülüğünü, yeryüzü kaynaklı tüm hedeflerden, her türlü kişisel sebepten, bütün ulusal ya da sınıfsal düşüncelerden arındırıyor.
Bu yüzden islâm -ilk günden itibaren- kendi hesabına, kişilerin ya da devletlerin üstünlüğüne dayanan tüm savaşları, pazar elde etmek ve ülke fethetmek için başlatılan savaşları, baskı kurmak, insanları alçaltmak için girişilen savaşları, bir ülkenin diğer bir ülkeye, bir ulusun diğer bir ulusa, bir ırkın, diğer bir ırka ya da bir sınıfın diğer bir sınıfa egemenliği için başlatılan savaşları reddetmiştir. İslâm için tek bir hareket tarzı vardır; Allah yolunda cihad hareketi... Yüce Allah bu ırkın, bir ülkenin, bir ulusun, bir sınıfın, bir ferdin veya bir halkın egemenliğini istemiyor. Sadece kendi ilahlığının, otoritesinin ve hakimiyetinin yeryüzünde yürürlükte olmasını istiyor. Yüce Allah'ın insanlara ihtiyacı yoktur. Ancak insanlık için iyiliği, bereketi, özgürlüğü ve saygınlığı garantileyen O'nun tek ve ortaksız ilahlığının yeryüzüne egemen olmasıdır.
BARIŞ YAPBu ayetlerde yeralan üçüncü hüküm, islâm kampı ile savaşmamayı, yani saldırmazlık anlaşmasını imzalamayı isteyen, barış ve güvenliğe yatkın olan, görünüşleri ve davranışlarıyla da gerçekten barış istediklerini kanıtlayan kimselere ilişkin hükümdür:
"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir."
Barışa yatkınlık eylemini anlatan "cenahe = yanaşmak" ifadesi son derece esprili bir ifadedir. Anlama ince bir isteklilik havası katıyor. Barış tarafına yönelen kanadın hareketidir bu. Huzur içinde bir tarafa doğru süzülen bir kanat. Bu arada barışa yanaşma emri her şeyi işiten ve her şeyi bilen Allah'a dayanma direktifi ile birlikte veriliyor. Yüce Allah söylenenleri işitir, bunların ötesinde gizli sırları da bilir. Ona dayanmak yeterlidir ve güven verir insana.
Medine döneminin başlarından Bedir gününe ve bu hüküm indirilişine kadar, kâfir grupların Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı tutumlarını, aynı şekilde Peygamberimizin onlara karşı tutumunu dile getiren İmam İbn-i Kayyım'ın özetine baktığımızda bu ayetin, peygambere ilişmeyen, onunla savaşmayan, barış yapmaya istekli görünen, islâm çağrısına ve müslüman devlete düşmanlık beslemeyen, karşı çıkmayı düşünmeyen gruba ilişkin olduğunu görürüz. Yüce Allah peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- bu grubu kendi haline bırakmasını, onlardan gelen saldırmazlık ve barışma teklifini kabul etmesini emretmişti. (Bu durum Tevbe suresinin indirilişine kadar sürdü. Tèvbe suresinde kendileriyle antlaşma yapılmamış olanlara ya da kendileriyle süresiz bir antlaşma yapılmış olanlara dört aylık bir mühlet tanınması öngörülmüştü. Bundan sonra tavırlarına göre diğer bir hüküm devreye girecekti.) Bu yüzden indiği koşullardan, zaman itibariyle kendisinden sonra inen ayetlerden ve bundan sonra Peygamberimizin pratik uygulamasından ayrı olarak düşünüldüğünde ayetin metni kesinlik ifade etse de, içerdiği hüküm nihai bir hüküm değildir.
Ne var ki ayet, hüküm açısından o dönemde bir tür genellik ifade ediyordu. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tevbe suresi inene kadar bu hükmü uygulamıştı. Hicri altıncı senede imzaladığı Hudeybiye barış antlaşması da bu hükme dayalı bir uygulamadır.
Bazı fıkıhçılar ayetin hükmünün nihai ve sürekli olduğu sonucuna varmışlardır. Bu yüzden ayette geçen "Barışa yanaşma" eylemini cizye ödemeyi kabul etme olarak yorumlamışlardır. Ancak bu yorum tarihsel realiteyle uyuşmuyor. Çünkü cizyeye ilişkin hükümler Tevbe suresinde Hicri sekizinci senede inmiştir. Bu ayetse, Bedir Savaşı'ndan sonra Hicri ikinci senede inmiştir. Ve o zaman henüz cizye ödemeye ilişkin hükümler mevcut değildi. Meydana gelen olaylara, ayetlerin indiriliş tarihlerine ve islâmın hareket yöntemine dayanarak en doğrusunu şu şekilde ifade etmek mümkündür; bu hüküm nihai değildir. Tevbe suresinde yeralan nihai hükümlerin indirilmesiyle değişmiştir. Nitekim Tevbe suresinin inmesiyle birlikte islâma karşı insanlar; ya islâmla savaş halinde olanlar ya da Allah'ın şeriatıyla yönetilen müslümanlar veya antlaşmalarına bağlı kalarak cizye ödeyen zimmiler şeklinde belirmişlerdi. İslâmda cihad hareketinin son aşamasına ilişkin hükümler bunlardır. Bunun dışındakiler, nihai ilişkileri temsil eden yukardaki üç durum gerçekleşene kadar islâmın değiştirmeye çalıştığı pratik durumlardır. Nihai ilişkiler Müslim'in kaydettiği, İmam Ahmed'in rivayet ettiği hadiste şu şekilde dile getirilmektedir:
Ahmed diyor ki, "Bize Veki Süfyan'ın Allame b. Mirsad'dan, o da Süleyman b. Yezid'den, o da babasından, o da Yezid b. el-Hatib el-Eslemi'den -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet etti: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun bir müfreze veya ordu çıkarınca, komutana gerek kendi şahsi, gerekse beraberindeki müslümanlar konusunda Allah'dan korkmayı tavsiye ederdi. Şöyle derdi: Allah'ın adıyla, O'nun yolunda savaşın. Öldürün Allah'ın dinini kabul etmeyen kâfirleri. Müşrik olan düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları üç hususu ya da üç şıkkı kabul etmeye çağır. Üçünden hangisini kabul ederlerse sen de kabul et ve onlardan vazgeç. Önce onları islâma çağır. Kabul ederlerse, sen de kabul et ve onlardan vazgeç. İslâmı kabul ettikleri zaman onları yurtlarını boşaltıp muhacirlerin yurduna taşınmaya çağır. Bunu yapacak olurlarsa muhacirlere tanınan hakların onlara da tanınacağını ve muhacirlerin sorumlu oldukları şeylerden onların da sorumlu olacağını bildir. Bunu kabul etmez ve kendi yurtlarında kalmayı tercih ederlerse, müslüman Araplar gibi olacaklarını ve mü'minlere ilişkin Allah'ın hükmünün onlara da uygulanacağını, müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkları sürece ganimetten pay alamayacaklarını bildir. İslâmı kabul etmekten kaçınırlarsa, onları cizye vermeye çağır. Kabul ederlerse sen de kabul et ve onlardan vazgeç. Bunu da kabul etmezlerse, Allah'dan yardım iste ve onlarla savaş..."
Bu hadiste, cizyeden söz edilirken, hicretten ve muhacirlerin yurdundan söz edilmesi sorun oluşturuyor. Oysa cizye Mekke fethinden sonra farz kılınmıştı. İslâm yurdunu oluşturan, Mekke'yi fetheden ve oraya yerleşen ilk müslüman kitlenin durumunu gözönünde bulundurduğumuzda Mekke'nin fethinden sonra-Hicret olayı da sözkonusu olmamıştır. Cizyenin Hicri sekizinci seneden sonra farz kılındığı kesindir. Bu yüzden müşrik Araplar'dan cizye alınmamıştı. Çünkü onlar cizye hükmünün indirilmesinden önce müslümanlığı kabul etmişlerdi. Daha sonra benzerlerinden, müşrik mecusilerden cizye kabul edilmiştir. Elbette ki, bunlar da müşrik olmak açısından onlara benzerler. Nitekim İmam İbn-i Kayyim'in da açıkladığı gibi cizye almaya ilişkin hükümler indiği sıralarda Arap Yarımadası'nda müşrikler mevcut olsaydı onlardan da cizye alınacaktı. İbn-i Kayyim bu konuda Ebu Hanife'nin bir sözünü ve İmam Ahmed'in de iki sözünü nakleder (Kurtubi ise bunu Evzai ve Malik'den rivayet etmiştir. Başkaları da Ebu Hanife'den rivayet etmişlerdir.) Şu anda vardığımız sonuç: "Eğer onlar barışâ yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'â dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir." ayetinin bu konuda kesin ve nihai bir hüküm içermediği, bu konudaki nihai hükümlerin daha sonra inen Tevbe suresinde yeraldığıdır. Yüce Allah'ın peygamberine barış ve saldırmazlık antlaşmasını imzalama tekliflerini kabul etmesini emrettiği grup, peygambere ilişmeyen, ister barış antlaşması imzalamış, isterse o güne kadar imzalamamış olsun onunla savaşmayan gruptur. Nitekim Tevbe suresi inene kadar Peygamberimiz, kâfirlerden ve kitap ehlinden gelen barış tekliflerini kabul etmiştir. Tevbe suresi indikten sonra müslüman olmaları veya cizye ödemeleri dışında onların hiçbir barış teklifleri kabul edilmemiştir. (Bu durum karşı taraf antlaşmasına bağlı kaldığı sürece barış halı için geçerlidir.) Yoksa din bütünüyle Allah'a özgü olana kadar, yapabildikleri kadar müslümanlar onlarla savaşacaklardır.
Bu konuda bazı açıklamalarda bulunmuştum. Amacım, "İslâmda cihad" konusunda kitap yazan birçok kişinin düştüğü ruhsal ve akli bozgundan kaynaklanan şüpheleri gidermekti. Yaşanan realitenin baskısı bu adamların ruhlarına ve akıllarına ağırlık yapmaktadır. Bu yüzden hiçbir zaman gerçek mahiyetini kavrayamadıkları dinlerinin (!) değişmez hareket metodunun bütün insanlığı, müslüman olmak ya da cizye vermek veya savaşmak durumlarıyla karşı karşıya bırâkmak olmasını hazmedemiyorlar. Bunlar islâmla savaşan ve ona saldıran bütün cahiliye güçlerine karşı islâmın ehlini -yani islâmın gerçek mahiyetini kavramadıklarını ve onu gereği gibi anlamadıkları halde kendilerini islâma dayandıranların- diğer dinlere ve ideolojilere mensup olanların oluşturdukları ordular karşısında son derece zayıf görüyorlar. Öte yandan gerçek müslüman kitlenin öncü gücünün azınlık, hatta nadir olduğunu görüyorlar. Bu durumda adı geçen yazarlar yaşanan realitenin baskısına ve ağırlığına uygun düşecek bir yorum yapmak için ayetlerin boyunlarını büküp sağa sola çekiştiriyorlar. Dinlerinin başvurduğu hareket metodunun ve uyguladığı stratejinin bu olması onların hazmedemediği bir şeydir çünkü.
Bunlar islâmi hareketin yolunda yer alan herhangi bir aşamaya ilişkin ayetlere dayanarak nihai hükümler çıkarmaya çalışıyorlar. Özel durumlarla sınırlı ayetlerden her zaman için geçerli anlamlar çıkarıyorlar. O zaman da değişmez ve nihai hükümler içeren ayetlerle karşılaştıklarında, bu ayetleri, islâmi hareketin bir aşamasına ilişkin, özel durumlarla sınırlı ayetlere uygun düşecek tarzda yorumluyorlar. Bütün bu çabalar, islâmda cihadın sırf müslüman kişilerin ve islam yurdunun saldırıya uğraması durumunda başvurulan bir savunma savaşı olduğu sonucunu elde etme amacına yöneliktir. Onlara göre islâm her türlü barış teklifine can atar. Barışın anlamı da sadece islâm yurduna saldırmaktan vazgeçmektir. Onların düşüncesinde islâm kabuğuna çekilmiştir. Ya da her zaman için kendi sınırları içinde kabuğuna çekilmelidir. Başkalarını kendi inanç sistemine bağlama ve Allah'ın sistemine boyun eğdirme hakkına sahip değildir. Sadece sözlü olarak ya da basın-yayın yoluyla yahud konferanslarla yayılabilir. Cahiliyenin insanlar üzerindeki egemenliğinde somutlaşan maddi güçlere sadece kendisine saldırıda bulundukları zaman karşı koyabilir. Böyle bir durumda kendini savunmak amacıyla harekete geçebilir.
Şayet yaşanan realitenin baskısı karşısında psikolojik ve akli bozguna uğramış bu adamlar, ayetlerin boyunlarını sağa sola çekiştirmeden dinlerinin realiteyi karşılayan hükümlerini elde etmek istiyorlarsa, bu dinin hükümlerinde ve islami hareketin herhangi bir aşamasında görülen uygulamalarında, şu anda karşı karşıya bulunduğumuz realitenin benzeri pratik olguları karşılayacak düzeyde realistlik ve pratiklik bulacaklardır. O zaman şöyle diyebilirler: "Şu anda yaşadığımız durumlara benzer durumlarda islâm şöyle bir uygulamada bulunmuş= tur. Ancak bunlar her zaman için geçerli kurallar değildir. Bunlar zorunlu durumları karşılamak üzere uygulanan hükümler ve uygulamalardır."
İşte zorunlu durumlarda islâmi hareketin aşamalılık karakterine uygun düşecek kimi aşamalı hüküm ve uygulamalardan birkaç örnek:
l- Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye gelişinin başlarında Medine çevresinde yaşayan yahudiler ve müşriklerle barış, saldırmazlık ve Medine'yi ortak savunmaya ilişkin bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşmada, Medine'deki üstün otoritenin Peygamberimizin otoritesi olduğu kabul ediliyordu. Yahudi ve müşrikler Kureyş'e karşı Medine'yi savunma, Medine'ye yönelik herhangi bir saldırıyı desteklememe, peygamberin izni olmadığı sürece Müslümanlarla savaş halinde bulunan müşriklerle bir antlaşma, yani ittifak imzalamama sözünü veriyorlardı. Bu arada yüce Allah, kendisiyle herhangi bir antlaşma imzalamamış olsalar bile barışa yanaşanların teklifini kabul etmesini ve kendisine saldırmadıkları sürece kendisinin de saldırıda bulunmamasını emrediyordu peygamberine. Daha önce de değindiğimiz gibi bu hükümlerin tümü daha sonra değiştirilmiştir.
2- Hendek savaşı sırasında, müşrikler Medine'yi ablukaya aldıklarında ve Beni Kureyze kabilesi Peygamberimizle yaptığı antlaşmayı bozduğunda, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müslümanların durumundan endişelenmeye başladı. Bu yüzden Uyeyne b. Hısn el-Fezarı ve Gatafan kabilesinin başkanı Haris b. Avf el-Meri'ye, Medine çevresindeki ablukadan kabilesini çekmek ve Kureyş'le müslümanları başbaşa bırakmak karşılığında Medine'nin ürünlerinin üçte birini vermek üzere antlaşma teklifinde bulundu. Peygamberimizin bu sözü pazarlıktı. Yoksa Peygamberimiz bu şekilde onlarla antlaşma yapmamıştı. Peygamberimiz, yaptığı tekliften onların hoşnut olduğunu görünce, bu konuda Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade ile istişarede bulundu. "Ya Resulallah, böyle yapmak hoşuna gidiyor da mı bunu onaylamamızı istiyorsun? Yoksa Allah mı sana böyle yapmanı emretti de duyup itaat edelim? Ya da bizim için mi böyle yapıyorsun?" dediler. Peygamberimiz, "Bunu sizin için yapıyorum. Çünkü Araplar bir ok gibi tek yaydan üzerinize atılıyorlar" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz, "Ya Resulallah, Allah'a andolsun ki, bizle şu kavim şirk üzere yaşıyor, putlara kulluk ediyorduk. Allah'a ibadet etmiyor, O'nu hakkıyla tanımıyorduk. O zamanlar bile satın almanın ya da misafirliğin dışında ürünümüzden bir şey tadamazlardı. Şimdi Allah bizi islâmla onurlandırmışken, bizi kendi yoluna iletmişken, seni göndermekle bizi güçlendirmişken onlara mallarımızı verirmiyiz hiç. Allah'a andolsun ki, yüce Allah bizimle onlar arasında hükmünü verinceye kadar kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur." Bu sözlerden dolayı Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sevindi ve onlara şöyle dedi: "Dilediğinizi yapın."Uyeyne ve Hariseye de, "Gidin size kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok" dedi. Peygamberimizin bu düşüncesi bir zorunluluğu karşılama amacına yönelik bir uygulamaydı. Nihai bir hüküm değildi.
3- Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müşrik oldukları halde Kureyş müşrikleriyle, hem de müslümanları huzursuz eden şartlarla Hudeybiye barış antlaşmasını imzalamıştı. Bu antlaşma iki taraf arasında on sene boyunca savaş durumunun sona ermesini, insanların birbirlerinden emin olmasını öngörüyordu. Peygamber o sene geri dönecekti. Bir dahaki seneye gelecek ve müşrikler Peygamberimizin Mekke'ye girmesine engel olmayacak, Peygamber orada üç gün kalacaktı. Müslümanlar Mekke'ye sadece süvari silahları ile ve kılıçları da kınlarında olmak üzere gireceklerdi. Peygamberin arkadaşlarından biri müşriklere dönecek olursa geri verilmeyecek, buna karşılık müşriklerden biri peygamberin yanına gelecek olursa geri verilecekti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- görünüşte felaket gibi görülen bu şartları yüce Allah'ın ilhamı ile kabul etmişti. Yüce Allah dilediği bir şeyin gerçekleşmesi için bunu kabul etmeyi peygamberine ilham etmişti kuşkusuz. Her halukârda, benzer koşulları karşılamak için müslüman yöneticilerin uygulayabileceği imkânlar vardır bu örnekte.
Bu dinin pratik hayat sistemi realiteyi sürekli, gerçekçi ve denk yöntemlerle karşılar. Sürekli hareket halinde, esnek bir sistemdir bu. Aynı zamanda sağlam ve nettir de. Herhangi bir durumda realiteyi karşılayacak çözümler arayanlar, ayetlerin boyunlarını sağa sola çekiştirmek, onları zorlamalı bir şekilde yorumlamak zorunda değildirler. İstenen tek şey Allah'dan korkmak, O'nun dinini cahiliye kötülüğünün realitesi karşısında eğip bükmekten sakınmak, ondan dolayı komplekse kapılmamak ve cahiliyenin saldırıları karşısında dini, savunma pozisyonuna sokmamaktır. Bu din egemen ve otoriter bir dindir. Bu din hep üstünlük ve etkinlik doruklarında bulunmakla beraber realitenin tüm ihtiyaçlarına ve zorunluluklarına cevap verir... Ve hamd olsun ulu Allah'a...
Yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine saldırmazlık teklifinde bulunanların teklifini kabul etmesini, barışa yanaşanlarla beraber onun da yanaşmasını emrederken, Allah'a güvenip dayanmasını da emrediyor. Yüce Allah kendisiyle barış yapmaya yanaşan milletin gizli duygularını tamamıyla bildiğini bildirmekle, peygamberine güven veriyor:
"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir."
Sonra yüce Allah, karşı taraf ihanet etmek ve barışa yatkınlık gösterisi altında kalleşlik yapmayı tasarlamak isterse, peygamberini onların hilesinden koruyacağı güvencesini veriyor. Ona şöyle diyor yüce Allah: Allah sana yeter, kâfidir O sana. Seni korur. Bedir'de seni yardımıyla destekleyen, mü'minleri güçlendiren, kalplerini islâm çerçevesinde sevgi ve kardeşlik etrafında birleştiren O'dur. Nitekim kalpleri birleşmeyi kabul etmeyecek kadar katiydi! Her şeye gücü yeten ve her şeyi hikmetle yönlendiren yüce Allah'dan başkası kaynaştıramazdı bu gönülleri:
"Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile 'desteklemiştir."
"Allah, mü'minlerin kalplerini uzlaştırdı. Eğer sen dünyadaki her şeyi harcasan yine onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. Hiç kuşkusuz O üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Allah sana yeter. Başkasına ihtiyacın yok senin. İlk defa seni gönderdiği yardımla ve Allah'ın kendilerine va'dettiklerini doğrulayan mü'minlerle destekleyen O'dur. Kalpleri parça parça iken, aralarındaki düşmanlık dillere destanken ve birbirlerine karşı şiddetli bir kin beslerken Allah onları birlik ve beraberlik içinde tek bir güç haline getirdi. Burada Ensarı oluşturan, Evs ve Hazreç kabileleri kastedilmiş olabilir. Çünkü cahiliye döneminde şu anda yeryüzünde eşi ve benzeri bulunmayan bu kardeşlik ortamına karşılık aralarında onarımı imkânsız intikamlar, kan davaları ve çekişmeler vardı. Aynı şekilde muhacirler de kastedilmiş olabilir. Cahiliye döneminde onlar da Ensardan farksızdılar. Hepsi de kastedilmiş olabilir. Çünkü Yarımada'daki Araplar'ın durumu bütünüyle bundan ibaretti.
Ama Allah'dan başka kimsenin yapamayacağı, bu inanç sisteminden başka hiçbir gücün gerçekleştiremeyeceği mucize gerçekleşti. Birbirinden nefret eden bu gönüllerden, şu inatçı karakterlerden, birbïrlerine karşı alçak gönüllü, birbirlerini seven, birbirleriyle kaynaşan, hem de tarihin eşine rastlamadığı bir düzeyde birbirlerine kardeş olmuş, birbirleriyle kenetlenmiş bir kitle meydana geldi. Aralarında cennet hayatı somutlaşıyordu, cennet hayatının çizgileri belirginleşiyordu yaşayışlarında. Ya da cennet hayatına ve onun belirgin çizgilerine hazırlanıyorlardı.
"Onların gönüllerinden kini çıkardık, karşılıklı sedirler üzerinde kardeşçe otururlar. (Hicr Suresi, 47)
Bu inanç sistemi gerçekten ilginçtir. Gönüllere karıştığı zaman sertliklerini yumuşatan, kabalıklarını incelten, katılıklarını sevecenleştiren, sağlam, derin ve dostça bağlarla onları birbirine bağlayan bir sevgi, cana yakınlık ve şefkat karakteri kazandırır onlara. Birden bire gözün bakışı, elin dokunuşu, dilin konuşması, kalbin çırpınışı, tanışma, karşılıklı şefkat, dostluk, yardımlaşma, hoşgörü ve barış terennümlerine dönüşür. Bu gönülleri birbirlerine kaynaştırandan başkası, bunun sırrını bilmez. Ve bu gönüllerden başkası bunun tadını bilmez.
Bu inanç sistemi, Allah için sevme melodisiyle seslenir insanlığa. Onun gönül tellerine içtenlik ve buluşma notalarıyla dokunur. Gönüller olumlu tepki gösterdiklerinde Allah'dan başka hiç kimsenin sırrını bilmediği, yine O'ndan başka hiç kimsenin gücünün yetmediği o mucize gerçekleşir.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor. "Allah'ın kulları arasında öyle insanlar var ki, peygamber ve şehit olmadıkları halde peygamberler ye şehidler Kıyamet günü onların Allah katındaki konumlarına gıbta ederler." "Kimdir bunlar, ya Resulallah bize haber ver?" dediler. "Bunlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve birbirlerine mal vermedikleri halde, Allah'ın ruhuyla birbirlerini seven kimselerdir. Allah'a andolsun ki, onların yüzü nurdandır ve onlar nur üzerindedirler, insanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar üzüldükleri zaman üzülmezler." (Ebu Davud)
Yine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor: "Bir müslüman, diğer bir müslüman kardeşiyle karşılaşıp elinden tuttuğu zaman, şiddetli bir rüzgârın estiği bir günde kuru bir ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi dökülür günahları. Denizlerin köpükleri kadar günahları olsa yine de affolunur. (Tabesani)
Bu konudaki Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- birçok sözleri rivayet edilmiştir. Onun davranışları bu unsurun getirdiği mesajdaki önemine tanıklık etmektedir. Nitekim onun sevgi temeli üzerine bina ettiği ümmet, bunların sadece ağızda gevelenen sözler olmadığını, sırf bireysel planda kalan ideal davranışlar olmadığını göstermektedir. Bunlar, bu değişmez temele dayalı olarak gerçekleşen üstün bir realiteydi. Kuşkusuz Allah'ın izniyle gerçekleşmişti bu realite. Onun dışında bu gönülleri bu şekilde hiç kimse kaynaştıramazdı çünkü.
Bundan sonra ayetlerin akışı, Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun onun ötesinde de müslüman kitleye, Allah'ın hem kendisine, hem de müslümanlara yönelik dostluğunu gündeme getirerek güvence veriyor, onları rahatlatıyor. Sonra Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- mü'minleri Allah yolunda savaşmaya teşvik etmeyi emrediyor. Çünkü mü'minler, kendileri gibi olayları gereğince kavrayamayan, sorunları derinlemesine düşünemeyen kendilerinin on kati olan düşmanla başedebilirler. Onlar, son derece kötü şartlarda, en azından kendilerinin iki katı olan bir düşman gücüyle başederler:
64- Ey peygamber, sana ve sana uyan mü'minlere Allah yeter. 65- Ey peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden yirmi sabırlı kişi olursa bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden yüz kişi olsa, bunlar bin kâfiri yenerler. Çünkü onlar anlayışsız, bilinçsiz bir güruhtur. 66- Allah, bundan böyle, bu konudaki yükünüzü hafifletti ve bünyenizde bir zaaf belirdiğini bildi. Buna göre eğer sizden yüz sabırlı kişi olursa, bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden bin sabırlı kişi olursa, bunlar Allah'ın izni ile iki bin kâfiri yenerler. Allah sabırlılarla beraberdir. '
İnsan düşüncesi döndürülmesi imkânsız, sorgulanamayan her şeyden güçlü ve üstün olan Allah'ın gücünü kavramak üzere duraklayıveriyor. Öte yandan Allah'ın ordularına engel olmaya çalışan şu güçsüz ve gülünç kuvvetlere bakıyor. Birdenbire aradaki farkın korkunç olduğu, mesafenin çok uzak olduğu ortaya çıkıyor. İki güç arasındaki bu savaşın sonucunun garantili olduğu, neticenin açık olduğu, varacağı noktanın belli olduğu kendiliğinden beliriyor. Bütün bunları yüce Allah'ın şu sözü içeriyor:
"Ey peygamber sana ve sana uyan mü'minlere Allah yeter."
Bu yüzden Allah yolunda savaşmak için mü'minlerin teşvik edilmesi emri yeralıyor. Çünkü psikolojik motivasyon sağlanmış, bütün gönüller hazırlanmış, sinirler gerilmiş, damarlar coşturulmuş, gönüllere güven, bağlılık ve huzur akıtılmıştır:
"Ey peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et."
Onları teşvik et, yüreklendir. Çünkü sayıları az da olsa, çevrelerinde yer alan hem onların, hem de Allah'ın düşmanlarının sayıları fazla da olsa onlara yeterlidirler:
"Eğer sizden yirmi sabırlı kişi olursa, bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden yüz kişi olsa, bunlar bin kâfiri yenerler."
Bu farklılığın altında yatan neden ise, beklenmeyen ve oldukça ilginç bir nedendir. Ama gerçek ve köklü bir dayanağı vardır:
Peki dış görünüşe göre; bilinç, derin anlayış ve galibiyet arasında ne tür bir ilişki vardır?.. Gerçek, hem de güçlü bir ilişki vardır... Çünkü mü'min grup yolunu tanımakla, hayat sisteminin bilincinde olmakla, varlığının ve amacının mahiyetini kavramakla belirginleşiyor. Mü'min grup ilahlık ve kulluk gerçeklerinin bilincindedir. İlahlığın birlenmesinin ve her şeyin üstünde tutulması gerektiğinin ve kulluğun tek ve ortaksız Allah'a yönelik olmasının kaçınılmazlığının farkındadır. Mü'minler, kendilerinin, Allah'ın yol göstericiliğiyle doğru yolu bulmuş, insanların tüm yeryüzünde kula kulluktan çıkarıp, tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için harekete geçmiş müslüman ümmet olduklarının bilincindedirler. Onlar yeryüzünde Allah'ın halifesidirler. Allah'ın sözünü üstün tutmak ve O'nun yolunda cihad etmek, hakka dayalı olarak yeryüzünü kalkındırmak, insanlar arasında adaletle hükmetmek, yeryüzünde, insanlar arasında adaleti sağlama esasına dayanan Allah'ın egemenliğini kurmak üzere, yeryüzüne yüceltmek ve yararlanmak için yerleştirilmişler. İşte bütün bunlar, müslüman kitlenin gönlüne aydınlık, güven, güç ve kararlılık duygularını akıtan bilinçtir, anlayıştır. Mü'minler bu bilinçle Allah yolunda cihada atılıyorlar; güçlü olarak ve gücü kat kat arttıran sonuçtan emin olarak... Nasıl olsa düşmanları "Anlayışsız bilinçsiz bir gruptur." Kalpleri kilitlidir, gözleri perdelenmiştir. Görünüşte üstün görünse de, güçleri yetersizdir, etkisizdir onların. Çünkü onların gücü büyük kaynaktan kopuk, köksüz bir güçtür.
Şu oran... On kişiye karşı bir kişi oranı... Bilinçli mü'minlerle, bilinçsiz kâfirler arasındaki güçler dengesinin özünü oluşturmaktadır. Öyle ki, sabırlı müslümanların en zorlu durumlarında bile, kâfirlerle aralarındaki oran, ikiye karşı bir kişidir.
"Allah bundan böyle, bu konudaki yükünüzü hafifletti ve bünyenizde bir zaaf belirdiğini bildi. Buna göre eğer sizden yüz sabırlı kişi olursa, bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden bin sabırlı kişi olursa, bunlar Allah'ın izni ile iki bin kâfiri yenerler. Allah sabırlılarla beraberdir."
Bazı Tefsirciler ve Fıkıhçılar bu ayetlerin, güçlü oldukları durumlarda mü'minlerden bir kişinin on kâfirden kaçmamasına, zayıf oldukları durumlarda da bir kişinin iki kişiden kaçmamasına ilişkin bir emri içerdiği anlamını çıkarmışlar. Ayrıca bu konuda şu anda girmek istemediğimiz ayrıntılara ilişkin birtakım görüş ayrılıkları da belirmiştir. Ne var ki bizim tercihimize göre ayetler, düşmanları karşısında mü'minlerin gücünün Allah ve hak terazisindeki değerine ilişkin bir gerçeği içermektedirler. Ayetler, gönülleri güven duygusuyla dolsun, ayakları yere sağlam bassın diye mü'minlere bu gerçeği tanıtıyor. Yoksa -bizim tercihimize göre- burada yaşamaya ilişkin bir hüküm sözkonusu değildir. Bununla neyi dilediğini en iyi yüce Allah bilir kuşkusuz...
SAVAŞ ESİRLERİSavaşa teşvik konusundan esirlere ilişkin hükümlerin açıklanmasına geçiyor ayetlerin akışı... Bu konu, Peygamberimizin ve müslümanların Bedir esirlerine ilişkin uygulamaları münasebetiyle sözkonusu ediliyor. Sonra bu esirlerden söz açılıyor. Onların imana teşvik edilmesi, bunun ötesinde, kaybettikleri mallara ve savaşta uğradıkları zarara karşılık elde edecekleri karşılık sözkonusu ediliyor:
67- Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti istiyor. Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir. 68- Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı, esirlerin karşılığında aldığınız fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi. 69- Artık elinize geçen ganimet mallarını helal olarak afiyetle yiyiniz, Allah'dan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir. 70- Ey peygamber elinizdeki esirlere de ki; "Eğer Allah kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım olduğunu görürse size elinizden alınandan daha iyisini verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz, Allah affedicidir ve merhametlidir. 71- Eğer bu esirler sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa bilsinler ki, daha önce Allah'a ihanet ettiler de bu yüzden O, seni onlara karşı üstün getirdi. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
İbn-i İshak Bedir savaşında meydana gelen olayları anlatırken şöyle der: "Müslümanlar düşmanı esir almaya başlayınca Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- çadırında bulunuyordu. Sa'd b. Muaz da Ensari'den bir grup ile birlikte Peygamber'i gelebilecek bir düşman saldırısından korumak amacıyla kılıç kuşanmış bir vaziyette çadırın kapısında nöbet tutuyordu. Bana ulaşan haberlere göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Sa'd'ın yüzünde halkın yaptıklarından dolayı memnuniyetsizlik belirtisi gördü. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- `Allah'a andolsun ki, ya Sa'd, bana öyle geliyor ki, sen arkadaşlarının yaptığından memnun değilsin' dedi. Bunun üzerine Sa'd, `Evet yâ Resulullah, bu yüce Allah'ın müşriklerin başına getirdiği ilk musibetti. Onları savaşta öldürmek bana göre esir olarak elde etmekten daha iyiydi' dedi."
İmam Ahmed, İbn-i Abbas'dan Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Bedir gününde iki taraf karşı karşıya geldiğinde yüce Allah müşrikleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Onlardan yetmiş kişi öldürüldü. Yetmiş kişi de esir alındı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebubekir, Ömer ve Ali'nin fikirlerini sordu. Ebubekir şöyle dedi, `Bu adamlar amca çocukları, akraba çocukları ve kardeştirler. Ben onlardan fidye almanı öneririm. Onlardan aldıklarımız küfre karşı bize güç kazandırır. Belki de Allah onları doğru yola iletir de bize yardımcı olurlar'. Sonra Peygamberimiz, `Sen ne düşünüyorsun ey Ömer?' dedi. Ben de, Allah'a andolsun ki, ben Ebubekir'in fikrine katılmıyorum. Ben diyorum ki, müsaade etsen falan akrabamın boynunu vursam, Ali'nin de Ukeyli -Ebu Talib'in oğlu- öldürmesine izin versen, Hamza'ya da falan kardeşini öldürmesine izin versen, daha doğru olur.' "Böylece yüce Allah katında gönlümüzde müşriklere karşı bir sempatinin olmadığı belli olur" dedim. Şu adamlar müşriklerin yiğitleri, önderleri ve komutanlarıdır dedim. Ebubekir'in görüşü, Peygamberimizin hoşuna gitti, ama benim görüşümü hoş karşılamadı. Ve onlardan fidye aldı. Ertesi gün -Ömer diyor ki- sabahleyin Peygamberimiz ve Ebubekir'in yanına varınca ikisinin ağladığını gördüm. `Seni ve arkâdaşını ağlatan nedir? Ağlanacak bir şey varsa ben de ağlayayım. Yoksa siz 'ağladığınız için ağlarım' dedim. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- fidye aldıkları için arkadaşlarına sunulan azabdan dolayı ağlıyoruz. Size gelecek azabın -yanındaki bir ağacı işaret ederek- şu ağaçtan daha yakın olduğu bana sunuldu. Bunun üzerine yüce Allah:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" ayetinden "Artık elinize geçen ganimet mallarını helal olarak, afiyetle yiyiniz." ayetine kadar indirdi. Böylece onlara ganimetleri helal kıldı. (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tirmizi, İbn-i Cerir, İbn-i Mürdeveyh değişik yollardan İkrimi b. Amman el-Yemani'den rivayet ettiler.)
İmam Ahmed şöyle der: "Bize Ali b. Haşim Hamid'den, o da Enes'den -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet etti: Bedir günü Peygamberimiz esirler konusunda müslümanların görüşlerini sordu. Şöyle dedi Peygamberimiz: "Kuşkusuz yüce Allah, onlara karşı size bir fırsat vermiştir." Ömer b. Hattab kalktı ve şöyle dedi: "Ya Resulullah, boyunlarını vur onların" Peygamberimiz ondan yüz çevirdi ve tekrar, "Ey insanlar, kuşkusuz yüce Allah, onlara karşı size bir fırsat vermiştir. Fakat unutmayınız ki, bunlar daha düne kadar sizin kardeşlerinizdi" dedi. Ömer yine kalktı ve "Ya Resulullah, boyunlarını vur" dedi. Peygamberimiz ondan yüz çevirdi ve tekrar halka aynı şekilde söyledi. Hz. Ebubekir kalktı ve "Ya Resulullah onları bağışlamak ve fidye almak düşüncesinde olduğunu görüyoruz" dedi. Enes diyor ki, Ebubekir'in bu sözleri üzerine, Peygamberimizin yüzündeki hüznün belirtileri gitti. Esirleri bağışladı ve onlardan fidye kabul etti. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı, esirlerin karşılığında aldığınız fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi."
A'meş, Ömer b. Mürre'den, o da Ebu Ubeyde'den, o da Abdullah'dan rivayet ederek şöyle der: "Bedir gününde, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına, "Esirler hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sordu. Ebubekir kalktı ve "Yà Resulallah, bunlar soydaşların ve akrabalarındır. Onları serbest bırak ve onları tevbe etmeye çağır, belki de Allah tevbelerini kabul eder" dedi. Ömer kalktı ve "Ya Resulallah, seni yalanladılar ve yurdundan çıkardılar, onların boyunlarını vur" dedi. Abdullah b. Revaha da, "Ya Resulallah, odunları çok olan bir vadidesin. Ateşe ver vadiyi, onları da içine at" dedi. Peygamberimiz sustu ve hiçbirine herhangi bir şey söylemedi. Sonra kalktı ve çadırına girdi. Sonra bazıları Peygamberimiz için; Ebubekir'in görüşünü benimsedi, bazıları da Ömer'in görüşünü benimsedi bazıları da "Abdullah b. Revaha'nın görüşünü benimsedi, dediler. Sonra Peygamberimiz yanlarına geldi ve şöyle dedi, "Kuşkusuz yüce Allah bazı adamların kalbini o kadar yumuşatır ki, sütten daha yumuşak olurlar. Bazılarının kinini de taştan daha katı yapar. Sana gelince ey Ebubekir, sen İbrahim peygamber gibisin. İbrahim şöyle diyordu:
"Bana uyan kuşkusuz bendendir. Bana isyan edene gelince, sen bağışlayansın merhametlisin." (İbrahim Suresi, 36)
Sen şöyle diyen İsa peygamber gibisin ya Ebubekir:
"Eğer onlara azab edersen, kuşkusuz senin kullarındır onlar. Eğer bağışlarsan onları, sen güçlüsün, hikmet sahibisin." (Maide Suresi, 121)
Sana gelince ya Ömer, sen şöyle diyen Musa peygamber gibisin:
"Rabbimiz mallarını mahvet, sık onların kalplerini. Çünkü onlar acıklı azabı görmedikçe iman etmezler." (Yunus Suresi, 88) , .
Ve ey Ömer sen şöyle diyen Nuh peygamber gibisin: .
"Rabbim yeryüzünde dolaşan tek bir kâfir bırakma." (Nuh Suresi, 26)
Sizin buna ihtiyacınız var. Ya fidye verecekler ya da boyunları vurulacak. Başka türlü kurtulamazlar. "ibn-i Mes'ud diyor ki: "Ya Resulallah, Süheyl b. Beyda hariç. Çünkü o, islâmı kabul ediyor" dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz sustu. O gün gökten başına taş düşeceğinden korktuğum kadar başka hiçbir gün korkmamıştım. Ta ki, Peygamberimiz, "Süheyl b. Beyda hariç" diyene kadar. Daha sonra yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir." (Bu hadisi, İmamı Ahmed; Tirmizi Ebu Muaviye'den o da Ameş'den rivayet ederler. Hakim "Müstedrek"inde rivayet eder ve ravi zinciri doğrudur der.)
Ayette geçen -Ishan- yani `üstünlüğü perçinlemekten maksat, müşriklerin gücünü kırıp müslümanların gücünü perçinleyene kadar öldürmektir. Peygamber ve müslümanlar, düşmanlarını esir alıp sağ bırakmadan, fidye karşılığı onları serbest bırakmadan önce yapmaları gereken budur. Nitekim Bedir'de böyle yapmadıkları için yüce Allah tarafından azarlanmışlardı.
Bedir savaşı müslümanlar ve müşrikler arasında meydana gelen ilk savaştı. O zaman müslümanlar halâ azınlık ve müşrikler halâ çoğunluk durumundaydılar. Müşriklerin savaşçılarının azalması, onların gücünü kırıp onları aşağılayacaktı. Bu onları bir daha müslümanlara saldırmaktan caydıracaktı. Kuşkusuz bu, son derece fakir de olsalar elde edecekleri malların gerçekleştiremeyeceği büyük bir hedeftir.
Burada ruhlarda açığa kavuşması, gönüllerde yer etmesi gereken diğer bir anlam da sözkonusuydu. Bu anlam, Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun- gayet açık ve net bir şekilde ifade ettiği anlamdı. Şöyle demişti Ömer, "Böylece yüce Allah katında gönlümüzde müşriklere karşı bir sempatinin olmadığı belli olur."
İşte bu iki açık nedenden dolayı yüce Allah'ın müslümanların Bedir günü düşmanı esir almalarını, sonra da onları mal karşılığı serbest bırakmalarını hoş karşılamadığını sanıyoruz. Hiç kuşkusuz, en iyisini Allah bilir. İşte şu ayetlerin karşıladığı realist koşullardan dolayı -ki bu ayetler her zaman için aynı koşulları karşılarlar- yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe, hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir."
Bunun için Kur'an-ı Kerim, daha ilk savaşta ellerindeki esirlerden serbestlik karşılığı fidye almayı kabul eden müslümanların bu davranışını hoş karşılamıyor:
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz."
Yani, onları öldüreceğinize esir aldınız, sonra da onlardan fidye alıp serbest bıraktınız.
"Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti istiyor."
Müslümanlar Allah'ın istediğini istemelidirler. Çünkü bu daha iyi ve daha kalıcıdır. Ahiret ise, geçici dünya nimetlerini istemekten arınmayı gerektirmektedir:
"Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Sizin için zafer takdir etti. Size de zaferi elde edecek güç verdi. Kâfirlerin kökünü kurutmak suretiyle gerçekleşmesini dilediği bir hikmetten dolayı:
"Suçluların hoşuna gitmese de hakkı üstün ve egemen kılmak, bâtılı da yerle bir etmek." (Yunus Suresi, 82)
"Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı, esirlerin karşılığında aldığınız fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi."
Yüce Allah Bedir ehlinin yaptıklarını bağışlayacağına daha önce hükmetmişti. Dolayısıyla onlara ilişkin olarak daha önce verilmiş olan bu hüküm, onları fidye kabul etmekten dolayı hakettikleri büyük azaptan korumuştur.
Sonra yüce Allah, onlara yönelik lütfunu ve nimetini artırıyor. Aralarında aldıklarından dolayı azarlandıkları fidyeler de olmak üzere savaşta elde ettikleri ganimetleri onlara helal kılıyor. Nitekim islâmdan önceki dinlerde peygamberlere tabi olanlara savaşta ganimet almak haramdı. Bu arada yüce Allah onlardan, kendisinden sakınmalarını hatırlatıyor. Rabblerine karşı düşüncelerini dengelemek için onlara yönelik rahmetini ve bağışlamasını da hatırlatıyor. Böylece Allah'ın rahmeti ve bağışlaması onları şaşırtmaz. Takva, sakınma ve Allah korkusunu da unutmamış olurlar:
"Artık elinize geçen ganimet mallarını helal olarak, afiyetle yiyiniz; Allah'dan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir."
Sonra, içinde umut duygusunu canlandıracak, arzuyu kamçılayacak, içine bir nur salacak, onu geçmişten daha hayırlı bir geleceğe, şu anda yaşadıkları hayattan daha onurlu bir hayata, kaybettikleri mal ve mülkten daha üstün bir kazanca bağlayacak şekilde esirlerin gönül tellerine dokunuluyor. Bütün bunlardan sonra Allah tarafından bağışlanacakları O'nun rahmetini elde edecekleri hatırlatılıyor:
"Ey peygamber, elinizdeki esirlere de ki; "Eğer Allah, kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım olduğunu görürse, size elinizden alınandan daha iyisini verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Bütün bu iyilikler, kalplerinin düzelmesine, iman aydınlığına açık olmasına ve yüce Allah'ın içlerinde hayırlı bir yaklaşım olduğunu bilmesine bağlıdır. Hayrın, sözle belirtmeye ve belgelemeye gerek kalmayacak kadar, iman olduğu açıktır. Evet iman, hayrın, iyiliğin kendisidir. Öyle ki, imana dayanmadığı, ondan kaynaklanmadığı ve iman üzerine yükselmediği sürece hiçbir şey hayır, iyilik diye adlandırılamaz.
İslâm esirleri sadece gönüllerindeki iyilik, umut ve düzelme duygularını harekete geçirmek için elinde tutar. İslâm, fıtratlarındaki alıcı ve verici cihazlarını uyarmak, hidayetten etkilenen ve olumlu tepki gösteren duyguları harekete geçirmek için elinde tutar esirleri. Öç almak için onları aşağılamak, onları sömürmek suretiyle hizmetine sokmak amacında değildir. Nitekim Romalılar'ın, çeşitli ırkların ve ulusların fetihleri bu amaca yönelikti.
Zehri'den, o da isimlerini verdiği bir gruptan şöyle rivayet edilir: "Kureyş kabilesi esirlerini fidye vererek kurtardı. Abbas şöyle dedi, `Ya Resulallah ben müslüman olmuştum.' Bunun üzerine Peygamberimiz, `Senin müslüman olup olmadığını en iyi Allah bilir. Eğer dediğin gibiyse, kuşkusuz Allah seni mükâfatlandıracaktır. Ama senin dış görünüşün bize karşıydı. Dolayısıyla, kendini kardeşin oğlu Mevfel b. Haris b. Abdulmuttalib'i, Ukeyl b. Ebu Talip b. Abdulmuttalib'i, müttefikin Beni Haris b. Fihr'in kardeşi Utbe b. Amr'ı kurtarmak içi,n fidye vermek zorundasın' dedi. Abbas, `Bu kadar malım yok, ya Resulallah' dedi. Peygamberimiz şöyle dedi, `Peki, seninle Ummul Fadl'ın birlikte gömdüğümüz ve eğer bu savaşta başıma bir şey gelirse gömdüğüm bu mal, Fadl, Abdullah ve Kasem'in çocuklarınındır dediğin mal ne oldu?' Abbas dedi ki, `Ya Resulallah, şimdi anlıyorum ki, sen gerçekten Allah'ın peygamberisin. Bu söylediklerini, benden ve Ümmü Fadl'dan başka hiç kimse bilmiyordu. Yanımda yirmi ukiyye değerinde para var. Benden ne kadar alacaksanız hesab et, ya Resulallah' dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, `Hayır, bu yüce Allah'ın senden alıp bize bahşettiği bir şeydir' dedi. Daha sonra Abbas, kendisini, iki yeğenini ve müttefikini fidye ödeyerek serbest bıraktırdı. Sonra şu ayeti kerime indi:
"Ey peygamber, elinizdeki esirlere de ki; "Eğer Allah kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım olduğunu görürse, size elinizden alınandan daha iyisini verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Abbas diyor ki, "İslâma girince yüce Allah, verdiğim yirmi ukiyye karşılık yirmi köle verdi. Üstelik ellerinde ticaret yaptıkları malları da vardı. Bununla beraber her şeyden üstün ve ulu olan Allah'dan bağışlanma umuyorum."
Yüce Allah, esirlere aydınlık ve şefkatli ümit penceresini açarken, onları daha önce Allah'a ihanet edip de bu sonucu hakettikleri gibi peygambere ihanet etmeye yeltenmekten de sakındırıyor:
"Eğer bu esirler sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa, bilsinler ki, daha önce Allah'a ihanet ettiler de bu yüzden O, seni onlara karşı üstün getirdi. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Kuşkusuz Allah'a ihanet ettiler. O'na başkalarını ortak koştular. O'nu Rabb olarak kabul etmediler. Oysa Allah, fıtratları üzerinde onlardan Söz almıştı. Ama sözlerini tutmadılar, ihanet ettiler. Şu anda elinde esir bulundukları peygambere karşı ihanet etmeyi düşünüyorlarsa, kendilerini esir konumuna düşüren ilk ihanetlerinin akıbetini hatırlasınlar. Nitekim bu ihanet sonucu Allah'ın peygamberi ve dostları onlara üstünlük sağlamıştı. Allah onların yaptıklarını "bilir." Onları cezalandırması da "yerindedir" O'nun.
"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir. "
Kurtubi tefsirinde İbn-i Arabi'nin şu sözlerini aktarır: "Müşrikler esir düştüklerinde kimisi müslümanlıktan söz etmeye başlamıştı. Fakat kararlı davranmıyorlardı ve kesin bir şekilde kabul etmiyorlardı. Sanki onlar, müslümanlarâ yaklaşmak, bu arada müşriklerden de uzaklaşmamak istiyorlardı. Alimlerimiz şöyle dediler: Bir kâfir kalbiyle ve diliyle iman ettiğini söylese, buna karşılık davranışlarıyla kararlı olduğunu göstermese mü'min değildir. Böyle bir şey mü'min birinde görülse kâfir olur. Fakat insanın uzaklaştıramadığı kuşkular hariç. Çünkü yüce Allah bunu bağışlamış ve günahını silmiştir. Kuşkusuz yüce Allah peygamberine gerçeği açıklamıştır: .
"Eğer bu,esirler sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa" yani onların müslüman olmaktan söz etmeleri, ihanet ve hile ise, "Daha önce Allah'a da ihanet etmişlerdi." Kâfir olmak, sana komplo düzenlemek ve seninle savaşmak gibi... Yok eğer bu sözleri iyi niyetle söylüyorlarsa, kuşkusuz Allah bilir ve bu niyetlerini kabul eder. Ellerinden alınana karşılık daha iyisini verir onlara! Geçmişteki, kâfirliklerini, ihanetlerini ve komplolarını bağışlar.
İNANANLAR VE İNANMAYANLARSon olarak bu dersle birlikte Enfal suresi de müslüman toplum içindeki ilişkilerin, müslüman toplumla başka toplumlar arasındaki ilişkilerin, niyetlerin ve bu ilişkileri düzenleyen hükümlerin açıklanmasıyla noktalanıyor. Bununla müslüman toplumun tabiatının özü, hareketinin ve varlığının kaynağı olan temel kuralın tabiatı ortaya çıkıyor... Bu temel kan bağı değildir. Toprak bağı da değildir. Irk, tarih, dil ve ekonomi bağı da değildir. Akrabalık duygusu, yurtseverlik, milliyetçilik veya ekonomik çıkar değildir bu temel kural. Bu, inanç bağıdır. Önderlik ve pratik uygulama bağıdır bu. İman edip hicret yurduna, islâm yurduna göçedenler, kendilerini topraklarına, yurtlarına, uluslarına ve çıkarlarına bağlayan her şeyden soyutlanmış kimselerdir. Bunlar mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmişlerdi. Onları barındıran, yardımcı olan, onlarla birlikte, tek ve pratik bir toplum içinde inançlarına ve önderlerine boyun eğenler... İşte bunlar birbirlerinin dostudurlar. İman ettikleri halde hicret etmeyenlerle müslüman toplum arasında dostluk sözkonusu değildir. Çünkü onlar henüz inanç için başka şeylerden soyutlanmamışlar, henüz müslüman yönetimin emrine girmemişler, henüz kendilerini tek ve pratik toplumun direktifleriyle yükümlü hale getirmemişler. İşte bu biricik ve pratik toplum içinde kan bağı miras ve benzeri konularda öncelikli kabul edilir. Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar. İşte bunlar, şu kesin ve açık ayetlerin tasvir ettiği gibi insanlar arası ilişkilerin ve bağların belli-başlı çizgileridir:
72- İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda canları ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. İman edip Medine'ye göçetmeyenlere gelince, bunlar göçetmedikçe kendilerine karşı hiçbir yandaşlık, koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım isterlerse kendilerine yardım etmekte yükümlüsünüz. Allah yaptığınız her şeyi görür. " 73- Kâfirler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. Eğer aranızda bu sıkı dayanışmayı gerçekleştirmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa çıkar. 74- İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda malları ile, canları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler var ya, işte bunlar gerçek mü'minlerdir, onları bağışlanma ve bol rızık beklemektedir. 75- Sonradan iman edip Medine'ye göçenlere ve sizinle birlikte cihad edenlere gelince onlar sizdendirler. Allah'ın Kitabı'na göre yakın akrabaların birbirlerine mirasçı olma konusunda öncelik hakları vardır. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir.
Müslüman toplumun oluşmaya başlamasından Bedir gününe kadar, müslümanlar arasındaki dostluk, birbirlerine varis olmayı ve diyetlerde karşılıklı dayanışmayı öngören bir dostluktu. Yardım ve kardeşliğe dayalı bir dostluktu bu. Ve kan, soy ve akrabalık ilişkilerinin yerini almıştı bu dostluk... Ne zaman ki, bir islâm devleti kuruldu ve yüce Allah hakla batılın ayrıldığı Bedir gününde bu devlete kesin bir üstünlük bahşetti. O zaman dostluk ve yardım bağı kalıcı oldu, ama yüce Allah, müslüman toplum içinde miras ve diyetlerde dayanışmayı kan bağıyla birbirlerine yakın olan akrabalara devretti. Ayetin işaret ettiği ve genelde ve özelde bu dostluğun bir şartı olarak ortaya koyduğu hicrete gelince bu, gücü yetenin şirk yurdundan islâm yurduna hicret etmesidir. Fakat, çıkarlarını ya da müşriklerle olan akrabalık bağlarını kaybetmemek için güçleri yettiği halde, hicret etmeyenlerle müslüman toplum arasında dostluk sözkonusu değildir. Nitekim taşralı Araplar'dan bazı gruplar islâmı kabul etmiş, ancak işaret ettiğimiz nedenlerden dolayı hicret etmemişlerdi. Mekke'deki bazı kişiler de güçleri yettiği halde bu yüzden hicret etmemişlerdi. Hem bunlara, hem de onlara yardım etmeyi yüce Allah bir görev olarak yüklüyor müslümanlara. Özellikle din konusunda yardım istediklerinde. Fakat bu yardım, onlara gelen haksızlığın müslüman toplumla aralarında antlaşma bulunan bir toplum tarafından olmaması şartına bağlıdır. Çünkü müslüman toplumun imzaladığı antlaşmaları ve onun hareket çizgisini korumak. daha önceliklidir.
Bu ayet ve hükümlerin, müslüman toplumun tabiatını, organik yapısındaki temel değerleri ve ölçüleri yeterince yansıttığını sanıyoruz. Ancak bu tarihsel toplumun ortaya çıkış sürecini, kendisine kaynaklık eden ve aynı zamanda dayanağını oluşturan temel kuralları, hareket metodunu ve yükümlülüklerini açıklamadıkça bu anlam yeterli düzeyde netleşmeyecektir!
İSLÂM ÇAĞRISININ TABİATIPeygamberimiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- eliyle gerçekleşen islâm çağrısı, sadece seçkin peygamberler kafilesinin önderliğinde süregelen uzun davet zincirinin son halkasıdır. İnsanlık tarihi boyunca süren bu davetin bir tek hedefi vardı: İnsanlara biricik ilahlarını, gerçek Rabblerini tanıtmak, onları tek ve ortaksız Rabblerine kul yapmak, yaratıkların ilahlığını geçersiz kılmak... Bazı kısa dönemlerde ortaya çıkan sayılı kişiler dışında insanlar ilahlık gerçeğini inkâr etmiyorlardı. Allah'ın varlığını temelde tartışma konusu yapmıyorlardı. Bunun yerine inanç ve ibadette ya da hakimiyet ve itaatte O'na başka tanrıları ortak koşuyorlardı. Bunların ikisi de şirktir ve insanları Allah'ın dininden çıkarır. İnsanlar bu dini, gelen her peygamber aracılığıyla öğrenmişler. Sonra zaman geçtikçe inkâr etmişler, bu din sayesinde içinden çıktıkları cahiliyeye geri dönmüşler. Tekrar Allah'a ortak koşmaya koyulmuşlar... İnanç ve ibadet noktasında itaat ve hakimiyet noktasında, ya da her ikisinde...
İnsanlık tarihi boyunca süregelen Allah'a davet olgusunun özelliği budur. Bu davet, "İslâmı" hedeflemiştir. Kulları kulların Rabbine teslim etmeyi, onları kulların otoritesinden, egemenliğinden, yasalarından, değerlerinden ve geleneklerinden kurtarıp Allah'ın otoritesine, O'nun egemenliğine, bütün hayat meselesinde sadece O'nun şeriatinin hükümranlığına teslim etmek suretiyle kula kulluktan çıkarıp, tek ve ortaksız Allah'ın kulluğuna yükseltmeyi hedeflemiştir. İşte islâm, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- eliyle bunun için gelmiştir. Nitekim ondan önceki seçkin peygamberler aracılığı ile de bu hedefi gerçekleştirmek için gelmişti. İnsanları da içine alan bütün evrenin boyun eğdiği gibi, insanları da Allah'ın hakimiyetine boyun eğdirmek için gelmiştir islâm. İnsanların hayatını yönlendiren otorite, evrenin varlığını yönlendiren otoritenin kendisi olmalıdır. İnsanlar tüm evreni yöneten sistemin, otoritenin ve idarenin dışına çıkıp değişik bir s,istemle, otorite ve idareyle bütünden ayrılamazlar. Aslında evreni yöneten otorite, onların hayatının isteğe bağlı olmayan kısmını da yönetmektedir. İnsanlar, doğuşları, gelişmeleri, sağlıkları, hastalıkları, hayatları ve ölümleri açısından Allah yapısı fıtri kanunlara uymaktadırlar. Aynı şekilde onlar toplumsal yaşayışlarında ve isteğe bağlı davranışlarının sonucu olarak başlarına gelen durumlarda bu kanunlara uymaktadırlar. Onlar bu konularda Allah'ın yasasını değiştirme gücüne sahip değildirler. Nitekim onlar şu evrene hükmeden, onu yönlendiren evrensel yasalara ilişkin Allah'ın hükmünü de değiştiremezler. Bu yüzden onlar, hayatlarının isteğe bağlı kısmında islâma yönelmelidirler. Bu hayatın her alanına Allah'ın şeriatını egemen kılmalıdırlar. Böylece hayatlarının isteğe bağlı olan yönü ile fıtri yönü arasında, varoluşlarının bu iki yönü ile evrenin yapısı arasında ahenk sağlanmış olur.
Ne var ki, insanın insana egemenliği esasına dayanan, böylece varlık bütününden kopan, insan hayatının isteğe bağlı yönüne hükmeden sistemi ile fıtri yönüne hükmeden sistemi arasında çatışma meydana getiren cahiliye... Bütün peygamberlerin tek ve ortaksız Allah'a teslim olma davasıyla karşıladıkları, yine Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'dan getirdiği mesajla karşı koyduğu cahiliye... Evet, bu cahiliye hiçbir zaman, sadece bir "teori" olarak belirmez. Hatta çoğu zaman cahiliyenin kesin anlamda bir "teorisi" de olmaz. O her zaman organik bir yapıda somutlaşır. Bir toplumun varlığında somutlaşır cahiliye, o toplumun rejimine, düşüncelerine; değer yargılarına, kavramlarına, duygulàrına, gelenek ve göreneklerine uyma şeklinde belirir. Cahiliye, bireyleri arasında bu denli bir ilişki, bir dayanışma, uyum, dostluk ve organik yardımlaşma bulunan örgütlü bir toplumdur. Bu özellikler o toplumu bilinçli ya da bilinçsiz olarak varlığını korumaya, rejimini savunmaya, herhangi bir şekilde bir varlığı ve rejimi tehdit eden tehlikeli unsurları ortadan kaldırmaya yöneltir.
Cahiliye, sadece bir "teori" olarak belirmediğinden, daha çok, işaret ettiğimiz şekilde hareketli ve örgütlü bir toplumun varlığında somûtlaştığından, bu cahiliyeyi ortadan kaldırma ve insanları bir daha Allah'a döndürme eyleminin sırf bir "teori" olarak belirmesi normal değildir ve hiçbir yarar sağlamayacaktır. Böyle bir durumda, ondan üstün olması bir yana, fiilen varolan, organik ve hareketli bir kitle tarafından uygulanan cahiliyeye denk olması da mümkün olmayacaktır. Nitekim, fiilen varolan bir varlığı ortadan kaldırıp, yerine, mahiyeti, metodu, bütünü ve parçasıyla temelden farklı bir varlık yerleştirme eylemi böyle bir üstünlüğü zorunlu kılmaktadır. Daha doğrusu bu yeni değiştirme eyleminin, teorik ve pratik kuralları, ilgileri, bağları ve ilişkileri bakımından fiilen varolan cahiliye toplumundan daha güçlü, örgütlü ve pratik bir kitlenin varlığında somutlaşması kaçınılmazdır.
İslâmın tarih boyunca dayandığı teorik temel; "Allah'dan başka ilah olmadığına" şahitliktir. Yani yüce Allah'ı ilahlıkta, rabblıkta, yönetimde, otoritede ve egemenlikte bir kabul etmektir... Bu konularda O'nu, vicdanda, inanç ve davranışlarda, ibadet ve hayatın realitesinde şeriat açısından bir kabul etmektir. `Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik' etmek, ona ciddi ve gerçek bir varlık kazandıran bu eksiksiz şekilde gerçekleşmediği sürece, fiilen varolmadığı gibi, Allah'ın şeriatına göre de bir değer ifade etmez. Bu sözü söyleyenin müslüman oluşu ve müslüman olmayışı bu gerçeğe göre değerlendirilir.
Bu temel gerçeğin teorik açıdan belirginleşmesinin anlamı şudur: İnsanlık hayatı toptan Allah'a dönmelidir. Onlar hayata ilişkin herhangi bir konuda, hayatın herhangi bir yönünde, kendi kendilerine bir karar veremezler. Daha doğrusu hayatta uymaları için Allah'ın hükmüne dönmeleri kaçınılmazdır. Allah'ın bu hükmünü de, kendilerine bu hükmü açıklayacak bir tek kaynaktan öğrenmelidirler. O da Allah'ın peygamberidir. Bu kaynak, islâmın ilk şartı olan şehadetin ikinci cümleciğinde, yani "şahitlik ederim ki, Muhammed Allah'ın peygamberidir" cümlesinde somutlaşmaktadır.
İşte islâmın somutlaştığı teorik temel budur. Bu temele dayanır islâm. Bu temel, hayatın tüm sorunlarına uygulandığında eksiksiz bir hayat sistemine kaynaklık eder. Bu sistemle müslüman, gerek islâm yurdunun sınırları içinde, gerekse dışında, hem müslüman toplumla ilişkilerinde, hem müslüman toplumun diğer toplumlarla olan ilişkilerinde bireysel ve toplumsal hayatın tüm ayrıntılarını karşılar.
Fakat islâm -dediğimiz gibi- sadece kendisini kabul edenlerin inanç olarak kabul etmesini ve ibadetleri yerine getirmesini, bundan sonra da fiilen varolan pratik cahiliye toplumunun organik rejiminin bünyesinde birer ferd olarak kalmasını öngören bir `teoride' somutlaşamaz. Sayıları ne kadar çok olursa olsun, böyle fertlerin varolması, islâmın "fiilen var" olduğu anlamına gelmez. Çünkü cahiliye toplumunun organik yapısına giren `teoride müslüman fertler' kesinlikle bu organik toplumun isteklerine olumlu karşılık vermek zorunda kalacaklardır. İsteyerek veya istemeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bu toplumun hayatı ve varlığı için kaçınılmaz olan temel ihtiyaçları temin etmek için harekete geçeceklerdir. Bu toplumun rejimini savunacaklardır. Varlığını ve rejimini tehdit eden etkenleri bertaraf edeceklerdir. Çünkü organik bir yapı ister istemez bu görevleri bütün üyelerine yükleyecektir. Yani, `teoride müslüman' fertler, `teoride' yıkmaya çalıştıkları cahiliye toplumunu `pratikte' güçlendirmeye çalışacaklardır. Onun bünyesinde, ona kalıcılık ve süreklilik kazandıran canlı birer hücre işlevini göreceklerdir. Hareketleri; şu cahiliye toplumunu yıkıp yerine islâmi bir toplum kurmak hedefine yönelik olacağına, yeteneklerini, deneyimlerini ve emeklerini cahiliye toplumunun yaşaması ve güçlenmesi için harcayacaklardır.
Bu yüzden daha ilk andan itibaren, islâmın teorik temeli, yani inanç sistemi (akide) hareketli ve organik bir kitlenin varlığında somutlaşmalıdır. Cahiliye toplumunun dışında hareketli ve organik diğer bir toplumun oluşması kaçınılmazdır. Bu yeni toplum, islâmın ortadan kaldırmayı hedeflediği hareketli ve organik cahiliye toplumundan ayrı ve bağımsız olmalıdır. Ve bu yeni toplumun ekseni, peygamberimizin, ondan sonra da insanları Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığına, Rabblığına, otoritesine, hakimiyetine, sultasına ve şeriatına döndürmeyi hedefleyen islâm önderlerinin şahsında somutlaşan yeni yönetim olmalıdır. Dolayısıyla, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik edenler" hareketli ve organik cahiliye toplumu ile -yani içinden kopup geldikleri toplum ile- ve bu toplumun önderliği ile olan tüm dostluk bağlarını koparmalıdırlar. Bu dostluk ne şekilde olursa olsun; ister kâhinler, tapınak bekçileri, sihirbazlar ve falcılar gibi dini önderlere yönelik olsun, ister Kureyş'te olduğu gibi siyasi, toplumsal ve ekonomik önderlere yönelik olsun kesilecektir. Bu insanlar tüm dostluk bağlarını yeni, hareketli ve organik islâm toplumuna ve onun müslüman yöneticilerine özgü kılmalıdırlar.
Bu durum daha müslüman islâma girer girmez, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik eder etmez gerçekleşmelidir. Çünkü müslüman bir toplumun varlığı bunun dışında başka türlü gerçekleşmez. Sayıları çok da olsa, organik, bireyleri birbiriyle uyuşan ve yardımlaşan bir toplumun şahsında somutlaşmadığı sürece islâmın teorik temelini ferdlerin gönüllerine yerleştirmekle islâm toplumu gerçekleşmez. Bu toplumun başlı başına ve bağımsız bir varlığı olmalıdır. Üyeleri tıpkı canlı bir organizma gibi varlığını kökleştirmek, derinleştirmek, yaygınlaştırmak için organik olarak hareket etmelidirler. Varlığına ve bünyesine yönelik olarak saldırıya geçen etkenleri bertaraf etmek suretiyle varlığını savunmalıdırlar... Bunun için de, hareketlerini düzenleyen ve uyumlu hale getiren, cahiliyenin yönetiminden bağımsız bir önderin yönetiminde hareket etmelidirler. Bu yönetim onlara, islâmi varlıklarını kökleştirecek, derinleştirecek ve yaygınlaştıracak direktifler verir. Diğer cahili varlıkla mücadele etmek, başkaldırmak ve ortadan kaldırmak için hareketlerini yönlendirir.
İşte islâm bu şekilde ortaya çıktı. Özlü ve fakat kapsamlı teorik temeline dayanarak, aynı anda cahiliye toplumundan bağımsız, ondan ayrı ve ona karşı koyan hareketli ve organik bir toplumun varlığında somutlaşarak ortaya çıktı. Hiçbir zaman islâm bu pratik varlığından uzak olarak sadece bir "teori" olarak gerçekleşmemiştir. Yeniden islâmın bu şekilde ortaya çıkması mümkündür. İslâmın hareketli ve örgütlü oluşumunun tabiatı gereği gibi kavranmadığı sürece, hiçbir zaman ve hiçbir yerde cahiliye toplumunun gölgesinde islâmı yeniden oluşturmak mümkün değildir.
Biz bu oluşumun tabiatını ve fıtri sırlarını kavradığımız zaman, onunla birlikte bu dinin tabiatını -dokuzuncu cüzde Enfal suresinin giriş kısmında açıkladığımız şekliyle- (Enfal suresi giriş kısmına bkz.) bu dinin hareket metodunu kavrarız. Bunun yanında şu surenin sonunda, müslüman toplumun iç düzenine -sınıflarına göre- muhacir ve mücahid mü'minlerle, ayrıca onları barındırıp yardımcı olanlarla olan ilişkilere iman ettikleri halde hicret etmeyenlerle gireceği ilişkilere, kâfirlerle ilişkilerine dair ele aldığımız ayetlerin ve hükümlerin anlamlarını da kavrarız... Bütün bunları kavramak hiç kuşku yok ki, islâm toplumunun hareketli ve organik bir şekilde ortaya çıkışının tabiatını iyice kavramaya bağlıdır.
Şimdi bu konulara ilişkin olarak yer alan ayetleri ve hükümleri ele alabiliriz:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda canları ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. İman edip Medine'ye göçetmeyenlere gelince, bunlar göçetmedikçe kendilerine karşı hiçbir yandaşlık, koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım isterlerse, kendileri"e yardım etmekle yükümlüsünüz. Allah yaptığınız her şeyi görür."
"Kâfirler, birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. Eğer aranızda bu sıkı dayanışmayı gerçekleştirmezseniz yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa çıkar."
Mekke'de, Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ettiğini söyleyen herkes, ailesinin, akrabalarının, kabilesinin ve Kureyş kabilesinin şahsında somutlaşan cahiliye toplumu yönetiminin dostluğundan soyutlanıp, dostluğunu ve bağlılığını Allah'ın peygamberi Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- ve onun önderliğinde oluşmakta olan küçücük topluluğa yöneltirdi. Hem de bu cahiliye toplumunun varlığını korumak için savaş meydanından önce kendisine karşı çıkan bu yeni topluluğun oluşturduğu tehlikeye karşı koyduğu ve henüz oluşmakta olan bu yeni toplumu yoketmeye çalıştığı bir sırada...
O zaman Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu yeni toplumun üyeleri arasında bir kardeşlik ortamı oluşturdu. Yani birer birer cahiliye toplumundan kopup gelen bu "fertleri" birbiriyle dayanışına halinde olan bir "topluma" dönüştürdü. Bu toplumda kan ve soy bağı yerine inanç bağı geçerliydi. Cahiliye yönetiminin yerine yeni önderliğe bağlanıyordu. Geçmişteki tüm dostluk bağları koparılıp yeni topluma dost olunurdu.
Mutlak bir dostluk, kesin bir bağlılık, tasada ve kıvançta dinleyip itaat etmek, mallarını çocuklarını ve kadınlarını korudukları şeylerden peygamberi de korumak üzere islâm yönetimine bağlılıklarını bildiren bazı kimselerin müslüman olmasından sonra yüce Allah Medine'yi müslümanlar için bir hicret yurdu haline getirdiğinde ve Medine'de Peygamberimizin önderliğinde bir müslüman devlet kurulduğunda, Peygamberimiz bütün gerekleriyle birlikte kan ve soy bağı yerine geçen aynı kardeşliği Muhacirlerle Ensar arasında da gerçekleştirdi. Aile ve kabile ortamında kan bağına dayalı, miras, diyetler ve tazminatlar bu kardeşlik için de geçerliydi. Bu konudaki Allah'ın hükmü şuydu:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda canları ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar."
Yardım etme konusunda, varis olmada, diyet ve tazminatlar gibi kan ve soy bağının tüm gereklerinde ve ilişkilerinde bunlar birbirlerine daha yakındırlar ve birbirlerinin dostudurlar.
Daha sonra inanç sistemini benimsemek suretiyle bu dine giren ancak, fiilen müslüman topluma katılmayan bazı kişiler ortaya çıktı. Bunlar Allah'ın şeriatının egemen olduğu ve müslüman önderlik tarafından yöneltilen islâm yurduna hicret etmiyorlardı. Artık Allah'ın şeriatının geçerli olduğu ve eksiksiz varlığının gerçekleştiği bir yurda sahip olan müslüman topluma katılmıyorlardı. Bu toplum, daha önce Mekke'de hareketli ve organik bir yapı içinde yeni yönetime ve kitleye bağlılığını göstererek nisbi bir varlık gerçekleştirmişti. Bu toplum, bağımsız ve belirgin varlığıyla cahiliye toplumuna karşı koymuş, ondan ayrılmış ve bağımsız hale gelmiştir.
Gerek Mekke'de, gerek Medine'nin çevresindeki Bedeviler arasında, islâm inancını kabul ettikleri halde, bu inanca dayanan topluma katılmayan ve bu toplumun yöneticilerine eksiksiz bir şekilde ve fiilen boyun eğmeyen kimselere rastlanıyordu.
Bu kimseler müslüman toplumun üyeleri kabul edilmemişlerdir. Yüce Allah onlarla müslüman toplum arasında -tüm çeşitleriyle- herhangi bir dostluk bağının oluşmasına müsaade etmemiştir. Çünkü onlar, fiilen islâm toplumuna mensup değildirler. İşte bu hüküm onlar hakkında inmiştir:
"İman edip Medine'ye göçetmeyenlere gelince, bunlar göçetmedikçe kendilerine karşı hiçbir ya aşlık, koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım isterlerse kendilerine yardım etmekle yükümlüsünüz."
Bu hüküm -daha önce işaret ettiğimiz gibi- bu dinin tabiatına ve realist hareket metoduna göre son derece mantıklı ve anlaşılır bir hükümdür. Çünkü bu fertler müslüman toplumun üyeleri değildirler. Bu yüzden onlarla müslüman toplum arasında dostluk ve yardımlaşma olamaz. Ancak ortada bir inanç bağı vardır. Fakat bu bağ, tek başına, müslüman toplumu bu fertlere karşı sorumlu kılmaz. Ancak dinlerinden dolayı bir haksızlığa uğramaları, örneğin inançlarından dönmeye zorlanmaları durumu hariç. Böyle bir durumda islâm yurdundaki müslümanlardan yardım isterlerse, müslümanların sadece bu konuda onlara yardım etmeleri gerekmektedir. Fakat bu yardım, müslümanların karşı taraflarla imzaladıkları antlaşmaları ihlal etmeme şartına bağlı olarak gerçekleşmelidir. Bu fertlere, dinleri ve inançları açısından haksızlık eden taraf, bu antlaşmalı taraf dahi olsa, durum değişmeyecektir. Çünkü asıl korunması gereken müslüman toplumun çıkarıdır, hareket stratejisidir ve bunların gerektirdiği ilişkiler ve antlaşmalardır. Öncelikle korunup gözetilmesi gereken bunlardır işte. İman ettikleri halde, islâmı toplumun şahsında somutlaşan bu dinin fiili varlığına katılmayan bu fertlerin uğradığı haksızlıktan önemlidir bunlar.
Bu da bize bu dinin, gerçek varlığını somutlaştıran hareketli ve organik bir yapıya verdiği .önemin boyutlarını göstermektedir.
Bu hüküm değerlendirilirken şöyle denmektedir:
"Allah yaptığınız her şeyi görür."
Bütün yaptıklarınız O'nun gözetimi altındadır. İçini-dışını, bayı-sonunu, sebebini-sonucunu görür.
Nasıl ki, müslüman toplum hareketli, uyumlu, dayanışma halinde, yardımlaşan, bir tek dostluk etrafında kümeleşen organik bir toplum ise, cahiliye toplumu da öyledir:
"Kâfirler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar."
Daha önce de değindiğimiz gibi, işin tabiatı bunu gerektirir. Cahiliye toplumunun üyeleri bireysel davranmazlar. Aksine organik bir yapı gibi hareket ederler. Varlığının ve oluşumunun tabiatı gereği cahiliye toplumunun üyeleri onun varlığını ve rejimini korumak için harekete geçerler. Çünkü onlar, doğal olarak ve hükmen birbirlerinin koruyucuları, dostlarıdırlar. Bu yüzden islâm, kendine özgü özelliklere sahip başka bir toplum olarak belirmenin dışında cahiliye toplumuna karşı koyamaz. Ancak bu yeni toplum daha köklü, daha sağlam ve daha güçlü olmalıdır. İslâm, birbirlerine dost olan fertlerden oluşan bir toplumla cahiliyeye karşı koymadığı zaman, cahiliye toplumu müslüman fertlere baskı yapmaya, onları dinlerinden döndürmeye çalışacaktır. Çünkü müslüman fertler dayanışmalı cahiliye toplumuna karşı koyamayacaklardır. İslâm var olduktan sonra cahiliyenin ona üstünlük sağlaması sonucu tüm yeryüzünü fitne ve kargaşa kaplayacaktır: Cahiliyenin islâma üstünlük sağlaması, kulların ilahlığının Allah'ın ilahlığını ortadan kaldırması ve insanların tekrar kulların kulu olmasıyla yeryüzünde bozgunculuk meydana getirecektir. Kuşkusuz bu, en büyük bozgunculuktur.
"Eğer aranızda bu sıkı dayanışmayı gerçekleştirmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük kargaşa çıkar."
Bundan büyük korkutma ve bundan etkin sakındırma olmaz. Varlıklarını tek bir dostluğa, biricik bir önderliğe sahip hareketli ve organik bir toplum esasına dayandırmayan müslümanlar, kişisel hayatlarında sorumlu olduklarının dışında, Allah'ın katında, yeryüzünde çıkan fitneden ve kopan büyük bozgunculuktan da sorumludurlar.
Sonra surenin ayetlerinin akışı gerçek imanın ancak bu şekilde sözkonusu olabileceğini vurguluyor:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda malları ile canları ile cihad edenler ile, bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler var ya, işte bunlar gerçek mü'minlerdir, onları bağışlanma ve bol rızık beklemektedir.
Gerçek mü'minler bunlardır işte... İmanın somutlaştığı gerçek tablo budur. Bu dinin ortaya çıkışının ve varoluşunun gerçek tablosudur bu. Çünkü bu din, sadece teorik temelini duyurmakla, sırf inanmakla, hatta sırf ibadet adı taşıyan davranışları yerinè getirmekle gerçek anlamda varolmaz. Bu din hareketli bir toplumun şahsında somutlaşmadığı sürece fiilen varolmuş sayılmayan bir hayat sistemidir. Bu dinin inanç düzeyindeki varlığına gelince, bu teorik bir varlıktı. İşaret ettiğimiz gibi, hareketli ve realist bir şekilde temsil edilmediği sürèce gerçekleşmiş olamaz.
İşte bu gerçek mü'minler için bağışlanma ve bol rızık vardır. Burada rızık cihad, Allah yolunda malı hârcama, barınak sağlama, yardım ve bütün dayanışmalar münasebetiyle yeralmaktadır. Bunun da ötesinde, bağışlanma vardır.. İşte bol rızık budur. Daha doğrusu bol rızıktan daha üstündür bu bağışlanma...
Sonra Allah yolunda cihad eden muhacirlerden oluşan ilk sınıfa, bundan sonra hicret eden ve cihad eden herkes dahil ediliyor. Ancak, Kur'an-ı Kerim'de başka ayetlerin de vurguladığı gîbi bu konuda önce davranan ilkler, her zaman üstündür. Bu katılma, islâm toplumundaki dostluk ve organik yapılanmaya katılma anlamındadır:
"Sonradan iman edip Medine'ye göçenler ve sizinle birlikte cihad edenlere gelince, onlar sizdendirler." '
Hicret şartı, Mekke'nin fethi ile birlikte Arap toprakları, islâm yönetimine boyun eğme ve insanlar islâm toplumunda hayatlarına yön verene kadar sürdü. Peygamberimizin de buyurduğu gibi, fetihten sonra hicret yoktur, cihad ve çalışma vardır. Ancak bu durum, yaklaşık olarak binikiyüz sene yeryüzüne hükmettiği, kesintisiz olarak islâm şeriatının uygulandığı, Allah'ın şeriatına ve O'nun otoritesine dayanan müslüman önderliğin yönettiği ilk islâmi dönem için geçerlidir. Ne var ki, günümüzde yeryüzü yeniden cahiliyeye dönmüştür. İnsanların yeryüzündeki hayatlarından Allah'ın hükmü kaldırılmıştır. Bütün yeryüzünde hakimiyet tekrar tağutun eline geçmiştir. İslâm kendilerini çekip kurtardıktan sonra, insanlar yeniden kullara kul olmuşlardır. Şu anda islâm için -tıpkı ilk dönem gibi- yeni bir dönem başlıyor. İslâm, bir islâm yurdu, bir hicret yurdu oluşturana kadar bütün hükümlerini aşamalı olarak uygulayacaktır. Sonra -Allah'ın izniyle- yeniden islâmın gölgesi yayılacaktır. O zaman artık hicret etmeye gerek kalmayacak, ilk dönemde olduğu gibi sadece cihad ve çalışma sözkonusu olacaktır.
İslâmi varlığın ilk defa oluştuğu dönemler için özel hükümler ve özel yükümlülükler vardır. Bu dönemde, inanç bağı, tüm görünüm ve şekilleriyle, tüm sonuç ve gerekleriyle kan bağının yerine geçer. Miras, diyetler ve borçlarda dayanışma da bunlar arasındadır. Bedir'de, Furkan gününde, yani hakla batılın kesin bir şekilde ayrıldığı günde islâmın varlığı iyice sağlamlaştıktan sonra, yeni baştan yapılanca operasyonu için gerekli olan ve istisnai dönemde istisnai yükümlülükleri karşılamak için konulan bu hükümler değiştirildi. Miras, diyet ve benzeri konulardaki dayanışmayı akrabalara devretmek de bu değişiklikler arasındaydı. Ancak bu hükümler de islâm yurdundaki müslüman toplum çerçevesinde geçerlidir:
"Allah'ın kitabına göre yakın akrabaların birbirlerine mirasçı olma konusunda öncelik hakları vardır."
İslâmın fiili varlığı iyice yerleştikten sonra genel çerçeve içerisinde yakın akrabaların öncelikli olmasında bir sakınca yoktur. Kuşkusuz bu durum, insanın kişiliğindeki fıtri bir yöne cevap vermektedir. İslâmın fiili varlığının insana yüklediği yükümlülüklerle çelişmediği sürece, insanın kişiliğinde yeralan fıtri duygulara cevap vermekten bir zarar gelmez. İslâm fıtri istekleri ve duyguları yok etmez, sadece kontrol altına alır. İslâmın fiili varlığının yüksek ihtiyaçları ile paralellik oluşturması amacı ile kontrol eder bu istekleri. Ne zaman bu ihtiyaçlar gerektirirse yeniden bu isteklere cevap verir, ama genel çerçeve içerisinde. Bu yüzden islâmi hareketin kimi istisnai dönemlerinde özel yükümlülükleri ile genel anlamda islâmın ve onun diğer hükümlerinin tabiatını kavramalıyız...
"Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir."
Bu, yukarıda değindiğimiz hükümlere, düzenlemelere ve fıtri isteklere uygun bir değerlendirmedir. Bu hükümlere müdahale eder, düzenler ve uyumlu hale getirir. Her şeyi kuşatan Allah'ın ilmindedir bu. Bunları en iyi yüce Allah bilir çünkü.
Bu temel üzerine ve bu metod uyarınca müslüman ümmeti inşa eden, varlığını organik ve hareketli toplum temeline dayandıran ve bu toplumun temelini inanç olarak belirleyen islâm, sadece insanın insanlığını ön plana çıkarmayı, onu güçlendirmeyi, sağlamlaştırmayı ve onu insanın oluşumundaki diğer tüm özelliklerin üzerine çıkarmayı hedeflemektedir. Bu hedefi gerçekleştirmek için de, bütün kurallarında, öğretilerinde, yasalarında ve hükümlerinde başvurduğu metoda göre hareket eder.
Bazı noktalarda insanın biyolojik yapısı hayvanların yapısına, hatta cansız maddelerin yapısına benzemektedir. Bu yüzden "bilimsel cehaletin" taraftarları bazen insanı diğer hayvanlar gibi bir hayvan sanırlar. Bazen de onu her madde gibi bir madde olarak kabul ederler. Ne var ki, insan kimi noktalarda, hayvanlarla ve cansız maddelerle aynı özellikleri paylaşmakla beraber, bazı noktalarda onlardan ayrılır. Bu özellikler onu farklı kılar. Son zamanlarda "bilimsel cehaletin" taraftarlarını zor durumda bırakan da budur. Bunlar, boyunlarını büken pratik gerçekleri kabul etmek zorunda kalmışlardır. Samimi ve açık olmamakla beraber bu gerçekleri itiraf etmişlerdir. (Bunların başında da "Modern Darwinciliğin" taraftarlarından olan Julian Huxely gelmektedir)
Bu ilahi sistemiyle islâm, insanı farklı kılan ona, diğer yaratıklar arasında bir ayrıcalık kazandıran bu özelliklere dayanır, onları ön plana çıkarır, onları geliştirir ve yüceltir. İşte islâm, inanç sistemini, müslüman ümmetin varlığının dayanağı olan hareketli ve organik toplumun temeli haline getirirken, sadece bu stratejisine göre hareket ediyordu. Çünkü inanç, insanın sahip olduğu en yüce özelliklerden biriyle ilişkilidir.
İslâm, soy bağını, dil birliğini, ülke birliğini, ırk birliğini, renk birliğini, ortak çıkarları, ortak coğrafi sorunları esas olarak kabul etmez. Bütün bunlar, hayvanlarla insanların ortak oldukları bağlardır. Hatta bunlar daha çok hayvan sürülerinin bağlarına, ilgilerine benzemektedirler. Söylenir söylenmez sürüleri çağrıştıran ağıl, otlak ve ahırlara benzemektedirler. Ancak, insanın varlığını ve çevresindeki evrenin varlığının kaynağını, insanın akıbetini ve çevresindeki evrenin akıbetini eksiksiz bir şekilde yorumlayan, onu bu maddeden daha üstün, daha büyük, daha öncelikli ve daha kalıcı kılan inanca gelince, bu, insanı diğer yaratıklardan ayrı kılan insan ruhu ve kavrama yeteneği ile ilgili bir durumdur. İnsanı diğer yaratıkları geride bıraktıracak şekilde en üstün dereceye çıkaran inançtır.
Ayrıca bu bağ -inanç, düşünce, fikir ve metod bağı- özgürlük bağıdır da. İnsan, iradesi ve bilinciyle seçme hakkına sahiptir. Oysa hayvanlarla ortak olduğu ve sürülere yakışan bu bağlar, doğuştan ona yüklenmiş bağlardır. Bunları kendi isteğiyle seçmediği gibi, bu konuda bir etkinliği de sözkonusu değildir. İnsan, bir dalı konumunda olduğu soyunu, bir halkası olduğu ırkını ve doğuştan sahip olduğu rengini değiştiremez. Bütün bunlar daha o doğmadan hayatı için belirlenen durumlardır. Bu konuda onun seçme hakkı yoktur, etkinliği de mümkün değildir. Aynı şekilde insanın belli bir bölgede doğması, doğduğu bölge itibarıyla belli bir dili konuşması, belli maddi çıkarlara ve belli coğrafi sonuçlara olan ilgisi, -ki bunlar diğer insanlarla birarada olmasını sağlayan bağlardır- evet bütün bunlar değiştirilmesi son derece zor olan meselelerdir. Bu alanda "özgür irade"nin etkinlik alanı son derece sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı islâm bunları insanlık toplumunu kaynaştıran bağlar olarak öngörmemiştir. İnanç, düşünce, fikir ve hayat sistemi ise, her zaman insanın seçme özgürlüğüne açık. şeylerdir. Her an için insan seçtiğini duyurabilir. Tamamen şahsi özgürlüğüne bağlı olarak bağlanmayı istediği toplumu belirleyebilir: Bu durumda, renginden, dilinden, ırkından, soyundan, doğduğu bölgeden ya da istediği ve seçtiği toplumun değişmesiyle değişen maddi çıkarlardan oluşan herhangi bir bağ onu engelleyemez.
İslâm düşüncesine göre insanın üstünlüğü buradadır.
Bu soruna ilişkin olarak islâm sisteminin realist bir göz kamaştırıcı sonuçlarından biri... Irk, toprak, renk, dil, yakın bölgesel çıkarlar ve anlamsız coğrafi sınırların ötesinde islâm toplumunu sadece inanç bağını esas alarak kurmasının sonuçlarından biri... İnsanlarla hayvanlar arasında ortak olan özellikleri bir yana bırakarak "insani özellikleri" bu toplumda ön plana çıkarmasının sonuçlarından biri... Evet bu, sistemin realist ve göz kamaştırıcı sonuçlarından biri, müslüman toplumun tüm ırklara, uluslara, renklere ve dillere açık olmasıdır. Bu konuda anlamsız hayvani engellerden hiçbiriyle karşılaşılmamıştır. Tüm ırkların özellikleri ve yetenekleri islâm toplumunun potasına akmış, burada eriyip birbirine karışmıştır. Çok kısa bir zamanda organik ve üstün bir bileşim meydana gelmiştir. İşte birbiriyle kenetlenmiş, bir ahenk oluşturmuş bu olağanüstü kitle, zamanındaki bütün insanların emeklerinin ürünü büyük ve parlak bir uygarlık meydana getirmiştir. Hem de mesafelerin çok uzak, ulaşımın son derece zor şartlar altında yapılabildiği bir dönemde...
İleri islâm toplumunda, Araplar, Farslar, Suriyeliler, Mısırlılar, Mağripliler, Türkler, Çinliler, Hitliler, Bizanslılar, Yunanlılar, Endonezyalılar ve Afrikalılar gibi uluslar ve ırklar biraraya gelmişlerdi. Bunlar islâm toplumunun inşası ve islâm uygarlığının kurulması uğruna kenetlenmiş, dayanışmalı ve uyum içinde çalışmak üzere bütün özelliklerini birleştirmişlerdi. Hiçbir zaman bu büyük uygarlık, bir "Arap uygarlığı" olmamıştı, her zaman "islâm uygarlığı" olarak kalmıştı. Hiçbir zaman "milliyetçi" bir uygarlık olarak belirmemişti her zaman "inanç" uygarlığı olarak belirmişti.
Hepsi de eşit düzeyde, sevgi bağıyla ve tek bir yöne yöneldiklerinin bilinciyle biraraya gelmişlerdi. En üstün yeteneklerini harcamış, ırklarının en köklü özelliklerini ön plana çıkarmışlardı. Herbirinin eşit düzeyde bağlandıkları bu biricik toplumun inşası için kişisel, ulusal ve tarihsel deneyimlerinin kazandırdığı yetenekleri biraraya getirmişlerdi. Bu toplumda onları, tek ve ortaksız Rabblerine bağlayan ve hiçbir engelle karşılaşmaksızın "insanlıklarını" ön plana çıkaran inanç bağı birarada tutuyordu. Tarih boyunca gelmiş geçmiş hiçbir toplum bu şekilde tüm bu özellikleri bünyesinde barındırmamıştır kuşkusuz. Örneğin değişik ırktan birçok insanı barındıran insan topluluklarının en eskisi Roma İmparatorluğu'dur. Bu imparatorluk gerçekten de değişik ırkları, farklı dilleri ve birçok. ülkeyi kapsamıştı. Ancak bu beraberlik hiçbir zaman insanlık bağlarına dayanmamıştı. İnanç gibi yüksek bir değerde somutlaşmamıştı. Bu imparatorluk bir yönden sınıf esasına dayanan bir toplumdu. Seçkinler ve köleler sınıfı vardı. Bir yönden de ırkçı bir toplumdu. Genelde Romalılar'ın egemenliği, diğer ırkların da köleliği esasına dayanıyordu. Bu yüzden hiçbir zaman islâm toplumunun eriştiği ufuklara ulaşamamıştır. İslâm toplumunun devşirdiği meyveleri devşirememiştir.
Aynı şekilde yakın çağda da değişik ulusları biraraya getiren milletler toplulukları kurulmuştur. Örneğin Britanya İmparatorluğu... Ne var ki, o da mirasçısı olduğu Roma toplumu gibi ırkçı ve sömürgeci bir imparatorluktu. İngiliz ulusunun üstünlüğüne ve imparatorluğun sınırları içindeki sömürgelerin sömürülmesine dayanıyordu. Avrupa'da kurulan tüm imparatorluklar aynı özellikleri taşıyordu. Bir zamanlar kurulan İspanyol İmparatorluğu, Portekiz İmparatorluğu, Fransız İmparatorluğu gibi. Hiçbiri o aşağılık, iğrenç ve çirkef dolu düzeyden kurtulamamıştı.
Komünizm de ırk, ulus, ülke, dil ve renk engellerini aşıp yeni bir toplum tipi meydana getirmek istedi. Ne var ki, bu toplumu evrensel "insani" temellere dayandırmadı. Bu toplumu "sınıf" temeline dayanarak kurdu. Bu toplum da eski Roma toplumunun değişik bir görünümüydü. O toplum "seçkinler" sınıfının egemenliğine dayanıyordu. Bu toplum da ezilenlerin (proleteryanın) egemenliğine dayanıyordu. Bu toplumu birbirine bağlayan unsur, diğer sınıflara yönelik korkunç kindir.
Böylesine bayağı bir toplum yapısının insanın oluşumundaki en değersiz unsuru istismar etmesinden başkası beklenemezdi. Bu toplum en başta sadece hayvansal özellikleri ön plana çıkarma ve onları geliştirip sağlamlaştırma esasına dayanmaktadır. Buna göre insanın temel istekleri yeme, barınma ve cinsel güdüleri tatmin etmektir. Oysa bunlar başta gelen hayvani isteklerdir. Yine komünizme göre, insanlık tarihi karın doyurma peşinde koşma tarihidir!..
Kuşkusuz islâm, insanın en temel özelliklerini ön plana çıkaran ve insan toplumunun yapısında bu özellikleri geliştiren ve yücelten ilahi sistemiyle eşsizdir ve hep eşsiz kalacaktır. Dolayısıyla islâmdan sapıp, ırk, toprak ve sınıf gibi pis ve adi temellere dayanan diğer sistemlere yönelenler, insanın gerçek düşmanıdırlar. Bunlar "insanın" şu evrende yüce Allah'ın yarattığı gibi insanî özellikleriyle ön plana çıkmasını istemiyorlar. İnsanlık aleminin, bünyesindeki ırkların, en son noktasına kadar kaynaşmış ve uyum içindeki yeteneklerinden, özelliklerinden ve deneyimlerinden yararlanmasını istemiyorlar. Bunlar aynı zamanda akıntıya karşı yüzüyorlar: İnsanın yükseliş çizgisine karşı hareket ediyorlar. Amaçları, ağıl ve otlak gibi "hayvanların" etrafında birleştikleri duruma benzer temeller etrafında, insanları da birleştirmektir. Yüce Allah'ın insanı yükselttiği ve gerçekten "insanların" etrafında birleşmelerine yakışan bu ulu makamdan sonra onların insana uygun gördükleri bu iğrenç düzeydir.
Garip olanı da, üstün insanı özellikler etrafında birleşme hareketinin tutuculuk, taassup ve gericilik olarak adlandırılması, bunun yanında hayvanlarınkine benzer özellikler etrafında birleşme eyleminin de ilericilik, yükselme ve devrim olarak adlandırılmasıdır. Değerlerin ve ölçülerin böylesine tersyüz edilmesidir şaşılacak olan. Bütün bunlar, insanın en yüce özelliği olan inanç temeline dayalı bir toplum kurmaktan kaçmak içindir elbette.
Fakat Allah, iradesini gerçekleştirmede etkin olandır. İnsanlık hayatındaki cahili ve hayvanî alçalış için süreklilik sözkonusu değildir. Mutlaka Allah'ın dilediği olacaktır. Bir gün gelecek insanlık, toplumsal yapısını yüce Allah'ın insanı onurlandırdığı ve ilk müslüman toplumun etrafında birleştiği, böylece tarihteki eşsizliğini ve üstünlüğünü elde ettiği temele dayandırmaya çalışacaktır. Kuşkusuz ilk müslüman toplumun tablosu hep ufuklarda parlayacaktır. İnsanlık bir zamanlar eriştiği bu yüce doruklara doğru bir kez daha yol alırken, hep bu toplumu gözönünde bulunduracaktır.
ENFAL SURESİNİN SONU
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
mucahid dizayn: info@mucahid.net