76-İnsan


1- İnsan, anılmaya değer bir varlık olmadan önce uzun yıllar geçti, öyle değil mi?

2- Biz insanı sınavdan geçirmek amacı ile karışım nitelikli bir sıvı damlasından yarattık. Bunun için onu işitme ve görme yetenekleri ile donattık.

3- biz ona yolu gösterdik. Artık ister şükreder isterse nankör olur.

Surenin baş tarafındaki soru edatı cümleye olumlu yönde pekiştirme anlamı katmaktadır. Fakat insanın kendi kendine şu soruları sormasına zemin hazırlar gibidir. Acaba insan, anılmaya değer bir varlık olmadan önce uzun yıllar geçtiğini bilmiyor mu? insan bu gerçeği düşünmez, üzerinde kafa yormaz mı? içinden bu gerçeği düşününce kendisini varlık sahnesine çıkaran, üzerine ışık tutan, uzun bir "anılmazlık" döneminden sonra kendisini anılabilirlik aşamasına erdiren yüce "el"in farkına varmaz mı?

Bu soru işareti zihnimize birçok mesaj taşıyor. Bu mesajlar vicdanlarımızda çok sayıda düşünceyi uyandıran yumuşak ve köklü mesajlardır.

Bu mesajlardan biri vicdanlarımızı insanın yaratılışından, yoktan varedilişinden önceki döneme yöneltir. Vicdanlarımız bu "insansız" dönemi evrenle birlikte hayalinde canlandırır. Acaba vicdanınız o dönemi nasıl görür? Çünkü insan kendini beğenmiş bir varlıktır, değerini çok abartır. Öyle ki, bu evrenin kendisi olmadan nice uzun yıllar varolduğunu, yaşadığını unutur. Kim bilir belki de evren "insan" denen bir varlığın yaratılacağını hiç beklemiyordu. Fakat yüce Allah'ın iradesi bu canlı türünün varlık sahnesine çıkması yönünde tecelli etti de bunun sonucunda varoldu.

Bu mesajların bir diğeri hayalimizi insanın varolduğu ana doğru çeker. Bu ana ilişkin çeşitli düşünceler ve imajlar canlandırır. Oysa bu yeni canlı türünü evrene katan o anın iç yüzünü sadece yüce Allah bilir. Allah bu canlıyı yaratmadan önce ince hesaplı planına almış, bu evrenin uzun akış çizgisindeki rolünü çok önceden belirlemiştir.

Bu mesajların bir başkası bizi yüce Allah'ın güçlü elini düşünmeye yöneltir. Yüce Allah, "insan" denen bu yeni canlıyı varlık sahnesine sürüyor, onu rolüne hazırlıyor, rolünü ona hazırlıyor, hayatının iplerini tüm varlığın oluşturduğu ana eksene bağlıyor, kendisi için yaşamaya ve rolünü oynamaya elverişli şartlar hazırlıyor, arkasından onu attığı her adımda izliyor. Bu adımları atarken ipinin ucu büyük evrenin diğer bütün ipleri gibi varlık bütününün eksenine bağlı kalır.

Bu ayetler bunlar gibi daha birçok mesajı vicdanlarımıza iletmekte, daha birçok düşünceyi kafamızda uyandırmaktadır. Bu mesajların ve düşüncelerin sonucu olarak zihnimizde şu bilinç oluşur: İnsanın yaratılışı, hayat yolculuğu ve bu yolculuğun akıbeti bir amaca, belirli bir plana bağlıdır.

Bu hayat sahnesinde belirleme aşamasından sonra varlığını sürdürmesi, hayat sürecini devam ettirmesine gelince bunun ayrı bir hikayesi vardır. Okuyoruz:

"Biz insanı sınavdan geçirmek amacı ile karışım nitelikli bir su damlasından yarattık. Bunun için onu işitme ve görme yetenekleri ile donattık."

Ayetin orjinalinde geçen "emşac" sözcüğü "çeşitli elementlerden oluşmuş karışım" anlamına gelir. Bu sözcük belki insan yavrusunun ana maddesini oluşturan su damlasının erkeklik hücresi ile dişilik yumurtasının döllenme sonucundaki birleşmesine işarettir. Belki de karışımı oluşturan elementlerden maksat döllenmiş hücredeki kromozomların içerdiği "gen"lerdir. Bu genler birinci derecede insan soyunun karakteristik niteliklerini, ikinci derecede de ailenin niteliklerini taşıyarak gelişecek olan insan yavrusuna aşılarlar. İnsan yavrusunu oluşturan su damlası bu genler gösterdiği doğrultuda gelişerek başka bir hayvan yavrusu değil de insan yavrusu oluşturur. Bunun yanısıra bu genler aileden geçen özel niteliklerin de taşıyıcılarıdır. Ayrıca bu deyim, çeşitli kalıtımların ortak karışımı anlamına da gelebilir.

Yüce Allah insanı anlattığımız karışım nitelikli su damlasından yaratırken iş olsun diye, boşuna ya da rastgele yaratmadı. Tersine onu sınavdan geçirmek için, imtihan etmek için, denemek için yarattı. Aslında yüce Allah insanın ne olduğunu, geçireceği sınavı ve bu sınavın sonunda ne not alacağını baştan biliyor. Fakat ön bilgisinin varlık sahnesinde ortaya çıkmasını, varlığın özünde plâna bağlanmış olan bu ön bilginin sonuçlarının insanın eylemlerine yansımasını, bu bilginin sonuçlarının onu adım adım izlemesini ve sınavdan ortaya çıkacak sonuçların karşılıklarına çarptırılmasını istemiştir.

Bundan dolayı o, insanı "işitici" ve "görücü" yapmış, yani onu gerekli duyu organları ve algılama yetenekleri ile donatmıştır. Amaç onun algılayabilmesi, karşılık verebilmesi, nesneleri ve değerleri kavrayabilmesi, bu algılara ve kavramalara dayanarak hüküm verebilmesi ve seçim yapabilmesi ve yaptığı tercihlere göre sınavını başarı ile geçmesidir.

Demek ki, yüce Allah'ın insan soyunun sürmesine ve belirlediği yöntem -ki bu karışım nitelikli bir su damlasından insan yavrusu yaratmaktır- uyarınca insan fertlerinin çoğalmasına ilişkin iradesinin arkasında bir hikmet, bir amaç vardır. Ortada "rastgele"lik diye bir şey yoktur. Bu surenin ardındaki amaç bu canlı türünü sınavdan geçirmektir. Bundan dolayı ona algılama, karşılık verme, bilgi edinme ve seçim yapabilme yetenekleri bağışlamıştır. insanın yaratılışı, algı ve kavrama yetenekleri ile donatılması ve hayatı boyunca denenmesi, bütün bunlar belirli ölçülere bağlıdır.

Sonra Allah, insanı bilginin yanısıra yol seçme gücü ile donatmıştır. Önce ona başarıya erdiren yolu göstermiş sonra seçme yetkisini kendisine bırakmıştır. isterse kendine gösterilen düz yoldan gider, dilerse bu yoldan saparak Allah'a erdirmeyen yollar peşinde şaşkın şaşkın taban teper. Okuyoruz:

"Biz ona yolu gösterdik. Artık ister şükreder, isterse nankör olur."

Burada "hidayet" yani doğru yola girme kavramı "şükür" kavramı ile ifade ediliyor. Çünkü hidayete eren kalbin en doğal, en beklenen tepkisi Allah'a şükretmektedir. Sebebine gelince bu kalb iyi biliyor ki, insan uzun yüzyıllar boyunca anılmaya değer bir varlık değildi. Sonra yüce Allah onun anılmaya değer bir varlık olmasını istedi. Bunun için ona görme ve işitme yetenekleri bağışladı, kendisini öğrenme gücü ile donattı. Sonra gideceği yolu gösterip kendisini seçim yapma yetkisi ile başbaşa bıraktı. Bu yüzden bu münasebetle mümin kalbde belirmesi beklenen ilk duygu şükür duygusudur. Eğer şükretmez ise nankör olur. Hem de koyu bir nankör. Çünkü ayetin orjinalinde yeralan "kefur" sözcüğü, aşırı dereceli bir nankörlüğü ifade eder.

Bu üç dokunuştan sonra insan işin ciddiliğinin ve duyarlılığının bilincine varır ve iyice anlar ki, o bir amaç uğruna yaratıldı, bir ana eksene bağlıdır, öğrenme yeteneği ile donatılmıştır ve bu yeteneği gerekçesi ile hesaba çekilecektir, o sınavdan geçmek ve başarılı bir sınav vermek için dünyaya gönderildi, yeryüzündeki hayat dönemi oyun, eğlence ve sorumsuzluk dönemi değil, ciddi bir imtihan dönemidir. Okuduğumuz bu üç kısa ayetten İşte bu yüce ve köklü düşünce birikimi çıkıyor. Bunun yanısıra bu üç ayet, okuyucuya hayata ilişkin ağır bir sorumluluk duygusu, ciddiyet ve kâr da kazandırır. insanı, sözkonusu sınavın sonuçları konusunda bilinçli yapar, varlığının amacına, varlığının anlamına, genel olarak hayata ve değerler sistemine ilişkin görüşünü, bakış açısını değiştirir.

Bundan dolayıdır ki, ayetlerin devamında bu sınavdan veya şükür yolunu ya da nankörlük yolunu seçmesinden sonra insanı bekleyen sonuçların sunulmasına geçiliyor. Kafirlerin karşılaşacağı sonuçlara kısaca değinilmekle yetiniliyor. Çünkü surenin havası hem somut ve hem de soyut anlamda kulluk ve nimet havasıdır, ayetlere gönül açıcı nimetlere özendiren çağrının ardından azaba kısaca değinilmekle yetiniliyor.

 

4- Biz kafirler için zincirler, kelepçeler ve çılgın alevli cehennem hazırladık.

Ayetin orjinalinde yeralan "selâsil" ayakları ve "ağlâl" da elleri birbirlerine bağlayacak zincirler ve demirden yapılmış aygıtlar anlamına gelir. Bir de ayakları zincire vurulmuş ve elleri kelepçelenmiş Kafirlerin içine atılacakları çılgın alevli cehennem ateşi vardır.

Sonraki ayetlerde bu azap tasvirininin hemen arkasından bol nimetlerin tanıtımına geçiliyor.

5- İyiler kâfur karışımlı bir içeceği tastan içerler.

6- Bu Allah'ın iyi kullarının istedikleri yere akmasını sağlayarak içebilecekleri bir pınardır.

Bu ayetlerin ilkinde cennetteki iyi kulların içeceğinin kafur karışımı bir sıvı olduğu belirtiliyor. Cennetlikler yerden oluk oluk kaynayan bu bol ve gür akışlı içeceği kâse kâse içerler. Eski araplar içkilerine kimi zaman "kâfur" kimi zaman da "zencefil" katarak onun lezzetini artırırlardı. Bu yüzden onlara cennette, içine "kafur" karıştırılmış bol ve gür bir içecek pınarının olduğu, Üstelik bu içeceğin "temiz" yani sarhoşluk vermeyen bir nitelik tanıdığı haber veriliyor. Bu içeceğin dünya içkilerinden daha tatlı olduğunu, vücuda verdiği hazzın dünya içkilerinin sağladıkları hazdan üstün ve kat kat fazla olduğunu söylemeye bile gerek yok. Biz dünyalılar, cennet nimetlerinin lezzet düzeyini ve türünü kavrayamayız. Belirtilen niteliklerin amacı, anlamayı yakınlaştırmaktır. Çünkü yüce Allah biliyor ki, insanlar bu nitelikler olmaksızın, o bilgilerine kapatılmış gayb alemini hayallerinde canlandıramazlar.

Cennetlikler ilk ayette "iyi kullar" ikinci ayette ise "Allah'ın kulları" olarak tanımlanıyorlar. Bu nimet ve onurlandırma sergisi ortasında ilk tanımın amacı cana yakınlık, ağırlama ve ayrıcalık ilanı iken ikinci tanımlamanın amacı yüce Allah'a yakınlık imajını pekiştirmektir.

ALLAH'IN İYİ KULLARI

Arkasından sözkonusu nimetlerle ödüllendirilecek olan bu "iyiler"in, bu "Allah'ın has kulları"nın tanıtımına geçiliyor. Okuyoruz:

 

7- Onlar verdikleri sözleri tutarlar ve kötülüğü yaygın günden korkarlar. 8- Onlar içleri çektiği halde yemeklerini yoksullara, yetimlere ve tutsaklara yedirirler.

9- Yemek ikram ederken derler ki; "Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz. Sizden karşılık ya da teşekkür beklemiyoruz."

10- "Çünkü biz asık suratlı ve çetin bir günde Rabbimizden korkarız."

Bu tablo parlak, kalplere hoş gelen, içten, ciddi bir tablodur. İnanç sistemlerinin yükümlülüklerini yerine getirmeye azimli, yoksullara karşı kalpleri ılık merhamet duyguları ile dolu, başkalarının dertlerini kendi problemlerinden önceye alan, Allah'tan çekinen ve korkan, O'nun hoşnutluğunu ısrarla arayan insanları gözlerimizin önüne getiriyor. Aynı zamanda Allah'ın azabından şiddetle sakınan bu insanlarda bu duyguyu kötülüklerden sakınma ve duyarlı görev bilinci geliştirmiştir.

Evet, "Onlar verdikleri sözleri tutarlar." Yani görev edindikleri ibadetleri yaparlar, üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirirler. Başka bir deyimle bu işi ciddiye Alırlar, ona içten sarılırlar; sorumluluklarından kaçmaya yükümlülüklerinden sıyrılmaya kalkışmazlar; bu inanç sistemini benimsedikten sonra ondan yan çizmeye yönelmezler. İşte bu anlamda "verdikleri sözleri tutarlar". Yoksa sadece "adaklarını yerine getirirler" denmek istenmiyor. Devam ediyoruz:

"Kötülüğü yaygın günden korkarlar."

Onlar o günün yaygın alanlı, çok sayıda günahkarı ve suçluyu kapsamına alan kötülüğünü iyi kavramışlardır. Bu yüzden o kötülüğün kendilerine de dokunacağından korkarlar. İşte takva sahiplerinin karakteristik özelliği budur. Onlar ne kadar çok ibadet ve iyi amel birikimine sahip olsalar da kusur ve günah işlemiş olmaktan çekinirler. Çünkü görevlerinin ağırlığının ve yükümlülüklerinin çokluğunun bilincindedirler. Devam ediyoruz:

"Onlar içleri çektiği halde yemeklerini yoksullara, yetimlere ve tutsaklara yedirirler."

Burada "yemek yedirme" eyleminde somutlaşan onurlu bir iyilikseverlik, yardımseverlik, hayırseverlik tablosu çiziliyor. Düşünelim ki, adamlar başkalarına yedirdikleri yemeklere aslında kendileri muhtaçtırlar. Bu anlamda ikram ettikleri yemeklere karşı içlerinde bir sevgi vardır. Yoksa bu özverili kalplerin çeşitli yoksul gruplara yedirdikleri yemekleri bilinen anlamda "sevdikleri" söylenemez. Sadece bu yemeklere kendilerinin de muhtaç oldukları belirtilmek isteniyor. Buna rağmen bu asil ruhlu iyilikseverler yoksulları kendilerine tercih ederler.

Bu övgülü vurgulama müşrik Mekke toplumunda egemen olan katı yürekliliğe dikkatlerimizi çekiyor. O günün insanları zavallı yoksulların yüzlerine bile bakmazlardı. Fakat nam olsun diye çok şeylerini saçıp savururlardı. Yalnız yüce "Allah'ın seçkin kulları" bu kızgın çöl güneşi ortasında adeta serin ve gölgeli bir "vaha"yı andırıyorlardı. Onlar gönülden coşan bir özveri ile, kalplerinden kaynayan bir merhametle, iyi niyetle, yüce Allah'a yönelik bir ibadet aşkı ile yemek yedirirlerdi. Bu soylu cömertliklerine hem ayetlerde anlatılan durumları ve hem de kalplerinden geldiği belli olan sözleri tanıklık ediyor. Okuyalım:

"Yemek ikram ederlerken derler ki;' `Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz. Sizden karşılık ya da teşekkür beklemiyoruz:

`Çünkü biz asık suratlı ve çetin bir günde Rabbimizden korkarız."

Görüldüğü gibi, burada ince ve cana yakın kalplerden taşan bir merhametle karşı karşıyayız. Bu merhamet yüce Allah'a yöneliktir, O'nun hoşnutluğunu arıyor, insanlardan ne ödül ve ne de teşekkür bekliyor, yoksullara tepeden bakmak, onlara hava atmak gibi bir amacı da yok. Ayrıca bu seçkin kullar, bu merhametlerini son derece çatık kaşlı bir güne karşı kalkan olarak düşünüyorlar. O günden korkuyorlar, çekiniyorlar ve el açıklıkları sayesinde onun kötülüğünden korunmaya çalışıyorlar. Çünkü Peygamberimiz şu sözü ile onları böyle davranmaya özendirmiştir:

"Yarım hurma ile bile olsa cehennem ateşinden kendini koru."

Bu şekilde yoksulların doğrudan doğruya karnını doyurmak o günün şartlarında o soylu iyilikseverlik duygusunu, ifade etmenin ve yoksulların ihtiyacını gidermenin geçerli bir yolu idi. Fakat iyilik yapmanın biçimleri ve yöntemleri şartlara ve ortamlara göre değişir. Her zaman böylesine dolaysız ve ilkel biçimde olması gerekmez. Fakat bu uygulamada mutlaka korunması gereken motifler vardır. Bunlar kalp duyarlılığı, coşku, iyilikseverlik tutkusu, Allah'ın hoşnutluğunu kazanma arzusu; ödül gibi, teşekkür gibi, dünya çıkarı gibi yeryüzü kaynaklı endişelerden arınmışlıktır.

Sosyal güvenlik amacı ile yoksulların ihtiyaçlarım karşılamak gayesi ile birtakım vergiler konabilir, varlıklılara malı yükümlülükler bindirilebilir ve fonlar oluşturulabilir. Fakat bu uygulamalar, yukardaki ayetlerin amaçladığı sonucun sadece bir yönünü, islamın zekat aracılığı ile çözüme bağlamak istediği yönünü gerçekleştirebilirler. Bu "tek yön" yoksulların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bu işin yarısıdır. Öbür yarısı "veren"lerin, iyilik yapanların ruhların eğitmek, onları soylu bir düzeye yükseltmektir. İşin bu "öbür yarısı"nı da asla gözardı etmemeli, küçümsememelidir. Fakat sosyal güvenlik amaçlı uygulamalarda, ne yazık ki, değerler alt-üst edilmekte ve işin bu ayrılmaz "yarı"sı karalanmakta, kötülenmekte, gölgelenmekte ve "alanları küçük düşüren ve verenlerin ahlâkını bozan bir uygulama" damgası ile damgalanmaktadır.

İslam hem kalpleri besleyen bir inanç sistemi ve hem de bu kalpleri arındırmayı amaçlayan bir eğitim yöntemidir. Kalplerde geliştirilen soylu duygular hem sahiplerini eğitirler hem hedef aldıkları kardeş Müslümanlara yarar sağlarlar. Böylece islamın amaçladığı eğitim her iki yanı ile gerçekleşmiş olur.

İşte okuduğumuz ayetlerin o yüce duyguyu böylesine özendirici somut biçimde ifade etmeleri bu yüzdendir. Devam edelim:

 

11- Allah da onları o günün kötülüğünden korur, yüzlerine parlaklık ve gönüllerine sevinç sunar.

Görülüyor ki, o seçkin kulların o korkusunu taşıdıkları günün kötülüğünden korunacakları hemen garanti ediliyor. Böylece bu dünyada bu Kur'an'ın mesajını alarak onaylayan o bahtiyarların huzura kavuşmaları sağlanıyor. Allah'ın onlara çetin ve çatık kaşlı gün göstermeyeceği, tersine onlara yüzlerine parlaklık ve gönüllerine sevinç sunacağı belirtiliyor. Çünkü bu ayrıcalık onların korkularına, çekingenliklerine, kalplerine arınmışlığına ve duygularının temizliğine yaraşan bir ödüldür.

Bunun arkasından o bahtiyarların içinde ağırlanacakları cennetin nimetlerinin tanıtılmasına devam ediliyor:

12- Sabretmelerinin karşılığında kendilerini cennetle ve ipekli elbiselerle ödüllendirir.

13- Koltuklara kurulurlar. Orada ne yakıcı güneş, ne de dondurucu soğuk görürler.

Yani kendilerine konut olarak cennet ve giyecek olarak da ipekten elbiseler verilecektir.

Onlar güvenli bir toplantıda biraraya gelmiş, sohbet ediyorlar. Çevrelerini saran hava bolluk, refah havasıdır. Bu hava sıcak değil, ılıktır; soğuk değil, serindir. Ne yakıcı rüzgar estiren bir güneş ve ne de dondurucu soğuk vardır. Bu tanıtmaya şunu eklemeliyiz: Orası başka bir âlemdir; orada ne şu bildiğimiz güneş ve ne de onun benzeri olan başka güneşler vardır, o kadar. Devam edelim:

14- Ağaçların gölgeleyici saçakları başlarına yakın alçaklıkta ve meyvalarının devşirilmesi son derece kolay olur.

15- Onlara gümüş tabaklarla ve saydam kadehlerle servis yapılır.

16- Bu gümüşten saydam kadehlerin büyüklükleri ihtiyaçlarına göre belirlenmiştir.

17- Onlara orada taslar içinde zencefil karışımlı içecekler sunulur.

18- Bu "selsebil " adı verilen bir cennet pınarıdır.

Ağaçların gölgeleyici saçakları ve meyva yüklü dalları cennetliklere iyice yaklaşıyor. Hiç kuşkusuz bu durum hayal edilebilecek rahatlıkların ve gölgelenmelerin en yararlısını canlandıran bir görüntü oluşturur.

İşte yüce Allah'ın iyi kullarına ödül olarak sunduğu cennetin genel görünümü budur. Bu "iyi kullar" dünyadaki hayatlarında yüce Allah'ın az yukarda çizdiği parlak, duygulandırıcı ve gönül açıcı tablo uyarınca yaşamış kimselerdi. Sonra cennetteki nimetlere ve hizmetlere ilişkin ayrıntılara geçiliyor.

Cennetlikler geniş yapraklı ağaçların gölgeleri, yere sarkmış dalların ve tatlı, ılık bir havanın altında, koltuklarına kurulmuş olarak safa sürerlerken buyruklarındaki hizmetçiler kendilerine gümüş kaplarda getirilen ve yine gümüş maşrapalarla dağıtılan içecekler sunarlar. Bu gümüş maşrapalar gümüşten olmalarına rağmen kristal gibi şeffaftırlar ki, dünyadaki gümüş kaplarda böyle bir özellik görülemez. Ayrıca bu maşrapalar, bu kaseler hem yararlılığı ve hem de güzelliği biraraya getiren, uygun büyüklüktedirler. Sonra bu içeceğe "zencefil" karıştırılmıştır. Tıpkı daha önce tanıtılan bir cennet içeceğinin içine "kafur" karıştırıldığı gibi. Ayrıca içecek tatlılığından ve hoş içimliliğinden dolayı "selsebil" adı ile anılan bir cennet pınarından sağlanmaktadır.

Dahası var. Bu testilerle ve kaselerle cennetliklere içecek dağıtan hizmetçiler yüzlerinde tüy bitmemiş taze delikanlılardır. Ne zaman aşınımına uğrarlar ve ne de yaşlanırlar. Hep genç, delikanlı ve parlak yüzlü kalırlar. Cennetin orasına burasına inciler gibi serpilmişlerdir. Okuyoruz:

 

19- Onlara hiç ölmeyecek gençler hizmet ederler. Bu gençleri görsen, ortalığa saçılmış birer inci sanırsın.

Arkasından bu görüntünün ana hatları çiziliyor. Genel bir bakış altında sahnenin kalplerdeki ve gözlerdeki etkisi özetleniyor. Okuyoruz:

20- Nereye baksan bir nimet ve büyük bir saltanat görürsün.

Evet, bir nimet ve görkemli varlık sahnesi ile karşı karşıyayız. Yüce Allah'ın yakınları olmayı başaran o iyi, o seçkin kullar bu görkemli varlıklar ve bol nimetler içinde yaşıyorlàr. Sahnenin özeti ve ana hatları bu şekildedir.

Sonra bu bol nimetlerin ve görkemli varlıkların içinde ayrıntı niteliği taşıyan bir görüntüye dikkat çekiliyor. Bu görüntü az önceki genel tanıtmanın gerekçeli örneği ve açıklaması havasında sunuluyor. Okuyalım:

21- Üzerlerinde ince, yeşil ipekten ve atlastan elbiseler vardır, bileklerine gümüş bilezikler takılmıştır. Rabbleri onlara temiz içecekler sunmuştur.

Ayetin orjinalinde yeralan "sündüs" sözcüğü, "ince ipek kumaş", "istebrek" sözcüğü ise "kalın ve astarlı kumaş" anlamına gelir. Cennetlikler bu süsleri ve bu göz kamaştırıcı konforu Rabblerinden Alırlar. Başka bir deyimle bu görkemli hayat dekoru, kerem sahibi yüce Allah'ın cömert bağışıdır. Bu durum, elde edilen nimetlerin değerini arttıran, ek bir değerdir.

Arkasından bütün bu nimetlerin üzerine sevgi ve onurlandırma nimetleri eklenir

22- Bütün bunlar iyiliklerinizin karşılığıdır, çabalarınız, hoşnutluğumuzu kazanmıştır.

Bu sözler yüceler aleminden geliyor. Bu sözler, o nimetlerin tümüne denk gelen onurlandırıcı bir bildiridir. Bütün o nimetlere kendi değerlerinin üzerine eklenen başka bir değer katar.

Böylece cennet nimetlerine ilişkin ayrıntılı sunuş ve kalpleri coşturan, özendirici çağrı noktalanıyor. Bu çağrı o temiz nimetleri hakketmeye ve zincirlerden, kelepçelerden, çılgın alevli ateşten uzak kalmaya yönelik bir teşvik niteliğindedir. Kısacası insan iki yol ağzındadır. Yollardan biri bu cennete, öbürü ise çılgın alevli cehenneme götürür.

Cennete ve cennetin gönül açıcı, bol nimetlerine yönelik bu çağrının arkasından yalanlayıcı tutumlarını ısrarla ve inatla sürdüren müşriklerin durumu ele alınıyor. Bu adamlar, islam çağrısının niteliğini kavramamış kimselerdir. Bu bilinçsizlikleri yüzünden Peygamberimiz ile pazarlığa girişerek O'nu davasından ya da bu davanın kendilerini rahatsız eden ilkelerinden vazgeçirmeye yelteniyorlar. İşte müşriklerin bu taviz koparma, müminleri dinlerinden vazgeçirme, yoksa onlara eziyet etme, insanları Allah yolundan alıkoyma; iyiliğe, cennete ve cennet nimetlerine yüz çevirme girişimleri arasında surenin son kesiti geliyor. Bu kesiti oluşturan ayetler, bilinen Kur'an üslubu ile bu durumu ele Alıp işliyorlar.

 

23- Ey Muhammed, bu 'Kur'an'ı sana indiren biziz.

24- Rabbin hükmünü verinceye dek sabret, onların günahkârlarının ve inatçı inkârcılarının sözlerine uyma.

25- Sabah ve akşam Rabbinin adını an.

26- Gecenin bir bölümünde O'na secde et, geceleri O'nu uzun uzun tesbih et.

Okuduğumuz bu dört ayet, islama çağrı hareketine ilişkin son derece önemli bir gerçeği dile getirirler. insanları Allah'a çağıran dava adamları bu gerçekle sıkı sıkıya bütünleşmeli, onu enine-boyuna değerlendirip içlerine sindirmeli, imana ilişkin somut ve psikolojik anlamlarını akıl süzgecinden geçirip iyice kavramalıdırlar

Peygamberimiz, müşriklerin karşısına tek ve ortaksız Allah çağrısı ile çıkmıştı. O bu çağrı sırasında sadece müşriklerin kalplerindeki inançla karşı karşıya gelmiş değildi. Eğer durum böyle olsaydı Peygamberimizin işi çok kolay olurdu. Çünkü adamların savundukları müşriklik inancı tutarsız olduğu için güçlü, tutarlı, açık ve yalın islam inancı karşısında uzun boylu direnemezdi, böyle bir güçten ve soluktan özü itibarı ile yoksundu. Yani bilinen o inatçı muhalefetin itici gücü, müşriklik inancının özünden değil, bu inancı kuşatan yan şartlardan ve o günkü toplumun yapısının özelliklerinden kaynaklanıyordu. Nitekim gerek tarihi belgeler ve gerekse Kur'an'ın çeşitli ayetleri bu yan şartların ve özel toplumsal yapının mücadeledeki etkin rolüne önemle dikkatlerimizi çekmektedir.

Bu yan şartları ve toplumdaki yapısal özellikleri şöyle özetleyebiliriz: ileri gelen müşrikler, o günkü toplumun egemen sınıfım oluşturuyorlardı. Bu konumları yüzünden toplumun egemen değerlerini üstün tutuyorlar, onları maddi çıkarlarının vazgeçilmez güvenceleri olarak görüyorlardı. İşte tutarsız, saçmalığı belli müşriklik inancının tutarlı, açık ve güçlü islam inancı karşısında gösterdiği sert direnişin arkasında yatan ilk faktör buydu. Sonra öbür ikinci dereceden faktörler geliyordu. Cahiliye kültürünün kurumsallaştırdığı hayat tarzı, bu hayatın hazları, zevkleri ve körüklediği ihtiraslar da bu direnişe güç katıyor; yeni inanç sistemine karşı takınılan inatçı ve katı tavrı besliyordu. Çünkü bu yeni inanç sisteminin ahlâk ilkeleri ve yüce değerleri, içgüdülerin ve ihtirasların başıboş bırakılmalarına, istedikleri gibi at oynatmalarına, her türlü ahlâk dizginini kırmış, çılgın ve sorumsuz bir hayata dalınmasına göz yummuyordu.

Buna göre islam çağrısına karşı duran direniş hareketinin ardındaki sebepleri şu üç kategoride toplayabiliriz: a) İleri gelen müşriklerin sosyal konumları, o günün egemen toplumsal değerleri, siyasi otorite, servet ve çıkarlar. b) Alışkanlıklar, adetler ve geleneksel hayat tarzı. c) Değer yargılarından ve ahlâk bağlarından sıyrılmak isteyen içgüdülerin ve ihtirasların dürtüsü. Bütün bunlar ilk çağrı hareketinin karşısına dikilen faktörlerdi. Aynı faktörlerin her zaman ve her yerdeki çağrı hareketlerinin karşısına dikildikleri görülür. Bu faktörler islam-küfür savaşının değişmez faktörleridir. Aynı zamanda bu faktörler bu savaşa amansız ve bitimsiz bir mücadele niteliği kazandırır; onun sıkıntılarına, yükümlülüklerine katlanmayı ve onu kararlılıkla sürdürmeyi dünyanın en zor işlerinden biri haline getiriyor.

Bundan dolayı her dönemde ve her yerdeki insanları Allah'ın dinine çağıran dava adamlarının yukardaki ayetlerin içerdiği gerçekle ve bu ayetlerin indikleri sıradaki şartlarla enine-boyuna bütünleşmeleri gerekir. Çünkü bu şartlar, dünyanın neresinde ve hangi döneminde olursa olsun, insanları Allah'a çağıran bütün dava adamlarının vermek zorunda kalacakları savaşın değişmez şartlarıdır.

Bilindiği gibi Peygamberimize, insanları uyarması yolunda Allah'tan direktif geldi. O'na "Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed, ayağa kalk da uyar" buyuruldu. (Müddesir 1-2) Peygamberimiz sırtına yüklenen bu görevi yerine getirmeye girişir girişmez, daha ilk adımlarında, bu faktörler ile, bu sebeplerle yüzyüze geldi. Bu faktörler, hemşehrilerini bu yeni çağrıya uymaktan alıkoyuyor, onları çürüklüğünün ve tutarsızlığının farkında oldukları eğri inançlarına sımsıkı sarılmaya sürüklüyor, dahası bu adamları inançlarını, sistemlerini, sosyal konumlarını, çıkarlarını, alışageldikleri yaşama biçimlerini, hazlarını ve ihtiraslarını inatla ve şiddetle savunmaya itiyordu. Yeni çağrı hareketi daha ilk aşamada böylesine çok yönlü tehditlerle boğuşmak zorunda kalmıştı.

Bu inatçı direniş çeşitli biçimlere büründü. ilk aşamada bu yeni çağrıya uyan mümin azınlığa türlü eziyetler yaptı, işkenceler ve tehditler yolu ile onları inançlarından vazgeçirmeye çalıştı. Sonra bu inanç sisteminin ak çehresini karartmayı, sistemi ve Peygamberini toz bulutu altında bırakmayı denedi. Bu amaçla birçok suçlamalara girişti, birçok asılsız dedikodulara başvurdu. Bu kirli yollara başvuranlar bu dine yeni katılmaların olmasını engellemek istiyorlardı. Çünkü bu inanç sistemine yeni insanların katılmasını önlemek, onun özünü kavramış ve tadını almış eski müminleri dinlerinden döndürmekten daha kolay olabilirdi.

Bunların yanısıra doğrudan doğruya Peygamberimizi hedef alan komplolar tezgahlamayı da ihmal etmediler. Tehditlerin ve eziyetlerin para etmediğini anlayınca sahte bir yumuşama havasına girdiler. Peygamberimizin karşısına şu tür teklifler ile çıktılar: Geçmişi unutup yolun bu noktasında elele verebilirlerdi. Bunun için Peygamberimiz, bu beylerin inançlarına, sistemlerine ve geleneklerine yönelik sert saldırılarını durdurmalı idi. O zaman her iki tarafın onaylayacağı ortak şartlar etrafında barış yapılabilirdi. Nitekim zaman zaman çıkar ve ganimet bölüşümü üzerinde, ya da bilinen diğer dünyalık meseleler çevresinde anlaşmazlığa düşerek birbirleri ile çatışan toplumlar ve kişiler sonunda bir noktada anlaşıyorlar, aralarındaki çekişmeyi sona erdiriyorlardı.

İşte insanları Allah'ın yoluna çağıran bütün dava sahipleri her dönemde ve her yerde bu komploların ya aynıları ile ya da benzerleri ile kesinlikle yüzyüze gelirler.

Peygamberimiz gerçi bir peygamberdi. Yüce Allah O'nu komplolara ve insanların kirli tuzaklarına karşı kesin koruma altına almıştı. Fakat, sıfatı ne olursa olsun, o da bir insandı. Bir avuç mümin ile birlikte ağır şartlara göğüs germek zorunda kalmıştı, karşı koyacak yeterli güçten yoksundu. Yüce Allah O'nun bu durumunu biliyordu. Bu yüzden O'nu yalnız bırakmıyordu; kendisini desteksiz, yardımsız ve kritik noktalarda yol göstermesiz olarak bu ağır realitenin baskısı altına sürmüyordu.

İşte yukarda okuduğumuz ayetler, bu yardımı, bu desteği, bu yol göstericiliği içerir. Baştan Okuyalım:

"Ey Muhammed, bu Kur'an'ı sana indiren biziz."

Bu ilk direktif, bu çağrıya ilişkin yükümlülüklerin kaynağının, özünün dayanağının ne olduğuna dikkatleri çekiyor. Bu çağrı Allah'tan geliyor. Tek kaynağı O'dur. Bu Kur'an'ı indiren O'dur. Onun başka bir kaynağı yoktur. Bu çağrının özüne bu pınardan fışkırmamış olan yabancı bir şey karıştırılamaz. Bu inanç sistemi için bu kaynak dışındaki hiçbir yerden bir şey alınamaz, iktibas edilemez, dayanak yapılamaz, böylesine yabancı unsurlar bu inanç sistemine karıştırılamaz.

Bunun yanısıra şunu da unutmamalı. Bu Kur'an'ı indiren ve Peygamberini bu çağrıyı seslendirmekle görevlendiren Allah'tır. O bu çağrıyı ve bu çağrıyı seslendiren önderi korumasız bırakmaz. Görevi, öndere veren O olduğu gibi Kur'an'ı o Önder'e indiren de O'dur.

Fakat eğri güçler şımarıklıklarını, küstahlıklarını sürdürürler. Müminlere eziyet üzerine eziyet yaparlar. Dinlerin vazgeçirme çabaları peşlerini bırakmaz. Bu çağrı hareketinin amansız düşmanları inançlarına, sistemlerine, geleneklerine, sığınak olarak kullandıkları bozguncu ve yıkıcı faaliyetlerine yönelik ısrarlarından daha katı bir ısrarla insanları Allah yoluna girmekten Alıkoymaya çalışırlar. Aynı adamlar bir yandan da davanın önderine barış yapmayı, Mekke kentini bölüşmeyi ve bir ortak noktada buluşmayı öneriyorlar. O günün zor şartları karşısında bu öneriyi reddetmek, geri çevirmek oldukça zor bir karardır.

İşte bu noktada ikinci direktif geliyor. Okuyalım:

"Rabbin hükmünü verinceye kadar sabret, onların günahkârlarının ve inatçı inkarcılarının sözlerine uyma."

Her iş yüce Allah'ın plânına bağlıdır. O eğriliğe mühlet tanır, kötülüğe meydan verir; müminlerin sıkıntı, sınanma ve arınma dönemlerine uzatır. Bütün bunların gerisinde sadece O'nun bildiği bir hikmet vardır. Bu hikmet aracılığı ile o plânını uygular, hükmünü yürütür. O halde sen "Rabbin hükmünü verinceye kadar sabret." O'nun belirlediği an gelinceye kadar eziyetlere ve baskılara sabret. Eğrilik cephesinin galip gelmesine, şer güçlerin gemi azıya almalarına sabret. En çok da bu Kur'an'da sana indirilen gerçeğe sımsıkı sarılarak sabret. Sabret et de sakın o adamların bu inanç sisteminin zararına olacak barış ve ortak noktada buluşma önerilerine kulak asma. "Onların günahkârlarının ve inatçı inkarcılarının sözlerine uyma:' Onlar günahlara batmış kafirler olduklarına göre seni Allah'a kulluğa, iyiye ve yararlıya çağırmazlar, tersine seni şu ya da bu biçimde günaha ve kafirliğe çağırırlar. Ortak bir noktada buluşma önerilerinin ve seni hoşnut edeceğini, sana çekici geleceğini sandıkları tekliflerinin ardında bu kirli maksat yatar.

Gerçekten müşrikler Peygamberimize siyasi mevki içerikli, servet içerikli, şehvet tatmini içerikli vaadler yapıyorlardı. Ona kabilelerinin önderi olmayı, verecekleri servetlere konmayı öneriyorlardı. Kendisini Mekke'nin en zengini yapacaklarına söz veriyorlardı. Hatta O'na güzel kızları peşkeş çekeceklerini söylüyorlardı. Nitekim müşriklerin elebaşılarından biri olan Utbe b. Rebia birgün Peygamberimize "Bu davadan vazgeç sana kızımı vereyim. Kızım Kureyş kabilesinin en güzel kızlarından biridir" demişti. Bütün bunlar öteden beri eğrilik yanlılarının her yerdeki ve her kuşaktan dava adamlarını satın almak için yaptıkları çekici teklifler olagelmiştir.

Evet, "Rabbin hükmünü verinceye kadar sabret, onların günahkârlarının ve inatçı inkarcılarının sözlerine uyma." Onlarla aranızda üzerinde uzlaşılacak ortak bir nokta yoktur. Onlar ile aranızdaki büyük uçurumun üzerine köprü kurup üzerinden geçmek imkansızdır. Senin sistemin ile onların sistemini, senin evren bütününe ilişkin düşüncen ile onların kainat düşüncesini, senin savunduğun gerçek ile onların tuttukları eğri, senin imanın ile onların kafirliklerini, senin aydınlığın ile onların karanlıklarını, senin gerçeğe ilişkin bilgin ile onların cahiliye zihniyetlerini birbirleri ile bağdaştırmak olacak şey değildir. Aranızda aşılmaz sıradağlar vardır.

Zaman uzasa da, baskılar şiddetlense de, caydırma girişimleri yoğunlaşsa da, yolun sonu gelmez olsa da sabret.

Yalnız bu sabır zor iştir. Azık ister, belirli bir destek ister. Okuyalım:

"Sabah ve akşam Rabbinin adını an.

Gecenin bir bölümünde O'na secde et, geceleri O'nu uzun uzun tesbih et." Bu çetin yolculuğun azığı İşte budur. Sabahları ve akşamları Rabbinin adını an. Geceleri secdeye kapanarak uzun uzun O'nu noksanlıklardan tenzih et. Bu sana Kur'an'ı indiren ve seni bu çağrıyı seslendirmekle görevlendiren yüce kaynakla ilişki kurmaktır. Gücün kaynağı, azığın ve desteğin pınarı geceleri uzun uzun zikrederek, ibadet yaparak, dua ederek, tesbih ederek O'nunla bağ kurmaktır. Çünkü yol uzundur, yük ağırdır. Onun için bol azığa ve büyük yardıma ihtiyaç vardır. İşte bu azık ve yardım buradadır. Burada kul ile Allah yalnızlık köşesinde, fısıltılı yakarışlarda, beklentilerde ve başbaşa gelmenin coşkusunda buluşurlar. Bu buluşmadan yorgunluğa ve dermansızlığa karşı rahatlık doğar, zayıflığa ve sayı azlığına karşı güç meydana gelir. insan ruhu basit duygulardan ve kaygılardan arınarak taşıdığı yükümlülüğün yüceliğini, üstlendiği "emanetin büyüklüğünü görür. O zaman da insan üzerinde yürüdüğü yolun dikenlerinin ayaklarında ve vücudunun diğer yerlerinde açtığı ve açacağı yaraları umursamaz, önemsemez olur.

Yüce Allah merhametlidir, sevgili kulunu bu çağrıyı seslendirmekle görevlendirmiş, O'na Kur'an'ı indirmiş, yükünün ağır ve yolunun dikenli olduğunu baştan bildirmiştir. Bu yüzden Peygamber'ini yardımsız ve desteksiz bırakmamıştır. İşte O'nun yardımı budur. O bu yardımın o dikenli yoldaki çetin yolculuğun uygun ve gerçek azığı olduğunu herkesten iyi bilir. Bu yardım, her yerdeki ve her kuşaktan dava adamlarının azığıdır. Çünkü dava birdir, şartları aynıdır, eğrilik cephesinin bu dava karşısındaki tutumu aynıdır, bu tutumun gerekçeleri aynı olduğu gibi eğrilik yanlılığının yöntemleri de değişmezdir. O halde "hak" yanlılarının yöntemleri de yüce Allah'ın bu yolun uygun yöntemleri olduklarını belirttiği yöntemler olmalıdır.

insanları Allah'a çağıran dava adamları, yüce Allah tarafından bu çağrının ilk önderine telkin edilen bu gerçeği enine-boyuna içlerine sindirmelidirler. Sözkonusu gerçek, bu çağrı görevinin Allah katından geldiği, çağrının asıl sahibinin 0 olduğu, O'ndan gelen bu çağrının özüne günaha batmış kafirlerce savunulan eğri sistemlerden aktarılacak yabancı unsurların karıştırılmaması gerektiği gerçeğidir. Buna göre bu çağrının temsil ettiği gerçekle o günahkârın savundukları eğri sistemlerinin işbirliği yapmaları, "hakk"ı savunanlar ile batıl (eğri yol) yanlılarının uzlaşmaları, ortak bir noktada buluşmaları mümkün değildir. Hak ile batıl, birbirleri ile çelişen iki zıt sistemdir, hiçbir zaman birleşmeyecek iki ayrı yoldurlar. Bu arada bazan batıl yanlıları kaba güçlerine ve sayısal çokluklarına dayanarak azınlık halindeki zayıf müminleri yenebilirler. Bu Allah'ın bildiği bir hikmetin sonucu olarak meydana gelir. Böyle durumlarda yüce Allah'ın hükmü gerçekleşene dek sabretmek, Allah'tan yardım istemek, geceleri uzun uzun dua ve tesbih ederek O'nun desteğine sığınmak bu yolun tek güvenilir azığıdır.

Bu gerçek, bu yolun öncülerinin iyice kavramak, enine-boyuna içlerine sindirmek zorunda oldukları önemli bir ilkedir.

Bunun arkasından peygamberimizin savunduğu sistem ile müşriklerin tuttukları sistem arasındaki bağdaşmaz farklılık bir kez daha vurgulanıyor. Bunun kanıtı olarak müşriklerin kendi iyiliklerinin nerede olduğunu bilmedikleri, ideallerinin kof ve düşünce ufuklarının dar olduğu anlatılıyor. Okuyalım:

 

27- Bu adamlar şu geçici dünyayı severler ve önlerindeki o zorlu günü gözardı ederler.

Bu adamların arzuları ve idealleri yakın vadeli, istekleri ve düşünceleri küçüktür. Kendileri de küçük ve basit olan bu zavallılar şu gelip geçici dünyaya dalarlar da önlerinde kendilerini bekleyen zorlu ve "ağır" bir günü gözardı ederler. Oysa o gün hem sorumlulukları, hem sonuçları ve hem de gerçek terazisindeki tartısı açısından "ağırlıklı" bir gündür.

Bu adamların hiçbir sözlerine uyulmaz, tutturdukları yolda peşlerinden gidilmez. Müminler ile ortak hedefleri ve paylaşılır amaçları olamaz. Şu geçici dünyadaki mallarına, mevkilerine ve konforlarına imrenilmez. Çünkü şu dünyanın günleri sayılıdır, nimeti ve konforu yetersizdir, sahiplerine gelince onlar da küçük ve basit zavallılardır.

Bu arada onların kendi iyiliklerinin nerede olduğunu göremedikleri dolaylı biçimde anlatılıyor. Çünkü adamlar şu gelip geçici dünyayı tercih ederek genel hesaplaşma işleminden sonra kendilerini zincirleri ile, kelepçeleri ile, çılgın alevli cehennemi ile bekleyip duran zorlu günü ihmal ediyorlar.

Bu ayet de Peygamberimizi ve çevresindeki müminleri şu sevdikleri dünyaya ilişkin istediklerini elde eden müşrikler karşısında yüreklendirmeye devam ediyor. Bùnun yanısıra dünya tutkunlarına yöneltilmiş üstü kapalı bir tehdit niteliğindedir.

Bu üstü kapalı tehdidi bir küçümseme ifadesi izliyor. Bu ifadede o zavallıların Allah katındaki önemsizlikleri vurgulanıyor. Çünkü kendilerine sahip oldukları bu maddi gücü, bu caydırıcılığı veren Allah dilerse kendilerini ortadan kaldırarak yerlerine başkalarını getirebilir. Eğer böyle yapmıyor da onları yerlerinde bırakıyorsa bunun bir hikmeti vardır, O ezeli plânını bu hikmet aracılığı ile yürütüyor.

28- Onları yaratan ve vücutlarına biçim veren biziz. İstediğimiz zaman onları benzerleri ile değiştiririz.

Bu açıklama, her şeyden önce maddi güçlerine güvenerek şımaran bu zavallılara bu güçlerinin, hatta varoluşlarının kaynağını hatırlatıyor. Sonra da zayıf bir azınlık durumunda olan müminlere moral aşılıyor. Çünkü bu gücü veren, onların bağlısı oldukları ve çağrısını duyurmaya çalıştıkları yüce Allah'tır. Ayrıca yüce Allah'ın plânına ve bu plânın gerisindeki amaçlanmış hikmete ilişkin gerçeği müminlerin kalplerine yerleştiriyor. En yerinde hükümleri veren yüce Allah'ın hükmü gerçekleşinceye kadar gelişen bütün olaylar O'nun bu hikmetine uygun biçimde meydana geliyor.

Evet; "İstediğimiz zaman onları benzerleri ile değiştiririz."

Onlar güçleri ile yüce Allah'a karşı koyamazlar, O'nunla başedemezler. Çünkü onları yaratan ve övündükleri gücü kendilerine veren O'dur. O onları yok edip yerlerine başka benzerlerini yaratabilir. Eğer onlara mühlet veriyor da kendilerini benzerleri ile değiştirmiyorsa bu bir yandan O'nun lütfunun ve bağışının, öbür yandan da O'nun hükmünün ve hikmetinin sonucudur.

Ayet bu anlamından dolayı Peygamberimize ve çevresindeki müminlere yönelik moral ve direnç aşılama çabasının bir devamı, müminler ile karşıtlarının gerçek durumlarını anlatan bir açıklamadır. Bunun yanısıra şu dünyaya dalmış ve ailelerin gücüne güvenerek şımarmış şımarıklara yönelik donukluk bir uyarıdır. Böylece onlardan Allah'ın nimetlerini hatırlamaları isteniyor. şımarıklıklarına gerekçe yaptıkları ve karşılığında şükür etmedikleri nimetlerini. Ayrıca bu nimetlerin ardında saklı duran "sınanma" gerçeğinin farkına varmaları da isteniyor. Bilindiği gibi bu sınav gerçeği onlara surenin baş tarafında açıklanmıştı.

Arkasından müşrikler kendilerine tanınan fırsat konusunda uyarılıyorlar. Sebebine gelince Kur'an kendilerine gerçekleri sunuyor ve Kur'an'ın bir parçası olan bu sure de onlara ana ilkeleri hatırlatıyor. Okuyalım:

 

29- Bu bir hatırlatmadır. İsteyen Rabbine giden yolu tutar.

Bu açıklamanın hemen arkasından yüce Allah dileğinin sınırsızlığı ve her şeyin ona döndüğü gerçeği vurgulanıyor. Böylece son yönelişin O'nun dergahına olması, son çözümde O'nun hükmüne boyun eğilmesi, insanın kendi gücünü ve etkinliğini arka plâna atarak O'nun gücüne ve etkinliğine öncelik tanıması isteniyor. Zaten islam gerçek anlamı ile, özü ile bu demektir. Okuyoruz:

30- Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve her işi yerinde yapar.

O halde insanlar bilsinler ki, sorumsuz yapıcı ve güçlü yönlendirici yüce Allah'tır. Böylece insanlar O'na nasıl yöneleceklerini, nasıl O'nun plânına teslim olacaklarını öğrensinler. İşte bu tür ayetlerin içerdiği gerçeğin alanı ve çerçevesi budur. Bu arada şu gerçek de vurgulanıyor. Yüce Allah özgür dileği ile kullarını doğru ile eğriyi birbirinden ayırd etme yeteneği ile donattı, onlara kalplerinin özünü bilen dileği uyarınca bu ikisinden birine yönelme iradesi sundu. Yine O kullarını kavrama gücü ile ve bilgi ile destekledi. Onlara Peygamber göndererek ve Kur'an'ı indirerek kendilerine gidecekleri yolu gösterdi. Yalnız bütün bunlar son aşamada varıp O'nun plânına dayanır. Herkesin tek sığınacağı merci O'nun dergahıdır. O kendisine sığınanları adını anmaya ve ibadet etmeye muvaffak eder. Buna karşılık eğer kul O'nun karşı durulmaz gücünü gerçek anlamda tanımaya yanaşmaz da yardım ve başarı dileği ile O'nun dergahına sığınmazsa ne doğru yolu bulabilir, ne O'nun adını anmayı ve iyilik işlemeyi başarabilir.

31- O dilediklerini rahmetinin kapsamı altına Alır. Zalimlere gelince O, onlar için acıklı bir azap hazırlamıştır.

O'nun iradesi özgür ve sınırsızdır, dilediğini yapar. Bu özgür dileğin bir sonucu olarak O, dergahına sığınanlardan, doğru yola iletilmelerini ve ibadet etme başarısı ile donatılmalarını isteyenler arasında dilediklerini rahmetinin şemsiyesi. altına Alır. Ama "Zalimlere gelince O, onlar için acıklı bir azap hazırlamıştır." Dünyada O'nun onlara meydan vermesi, mühlet tanıması sonunda bu acıklı azapla yüzyüze gelsinler diyedir.

Surenin bu "son"u "baş"ı ile bütünleşiyor, sınavın sonucunu açıklıyor. O sınav ki, yüce Allah, insanı onun uğruna karışım nitelikli bir su damlasından yarattı, onu işitme ve görme yeteneği ile donattı, ona yolunu gösterdikten sonra isterse cennete doğru, dilerse cehenneme doğru gidebileceğini belirtti.

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net