Sure, peygamberlik misyonunun ve inanç sisteminin kaynağını vurgulayan, pekiştiren bir ifadeyle başlıyor: "Nuh'u milletine peygamber olarak gönderdik." Peygamberlerin görev aldıkları, inanç gerçeğini edindikleri kaynak budur. Varlıklar alemi de hayat da bu kaynaktan doğmuştur. Bu kaynak, insanı yaratan ulu Allah'tır. Ulu Allah insanın öz yaratılışına kendisini bilme ve kendisine kulluk sunma yeteneğini yerleştirmiştir. insanoğlu bu öz yaratılıştan sapıp yolunu yitirdikçe kendisini tekrar öz yaratılışın çizgisine getirecek peygamberler göndermiştir. Nuh peygamber Hz. Adem'den sonra bu amaçla gönderilen ilk peygamberdir. Kur'an-ı Kerim, Hz. Adem'in yeryüzüne gönderilişinden ve dünya hayatına alışmasından sonra kendisine peygamberlik misyonunun verilip verilmediğinden sözetmiyor. Belki de Adem evlatlarına ve torunlarına öğretmenlik yapıyordu. Hz. Adem'in vefatından uzun süre sonra evlatları ve torunları tek Allah'a kulluk sunmaktan uzaklaştılar. Birtakım putları tanrı edindiler. Bu putları başlangıçta kutsal bildikleri güçleri sembolize etmek için diktiler. Bunlar görülen veya görülmeyen evrensel güçlerdi. Bu putların en ünlüleri bu surede sözü edilen beş puttu. Bu yüzden yüce Allah onları yeniden tek Allah inancına getirmek, Allah, hayat ve varlık hakkındaki düşüncelerini düzeltmek için .Hz. Nuh'u onlara peygamber olarak gönderdi. Kur'an-ı Kerim'den önce gönderilen kutsal kitaplar Hz. idris'in Hz. Nuh'tan önce peygamber olarak görevlendirildiğinden sözederler. Fakat, tahrif, ekleme ve değiştirme kuşkusundan dolayı bu kitaplarda anlatılanlar müminin inancının yapılanmasında yer edinemezler.
Kuran'daki peygamberler kıssalarını okuyanlar Hz. Nuh'un insanlığın ilk dönemlerinde peygamber olarak gönderildiğini anlarlar. Hz. Nuh, dokuz yüz elli senelik ömrünü milletini davet etmekle geçirmişti. Hiç kuşkusuz milleti de uzun ömürlü insanlardan oluşuyordu. Gerek onun, gerekse milletinin bu şekilde uzun yıllar yaşamış olmaları o sırada insanların az olduğunu ve sonraki kuşaklarda olduğu gibi henüz çoğalmadıklarını gösteriyor. Biz bu sonucu, yüce Allah'ın canlılara ilişkin yasasından çıkarıyoruz. Bu yasaya göre sayı azaldı mı ömür uzar. Sanki bu yasa doğal dengenin ve yenilenmenin ifadesidir. Fakat bunu en iyi Allah bilir. Bu sadece bir görüştür, Allah'ın yasası ile ilgili karşılaştırmalı gözleme dayalı bir sonuçtur.
Sure, peygamberlik misyonunun kaynağını vurgulayan ve bu gerçeği pekiştiren bir ifadeyle başlıyor. Ardından Hz. Nuh'un sunduğu mesajın özünü özetleyerek hatırlatıyor. Mesajın özü, uyarıdır:
"Milletine can yakıcı bir azap gelmezden önce onları uyar."
Hz. Nuh'un, uzun yıllar verdiği mücadelenin, yaptığı davetin sonunda Rabbine sunduğu bilançodan anlaşıldığı kadariyle onun milleti büyüklenme, burun kıvırma, serkeşlik yapma ve sapıklıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, onlara yönelik mesajın `uyarı' kelimesi ile özetlenmesi son derece normaldir. Kavmine yönelik davetinde ilk önce acıklı azapla başlaması, dünya veya ahirette veya her ikisinde birlikte başlarına gelecek olan çetin azabı gündeme getirerek söze girişmesi, onların durumuna son derece uygundur.
Görevlendirme sahnesinden surenin akışı öz bir ifadeyle mesajın açıkça duyurulduğu sahneye geçiyor. Bu mesajın en belirgin özelliği uyarı içerikli oluşudur. Bununla beraber, işlenen günah ve hataların bağışlanabileceği, hesaplaşmanın kıyametteki son hesâplaşmaya kadar ertelenebileceği ima ediliyor. Bunun yanısıra kendilerine yöneltilen çağrının temel ilkeleri de kısa ve öz bir ifadeyle dile getiriliyor:
"Dedi ki: `Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin; O'ndan sakının ve bana itaat edin ki Allah günahlarımdı size bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin; doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz; keşki bilseniz."
"Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım." Uyarıcılığını açıkça ortaya koyuyor, gerekçesini, kanıtını gözler önüne seriyor. Kem küm etmiyor, lafı ağzında gevelemiyor. Mesajını iletme işini ağırdan almaya kalkışmıyor. Onları çağırdığı gerçek hususunda ve sunduğu gerçeği yalanlayanları bekleyen azap hususunda kapalılığa, karışıklığa yer vermiyor.
Onları çağırdığı şey son derece basit, açık ve tutarlıdır: "Allah'a kulluk edin ondan sakının ve bana itaat edin." Tek ve ortaksız Allah'a kulluk. Duygu ve davranışlara egemen olan Allah'tan korkmak. Hayat düzenlerini ve davranış kurallarını alacakları bir kaynak olarak öngördüğü peygamberine itaat.
Ana hatlarıyla vurgulanan bu prensiplerle gök menşeli dinlerin temel özellikleri dile getiriliyor. Bunun ardından daha geniş boyutlu açıklamalara, ayrıntılara geçiliyor. imana dayalı düşüncenin büyüklüğü, derinliği, genişliği, kapsamlılığı, en ince noktasına kadar varlıklar aleminin ve insan varlığının değişik yönlerini içermesini vurguluyor.
Sadece Allah'a kulluk sunmak, eksiksiz bir hayat sistemidir. Bu sistem, ilahlık ve kulluk gerçeklerine, yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkiye, evren ve insan hayatındaki güç ve değerlerin gerçek mahiyetine ilişkin düşünceyi kapsar. Bu yüzden insanlığın hayat düzeni bu düşünceye dayalı olarak biçimlenir. Böylece her yönüyle özgün bir hayat sistemi oluşur. ilahlık makamı ile kulluk makamı arasındaki ilişkiye, yüce Allah'ın eşya ve canlılara ilişkin olarak belirlediği değer yargılarına dönük bir hayat sistemidir bu.
Allah korkusu... insanların bu sisteme bağlı kalmalarının, sağa-sola sapmamalarının, çarpıtmaya kalkışmamalarının, uygularken yanıltmamalarının tek güvencesi... Bu, aynı zamanda, riyasız, gösterişsiz olarak Allah'ın hoşnutluğunun gözetilmesini öngören üstün ahlakın da kaynağıdır.
Peygambere itaat etmek: Allah'ın yolunda dosdoğru yürümenin aracıdır. Hidayeti ilk merkeze bağlı kaynaktan edinmenin yoludur. Sağlam, güvenli ve direkt bağlantıyı sağlayan bir istasyon aracılığı ile göklerle sürekli iletişim hâlinde olmanın tek seçeneğidir.
Dolayısıyle dünya üzerindeki hayatının ilk dönemlerinde Hz. Nuh'un milletini çağırdığı bu geniş çizgiler, ondan sonra her kuşağa yöneltilen Allah davasının özetidir. Buna karşılık Hz. Nuh, yine Allah'ın tevbe edenlere, pişman olanlara vaadettiği ödülü bildirmişti:
"Ki Allah günahlarınızı size bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin."
Allah'a kulluk sunmaya, O'ndan korkmaya ve peygamberine itaat etmeye ilişkin çağrıya olumlu karşılık vermenin ödülü bağışlanma ve geçmiş günahların sorumluluğundan kurtulmadır; hesaplaşmanın Allah'ın bilgisinin kapsamında belirlenen bir süreye kadar ertelenmesidir, kıyamet gününe kadar hesap sorulmamasıdır. Dünya hayatında topyekün yok edilme durumunda kalmamalarıdır. (ileride Hz. Nuh'un Rabbine sunduğu bilançoda da görüleceği gibi Hz. Nuh, dünya hayatında başka şeyler de onlara vaadetmiştir.)
Ardından Hz. Nuh, bu sürenin değişmez olduğunu ve vakti gelince kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini, dünya azabının ertelenmesi gibi ertelenmeyeceğini açıklıyor. Amaç, inanç sistemini ilgilendiren şu büyük gerçeği vurgulamaktır:
"Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz; keşke bilseniz."
Nitekim bu ayetin, yüce Allah'ın belirlediği her süreyi kast etmiş olması da muhtemeldir. Bu durumda güdülen amaç, genel bir ifadeyle bu ger,:eğin kalplere yerleşmesidir. Şayet peygambere itaat edip yanlıştan dönerlerse hesaplarının kıyamet gününe bırakılacağından söz edilmişken bu genel prensibin burada vurgulanması uygundur.
Nuh peygamber hiçbir çıkar gözetmeden, herhangi bir maddi yarar sağlamayı düşünmeden milletinin doğru yola gelmesi için onurlu, saygın ve soylu mücadelesini sürdürüyor. Bu soylu hedefe ulaşmak için burun kıvırmalara, büyüklenmelere, alaycı saldırılara göğüs geriyor. Dokuz yüz elli sene boyunca destansı bir sabır örneği gösteriyor. Çağrısına olumlu karşılık verenlerin sayısı neredeyse hiç artmıyordu. Ama gerçekten yüz çevirme, sapıklıkta ısrar etme ivme kazanıyordu, artarak sürüyordu. Sonra dönüyor Hz. Nuh mücadelesinin sonunda, kendisine bu soylu görevi, bu ağır yükümlülüğü veren Rabbine rapor veriyor. Yaptıklarını ve aldığı tepkileri anlatıyor. Aslında Rabbi olup bitenleri biliyor. O da Rabbinden olup bitenlerden haberdar olduğunu biliyor. Fakat bu, mücadelenin sonunda yorgun düşen bir kalbin, peygamberlerin, resullerin, gerçek müminlerin şikayetlerini sundukları biricik merciye, yani Allah'a sunduğu şikayetlerdir.
5- Nuh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece gündüz çağırdım. " 6- Fakat benim çağırmam, .sadece benden uzaklıklarını artırdı. " 7- Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağrışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. 8- .Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. 9- .Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. 10-Dedim ki: "Rabbini;,den bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. . 11- Size gökten bol bol yağmur indirsin. " 12".Sizi, mallar ve oğullarla desteklesin; sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın. " 13- Ne oluyorsunuz ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz. 14- Oysa .sizi merhalelerden geçirerek O yaratmıştır. 15- Allah'ın, göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? 16- Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır. 17- Allah .sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir. 18- .Sonra .sizi oraya döndürür ve yine oradan çıkarır. 19- Yeryüzünde dolaşabilmeniz, 20- orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için, onu size yayan O'dur. 21- Nuh dedi ki: "Rabbim doğrusu bunlar bana isyan ettiler. Ve malı, çocuğu kendisine .sadece zarar getiren kimseye uydular."
İşte Nuh peygamberin yaptıkları ve İşte onun sözleri. Uzun bir mücadelenin sonunda dönüyor ve Rabbine son raporunu sunuyor. Burada Hz. Nuh sürekli ve kesintisiz bir çabayı tasvir ediyor: "Doğrusu ben milletimi gece gündüz çağırdım:"
Bıkmıyor, usanmıyor, burun kıvıranılar, yanlışta ısrar etmeler karamsarlığa düşürmüyor onu: "Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını arttırdı." Allah'a; varlık ve hayatın nimet ve lütufların, hidayet ve aydınlığın kaynağına yönelik çağrımdan kaçtılar. Üstelik O, dinlemek için bir ücret, yol göstericiliğin karşılığı olarak da bir vergi istemiyor. Onlar, bağışlanmaları, günah, isyan ve sapıklığın cürmünden kurtulmaları için kendilerini Allah'a çağıran davetçiden kaçıyorlardı.
Davetçi her yerde karşılarına çıkıp, davetini duyurmak için her fırsatı değerlendirdiği, dolayısiyle kaçamadıkları zamanlar sesini duymak istemiyorlardı. Onu görmeye bile tahammül edemiyorlardı. Bu yüzden sapıklıkta ısrar ediyor, hak ve hidayet çağrısına olumlu karşılık vermeye tenezzül etmiyorlardı, büyüklük taslıyorlardı. "Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler."
Bu, davetçinin davasını duyurmak için her fırsatı değerlendirişini, kafirlerin de sapıklıkta direnmelerini gösteren bir tablodur. Bu tabloda kıt anlayışlı, inatçı insanlığın çocuksu tutumu belirginleşiyor. Bu tutum, parmaklarını kulaklarına tıkamaları ile, başlarını elbiselerine bürümeleri ile somutlaştırılıyor. Bu ayetler, çocukça inadı kusursuz bir tabloda canlandırıyor. Hz. Nuh şöyle diyor: "Parmaklarını kulaklarına tıkadılar." Onlar parmak uçlarıyla kulaklarını tıkıyorlardı. Ama onlar parmak uçlarını kulaklarına o kadar sert tıkıyorlardı ki, sanki içine hiçbir ses girmesin diye bütün parmaklarını kulaklarının içine sokmak ister gibiydiler. Bu yanlışta ısrar etmenin, inatçılığın kaba, çirkin bir tablosudur. Aynı zamanda bu, insanların yaşlandıkları halde ortaya koydukları çocuksu, ilkel davranışların bir tablosudur.
Sürekli davetin, her fırsatı değerlendirmenin, ısrarla karşılarına çıkmanın yanısıra Hz. Nuh, her türlü yönteme başvurmuştu. Kimi zaman açıkça davet etmiş, kimi zaman da gizli ve açık daveti birlikte yürütmüştü: "Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa gizliden gizliye de söyledim."
Bütün bunları yaparken de dünya ve ahirette bir takım kazançlar sağlayacaklarını Rabblerinden bağışlanma diledikleri zaman affedileceklerini, çünkü yüce Allah'ın günahları bağışladığını söylemişti: "Dedim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır." Onlara geniş ve kolay elde edilen rızk, rızkın bilinen ve onlara büyük bir arzuyla beklenen sebeplerini vaad etmişti. Onun vurguladığımızın sebebi, bol yağmurdu. Ekinler onunla yeşerir, nehirler onun suyuyla beslenir. Ayrıca evlat gibi hoşlarına gidecek, mal gibi arzuladıkları başka rızklar da vaad etmişti: "Size gökten bol bol yağmur indirsin. Sizi mallar ve oğullarla desteklesin; sizin için bahçeler varetsin, ırmaklar akıtsın."
Burada Allah'tan bağışlanma dilemek ile bu rızklar arasında bir bağlantı kuruluyor. Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde kalplerin ıslahı, Allah'ın hidayetine uyması ile rızkın kolaylaşması ve refahın genelleşmesi arasında bu bağlantı kurulur. Örneğin bir yerde şöyle denir: "Eğer şehirlerin halkı inanmış ve bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları, yaptıklarına karşılık suçüstü yakalayıverdik." (A`raf suresi 96) Bir başka yerde de şöyle denir: "Şayet kitap ehli inanıp karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nimet cennetlerine koyardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rabblerinden kendilerine indirilen Kur'an'ı gereğince uygulasalardı, her yönden nimete ermiş olurlardı." (Maide suresi 65-66) Bir başka yerde de şöyle denir: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz. Ve Rabbinizden bağışlanma dileyesiniz diye. Ben size O'nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim. Allah'a tevbe edin ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin. Ve her layık olan kişiye hakkettiğini versin."(Hud 2-3)
Kur'an-ı Kerimin değişik yerlerde dile getirdiği bu kural, Allah'ın vaadi hayata egemen olan yasa gibi sağlam temellere dayanan gerçek bir kuraldır. Asırlar boyunca yaşanan realite de bunu doğrulamaktadır. Bu kuralla söz konusu edilen toplumlardır, fertler değil. Allah'ın şeriatını uygulayan, Allah korkusundan kaynaklanan bir istiğfarla ve salih amelle gerçekten Allah'a yönelen.. Allah'tan korkan, O'na kulluk sunan, O'nun şeriatını uygulayan, bütün insanlar için adalet ve güvenlik sağlayan hiçbir millet yoktur ki, iyiliklere gark olmasın, yüce Allah O'nu yeryüzüne sağlam temellere dayalı olarak egemen kılmasın, imar ve ıslah için yeryüzüne halife kılmasın.
Bazı dönemlerde, Allah'tan korkmayan, O'nun şeriatım uygulamayan, buna rağmen bolluk içinde yaşayan, yeryüzünde hakimiyet kuran milletlere şahit oluyoruz. Fakat bu durum, yalnızca bir sınavdır: "Biz, sizi hayır ve şerle deneyerek imtihan ederiz." Ayrıca bu, belâlı bir bolluktur. O toplumları, toplumsal ihtilaller, ahlaki çöküntü, zulüm, haksızlık, insanlık onurunun çiğnenmesi gibi felaketler yer bitirir. Şu anda iki süper devlet var karşımızda. Bunlar bolluk içinde yüzen, yeryüzünde hakimiyet kuran iki büyük devlettir. Birincisi, kapitalist ikincisi, komünisttir. Birincisinde ahlaki düzey, hayvanlardan daha aşağıya doğru yuvarlanmaktadır. Hayat anlayışı tepe taklak, aşağılık bir düzeye doğru yuvarlanmaktadır. Herşey dolara dayalıdır burada. ikincisinde ise, insanın değeri, köleden daha aşağıdadır. Casuslar her tarafta dolaşmakta ve insanlar sistematik katliamların dehşeti içinde yaşamaktadırlar. insanlar, sabaha sağ çıkacaklarından emin olmadan gecelemektedirler. Karanlık ithamların kurbanı olmayacaklarından emin değildirler. Ne bu, ne o, insana yaraşır huzurlu bir hayat kurabilmiş değildirler.
Hz. Nuh'la birlikte uzun ve soylu cihadını izlemeye devam ediyoruz. Burada Hz. Nuh, milletinin dikkatini iç ve dış alemde yeralan Allah'ın ayetlerine çekiyor. Onların Allah'a karşı takındıkları kötü edep tavrından ve şımarıklıklarından dolayı şaşmıyor. Ve bu şımarıklıklarını kınıyor:
"Ne oluyorsunuz ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz. O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır."
Hz. Nuh'un milletine sözünü ettiği aşamalar onların anladıkları bir şey olmalı. Veya bu deyimin ifade ettiği anlamlardan birini o zaman anlıyorlardı. Hz. Nuh, böyle bir hatırlatma ile onların ruhlarını etkileyip davetine olumlu karşılık vermelerini sağlamak istiyordu. Tefsircilerin çoğu burada sözkonusu edilen aşamaların, ceninin ana rahminde nütfeden, kan pıhtısına, oradan bir çiğnem ete, oradan iskelete ve tüm organları tamamlanmış insana kadar geçirdiği evreler olduğunu söylüyorlar. Hz. Nuh, bu hatırlatmada bulununca milletinin bunu anlâması mümkündür. Çünkü, doğumdan önce meydana gelen düşükler bu konuda onlara bir fikir vermiş olabilir. Bu ayetin ifade ettiği anlamlardan biri budur. Bu ayetin anlamı, bugünkü embriyoloji biliminin söyledikleri de olabilir. Buna göre embriyo, başlangıçta tek hücreli canlılara benzer, hamileliğin belli bir aşamasından sonra çok hücreli canlılara benzeyen embriyo biçimlenir. Sonra suda yaşayan bir canlı şeklini alır. Arkasından memeli hayvanlara benzer. Sonra insana benzemeye başlar. Bu bilimsel açıklamayı Nuh'un kavminin bilmesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu gerçekler günümüzde ortaya çıkmıştır. Bu ayet, başka bir yerde yüce Allah'ın embriyonun aşamalarına ilişkin sunduğu gerçeklerden sonra vurguladığı anlamı da kastetmiş olabilir: "Sonra biz onu bir başka yaratık halinde varettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir."(Mü'minun 14) Öte yandan gerek bu ayetin gerekse diğer ayetin henüz ortaya çıkmamış ve yararlanamadığımız başka anlamları da olabilir.
Her halûklarda Hz. Nuh burada milletini kendi iç alemine bakmaya yöneltiyor. Yüce Allah kendilerini değişik aşamalardan geçirerek yarattığı halde, onların içlerinde yaratıcıları olan Allah'a karşı derin saygı duymamalarını kınıyor. Hiç kuşkusuz bu, bir yaratığın ortaya koyabileceği çirkin ve Hayret verici bir tutumdur.
Aynı şekilde Hz. Nuh, onları açık, gözlemlenebilen evren kitabına yöneltiyor: "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır." Yedi göğün anlamını evrenin tamamına ilişkin bilimsel varsayımlarla sınırlandırmak mümkün değildir. Çünkü bilimin söyledikleri varsayımdan öte bir şey değildir. Hz. Nuh, milletini göğe bakmaya yöneltmiş ve Allah'ın kendisine öğrettiği şekliyle göğün yedi kat olduğunu söylemiştir. Bu yedi kat gök içinde ay aydınlatılmış, güneş de ışık kaynağı haline getirilmiştir. Onlar ayı, güneşi görüyorlardı. Gök adı verilen uzayı da görüyorlardı. Şu masmavi uzay boşluğudur gök. Fakat nedir göğün mahiyeti? Onlardan bunu bilmeleri istenmiyordu. Bu konuda hiç kimse bu güne kadar kesin birşey söyleyebilmiş değildir. Bu işaret, şu dehşet verici yaratıkların ve şu olağanüstü gücün arka planını düşünmek, oraya yönelmek için yeterlidir. Zaten bu direktifin amacı da budur. Sonra Hz. Nuh, milletinin dikkatini topraktan yaratılışlarına, ölerek tekrar oraya döneceklerine çekiyor. Amaç, ölümden sonra diriliş yoluyla tekrar oradan çıkarılacaklarını anlatmaktır: "Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir. Sonra sizi oraya döndürür ve yine oradan çıkarır."
İnsanın topraktan yaratılışını yeşermek şeklinde dile getirmek, ilginç olduğu kadar anlamlı bir ifadedir de. Bu gerçek Kur'an-ı Kerimde değişik şekillerde dile getirilir. Örneğin bir yerde yüce Allah şöyle buyurur: "Güzel bir belde Rabbinin izniyle bitkisini çıkarır. Kötü olan ise ancak kötülük çıkarır." Yüce Allah burada insanların da tıpkı bitkiler gibi yeşerdiklerine işaret ediyor. Yine değişik yerlerde insanın varoluşu ile bitkilerin yeşermesi arasında bağlantı kurulur. Örneğin Hacc suresinde ölümden sonra diriliş gerçeğini kanıtlayan bir delil olarak insanın topraktan varedilişi ile bitkinin yeşermesi bir ayette birlikte anlatılır: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için. Biz sizi topraktan, sonra nütfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar Rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken birşey bilmez olur. Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir." "Mü'minun" suresinde de embriyonun geçtiği aşamalar "Hacc" suresindekine yakın ifadelerle anlatır, ardından şöyle denir: "Biz onunla size üzümden ve hurmadan bahçeler meydana getirdik."
Hiç kuşkusuz bu dikkat çekici bir olgudur. Çünkü bu olgu, yeryüzündeki hayatın kaynağının birliğine işaret ediyor. insanların da tıpkı bitkiler gibi topraktan yeşerdiklerini; toprakta bulunan belli başlı elementlerden meydana geldiğini, bu elementlerden oluşan besinlerle beslenip geliştiğini anlatıyor. Şu halde insan da topraktan çıkan herhangi bir bitkidir. Yüce Allah bitkilere o tür bir hayat bahşettiği gibi insana da bu tür bir hayat bahşetmiştir. Ama her ikisi de toprağın ürünüdür ve ikisi de bu annenin sütünden beslenir.
İşte iman, müminde onun toprak ve canlılarla ilişkisi hakkında böylesine gerçekçi ve böylesine canlı bir düşünce oluşturur. Bu düşünce ilmin özenliliğine ve duygusal canlılığına sahiptir. Çünkü bu düşünce vicdanda yer eden canlı bir gerçeğe dayanır. İşte bu, Kur'an'ın bilinen eşsiz ayrıcalığıdır.
Topraktan yeşerir gibi çıkan insanlar tekrar oraya dönerler. Oradan yeşerttiği gibi ulu Allah tekrar oraya döndürür onları. Kemikleri toprağa karışır, bedenlerini oluşturan atomlar onun atomları ile kaynaşır. Nitekim topraktan yeşermeden önce bu durumdaydılar. Sonra ilk defa kendilerini çıkaran, bir bitki gibi yeşerten Allah onları yeniden çıkarır. insan Kur'an-ı Kerim'in meseleyi sunduğu bu açıdan bakınca olay son derece basittir, kolay anlaşılır. Bir saniye bile üzerinde duraksamayı gerektirmez.
Hz. Nuh, kavminin dikkatini bu gerçeğe çekiyor ki, kalplerinde Allah'ın elini hissetsinler, kendilerini topraktan bir bitki gibi yeşerten, sonra tekrar kendilerini toprağa döndürecek olan Allah'ın gücünü somut olarak görsünler. Bunun ardından bir diğer diriliş bekleniyor, onun hesabı yapılıyor. O da bu kadar basit bu kadar kolay meydana gelecektir. Tartışmayı gerektirmeyecek kadar basit ve kolay olacaktır.
Son olarak Hz. Nuh milletinin dikkatini yüce Allah'ın kendilerine yönelik nimetine çekiyor. Yeryüzündeki hayatı kolaylaştırmasına, kolayca yararlansınlar geçimlerini, seyahatlerini yapsınlar, geçim imkanları bulsunlar diye yeri boyun eğdirmesine dikkat çekiyor: "Yeryüzünde dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için, onu size yayan O'dur."
Bu, gözlemleyebilecekleri, kavrayabilecekleri bir gerçekti. Her yönüyle gözlerinin önündeydi. Hz. Nuh'un sesinden ve uyanlarından kaçtıkları gibi bundan da kaçamazlardı. Çünkü bu yeryüzü -onlar açısından- serilmiş bir döşek gibidir. Hatta yeryüzünün dağlarında bile onlar için yollar ve geçitler sağlanmıştır. Tıpkı ovalarında, vadilerinde olduğu gibi. insanlar yeryüzünde sağlanmış geçitlerde ve yollarda yürüyerek, hayvan sırtında bir yerden bir yere gidebiliyorlar. Allah'ın lütfunu arayabiliyorlar. Karşılıklı çıkar ve rızk değiş tokuşu ile geçimlerini kolaylıkla sağlayabiliyorlar.
Onlar, kendi hayatlarına hükmeden, yaşamlarını kolaylaştıran yasaları inceleyecekleri zor ve karmaşık yöntemlere gerek duymadan gözler önündeki bu gerçeği kavrayabiliyorlardı. insanoğlunun bilgi düzeyi arttıkça bu gerçeğe ilişkin yeni şeyler, değişik ufuklar öğrenmiştir.
İşte Nuh peygamber bu şekilde değişik yöntemlerle, kesintisiz bir mücadele ile, güzel bir sabır ile, dokuz yüz elli sene süren soylu bir çaba ile çeşitli yollar kullanarak milletin kalbine ve aklına hitap etti -veya hitap etmeye çalıştı-. Sonra kendisini onlara peygamber olarak gönderen Rabbine yönelmiş, mücadelesinin sonucunu anlatmış, bu ayrıntılı açıklama ile ve bu dokunaklı ifadeler ile şikayetini bildirmişti. Bu incelikli açıklama aracılığı ile sabır, mücadele ve meşakkatin soylu bir tablosu canlanıveriyor gözümüzün önünde. Bu, sapık ve isyancı insanlığa yönelik gök menşeli peygamberlik misyonu zincirinin bir halkasıdır. Peki bunca açıklamadan sonra ne oldu?
Rabbim, bunca mücadeleden sonra, bunca çabadan sonra, bunca direktiften sonra, bunca aydınlatıcı açıklamalardan sonra, bunca uyarıdan, mal, evlat ve bolluk vaadinden sonra, bana başkaldırdılar. Bütün bunların sonucu; başkaldırı, sapık ve saptırıcı liderler peşinden gittiler. Sahip olduğu mal ve evlat, mevki ve makamın aldatıcı cazibesine kapılıp sapıklığı tercih ettiler. "Malı ve çocuğu kendisine sadece zarar getiren" kimselere uydular. Bunların sahip bulundukları mal ve evlat onları yanıltmış, kendileri saptıkları gibi başkalarını da saptırmışlardı, Böylece bu nimetler sadece mutsuzluklarını, zararlarını arttırmıştı.
22- "Birbirinden büyük düzenler kurdular." 23- "İnsanlara `sakın tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Suva, Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin' dediler." 24- "Böylece birçoğunu saptırdılar; Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını arttır."
Bu liderler sapıklıkla da yetinmiyorlar: "Birbirinden büyük düzenler kurdular." Son derece büyük düzenler kurdular. Davet hareketini başarısızlığa uğratmak, insanların kalplerine giden yolları tıkamak için düzenler kurdular. Halkın içinde yüzdüğü cahiliye hayatını, sapıklığı ve küfrü çekici kılmak için entrikalar düzenlediler. Bu düzenlerden biri de halkı, tanrı diye isimlendirdikleri putlara sarılmaya teşvik etmekti: "İnsanlara sakın tanrılarınızı bırakmayın dediler." Bu putları "tanrılarınız" tamlaması ile sundular ki, yalancı bir gayret ve içlerinde günahkar bir hamiyet duygusu uyandıralar. Bu putlar arasında en büyüklerini ayrıca zikrederek onlara belli bir değer verdiler. Böylece sapıklığa dalmış kamuoyunda bir heyecan, bir gayret uyandırmak istediler: "Ved, Suva, Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından vazgeçmeyin: ' Bunlar onların kulluk sundukları en büyük putlardı. Bu putlara Hz. Muhammed'in peygamber olarak görevlendirildiği döneme kadar ibadet ediliyordu.
İşte sapık ve saptırıcı liderler, her cahiliye ortamında yaygın olan sloganlara uygun çeşitli isim ve görüntüler altında putlar dikerler. Bu putların etrafında bağlılar, izleyiciler oluştururlar. Onların kalplerinde bu putlara yönelik bir gayret, bir hamiyet duygusu meydana getirirler. Ardından bu yulardan tutup onları istedikleri tarafa yöneltirler. Kendilerine yönelik itaat ve bağlılığın garantisi olan sapıklığın içinde yüzmelerini sağlarlar. "Böylece bir çoğunu saptırdılar." Değişik komplolarla, düzen ve ısrarlı propagandalarla Allah'ın davasının önünü tıkamak, kalpleri davetçilerin açıklamalarının etkisinden uzaklaştırmak için insanları taştan, ağaçtan, tarihsel kişiliklerden, ideolojilerden oluşan putların etrafında biraraya getiren her dönemdeki sapık liderler gibi...
Burada, seçkin peygamber Hz. Nuh'un gönlünden, komplocu, düzenbaz, Sapık ve saptırıcı zalimlere yönelik şu beddua kopuyor:
"Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını arttır."
Bu beddua uzun süre mücadele eden, çok meşakkat çeken, her türlü yola başvurduktan sonra zalim, azgın ve kin anlayışlı kalplerde hayır olmadığını anlayan, bunların hidayeti hakketmediklerini, kurtuluşa layık olmadığını gören bir kalpten yükseliyor.
Surenin akışı Hz. Nuh'un duasının devamını sunmadan önce, suçlu zalimlerin dünya ve ahirette uğradıkları akıbete değiniyor. Çünkü ahiret olgusu da tıpkı dünya gibi Allah'ın bilgisine göre şu anda fiilen mevcuttur. Gerçekleşmesi kaçınılmaz realite açısından da durum böyledir:
25- Onlar, günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka yardımcı bulamadılar.
Hataları, günahları ve isyanları yüzünden suda boğuldular, ateşe sokuldular. Bu ayette bağlaç olarak "fa" harfinin kullanılmış olması bir amaca yöneliktir. Çünkü ateşe sokulmaları ile su da boğulmaları arasında uzun bir zaman yoktur. Aradaki zaman farklılığı kısadır, yok gibidir. Çünkü zaman Allah'ın ölçüsünde bir değer ifade etmez. Sıralânış ve ardardalık onların dünyada boğulmaları ve ahirette ateşe sokulmalarından kaynaklanıyor. Burada dünya ve ahiret arasındaki kısa dönemdeki kabir azabı da kastedilmiş olabilir. "Allah'tan başka yardımcı bulamadılar."
Ne evlat, ne mal, ne iktidar ve ne de dost edindikleri düzmece tanrıları kendilerine yardımcı olamadı.
İki kısacık ayette, isyancı, kıt anlayışlı sapıkların işi bitiriliyor. Hayat kütüğünden isimleri siliniyor, defterleri dürülüyor. Bu, surenin akışının Hz. Nuh'un onların yok edilmeleri için yaptığı duayı sunmasından önce gerçekleşiyor. Burada suda boğulmaları ayrıntılı olarak anlatılmıyor, onları boğan tufandan da uzun uzadı ya söz edilmiyor. Çünkü burada kalıcı olması istenen atmosfer, işlerinin çarçabuk bitirilmiş olmasıdır. Öyle ki onların suda boğulmaları ile ateşe sokulmaları arasındaki mesafe de "fa" bağlacı ile ortadan kaldırılıyor. Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü tasvirler ve çarpıcı ifadeler yoluyla mesajlarını iletmede kullandığı genel yöntem budur. Bu yüzden biz de ayetlerin akışının oluşturduğu atmosferin önünde duruyor ve suda boğulmaları ile ateşe sokulmaları kıssasını uzun uzadı ya anlatarak öteye geçmek istemiyoruz.
Sonra Hz. Nuh'un duası ve mücadelenin sonunda Rabbine yakarışı sunuluyor:
26- Nuh dedi ki: "Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma." 27- "Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, sadece ahlâksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler." 28- "Rabbim! beni, anamı babamı, evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de yalnız helâkini artır."Hz. Nuh'un kalbi yeryüzünün zamanındaki insanların ulaştığı önü alınmaz, katışıksız kötülükten yıkanması gerektiğini sezmişti... Kimi zaman yeryüzünün zalimlerden yıkanmasından başka çıkar yol bulunmaz olur. Çünkü onların varlıkları Allah'ın davetinin önünde aşılmaz bir engel oluşturur. insanların kalpleri ile davanın arasına girerler. İşte Hz. Nuh yeryüzünde tek bir zalim ve tek bir barınakları kalmamacasına yok edilmelerini isterken bu gerçeği dile getirmişti: "Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar." "Kullarım" ifadesinden Hz. Nuh'un müminleri kastettiği anlaşılıyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de buna benzer yerlerde bu anlamda kullanılır bu kelime.
Buna göre ya, zalimler sahip oldukları süper güçlerini kullanarak müminleri inançlarından döndürürler. Veya zalimlerin büyük bir iktidara sahip olmaları, bunun yanısıra yüce Allah'ın onları rahat bırakması müminleri yanıltır, böylece inançlarından dönerler.
Ayrıca zalimler, kafirlerin doğup geliştiği bir çevre, bir ortam oluştururlar. Bu çevrede doğan çocuklar küfrün yaygınlaşmasına aracı olurlar. Çünkü zalimlerin oluşturduğu ortam onları kendine göre biçimlendirir. Aydınlığın doğmasına fırsat vermez. Kendi oluşturdukları sapık ortamın çevrelerini bürümesi sonucu gözlerini açamaz olurlar. İşte Hz. Nuh'un sözleri bu gerçeğe işaret ediyor. Kur'an-ı Kerim bu sözleri şu şekilde aktarır: "Sadece ahlâksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler..." Onlar toplumun içinde batıl ve sapık geleneklerin yayılmasına önayak olurlar. Bunlara dayalı gelenekler, rejimler, düzenler ve yasalar oluştururlar. Bunların gölgesinde de Hz. Nuh'un söylédiği gibi ancak ahlâksızlar, kafirler yetişir.
İşte bu yüzden Hz. Nuh kırıp geçirmeyi, taş üstünde taş bırakmamayı temenni eden ezici duada bulunuyor. İşte bu yüzden yüce Allah duasını kabul ediyor, yeryüzünü o kötülükten temizliyor, herşeye gücü yeten, karşı konulmaz gücüyle o pislikleri yıkıyor, yeryüzünü arındırıyor.
Hz. Nuh duasının sonunda yaptığı yok etmeyi, kırıp geçirmeyi, ezmeyi öngören bedduasının yanısıra şunları da söylüyor: "Zalimlerin de yalnız helakini artır." Yani onları yok et, köklerini kurut. Bunun yanısıra şu ürpertici, şu sevimli yakarış yer alıyor: "Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla."
Hz. Nuh'un bir peygamber olarak, Rabbinden kendisini bağışlamasını istemesi, yüceler yücesi Allah'ın huzurunda saygın bir Peygambere yaraşır bir edep tavrıdır. Rabbi huzurunda bir kulun tavrıdır bu. insan olduğunu, hata ettiğini, kusur işlediğini unutmayan, bununla beraber itaat eden, kulluk sunan ve Allah lütfu ile kendisini bürümedikçe amelleri ile cennete giremeyeceğini bilen bir kulun edep tavrıdır bu. Nitekim peygamber kardeşi Muhammed de -salât ve selâm üzerine olsun- böyle söylemişti. İşte Hz. Nuh'un isyancı, suçlu ve büyüklük taslayan kavmini davet ettiği istiğfar budur. O, bir peygamber olarak, bunca mücadeleden sonra ve bunca yorucu çabadan sonra bağışlanma diliyor. Rabbine çalışma raporunu sunarken bağışlamasını istiyor.
Ve anne-babası için yaptığı dua... Bir peygamberin mümin anne-babasına yönelik iyiliğinin belirtisidir. Eğer anne babası mümin olmasalardı, diğerleri ile birlikte suda boğulan kafir oğlunu reddettiği gibi onları da reddederdi. (oğlu ile ilgili meseleye Hud suresinde değinilmiştir.)
Özel olarak evine mümin olarak girenler için yaptığı dua da bir müminin bir başka mümine yönelik iyilik temennisinin ifadesidir. Kendisi için istediği gibi kardeşine de hayır dilemesidir. Evine mü'min olarak girenlerin Özellikle belirtilmesi, bunun kurtuluş alameti olmasından ve onların kendisi ile birlikte gemiye binecek olmasından dolayıdır.
Bundan sonra genel olarak tüm mümin erkek ve kadınlara dua etmesi de, bir müminin tüm zaman ve mekanlardaki müminlere yönelik iyi duygularının, zaman ve mekan farklılığına rağmen aradaki yakınlık bağının bilincinde oluşunun ifadesidir. Hiç kuşkusuz bu, zaman ve mekan farklılığına rağmen bağlılarını, sağlam sevgi, köklü özlem bağları. ile birbirine bağlayan bir inanç sistemine özgü Hayret verici bir sırdır. Yüce Allah bu sırrı hem inanç sisteminin özüne hem de inanç bağı ile birbirlerine bağlayan müminlerin kalplerine yerleştirmiştir.
Müminlere yönelik bu sevgiye karşın, zalimlere karşı da derin bir nefret duyuyor:
"Zalimlerin de yalnızca helâkini artır."
Ve sure sona erdi. Bu surede seçkin peygamber Hz. Nuh'un cihadının aydınlık bir tablosu sunuldu. Bir de inatçıların, zalimlerin yanlışta ısrar arını somutlaştıran karanlık bir tablo çizildi. Bu iki tablo kalbe bu saygın ruha yönelik bir sevgi, bu soylu cihada yönelik bir Hayret, zorluklar ve meşakkatler ne olursa olsun, acılar ve fedakarlıklar ne kadar ağır olursa bu sarp yolda yürüme isteği ve kararlılığı uyandırdılar. Çünkü bu yol, insanı kendisi için yeryüzünde öngörülen kemal/kusursuzluk düzeyine ulaştıracak biricik yoldur. Bu yol aracılığı ile insan yüceler yücesi, ulu Allah'a doğru yol alır.
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
mucahid dizayn: info@mucahid.net