7-Araf


1- Elif, Lâm, Mim, Sad

Surenin ilk ayetini oluşturan bu harf grubunun benzerleri hakkındaki görüşümüzü Bakara ve Ali İmran surelerinin başlangıçlarında açıklamıştık. Bunları açıklarken şu görüşü benimsemiştik: Bu birbirinden kopuk harf grubu ile şuna işaret ediliyor: Şu Kur'an-ı Kerim insanlar tarafından kullanılan türde harflerden oluşuyor. Fakat buna rağmen insanlar bu harfleri kullanarak Kur'an'daki gibi sözler oluşturamıyorlar. Tek başına bu olgu, Kur'an'ın insan eseri olmadığının açık kanıtıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i oluşturan harfler ve kelimeler insanların önünde durdukları halde onlardan Kur'an'ın bir benzerini oluşturmayı başaramamışlardır. Demek ki, bu harflerin ve kelimelerin ardında başka bir sır saklıdır.

Biz bu görüşü bu konuda tercih ediyoruz, yoksa "kesinlikle doğrudur" demiyoruz. Çünkü muradının ne olduğunu ancak yüce Allah bilir.

Bu görüşe dayanarak sözdizimi bakımından şöyle bir açıklama yapabiliriz: Bu "Elif, Lâm, Mim, Sad" harf grubu bir sonraki ayetle bir isim cümlesi oluşturur. Cümlenin öznesi (müpteda'sı) "Elif, Lâm, Mim, Sad" harfleri, yüklemi ise "Sana indirilen kitaptır" cümleciğidir. Bu çözümlemeye göre cümlenin anlamı "Bu harfler ile onlardan oluşan cümleler sana indirilen Kitab'dır" şeklinde olur. Bunun yanısıra burada şöyle bir gramer çözümlemesi de yapılabilir: "Elif, Lâm, Mim, Sad" harflerinin fonksiyonu sadece az önce açıkladığımız anlama işaret etmektir. İkinci ayetin başında yer alan "Kitab" kelimesi gizli bir öznenin yüklemidir ve her ikisi "Bu bir kitaptır" ya da "Şu bir kitaptır" şeklinde bir isim cümlesi oluşturur.

 

UYARI VE HATIRLATMA

2- Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın.

Bu Kur'an, kendisi aracılığı ile uyarı ve hatırlatma görevi yapasın diye sana indirildi. Bu Kur'an, içindeki gerçekleri haykırasın diye, insanları hoşlanmadıkları direktifler ile karşı karşıya getiresin diye; birtakım inanç(ara, ilişki(ere ve geleneklere cephe olasın diye; birtakım sosyal düzenlere, rejimlere ve toplumlara karşı çıkasın diye sana indirildi. Böyle olduğu içindir ki, bu yolun zorlukları çoktur, bu Kur'an aracılığı ile insanları uyarmanın sıkıntıları boldur. Bu surenin tanıtma yazısında belirttiğimiz gibi, bu zorlukları ve bu sıkıntıları ancak bu kitaba sarılarak sözkonusu tutumu benimseyenler, ancak bu kitabın içerdiği gerçekleri haykırmanın getirdiği sıkıntılara göğüs gerenler; ancak bu kitabın ilk taşıyıcısı olan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gerek Arap Yarımadası'nda ve gerekse tüm yeryüzünde egemen olan azgın cahiliye zihniyetine karşı çıkarken taşıdığı amaçları paylaşarak bu kitap aracılığı ile insan hayatının alt yapısında köklü, yaygın ve sistematik değişikler yapmayı amaçlayanlar idrak edebilirler.

Bu durum, sadece o günün Arap Yarımadası'nın ve çevresindeki tüm yeryüzünün içinde bulunduğu şartlar için geçerli bir durum değildir. Sebebine gelince islâm bir defalığına meydana gelmiş ve geçmişe karışıp gitmiş bir tarih olayı değildir. İslâm, kıyamete kadar şu insanlıkla sürekli yüzyüze gelme, sürekli onun karşısına dikilme olayıdır. İnsanlık ne zaman doğru yoldan saparak o ilk günkü ortama dönerse, islâm o ilk günkü gibi, onunla yüzyüze gelir, karşısına dikilir.

İnsanlık zaman zaman gerileyerek cahiliye dönemine döner. İşte bedbaht ve onur kırıcı "gericilik" budur. İşte o zaman islâm yeniden ortaya çıkarak insanlığı bu "gericilik"ten kurtarmaya ilişkin görevini bir kere daha yerine getirmeye, insanlığın elinden tutarak onu ilerleme ve uygarlaşması yoluna iletmeye koyulur. İşte o zaman bu islâm çağrısının bayraktarlığını üstlenenler, bu Kitap aracılığı ile insanları uyarmaya girişenler. İslâmın ilk dâvetçisi olan Peygamberimizin insanlığı cahiliye bataklığına doğru gerisin geriye doğru yuvarlanmaktan ve cahiliyenin azgın karanlıklarının kucağına düşmekten tamamen farklı bir doğrultuya yöneltirken çekmiş olduğu zorlukların aynıları ile karşılaşırlar. Bu azgın karanlıklar düşünce karanlıkları, ihtiras karanlıkları, azgınlık ve haysiyetsizlik karanlıkları, şahsi arzulara ve başkalarının ihtiraslarına kul olma, tutsak olma karanlıklarıdır! İnsanlığı cahiliye bataklığından çekip çıkarmak üzere harekete geçenler bu zorluklarla boğuşurken yüce Allah'ın, Peygamberimize yönelik şu direktifinin gönül açıcı hazzını içlerinde duyarlar. Tekrarlıyoruz:

"Bu Kur'an, kendisi aracılığı ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın."

Bu direktifin hazzını ruhunda duyacak olan çağrı bayraktarı içinde bulunduğu pratik şartları iyi değerlendirmenin sonucu olarak kimlerin öğüt verilerek müminler olduğunu ve kimlerin uyarıya muhtaç gayri müminler (inanmamışlar) olduklarını iyi ayırdeder. Böylece bu Kur'an, onun için yaşadığı günlerde ayet ayet iniyormuş gibi bir canlılık kazanır, o da içinde yaşadığı toplumsal pratiğe karşı bu Kur'an aracılığı ile büyük cihada girişir.

İnsanlık bugün Peygamberimizin günlerinde yaşanan durumun aynısını yaşıyor; Peygamberimize inen bu Kitab'ın O'nu insanları uyarmakla, onlara öğüt vermekle görevlendirdiği, cahiliye pratiğini kökten değiştirmeyi amaçlarken, önüne çıkan zorluklar karşısında iç sıkıntısına kapılmamaya çağrıldığı şartların tıpkısı hüküm sürüyor.

Zaman döndü-dolaştı ve bu dinin geldiği günkü konuma geldi. İnsanlık gerek temelde gerek ayrıntılarda, gerek özde, gerek görüntülerde, gerek yüzeyde, gerekse derinliklerde tam ve yaygın biçimde cahiliye dönemine geri döndü.

Her şeyden önce inanca ilişkin düşüncelerinde geriye döndü. Babaları mümin olanlar, ataları bu dine samimi biçimde bağlı olanlar bile bu geriye dönüş kervanına katılmaktan kurtulamadılar. Çünkü islâm inancı bu müslüman torunlarının kafalarında ve idraklerinde köklü çarpıklıklara uğradı.

Bu dinin dünyanın çehresini değiştirerek yerine yeni bir dünya kurmak için geldi. Bu yeni dünyada yüce Allah'ın ortaksız otoritesi onaylanarak tüm tağutların, bütün şeytani güçlerin egemenliği reddedilecekti; "kulluk" kavramının eri geniş anlamı ile sırf yüce Allah'a kulluk edilecek, O'nunla birlikte kullardan birine tapılmayacaktı; yüce Allah dilediklerini kula kulluk etme aşağılığından sırf Allah'a kulluk etme düzeyine çıkaracaktı; bu yeni dünyada yüce Allah'dan başkasına kul olma tutsaklığından olduğu gibi şahsi arzu ve ihtiraslarının tutsaklığından da kurtulmuş, özgür, onurlu ve her tür aşağılıktan arınmış yeni "insan" doğacaktı.

Bu din "Eşhedü en lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim)" ilkesini yerleştirmeye geldi. Gerek bu surede ve gerekse başka birçok surede vurgulandığı üzere, tarih boyunca gelen bütün peygamberler insanları bu ilkeyi benimsemeye çağırmışlardır. "Allah'dan başka ilâh olmadığına şahitlik etmek" şu demektir. Evrensel düzendeki yüksek egemenlik gibi insan hayatına ilişkin yüce egemenlik de ulu Allah'a özgüdür. Başka bir deyimle yüce Allah ön-tasarımı ve kaderi ile evrene ve kullara, bunun yanısıra sistemi ve şeriatı ile kulların hayatına egemendir. Müslüman bu temel ilkeden hareket ederek evreni yaratmada, tasarlamakta ve yöneltmekte yüce Allah'ın ortağı olduğuna inanmaz; ibadet amaçlı davranışları sadece yüce Allah'a sunar; hukuk sistemini, kanunları, değer yargılarını, kriterleri, inançları ve düşünceleri sadece ilâhi kaynaktan alır; herhangi bir zorbanın bu konuların herhangi birinde yüce Allah'ın egemenlik yetkisine ortak olmaya kalkışmasına göz yummaz.

İşte bu dinin inanç açısından temeli budur. Acaba günümüzde insanlığın bu temel ilke karşısındaki konumu nedir?

Bu bakımdan insanlık türlü türlü gruplara ve akımlara ayrılır ki, bu grupların ve akımların ortak niteliği cahiliye kökenli olmaktır.

Bu gruplardan ve akımlardan biri ateizmdir, yüce Allah'ın varlığını kökten inkâr eder böylelerine "Allah tanımazlar (ateistler)" denir. Bunların durumu herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duyulmayacak derecede bellidir.

Bu gruplardan ve akımlardan biri putperestliktir. Bu akım bir ilâhın varlığını kabul eder, fakat çeşitli ilâhları ve putları O'na ortak koşar. Bu akımın bağlılarına Hindistan'da, Afrika kıtasının orta kesiminde ve dünyanın değişik yerlerinde rastlıyoruz.

Bu gruplardan ve akımlardan biri yahudiler ile hristiyanların oluşturduğu "ehl-i kitap" topluluğudur. Bu topluluğun mensupları çok eskiden yüce Allah'a oğul-evlât yakıştırmak sureti ile müşrik olmuşlardı. Ayrıca yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve rahiplerini ilâh edindikleri için de müşrik olmuşlardır. Gerçi onlar hiçbir zaman hahamları ve rahipleri adına namaz kılmış, onlar için rukua varmış ve secdeye kapanmış değillerdi, ama onların egemenlik iddialarını kabul etmişler, onları orijinal kanun koyucular olarak tanımışlardı.

Ayrıca bunlar günümüzde yüce Allah'ın egemenliğinin hayat tarzlarındaki köklerini tamamen kazıyarak "kapitalizm", "sosyalizm" gibi adlarla andıkları ideolojileri hayat sistemi olarak benimsiyor ve "demokrasi", "diktatörlük" gibi adlarla andıkları insan ürünü rejimleri yürürlüğe koyuyor, böylece yüce Allah'ın dininden tamamen çıkarak eski Yunanlılar'ın, Romalılar'ın ve benzerlerinin tıpkısı olan bir cahiliye bataklığına saplanıyorlar, onlar gibi kendi kafalarına göre hayat düzenleri ve rejimler uydurma sapıklığına düşmüş oluyorlar.

Bu gruplardan biri de kendilerine "müslüman" sıfatını yakıştıranların oluşturduğu topluluktur. Bu topluluk adım adım ehl-i kitab'ın, yani yahudiler ile hristiyanların izinden giderek yüce Allah'ın dinini bırakıp insanların dinine kayıyor. "Yüce Allah'ın dini" O'nun sistemi, şeriatı, hayat için koyduğu düzeni ve kanunudur. Buna karşılık "kulların dini" de onların sistemi, hukuku, hayat için koydukları düzenleri ve yasalarıdır.

Zaman döndü-dolaştı ve bu dinin insanlığa ilk indiği güne geldi. İnsanlık tümü ile, bütün grupları ve akımları ile cahiliye dönemine geri döndü. Bu grupların ve akımların hiçbiri yüce Allah'ın dinine bağlı değil. Kur'an insanlığa ilk gün yönelttiği çağrıyı yeniden yöneltme görevi ile karşı karşıyadır günümüzde. Onun bugün insanlığa yönelik amacı indiği ilk günkü amacının aynısıdır: Bu kitap insanları öncelikle inanç ve düşünce bakımından, arkasından da düzen ve pratik yaşantı düzeyinde müslüman yapmak istiyor. Bu kitaptaki mesajların bayraktarlığını üstlenenler tıpkı Peygamberimizin karşılaştığı güçlükler ile karşı karşıyadırlar. Peygamberimizin, cahiliye bataklığına batmış kokuşmuş pislik içinde debelenen, sapıklık çölünde yolunu şaşırmış, şeytanın kışkırtmalarına tutsak olmuş o günkü insanlar karşısında katlandığı zorlukların aynısına katlanmak durumundadır. Peygamberimizin o günlerdeki ilk amacı insanların kalplerinde ve kafalarında "Eşhedü en lâ ilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh olmadığına tanıklık ederim)" ilkesine dayanan bir inanç ve düşünce geliştirmekti. Bunu izleyen amacı yeryüzünde o güne kadar görülenden farklı bir pratik hayat düzeni oluşturmaktı. Bu düzende sırf Allah'a kul olunacak O'nunla birlikte bir başkasına kul olunmayacaktı. Bundan sonraki amacı insanlığın "yeniden doğuşu'' nu gerçekleştirmekti. Bu yeni aşamada insan gerek kula kul olmanın ve gerekse ihtiraslarına köle olmanın tutsaklığından kurtulacaktı.

İslâm bir defa gerçekleşmiş, arkasından geçmişin karanlığına gömülüp gitmiş bir tarihi olay değildir. O bir zamanlar gerçekleştirdiği fonksiyonu günümüzde yeniden gerçekleştirilmeye çağırıyor. İslâm yeni fonksiyonunu, ilk seferinde karşılaştığı toplumsal şartlàrın, rejimlerin, düzenlerin, düşüncelerin, inançların, değer yargılarının, ölçülerin ve geleneklerin aynilerinden oluşmuş bir ortamda gerçekleştirmek durumundadır.

"Cahiliye" bir pratik gerçektir, bir olgudur. Yoksa kronolojik bir tarih dönemi değildir. Günümüzde cahiliye zihniyeti yeryüzünün her tarafında cirit atıyor; bütün egemen inançlar, doktrinler, düzenler ve rejimler prensip olarak "kulun kula kulluğu" ilkesine dayanıyor. Hepsi yüce Allah'ın kullar üzerindeki mutlak egemenliğini reddediyor. Tümü "insan arzusu"nun şu ya da bu biçimde egemen ilâh olmasını öngörüyor, "yüce Allah'ın şeriatı"nın uygulanan kanun sistemi olmasına hep birlikte karşı çıkıyorlar. Gerçi biçimleri, görüntüleri, sloganları, yaftaları, isimleri, nitelikleri, grupları, akımları ve doktrinleri birbirinden farklı oluyor, ama hepsi de cahiliye zihniyetini karakterize eden, bu zihniyetin özünü belirleyen sözkonusu ortak ilkeyi hareket noktası olarak benimsiyorlar.

Bu ölçünün ışığında açıkça görülüyor ki, günümüzde yeryüzünün her tarafını cahiliye düzeni kaplamıştır, insanlığın hayatına cahiliye düzeni egemendir ve islâm günümüzde "varolmak"tan, mutlak anlamda varolmaktan soyutlanmıştır; buna göre insanları islâma çağırma görevini üstlenenler vaktiyle Peygamberimizin taşıdığı hedeflerin aynilerini taşıyorlar, O'nun karşılaşmış olduğu zorlukların tıpkısı ile karşı karşıyadırlar, bu yüzden onlar bu ayette dile gelen ilâhi direktifle teselli bulmaya çağrılıyorlar. Tekrarlıyoruz:

"Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın."

Bu gerçeği vurgulamak ve belirginleştirmek üzere hakkındaki açıklamamızı biraz daha sürdürmek istiyoruz:

Günümüzün bütün toplumları cahiliye toplumlarıdırlar. Bundan dolayı bu toplumlar "geri kalmış" ya da "gerici" toplumlardır. Çünkü bu toplumlar islâmın ellerinden tutup kendilerini bataklığından çıkarmış olduğu "cahiliye dönemi"ne "geri dönmüşlerdir." İslâm, günümüzde bu toplumları cahiliyeye dönük geri kalmışlıktan ve gericilikten kurtararak ilâhi değer yargıları ve ölçüleri sayesinde onları "ilerleme" ve "uygarlaşma" yoluna iletmeye çağırıyor, böylesine önemli bir görevle karşı karşıyadır.

İnsanlığın beşeri arzuların kulluğundan, kula kulluktan tam anlamı ile kurtulabilmesi için toplumda yüce egemenliğin sırf yüce Allah'ın tekelinde olması, bu egemenliğin ilâhi şeriatın üstünlüğünde somutlaşmış olması gerekir. Yüce Allah'ın ölçüsüne göre "müslüman" ve "uygar" olmanın tek yolu, tek biçimi budur. Çünkü yüce Allah'ın insanlar için istediği uygarlık toplumdaki her ferdin özgür ve onurlu olması temel ilkesine dayanır. Oysa kula kulluk sistemi yürürlükteyken, onurluluğun ve özgürlüğün varolması sözkonusu olamaz; bazıları yüce egemenlik yetkisini kullanan kanun koyucu ilâhlardan ve ezici çoğunluğu bu sahte ilâhların keyfi arzularına boyun eğen "kullar"dan oluşmuş bir toplumun fertleri asla özgür ve onurlu olamazlar. Öte yandan "yasama" işlevi sadece kanuni hükümler koyma işlevi ile sınırlı değildir. Toplumdaki değer yargıları, ölçüler, ahlâk kuralları ve gelenekler de bu işlevin kapsamına girerler. Bunların hepsi fertlerin farkında olarak ya da olmayarak baskılarına boyun eğdikleri birer "kanun koyma", birer "yasama" ürünüdürler. Bu nitelikteki toplum "gerici" ve "geri kalmış" bir toplumdur; ya da islâm terminolojisinde "cahili ve müşrik" bir toplumdur.

Herhangi bir toplumun birleştirici, ortak bağı inanç, düşünce ve hayat sistemi olur da bu değerler herhangi bir ferdin keyfi arzusu, herhangi bir kulun iradesi yerine yüce Allah'dan kaynaklanırsa, böyle bir toplum "uygar" ve "ileri" bir toplum ya da islâmi terimi ile "ilâhi değerlere bağlı bir müslüman" toplum olur. Çünkü bu durumda toplumun birliği en yüce "insani" hasletlerde -manevi ve fikri hasletlerde- somutlaşmış olur. Buna karşılık eğer bir toplumun birleştirici, ortak bağını milliyet, renk, ırk ve yurt birliği gibi değerler oluşturursa o toplum "gerici" ve "geri kalmış" islâm terminolojisinde "cahili ve müşrik" bir toplum olur. Çünkü milliyet, deri rengi, ırk, yurt birliği gibi ortak bağlar "insan"a ait yüce değerler değildirler. İnsan milliyetten, deri renginden, ırkından ve yurdundan soyutlandığı takdirde yine "insan" olarak kalır, fakat manevi değerlerinden ve düşünceden soyutlandığı takdirde "insan" olma niteliğini sürdüremez.

Bunun yanısıra bir de şu var: İnsan, yüce Allah'ın kendisine sunduğu en yüce bağış olan özgür iradesi ile inancını, düşüncesini ve hayat tarzını değiştirebilir; kavrama, anlama, ikna olma ve yönelme yolu ile sapık olan inanç, düşünce ve hayat tarzını bırakarak doğru inanca, düşünceye ve hayat tarzına geçiş yapabilir. Fakat milliyetini, derisinin rengini ve ırkını değiştiremez; falanca milliyeti ve deri rengini taşıyarak doğmayı önceden belirleyemez; falanca ırktan ve şu yurdun yurttaşı olarak doğmayı önceden plânlaması mümkün değildir. Buna göre bireyleri özgür iradeye bağlı değerler etrafında biraraya gelen bir toplum, hiç kuşkusuz fertlerinin iradesi dışında kalan, bireylerinin tercihlerine imkân tanımayan değerler etrafında biraraya gelmiş bir toplumdan daha ileri, daha ideal ve daha sağlam yapılı bir toplumdur.

Eğer bir toplumda insanın "insan" olma yönü en yüce değer olarak ön plâna çıkarsa, insanı insan yapan hasletler itibar ve ilgi odağı olursa o toplum "ileri" ve "uygar" bir toplum, islâmi terimi ile "ilâhi değerlere bağlı" ve "müslüman'' bir toplum olur. Buna karşılık eğer bir toplumda en yüce değer -hangi biçimi ve tanımı ile olursa olsun- "madde" olursa o toplum "gerici", "geri kalmış", islâmi terimi ile "cahili" ve "müşrik" bir toplum olur. Maddenin en yüce değer sayılması ister Marksizm'de olduğu gibi "teorik" anlamda olsun, isterse "maddi üretim"i tapınma derecesinde yücelten, bu uğurda başta ahlâkî değerler olmak üzere bütün insani hasletleri ve değerleri harcamayı hiç çekinmeden göze alan Amerika, Avrupa ve benzeri toplumlarda görüldüğü gibi "maddi üretim tutkusu" anlamında algılansın, farketmez; her iki anlayış da aynı oranda insani değerlere düşman sayılır.

İlâhi değerlere bağlı, müslüman toplum, maddeyi ne "teorik" plânda ve ne de "maddi üretim" düzeyinde küçümsemez. Çünkü teorik plânda içinde yaşadığımız evrenin yapısı "maddeden yararlanma" anlamında da küçümsemez. Çünkü "maddi üretim"i geliştirmek, yeryüzünde yüce Allah'a verilen söze ve O'nun koyduğu şartlara bağlı halifelik görevinin dayanaklarından biridir, maddi üretimin temiz türlerinden yararlanmak helâldir, bu surenin ayetlerini incelerken göreceğimiz gibi, madde uğruna insani hasletleri, insani ilkeleri harcamaya yanaşmaz.

Eğer bir toplumda "insani" değerler ve "insani" ahlâk yüce Allah'ın ölçüsünde olduğu gibi en yüce değerler olarak tutulduğu takdirde böyle bir toplum uygar ve ileri toplum ya da islâm terminolojisinde ilâhi değerlere bağlı, müslüman toplum olur. İnsani değer ile insani ahlâk ne belirsiz ve cıvık ve ne de istikrarlı bir yapısı olmayan değişken değerler değildir. Oysa toplumda kriter anarşisi meydana getirmek isteyenler, başvurulabilecek hiçbir sabit ölçme ve değer koyma kriteri bırakmamayı amaçlayanlar bu değerlerin oynak ve istikrarsız olduklarını ileri sürerler.

Bu değer yargıları ile ahlâk kuralları insanda onu insan yapan hasletleri geliştirirler, bu hasletler sayesinde ise, insan kendine özgü ve hayvanınkinden üstün bir konuma yükselir, onu insan yapan yönü baskınlık kazanır. Bu değer yargıları ve ahlâk kuralları insanda onun hayvanla ortak olduğu yönleri geliştirmiyor. Mesele bu şekilde ortaya konunca kesin ve sabit bir ara-ket, ayırıcı bir sınırlama çizgisi ortaya çıkar. Bu sınır çïzgisi "tekâmül" teorisi taraftarlarının işi sürekli cıvıklaştırma girişimlerine set çeker.

Durum böyle olunca ortada ayrı bir tarım toplumu ahlâkı ayrı bir endüstri toplumu ahlâkı, farklı bir kapitalist ahlâk, farklı bir sosyalist ahlâk olamaz. Toplumun ürünü olan, toplumsal yaşama düzeyinin bağımlı değişkeni olarak ortaya çıkan bir ahlâktan sözedilemez. Saydığımız toplumsal faktörler değer yargılarının ve ahlâk kurallarının üretilmesi ve topluma benimsetilmesi işleminde kesin belirleyici rolü olan bağımsız değişkenler kabul edilemezler. Yalnız uygar bir toplumda müslümanların üzerlerinde uzlaştıkları "insani değerler ve ahlâk kuralları" ile geri kalmış bir toplumda üzerlerinde uzlaşılan -deyim yerinde ise"hayvani değer yargıları ve ahlâk kurallarından, eğer meseleyi islâmi terimler ile ifade edersek "Allah'a bağlı, islâmi değerler ve ahlâk kuralları" ile "cahili ve gerici değerler ve ahlâk kuralları"ndan sözedilebilir.

Hayvani ahlâkın, hayvani değerlerin, hayvani içgüdülerin güdümü altında yaşayan toplumlar sanayide, ekonomide ve bilimde istedikleri kadar ilerlemiş olsunlar, uygar toplumlar olamazlar. Bu kriter, insanın kendisinde meydana gelecek gelişmeyi ölçmede asla yanılgıya düşmez.

Günümüzün cahiliye toplumlarında ahlâk kavramı insanı hayvandan ayıracak bütün değerleri dışarda bırakacak derecededir ve güdüktür. Nitekim bu toplumlarda gayrı meşru cinsel ilişkiler, hatta sapık cinsel ilişkiler ahlâksızlık sayılmıyor. Bu toplumlarda ahlâk kavramı sadece kişiler arası., ekonomik ve siyasî -doğallıkla devlet menfaatinin elverdiği oranda- ilişkileri kapsamına alabiliyor. Bu cahiliye toplumlarının yazarları, gazetecileri, sanatçıları, bütün eğitim ve tanıtma organları genç kızlara, evli kadınlara, delikanlılara, genç erkeklere açıkça "başıboş cinsel ilişkiler ahlâksızlık değildir" diyorlar.

Bu tür toplumlar "insani" bakış açısından ve insani gelişim çizgisinin belirlediği ölçüye göre uygar olmayan toplumlardır. Bu toplumlar aynı zamanda islâm dışıdırlar da. Çünkü islâmlaşma çizgisi, insanın şehevi arzuların tutsaklığından kurtulma çizgisi, insanı insan yapan özellikleri geliştirme çizgisi, bu özellikleri hayvani içgüdülere baskın çıkarma çabasının çizgisidir.

Günümüzün cahiliye toplumlarını tanıtmak için, onların inançtan ahlâkdan ve düşünceden yaşama tarzına kadar her alanda ne denli cahiliye bataklığına gömülmüş oldukları hakkında bundan daha fazlasını söylemek bu tefsir kitabının çerçevesini aşar. Sanıyorum ki, bu kısa değinmeler günümüz cahiliye toplumlarını ana hatları ile gözler önüne sermeye yeterlidir. Bu kısa açıklamamız aynı zamanda islâm çağrısının günümüzdeki amacını, bu çağrının bayraktarlığını üstlenenlerin neler yapmak istediklerini de belirler. Bu amaç insanlığı inanç, ahlâk ve sosyal düzen plânında islâma yeniden girmeye çağırmaktır. Bu Peygamberimizin vaktiyle ortaya koyduğu girişimin aynısıdır. Bulunduğumuz nokta, islâm çağrısının ilk hareket noktasının tıpkısıdır. Şu anda Peygamberimizin, kendisine Kur'an indiği ve yüce Allah'ın şu kitabı ile karşı karşıya geldiği pozisyonun aynısı ile yüzyüzeyiz. Tekrarlayalım:

"Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken, sakın ruhun sıkılmasın."

ALLAH'IN MESAJINA UYUN

Yüce Allah, bir yandan Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bu direktifi yöneltirken öte yandan Kur'an'ın ilk muhatabı olan o gününün müslümanlarına ve yanısıra islâmın cahiliye bataklığından çıkarmaya uğraştığı her dönemin kuşaklarına sesleniyor, onlara bu kutsal kitabın içerdiği mesajlara uymalarını emrederek, yüce Allah dışındaki dostlara uymalarını yasaklıyor. Çünkü mesele özünde "bağlılık" ve "uyma" meselesidir. İnsanlar hayatları boyunca kime uyacaklar? Ya yüce Allah'ın emrine uyacaklar ki, bunlar müslümanlardır, ya da yüce Allah'dan başkasının emrine uyacaklar ki, bunlar da müşriklerdir. Bu iki tutum, birbiri ile bağdaşması mümkün olmayan iki karşıt tutumdur.

 

3- "Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyunuz, O'nun dışında başka dostlar edinip peşlerinden gitmeyiniz. Ne kadar kıt düşüncelisiniz! "

Bu ayetin içeriği bu dinin temel meselesine parmak basıyor. İnsanlar ya yüce Allah'ın indirdiği mesaja uyacaklar; bu tutum yüce Allah'a teslim olmaktır; O'nun ilâhlığını onaylamaktır; emir verip itaat edilmekte somutlaşan egemenliği O'nun tekeline vermektir; başkasının değil, sırf O'nun emir ve yasağına uymaktır. Ya da insanlar O'nun dışında başka dostlar edinip onlara uyacaklardır ki, bu müşriktir, yüce Allah'ın ortaksız ilâhlığını onaylamamaktır. Başka nasıl olsun ki, egemenlik yüce Allah'ın tekeline verilmemektedir.

Bu iki ayette şöyle bir anlatım özelliği dikkatimizi çekiyor: Peygamberimize hitap ederken Kitab'ın O'nun şahsına indirildiği belirtiliyor; "Bu Kur'an... Sana indirilen bir kitaptır." insanlara seslenirken de Kitab'ın Rabbleri tarafından onlara indirildiği vurgulanıyor; "Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyunuz." Bu arada Peygamberimize Kitap indirilmesinin gerekçesi bu kitaba inanmak, insanları uyarmak ve müminlere öğüt vermek olarak belirtilirken, müminlere Allah tarafından Kitap indirilişinin gerekçesi inanmaları, uymaları ve başka hiç kimsenin emirlerine uymamaları olarak açıklanıyor. Her iki durumda da kitap indirilişinin Peygamberimize ve insanlara dayandırılmasının amacı özel ilgi gösterme, onurlandırma, teşvik ve coşturmadır. Sebebine gelince kime Rabbi tarafından kitap indirilmiş ise, kim bu iş için seçilmiş ise, kime bu ayrıcalık bağışlanmış ise, o kimse öğüt almalı, şükretmeli, işe kuvvetle sarılmalı, asla bıkkınlık göstermemelidir, ondan böyle davranması beklenir.

İnsanları islâma çağırma girişimi son derece önemlidir. Çünkü cahiliyenin düşüncelerini, değer yargılarını, ahlâkını, geleneklerini, göreneklerini, kurumlarını, rejimlerini, toplumsal yapılarını, ekonomik sistemlerini, yüce Allah ile, evrenle ve insanlarla ilişkilerini köklü, yaygın ve geniş boyutlu biçimde değiştirmek anlamına geliyor.

Girişim bu denli büyük çaplı olduğu için, sonraki ayetlerde sert bir biçimde sarsılıyor, sinirler ağır bir darbe ile uyarılıyor; cahiliye bataklığında pinekleyen, bu zihniyetin düşüncelerinin ve rejimlerinin pisliğine gömülmüş cibilliyetler ürpertiliyor, yerlerinden hoplatılıyor. Bunun için bu uyuşuk vicdanlara vaktiyle peygamberlerini yalanlamış olan eski milletlerin dünyadaki toplu-kırım sahneleri ve bunun yanısıra ahiretteki akıbetleri sunuluyor.

 

4- Biz nice kentleri yokettik. Azabımız, onları, ya geceleyin ya da öğle uykuları sırasında yakalayıverdi.

5- Azabımıza uğradıkları andaki tek feryadları "Biz gerçekten zalimdik " demekten ibaret oldu.

Eski milletlerin başlarından geçen toplu-kırım olayları en yararlı hatırlatıcı, en etkili uyarıcıdır. Kur'an, bu gerçekleri sık sık gündeme getirir; onları insanların gafil kalblerini uyarıcı darbeler, duygulandırıcı etkenler olarak kullanır.

Sakinlerinin peygamberleri yalanlamaları yüzünden helâke uğrayan kentler, siteler, yerleşim birimleri çoktur. Bu yerleşim birimleri, sakinleri dalgınken, gafilken sürpriz bir afet yolu ile helâke uğramıştır. Olay ya geceleyin ya da gündüz uykusu sırasında meydana gelmiştir. Yani insanların uykuya daldıkları ve kendilerini güvenliğin kucağına bıraktıkları bir zaman kesiti içinde. Okuyoruz.

"Biz nice kentleri yokettik. Azabımız onları ya geceleyin ya da öğle uykuları sırasında yakalayıverdi."

Her iki zaman kesiti de, yani gece uykusu da, öğle sonu uykusu da dalmışlık, kendini koyuvermişlik ve güven saatleridir. Bu zaman kesitlerinde insanları yakalamak korkutma bakımından daha şiddetli, etkileme bakımından daha dehşetli olduğu gibi öğüt almaya, çekinmeye, sakınmaya, dikkatli olmaya daha sevkedici bir nitelik taşır.

Sonra olan nedir? Bu dalgınlıkları içinde yakalananların gösterdikleri tek reaksiyon itiraftır! Hiçbir savunma amaçlı iddia ileri süremiyorlar, sadece kötülüklerini kabul ediyorlar. Okuyoruz:

"Azabımıza uğradıkları andaki tek feryatları `Biz gerçekten zalimdik' demekten ibaret oldu."

İnsan kusurunu itiraf etmemek, kabahatli olduğunu onaylamamak ïçin kendini savunma amacı ile her türlü ïddiayı ileri sürer. Fakat sözünü ettiğimiz sürpriz azaba uğrayanlar öyle zor bir pozisyondadırlar ki, "Biz gerçekten zalimdik" demekten başka hiçbir iddia ileri süremiyorlar. Aman Allah'ım! Ne korkunç, ne ürkütücü, ne dehşetli bir durum ki, o anda yapılabilen tek girişim günahı itiraf etmek, müşriklik suçunu kabul etmek olabiliyor!

Bu felâketzedelerin bu sözleri ile kasdettikleri "zulüm" müşriklik anlamına gelir. Kur'an üslubunda bu ifade biçimine sık sık rastlarız. Gerçekten müşriklik zulüm olduğu gibi, zulüm de müşrikliktir. Kendisini yaratan Rabbine ortak koşan kimseden daha zalimi düşünülebilir mi?

Görüldüğü gibi sahne dünyada sunuluyor. Yüce Allah, peygamberlerini yalanlayanları yakalayarak azabına çarptırmış, onlar da yüce Allah'ın azabını belirmiş gözleri ile görüp dururken, zalim olduklarını itiraf etmişlerdir, gerçek gözlerinin önüne serilmiş, onlar da onu onaylamışlardır. Fakat bu onaylamanın ve itirafın artık hiçbir yararı yoktur; pişmanlık ve tevbe yüce Allah'ın bu azabını başlarından savacak değildir. Çünkü azabın inmesi ile pişmanlık zamanı geçmiş, tevbe yolu kesilmiştir.

Olay bu şekilde bir dünya sahnesinde gözlerinizin önüne serilmişken birdenbire, hiç ara vermeksizin ahiret alanına geçiş yapıyor, dinleyicilerini de durup nefes almaya fırsat bırakmadan beraberinde bu alana geçiriyor. Bu geçişi simgeleyen film şeridinin kareleri bitişiktir, yanyana duruyorlar. Geçiş zaman ve mekân boyutlarını yutarak aşıyor, dünya ahiret ile birleşiyor, dünya azabı ahiret azabı ile bütünleşiyor, pozisyon şu beklenmedik anın titreşimlerinde dokunaklaşıyor.

 

6- "Kendilerine peygamber gönderilenleri de peygamberleri de sorguya çekeceğiz.

7- Onlara olup bitenleri bilgimize dayanarak kesinlikle bir bir anlatacağız. Zira onlar hiçbir zaman bilgi alanımız dışında kalmamışlardı.

8- O gün tam doğru tartı vardır. Kimlerin tartıları ağır çekerse, onlar kurtuluşa ermişlerdir.

9- Kimlerin tartıları hafif kalırsa, onlar ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden kendilerini mahvetmiş olurlar. "

Böylesine tasvir edici, canlandırıcı ve duyguları kamçılayıcı ifade tarzı Kur'an'ın özelliklerinden biridir. Bu ifade tarzı içinde tüm bir dünya turu bir ana, bir kitap satırına sığdırılır, dünya ve ahiret birbiri ile kaynaşır, başlangıç ve bitiş aynı anda bütünleşiverir.

Dünyada yüce Allah'ın azabına uğrayan bu kimseler orada, yani ahirette hesap vermek üzere sorguya çekildiklerinde, davranışlarına karşılık biçilecek o yüce duruşmada ayağa diktirildiklerinde dünyada ansızın azapla yüzyüze geldikleri sırada yapmış oldukları "Biz gerçekten zalim olduk" itirafı ile yakayı kurtaramazlar. Orada yeni bir sorgulama ile karşı karşıya gelecekler ve o dehşetli günün akla sığmaz kalabalığı önünde teşhir edilecekler, iplikleri pazara çıkarılacaktır. Tekrarlıyoruz:

"Kendilerine peygamber gönderilenleri de peygamberleri de sorguya çekeceğiz.

Onlara olup bitenleri bilgimize dayanarak kesinlikle bir bir anlatacağız. Zira onlar hiçbir zaman bilgi alanımızın dışında kalmamışlardı."

Bu sorgulama son derece titiz ve ayrıntılıdır; kendilerine peygamber gönderilenleri de peygamberleri de kapsamına alır. Bu sorgulamada ele alınan mesele, o müthiş kalabalık önünde inceden inceye anlatılır, bütün gizli-kapaklı tarafları ortaya dökülür. Kendilerine peygamber gönderilenlere sorular sorulur, onlar da bu sorular karşısında itiraflarda bulunurlar; peygamberlerin kendilerine sorular sorulur, onlar da bu sorulara cevap verirler. Sonra her şeyi bilen, her şeyin içyüzünden haberdar olan yüce Allah, sorguya çekilenlere unuttukları noktalar hakkında açıklamalar yapar; bu açıklamaları her şeyi kayda geçirmiş olan bilgisine dayanarak yapar. Zira O her şeyin yanı başında idi, hiçbir şey O'nun bilgi alanı dışında değildi. Bu mesajın etkisi, hatırlatıcılığı ve uyarıcılığı son derece derindir. Devam ediyoruz:

"O gün tam doğru tartı vardır."

O günkü tartıda mızıkçılık yapmak, verilecek hükmü gürültüye getirmek, hükümlerin ve tartıların güvenirliğini giderici tartışmalara girişmek mümkün değildir. Devam ediyoruz:

"Kimlerin tartıları ağır çekerse onlar kurtuluşa ermişlerdir."

Yüce Allah'ın hakka şıkı sıkıya bağlı terazisinde bu kimselerin tartıları ağır çekmiştir. O halde bu mutlu sonucun ödülü kurtuluştur. Bunca uzun yolculuğun sonunda, bu uzun sürecin son aşamasında cehennemden kurtularak cennete girmeyi hakketmekten daha büyük kurtuluş mu olur? Devam ediyoruz:

"Kimlerin tartıları hafif kalırsa, onlar ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden kendilerini mahvetmiş olurlar."

Yüce Allah'ın haksızlık etmesi, yanlış tartması sözkonusu olmayan terazisinde, bu kimselerin tartıları hafif kalmıştır. Bu durum karşısında onlar kendilerini mahvetmişler, öz benliklerini kaybetmişlerdir. Artık ne kazanabilirler ki? Çünkü kişi çalışır, çabalar, kendisi için, öz benliği için bir şeyler biriktirir. Ama kendini mahvedince, bizzat öz benliğini kaybedince artık geriye ne kalır ki?

Ayetteki "Onlar ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden" ifadesi bize açıkça anlatıyor ki, bu kimseler yüce Allah'ın ayetlerini inkâr ettikleri için kendilerini mahvetmişler, öz benliklerini kaybetmişlerdir. Daha önce söylediğimiz gibi Kur'an dilinde "zulüm" terimi müşriklik ya da kâfirlik anlamına gelir. Çünkü "Allah'a ortak koşmak, büyük zulümdür." (Lokman Suresi: 13)

Biz burada islâm düşüncesi tarihi boyunca islâm-dışı bir mantıkla tartışmaya girişenlerin hatasına düşerek "bu tartı nasıl bir tartıdır, bu terazi ne biçim bir terazidir?" tartışmasına girecek değiliz. Çünkü madem ki, yüce "Allah gibi olan bir şey yoktur", madem ki, her anlamda benzersizdir, O'nun eylemlerinin ve tasarruflarının tümü de benzersiz ve eşsiz niteliktedir. Burada bize düşen görev, bu ayetlerin amaçladıkları gerçeği vurgulamaktır. O da şudur: O gün hesaplaşma gerçektir, bu hesaplaşmada hiç kimse zerre kadar haksızlığa uğramaz; hiçbir davranış, hiçbir eylem değerinden düşük bir karşılık görmez, unutulmaz, ihmale uğramaz.

UZUN BİR YOLCULUK

Büyük göç buradan başlıyor... İnsanlığın kıssasına detaylı biçimde başlamadan önce kesin bir gerçek olarak yüce Allah'ın varlıkların bir türü olan insanı yeryüzüne yerleştirmesinden söz edilerek bir giriş yapılıyor.

 

10- "Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitli geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

İnsanlık türünün tamamını yeryüzüne yerleştiren yeryüzünün yaratıcısı ve insanların yaratıcısı olan yüce Allah'tır. Yeryüzünde insanlığın hayatı için elverişli müsait ve koruyucu şartları, özellikleri hazırlayan, rızıkları ve yaşamları için gereken ortam hazırlayan Allah'tır.

Atmosferi, oluşumu, hacmi, güneş ve aydan uzaklığı, güneş etrafında dönüşü, ekseninin yörüngesine eğriliği, dönüş hızı ve diğer özellikleriyle yeryüzünü insanlık türünün yaşamına elverişli hale getiren, yüce Allah'tır. İnsanın yaradılışı, hayatı bu hayatının gelişmesi ve ilerlemesi için gereken gıda maddeleri, rızıkları, güçleri ve enerjileri bu yeryüzüne yerleştiren de O'dur. İnsanlığı bu yeryüzündeki yaratıkların efendisi kılan da Allah'tır. Yüce Allah insanlara bu evrenin birtakım yasalarını keşfetmeleri ve evreni kendi yararlarına kullanmaları için birtakım özellikler ve yetenekler vermişti. Bu özelliklere ve yeteneklere dayanarak insanlar, bu yeryüzünün yaratıklarına egemen olabilir ve onları kendi hizmetlerine koşturabilirler.

Eğer yüce Allah insanı yeryüzünde bunca imkânlarla yerleştirmemiş olsaydı, bu güçsüz yaratık klasik ve modern cahiliye mensuplarının ifadesiyle "Tabiata egemen olamazdı"! İnsanlık kendi öz gücüyle evrenin korkunç ve ezici güçlerine karşı koymaya asla güç yetiremezdi!

Günümüzün modern cahiliye düşüncelerine (felsefesine) şekil veren, Grek ve Roma düşünceleridir Evreni, insana düşman olarak gösteren bu düşüncedir. Bu düşünce evrenin doğal güçlerini, insanın varlığına ve hareketine karşı güçler olarak kabul eder. insanı yalnız başına çabasıyla bu güçlere karşı koyan bir varlık konusunda değerlendirir. Evrensel bir yasayı keşfetmeyi, tabiat güçlerinden birini hizmetlerine almayı insanlık ile Evren (tabiat) arasındaki savaşta kazanılmış bir zafer olarak kabul eder ve tabiatın mağlûp edilmesi şeklinde değerlendirir:

Bunlar gerçekten bayağı düşüncelerdir. Hatta bunlar alabildiğince çirkin yaklaşımlardır!

Eğer onların zannettikleri gibi, bu evrensel yasalar insana karşı olsaydı, her an pusuda bekleyen, her an ona karşı duran bir düşman olsaydı ve bu yasaların arkasında her şeyi yerli yerince düzenleyen bir irade bulunmamış olsaydı, insanlar daha baştan varolamazlardı! Yoksa insan nasıl varolabilirdi? Arkasında hiçbir irade bulunmayan ve kendisine düşman olan bir evrende insan nasıl varolabilirdi? Var olduğunu kabul etsek de bu insan, bunca düşman şartlara karşı koyan evrensel güçlere rağmen hayatını nasıl sürdürebilirdi? Çünkü onların anlayışlarına göre evren, kendi başına özgür biçimde hareket eder, onun gücünün ötesinde kendisine egemen olan hiçbir güç de yoktur!

Sadece islâm düşüncesi, bu birbirinden kopuk varlıkları, güçleri sistemli biçimde ele alarak hepsini kapsamlı bir ahenk içinde birbirine bağlar... Evreni yaratan Allah'tır. İnsanı yaratan da Allah'tır. Allah'ın iradesi ve hikmeti bu evrenin tabiatının bu insanın varolmasına elverişli olmasını dilemiştir. İnsanın bu evrenin bazı temel yasalarını öğrenmesi ve buradan hareketle onu kendi hizmetinde kullanması için gereken yetenekleri de O'nun bünyesine yerleştiren de yine Allah'ın iradesi ve hikmetidir... Değerlendirmede göz önünde bulundurulan bu uyum ve ahenk, her şeyi en güzel biçimde yaratan ve yarattıklarını birbirlerine düşman, aykırı ve çelişen varlıklar olarak yaratmayan Allah'ın sanatına gerçekten lâyıktır"...

İslâmın bu düşüncesinin ışığı altında "insan" sevecen ve dost bir evrende, her şeyi en güzel biçimde ve mahirane olarak himaye eden bir kuvvetin altında yaşamını sürdürür. Kalbi huzur içinde, vicdanı rahat olarak ve kendinden emin adımlarla ilerler. Yeryüzünde Allah adına halifelik görevini yerine getirirken bu halifelik konusunda kendisine Allah'ın yardım edeceğine güveni tamdır. Evrenle ilişkilerini düzenlerken, onunla alışverişte bulunurken, sevgi ve dostluk ruhuyla meseleye yaklaşır. Varlığın sırlarından herhangi birinin farkına vardıkça, halifelik görevini yerine getirmede kendisine yardımcı olacak, ilerleme, refah ve mal yönünden yeni bir güç ve kuvvet elde etmesine yarayacak yasalardan birini öğrendikçe yüce Allah'a daha fazla şükreder.

İslâm düşüncesi, insanı varlığın sırlarını araştırmadan, yasalarını keşfetmeden çalışmaktan alıkoymaz. Tam tersine ona bu yolda özendirir. Kalbine güven ve huzur doldurur. Çünkü bu anlayışla insan dost olan, sırlarını kendisinden cimriliği nedeniyle saklamayan, desteğini ve yardımını kendisinden esirgemeyen bir evrenle karşı karşıyadır... İnsan, bu anlayışa göre her an kendisini pusuda bekleyen, yönelişlerinin hepsini etkisiz hale getirmeye çalışan, umutlarını ve hülyalarını yok etmeye uğraşan düşman bir evrenle mücadele içinde değildir!

"Existansiyalizmin" (varoluşçuluğun) en büyük çıkmazı bu uğursuz ve çirkin düşüncede yatmaktadır. Evrenin varlığını, hatta insanlığın toplumsal varlığını, yapısı itibariyle, insanın bireysel varlığına aykırı gören, ezici ağırlıklarıyla insanın varlığına gölge düşürdüklerini ileri süren düşüncesinde! .. Bu gerçekten korkunç bir düşüncedir. Sonuç olarak ya insanı toplum dışına, pısırıklığa ve yok oluşa iter! Veya şımarıklığı, isyankârlığı ve bireyselliği doğurur. Her iki halde de insanı bekleyen ancak hastalık haline gelen sarsıntılardır! Psikolojik ve akli bunalımlardır! Çöllerde ürküp kaçmaktır! İsyankârlık çöllerinde, yokluk çöllerinde şaşkın şaşkın dolaşmaktır! Temelde bu iki çöl şaşkınlığı arasında fark yoktur...

Bu Avrupa düşünce ekolleri içinde yalnızca "Existansiyalizm"in (varoluşçuluk) çıkmazı değildir. Bütün akımları ve ekolleriyle Avrupa düşüncesi bu dramın etkisi altındadır ve onun kurbanı olmuştur. Hatta bütün zamanlardaki ve toplumlardaki cahiliye düşüncelerinin en büyük çıkmazı budur. Fakat islâm dini, geniş kapsamlı inanç sistemiyle bu faciayı rahat bir şekilde önlemiştir. İslâmın öngördüğü inanç sistemi insanın zihnine bu evrenin ve bu evrenin ötesindeki egemen gücün fonksiyonu açısından sağlıklı bir düşünce yerleştirmiştir.

Bu anlayışa göre, "insan" bu yeryüzünün oğludur. Bu kâinatın yavrusudur. Yüce Allah O'nu bu yeryüzünden yaratmıştır. Ve onu buraya yerleştirmiştir. Yeryüzünde onun için gıda maddeleri ve geçim vasıtaları hazırlamıştır. Yeryüzünün anahtarlarını kendisinin eline verecek bilginin yollarını kolaylaştırmıştır. Evrenin yasalarını insanın varlığı için elverişli ve uygun kılmıştır. Bilinçli bir şekilde bu yasaları incelediğinde, insana destek olur ve hayatını daha da kolaylaştırırlar.

Ne var ki, insanlar çok az şükrederler. Çünkü onlar cahilliklerin bilinçsizlikleri içinde yüzmektedirler. Hatta bilenler bile Allah'ın kendilerine bağışladığı nimetlerin hakkını ödeyebilecek şekilde bir şükretme imkânına sahip değillerdir. Yüce Allah güçlerinin yettiğini yapmalarıyla yetinmeseydi, güçlerinden daha fazlasını isteseydi, onlar bunca nimetin hakkını nasıl ödeyebileceklerdi? Dolayısıyla hem bilenler, hem de cahiller için Allah'ın şu hükmü uygun düşmekte ve gerçeği ifade etmektedir:

"...Ne kadar az şükrediyorsunuz!"

İNSANLIĞIN DOĞUŞU

Daha sonra etkileyici olaylarıyla insanlığın yaradılışı hikâyesi başlıyor. Hikâye insanın yücelikler aleminin kanatları altında ve dehşet verici bir şenlik içinde insanın yaradılışını açıklamak suretiyle başlıyor. Bu ilânı her şeyin sahibi, üstün kudret sahibi olan ulu ve yüce Allah yapıyor. Bu da insanın ne kadar büyük ihsana ve hürmete mazhar olduğunu ortaya koyuyor. O'nun için, meleklerden olmakla beraber, o sıralarda onlarla birlikte olan İblis (Şeytan) da dahil olmak üzere bütün melekler toplanıyor. Bu toplantıya gökler, yer ve Allah'ın yarattığı bütün varlıklar şahit oluyor. Bu olay varlıklar alemi tarihinde gerçekten önemli bir olaydır ve dehşet vericidir.

 

11- Sizi yarattık, arkasından belirli bir biçime soktuk, sonra meleklere "Ademe secde edin, dedik. İblis dışında hepsi secde etti. Sadece o secde edenlerden olmadı. "

12- "Allah İblis'e "Secde etmeni emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan ne oldu? dedi. O da "Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın " dedi.

13- "Allah ona "o halde in oradan, orada büyüklük taslamak haddine düşmedi. Çık dışarı, sen alçağın birisin, dedi. "

14- "İblis, "Bana insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi.

15- Allah "Sen mühlet verilenlerden birisin" dedi.

16- "İblis dedi ki; "Beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün için, andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup insanların yolunu keseceğim. "

17- "Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım da çoğunluğunu şükreder bulamayacaksın. "

18- "Allah dedi ki; "Çık oradan yerilmiş ve kovulmuş olarak! Andolsun ki, insanlardan kim sana uyarsa, onları ve sizi birlikte cehenneme dolduracağım. "

İşte ilk sahne budur... Bu gerçekten etkileyici bir sahnedir. Önemli bir sahnedir... Biz burada önce kıssanın sahnelerini sunmayı, bunlar üzerinde yapılacak yorumu ve bu sahnelerin imajları üzerinde yapılacak tesbitleri sonraya bırakmayı uygun görüyoruz.

"Sizi yarattık arkasından belirli bir biçime soktuk, sonra meleklere, "Adem'e secde edin, dedik. İblis dışında hepsi secde etti. Sadece o secde edenlerden olmadı."

Yaratma: Yapma, meydana getirme anlamına tasvirde, biçim verme ve özelliklerle donatma anlamına gelebilir. Yaratma ve tasvir meydana gelişte iki aşama değil, iki basamaktır. Çünkü buradaki "sonra" kavramı, zaman sıralamasını değil de, manevi yükseliş sıralaması için kullanılmış olabilir. Tasvir (Şekil ve özellik kazanmak) soyut anlamda varolmaktan daha ileri bir basamaktır. Varolma hammadde için de geçerlidir. İnsani bir şekil kazanma ve birtakım özelliklere sahip olma açısından tasvir, varolmanın basamaklarından daha ilerde bir basamaktır. Sanki burada şöyle denmek istenmiştir: Biz size sadece varolmayı bağışlamakla yetinmedik, sizin varlığınızı üstün özelliklere sahip bir varlık kıldık... Nitekim başka bir ayette: "Her şeye yaradılışını veren sonra da yol gösteren O'dur" (Taha -50) deniyor.

Çünkü bütün varlıklara özellikler ve fonksiyonlar verilmiş ve yaratılışı esnasında bu görevlerini yerine getirmesi için ona yol gösterilmiştir. Yaratılış özellikleri ve fonksiyon verilişi ile bu görevlerin yerine getirilmesi arasında bir zaman boşluğu yoktur. Eğer buradaki yol gösterme, O'nun Rabbine yol bulması dahi olsa, yine anlam değişmez. Çünkü her şey yaratıldığı andan itibaren Rabbine yol bulmuştur. Aynı şekilde Adem'e de yaradılışı sırasında insanî özellikleri verilmiş ve "Sonra" da ise manevi yönden yükselmeye yöneltilmişti. Yoksa arada zaman aşımı yoktur. Biz bu görüşdeyiz.

Hangi açıdan bakarsak bakalım, Hz. Adem'in -selâm üzerine olsun- yaradılışına, insanlığın meydana gelişine ilişkin Kur'an ayetlerinin bütünü, bu varlığa insani özelliklerinin ve kendisine özgü fonksiyonunu yaradılışı ile birlikte verildiği düşüncesi Kur'an'da ağırlık kazanmaktadır. İnsanlık tarihinde görülen ilerlemenin, yükselişin bu özelliklerin daha açık bir şekilde ortaya çıkmaları, gelişmeleri, terbiye edilmeleri ve insanın bunlar sayesinde üstün bir deneyime sahip olmasında görülen ilerleme olduğunu ortaya koymaktadır. Yoksa Darwinizm'in ileri sürdüğü gibi, başka türlerin gelişerek sonuçta insan olduğu şeklinde insanın "öz varlığında" herhangi bir başkalaşım olmadığını ortaya koymaktadır.

Arkeolojik kazılara dayanan yaradılış ve evrim teorisine bağlı olarak zaman süreci içinde hayvanlarda değişik ilerleme aşamalarının varlığını ve bunların birbirini izleyen gelişmeler olduğunu ileri sürmek "sağlıklı" verilere dayanmayan bir teoriden ibarettir. "Kesinlik" ifade etmez. Çünkü yerin katmanlarında bulunan kayaların ömürlerini belirleme çalışmaların da kendileri bile tahminden öteye geçemezler. Bu çalışmalar yıldızların ömürlerini radyasyon yoluyla kestirmek gibidir. Bunları düzeltecek, hatta kökünden değiştirecek daha başka tahminlerin ortaya çıkmasını engelleyebilecek hiçbir şey yoktur! Böyle bir varsayım bu canlıların birbirlerinden daha gelişmiş olduğunu söylememiz için yeterli değildir. .

Kayaların ömürlerine ilişkin bilgimizin kesin olduğunu varsaysak bile, belirli çevre şartlarının etkisiyle ve bu şartlarla uyum sağlayabildikleri oranda bazı canlı türleri varolmuş olabilir ve çevre şartları değişip yaşamalarına elverişsiz hale geldiği için bu canlıların soyu kurumuş olabilir. Bu varsayımı ileri sürmemiz için, engelleyici hiçbir veri yoktur.

Darwin'in ve ondan sonrakilerin arkeolojik kazıları bundan öte bir şeyi ispatlayamaz. Zaman süreci içinde herhangi bir hayvan türünün kendisinden önceki bir hayvan türünden organik olarak evrimleştiğini, o zaman süreci içindeki kayaların katmanlarının tanıklığına bakarak kesin biçimde ispatlayamaz. Sadece şu kadarını ispatlayabilir: Zaman süreci içinde birtakım hayvan türleri kendisinden önceki bir hayvan türünden daha gelişmiştir... Böyle bir gelişmeyi bizim anladığımız biçimde yorumlamak da mümkündür. Yani bu zaman diliminde yeryüzünde egemen olan şartlar bu hayvan türünün varlığına müsaade ediyorlardı. Şartlar değişince, yeryüzü başka bir hayvan türünün meydana gelmesine elverişli oluyordu. Bu hayvan türü de meydana geliyordu. Değişen şartlar daha önceki şartlarda yaşayan hayan türünün neslinin tükenmesine yolaçıyordu. Buna bağlı olarak bu hayvan türleri de yok oluyorlardı:

Buna bağlı olarak insan türünün yaradılışı bağımsız bir yaradılıştır. İnsan, yüce Allah'ın yeryüzündeki şartların insanın hayatı, gelişmesi ve ilerlemesi için elverişli hale geldiğini bildiği bir zaman süreci içinde yaratılmıştır. İnsanın yaradılışı konusunda Kur'an ayetlerinin bir bütün olarak ortaya koyduğu yaklaşım budur.

"İnsan" hem biyolojik ve fizyolojik yönden hem de aklî ve ruhî yönden diğer canlılardan apayrı bir özelliğe sahiptir. Bu öyle apayrı bir özelliktir ki, içlerinden bazıları ateist olmalarına rağmen, yeni Darwinist'ler insanın bu özelliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. İnsanın bu özelliği de, insanın yaradılışının başlı başına bir yaradılış olduğunu ve başka hayvan türleriyle hiçbir organik bağı bulunmadığını belgeleyen önemli bir delildir!

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, değişmesi mümkün olmayan bir gerçektir ki, ulu ve yüce Allah'ın kendisi bizzat ruhani varlıklar olan meleklerin hazır bulunduğu bir topluluğun huzurunda bu insan denen varlığın doğuşunu açıklıyor:

"Sonra meleklere: "Adem"e secde edin dedik. İblis dışında hepsi secde etti. Sadece o secde edenlerden olmadı."

Melekler de Allah'ın bir başka yaratık kesimidirler. Kendilerine mahsus özellikleri ve fonksiyonları vardır. Allah'ın onlar hakkında bize verdiği bilgilerden başka bir şey bilmiyoruz. Daha önce Fî Zılâl-il'in başka bir yerinde Allah'ın bu konuda bize bildirdiklerini özetlemiştik. (Kehf-50) Aynı şekilde iblis de meleklerden ayrı olarak Allah'ın bir yaratığıdır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Gerçekten iblis cinlerdendi. Fakat Rabbinin emri dışına çıktı." Cinler de meleklerden ayrı bir varlıktır. Onlar hakkında da Allah'ın bize bildirdikleri dışında başka bir şey bilmiyoruz. Daha önce bu cüzde yüce Allah'ın cinlere ilişkin bize bildirdiklerini de özetlemiştik. (En'am 100,128,130. ayetlerinin tefsirine bakınız.) Bu surede ilerde geleceği gibi iblis ateşten yaratılmıştır ve kesinlikle meleklerden ayrı bir varlıktır. Fakat buna rağmen meleklerle birlikte Adem'e secde etmekle emredilmiştir. Kendine özgü yaratığın doğuşunda her şeyin sahibi olan yüce Allah büyük toplantıda herkesin Adem'e secde etmesini istemiştir. Bu isteğini açıkça ilân etmiştir.

Allah'a karşı gelmeyen ve aldıkları emri yapan melekler, Allah'ın emrini yerine getirmek üzere itaatkâr bir şekilde secdeye kapandılar. Hiçbir tereddüt göstermediler. Büyüklük taslamadılar. Herhangi bir sebepten, herhangi bir şekilde ve herhangi bir düşünceyle günah işlemeyi düşünmediler. Bu onların karakteridir. Ve bu onların özellikleridir. Aynı zamanda fonksiyonları da budur. Böylece bu insan denen varlığın Allah katında ne kadar değerli olduğu gözler önüne serildiği gibi, melekler diye bilinen Allah'ın kullarında kesin itaat da somut bir biçimde canlandırılmaktadır.

İblis'e gelince, o, yüce Allah'ın emrini uygulamaya yanaşmadı ve O'na karşı geldi. İlerde iblisin gönlünden nelerin geçtiği, yüce Allah'ın kendisinin Rabbi yaratıcısı, kendi işlerinin ve evrendeki bütün işlerin tümünün kendisinin elinde olduğunu bile bile, bunların hiçbirinde asla tereddüt etmediği halde yüce Rabbine itaat etmesine engel olan düşüncenin ne olduğu ifade edilecektir!

Aynı şekilde biz burada yüce Allah'ın yarattıklarının üç tane prototipini görüyoruz. 1. Kesin itaat ve bütün bir teslimiyet örneği. 2- Kesin isyan ve başkaldırma örneği. 3- Üçüncü örnek, insanın karakteri örneğidir. İlerde insanı ve çift yönlü sıfatlarını öğreneceğiz. Birinci karakter Allah'a karşı tam bir teslimiyet ve samimiyet örneğini sergilemiştir. Bu kesin teslimiyeti ile, O, bu sahnede görevini tamamlamıştır. Diğer iki karakterin nasıl şekillendiklerini, hangi tarafa yöneldiklerini ilerde öğrenmeye çalışacağız.

"Allah iblis"e "Secde etmeni emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan ne oldu?" dedi. O da "Ben ondan üstünüm, beni ateşten onu ise çamurdan yarattın" dedi.

İblis, Allah'ın kesin hükmüne rağmen, kendisinin de bir görüşü olabileceğini ileri sürdü. Allah'ın kesin emri ortada olduğu halde, şeytan kendisinin gördüğü sebeplere ve illetlere dayanarak kendisi hakkında hüküm verme yetkisini kendisinde gördü. Halbuki kesin ilâhi hüküm ve apaçık emir ortadayken tartışma olamaz. Düşünmek boşunadır. Kesin itaat gerekir. Uygulama zorunluluğu doğar. Lanet olası iblis de yüce Allah'ın yaratıcı, mülkün sahibi, rızık verici ve her şeyi düzene koyan, her şeyin ancak O'nun izni ve belirlemesiyle meydana geldiğini hiç de bilmiyor değildi. Fakat buna rağmen kendisine ulaştığı biçimde emre itaat etmedi ve bu emri kendi mantığına dayanarak başka yollara girdi:

"O da "Ben ondan üstünüm; beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" dedi.

Bu isyanın büyüklüğünü ortaya koymak amacıyla vakit geçirilmeden derhal cezalandırıldı:

"Allah O'na: "O halde in oradan, orada büyüklük taslamak haddine düşmedi. Çık dışarı, sen alçağın birisin" dedi.

İblisin Allah'ı tanıması, O'na fayda vermedi. Allah'ın varlığına ve sıfatlarına inanması da O'na bir yarar sağlamadı... Allah'ın emirlerini öğrendiği halde bu emri kabul ve reddetme yetkisini kendisinde gören, yüce Allah'ın daha önceden kendisi hakkında hüküm verdiği bir meselede hakimiyet yetkisini kendisinde gören, bu hakimiyet yetkisiyle Allah'ın sözkonusu meseleye ilişkin hükmünü reddedebileceğini söyleyen her insan da iblisin konumundadır. Demek ki, bu bilgiye ve itikada (inanç sistemine) rağmen meydana gelen bir küfürdür. Çünkü iblisin ne bilgisi eksikti, ne de itikadı!..

İblis bu tutumuna karşılık olarak cennetten kovulmuştur. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır. Allah'ın lanetine müstehak olmuştur. Alçaklık damgası yemiştir.

Ne var ki, bu çirkin ve inatçı yaratık Hz. Adem'in kendisinin kovulmasına ve gazaba uğramasına neden olduğunu unutmuyor. İntikam almadan bu kötü sonuna (akıbetine) teslim olmuyor. İçinde yoğrulduğu çirkin karakterine uygun biçimde fonksiyonunu yapmadan cezaya razı olmuyor:

"İblis: "Bana insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi.

"Allah "Sen mühlet verilenlerden birisin" dedi.

İblis dedi ki; "Beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün için, andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup insanların yolunu keseceğim."

Sonra önlerinden, arkalarından sağlarından, sollarından onlara sokulacağım da çoğunluğunu şükreder bulamayacaksın."

Bu, kötülük üzerinde kesin ısrar etmektir. Sapıklık, azgınlık üzerinde kesin biçimde diretmektir. Böylece iblisin bu karakterinin O'nun başlıca özelliklerinden biri olduğu ortaya çıkıyor... O'nun karakterindeki bu kötülük yüzeysel ve geçici bir kötülük değildir. Köklü, bilinçli, sistemli ve sürekli bir kötülüktür.

Ayrıca bu tasvirde iblisin aklî normları ve psikolojik hareketleri de canlı ve somut sahnelerle ortaya koymuştur.

iblis, Rabbinden kıyamet gününe kadar kendisine mühlet vermesini dilerken, bu isteğini ancak Allah'ın iradesi ve belirlemesiyle olabileceğini çok iyi biliyordu. Yüce Allah O'nun bu isteğini kabul de etmiş ona zaman tanımıştır. O'na tanınan bu süre, başka bir surede açıklığa kavuşturulduğu gibi, "Belirlenen güne." (Hicr 38, Sâd-81) kadardır. Rivayetlerde belirtildiğine göre, bugün yeniden diriliş günü değil, Allah'ın hayatta kalmasını dilediği kimselerin dışında yerde ve göklerdeki herkesin öldüğü Sur'a ilk üfürüldüğü gündür.

İblis uzun yaşama hükmünü elde ettikten sonra yüce Allah'a karşı isyankârlığı ve gururu nedeniyle kendisine takdir ettiği sapıklığın ve bu sapıklık belasını kendisine göndermesinin intikamını alacağını iğrenç bir küstahlıkla ilân ediyor. Kendisinin dramatik akıbeti sebebiyle Allah'ın lanetine uğramasına ve cennetten kovulmasına neden olan, Allah'ın kendisini onurlandırdığı bu insanı saptıracağını söylüyor! Onun bu saptırma çabasını Kur'an-ı Kerim'in O'ndan aktardığı şu sözde somut olarak görebiliyoruz.

"Andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup insanların yolunu keseceğim. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım."

Demek ki, iblis Adem ve neslini saptırmak için Allah'ın dosdoğru yolu üzerinde oturacak. Oradan geçmek isteyen herkesi engellemeye çalışacaktır Allah'a giden yolun somut olması mümkün değildir. Çünkü yüce Allah, bir yere çakılıp kalmaktan münezzehtir. Böylece anlaşılıyor ki, bu yol Allah'ın rızasını elde etmeye vasıta olan iman ve itaat yoludur... İblis bu amacını gerçekleştirmek için her taraftan insana sokulacaktır: "Önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından..." Onlarla iman ve itaatin arasına girmek için... Bu iblisin, insanı saptırmak için sürekli çabasını ve tükenmez gayretini ortaya koyan canlı, hareketli ve somut bir tablodur. İblisin amacı insanların Allah'ı tanımamaları ve O'na şükretmemeleridir. O'nun tuzaklarından kurtulup Allah'ın çağrısına kulak veren az bir grup müstesna:

"Çoğunluğu şükreder bulamayacaksın."

Burada şükretmenin tekrar edilmesi surenin baş tarafında ifadesini bulan "Ne de az şükrediyorsunuz" cümlesiyle tam bir ahenk sağlamaktadır. Böylece az şükredilmesinin nedeni açıklanmış, gizli olan gerçek etken ortaya çıkarılmıştır. Bu temel etken iblisin O'na karşı çalışması ve Allah'a giden yolda oturmasıdır! İnsanın, kendisini doğru yoldan alıkoyan gizli düşmanına karşı uyanık hareket etmesi istenmiştir. İnsanların çoğunun şükretmesine engel olan bu musibetin nereden kaynaklandığını öğrendikten sonra ona karşı önlem almaları gerektiğini hatırlatmıştır.

Şeytanın arzu ettiği kendisine verilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın iradesi bu insan denen varlığın kendi yolunu kendisinin seçmesini istemiştir. Zira insanın yaradılıştan gelen birtakım yetenekleri vardır ki, insan onlarla iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırabilir. Serbest olarak tercihini yapması için ona akıl da verilmiştir. Peygamberler aracılığıyla sürekli biçimde ona hatırlatmada bulunulmuş ve onu doğru yoldan ayrılmaktan sakındırmış, islâm dinine bağlanıp onunla kendisini düzeltmesini istemiştir. Yüce Allah'ın iradesine bağlı olarak, insan ya doğru yolu veya şeytanın yolunu algılayabilme, kendi bünyesine ya iyiliği veya kötülüğü yerleştirebilme ve iki sonuçtan birine doğru yol alma imkânına sahip kılınmıştır. Doğru yola girse de sapıklık yolunu seçse de neticede Allah'ın sınava ilişkin yasası gerçekleşir, Allah'ın dediği olur. Hidayet de sapıklık da Allah'ın yürürlükteki yasasına ve özgür iradesine bağlı olarak gerçekleşir.

Fakat ayetlerin devamında yüce Allah'ın, lanet olası iblisin kendisine süre tanınmasına ilişkin isteğinin kabul edildiğinin açıkça belirtilmesine rağmen, bu son isteğinin verildiğine dair bir açıklama yapmadıklarını görüyoruz. Yüce Allah bu konuda bir açıklama yapmamıştır. Yalnız iblisin oradan kovulduğunu açıklamıştır. Bu öyle bir kovuluştur ki, kimse ona engel olamaz. Onu yerilmiş ve gazaba uğramış bir biçimde kovmuştur. Şeytan ve kendisine uyan ve onunla beraber sapıklığa düşen insanlardan cehennemi doldurmak üzere huzurundan uzaklaştırmıştır.

"Allah dedi ki; `Çok oradan yerilmiş ve kovulmuş olarak! Andolsun ki, insanlardan kim sana uyarsa, onu ve sizi birlikte cehenneme dolduracağım."

İblise uyan insanlar ya Allah'ı tanımada, ilahlığına kesin inanmada, O'na uyarlar veya aynen onun gibi Allah'ın hakimiyetini ve hükmünü kabul etmezler, Allah'ın emirlerine rağmen meseleleri gözden geçirme hakkına sahip olduklarını, Allah'ın emirlerini uygulayıp uygulamamakta kendi mantıklarını kriter olarak kabul ettiklerini iddia ederler. Ya da kendilerini Allah'ın yolundan tamamen saptırması için iblise uyarlar... Fakat bu iki sapıklık da temelde aynıdır ve şeytana uymaktır. Cezası da şeytan ile birlikte cehennemi boylamaktır!

Yüce Allah, şeytan ve soydaşlarına doğru yoldan saptırma olanağı vermiştir. Hz. Adem'e ve O'nun nesline de sınama gereği olarak tercih imkânı vermiştir. Yüce Allah insana bu tercih imkânı vermekle hem ceza hem mükâfatın ona uygun düşmesini dilemiştir. Onu bu nitelikle diğer yaratıkları arasında kendisine has özelliklere sahip kılmak istemiştir. O ne melektir ne de şeytan. Onun bu evrendeki fonksiyonu ne meleğin fonksiyonu ne de şeytanın fonksiyonudur.

YASAK AĞAÇ

Olayın akışı içinde çizilen tablo burada bitiyor. Hemen arkasından başka bir sahne başlıyor:

Yüce Allah, iblisi bu şekilde cennetten uzaklaştırdıktan sonra hitabı Adem'e ve eşine yöneltiyor. Biz burada yalnız Hz. Adem'in kendi cinsinden bir eşi olduğunu biliyoruz. Bu eşinin nereden geldiğini bilmiyoruz. Şu anda sözkonusu edeceğimiz ayet ile Kur'an-ı Kerim'in diğer ayetleri bu gayb konusundan haber vermemektedirler. Hz. Havva'nın Hz. Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığından söz eden rivayetlerin hepsi yahudi uydurmasından kaynaklanır. Bu nedenle bu konuda onlara dayanamayız. Bu konuda kesin olarak söylenebilecek tek şey yüce Allah'ın Hz. Adem'e kendi cinsinden bir eş yarattığı ve böylece onların iki eş olduklarıdır. Zaten yüce Allah'ın yarattığı tüm yaratıkların çift olarak yaratıldıkları değişmez bir yasadır. "Biz belki ibret alırsınız diye, her şeyden bir çift yarattık." (Zâriyat-49) Bu sürekli geçerli olan değişmez bir yasadır. Allah'ın tüm yarattıkları için geçerli olan köklü bir kuraldır. Bu değişmez yasayı baz alarak meseleye baktığımızda Hz. Havva'nın yaradılışının Hz. Adem'in yaradılışından uzun bir süre sonra gerçekleşmediğini ve O'nun yaradılışının da Hz. Adem'in yaradılışında izlenen yolun aynısıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

Durum ne olursa olsun, burada hitab Hz. Adem'e ve eşine yöneltilmektedir. Cenabı Allah hayatlarındaki sorumluluklarını bildiren emirlerini kendilerine iletirken, her ikisine de hitap ediyor. Böylece her ikisini de beraber eğitmeye ve onları asıl görevlerine hazırlamaya başlıyor. Zaten yüce Allah insanı sırf bu fonksiyonu için yaratmıştır. İnsanın bu temel görevi yeryüzünde halifelik görevidir. Nitekim Bakara suresinin (30.) ayetlerinde yüce Allah buyuruyor ki: "Hani Rabbin meleklere, `Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti."

 

19- "Ey Adem, .sen ve eşin cennette oturunuz, istediğinizi nerede bulursanız yiyiniz. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. yoksa zalimlerden olursunuz. "

Kur'an "Bu ağacın" hangi ağaç olduğunu belirtmez. Zira bu ağacın hangi ağaç olduğunu belirtmek, ondan sakınma hikmetine katkıda bulunmaz. Öyle anlaşılıyor ki, burada önemli olan yasağın çiğnenmesiydi. Çünkü yüce Allah orada her ikisinin de helal şeyleri kullanmasına izïn vermişti. Yasaktan da kaçınmalarını öğütlemişti. Bu insan cinsinin iradesini geliştirecek, kendisi için belirlenen sınırda durmasını sağlayacak, bünyesine yerleştirilen arzularına ve ihtiraslarına karşı direnmesini öğretecek, arzularına ve ihtiraslarına karşı galip gelmesini temin edecek, onu hayvanlar gibi bu arzuların ve ihtirasların mahkûmu olmaktan kurtaracak ve insanı onlara hakim konuma getirecek bir yasağın olması zaten gerekiyordu... İşte insanı hayvanlardan ayıran "İnsanın temel özelliği" de budur. Ancak bu özelliğin imanda gerçekleşmesiyle "insan olmanın içeriği" kavranabilir.

İşte tam bu esnada iblis, sırf onun için fonksiyonun gereğini yerine getiriyor.

Yüce Allah'ın kendisini bu derece onurlandırdığı, bu mahşeri kalabalık huzurunda, meleklerin huzurunda doğuşunu ilân ettiği, meleklerin kendisine secde etmelerini istediği, meleklerin de kendisine secde ettiği, iblisin kendi yüzünden cennetten çıkarıldığı ve meleklerin arasından kovulduğu bu eşi ve benzeri olmayan yaratık... Evet işte böyle bir yaratık olan insan, çift yönlü bir karaktere sahiptir. İki tarafa da yönelebilecek bir yeteneğe sahip olarak yaratılmıştır. Onun birtakım zaaf tarafları vardır. Bu konularda Allah'ın emirlerine bağlı kalmadığı takdirde bu açık noktalardan onu yakalamak ve ona bu açıdan sokulmak mümkündür... İnsanın bilinen birtakım ihtirasları vardır. Bu ihtiraslarından sokularak onu peşinde sürüklemek o kadar zor değildir!

 

İBLİS HZ. ADEM'İ KANDIRIYOR

İşte şimdi iblis Hz. Adem'in bu ihtirasları ile oynamaya başlıyor.

20- "Fakat şeytan, gözlerinden saklı tutulan ayıp yerlerini meydana çıkarmak amacı ile onlara şu sözleri fısıldadı. Rabbiniz, ya melek olmayasınız ya da burada sürekli kalacakların arasına katılmayasınız diye size bu ağacı yasakladı. "

21- "Onlara "Ben gerçekten sizin iyiliğinizi istiyorum " diye yemin etti. "

Şeytanın insanlara nasıl fısıldadığını bilmiyoruz. Aslında biz şeytanın ne olduğunu bilmiyoruz ki, onun insanlara nasıl fısıldadığını bilebilelim. Aynı şekilde şeytanın insanla nasıl temasa geçtiğini ve onu nasıl saptırdığını da bilmiyoruz. Şu kadar var ki, biz şeytanın insanı herhangi bir yöntemle ona birtakım şeyler aşıladığını, bu aşılamanın ve bu saptırmanın temelde insanın yaradılışında varolan zaaf noktalarına dayandığını, iman ve zikirle bu zaaf noktalarını takviye etmenin mümkün olduğunu, Allah'a iman eden ve O'nu sürekli zikredenlerin şeytanın etkisinden tamamen kurtulabileceklerini ve bu durumda şeytanın zaten zayıf olan tuzaklarının etkisinden kurtulabileceklerini kesin haberden öğreniyoruz. Bize göre bu tür gayb konularında sağlıklı kabul edilebilecek tek kaynak da Haber'i sadıktır.

İşte bu şekilde şeytan Hz. Adem ve Hz. Havva'ya gözlerinden saklı tutulan ayıp yerlerini meydana çıkarmak için fısıldadı... Onun hedefi buydu... Adem ile Havva'nın ayıp yerleri vardı. Fakat bu ayıpları gözlerinden saklı tutulduğu için onları görmüyorlardı. İlerde ayetlerin devamından anlaşılacağı gibi, onların bu ayıpları algılanabilen somut ayıplardı ve somut bir şeyle örtülmeleri gerekiyordu. Sanki bu ayıpları, avret yerleriymiş gibi geliyor bana. Fakat tabii ki şeytan onlara asıl amacını açıklamamıştı. Böylece anlaşılıyor ki, şeytan onlara ancak onların köklü arzuları açısından yaklaşmış olmaktadır.

"Rabbiniz ya melek olmayasınız ya da burada sürekli kalacakların arasına katılmayasınız diye size bu ağacı yasakladı."

İşte bu şekilde "insanın" potansiyel içgüdüleriyle oynadı. İnsan, fıtratı gereği olarak ölmemek, ebedi olarak yaşamak veya sonsuza dek yaşamayı andıracak kadar uzun bir süre yaşamak ister! Sınırlı, kısa bir ömürle, sınırlı olmayan bir mülke sahip olmak ister.

Burada "melek" şeklinde okunan kelime bir kıraate göre "Melik" şeklinde okunmuştur. Taha suresinin (120). ayetin metni bu kıraatı desteklemektedir: "Size sonsuzluk ağacını ve yıkılmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?" Buna göre şeytan onları yıkılmayacak hükümranlık ve sonsuz ömür va'detmekle aldatmış olur. Gerçekten de bunlar insanın en güçlü ihtiraslarıdır. Hatta denebilir ki, cinsel arzular bile insanın kuşaktan kuşağa neslini sürekli olarak sürdürme ihtirasını gerçekleştirme vasıtalarından biri olmaktan öte bir anlam ifade etmezler. "Melek" şeklindeki kıraate göre ayetin anlamı ise şöyle olur. "Şeytan melekler gibi, bedenin somut bağlarından kurtarma ve orada sonsuza dek kalma va'diyle onları aldatmaya çalışmıştır... Şu kadar var ki, birinci kıraat en meşhur kıraat olmasa da diğer Kur'an ayetlerinin metinleriyle ve şeytanın insanın köklü ihtiraslarına uygun düşen tuzaklarıyla daha güzel bütünleşmektedir.

Lanet olası şeytan, Allah'ın onlara bu ağacı yasakladığını Allah'ın bu yasağının onların gönlünde gerçek bir ağırlığı ve kuvveti olduğunu bildiğinden bir taraftan onların ihtiraslarını harekete geçirirken, diğer taraftan bu tezgahını onlara verdiği teminatla takviye etmeye çalışmış, Allah'a yemin ederek kendilerine öğüt verdiğini ve bu öğüdünde samimi olduğunu söylemiştir:

"Onlara "Ben gerçekten sizin iyiliğinizi istiyorum" diye yemin etti."

Hz. Adem ve Hz. Havva itici arzuların ve büyüleyici yeminin etkisiyle şeytanın kendilerine düşman olduğunu ve iyiliklerini düşünmesinin mümkün olamayacağını unuttular. Allah'ın kendilerine bir yasak koyduğunu, hikmetini anlasalar da anlamasalar da O'na itaat etmeleri gerektiğini hesaplayamadılar! Allah'ın takdiri olmadan hiçbir şeyin olamayacağını, eğer o, kendilerine sonsuzluk ve yıkılmayan hükümranlık takdir etmişse, bunu elde etmelerinin imkânsız olduğunu düşünememişlerdi!

Onlar bunların hepsini unutmuşlardı. Ve şeytanın tahriklerine kapılmışlardı!

 

22- "Böylece onları aldatarak alta düşürdü. Ağacın meyvesinden tadar tadmaz, ayıp yerleri meydana çıktı. Bunun üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular. Rabbleri onlara şöyle seslendi: "Ben size o ağacı yasaklamamışmıydım, şeytanın açık düşmanınız olduğunu size söylememiş miydim?

Böylece tuzak gerçekleşmiş ve acı meyvesini vermişti. Şeytan bu oyun ile onları Allah'a itaat derecesinden ona karşı gelme düzeyine indirmişti. Ve onları bundan da daha aşağı bir seviyeye düşürmüştü:

"Böylece onları aldatarak alta düşürdü!"

Şimdi onların ikisi de ayıpları olduğunu anladılar. Daha önce kendilerinden gizli olan bu ayıpları şimdi görünmeye başlandı. Cennet yapraklarını toplamaya, onları birbirine geçirmeye ve bu birbirine geçirilmiş olan cennet yapraklarını ayıp yerlerinin üstüne koymaya "örtünmeye" çalıştılar. Buradan da anlaşılıyor ki, bu ayıpları insanın yaradılışı gereği açmaktan haya ettiği bedensel avret yerleriydi. Bu avret yerlerini ancak cahiliyenin etkisiyle fıtratı bozulan kimseler açabilir ve soyunabilirler!

"Rabbleri onlara şöyle seslendi: "Ben size o ağacı yasaklamamış mıydım? Şeytanın açık düşmanınız olduğunu size söylememiş miydim?"

Günahları ve nasihatı bir an için kulak ardı etmeleri yüzünden Rabblerinden bu sitem ve azarı işittiler... Allah onlara nasıl hitap edildi ve onlar nasıl bu sözleri işittiler meselesine gelince, burada daha önce onlara nasıl hitap ettiyse, meleklere nasıl seslendiyse, bu da öylece gerçekleşti diyebiliriz. Bunların hepsi gaybtır. Onların nasıl gerçekleştiğini bilemeyiz. Ancak bunlar meydana gelen gerçek olaylardır. Ve Allah dilediğini yapar.

Bu yüce sesleniş ise bu eşsiz yaratığın karakterinin bir başka yönünü ortaya koymaktadır. Evet bu yaratık unutabilir ve yanlış yapabilir. Onun bir zaaf tarafı vardır. Şeytan oradan kendisine sokulabilir. O sürekli bağlılık göstermeyebilir ve sürekli doğru yolda yürümeyebilir. Fakat o, hatasını anlayabilir, ayağının kaydığını farkedebilir, pişman olur. Rabbinden yardım ve bağışlanma diler. Şeytan gibi günah üzerinde ısrar etmez. Rabbinden dileği, günah işlemesi için ona yardım etmesi değildir!

 

23- "Adem ile eşi dedi ki; "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz. "

Bu "insanı Rabbine bağlayan ve ona Rabbine giden kapıları açan temel özelliğidir... Günahını kabul etme... Pişmanlık duyma... Günahının bağışlanmasını dileme, zayıf olduğunun bilincine varma, ondan yardım dileme, onun rahmetini taleb etme... Bunlarla beraber güç ve kuvvetin ancak Allah'ın yardımı ve rahmeti ile gerçekleşebileceğine, yoksa hüsrana uğrayanlardan olacağına kesin biçimde inanma...

HZ. ADEM VE HAVVA'NIN DÜNYAYA İNİŞİ

Burada birinci deneyim sona ermiş olmaktadır. İnsanın belli başlı özellikleri böylece ortaya çıkmış bulunmakta, insan bu özellikleri tanımış ve bizzat tadına da bakmış hale gelmiştir. Gizli özelliklerine ilişkin bu uyarı ile halifelikle ilgili özelliğini takınmasına ve ona hazırlık yapmasına, düşmanı ile bundan böyle asla durmayacak olan savaşa girmesine zemin hazırlanmış olmaktadır.

 

24- "Allah dedi ki, "Oradan aşağıya ininiz, şeytan ile siz birbirinizin düşmanısınız, sizler belirli bir süre yeryüzünde barınacak geçineceksiniz. "

25- "Orada yaşayacak, orada ölecek ve tekrar diriltilerek oradan çıkarılacaksınız. "

Hepsi birlikte indiler... Bu yeryüzüne indiler... Fakat onlar nerede idiler? O cennet nerede idi? Bu konular bizde kendisine ilişkin hïçbir haber bulunmayan gayb meseleleridir. Tek başına gayb anahtarını katında bulunduran Allah'ın bize bildirdiğinden verdiklerinin dışında bu konularda bir şey diyemeyiz. Valıyin kesilişinden sonra bu gaybı öğrenmeye ilişkin çabaların tamamı boşa kürek sallamaktan başka bir anlam ifade edemez. Bu konulardaki bütün yalanlamalar da aynı şekilde insanların bugünkü alışkanlıklarına dayanmaktadır. İnsanların zannı "bilgileri/bilimleri" ise, şımarıklıktan başka bir şey değildir. Çünkü bu "bilim" elinde hiçbir vasıta ve araç yok iken bu gayb konularına girmeye çalışırken haddini ve sahasını aşmış olur. Gaybın tamamını inkâr ederken tamamen şımarmış olur. Çünkü gayb, bu bilimi her yönden kuşatmış bulunmaktadır. Bilimin alanına giren "madde"nin dahi bugün bilinmeyen kısmı, bilinen kısmından çok daha fazladır. (Daha geniş bilgi için 7. cüzünde En'am-59 ayetinin tefsirine bakınız.)

Hepsi birden yeryüzüne indiler. Adem ile eşi ve iblis ile soydaşları. Birbirleriyle mücadele etsinler, biri diğerine düşmanlık etsin diye indiler. İki yaratık ve iki karakter arasında savaş sürüp gitsin diye... Bu iki yaratıktan biri sırf kötülük için yaratılmış, diğeri hem iyiliğe hem de kötülüğe yönelebilecek çifte yetenekli kılınmıştır. Böylece sınav gerçekleşmiş ve Allah'ın takdiri yerini bulmuştur.

Hz. Adem'e ve nesline yeryüzünde yerleşmeleri orada barınmaları ve bu süreye kadar oradaki nimetlerden yararlanmaları takdir edilmişti. Orada yaşamaları, orada ölmeleri, sonra oradan çıkarılıp tekrar diriltilmeleri belirlenmişti... Bu süreçten sonra insanlar Rabblerine dönecekler, bu uzun yolculuklarının sonunda ya onun cennetine veya cehennemine varacaklardı.

Birinci yolculuk burada sona eriyor. Onu kimbilir kaç yolculuk izleyecek. İnsan bu yolculuk boyunca Rabbine sığındığı müddetçe galip gelecek, düşmanı ile dost olduğu sürece de sürekli mağlûb olacaktır.

İNSANIN YAPISI

Biz burada verilenleri birer hikâye olarak algılamamalıyız! Çünkü bunlar insanın gerçek özelliklerini ortaya koyan açıklamalardır. Bunlar insanın gerçek niteliğini, karakterini, yaradılışını, kendisini kuşatan dünyaları, hayatına hükmeden kaderi, yüce Allah'ın insan için razı olduğu yolu, kendisiyle karşılaşacağı sınavı ve kendisini bekleyen sonu ortaya koymaktadır. Bunların hepsi de "İslâm Düşüncesinin İlkelerini" belirlemede göz önünde bulundurulması gereken gerçeklerdir.

Biz burada bu gerçekleri Fî Zılâl'de izlediğimiz metodun elverdiği ölçüde öz olarak belirtmeye çalışacağız. Bu konuların geniş açıklamalarını ise bu konuya ilişkin özel araştırmamıza havale edeceğiz. "İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve İlkeleri" kitabına...

1- İnsanlığın doğuşu kıssasından anladığımız birinci gerçek daha önce belirttiğimiz gibi, evrenin yapısı ile insan denen varlığın yaradılışı arasında bir uyumun bulunduğu gerçeğidir. İnsanı ve evreni kuşatan ilâhi takdir, insanın bu yaradılışını tesadüfe bırakmamış, onu belirlenmiş bir takdir ile gerçekleştirmiştir. Ayrıca insan ile evren arasındaki uyumu değişmez bir ilke olarak koymuştur.

Allah'ı gerçek anlamda tanımayanlar, O'nu gereği gibi takdir edemeyenler, Allah'ın kaderlerini ve işlerini kendi küçücük beşeri ölçüleriyle değerlendirmeye çalışırlar. Bunlar baktıklarında görüyorlar ki, insan denen bu varlık, bu yeryüzünde koca evren içinde havaya savrulan bir zerreden farksız olduğunu görüyorlar. O zaman da diyorlar ki, bu insanın varoluşunun arkasında bir amacın bulunması "akla yatkın" değildir. Bu insanın evrenin nizamı içinde bir fonksiyonu olduğunu söylemek ise daha mantıksız bir şeydir! Onlardan bazıları ise, insanın bir tesadüf eseri meydana geldiğini, etrafını kuşatan evrenin onun varoluşuna ve hayatının tümünün varoluşuna karşı olduğunu sanmaktadırlar! .. Aslında bunların hepsi, kaynak yönünden Allah'ın kaderlerinin ve işlerinin insanın küçücük ölçüleriyle değerlendirilmesinden ortaya çıkan saçmalıklardan öteye geçmez!

Gerçekten bu baş döndürücü mülkün asıl sahibi insanın kendisi olsaydı bu yeryüzünü gereği gibi idare etmezlerdi. Zaten yeryüzünün üzerinde gezen birinin onun sahibi olması da düşünülemez! Çünkü insanın kapasitesi bu başdöndürücü mülk gibi bir varlığı idare etmeye ve oradaki her şeyi gereken önemi vermeye yetmez. Oradaki her şeyi değerlendirmeye ve idare etmeye elverişli değildir. Burada yer alan varlıkların tümü arasında sağlıklı bir ahenk kuramaz. Ancak yüce Allah insan gibi değildir. O gerçekten Allah'tır. Göklerde ve yerde hiçbir şey O'nun kontrolü dışına çıkamaz. O bu koca mülkün sahibidir. Burada O'nun koruması olmadan taş taş üstünde kalmaz. O'nun iradesi olmadan hiçbir şey varolamaz. Allah'ın yolundan saptıktan ve arzularıyla başbaşa kaldıktan sonra insanın yakasına yapışan en büyük musibet, bunu ilim/bilim! diye takdim etse de, O'nun Allah'ın, Allah olduğunu unutmasıdır. Yüce Allah'ı kendi arzusuna göre düşünmesidir! Allah'ın kaderlerini ve işlerini insanın küçük kriterleriyle değerlendirmeye çalışmasıdır! Sonra da gurura kapılıp bu arzuların direktifleri ile gerçeğin üzerine örtmesidir!

İnsanlığın içine düştüğü pek çok sapık düşüncelerin tipik bir örneği olarak Sir James Jeans, "Gizemli Evren" kitabında diyor ki:

"Son derece küçük ve sevimli bir kum taneciği olan dünyamızın üzerinde durup uzayda ve zaman için yerküremizi kuşatan evrenin yapısını ve varlığının amacını anlamaya çalıştığımızda, başta korku ve dehşetle irkiliyoruz. Bu evren nasıl korkunç ve ürpertici olmaz! Öyle dehşet verici boyutları var ki, aklımız onların sahasını kavramaktan aciz kalmaktadır. Üzerinden öyle uzun asırlar geçmiştir ki, onları düşünmek bile mümkün değildir. Bu uzun yılların yanında insanlık tarihi öyle sönükleşmektedir ki, bir göz açıp kapatmak kadar sığan bir süreye sıkışmaktadır. Evet evren bize, korku ve dehşet vermektedir. Çünkü orada korkunç ölçüde bir bütünlük olduğunu izliyoruz. Uzay boşluğu içinde dünyamızın ne denli sönükleştiğini biliyoruz. Bizim bu dünyamız uzayın diğer varlıklarına oranla dünyanın okyanuslarında bulunan milyonlarca kum taneciklerinden sadece biri olmaktan öteye geçmez! Fakat bütün dünyayı titreten en korkunç şey, görülebildiği kadarıyla bu evrende bizim hayatımıza benzer başka bir hayatın olmadığıdır. Sanki bizim duygularımızın, arzularımızın, sanatlarımızın ve dinlerimizin hepsi bu evrenin düzenine ve planına yabancı kalmaktadır. Hatta bu evren ile bizim hayatımıza benzer bir hayat arasında köklü bir düşmanlık olduğunu söylemek gerçeğin ta kendisi olabilir. Çünkü uzayın büyük çoğunluğu öyle soğuktur ki, orada her çeşit hayat bütünü ile donar. Öte yandan uzayda yer alan maddelerin büyük çoğunluğu öyle bir sıcaklığa sahiptir ki, bu sıcaklık orada hayatı imkânsız hale getirmektedir. Aynı şekilde uzay çok çeşitli ışınlarla dolup taşmaktadır. Bu ışınlar durmadan uzay cisimlerine, çarpmaktadırlar. Ki, bu ışınların çoğu hayatın düşmanıdır veya ana son vermeye yeterlidir.

İşte şartların bizi içine attığı evren budur. Eğer bizim bu dünyada ortaya çıkışımızın evrende meydana gelen ani değişimle gerçekleşmiş olması doğru değilse, en azından gerçekten bir tesadüf eseri olarak adlandırabilecek bir olay sonucunda meydana geldiğimiz söylenebilir!.."

Biz daha önce evrenin hayatın ortaya çıkışına düşman olduğunu, bununla beraber herhangi egemen bir gücün takdiri ve iradesinin de mevcut olmadığını ileri sürmenin üstelik hayatın bir realite olarak varolduğunu ileri sürmenin bilgin bir aklın değil, normal akıl sahibi bir insanın bile düşünemeyeceği şeyler olduğunu söylemiştik! Yoksa her şeye rağmen egemen olan takdir edici hiçbir gücün mevcut olmadığını söylemekle beraber hayatın, kendisine düşman olan bir evrende ortaya çıkışı nasıl mümkün olabilir? Acaba hayat bu evrenden daha mı kuvvetlidir ki, onun istememesine rağmen ortaya çıkmıştır? Mesela insan denilen bu varlık varolmadan önce bir realite olarak varolan bu evrenden daha mı güçlüydü? Bu gücü ile mi evrenin karşı koymasına rağmen evrende ortaya çıktı?

Bunlar aslında üzerinde durmaya bile değmeyen düşüncelerdir! Eğer bu "bilginler" biz ancak kendi imkânlarımızla ulaşabildiğimiz konularda görüş ileri sürebiliriz demekle yetinip, hiçbir temele dayanmayan bu gibi "meta-fizik" saçmalıklarla uğraşmasalardı, sadece fiziki varlıklarla uğraşsalardı eksik de olsa insanlara etraflarını kuşatan evreni tanımasına ilişkin fonksiyonlarını yerine-getirebilirlerdi! Fakat onlar, sağlıklı bilginin alanları dışına çıkıyorlar, küçücük insanın arzuları dışında hiçbir delile dayanmayan teorilere ve zanlara dalıyorlar!

Biz, Allah'ın rahmeti ve hidayeti ile, bu muhteşem evrene baktığımızda Sir James Jeans'ın kendisinden söz ettiği korku ve dehşetin izine bile rastlamıyoruz! Yalnızca bu evrenin yaratıcısı olan Allah'a saygı duyuyor ve ondan korkuyoruz. O'nun yaratmasında apaçık olarak ortaya çıkan ululuğunu ve güzelliğini idrak ediyoruz. Yüce Allah'ın yarattığı bu dost evrende tam bir güven ve yakınlık hissediyoruz kendimize, Cenab-ı Allah bizi bu evrende tam bir uygunluk ve ahenk içinde yaratmıştır... Evet Evren'in dehşet verici büyüklüğü ve çok dakik ve ince hesapları bizi ürpertiyor. Fakat biz buna rağmen korkuya ve dehşete kapılmıyoruz. Kaybolmuşluk duygusuna ve her an yok olma beklentisine kapılmıyoruz. Çünkü bizim de O'nun da Rabbi Allah'tır... Evrenle ilişkilerimizi sevgi, kolaylık, dostluk ve güven ilkesine göre düzenliyoruz. Rızıklarımızı, gıda maddelerimizi, geçim kaynaklarımızı ve mallarımızı evrende bulmaya çalışıyoruz... Ve Allah'ın şükreden kullar arasına girmeyi umuyoruz:

"Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitlï geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz."

2- "İnsanlığın yaradılış kıssasından öğrendiğimiz ikinci gerçek şudur: Eşsiz bir varlık olan insan canlılar aleminde onurlandırılmış bir varlıktır. Kendisine verilen görev gerçekten çok büyüktür. İçinde hareket ettiği alanlar ve ufuklar çok geniştir. Tek Allah'a kulluğunun sınırları içinde kendileriyle ilişki kurduğu alemler çeşitlidir... İnsanın bu şekilde değerlendirilmesi, evrende köklü, etkili bir fonksiyona sàhip olan insanın değerini yok eden, onun duyularına dayalı positivist ve materyalist ekollerin yaklaşımına tamamen aykırı düşmektedir. Bu ekollerde meselenin odak noktasını, madde ve maddenin zorunlu etkileri oluşturur. Kıssadan anlaşılan insanın prototipi, aynı zamanda Freud tarafından ileri sürülen deneysel psikoloji (Psikanaliz) ekolünün yaklaşımına da tamamen aykırı düşmektedir! Çünkü bu anlayış insanı, cinsel bataklıkta kabul eder ve onun "yücelmesine" bu cinsel bataklık yoluyla gerçekleşebileceğini iddia eder! Kıssa da anahatları belirlenen bu insan tipi, insanı hayvanlar dünyasının seviyesine indirgeyen ve neredeyse insanın bütün özelliklerini yok kabul eden olgunlaşma ve tekamül (evrim) ekolünün anlayışına da tamamen aykırı düşer! .. Ne var ki, islâmın insan denen eşsiz varlığı bu şekilde onurlandırılmış kabul etmesi, aydınlanma ve düşünce özgürlüğü döneminde ortaya çıkan felsefi akımların ileri sürdükleri gibi, insandan bir "ilâh" yapmaya çalışması anlamına gelmez. Çünkü sağlıklı islâmi düşüncede ancak gerçek ve denge vardır.

Her şeyde Kur'an'ın bütün ayetlerinden yola çıkarak diğer varlıklardan bağımsız olarak yaratıldığını kesin demesek de en azından bu şekilde yaratıldığını tercih ettiğimiz bu eşsiz varlıklı insanın doğuşu ilân edildi. Evet bu doğuşu evrensel bir toplantıda açıklandı... Bu doğuşun tanıkları melekler olmuştu. Onun doğuşunu melekler içinde ve bütün varlıkların huzurunda yüce ve ulu olan Allah ilân etmiştir. Bakara suresinde yer alan bir ayette belirtildiğine göre yüce Allah onu yarattığı andan itibaren O'nun yeryüzünde halife olacağını da açıklamıştır. O'nun cennetteki ilk sınavı bu halifelik görevine hazırlık niteliğindeydi. Hatta değişik surelerde yer alan Kur'an ayetleri yüce Allah'ın yalnız yeryüzüne değil, bu evrenin tümünü bu halifelik görevini yerine getirmesi için onun hizmetine, göklerdeki ve yerdeki her şeyi onun emrine verdiğini ilân etmektedirler.

Burada yaratıcısı tarafından insana verilen görevin büyüklüğü de ortaya çıkmaktadır. Çünkü ne kadar küçük olursa olsun bir gezegenin bayındır bir hale getirilmesi ve Allah'ın halifeliğinin orada egemen kılınması gerçekten çok büyük bir iştir'.

Yine kıssadan ve Kur'an-ı Kerim'in diğer ayetlerinden anlaşılıyor ki, insan yalnız yeryüzünde değil, bütün bir evrenin içinde eşsiz bir yaratıktır. Meleklerden, cinlerden ve Allah dışında hiç kimsenin kendisinden haberdar olmadığı varlıklardan oluşan diğer yaratıkların kendilerine has görevleri vardır. Sonra bunlar aynı zamanda yapacakları bu fonksiyonlara uygun düşecek karakterlere sahip olarak yaratılmışlardır. Bunların içinde yalnız insan kendisine has özellikleri ve bu fonksiyonuyla eşsiz bir yaratık olmuştur. Yüce Allah'ın şu sözü insanın bu özelliğini ifade etmektedir. "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular; Onu insan yüklendi; çünkü O, çok zalim, çok cahildir. (Ahzap-72) Demek ki, insan evrenin tümünde bu özellikleri açısından eşsizdir. Onun özellikleri arasında zulüm ve cahillik de vardır! Bunların yanında tam özgür olmasa da bir seçme özgürlüğü vardır. İleri seviyede bilgi edinme yeteneğine sahiptir. Kişisel bir iradesi vardır. Zulüm ve cahilliğe ne kadar gücü yetiyorsa, adalet ve ilme de gücü o kadar yeter. İnsanın bu iki yönlü karakteri de aslında onu diğer varlıklar arasında eşsiz bir konuma getirmektedir.

Bunların hepsi, evrenin korkunç büyüklükteki varlıkların hacimleriyle karşılaştırıldığında küçücük bir hacme sahip bulunan bu dünya üzerinde insana o tür bakış açılarını reddetmektedirler. Çünkü hacim her şey demek değildir. Bilme yeteneğine sahip olan akıl, Allah'a kulluğun sınırları dahilinde gerçekleşen bağımsız hareket etme yeteneğine sahip olan irade, kişisel tercih ve seçme yeteneği gibi özellikler, Sir James Jeans'ın ve benzerlerinin insanın değeri ve fonksiyonuna ilişkin görüşlerini kendisine dayandırdığı hacimden çok daha üstündürler ve değer yönünden hacmi çok geride bırakırlar.

Gerek bu kıssada ve gerekse Kur'an'ın diğer bütün ayetlerinde bu insan denen varlığa verilen önem, sadece bu yeryüzündeki halifelik görevini eşsiz özellikleri sayesinde yerine getirmesiyle sınırlı değildir. Biz insana verilen bu önemin tablosunu insanın içinde hareket ettiği alanları, ufukları ve kendisiyle ilişki halinde bulunan bu alemleri düşünerek tamamlayabiliriz.

"İnsan yüce ve ulu olan Rabbiyle doğrudan bir ilişki içindedir! O'nu kendi eliyle yaratan, kendi sözleriyle meleklerin ve bütün varlıkların içinde doğuşunu ilân eden Allah'tır. Sakıncalı görülen ağaç dışında her şeyi yemesini serbest kılarak cennete gönderen de O'dur. Sonra kendi isteğiyle O'na yeryüzünün halifeliğini veren ve Bakara suresindeki . ayette de belirtildiği gibi bilginin temelini öğreten O'dur. "Allah Adem'e bütün isimleri öğretti." Bu isim öğretme, bizim tercihimize göre, kendilerine isim verilen eşyayı ve manayı sözcükler ve isimlerle sembolleştirme yeteneğidir. Daha önce Bakara suresinin ilgili ayetini açıklarken belirttiğimiz gibi, bu yetenek bilginin yaygınlaştırılmasına ve insan cinsinin tümüne genelleştirilmesine imkân sağlayan temel kuraldır. Yine yüce Allah hem cennette hem de cennetten sonra insana öğütlerde bulundu. İnsanlığı diğer varlıklar arasında eşsiz hale getirecek özel yeteneklerle donattı. Onların arasından kendilerine peygamberler gönderdi. Onun tevbesini kabul edeceğine ve hatalarını bağışlayacağına söz vermek suretiyle merhametle muamele etti. Bütün evrende eşsiz bir varlık olan insana Allah'ın verdiği nimetler saymakla bitmez.

"İnsan, melekler alemi ile de ilişki halindedir." Yüce Allah, meleklerin, ona secde etmelerini istemiştir. Meleklerden bazılarını insana muhafız tayin etmiştir. Yine meleklerin bazılarını peygambere vahyini ulaştırması için vasıta kılmıştır. Ayrıca "Rabbimiz Allah'tır" deyip doğru yola girenlere melekleri gönderir. Onlar müminlerin direnmelerini sağlamaya çalışırlar ve onlara müjde verirler. Allah yolunda savaşanlara da melekleri gönderir, kendilerine yardım edip müjdeler versin diye. Öte yandan bu melekleri kâfirlerin üzerine salar. Kâfirleri öldürürler, azab ve horlamayla onların canlarını alırlar... Hem dünyada hem de ahirette insanlar ile melekler arasında birçok ilişkiler vardır.

"İnsanların cinlerle de ilişkisi vardır:" Cinlerin iyileri ile de şeytanları ile de. Az önce insan ile şeytan arasındaki ilk savaşın tasvirine tanık olmuştuk. Bu savaş belirlenmiş günün vakti gelinceye kadar sürecektir. İnsanın, cinlerin iyileriyle ilişkisi de Kur'an'ın başka ayetlerinde belirtilmiştir. Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun- kıssasında açıkça görüldüğü gibi, cinlerin, insanların emrine girişi de değişmez bir realitedir.

"İnsan aynı zamanda bu maddi evrenle de ilişki içindedir." Özellikle yeryüzü, gezegenler ve yakın olan yıldızlarla ilgisi vardır. İnsan bunlarla, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak ilişkiye geçer. Bu yeryüzünün güçleri, enerjileri, rızıkları ve yeraltı kaynakları onun hizmetine verilmiştir. Yeryüzünün bazı sırlarını açacak Allah vergisi yetenekleri vardır. Yeryüzünün bazı yasalarını öğrenebilir. Bu yasaları öğrenmesi, bu büyük görevini yerine getirmesine yardım eder. İşte insan kendisine sağlanan bütün bu imkânlar içerisinde bütün canlılarla ilişkisini sürdürür... Son olarak insan yapısının ve yeteneklerinin çift yönlü olmaları nedeniyle bizzat kendisinden de çok uzakta bulunan geniş boyutlu bir sahada hareket eder! En yüksek göklere çıkar, meleklerin derecelerini geride bırakır. Yeter ki, samimi bir biçimde Allah'a kulluk yapsın ve sonuna kadar bu yolda ilerlesin. Hayvanî duygularını ilâh edindiğinde "İnsanî özelliklerinden" soyutlandığında ve hayvanlara yaraşan bir çamurun içinde debelendiğinde ise hayvanların düzeyinden de daha aşağı bir konuma düşer. Bu iki kutup arasındaki mesafe somut dünyadaki gökler ile yer arasındaki mesafeden daha büyüktür ve daha uzun bir mesafedir!

Bu kıssanın ve diğer Kur'an ayetlerinin de işaret ettiği gibi bu özelliklerin hepsi insandan başka varlığa verilmemiştir.

3- Bu kıssadan öğrendiğimiz üçüncü gerçek de şudur: İnsan denen bu varlık bütün bu eşsizliğine rağmen veya bu eşsizliği nedeniyle yapısının bazı yönlerinden zayıftır. Öyle zayıftır ki, onu kötülüğe sürüklemek ve ihtiras duygularının yuları ile en alçak yerlere sürüklemek mümkün olmaktadır. Onun şu ihtiras duygularının başında sonsuzluk sevgisine karşı zaafı, mülk sevgisine karşı zaafı gelmektedir... İnsan Allah'ın yolundan uzaklaştığında, arzularına teslim olduğunda veya inatçı düşmanına teslim olduğunda zaafının en şiddetli ve alçak hallerine düşer. İnsanın bu düşmanı onu saptırmayı boynunun borcu olarak kabul etmekte, var gücünü kullanmakta ve eline geçirdiği hiçbir fırsatı bu yolda ihmal etmemektedir!

İşte bu nedenle Cenab-ı Allah'ın da ona merhametinin gereği olarak insan yalnız fıtratı ile başbaşa bırakılmamış ve tek başına aklına havale edilmemiştir. Bunlara ilave olarak kıssanın sonunda bir değerlendirme niteliği taşıyan ayette de geleceği gibi, onu uyarmaları ve hatırlatmada bulunmaları için kendisine peygamberler gönderilmiştir. İşte insanı kurtaracak olan en büyük dayanak da budur. Nefsani duygularından sıyrılıp Allah'a koşmak suretiyle gerçekleşen ihtiraslarından kurtuluş... Rabbini andığında, O'nun rahmetini ve öfkesini, mükâfatını ve cezasını hatırladığında geri kaçıp gizlenen düşmanı ndan kurtuluş...

Bunların hepsi insanın iradesini güçlendirir ki, kendi zaaflarına ve ihtiraslarına hakim olsun. İnsan bunun ilk eğitimini cennette görmüştür. "Mahzurlu" sayılan şeye uymasının farz kılınmasıyla O'nun bu iradesi takviye edilmek istenmiştir. Saptırma ve zaaflarına karşı onu etkin hale getirmiştir. İnsan birinci deneyiminde başarısızlığa uğramışsa da bu başarısızlığı diğer gelecek deneyimleri için bir ibret olmuştur!

Yine Allah'ın insana merhametinin bir eseri olarak ona tevbenin kapısını her an açık tutmuştur. İnsan, unutup tekrar hatırladığında, ayağı kayıp tekrar ayağa kalktığında, sapıp tekrar tevbe ettiğinde... Kapının kendisi için açık olduğunu görecektir. Allah onun tevbesini kabul eder. Sürçmesini ona bağışlar. Bundan sonra Allah'ın yoluna girdiğinde Allah kötülüklerini iyiliklere dönüştürür. Sevaplarını dilediği kadar artırır. İlk suçunu kendisi ve nesli için değişmez bir lanet yazgısı olarak kabul etmez. Yani insanın sonsuza dek süren bir günahı yoktur. Babadan oğula geçen herhangi bir günah da sözkonusu değildir. Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.

İslâm düşüncesindeki bu gerçek, hristiyanlıktaki kilise düşüncelerinin temelini oluşturan nesilden nesile geçen günah efsanesinin insanlığın omuzlarına yüklediği ağırlığı kaldırmaktadır. Bu öyle bir anlayıştır ki, pek çok efsaneye ve hurafeye kaynaklık ettiği gibi, üzerinde kurulan ayıpların ve yapılanların korkunç ağırlıktaki sis bulutlarına da kaynaklık etmiştir... Bu ağır yük insanların boyunlarına vurulan bir lanet tasması gibi insanlığın yakasını bırakmayan Hz. Adem'in günahıdır... Bu öyle ağır bir yüktür ki, güya ilâh, insanoğlu kılığına girerek (Mesih, İsa) asılarak, işkence çekerek bu nesilden nesile geçen günahın faturasını ödemiştir. (!) İşte bu nedenle güya kendi kanı ile Hz. Adem'in bütün insanlar tarafından miras olanın günahının faturasını ödeyen Mesih ile birleşen herkesi "bağışlayacağını" söz vermiştir!

İslâm düşüncesinde mesele bundan çok daha rahat biçimde halledilmiştir... Hz. Adem unutmuş ve hata etmiştir... Sonra da tövbe etmiş ve bağışlanma dilemiştir. Yüce Allah'da tövbesini kabul etmiş ve onu bağışlamıştır... Bu günahdan geriye kalan, sadece, uzun boylu mücadele hayatında insanlığa yardım edecek deneyimin sağladığı ibret verici örnektir.

Bu ne kolaylık! Bu ne berraklık ve netlik! Bir inanç problemine bu ne rahat çözümdür!

4- Bu kıssadan anlaşılan dördüncü gerçek ise, şeytana karşı verilen savaşın ciddiyeti ve köklü olduğu kadar, sürekli ve çetin oluşudur.

Kıssanın akışı içinde ortaya çıkmıştır ki, bu inatçı düşman herhalde bu insanı izlemekte her taraftan ve her yönden ona geleceğinde, her an ve zaman onu izleyeceğinde ısrarlıdır.

"İblis dedi ki; "Beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün için andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup insanların yolunu keseceğim." Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım da çoğunluğunu şükreder bulamayacaksın."

Lanetlik şeytan, bu tuzağı kendisi kurmayı seçmiş ve planını gerçekleştirmesi için kendisine uzun süre verilmesini istemiştir. Allah'ın emrini apaçık olarak işittiği halde, O'na göz göre göre isyan ederek işlediği günahının bağışlanmasını dileyip Allah'a yalvaracağına, böyle bir yolu tercih etmiştir. Sonra Allah ın yolu üzerinde pusu kuracağını, kimsenin oradan geçmesine izin vermeyeceğini, onları Allah'ın yolundan saptırmak için her taraftan onlara sokulacağını açıklamıştır!

Şeytan insanlara ancak onların zaaflarından ve ihtiraslarının giriş noktalarından sokulabilir. insanlar ancak iman ve zikir ile, onun saptırmalarına ve telkinlerine karşı direnme gücünü arttırmak ile, ihtiraslarına baskın çıkmak, kendi arzularını Allah'ın yoluna boyun eğdirmekle kendilerini şeytandan koruyabilirler.

Şeytana karşı verilen savaş köklü ve önemli bir savaştır. Bu savaş doğru yola uymak için şeytani arzularla, iradeyi egemen kılmak için ihtiraslarla, yeryüzünün en güzel yönetim şekli olan Allah'ın şeriatına uymakla şeytanın kendi dostlarını içine sürüklediği yeryüzündeki bozgunculuk ve kötülükle yapılan bir savaştır. Vicdanlardaki savaş ile pratik hayattaki savaş birbirine bağlıdır, ayrı değildir. İkisinin de arkasında şeytan vardır!

İnsanların, kendilerinin hakimiyetine, yasalarına, değerlerine ve ölçülerine boyun eğmesini isteyen, Allah'ın hakimiyetini, yasalarını değerlerini ve O'nun dininden kaynaklanan ölçülerini uzaklaştırmak arzusunda olan yeryüzünde kurulmuş bulunan tağutlar, cin şeytanlarından direktif alan insan kılıklı şeytanlardır. Tağutlara karşı mücadele etmek bizzat şeytanın kendisiyle savaşmak demektir. Ondan uzak değildir.

Böylece en köklü, en uzun boylu ve en büyük savaşın, bizzat şeytana ve şeytanın dostlarına karşı verilen savaş olduğu ortaya çıkıyor. Buna bağlı olarak müslüman kendi arzularına, ihtiraslarına karşı savaşırken, bir taraftan da şeytanın dostları olan yeryüzündeki tağutlarla, tağutların taraftarları ve kuklalarıyla savaşacaktır. İçinde yaşadıkları ortamda onların körükledikleri kötülük, bozgunculuk ve çözülme ile de savaşacaktır. Müslüman bu savaşların hepsine girerken karşısında ciddi, kesin ve çetin bir tek savaş olduğunun bilincinde olmalıdır. Zira bu savaşta müslüman düşmanın tek olduğunu ve kendi yolunda gitmeye ısrarlı olduğunu bilmektedir... Ve işte cihad bu nedenle kıyamet gününe kadar sürecektir. Hem de bütün şekilleriyle ve bütün sahalarıyla...

5- Son olarak bu kıssa ve onu izleyen değerlendirmeler insanın yapısında ve fıtratında yer eden bir gerçeğe parmak basmaktadır. Bu gerçek de, insanın çıplaklıktan ve açık-saçıklıktan utanmasıdır.

"Böylece onları aldatarak alta düşürdü. Ağacın meyvesinden tadar-tatmaz ayıp ierleri meydana çıktı. Bunun üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular."

"Ey insanoğulları, size ayıp yerlerini örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar."

"Ey insanoğulları, şeytan ana-babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin."

Bu ayetlerin hepsi de sözü edilen meselenin önemine, insan fıtratında köklü bir yeri olduğuna işaret etmektedirler. Örtünme ve ayıp yerlerini örtme insanı güzelleştiren bir şeydir ve onun bedensel ayıplarını da kapatır. Nitekim takva da insanın psikolojik ayıplarının örtüsü ve elbisesidir.

Sağlıklı bir yaradılışa (fıtrata) sahip olan insan bedensel ve psikolojik ayıplarının ortaya çıkışından rahatsız olur. Onları örtmeye ve gözlerden uzak tutmaya çalışır. Bedeni örtüden, ruhu da takvadan, Allah'tan ve insanlardan haya etme duygusundan soyutlanmaya çalışanlar, dillerini kalemlerini, yönlendirme ve basın yayın organlarını insanın bu doğal eğilimini kökten kazımak için her çeşit şeytani yönteme ve metoda başvuranlar. Bunlar "insanı" kendi fıtri özelliklerinden ve insanı insan yapan özelliklerden soyutlamak isteyenlerdir. Onlar insanı kendi düşmanı olan, şeytana, şeytanın elbiselerini indirmek ve ayıp yerlerini açmak gibi arzularına teslim olmasını istemektedirler. Bunlar aynı zamanda siyonizmin insanlığı yok etmek ve insanlık içinde çözülmüşlüğü yaymak suretiyle siyonizmin egemenliğine boyun eğdirmek için hazırladığı korkunç plânları uygulayan kimselerdir. Zaten insanlık kendi değerlerini yitirmiş durumdadır!

Çıplaklık hayvanların fıtratına mahsus bir durumdur. İnsan, insan olmanın altında bir seviyeye düşmediği sürece çıplaklığa taraftar olmaz. Çıplaklığı, güzellik olarak görmek insanın zevklerinde kesinlikle bir çarpıklığın ifadesidir. Afrika ormanlarında yaşayan geri kalmış insanlar da çıplak idiler. İslâm kendi medeniyetiyle birlikte bu bölgelere girdiğinde bu medeniyetin ilk görünümü çıplakları giydirmek olmuştu. "İlerici" modern cahiliye ise, insanları islâmın geri kalmış milletleri kendisinden kurtarmaya çalıştığı bir bataklığa sürüklemektedir. İslâm, insanları islâmı anlamı ile "medeniyet" düzeyine çıkarmak ister. Çünkü islâm, insanın özelliklerini kurtarmayı, onları belirginleştirmeyi ve takviye etmeyi arzu eder.

İnsanın psikolojik olarak hayadan ve takvadan soyutlanması ilkelliğin hortlaması ve cahiliyeye dönüş demektir. Halbuki uğursuz sesler ve kalemler yönlendirme ve basın-yayın organları bunun çığırtkanlığını yapmaktadırlar. Yoksa bu şeytanın eğitilmiş yönlendirilmiş organlarının istediği ve telkin ettiği gibi ilerleme ve medenileşme değildir. (Medeniyetin anlamı için A'raf Suresi'nin 2. ayetine bakınız)

İnsanlığın Kur'an'da yer alan yaradılış kıssası bu köklü değerlere ve ölçülere işaret etmekte ve onları en güçlü şekilde açıklamaktadır.

Bizi, şeytanın telkinlerinden ve cahiliyenin bataklığından kurtarıp doğru yola ileten Allah'a şükürler olsun!

Bu da surenin akışında yer alan değerlendirme amaçlı duraklamalardan biridir. İnsanlığın büyük hikâyesini içindeki ilk sahnenin ardından yer alan uzunca bir duraklamadır bu. Nitekim surenin akışı içinde her aşamada buna benzer duraklamalara rastlanmaktadır. Sanki şöyle denmek isteniyor: Büyük yolculuğa çıkmadan önce şu konaktaki ders alınacak şeyleri iyice düşünmek için burada bir nebze duralım."

Bu şeytanla insanlık arasında belirtileri başgösteren savaşın karşısında bir duraklamadır. Şeytanın yöntemlerinden ve nüfuz alanlarından sakındırmak, geçmişte beliren, çeşitli görünüm ve şekilde belirecek olan hareket tarzını ortaya çıkarmak içindir bu duraklama.

Ancak Kur'an'ın ifade metodu, bir durumu karşılama sözkonusu olmadığı sürece direktif vermez. İslâmi hareketin pratiğinde bir olgu olarak belirmedikçe herhangi bir hikâyeyi aktarmaz. Kur'an'ın ifade metodu, söylediğimiz gibi sırf sanatsal zevk için hikâyeleri aktarmaz. Yalnızca teorik olarak sunmak için herhangi bir gerçeği açıklamaz... Çünkü islâmın realistliği ve ciddiliği direktif açıklamalarının islâmi hareketin fiilen karşısına çıkan durumlara karşılık olmalarını zorunlu kılmaktadır.

Büyük insanlık hikâyesinin ilk aşamasının ardından burada yer alan şu değerlendirme de Arap cahiliyesinde varolan bir olguyu karşılıyordu... Kureyşliler, putların ve put bakıcılarının barınağı haline getirdikleri Allah'ın evini ziyaret eden diğer Arap müşriklerine karşı kendileri için bazı haklar uydurmuşlardı. Bu hakları, Allah'ın dinine uygun olduğunu iddia ettikleri inançlara dayandırıyorlardı. Bu düşünceleri de Allah'ın şeriatı olduğunu iddia ettikleri birtakım yasal kalıplara dökmüşlerdi. Bu şekilde aşağı-yukarı her cahiliye toplumundaki tapınak bekçilerinin kâhinlerin ve liderlerin yaptığı gibi müşriklerin kendilerine boyun eğmelerini sağlamak amacındaydılar. Kureyş, kendisine özel bir isim de bulmuştu; `Husm'... Kendileri için, diğer Araplar'a tanınmayan bazı haklar belirlemişlerdi. Bu haklardan, Kâbe'yi tavaf etmeye ilişkin olanına göre, sadece onlar giyinik olarak Kâbe'yi tavaf edebilirlerdi. Diğer Araplarsa, daha önce giydikleri giysiler içinde tavaf edemezlerdi. Bu yüzden tavaf için kendilerine `Hums' adını veren Kureyşliler'den giysi ödünç almak ya da daha önce giymedikleri yeni giysiler bulmak zorundaydılar. Yoksa aralarında kadınlar da bulunmak üzere Kâbe'yi çıplak tavaf ederlerdi.

İbn-i Kesir tefsirinde şöyle der: (Kureyşliler'in dışındaki Araplar daha önce giydikleri giysiler içinde Kâbe'yi tavaf etmeyiz" şeklinde yorumlamaya çalışıyorlardı. Kureyşlilerse -ki onlar kendilerine `Hums' diyorlardı giysileriyle tavaf ederlerdi. Bir Kureyşli'den giysi ödünç alamayan kimse çıplak tavaf ederdi. Kimi zaman bir kadın da çıplak tavaf edebilirdi. Böyle bir durumda avret yerinin üzerine bir ölçüde kapatacak bir örtü koyardı. Genellikle kadınlar çıplak tavaf etmeyi geceleri yaparlardı. Bunu kendi kendilerine uydurmuşlardı ve atalarını takip ediyorlardı. Atalarının bu davranışlarının Allah'ın emrine ve şeriatına uygun olduğuna inanıyorlardı. Yüce Allah ise, bu iddialarım şu şekilde reddediyor:

"Onlar bir kötülük işlediklerinde `Biz atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı emreden Allah'dır derler... Yüce Allah buna cevap olarak şöyle buyuruyor: Onlara de ki... "Yani `Ey Muhammed, böyle bir iddiada bulunana de ki: "Allah kötülük işlemeyi emretmez." Yani sizin şu yaptığınız şey, iğrenç bir kötülüktür. Yüce Allah'ın böyle bir şeyi emretmesi mümkün değildir. "Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Yani, doğru olup olmadığını bilmediğiniz sözleri Allah'a mı mal ediyorsunuz? Yine yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki; "Rabbim bana ölçülü ve dengeli olmayı emretti." Yani adil ve doğru olmamı emretti: "Her secde yerinde ve anında tüm varlığınızla O'na yönelerek müşriklikten tamamen arınmış bir bağlılıkla O'na dua ediniz." Yani, yüce Allah yerinde yaptığınız ibadetlerinizde dosdoğru olmanızı emretmektedir. Bu da mucizelerle destekli peygamberlerin -salât ve selâm üzerlerine olsun Allah'tan getirdikleri mesajlara ve yasalara uymak, Allah'a yönelik ibadette tamamen şirk"den arınmakla mümkündür. Çünkü yüce Allah, bu iki şartı birarada barındırmadığı sürece hiçbir ameli kabul etmez. (Yani, amel hem doğru ve şeriata uygun olacak hem de bütünüyle şirkten arı olacaktır.)

Allah'ın şeriatıyla bir ilgisi bulunmadığı halde O'nun şeriatından olduğunu ileri sürdükleri şu yiyeceklere özgü geleneklerin yanında ibadet, tavaf ve giysi konusunda hüküm verme işlemine ilişkin cahiliye olgusuyla karşılaşılırken... Evet bu olguyla karşı karşıya kalınırken ilk insanlık hikâyesi üzerine yapılan bu değerlendirme, geliyor. Bu değerlendirmede yüce Allah'ın haram kıldıklarının dışında kalan cennet meyvelerinden yenmesi hatırlatılıyor. Özellikle de giysi sözkonusu ediliyor. Yasaklanmış meyveyi yedirmek suretiyle şeytanın Adem ve Havva'yı kandırması ve üzerlerindeki elbiseyi çıkarması yer alıyor. Bu arada Adem ve Havva'nın ayıp yerlerinin görünmesinden dolayı fıtratlarının gereği utanmaları ve cennet yapraklarıyla ayıp yerlerini örtmeye çalışmaları dile getiriliyor.

Dolayısıyla hikâyede sözkonusu edilen olaylar ve bunlar üzerine yapılan ilk değerlendirme, cahiliyede yaşanan belli bir olgunun realistçe karşılanması amacına yöneliktir... Bu hikâyenin, Kur'an'ın değişik yerlerinde, çeşitli durumlara karşılık olmak üzere başka surelerde de birtakım kesitleri ve sahneleri anlatılır. Bunların ardından şu çeşitli durumları karşılayan açıklamalar ve değerlendirmeler yapılır. Kuşkusuz hepsi de gerçektir. Ancak beşerin pratiğini karşılamayı amaçlayan Kur'an'ın ayrıntılı açıklama yöntemi, her konuda sunulan hikâyenin halkalarıyla, ortamın ve konunun tabiatının arasındaki bu tercih ve uyumu gerektirmiştir. (Kur'an'da Kıssa" bölümüne bakınız.)

 

HİCAP VE TAKVA

26- "Ey insanoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar. "

Bu çağrı, hikâyeden sunulan sahnenin ışığında yapılmaktadır. Çıplak kalma, ayıp yerlerinin ortaya çıkması ve cennet yapraklarıyla bu yerleri örtme sahnesi... Bütün bunlar bir hatanın meyvesiydi. Hata ise, Allah'ın emrine karşı çıkma ve O'nun yasakladığı meyveyi yeme noktasında işlenmişti. Yoksa -kitabı mukaddes'te yer alan- efsanelerin ve gerek bu efsanelerden, gerekse `Freud'un zehirli düşüncelerinden beslenen batının sanat çevrelerinin gevelediği gibi bir hatanın işlenmesi sözkonusu değildir. Bu hata, ahd-i kadimde -tevratta- yer alan efsanelerin ileri sürdüğü gibi "bilgi amacından" yemede değildir. Yine aynı efsanelerin iddia ettiği gibi yüce Allah'ın, insanoğlunun hayat ağacından yiyip tanrılardan biri haline gelmesini kıskanması ve korkması da sözkonusu değildir. (Yüce Allah onların vasfettiklerinden yücedir, büyüktür)

Aynı şekilde, yahudi Freud'un kendilerine öğrettiği gibi hayatta olup biten her şeyi ona göre yorumlamak için cinsel bataklığın etrafında dönen Avrupa sanatının düşündüğü gibi işlenen hata cinsel ilişki de değildir.

Hatayı takip eden çıplaklık sahnesini ve cahiliye toplumunda müşriklerin yaşadığı çıplaklığı karşılamak açısından ayetlerin akışı bu çağrıda yüce Allah'ın insanlara öğrettiği, kolaylaştırdığı, aynı şekilde yasalaştırdığı nimetinden; ortaya çıkan avret yerlerini örten giysiden söz etmektedir. Çıplaklığın çirkinliğine ve iğrençliğine karşılık giysi -bu örtücü özelliğiyle- bir süs ve güzellik unsuru olarak belirmektedir. Bunun için yüce Allah "indirdik" yani "indirdiğimiz kitapta sizin için yasalaştırdık" diye buyurmaktadır. "Libas-giysi" kelimesi, ayıp yerlerini örten giysiler için kullanılır, bunlarda iç çamaşırlarıdır. "Riyaş" ise vücudun tümünü örten ve süsleyen giysiler için kullanılır, bunlar da dış giysilerdir. Aynı şekilde "Riyaş" kelimesi, rahat bir hayat, nimet ve mal için de kullanılır. Bunların tümü de birbirine girmiş ve birbirlerini gerekli kılan anlamlardır.

"Ey insanoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik."

Aynı şekilde burada -takva elbisesi- sözkonusu edilmekte ve "Daha hayırlıdır" şeklinde nitelendirilmektedir.

"Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerinden biridir."

Abdurrahman b. Eslem: "Adam Allah'dan korkar avret yerlerini örter. İşte takva elbisesi budur" derdi.

Yüce Allah'ın avret yerlerinin örtülmesi ve süslenme için giysiyi yasalaştırması ile takva arasında bir bağ vardır. Çünkü her ikisi de giysidir. Şu, kalbin ayıplarını örter ve onu süsler, bu da vücudun ayıplarını örter ve onu süsler. Her ikisi de birbirlerini gerekli kılmaktadır. Çünkü vücudun çıplaklığından iğrenme ve utanma duygusu Allah'dan korkma ve O'ndan utanma duygusundan kaynaklanır. Allah'dan utanmayan ve O'ndan korkmayan biri çıplaklığa aldırmadığı gibi, çıplaklığa çağırılması da önemli değildir O'nun açısından. Çünkü utanma ve takva duygusundan soyutlanma ile giysilerin çıkarılması dolayısıyla ayıp yerlerinin ortaya çıkması arasında bir fark yoktur.

Çünkü vücudun örtülmesi hayadır. Yoksa siyon protokollarının içerdiği iğrenç yahudi planları uyarınca insanlıklarını mahvetmek için insanların utanma duygularına ve iffetlerine musallat olmuş çığırtkanların ileri sürdüğü gibi sırf çevresel bir alışkanlık ve gelenekten ibaret değildir. Yüce Allah'ın insanın içinde yarattığı fıtrattır giysi... Sonra giysi, yüce Allah'ın insan için indirdiği bir yasadır. Ayrıca yüce. Allah, yeryüzünde insanların emrine verdiği güç ve rızıklarla onlara bu yasayı uygulama imkânını da vermiştir.

Yüce Allah, Ademoğulları'na kendileri için yasalaştırdığı giysi ve örtü nimetini hatırlatıyor. Bu sayede insanlıklarını hayvanların düzeyine yuvarlanmaktan korumuştur. Ayrıca bu konuda gerekli olan araçları rahatlıkla elde edebilecekleri de hatırlatılmaktadır:

"Ola ki, düşünüp ders alırlar."

Bu noktadan hareketle müslüman, insanların utanma duygularına ve ahlâklarına yönelik yoğun saldırılarla, süslenme, uygarlık ve moda adı altında vücudun çıplaklığı için başlatılan propagandalar ve insanlıklarını yok etmeye, siyonist egemenliğe daha kolay kul olmalarını sağlamak için çözülmelerini çabuklaştırmaya yönelik siyonist plan arasında bir ilgi kurabilir. Sonra tüm bunlarla, ruhların derinliklerinde gizli kalmış bu dinin temellerini yıkmaya yönelik planlar arasında ilgi kurabilir. Öyle ki, dünyanın her yerinde yahudi şeytanların hesabına çalışan kalemlerin, propaganda araçlarının çağırdığı ruhsal ve bedensel çıplaklığa ilişkin ahlâksız ve adi atılımlar, bu öldürücü balyozlarını dinin bu kalıntılarına bile yöneltirler. Oysa "insanlığın" süsü örtüdür. "Hayvanlığı" süsü de çıplaklıktır. Ancak zamanımızda insanlar, yüce Allah'ın "insanlıklarını" korumaya ve onurlandırmaya ilişkin nimetini hatırlatmaksızın kendilerini hayvanlık aleminin düzeyine indiren cahiliye gericiliğine dönüyorlar.

 

27- "Ey insanoğulları, şeytan ana-babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin. " Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık. "

28- "Onlar bir kötülük işlediklerinde `Biz atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı emreden Allah'dır' derler. Onlara de ki; ,Allah kötülük işlemeyi emretmez. Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?"

29-" De ki; "Rabbim bana ölçülü ve dengeli olmayı emretti. Her secde yerinde ve anında tüm varlığınızla O'na yönelerek müşriklikten tamamen arınmış bir bağlılıkla O'na dua ediniz. Sizi ilkin yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz. "

30- "Allah, insanların bir kesimini doğru yola iletti, bir kesimi de sapıklığı haketti. Çünkü onlar Allah'ı bir yana bırakarak şeytanları dost edindiler ve (buna rağmen) doğru yolda olduklarını sanıyorlar. "

Bu, anne-babalarının hikâyesinin ve şeytanla başlarından geçen olayların ve Rabblerinin emrini unutup düşmanların vesvesesine kulak vermeleri nedeniyle, düşmanlarının başlarına getirdiği çıplaklık sahnesinin ardından yer alan değerlendirme amaçlı duraklamanın içinde Ademoğulları'na yapılan ikinci çağrıdır.

Bu çağrı, Allah'ın evini çıplak tavaf etme hikâyesi ve atalarının yapa geldikleri şeylerin Allah'ın emri ve hükmü olduğunu ileri sürmeleri konusundaki cahiliye geleneklerine ilişkin söylediklerimizle anlaşılmış oluyor.

Birinci çağrı; Ademoğulları'na anne-babalarının yaşadığı sahneyi ve ayıp yerlerini örten iç elbiseyle insanı güzelleştiren dış elbiseyi göndermedeki yüce Allah'ın nimetini hatırlatma amacına yöneliktir. Şu ikinci çağrı ise; genelde tüm insanlara ilk günlerinde islâmın karşılaştığı müşriklere yönelik şeytana teslim olmamalarına ilişkin bir sakındırma mahiyetindedir. Hayatları için seçtikleri sistem, yasa ve gelenekler noktasında ona uyup fitneye kapılmamaları için bir uyarıdır. Nitekim şeytan daha önce anne-babalarının cennetten çıkarılmalarına neden olmuş, avret yerlerini göstermek için elbiselerini çıkarıp çıplak bırakmıştı. Dolayısıyla eski ve yeni cahiliye toplumlarının karakteristik özelliği olan çıplaklık ve açık-saçıklık, şeytanın saptırması sonucu işlenen eylemlerden biridir. Adem ve çocuklarını yoldan çıkarmaya yönelik inatçı düşmanın planını uygulamasıdır.

Bu, insanla düşmanı arasında süren savaşın bir cephesidir. O halde Ademoğulları kendilerini, tuzağa düşürmek için düşmanlarına fırsat vermemelidirler. Bu savaşta galip gelip en sonunda cehennemi onlarla doldurmasına imkân tanımamalıdırlar.

"Ey insanoğulları, şeytan ana-babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin."

Yüce Allah, sakındırmayı artırmak, sakınma duygusunu ön planda tutmak için onlara şeytan ve yardakçılarının kendilerinin göremeyeceği yerlerden onları görebildiklerini haber vermektedir. O halde şeytan, gizli yöntemleriyle onları tuzağa düşürme açısından son derece güçlüdür. Dolayısıyla kendilerini saptırmaması için çok daha ihtiyatlı olmaya, fazlasıyla uyanık olmaya ve sürekli hazırlıklı bulunmaya ihtiyaçları vardır.

"Sizin şeytanın ve adamlarının göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler."

Sonra da sakınma gereğini ifade eden etkin ve anlamlı bir mesaj yer alıyor... Kuşkusuz yüce Allah, şeytanların mü'min olmayanlara dost olmalarını takdir etmiştir. Dostu düşman olan kişinin vay haline... O zaman düşmanı onu boyunduruğu altına alacak, saptıracak, Allah'dan bir yardım, bir destek ve bir dostluk görmeden dilediği yöne sürükleyecektir.

"Biz şeytanları, inanmayanlara dost yaptık."

Bu bir gerçektir. Allah müminlerin dostu olduğu gibi, şeytan da mümin olmayanların dostudur. Bu aynı zamanda ürkütücü bir gerçektir. Ve son derece tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Bu gerçek bu şekilde kesin olarak ifade edildikten sonra müşrikler olmuş bir durum gibi bununla karşı karşıya bırakılmaktadır. Biz de şeytanın dostluğunun nasıl olduğunu, insanların düşüncelerinde ve hayatlarında ne şekilde hareket ettiğini gözlerimizle görüyoruz. Bu, onün örneklerinden biridir:

"Onlar bir kötülük işlediklerinde "Biz atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı emreden Allah'dır derler."

Arap müşriklerinin yaptığı ve söylediği buydu. Aralarında kadınlar da bulunduğu halde Allah'ın evini çıplak tavaf etme kötülüğünü işliyor sonra böyle yapmalarını emredenin yüce Allah olduğunu ileri sürüyorlardı! Oysa ataları böyle emredip yapmışlardı. Onlar da bu davranışı atalarından miras alıp uyguluyorlardı.

Onlar -müşrik olmalarına rağmen- dinin hayatın problemleri ile ne işi var? diyen ve Allah'ın dışında sistem, yasa, değer yargıları, ölçüler, gelenek ve görenekler belirleme hakkına sahip olduğunu ileri süren modern cahiliye toplumları gibi büyüklenmiyorlardı. Bir yalan uyduruyor, bir yasa belirliyorlardı. Sonra da "böyle yapmamızı emreden Allah'dır" diyorlardı. Kuşkusuz bu, son derece iğrenç ve alçakça bir plandır. Çünkü gönüllerinde dini duyguların kalıntıları bulunan kimseleri kandırıp bu uydurmalarının Allah katından gelmiş bir şeriat olduğu kuruntusuna kapılmalarına neden olmaktadır. Bununla beraber bunlar Allah'ın dışında insanların durumlarına en uygun olanı görüp, onlar için kanun koyma yetkisine sahip olduğunu iddia edenden daha az küstahtılar.

Yüce Allah Peygamberine, -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'a yapılan bu iftirayı yalanlamak, O'nun şeriatının tabiatını ve kötülükten uzak oluşunu açıklamakla onları karşılamasını emretmektedir. Çünkü yüce Allah'ın kötülüğü emretmesi O'nun yüce şanına yaraşır bir şey değildir:

"Onlara de ki; "Allah kötülük işlemeyi emretmez. Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?"

Yüce Allah kesinlikle kötülüğü emretmez. Kötülük ise; aşırı yani sınırı aşan her şey demektir. Çıplaklık da bu tür kötülüklerden biridir. Yüce Allah'ın böyle bir şeyi emretmesi mümkün değildir. Yüce Allah belirlediği sınırlara tecavüz edilmesini, örtü, haya ve takvaya ilişkin emirlerine karşı çıkılmasını nasıl emreder? Sonra yüce Allah'ın emir ve yasaları iddiayla olmaz. O'nun emirleri ve hükümleri peygamberlerine indirdiği kitaplarında yer alır. Allah'ın sözlerinin ve hükümlerinin öğrenileceği diğer bir kaynağın varlığı sözkonusu değildir. Allah'ın kitabına ve Allah'ın peygamberinin tebliğine dayanmadığı sürece bir insanın herhangi bir emrin Allah'ın hükmü olduğunu ileri sürmesi geçersiz bir iddiadır. Çünkü Allah'ın dini hakkında söz söyleyen birinin dayanacağı şey Allah'ın sözü ile kanıtlanmış kesin bilgi olmalıdır. Yoksa her insan kendi arzusunu öne sürüp, bu Allah'ın dinidir iddiasında bulunduğu zaman, bir kargaşanın baş gösterme imkânı doğmuş olur.

Kuşkusuz cahiliye aynı cahiliyedir. Ve o, her zaman temel özelliklerini korur. İnsanlar cahiliyeye geriye dönüş yaptıkları her seferse, benzer sözleri söylemiş, zaman ve mekân farklılığına rağmen aralarında benzer düşünceler gelişmiştir. Günümüzde içinde yaşadığımız şu cahiliye toplumunda bir yalancının çıkıp kendi arzusunun yönelttiği birtakım şeyler söyleyip sonra da "İşte Allah'ın şeriatı" demediği gün olmuyor. Gün geçmiyor ki, küstah ve büyüklük taslayan birinin çıkıp dinin belirlenmiş emir ve yasaklarını inkâr edip "dinin böyle olması mümkün değildir", "dinin böyle emretmesi imkânsızdır", "dinin bunu yasaklamış olması mümkün değildir" demesin... Kanıt ise; kendi arzusudur tabii...

"Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?"

Bu kötülüğü işlemelerini emredenin yüce Allah olduğuna ilişkin iddiaları reddedildikten sonra yüce Allah'ın emrinin aksi yönden belirdiği açıklanmaktadır. Yüce Allah her işte adalet ve dengeyi emretmiştir, kötülük ve aşırılığı değil. İbadet ve ayinlerde Allah'ın hayat metoduna uygunluğu, Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- indirdiği kitaba başvurmayı emretmiştir. Sorunu her insanın arzusuna uyarak birtakım şeyler söyleyip sonra da bunun Allah'ın dini olduğunu iddia edeceği şekilde başıboş bırakmamıştır. Boyun eğmenin sırf kendisine yönelik olmasını, kulluğun eksiksiz bir şekilde kendisi için olmasını emretmiştir. Hiç kimse hiç kimsenin şahsından kaynaklanan kurallara uyamaz. Aynı şekilde hiç kimse de bir başkasının şahsından kaynaklanan buyruklarına boyun eğemez.

"De ki; "Rabbim bana ölçülü ve dengeli olmayı emretti. Her secde yerinde ve anında tüm varlığınızla O'na yönelerek müşriklikten tamamen arınmış bir bağlılıkla O'na dua ediniz."

Allah'ın emrettiği budur. Bu da onların söylediklerinin aksi bir durumdur. Bunları bize emreden Allah'dır iddiasında bulunmalarına rağmen atalarına ve kendileri gibi kulların koyduğu yasalara uymalarına, çıplaklık ve açık-saçıklığa karşıt bir açıklamadır. Çünkü yüce Allah, Ademoğulları'na ayıp yerlerini örten ve onları süsleyen elbiseyi göndermekte lütufta bulunduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu, hayatları ve ibadetleri için hükümler koyan iki ayrı kaynak edinmek suretiyle içinde yüzdükleri şirk durumuyla da uyuşmayan bir durumdur.

Açıklamanın bu kesitinde hatırlatma ve uyarı yer almaktadır. Sınanmaları için kendilerine belirlenen surenin sonunda yüce Allah'a dönüşlerine, bu esnada biri Allah'ın emrine, biri de şeytanın emrine uyan ïki gruba ayrılacaklarına işaret edilmektedir.

"...Sizi ilkin yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz."

"Allah, insanların bir kesimini doğru yola iletti, bir kesimi de sapıklığı haketti. Çünkü onlar Allah'ı bir yana bırakarak şeytanları dost edindiler ve (buna rağmen) doğru yolda olduklarını sanıyorlar."

Bu büyük yolculuğa başlama noktası ile bitiş noktasını, ilk hareket noktasını ve sona ulaşma noktasını birleştiren tek ve olağanüstü bir açıklamadır.

"...Sizi ilkin yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz."

Yolculuğa iki grup halinde başlamışlardı; biri Adem ve eşi, biri de şeytan ve adamları... Aynı şekilde de dönecekler. İtaatkârlar babaları Adem ve anneleri Havva ile birlikte Allah'a teslim olmuş, O'na inanmış ve O'nun emirlerine uymuşların grubu olarak dönecekler (isyancılar da iblis ve adamlarıyla birlikte dönecekler). İblisi dost edinmeleri, O'nun da onları dost edinmesi nedeniyle yüce Allah cehennemi onlarla dolduracaktır. Halbuki kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.

Kuşkusuz yüce Allah, dostluğu Allah'a yönelik olanı doğru yola iletmiş, dost olarak şeytanı seçenleri de saptırmıştır. İşte onlar, iki grup halinde geri dönüyorlar:

"Allah insanların bir kesimini doğru yola iletti, bir kesimi de sapıklığı haketti. Çünkü onlar Allah'ı bir yana bırakarak şeytanları dost edindiler ve (buna rağmen) doğru yolda olduklarını sanıyorlar."

Bakın, işte dönüyorlar. Hem de yolculuğun iki yanını da kapsayan bir tabloda... Tabii ki, Kur'an'ın yöntemi üzere... Kur'an'ın ifade tarzının dışında böyle bir şeyin gerçekleşmesi imkânsız bir şey çünkü.

İSRAF VE ALLÀH'IN NİMETLERİ

Sonra surenin akışı, belirlenen yolda süren uzun yolculuğu sunmadan önce bu duraklamada da "Ademoğulları"na yönelik çağrı yinelenmektedir:

 

31- "Ey insanoğulları, her mescide girişinizde güzel elbiseler giyiniz. Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. "

32- "De ki; "Allah'ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram etti? De ki; Bunlar, dünya hayatında müminler içindir kıyamet günü ise sadece onlarındır, biz ayetlerimizi bilenlere böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz. "

33- "De ki; Allah sadece açık-gizli bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemeyi haram kıldı."

Bu cahiliye döneminde Arap müşriklerinin inançlarına karşılık olarak sunulan inancın temel gerçeklerini iyice yerleştirmek için yapılan vurgudan sonrâ yer alan bir başka vurgudur. Bu da büyük insanlık hikayesiyle yüzyüze gelinirken, tüm Ademoğulları'na yönelik çağrının akışı içinde yer almaktadır.

Bu gerçeklerden en belirgini, yüce Allah'ın kulları için varettiği iyi şeyleri O'nun izni ve hükmü sözkonusu olmaksızın yasaklamaları ile bu yasaklamayı gerçekleştiren ve Allah hakkında bilmeden konuşan, bu konuda birtakım şeyleri ileri süren kimsenin doğrudan doğruya sıfatı konumundaki şirk arasındaki ilgidir.

Yüce Allah, kullarına kendilerine gönderdiği giysilerden oluşan süslerini, dış elbiselerini her ibadette giymeleri çağrısında bulunuyor. Bu ibadetler arasında çıplak olarak yerine getirdikleri ve bu esnada yüce Allah'ın yasaklamadığı tersine, kullarına bir nimet olarak bahşettiği giysiyi yasakladıkları tavaf da yer alıyordu. Oysa O'nun indirdiğine uymak (elbiseyi giymek) suretiyle ibadet etmeleri daha iyiydi. Elbiseleri çıkarmak ve yaptıkları aşırılıklarla değil:

"Ey insanoğulları, her mescide girişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz."

Aynı şekilde yüce Allah, israfa kaçmaksızın yiyeceklerin iyisinden yararlanmaları çağrısında bulunmaktadır:

"Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez."

Gelen rivayetlerde Arap müşriklerinin tıpkı giysi konusundaki yasaklamaları gibi yiyeceklerde de birtakım yasaklamalar getirdikleri anlatılmaktadır. Bu da aynı şekilde Kureyş'in uydurduğu bir şeydi kuşkusuz.

Müslim'in sahih'inde, Hişam'a Urve'den, o da babasından şöyle rivayet etmektedir: "Hums (Kureyş) olanların dışındaki Araplar Kâbe'yi çıplak tavaf ederlerdi. Hums ise, Kureyş ve Kureyşliler arasında doğanlara denirdi. Kendilerine `Hums' adını veren Kureyşliler müzdelifeden çıkmazlardı İnsanlar Arafat'a ulaştıklarında onlar şöyle derlerdi: "Biz Harem ehliyiz. Birinin bizim elbiselerimizi giymeden Kâbe'yi tavaf etmesi ve bizim bölgemize girdikten sonra bizim yiyeceklerimizden başkasını yemesi olacak iş değildir. "Mekke'de ödünç elbise alacağı bir arkadaşı bulunmayan ya da elbise kiralayacak kadar parası bulunmayan biri şu ikisinden birini yapmak durumunda kalırdı: Ya Kâbe'yi çıplak tavaf ederdi, ya da kendi elbisesiyle. Tavaf bittikten sonra da elbisesini çıkarıp atardı, kimse de dokunmazdı. Bu elbiseye `atık' derlerdi."

Kurtubi'nin "Ahkam-ul Kur'an adlı tefsirinde şu açıklama yer almaktadır: Cahiliye döneminde Araplar'ın hac zamanında etli yemekler yemedikleri, hafif yiyeceklerle yetindikleri ve Kâbe'yi çıplak tavaf ettikleri söylenmiştir. Bunun için onlara "Her mescide girişinizde güzel elbiseleri giyiniz. Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz" denmiştir. Yani size yasaklanmamış bir şeyi yasaklamak açısından aşırılığa düşmeyiniz. İsraf, helâl olanı haram kılmakla olabileceği gibi, sınırı aşmakla da olur. Bu bir açıdan o da bir açıdan sınırı aşmaktır çünkü.

Ayetlerin akışı, her mescide girişte güzel elbiseleri giymeye ve güzel yiyecek ve içeceklerden yararlanmaya ilişkin çağrıyla yetinmiyor, bunun yanında, yüce Allah'ın kulları için varettiği güzellikleri ve temiz rızıkları haram kılmayı da kınıyor. Gerçekten bir insanın -kendi görüşüne dayanarak yüce Allah'ın insanlar için varettiği güzellikleri ve temiz şeyleri haram kılması ayıplanacak bir şeydir. Çünkü Allah'ın hükmü olmaksızın herhangi bir şeyin haram ya da helâl kılması sözkonusu olamaz.

"De ki; "Allah'ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram etti?

Bu ayıplamanın ardından şu güzel elbiseler ve şu temiz rızıklar kendileri için bunları vareden Rabblerine inanmalarından dolayı mümin olanların hakkı olduğu belirtiliyor. Her ne kadar bu dünyada başkaları da bunlara ortak oluyorsa da bunlar kıyamet günü sırf kendilerine özgü olacaktır. Kâfir olanların onlara ortak olması sözkonusu olmayacaktır.

"De ki; Bunlar dünya hayatında müminler içindir kıyamet günü ise sadece onlarındır."

Durum bu değildir ki, onlara haram olsun, yüce Allah'ın ahirette onlara ayırdığı bir şeyin haram olması mümkün değildir.

"Biz ayetlerimizi bilenlere böylece ayrıntılı biçimde açıklıyoruz."

Bu dinin gerçeğini bilenler, bu açıklamadan yararlanan kimselerdir.

Yüce Allah'ın gerçekten haram kıldığına gelince; bu giysilerden dengeli bir şekilde süslenme, savurganlık ve kibirlenmeye kaçmaksızın yiyecek ve içeceğin iyisinden yararlanmak değildir. Yüce Allah'ın gerçekten haram kıldığı onların yaptıklarıdır.

"De ki; "Allah sadece açık-gizli bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi haram kıldı."

Allah'ın haram kıldığı budur. İnsanların görebildiği ya da göremediği kötülükler ve Allah'ın belirlediği sınırları aşan davranışlar. Günahlar... -genel anlamda Allah'ın emirlerine yapılan her isyan günah olarak nitelendirilmektedir Haksız saldırı... Allah'ın belirlediği şekliyle hak ve adalete uymayan her davranış demektir bu... Allah'ın kendilerine hiçbir güç ve yetki vermediği şeyleri ve kimseleri ilâhlığın özelliklerinde Allah'a ortak koşma... Cahiliye toplumunda olup bitenler bu açıklamanın kapsamına girmekteydi ve bu, her cahiliye toplumunda yaşanan bir olgudur. İnsanlar için kanunlar koymak suretiyle Allah'a ortak koşma, kimilerine ilâhlığın özelliklerini verme... Allah hakkında bilmedikleri şeyleri söyleme... Tıpkı müşriklerinin helâl kılma ve haram kılmada söyleyip bir bilgiye ve kanıta dayanmaksızın Allah'a mal ettikleri sözler gibi...

İlk defa bu ayetlerle muhatap olan ve aşağıdaki kınamayla karşı karşıya kalan müşriklerin durumuna ilişkin olarak gelen rivayetler oldukça ilginçtir. "De ki, Allah'ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri kim haram etti? Kelbi şöyle rivayet etmektedir: "Müslümanlar elbise giyerek Kâbe'yi tavaf edince, müşrikler onları kınadılar... Ayet bunun üzerine nazil oldu."

Cahiliye, taraftarlarına neler yapıyor, görün. Fıtratları yozlaşmış ve Kur'ana Kerim'in Adem ve Havva'ya ilişkin olarak "... Ağacın meyvesinden tadar-tatmaz ayıp yerleri meydana çıktı. Bunun üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular" şeklinde sözünü ettiği sağlam fıtrattan uzaklaşmış, sapmış birtakım insanlar Allah'ın evini çıplak tavaf ediyorlar. Bu, yetmiyormuş gibi, müslümanları giyinik olarak, yüce Allah'ın insanları onurlandırmak ve örtmek, fıtrî sağlamlığı ve güzelliği içinde fıtratlarının temel özelliklerini geliştirmek ve onları hayvansal çıplaklıktan, hem bedensel, hem de ruhsal çıplaklıktan kurtarmak için insanlara lütfettiği güzellikler içinde Kâbe'yi tavaf ederken görünce... Allah'ın yarattığı fıtrat uyarınca Allah"ın lütfettiği güzel giysiler içinde Allah'ın evini tavaf ederken görünce onları "kınıyorlar."

Cahiliye insanları bu hale getirir, işte... Fıtratlarını, zevklerini, düşüncelerini, değer ve ölçülerini işte böyle yozlaştırır, altüst eder... Acaba çağdaş cahiliye, bu konuda insanlara Arap cahiliyesinde eski Yunan cahiliyesinde Roma cahiliyesinde, eski İran cahiliyesinde ve her zaman ve her yerdeki cahiliyelerde yaptıklarından farklı bir şey mi yapmaktadır?

Çağdaş cahiliye, insanların elbiselerini çıkarmaktan, onları Allah korkusu ve utanma duygusundan uzaklaştırmaktan başka bir şey mi yapıyor? Bu çıplaklığı ilericilik, çağdaşlık ve yenilik olarak kitlelere kabul ettirmiyor mu? Örtünen özgür ve iffetli müslüman kadınları "gericiler", "gelenekçiler" ve "köylüler" diye ayıplamıyor mu?

Yozlaşma aynı yozlaşmadır. İnsanların sağlam fıtrattan uzaklaşıp çarpık bir karaktere sahip olmaları yinelenmiştir. Ölçülerdeki başkalaşım aynı başkalaşımdır. Bütün bunlardan sonra aynı büyüklenme duygusudur egemen olan.

"Böyle bir direktif mi almışlar? Tersine onlar azgın bir millettir." (Zariyat -53)

Şu çıplaklık, şu yozlaşma, şu hayvanlaşma ve şu büyüklenme ile şirk ve Allah`ın dışında insanlar için yasalar koyan sahte tanrılar arasındaki ilgi açısından cahiliye toplumları arasında ne gibi bir fark vardır?

Şayet Arap müşrikleri, kâhinlerin, tapınak bekçilerinin ve kabile önderlerinin buyruklarına göre hareket eden benzerleri diğer eski cahiliye toplumları gibi şu çıplaklık konusunda yarım adadaki egemenliklerini garantiye almak için onların bilgisizliklerini istismar eden, akıllarını hiçe sayan yeryüzünün sahte tanrılarının buyruklarına göre hareket etmişlerse günümüz müşrik erkek ve kadınları da bu konuda yeryüzü tanrılarının buyruklarına göre hareket ediyor, bunlara uymazlık edemiyor. Kadınıyla, erkeğiyle çağdaş cahiliye mensuplarının kendilerini kurtaramadıkları bu çılgınlığın gerisinde moda evleri ve stilistleri,. güzellik uzmanları ve güzellik salonları denen sahte tanrılar yer almaktadır. Bu tanrılar emirler yağdırırlar, ardından yeryüzünün her tarafındaki züppeler ve çıplak hayvanlar onur kırıcı bir itaatle bu buyrukları hemen uygularlar. Bu seneki yeni moda herhangi bir kadının boyuna posuna uysa da uymasa da, güzellik için öngörülen şatafatlar kendisine uygun olsa da olmasa da bu zavallı kadın ister istemez hepsini uygulayacaktır. Bu sahte tanrıların emirlerine itaat edecektir. Yoksa çevresindeki diğer hayvancıklar tarafından ayıplanır.

Moda evlerinin, güzellik salonlarının, çıplaklık ve teşhir kamplarının, bu kızgın hamleyi yönlendiren bilimlerin, fotoğrafların, roman ve hikâyelerin, dergi ve gazetelerin gerisinde kimler vardır? Bir kısmı, ahlâksızlık için tercih edilecek ve elden ele dolaştırılacak duruma gelmiş dergi ve hikâyelerin bu duruma gelmesinde kimlerin parmağı vardır? Evet bütün bunların gerisinde yer alanlar kimlerdir?

Bütün dünyada, tüm bu iletişim araçlarının gerisinde yer alanlar yahudidir... Yahudiler, ruhsal hezimete uğramış bu hayvanların üzerinde tanrılık yetkilerini ve özelliklerini ellerinde tutuyorlar. Her yerde başlattıkları bu akımlar aracılığıyla hedeflerine ulaşıyorlar. Bu salgınlar aracılığıyla bütün dünyayı oyuncak haline getirmek, bunun ardından psikolojik ve ahlâki çözülmeyi yaygınlaştırmak, insan fıtratını yozlaştırıp moda ve güzellik uzmanlarının ellerinde oyuncak haline getirmek onların hedefleri arasında yer almaktadır. Sonra kumaş, süs ve güzellik araçlarının ayrıca bu pazara dayanan ve ondan beslenen birçok sanayi ürünlerinin tüketimindeki savurganlıkla ekonomik hedeflerine ulaşmayı amaçlamaktadırlar.

Kuşkusuz elbise ve kıyafet sorunu, Allah'ın şeriatından ve O'nun hayat sisteminden kopuk olarak ele alınacak bir sorun değildir. Surenin akışı içinde bu sorunla iman ve şirk sorunu arasındaki bu ilginin kurulması bu yüzdendir.

Bu sorunun inanç sistemi ve şeriatla çeşitli yönlerden ilgisi vardır.

Her şeyden önce bu sorun,Rabblık sorunuyla ilgilidir. Bu konularda insanlar için hükümler koyan, hem ahlâk, hem ekonomi hem de hayatın birçok yönünde derin etkisi bulunan mercinin belirlenmesiyle ilgilidir.

Cahiliye, düşünceleri, zevkleri, değerleri ve ahlâkları yozlaştırır. Böylece hayvanlara özgü çıplaklığı, açık-saçıklığı ilericilik, gelişmişlik olarak nitelendirir, bunun yanında insana özgü örtünmeyi de gelişmemişlik, gericilik olarak nitelendirir. İnsan fıtratının ve insanî özelliklerin bundan daha fazla yozlaşması, tersyüz olması düşünülemez.

Bütün bunlardan sonra bazı cahiliye mensubu kişiler kalkıp bize şunu söylüyorlar: Dinle kıyafetin ne ilgisi var? Kadın giyimiyle dinin ne alâkası var? Güzellik, dini neden ilgilendirsin?.. İşte bu, her zaman ve her yerdeki cahiliye toplumlarında insanların yaşadığı bir yozlaşma, bir tersyüz olma durumudur.

Ayrıntılı bir sorun olarak belirmesine karşın Allah'ın ölçüsünde ve islâmın değerlendirmesinde bu denli önemsediği için öncelikle tevhid ve şirk sorunuyla ilişkisi bulunduğu için, ikinci olarak insan fıtratının, ahlâki yapısının, toplumun ve hayat düzeninin sağlam ya da bozuk oluşuyla ilişkili olduğu için... Surenin akışı bu sorunun üzerine, güçlü, etkin ve vurgulu bir değerlendirme yapıyor. Büyük inanç sistemine ilişkin konuları ele alırken başvurduğu yöntemle soruna değiniyor. İnsanoğluna, yeryüzünde hayatlarının sınırlı ve belirlenmiş olduğuna, süre dolduğu zaman bir saat geriye ya da ileriye alınmasına imkân bulunmadığına ilişkin bir uyarıda bulunmak suretiyle sorun üzerine etkin bir değerlendirme yapıyor.

 

TOPLUMLARIN ECELİ

34- "Her toplumun belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ve nede bir an öne alabilirler. "

Kuşkusuz bu, inanç sisteminin temel gerçeklerinden biridir. Ayetlerin akışı bununla, hayatın sürmesine aldanmamaları konusunda uyarmak amacıyla, Allah'ı anmayan, O'na şükretmeyen gafil gönüllerin teline dokunuyor.

Burada sözkonusu edilen `ecel', ya her insanın ölümüyle, hayatının sona ermesiyle dolan "ecel"dir ya da her milletin yeryüzündeki güçleri ve hakimiyetleri anlamındaki `ecel'idir. İster bu olsun ister şu olsun, farketmez. Bir an bile öne alınması ya da geciktirilmesi mümkün değildir bunun.

Bu gezintiyi tamamlamadan önce, gerek -En'am suresinde (3) sözkonusu edilen kurbanlar, adaklar ve bunlara ilişkin olarak belirlenen haramlar ve helaller konusunda gerekse bu surede sözkonusu edilen giyecek ve yiyecek konusunda cahiliye mensuplarının tutumlarını karşılarken Kur'an'ın ifade yöntemindeki şaşırtıcı benzerliği belirtmeden geçemeyeceğiz.

Kur'an'ın ifade yöntemi, kurbanlar, adaklar, hayvanlar ve meyveler konusunda öncelikle cahiliyenin fiilen uyguladığı gelenekler ve uyguladıkları bu geleneklerin Allah'ın hükmü olduğunu -Allah'a iftira atarak- ileri sürmeleriyle söze başlamıştı. Sonra, kendilerinin haram kıldıkları şeyin Allah tarafından haram kılındığına ve helâl kıldıkları şeyin Allah tarafından helâl kılındığına ilişkin olarak dayandıkları bir kanıtın olup olmadığını sormuştu.

"...Yoksa Allah'ın size bu direktifi verdiğinin somut tanıkları mısınız? Körü körüne insanları yoldan çıkarmak amacı ile Allah' a iftira eden, Allah adına yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? (En'am: 144)

Daha sonra, ilâhlığın özelliklerinden olan hakimiyeti ellerine geçirmekte somutlaşan bu şirklerini Allah'ın kaderine ve kendilerine yönelik buyruğuna dayandırmaya çalışmak suretiyle bu karşılaşmadan kaçışlarını gözler önüne sermişti:

"Müşrikler diyecekler ki; "Eğer Allah dileseydi ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir şeyi yasaklardık." Onlardan öncekilerle bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar. Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının, yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz.

-"De ki; "Yetkin delil Allah'ın tekelindedir. Eğer o dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.

-De ki; "Allah'ın bu yasakları koyduğuna şahitlik edecek tanıklarınızı getiriniz bakalım. Eğer onlar bu yolda şahitlik ederlerse, sakın şahitliklerini onaylama. Ayetlerimizi yalanlayanların, ahirete inanmayanların ve Rabblerine eş koşanların keyfi arzularına uyma. (En'am 148-150)

Müşriklerin Allah'a mal ederek ileri sürdükleri bu batıl hükümler yalanlandıktan sonra Peygamberimizin onlara; geliniz, bu konuda doğru, tek, güvenilir ve ondan başkasına başvurmanın doğru olmadığı kaynağa dayanarak yüce Allah'ın size haram ettiklerinin ve emrettiklerinin gerçek mahiyetini açıklayayım demişti.

"De ki; Geliniz, Rabbinizin neleri yasakladığını size söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya karşı iyi davranınız. Yoksulluk kaygısı ile evlatlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayınız. Haklı bir gerekçe yokken Allah'ın dokunulmaz saydığı cana kıymayınız. İşte Allah ola ki düşünürsünüz diye size bu direktifleri veriyor (En'am 151)

Burada da aynı sıra ve adımlar takip edilmiştir. Çıplaklık kötülüğü ve giyecek ve yiyecekler konusunda yasaklar (haramlar) ve serbestler (helaller) belirleme bakımından egemenlik iddiasında bulunmakla içine düştükleri şirk durumu anlatılmıştı. Bu kötülük ve şirkten sakınmaları gerektiği vurgulanmıştı. Bunun yanında şeytanın yaptıkları ve komplosu sonucu anne ve babalarının cennette tek başına gelen çıplaklık trajedisi dile getirilmiş ve yüce Allah'ın ayıp yerlerini örten giysilerle süslenmelerini sağlayan giysileri göndermekle onlara yönelik nimeti hatırlatılmıştı. Ardından bu konuda belirledikleri yasaklar (haramlar) ve serbestler (helallerin) için bunlar Allah'ın hükmüdür! O'nun emridir demeleri tuhaf karşılanarak reddedilmişti:

"De ki; Allah'ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram etti? De ki, "Bunlar, dünya hayatında müminler içindir, kıyamet günü ise sadece onlarındır. Biz ayetlerimizi bilenlere böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz.

Burada kesin bilgiden söz edilmektedir, müşriklerin dinlerini, düşünce yapılarım, ibadetlerini ve yasalarını dayandırdıkları sanılardan ve yalanlardan değil. İşledikleri kötülüklere ilişkin ileri sürdükleri asılsız kuruntular boşa çıkarılınca Kur'an'ın ifade yöntemi yüce Allah'ın gerçekten onlara haram kıldığı şeyleri açıklamaya koyulmuştu:

-"De ki Allah sadece açık-gizli bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın hakkında hiçbir delil indirtmediği şeyleri O'na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemeyi haram kıldı."

Nitekim daha önce de giyecek ve yiyecekler konusunda yüce Allah'ın emrettiği gerçekleri açıklamış onların Allah'a dayandırarak ileri sürdükleri hükümlerin geçersizliğini açıklamıştı:

"Ey insanoğulları her mescide girişinizde güzel elbiseler giyiniz, yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez."

Her iki karşılaşmada da sorun bütünüyle iman ve şirk sorununa bağlanmıştı. Çünkü bu özü itibarıyla hakimiyet sorunudur, insanların hayatı üzerindeki hakimiyet yetkisinin kime ait olacağı sorunudur. İnsanların kulluklarının kime yönelik olacağı sorunudur.

Sorun aynı sorundur. Ve bu sorun. karşılanırken aynı yönteme başvurulmakta, aynı adımlar takip edilmektedir. Ve kuşkusuz ulu .Allah doğru söylüyor!

"...Eğer Kur'an Allah'dan başkası tarafından gelmiş olsaydı, içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı." (Nisa: 82)

En'am suresi ile A'raf suresinin tabiatlarını incelediğimizde, inanç sorununun irdelendiği bu iki farklı alanda Kur'an'ın ifade birliği ve önemi daha bir belirginleşmektedir. Çünkü alanları farklılığı, temel sorunlarda cahiliyeye karşı başvurulan metodun birliğine engel oluşturmaz. Ve kuşkusuz bu Kur'an-ı indiren ulu Allah eksikliklerden uzaktır, yücedir.

AYETLERİ DOĞRULAYANLAR VE YALANLAYANLAR

Şu anda... ilk yaradılış hikâyesi ile bedenin giysilerle, ruhun da Allah korkusuyla örtülmesi konusunda Arap cahiliyesinin bunun da ötesinde tüm cahiliye toplumlarının karşılanması, aynı zamanda bu sorunun tümden büyük inanç sorununa bağlanması üzerine yapılan değerlendirme amaçlı bu uzun duraklamanın ardından...

Evet, şimdi de insanoğluna yönelik yeni bir çağrı başlıyor. Geçen duraklamada giysi sorununun bağlandığı büyük sorunla ilgili bir çağrı... dini kurallar ve yasalar konusunda, hayata ilişkin durumlarda ve sistemlerde başvurulacak ve uyulacak merci sorunu... İnsanların başvuracakları yönü belirlemek içindir bu. Bu yön Rabblerinden getirdikleri mesajı duyuran Peygamberlerin -salât ve selâm üzerine olsun- yönüdür. Bu gezintide ayetlerin akışının değindiği yolculuğun sonunda gerçekleşecek hesaplaşma ve yapılanların karşılık görmesi olayı peygamberlerin çağrısına uyma ya da uymama temeline göre olacaktır:

 

35- "Ey insanoğulları, size sizden olan peygamberler gelerek, ayetlerimi açıkladıkları zaman kimler kötülüklerden sakınıp kendilerini düzeltirlerse, onlar için artık korku sözkonusu değildir ve onlar üzülmezler de. "

36- "Ayetlerimizi yalanlayanlar, onlara burun kıvıranlar ise, orada ebedi kalmak üzere cehennemliktirler. "

Yüce Allah'ın Adem ve evlatlarıyla yaptığı sözleşme budur. Budur O'nun yarattığı ve üzerindeki süreyi belirlediği yeryüzünde halifelik yapmanın şartı. Yüce Allah, bu şart ve sözleşme uyarınca üstlendiği fonksiyonu yerine getirmesi için insan türünü yeryüzüne halife kılmış ve oraya yerleştirmiştir. İnsanın bu sözleşme ve şarta uymayan tüm davranışları dünyada Allah'a teslim olmuş kişilerce reddedilecek ve onaylanmayacaktır. Aynı zamanda, O, ahiretteki karşılığı cehennem ateşi olan bir günah yüklenmiştir. Yüce Allah bu günaha karşılık bir diyet ya da bir bedel kabul etmeyecektir.

"...Kimler kötülüklerden sakınıp kendilerini düzeltirlerse, onlar için artık korku sözkonusu değildir ve onlar hiç üzülmezler de."

Çünkü takva (Allah korkusu) onları günahlardan ve kötülüklerden uzak tutar, -kötülüklerin en iğrenci de Allah'a ortak koşmak, onun egemenliğini gaspetmek, ilâhlık özelliklerini iddia etmektir- onları güzel şeylere, Allah'ın emirlerine uymaya yöneltir. Sonuçta onları korkudan emin oldukları ve hoşnut oldukları bir yere vardırır.

"Ayetlerimizi yalanlayanlar, onlara burun kıvıranlar ise orada ebedi kalmak üzere cehennemliktirler."

Çünkü yalanlama ve Allah'ın sözleşmesine ve şartına uymaya burun kıvırma, bu müstekbirlerin (büyüklük taslayanların) dostları olan iblisle ateşte buluşmalarına neden olur. Böylece yüce Allah'ın vaadi gerçekleşmiş olur:

"Andolsun ki, insanlardan kim sana uyarsa onları ve sizi birlikte cehenneme dolduracağım."

ÖLÜM SAHNESİ

Buradan itibaren, ayetlerin akışı geçen gezintinin sonunda işaret edilen ecelin sona ermesiyle gerçekleşen ölüm sahnesini sunmaya başlıyor. "Her toplumun belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ve ne de bir an öne alabilirler." Ardından mahşer ve hesaplaşma sahnesini, bir de insanlar arasında hüküm verme ve dünyadayken yapılanların karşılığını görme sahnesini sunuyor. Bu sahneler, sanki daha önce özetle dile getirilen Allah'dan sakınan muttakilerle büyüklük taslayanların (müstekbirlerin) durumunun ayrıntılı biçimde ele alınışı amacına yöneliktir. Belirlenen ecelin bitiminden sonra muttekilerle müstekbirlerin başına gelenlerin tasviri niteliğindedir. Kur'an'ın eşsiz yöntemiyle yapılan bir tasvirdir bu. Kur'an'ın yöntemi, Kur'an-ı okuyanın ve dinleyenin göreceği ve tüm varlığıyla seyredeceği biçimde canlı ve hareketli olarak gözler önüne getirir sahneleri...

Kur'an'ın ifade yöntemi, kıyamet sahnelerine dirilişi ve hesaplaşma, nimet ve azap sahnelerine büyük önem vermiştir. Yaşadığımız dünyadan sonra yüce Allah'ın insanlara vadettiği bu öte dünya sadece vasfedilmemiş, aynı zamanda somut, canlı, hareketli, açık ve belirgin bir şekilde tasvir edilmiştir. Müslümanlar bu alemde eksiksiz bir şekilde yaşamışlardı. Sahnelerini görmüş, ondan etkilenmişlerdi. Kimi zaman kalpleri titremiş, kimi zaman bedenleri ürpermiş, ardından tekrar huzura kavuşmuşlardı. Uzakta onlar için cehennem ateşinin kavurucu alevi belirmiş, bazen cennetten hoş meltemler esivermiştir. Bu yüzden vadedilen gün gelmeden önce, o alemi tam anlamıyla öğrenmişlerdi. Onların bu aleme ilişkin sözlerini ve duygularını izleyen biri, onların şu dünyadaki hayatlarından daha derin ve daha doğru bir biçimde o alemde yaşadıklarını anlardı. Onlar bütün duygularıyla o aleme taşınırlardı. Tıpkı insanın bir evden diğer bir eve, bir bölgeden diğer bir bölgeye taşınması gibi. Hem de daha şu gözle görülen ve algılanan dünya hayatındayken. Öte dünya onların duygularında vadedilen bir gelecekten ibaret değildi, gözle görülen bir realiteydi.

Belki de burada sunulan sahneler, Kur'an-ı Kerim'de yer alan kıyamete ilişkin sahnelerin en uzunları, en hareketlileridir. Peşpeşe gelen manzaralar en çok barındıran ve birçok karşılıklı konuşmayı içeren sahnelerdir. Tüm bunları öylesine coşkun bir canlılıkla sunmaktadırlar ki, bütün bunların kelimelerle nasıl ifade edildiğine hayret ediyor insan. Çünkü tüm bunları bizzat görmedikçe algılamak mümkün değildir.

Daha önce de söylediğimiz gibi bu sahneler, Adem peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hikâyesi, O'nun ve eşinin şeytanın aldatması sonucu cennetten çıkarılması üzerine yapılan bir değerlendirme olarak yer alıyorlar. Ayrıca anne-babalarını cennetten çıkardığı gibi, onları da tuzağa düşürmemesi için yüce Allah tarafından Ademoğulları'na bir uyarı niteliğindedirler. Yüce Allah, insanları eski düşmanlarının telkinlerine ve vesveselerine uymaları konusunda uyarıyor. Peygamberlerin getireceği doğru yol kılavuzu ve şeriata uyacaklarına şeytana uymayı tercih ettikleri takdirde dostlarının şeytan olacağını vurgulayarak insanları tehdit ediyor. Sonra ayetlerin akışı, ölüm sahnesini ardından da aralarında bir zaman farkı yokmuş gibi kıyamet sahnelerini sunuyor. Bir de bakıyoruz ki, orada olup bitenler şu peygamberlerin haber verdiklerini doğruluyorlar. Şeytana uyanlara cennete dönüş yasaklanıyor. Anne-babaları çıkarıldığı gibi, oradan alıkonuluyorlar. Şeytana karşı çıkıp Allah'a itaat edenlerse, cennete geri dönüyorlar ve yüceler aleminden şöyle sesleniliyor onlara:

"İşlediğinize karşılık olarak işte size varis olduğunuz cennet." (A'raf 43)

Tıpkı göçmenlerin ve gurbetçilerin mutluluk ülkesine dönüşleri gibi.

Geçen hikâye ile bu hikâye üzerine yapılan değerlendirmeler ve hemen ardından yer alan ve başından sonuna kadar birtakım güzellikleri barındıran kıyamet sahneleri arasındaki bu uyum içinde... Bu hikâye ruhlar aleminde meleklerin hazır bulunduğu bir sahnede başlıyor. -Yüce Allah o gün Adem ve eşini yaratıp cennette yerleştiriyor. Şeytan onları aldatıp eksiksiz ve saf kulluk ve itaat derecesinden aşağı düşürüyor ve onların cennetten çıkarılmalarına neden oluyor- yine meleklerin hazır bulunduğu bir sahneden sona eriyor... Evet bu ahenk içinde başlangıçla sonuç birleşiyor. Arada dünya hayatı, en sonunda da ölüm yer alıyor. Bu da başlangıç ve sonuçla birlikte ortada tam bir düzen oluşturuyor.

Şimdi bu olağanüstü sahneleri sunmaya başlayalım.

ÖLÜMDEN SONRA KÂFİRLERİN TAVRI

İşte, ölüm sahneleriyle karşı karşıyayız... Allah'a iftira eden, O'nun adına yalan söyleyenlerin ölüm sahnesi... Bunlar babalarından devraldıkları düşünce ve ayinleri, kendi kendilerine yasalaştırdıkları gelenek ve hükümleri Allah'ın emri olarak ileri sürmüşlerdi.

Peygamberlerin getirdiği Allah'ın ayetlerini yalanlayanların -oysa inanılması gereken Allah'ın hükmü budur- zan ve yalanı bilgiye ve gerçeğe tercih edenlerin ölüm sahnesi... Bunlar kendileri için belirlenen dünya nimetlerinden, paylarını aldıkları gibi, peygamberlerin getirdiği ve onlara duyurduğu Allah'ın ayetlerinden de paylarını almışlardı:

 

37- "Allah adına yalan uydurandan ya da O'nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir? Onlara kitaptaki payları erişir. Sonunda canlarını almak üzere elçilerimiz yanlarına geldiklerinde kendilerine `Allah'ın dışında taptığınız putlar hani nerede? deyince, "Koyup gittiler bizi' derler. Böylece kâfir olduklarına dair kendileri şahitlik ederler.

İşte şimdi Allah'a iftira eden, O'nun adına yalan söyleyen ya da O'nun ayetlerini yalanlayanların sahnesiyle karşı karşıyayız. Allah'ın elçileri olan melekler gelmiş canlarını alıyorlar. Bu esnada aralarında şu karşılıklı konuşma geçiyor.

"...Allah'ın dışında taptığınız putlar hani nerede" dediler.

Allah'a iftira ederek ileri sürdüğünüz iddialar nerede? Dünyada dost edindiğiniz ve peygamberlerin diliyle size ulaşan Allah'ın mesajından sizi alıkoyan tanrılarınız hani? Şu anda hayatınız elinizden alınmakta ve sizi ölümden kurtaracak, Allah'ın belirlediği zamanı bir an olsun geciktirecek kimse bulamıyorsunuz. Hani nerede o sahte tanrılarınız?

Verilen cevap, o kaçınılmaz, net ve biricik cevap oluyor.

"(..) Koyup gittiler bizi' derler."

Göremiyoruz onları, kaybolup gittiler. Nerede olduklarını bilmiyoruz. Yanımıza da gelmiyorlar?.. Kullukla yöneldikleri tanrılarının yol göstermediği, böylesine sıkıntılı bir anda yardım edemediği kulların durumu ne acı... Böyle anlarda kullarına yol göstericilik yapamayan tanrılara yazıklar olsun.

"(...) Böylece kâfir olduklarına dair kendilerine şahitlik ederler."

Aynı şekilde onları surenin akışı içinde, dünyadayken kendilerine Allah'ın azabı geldiğinde bu tür bir tavır içinde görmüştük.

"Azabımıza uğradıkları andaki tek feryatları `Biz gerçekten zalimdik' demekten ibaret oldu."

CENNET VE CEHENNEM MANZARALARI

Ölüm sahnesi sona erince, kendimizi bir sonraki sahnenin karşısında buluyoruz. Az önceki ölüm sahnesinde yer alanlar bu sefer ateştedirler... Ayetlerin akışı iki sahne arasında olup bitenden söz etmiyor. Ölüm, diriliş ve mahşer arasındaki süreyi atlıyor. Sanki az önce ölüm sahnesinde yer alanlar, evlerinden alınıp ateşe konulmuşlar gibi.

 

38- "Allah onlara "Sizden önce gelip göçen cin ve insan toplulukları yanında cehenneme giriniz " der. Her cehenneme giren topluluk yoldaşına lânet okur. Sonunda hepsi biraraya gelince sonrakiler, kendilerinden öncekiler için "Ey Rabbimiz, bizi bunlar yoldan çıkardı, onun için bunlara bir kat daha fazla cehennem azabı çektir" derler. Allah da onlara "Herbirinizin azabı ikiye katlanmıştır, ama bilmiyorsunuz. "

39- "Öncekiler de, kendilerinden sonrakilere "Sizin de bizden bir farkınız yoktu. O halde siz de işlediğiniz kötülüklerin karşılığı olan azabı çekiniz " derler.

"(...) Sizden önce gelip geçen cin ve insan toplulukları yanında cehenneme giriniz."

Burada, ateşte, cin ve insanlardan arkadaşlarınıza, dostlarınıza katılın... Rabbine isyan eden iblis değil miydi? O değil miydi Adem ve eşini cennetten çıkaran? Evlâtlarından saptırdığını saptıran o değil miydi? Yüce Allah'ın O'nu ve O'na kananlar ateşe dolduracağını vadettiği o değil miydi?.. O halde birlikte girin ateşe... Öncekiler ve sonrakiler giriniz. Çünkü hepiniz birbirinizin dostusunuz. Birbirinizden farkınız yok sizin.

Dünyadayken bu milletler, topluluklar ve gruplar birbirlerinin dostlarıydılar. Sonrakiler önce gelenleri takip ederdi. Uyulanlar uyanlara direktifler verirlerdi. Bugünse, aralarında nasıl kin baş gösterdiğini, birbirlerine nasıl kötü sıfatlarla hitap ettiklerini görelim:

"(...) Her cehenneme giren topluluk yoldaşına lânet okur."

Sonunda oğulun babasını lânetlemesi, efendisinin kölesine sahip çıkmaması, tanımazlıktan gelmesi ne kötü...

"(...) Hepsi biraraya gelince..."

Sonrakilerle öncekiler buluşunca, uzaklarla yakınlar birleşince, aralarında çekişme ve tartışma başlar:

dan çıkardı, onun için bunlara bir kat daha fazla cehennem azabı çektir' (derler.)

Komedileri ya da trajedileri böyle başlar. Sahne birbirine dost olanları ve yardakçıları ortaya çıkarıyor. Bunlar düşmanlar gibi birbirlerini tanımazlıktan geliyorlar, bazısı bazısını itham ediyor. Kimisi kimisine lânet okuyor. "Rabbimiz"den en kötü cezayı vermesini istiyor. İftira attıkları, ayetlerini yalanladıkları "Rabbimiz"den... Bu günse, sadece O'na dönüyorlar, dua ederek O'na yöneliyorlar. Gelen cevap tam da dualarına karşılık oluyor.. Ama ne karşılık...

"(...) Allah da onlara "Herbirinizin azabı ikiye katlanmıştır, ama bilmiyorsunuz der."

Hem size hem de onlara isteğiniz "azabın ikiye katlanması cezası" verilmiştir.

Duanın cevabını duydukları zaman aleyhlerinde duada bulunanlar dua edenlere karşı adeta seviniyorlar. Onlara dönüp şamatayla "hep birlikte bu cezayı haketmişsiniz' derler.

"Öncekiler de kendilerinden sonrakilere "sizin de bizden bir farkınız yoktu. O halde siz de işlediğiniz kötülüklerin karşılığı olan azabı çekiniz" derler."

Bu alaylı ve aşağılayıcı sahne de böylece bitmiş oluyor, ardından bu değişmez sona ilişkin bir açıklama ve bir vurgu yer alıyor. Bu da nimetler yurdundaki müminlerin oluşturduğu karşıt sahnelerin sunulmasından önce yapılıyor.

 

40- "Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara burun kıvıranlar var ya, gökyüzü kapıları yüzlerine açılmaz ve deve, iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Biz ağır suçluları işte böyle cezalandırırız. "

41- Onlara bir cehennem döşeği ile üzerlerini örtecek bir cehennem yorganı verilir. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.

Bu harikulade sahnenin önünde istediğin gibi durup düşünebilirsin... İğne deliğinin karşısında bir deve... Kocaman devenin geçmesi için bu küçücük delik açıldığında o zaman -ama sadece o zaman- şu yalanlayanlar için gök kapılarının açılması, dualarının ya da tevbelerinin kabul edilmesini -ne yazık ki vakit geçmiştir- onların nimetler yurduna, cennete girmelerini bekleyebilirsin. Ama şu anda, deve iğnenin deliğinden geçene kadar onlar ateşte olacaklar. Buluştukları birbirlerine katıldıkları birbirlerini kınayıp lânetleştikleri, kimisi kimisine en kötü cezaya çarptırılması isteği ve dostun dostuna isteğini hep birlikte tattıkları cehennemde kalacaklar.

"(...) Biz ağır suçluları işte böyle cezalandırırız."

Sonra ateşteki yaşayışlarını seyret:

"Onlara bir cehennem döşeği ile üzerlerine örtecek bir cehennem yorganı verilir."

Cehennem ateşinden bir döşek vardır altlarında... Bu döşek -alaya almak için- yatak olarak nitelendirilmektedir. Yoksa bu bilinen bir yatak gibi değildir. Ne yumuşaktır ne de rahattır rahatlatır adamı. Aynı zamanda cehennem ateşinden yorganlar atarlar üstlerine.

"...Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız."

O suçlular da zalimler. Allah'ın ayetlerini yalanlayan, yalan uydurarak Allah'a mal eden iftiracı müşriklerdir zalimler. Bunların tümü de Kur'an'ın ifadesine göre aynı ânlamına gelen sıfatlardır.

 

42- "İman edip iyi ameller işleyenlere gelince biz hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemeyiz. Onlar orada ebedi olarak kalmak üzere cennetliktirler. "

43- "Kalplerindeki kin-kıskançlık kalıntılarını söküp atmışlardır. Ayaklarının altında ırmaklar akar. Onlar şöyle derler; Bizi bu derece erdiren Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bize yol göstermeseydi, biz kendiliğimizden bu dereceye eremezdik. Belli ki, Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişlerdi, onlara şöyle seslenilir; İşte size cennet, işlediğiniz iyi amellerin karşılığı olarak onu hakettiniz.

Bunlar inanan ve yapabildikleri kadar iyi işler yapan kimselerdir. Güçlerinin yetebileceğinden fazlasıyla sorumlu değildirler. İşte bunlar cennetlerine geri dönüyorlar. Bunlar Allah'ın izni ve lütfu ile cennet ehlidirler. Yüce Allah rahmeti sonucu, ayrıca inanıp iyi işler yapmaları nedeniyle cennete varis kılmıştır onları. Bu, Allah'ın peygamberlerine uyup şeytana karşı çıkmalarının, ulu ve merhamet sahibi Allah'ın emirlerine itaat edip aşağılık ve değişmez düşmanlarının vesvesesini dinlememelerinin karşılığıdır. Şayet yüce Allah'ın rahmeti olmasaydı -güçleri oranında- yaptıkları amelleri yeterli olmazdı. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Herhangi birinizin yaptığı iyi işler onun cennete girmesi için yeterli değildir" Sen de mi ya Rasulullah?" dediklerinde, yüce Allah rahmeti ve lütfu ile beni kuşatmadıkça ben de öyle"... buyurmuştur (Sahihi Müslim)

Bu konuda yüce Allah'ın duyurdukları ile peygamberimizin sözleri arasında bir çelişki, bir farklılık sözkonusu değildir Çünkü peygamberimiz kendiliğinden konuşmaz. Bu konu etrafında islâmi gruplar arasında meydana gelen tüm tartışmalar, bu din hakkındaki sağlıklı bir anlayıştan çok kişisel ihtiraslara, arzulara dayanmaktadır. Kuşkusuz yüce Allah, insanoğlunun eksik olduğunu, yetersiz olduğunu, birçok yönden zayıf olduğunu, yaptığı iyi amellerin değil cennete, dünyada kendisine verilen herhangi bir nimete bile karşılık olamayacağını biliyordu. Bu nedenle yüce Allah, onlara merhamet etmeyi üzerine aldı ve insanların az, eksik ve sınırlı çabalarını kabul edip, onlara cenneti vadetti. Bu, yüce Allah'ın onlara yönelik lütfunun ve rahmetinin eseridir. Evet, onu yaptıkları iyi işlerle hakettiler ama, Allah'ın onlara yönelik rahmeti sayesinde elde ettiler.

Sonra... Şu iftiracı, yalancı, suçlu, alim ve kâfir müşrikler cehennemde lânetleşip çekişirlerken, daha önce birbirlerinin dostu, yardımcısı iken burada birbirlerine kin ve nefret beslerken...

İnanıp inançları gereği işler yapanlar cennette sevgi, dostluk ve şefkat içinde kardeşçe yaşıyorlar. Aralarında esenlik ve dostluk duyguları egemendir.

"(...) Kalplerindeki kin-kıskançlık kalıntılarını söküp atmıştır."

Onlar insandırlar ve insan olarak yaşadılar. Dünya hayatında içlerinde bastırmalarına rağmen aralarında kin gütmeler, meydana gelmişti. Kimi zaman öfkelerini yendikleri, bazen de ona yenik düştükleri olmuştu. Bununla beraber gönüllerde her zaman izleri kalabilir.

Kurtubi "Ahkam-ul Kur'an" adlı tefsirinde Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurduğunu anlatır. "Kin, cennet kapılarının üzerinde develerin çöktüğü yerler gibi durur. Allah onu müminlerin gönüllerinden söküp atmıştır." Hz. Ali (r.a)'nın şöyle dediği rivayet edilir: Ben, Osman, Talha ve Zübeyr'in yüce Allah'ın haklarında "Kalplerinde kin-kıskançlık kalıntılarını söküp atarız" dediği kişilerden olmanızı ümid ederim.

Cehennemliklerin altlarından ve üstlerinden ateş alevlenirken, cennetliklerin en altlarından ırmaklar akar. Üzerlerine tatlı bir meltem esmektedir.

"...Ayaklarının altında ırmaklar akar."

Cehennem ehli birbirlerine hakaret etmekle, çekişmekle uğraştıkları sırada cennet ehli verdiği nimetlere karşı Allah'a hamd etmek, O'nun kendilerine yönelik rahmetini itiraf etmekle uğraşıyorlar.

"...Bizi bu dereceye erdiren Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bize yol göstermeseydi, biz kendiliğimizden bu dereceye eremezdik. Belli ki, Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişlerdi."

Cehennem ehline, "Sizden önce gelip geçen cin ve insan toplulukları yanında cehenneme giriniz" şeklinde aşağılayıcı ve kınayıcı bir tarzda seslenirlerken cennet ehline hoş bir karşılama ve güzel bir ağırlamayla seslenilmektedir:

" ..Onlara şöyle seslenilir, işte size cennet, işlediğiniz iyi amellerin karşılığı olarak onu hakettiniz."

Bu şekilde cehennem ehli ile cennet ehli arasında tam bir karşıtlık meydana getiriliyor.

Ardından sahnenin sunulmasına devam ediyor ve birdenbire kendimizi geçen sahnenin karşısında buluyoruz. Artık cennet ehli yurtlarından emindirler, cehennem ehli de sonucu gözleriyle görmüşlerdir. Bu arada öncekiler sonrakilere sesleniyor, Allah'ın geçmişteki vaadinden soruyorlar:

 

44- "Cennetlikler, cehennemliklere seslenerek, "Biz Rabbimizin bize vadettiklerini gerçekleşmiş bulduk, siz de Rabbinizin size yönelik vaadlerini gerçekleşmiş buldunuz mu? derler. Cehennemlikler "Evet derlen Bu sırada aralarından biri yüksek sesle şöyle bağırır, "Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun. "

45- "Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar, onu eğri göstermeye yeltenirler ve ahirete de inanmazlar. "

Bu sırada acı olay göze çarpmaktadır. Çünkü müminler Allah'ın vaadinin gerçekleşeceğinden emin oldukları gibi, azabının da gerçekleşeceğinden kesinlikle emindirler. Ama yine de soruyorlar.

Gelen cevap tek bir kelimedir "... Evet..."

Burada cevap bitiyor ve karşılıklı konuşma da kesiliyor.

"...Bu sırada aralarından biri yüksek sesle şöyle bağırır:

`Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun."

"onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar, O'nu eğri göstermeye yeltenirler ve ahirete de inanmazlar."

Burada kastedilen "zalimler" kelimesinin anlamı da belirlenmiş oluyor. Bu kelime "kâfirler" kelimesiyle eş anlamlıdır. Bunlar insanları Allah'ın yolundan alıkoyan kimselerdir. Yolun eğri olmasını isterler, doğru olmasından hoşlanmazlar. Onlar aynı zamanda ahireti de inkâr ederler.

"Onu eğri göstermeye yeltenirler.." sıfatı insanları Allah'ın yolundan alıkoyanların gerçekte ne yapmak istediklerine işaret etmektedir. Onlar eğri yolu isterler, doğru yolu değil. Çünkü onlar eğrilikten hoşlanırlar, doğruluktan değil. Doğruluğun da tek bir şekli vardır: Allah'ın belirlediği yolda, O'nun hayat sistemine uyarak O'nun şeriatını uygulamak. Bunun dışındaki her şey eğridir, eğriliği istemektir. Bu istek, ahireti inkâr etmekle aynı düzeydedir. Çünkü insanları Allah'ın yolundan alıkoyan, O'nun hayat sisteminden ve şeriatından sapan biri ahirete inanmıyor demektir ve o Rabbine döneceğinden emin değildir. İşte Allah'ın hükmünden başka hükümlere uyan kişilerin tabiatlarının gerçek bir tasviri... Bu tasvir, ruhların gerçek mahiyetlerini belirginleştirmekte, onları derinden kaynaklanan, gerçekçi bir sıfatla nitelendirmektedir.

Sonra bakışlar sahnenin dışına yöneliyor. Orada cennetle cehennemi ayıran bir engel ilişiyor gözlerimize. Bu engelin üzerinde bazı insanlar duruyor ve bunlar cehennem ehli ile cennet ehlini yüzlerinden, belirtilerinden tanıyorlar. O halde, bakalım kimdir bunlar, cennet ve cehennem ehli ile ne işleri vardır?

 

46- "İki taraf arasında bir set ve bu setin tepelerinde her iki grubu simalarından tanıyan kimseler vardır. Cennete girememiş, fakat gireceklerini uman bu kimseler cennetliklere "selâmun aleyküm" diye seslenirler. "

47- "Bunların bakışları, cehennemliklere doğru kaydırılınca da "Ey Rabbimiz, bizi zalimler ile biraraya getirme" derler.

48- "Bu tepelerdekiler, simalarından tanıdıkları bazı azılı kâfïrlere de şöyle seslenirler. "Ne kalabalığınız ve ne de şımarmanıza yolaçan güçleriniz size yarar sağlamadı. "

49- ' `Allah onları hiçbir rahmete erdirmez " diye haklarında .yemin ederek küçümsediğiniz kimseler bunlar mıydı? Bu arada Allah onlara ' `Giriniz cennete, sizin için hiçbir korku sözkonusu değil artık, hiç üzülmeyeceksiniz " der.

Araf'ta -cennetle cehennemi birbirinden ayıran engel- duran bu adamların, iyilikleriyle kötülükleri denk gelen bir grup insan olduğu rivayet edilir. Bu yüzden ne cennet ehli ile birlikte cennete, ne de cehennem ehli ile birlikte cehenneme gitmişlerdir. İkisinin arasında kalıp Allah'ın lütfunu beklemekte, O'nun merhametini ümit etmektedirler. Bunlar cennet ehlini yüzlerinden tanırlar. Belki de yüzlerinin beyazlığı, parlaklığı, ya da çehrelerinden yayılan aydınlık ve meymenetten tanırlar. Aynı şekilde cehennem ehlini de yüzlerinden tanırlar. -Belki de yüzlerindeki siyahlıktan, meymenetsizlikten ya da dünyadayken büyüklük taslayıp havalara kaldırdıkları burunlarının üzerine vurulmuş bir damgadan tanırlar.- Nitekim Kalem suresinde şöyle denmektedir. "Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz." (Kalem: 16)

İşte onlar cennet ehline bakıp selâm veriyorlar. Ve yüce Allah onlarla birlikte kendilerini de cennete sokmasını arzuluyorlar. Gözleri cehennem ehline ilişince -sanki istemeyerek o tarafa yönelmişler gibi- onlarla aynı sonucu paylaşmaktan Allah'a sığınıyorlar:

İki taraf arasında bir set ve bu setin tepelerinde her iki grubu simalarından tanıyan kimseler vardı. Cennete girememiş, fakat gireceklerini uman bu kimseler cennetliklere "selâmun aleyküm" diye seslenirler.

"Bunların bakışları cehennemliklere doğru kaydırılınca "Ey Rabbimiz, bizi zalimler ile biraraya getirme" derler."

Sonra yüzlerinden tanınan suçluların önde gelenlerini görürler. Onları azarlayıp, kınayarak şöyle derler: "Bu tepelerdekiler, simalarından tanıdıklara bazı azılı kâfirlere de şöyle seslenirler. Ne kalabalığınız ne de şımartmanıza yolaçan güçleriniz size yarar sağlamadı."

İşte siz ateştesiniz. Kalabalığınız size yaramadı. Büyüklük taslamanız hiçbir fayda sağlamadı.

Sonra onlara, müminler hakkında onların sapık olduklarına, Allah'ın onlara merhamet etmeyeceğine ilişkin dünyada söyledikleri kendi sözlerini hatırlatıyorlar.

"Allah onları hiçbir rahmete erdirmez" diye haklarında yemin ederek küçümsediğiniz kimseler bunlar mıydı?

Bakın, şimdi onlar nerdedirler ve onlara neler söylenmektedir?

"Giriniz cennete, sizin için hiçbir korku sözkonusu değil ve artık hiç üzülmeyeceksiniz."

 

50- "Cehennemlikler cennetliklere "Bize biraz su ya da Allah'ın size sunduğu yiyeceklerden biraz bir şeyler ikram ediniz? diye seslenirler. Cennetlikler ise "Allah her ikisini de kâfirlere haram kıldı" derler.

Yine bizler, diğer tarafa yöneldiğimizde hüzün acı ve hatırlatma dolu bir cevap istiyoruz:

"...Cennetlikler ise Allah her ikisini de kâfirlere haram kıldı" derler.

 

51- "Onlar dinlerini oyun ve eğlence yerine koydular, dünya hayatı kendilerini baştan çıkardı. Onlar nasıl bu günler ile karşılaşacaklarını unuttular ve ayetlerimizi ısrar/a yalanladılarsa, bugün de biz onları unutuyoruz.

Sonra birden, mülk ve egemenlik sahibi aziz ve ulu Allah konuşsun diye tüm insanların sesleri kesiliyor: "Onlar nasıl bu günler ile karşılaşacaklarını unuttular ve ayetlerimizi ısrarla yalanladılar ise, bu gün de biz onları unuturuz."

 

52- "Biz onlara, ilme dayalı ayrıntılı açıklamalarla donattığımız, müminlere doğru yol kılavuzu ve rahmet olan bir kitap (Kur'an) gönderdik. "

53- "Onlar ille de onun somut yorumunu mu bekliyor/ar? Somut yorumu ortaya çıktığı gün onu vaktiyle unutmuş olan/ar Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdi. Şimdi bize şefaat edecek aracı/arımız var mı ya da işlemiş olduğumuz kötülüklerden farklı işler yapmak üzere tekrar geri döndürülür müyüz " derler. Onlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve uydurdukları ilâhlar ortalıkta görünmez olmuştur.

Sahnenin safhaları bu şekilde geliş gidişlerle sürüyor. Bir keresinde ahiret anlatırken, bir keresinde dünyayı anlatıyor. Kendileri bugünde Rabbleriyle buluşacaklarını unuttukları gibi, unutulan ve ateşte azab görenleri anlatıyor bazen. Bunlar Allah'ın ayetlerini de inkâr etmişlerdi. Oysa bu ayetleri ayrıntılı biçimde açıklanmış, aydınlatılmış kitap sunmuştu onlara. Yüce Allah sonsuz bilgisine dayanarak bu kitabı ayrıntılı biçimde açıklamıştı. Ancak onlar kitabı bir yana bırakıp, kendi arzularına, asılsız kuruntulara ve zanlara uymuşlardı. Sahne bazen, daha onlar dünyadayken onlarla birliktedir. Bu kitabın içindeki uyarıların akıbetini bekliyorlar. Aynı zamanda onlar bekledikleri bu akıbetin gelmesinden sakındırılıyorlar. Bekledikleri son ise, şu sahnede bir realite olarak gördükleri durumdur.

Kuşkusuz bunlar gözler önüne serilen sahnenin safhalarında beliren olağanüstü olaylardır. Onları ancak şu eşsiz kitap belirginleştirebilir.

Bu büyük sahnenin sunulması da böylece sona erdi. Ardından başlangıçla uyum arzeden bir değerlendirme yer alıyor. Bu değerlendirmede kıyamet günü ve kıyamet sahneleri hatırlatılıyor. İnsanlar Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini yalanlamaktan sakındırılıyor. Kitabın içerdiği gerçekleri kabul edip uygulamak için yorumlanmasını beklememeleri isteniyor. İşte, kitabın yorumlandığı gün bu sahnede canlandırılmaktadır. O gün de tevbelerin kabul imkânı yoktur, bu zorlu günde insanı kurtaracak bir aracının varlığı da sözkonusu değildir. Yeniden iyi işler yapmanın imkânı da kalmamıştır.

Evet... Bu olağanüstü sahnenin eşsiz bir şekilde sunulması da böylece sona erdi. Daha önce gördüğümüz hesaplaşma sahnesinden ayrıldığımız gibi, bundan da ayrılıyoruz.

Oradan ayrılıp şu anda içinde yaşadığımız dünyaya dönüyoruz. Kuşkusuz gidiş gelişlerle geçen uzun, hem de çok uzun bir yolculuktur bu. Bu bir bütün olarak hayat yolculuğudur. Mahşer, hesaplaşma, ceza ve sonrasını içine alan bir yolculuk... Nitekim daha önce ilk defa yaratılırken, yeryüzüne inerken ve orada hayatlarını sürdürürlerken insanlarla birlikte olmuştuk.

Kur'an-ı Kerim insanların kalplerini bu şekilde çeşitli zamanlarda, değişik uzaklıklarda ve farklı mekanlarda dolaştırıyor. Onlara olmuş şeyleri, şu anda olanları ve gelecekte olacakları gösteriyor. Ama hepsini çeşitli kavimlerde gerçekleştiriyor. Belki hatırlarlar ve uyarıcıya kulak verirler diye.

-Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın.

-Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyunuz, O'nun dışında başka dostlar edinip peşlerinden gitmeyiniz. Ne kadar kıt düşüncelisiniz!

-Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün üzerine örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. iyi bilin ki, yaratma ve yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücelerin yücesidir. (A'raf 54)

İnsanın yaratılışından, varacağı son yere değin her şeyi içeren bu gezintiden sonra ayetlerin akışı, insanların elinden tutarak onu, evrenin gizlediği ve açıkladığı sırlarında başka bir yolculuğa çıkarıyor. İnsanın yaratılış kıssasından sonra, göklerin ve yerin yaratılış kıssası anlatılıyor. Dikkatler ve düşünceler; bu evrenin gizemlerine ve sırlarına, doğal olaylara ve çevre koşullarına, dünya yörüngesinde dönerken gündüzün peşisıra gelen geceye, Allah'ın emrine boyun eğen güneşe, aya ve yıldızlara ve Allah'ın izniyle bulutları harekete geçirerek, kurak topraklara sürükleyen, onlara hayat veren, her türlü ürünü bitirmelerini sağlayan ve havada dönüp duran rüzgârlara yöneltilmektedir.

Ayetler, Allah'ın hükümranlığında gerçekleşen bu gezintiye, insanların yaratılış kıssasından, yaptığı yolculuğun başından sonuna değin tasvir edilmesinden, Allah'ın peygamberlerine uymaktansa, şeytana tabi olan ve büyüklenenlerden ve de insanların Allah'ın iznine de dinine de uymayan kendi kafalarından çıkardıkları cahili düşünceler ve geleneklerden söz edilmesinden sonra, birkez daha geri dönmektedir.

Kur'an, insanlığı bu evreni yaratan ve ona boyun eğdiren, kanunlarına göre hükmedilen ve belirlediği davranışlar yapılan, yaratma ve emretme tekelinde bulunan Allah'a çevirmek için, bu gezintiye bir kez daha dönmektedir.

Bütün evrenin yaratıcısına kulluk etmesine ilişkin bu çetin ve incelikli hatırlatmaların yanısıra, insanın evrende isyan ederek, bu kulluğa karşı büyüklük taslamasından söz edilmesi, onu evrende çirkin ve yalnız bir isyankâr yapıyor.

Bu sahneler ışığında ve bu hatırlatmalar karşısında, insanlara şöyle seslenilmektedir.

-Rabbinize yalvararak ve gizlice dua ediniz. Çünkü o haddi aşanları sevmez. -Yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız. Allah'a korku ve umut içinde dua ediniz. Hiç kuşkusuz Allah'ın rahmeti iyi işler yapanlara yakındır.

İnsanın dini Allah'a has kılması ve O'nun karşısında kulluğunun kabulü, evrenin tümüyle O'nun otoritesine boyun eğmesinin ve kulluğunu kabulünün bir parçasıdır... İşte bu, Kur'an yönteminin insanlığın gönlüne yerleştirmeyi amaçladığı bir mesajdır. Bu evreni, gizli kanunları ve gizli kanunların açık tezahürlerine dikkatle bakıp, düşünmeye yönelen herhangi bir akıl veya gönülün bu manzaranın etkisinde kalarak, Allah'ın otoritesini reddetmesi ve evreni yaratan ve hükmeden, kaderini belirleyen ve otoritesi altına alan üstün kudretin bilincine vararak, gönlünün derinliklerinden sarsılmaması mümkün değildir. Allah'ın çağrısına uymaya ve tüm evrenin istisnasız boyun eğdiği otoritesini kabul etmeye yönelmesi, bu gönlün atacağı ilk adımdır.

Kur'an'ın yöntemi, bu kuralı; ilâhlık gerçeğini ortaya koymak, etrafını çevreleyen Allah'ın yaratıklarının tamamen Allah'a boyun eğdiklerinin bilincine varacak olan insanın tek ilâha kulluğunu, kalbinin bilinçlendirilmesini, tamamen kulluk gerçeğine bağlanmasını ve güven içerisinde teslim olmasının gerçek lezzetine varmasını sağlamak için, bu evrendeki ilk prensibi kabul etmiştir.

Kur'an yönteminin, tüm varlıkların Allah'a kulluk ettiklerini ve bu varlıkların onun emir ve hükümlerine dikkat, çabukluk ve tam bir itaatle teslim olup, emirlerine boyun eğdiklerini ortaya koymayı amaçlayan biricik akli delil bu değildir... Bu sadece işin' bir yanıdır. -Bu akli delil ile birlikte ve bu akli delilin ötesinde- başka bir delil daha vardır. O da, tüm varlıklarla beraber aynı duyguları paylaşmak ve kapsayıcı iman kervanı ile birlikte yürüyerek, güvenlik ve garantide olma duygusunu hissetmektir.

Bu, zorlama ve dayatmanın işe karışmadığı, sırf gönül rızasıyla kulluk etmenin tadıdır. Onu ancak, -emir ve yükümlülüklerden önce- tüm varlıklarla dostluk, birliktelik ve güvenlik duyguları harekete geçirecektir. Ne emirden kaçınmayı düşünür, ne de zorlamaya gerek duyar. Çünkü o, bu kutlu ve güzel teslimiyet ile, doğuştan gelen temel bir gereksinimi karşılamaktadır. Başkasına boyun eğmeye ve O'ndan gayrısına kulluğa karşı kişinin başını dik tutan Allah'a teslimiyet... Alemlerin Rabbine yüce ve şerefli bir teslimiyet...

İşte bu teslimiyet, imanın asıl anlamını somutlaştırır ve kişiye imanın tadını tattırır... Bu kulluk, islâmın asıl anlamını gerçekleştirir ve kişiye bir kimlik ve ruh kazandırır... İşte bu, emir ve yükümlülüklerden, ibadet ve muamelelerden daha önce ortaya konup, benimsenmesi gereken bir kuraldır... İşte, hikmetli Kur'an sisteminde, inşasına, ortaya konmasına, kökleştirilmesine ve sağlamlaştırılmasına en çok çabanın sarfedilmesi gereken konu budur.

 

KÂİNATIN YARATILIŞI

54- Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün üzerine örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. İyi bilin ki, yaratma ve yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücelerin yücesidir.

İslâmın tevhid inancı, Allah'ın zatı ve fiillerinin niteliği hakkında insan düşüncesine herhangi bir alan bırakmamıştır... Allah'ın benzeri gibisi yoktur...Bu nedenle, insan düşüncesinin Allah'ın zatı hakkında bir fikir ileri sürmesi doğru olmaz. Her türlü insan düşüncesi, ancak insan aklının, kendisini çevreleyen nesnelerden oluşturduğu çevrenin sınırları içerisinde oluşur. Yüce Allah'ın benzeri gibi bir şey olmadığına göre, insan düşüncesinin Allah'ın zatının nitelikleri hakkında fikir yürütmeye kalkışmaktan kesinlikle kaçınması gerekir. O yüce zatın niteliği hakkında fikir yürütmeye kalkışmamak, yanısıra tüm fiillerinin niteliği hakkında fikir üretmekten de kaçınmayı gerektirir. Bu durumda, düşüncenin önünde yalnızca, etrafını çevreleyen evren üzerindeki bu fiillerin etki alanı kalmaktadır... İşte bu, insan düşüncesinin alanıdır.

Ayrıca şu tür sorular da vardır:

Allah gökleri ve yeryüzünü nasıl yarattı? Arş'a nasıl kuruldu? Yüce Allah'ın kurulduğu bu Arş nasıl bir şeydir? Bu ve benzeri islâm inançlarının temeline aykırı, yararsız sorulardır. Bu inanç temelini anlamamakta ısrarlı kimselerin bu sorulara cevap vermeye kalkışmaları ise, öncelikle daha da yararsızdır.

Esefle belirtelim ki, islâmi düşünce tarihinde, kimi gruplar bu problemlere dalmışlardır. Hem de Yunan felsefesinden kaynaklanan bu yalancı fikirlerin salgını nedeniyle!

Allah'ın gökleri ve yeryüzünü yarattığı altı gün, ne herhangi bir insanın, ne de diğer yaratıklardan birinin gözlemleyemeyeceği bilinmezliğin (gayb) sorunlarındandır.

"Ben onları ne yerin yaratılışına ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahid tuttum. Ben, yoldan çıkanları yardımcı edinmem." ( Kehf 51)

Bu konuda söylenenlerin tümü, hiçbir sağlam temele dayanmayan sözlerdir.

Bunlar altı aşamada , altı farklı durumda olabilir. Dünya ve güneşin hareketlerine dayandırılan zaman ölçülerimizle benzeşmeyen -çünkü yaratılmadan önce ne zaman ne de hareketlerine dayandırdığımız bu gezegenler henüz ortada yoktu- Allah'ın günlerinden altı günde olabilir... Başka bir şey de olabilir... Hiç kimse bu sayılar ile kesin olarak ne kastedildiğini söyleyemez... Bu ve benzeri ayetleri, "ilim" adı verilen tahminler ve nazariyeler seviyesini aşamayan insani "tahminler"e yormak, zanlar ve faraziyeler derecesini aşamayan "ilim" karşısında ruhi bunalım kaynağıdır.

Ayetin amacı ve yönelişiyle hiçbir ilgisi bulunmayan bu konuları, bu güzel ayetlerle birlikte görünür evrenin her bir yanında ve yaratılış sırları arasında sürdürdüğümüz bu eğitici yolculuğa devem etmek için, bu kadarlık bir açıklama ile yetiniyoruz.

-Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün üzerine örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. İyi bilin ki, yaratma ve yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücelerin yücesidir.

Allah, görünür bu alemi azamet ve ihtişamı ile yaratmıştır, buyruğu altına aldığı ve dilediği gibi tasarrufta bulunduğu bu evreni hükümranlık tekeline almıştır. Geceyi, kendini ısrarla izleyen gündüzün üzerine kapadı. Gezegenlerin bu yörüngesel hareketinde gece, gündüzü izler. Güneş, ay ve yıldızları buyruğu altına alan Allah, yöntemiyle sizi eğiten, sistemiyle sizi bir toplum kılan, dileğiyle size şeriat belirleyen, kanunları ile aranızda hüküm veren Rabbinizdir. Size Rabb olmayı hak eden Rabbiniz. O, biricik yaratıcı ve hükümdardır. Ayrıca, başka bir yaratıcı olmadığı gibi, başka bir hükümdar da yoktur... İşte bu ayetlerin asıl davası budur... İlâhlık, Rabblık, hükümranlık ve Allah'ın tüm bunlarda biricik olduğu davası insanların, yaşamlarının hukukunu belirlemede kulluk davası. İşte, bu budur. En'am suresinde olduğu gibi, bu sure de, hayvanlar, ekinler, ibadetler ve adaklardan örnekler vererek bu konuyu işliyor.

Bu konudaki Kur'an'ın genel üslubunun amaçladığı büyük hedef, bize karşısında bulunduğumuz göz alıcı güzelliği, canlılığı, hareketi ve şaşılası öğütleri unutturmamalı. Bu açıdan tüm bunlar, onların ilham ettiği büyük hedefe denktir.

Gece, ona yetişmeye çalışarak, ısrarla gündüzü takip etmektedir. Döndüğü bu yörüngede, gece ve gündüzün devretmesiyle birlikte, düşünce ve bilinç de devretmektedir.

Hareketin güzelliği ve canlılığı, gece ve gündüzün irade ve bir amaç taşıyan zeki bir kişi şeklinde somutlaştırılması... İşte tüm bunlar, insan ürünü sanatın kesinlikle ulaşamayacağı bir tasvir ve üslup güzelliği aşamasındadır!

Alışkanlık, evreni ve duyulardaki yansımasını etkisiz kılmakta ve ona yönelen bakışları, gafil ve aptalca alışkanlıklar perdesiyle örtmekte... Bu alışkanlık gizlenip, yerini terkettiğinde, sanki ilk görüşme gibi, fıtratın bildirdiği yeni ve muhteşem bir karşılaşma olur. Bu üslubta gece ve gündüz, sadece peşisıra tekrarlanan tabii bir olay değildir. Aksine onlar, duyuları, ruhu, gaye ve hedefi olan birer canlıdır. İkisi insana meyletmekte ve hayat hareketinde, hayatın tabii belirtisi olan mücadele, münakaşa ve müsabakada insanla aynı özellikleri taşımaktadır!

İşte bu güneş, ay ve yıldızlar böyledir... Çünkü tüm evren ruh taşıyan bir canlıdır! Çünkü Allah'ın emrini almakta ve gereğini yerine getirmekte, hükmüne boyun eğmekte ve onu yerine getirmeye koşmaktadır. Çünkü tüm evrendeki varlıklar, bir emir verildiğinde, Allah'a itaat eden diğer canlılar gibi bu emri alırlar ve ona uyarak yerine getirmeye koşarlar!

Bu manzara karşısında insanlık vicdanı sarsılmakta ve boyun eğen canlılar kervanında itaate sürüklenmektedir. Yine bunlar göstermektedir ki, bu insan sözünde bulunmayan Kur'anî bir etkidir... O, kalblerin özünü ve yaratılışın gizemini bilen yüce söyleyicisinden kaynaklanan bu etki ve insanın fıtratına seslenmektedir.

DUA VE HUŞU

Kur'an'î üslub bu noktaya geldiğinde, gafil ve aptalca seyredilen evrenin bu canlı sahnesi, insanın vicdanını sarsmakta ve tüm bu muazzam yaratıkların, yaratıcı ve hükümdarlarının otoritesi karşısındaki kullukları ortaya çıkmaktadır... Tam bu sırada Kur'an, insanlığı -O'ndan başka ilâh olmayan- biricik ilâhlarına yöneltiyor ve boyun eğip bağış dileyerek O'na dönmelerini, ilâhlığını kabul etmelerini, kulluklarının sınırlarını bilmelerini, otoritesine karşı gelmemelerini, kendi arzularına uyup şeriatini terkederek -Allah, kendi sistemiyle onu düzelttiği halde- yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını öğütlüyor.

 

55- Rabbinize yalvararak ve gizlice dua ediniz. Çünkü O haddi aşanları sevmez.

56- Yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız. Allah'a korku ve umut içinde dua ediniz. Hiç kuşkusuz Allah'ın rahmeti iyi işler yapanlara yakındır.

Bu ayette, salih bir nefis, ona en uygun gelecek bir dua ve yakarış haline yöneltiliyor... Bağırıp, çağırarak değil, gizli, içten ve biçare bir şekilde! Gizli ve içtenlikli yakarış, Allah'ın yüceliğine en lâyık ve kul ile mevlası arasında irtibatı sağlamada en uygun durumdur.

Müslimin, kendi isnadı ile rivayet ettiğine göre, Ebu Musa şöyle demiştir. Biz peygamber ile beraber bir yolculukta (başka bir rivayete göre; bir gazad) idik. Kafile yüksek sesle tekbir getirmeye başladılar. Allah Rasulü(s) şöyle buyurdu. "Ey insanlar! Kendinizi heba etmeyin. Siz ne sağıra, ne de uzakta olana bağırmıyorsunuz. Siz duyana ve yakın olana yakarıyorsunuz. O sizinle beraberdir."

İşte bu, Allah'ın yüceliğine ve yakınlığına ilişkin inançlı bir duygudur. Bu duyguyu, burada Kur'an yöntemi desteklemekte ve dua esnasında alınması gereken tavır olarak ilân etmektedir. İşte, Allah'ın yüceliğinin tam anlamıyla bilincine varan kişi, duasında bağırıp çağırmaktan haya eder. Allah'a yakın olduğunun gerçekten şuuruna varan kişi, böyle bağırıp çağırmaya bir gerekçe bulamayacaktır!

Duada yakarış durumu, Allah'a boyun eğme ve gönülden yalvarma şeklinde tanımlanıyor ve insan, sadece Allah'ın hakkı olan hakimiyeti kendilerinin de taşıdığı iddiasına kalkışarak Allah'ın otoritesine karşı çıkmaktan menediliyor. Yine Allah yeryüzünü şeriati ile bir düzene soktuğu halde, orada bozgunculuğa kalkışmayı da yasaklıyor... Dualara cevap veren ve pek yakın olanın huzurunda gizlice boyun eğen ve yakaran kişi, ne böyle bir saldırıya yeltenir, ne de düzene giren yeryüzünde bozgunculuğa kalkışır. Bu iki reaksiyon arasında, nefsin ve şuurun yapısını sağlamlaştıran içsel bir baş vardır. Kur'an sistemi, kalplerin heyecanlarını ve nefislerin reaksiyonlarını dikkate alır. Çünkü o, yarattığını bilen ve her şeyden haberdar olan yaratıcının sistemidir.

"Allah'a korku ve umut içinde dua edin."

Kızması ve cezalandırmasından korkarak, hoşnutluğunu ve mükâfatını umarak.

"Hiç kuşkusuz Allah'ın rahmeti iyi işler yapanlara yakındır."

Peygamberimizin ihsanı tanımlarken buyurduğu gibi, sanki onu görüyormuşcasına Allah'a kulluk ederler, ki onlar O'nu görmese de, O onları görmektedir...

Başka bir keresinde Kur'an bir kez daha, insanlığın gönlüne seslenerek, zaten göz önünde bulunan şu evren kitabının bir sayfasını daha açıyor. Fakat gönüller bu manzaraları gaflet ve dalgınlıkla seyretmekte, seslenişlerine kulak vermemekte ve uyarılarına aldırmamaktadır... Yukarıdaki ayette Allah'ın rahmetinin hatırlatılması üzerine açılan bu sayfa, sağanak yağan yağmuru, yeşeren bitkileri, ölüm ve mahvoluştan sonra yeniden dirilişi, Allah'ın rahmetinin birer örnekleri olarak sunmaktadır:

 

57- O ki, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderir. Bu rüzgârlar yüklü bulutu havada yükseltince onu ölü bir yöreye gönderir, onun aracılığı ile oraya su indiririz, arkasından bunun aracılığı ile her türlü yerden bitiririz. İşte ölüleri de böyle yerden çıkarırız. Ola ki düşünür, ders alırsınız.

Bunlar, bir ilâhın varlığının evrendeki izleridir. Bir yapıcılık, otorite, öntasarı ve takdirin izleri... Tüm bunlar, insanların kendisinden başka ilâh benimsememesi gereken Allah'ın yapıp etmeleridir. O, kullara olan rahmetinin ortaya çıkış yolları olarak bunları belirleyen, rızkı veren yaratıcıdır.

Rüzgâr herzaman esmekte, her an bulutları taşımakta, bulutlardan her an yağmur yağmakta... Fakat tüm bunlar, -gerçekte de olduğu gibi- Allah'ın etkin yapıcılığına bağlanmaktadır. Şu anda da Kur'an bunu -sanki gözle görüyormuşcasına- canlı bir sahne olarak resmedip sunmaktadır.

O, rüzgârları rahmetinin muştuları olarak gönderendir. Rüzgârlar; Allah'ın bu evrene koyduğu belirli tabiat kanunlarına göre eserler. (Evren kendini yaratacak, arkasından, üzerinde egemen olan bu kanunları koyacak yetenekte değildir.) Fakat islâm düşüncesi, evrende meydana gelen her bir olayın –onlar Allah'ın belirlediği tabiat kanunlarına göre oluşsalar da- onu realiteler dünyasına çıkaran kendine has bir takdir ile -tabiat kanunlarına uygun olarak- meydana geldiği inancına dayanır. İşin başlangıcından beri ilâhi sünnete göre işlemesi ile bu sünnete uygun olan olaylardan herbir tekil olayın, Allah'ın takdirine bağlı olarak meydana geldiğini de söylemek tutarsız bir iddia değildir. -Evrendeki ilâhi kanunlara uygun olarak- bulutların hareketleri, işte bu olaylardan biridir. O da, kendisine özel bir takdire uygun olarak meydana gelir.

Rüzgârlar da bulutları, Allah'ın evrende koyduğu kanunlara uygun olarak taşırlar. Fakat, o olaya özel bir takdir olduktan sonra. Allah bulutları ölü bir beldeye, çöle veya çorak bir araziye sürükler... Ondan yağmur yağdırır. Ve yerden her türlü ürünü çıkartır. -Bunu da bu olaya has takdiri ile yapar.- Tüm bunlar, evrenin ve yaşamın tabiatına uygun olarak koyduğu kanunlara göre gerçekleşir.

Bu yanıyla islâm düşüncesi, evrende olan herhangi bir olayda tesadüf ve rasgeleliği yok saymaktadır. Onun ortaya çıkışından ve oluşmasından, onda oluşan her bir harekete, değişmeye ve dönüşmeye varana değin... Yanısıra, onu bir alet yerine koyan mekanik evren düşüncesini de, cebriyeciliği (determinizm) de reddetmektedir. Bu felsefeye göre, evrenin yaratıcısı ve ona hareket kanunlarını koyan evreni kendi haline bırakmış, o da körü körüne bu kanunlara uygun olarak cebrï determinist mekanik hareketi sürdürmektedir!

İslâm düşüncesi ise, yaratılışın Allah'ın istek ve takdiri ile olduğunu kabul etmekte; ayrıca sağlam tabiat kanunları ile yürürlükte olan ilâhi sünneti de tesbit etmektedir. Fakat bunların birbiri ile paralel işlemlerini bir takdire bağlamıştır, her olay tabiat kanunlarına göre olur ve her defasında bu olayda ilâhi sünnet işler. Olayı başlatan ve ilâhi sünneti işleten takdir, sabit tabiat kanunları ve ilâhi kanunların ötesinde, Allah'ın iradesine göre oluşmaktadır.

Bu düşünce, dinamiktir. Zihinden donukluğu, mekanik, determinist inancın yarattığı donukluğu siler atar... Zihni daima kontrole ve uyanıklığa çağırır... Allah'ın kanununa uygun her bir olay oluştuğunda ve hareket, Allah'ın kanununa uygun olarak sonuçlandığında, bu zihin Allah'ın kaderinin yerine geldiğini görerek ve işi yapanın, Allah'ın eli olduğunu anlayarak titrer. Allah'ı büyükler, anar ve hareketlerini buna göre ayarlar. Mekanik, determinist bir tavırla gafil olmaz ve Allah'ın kudretini unutmaz!

Bu düşünce gönüllere hayat verir, her yeni şeyde yaratıcının fonksiyonunu görerek, her an, her bir harekette ve her olayda hazır olan yaratıcıyı sabah-akşam, gece-gündüz tesbih ederek hep birlikte bunu düşünen akılları coşturur.

Böylece Kur'an'ın bu ayetlerinde, Allah'ın irade ve takdiriyle bu dünyada meydana gelen yaratılış ile yine Allah'ın irade ve takdirinden kaynaklanacak olan ahiretteki diriliş arasında -canlıların bu ilk yaratılışındaki yöntem tarzında bir bağ kurmaktır.

"İşte ölüleri de böyle yerden çıkarırız. Ola ki, düşünür, ders alırsınız."

Farklı şekil, tür ve görüntüde de olsa hayat mucizesinin tabiatı aynıdır... Yukarıdaki ayetten bu sonuç çıkmaktadır... Nasıl ki Allah yeryüzünde ölüden diri çıkarmaktadır... Son aşamada da aynı şekilde ölüden diri çıkaracaktır. Bu yeryüzüne farklı hayat, şekil ve kılıflarıyla yaşamı bahşeden irade, ölülere hayat verecek olan iradenin de kendisidir. Bu dünyada ölüden diriyi çıkaran takdir, bir kere daha ölüden diriyi çıkarmayı takdir edecek olan ile aynıdır...

"Ola ki, düşünür, ders alırsınız."

İnsanlar, bu apaçık gerçeği unutuyorlar, sapıklık ve vehimlere dalıyorlar!

Kur'an, evrenin uçsuz bucaksız enginliği ve varlıkların gizemi arasındaki bu gezintiyi temiz ve kirli kalplerle ilgili bir örnek vererek bitiriyor. Bunu da, diğer manzaralarla, tabiat ve gerçeklerle uyum içerisinde olmasına dikkat ederek, sahnenin havasına uygun yapıyor.

 

58- Verimli yöre, Allah'ın izni ile, ürünü cömertçe verir. Kıraç yöre ise cılız ürün verir. Biz şükredenler için ayetlerimizi böyle farklı açılardan açıklarız.

Temiz kalp, yüce Kur'an ve peygamber hadisinde, bir tek toprağa, verimli araziye benzetiliyor. Kirli kalp ise, çorak toprağa, kıraç araziye benzetiliyor. Her ikisi... kalp ve toprak... ürün bitirir ve meyve verir. Kalbin ürünü, niyetler ve duygular, reaksiyonlar, kabullenmeler, irade ve tavır belirlemelerdir. Ameller ve pratik hayattaki sonuçları, ancak bunların peşisıra gelir. Toprağın ürünü ise, yemesi, rengi, tadı ve türü farklı ekin ve meyvedir...

"Verimli yöre, Allah'ın izni ile, ürünü cömertçe verir."

Güzel, verimli, gevşek ve tarıma elverişli...

"Kıraç yöre ise cılız ürün verir."

Çabalama, cefa, zorluk ve güçlük...

Hidayet, ayetler, öğüt ve nasihatler, kalbe suyun verimli toprağa indiği gibi iner. Kalp eğer bir tek arazi gibi temiz ise, bunları süzüp emer, zenginleştirir ve iyilikler üretir. Eğer kıraç toprak ve araziler gibi kötü ve pis ise, bunları kulak ardı edip, katılaşır, kötülük, bozgunculuk, zarar ve hoşnutsuzluk üretir. Çorak arazi gibi, diken ve kıtlık bitirir!

"Biz şükredenler için ayetlerimizi böyle farklı açılardan açıklarız."

Şükür, temiz kalpten çıkar: Güzelce kabul ettiğine ve hoşça karşılık verdiğine delildir. Kabulleri ve algılamaları güzel olan bu şükredenlere ayetler, ayrıntılı biçimde sunulur. Onlar bunlarla faydalanırlar, düzelirler ve düzeltirler.

Şükür, bu surede -uyarma ve hatırlatma gibi- bahsi pek çok tekrarlanan özelliklerdendir. Daha önce bu deyime rastladığımız gibi, ilerde de onunla karşılaşacağız... O da uyarma ve hatırlatma gibi, bu surenin belirgin ve tekrarlanan ifadelerinden biridir.

İSLÂM TARİHİ VE İMAN KERVANI

Biz, iman kervanıyla birlikteyiz... İşte sembolleri... İşte önderleri... Ve işte yol işaretleri... İman kervanı, bu dünya gezegenindeki uzun yolculuğunda insanlıkla böyle karşılaşıyor... Şeytanları, kinini dindirmek, tehdidini yerine getirmek ve bu arzuları yöneterek insanoğlunu cehenneme sürüklemek için yönlendirdiği arzularının etkisi altında yolu her kaydedişinde, Allah'ın dosdoğru yolundan her sapışında, doğru yönden her ayrılışında karşılaşıyor. Bu yüce kervan, insanlığı hidayet ile karşılayınca yolunu aydınlatıyor, cennet kokusu ile tütsülüyor, onu zehirlenme tehlikesinden ve kovulmuş şeytanın, eski düşmanının kışkırtmalarından sakındırıyor.

Bu, canlı bir sahne... Uzun yol boyunca, yaşam planındaki derin çatışmanın sahnesi...

İnsanlık tarihi karmakarışık olaylar içerisinde geçmiştir... Bu yaratığın tabiatı karmaşık ve çift yönlüdür, Tabiatında, Allah'ın gücü ve takdiri ile birbirinden pek uzak iki unsur birleştirilmiştir...

a- Yaratılış hammaddesini oluşturan çamur.

b- Ve bu çamuru insana dönüştüren Allah'ın ruhundan bir nefes.

Tabiidir ki, bu varlığın tarihi, tamamen içiçe girmiş ve son derece karışık etkenlerle oluşacaktır. Yukarda Adem kıssasından bahsettiğimiz gibi, bu tabiatıyla insan, fiziki ve fizik ötesi alemler ile etkileşim içerisindedir...

İlâhi hakikat ile etkileşim içerisindedir. Takdiri ve isteği ile, kudreti ve hükümranlığı ile, rahmeti ve bağışları ile... Yüce alem ve melekler ile etkileşim içerisindedir... Yanısıra iblis ve taraftarları ile ilişki içerisindedir... Bu alem ve onda bulunan Allah'ın yasaları ve tabiat kanunları ile etkileşimdedir... Türdeşleri ile etkileşim içerisindedir... Fizik ve fizik ötesi alem ile bu tabiatı ve onlarla uyum içerisinde olan ve çatışan yetenekleri ile bu alem ve fizik ötesi alem etkileşim içerisindedir...

İnsanlık tarihi, bu ilişki ve irtibatlar okyanusunda oluşur... Tabiatındaki kuvvet ve zayıflıktan, takva ve hidayetten. Fizik ve fizik ötesi alem ile ilişkilerinden. Evrendeki somut unsurlar ve soyut güçler ile etkileşiminden... Sonuçta Allah'ın kudreti ile olan tek yanlı etkileşiminden.

İşte insanlık tarihi, tüm bunlardan oluşur... Ve bu içiçe girmiş etkilerin ışığı altında yorumlanabilir:

İnsanlık tarihini, ekonomik veya siyasi yönden yorumlayanlar; biyolojik ya da psikolojik yönden yorumlayanların yanısıra, düşünce süreci açısından yorumlayanlar da vardır. Tüm bu kişiler, bu ilişkiler yumağının ve insanı etkileyen diğer etkilerin sadece bir türüne bakmaktadırlar ve insanın tarihini bu etkiler ile ilişkisine göre yorumlamaktadırlar. Fakat islâmın tarih yorumu, bu okyanusta derinleşmekte, onu kapsamakta ve bu bakış açısıyla insanlık tarihine yaklaşmaktadır.

Şimdi biz, bu okyanustan seçilmiş gerçekçi sahneler karşısındayız... İnsanın türeyişi sahnesini görmüştük. İlk andan itibaren bu yaratığı etkileyen, bütün alemler, varlıklar ve unsurlar -gizlisiyle, açığıyla- bu sahnede biraraya getirilmişti. Bu yaratığın temel yeteneklerini görmüştük... Ona yüce alemde yapılan onurlandırmayı, meleklerin secdesini seyretmiştik. Daha sonra onun zaafını ve bundan yararlanarak düşmanının onu nasıl yönlendirdiğini de seyrettik. Yeryüzüne atılışını ve onun unsurları ve tabiat kanunları ile etkileşim içerisine girmesini de görmüştük...

Yine gördük ki, insan Rabbine iman ederken, günahlarına bağış dilerken ve yaşamındaki ilk deneyiminden de ders alarak ne şeytana, ne de arzularına uymayacağını, sadece Rabbinden gelen emirlere uyacağına dair hilafet ahdini verirken bu yeryüzüne inmiştir...

Sonra yıllar geçti, okyanustaki dalgalar arasında bocaladı, yaratılışında ve varlığındaki değişik ve karmaşık faktörlerin tesirleri altında kaldı. Vücuduna ve vicdanına tesirlerde bulundu. İşte biz bu dersin daha ilk başlarında, bu karmaşık etkenlerin insanı nasıl cahiliyeye sürüklediğini göreceğiz!

O, unutkandı... Unuttu da. O, zayıftı... Zaafa da düştü... Şeytan, ona üstün gelebilirdi. Geldi de... İnsanın bir kez daha kurtuluşu gerekli!

O, yeryüzüne, hidayete ermiş, tevbe etmiş ve Allah'ı birlemiş biri olarak inmişti... Fakat şimdi biz burada daha ilk başta onu sapkın iftiracı ve müşrik biri olarak buluyoruz! Okyanustaki şiddetli dalgalar arasına atılmıştır. Fakat burada onun bir kılavuzu vardır... Buradaki kılavuzu olan peygamberlik misyonu onu Rabbine yöneltmektedir. Rabbinin bir rahmeti olarak, tek başına bırakılmamıştır!

Biz bu surenin girişinde, bayraktarlığını Allah'ın, Nuh, Hud, Salih, Lût, Şuayb, Musa ve Muhammed -selâm üzerlerine olsun- gibi keremli rasullerinin yaptığı iman kervanı ile karşılaşıyoruz. Bu keremli önderlerin -Allah'ın yardımı ve öğretisiyle- insanlık kervanını, şeytanın sürüklediği uçurumdan kurtarmak ve her zaman hakka karşı olan müstekbir insan şeytanlardan korumak için nasıl uğraştıklarına şahid oluyoruz. Yanısıra hidayet ile sapıklık, hak ile batıl, keremli peygamberler ile şeytanlaşmış cin ve insanlar arasında çatışma noktalarını görüyoruz... Her aşamanın sonunda, korkutma ve uyarma, ardından müminlerin kurtuluşu ve yalanlayanların cezalandırılma sahnelerini seyrediyoruz.

Kur'an'daki kıssalar, her zaman bu tarihi sırayı izlemezler. Fakat, bu surede bu tarihi sıra izlenmektedir. Çünkü burada, ilk yaratılışından bu yana insanlık kervanının yolculuğu gösterilmektedir. Yanısıra, şeytanın, sonuçta cehenneme düşmesini sağlamak için tüm insanları helaka sürüklemesi karşısında insanlığın doğru yolu bulmasına (hidayetine) ve yoldaki işaretleri tamamen kaybederek her sapıtışında onun kurtuluşuna çalışan bu iman kervanı anlatılmaktadır.

Ayetlere geçmeden önce, burada özetlediğimiz prensipler (yol işaretleri) bütününe bakarak, hayratengiz ve bütüncül manzara karşısında biraz duralım:

İnsanlık, yolun daha başında hidayete ermişti, Allah'a inanıyor ve O'nu bir kabul ediyordu. Sonra gerek insanın bizzat yapısındaki çatışan etkiler sebebiyle ve gerekse etkileşim içerisinde bulunduğu unsur ve etkiler nedeniyle, şirk, sapıklık ve cahillik tarafına saptı... Bu arada peygamberler, onlar sapmadan ve şirke düşmeden önce sahip oldukları hakikati getirdiler. Helâk olan mahvoldu ve kurtulan hayat buldu. Yaşayanlar Tevhid'i imanın gerçekliğini kabul edenlerdi. Onlar kendilerinin tek bir ilahının olduğunu biliyorlar ve bütün varlıklarıyla bu biricik ilaha teslim oluyorlardı. Onlar peygamberlerinin kendilerine `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur" şeklindeki çağrısını dinliyorlardı. İşte bu, Allah'ın dininin bütünüyle üzerine temellendiği ve tarih boyunca tüm peygamberlerin izlediği tevhid gerçeğidir... Bütün peygamberler, şeytanın saptırdığı ve Allah'a -cahiliye türlerine göre değişen- başka ilâhları şirk koşan, unutan ve yolu yitiren toplumlara, hak ile batıl arasındaki mücadelenin temelini oluşturan ve Allah'ın sayesinde yalanlayanları sorguya çektiği ve kabullenenleri kurtuluşa erdirdiği bu kelimeyi getirmişlerdir. Kur'an dillerinin farklılığına rağmen, tüm peygamberlerin sözettiği ilkeleri aynı gösteriyor, söyledikleri şeylerin hikâyesini ve içeriğini tek bir ayette şöyle ifade ediyor: `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur'

İşte bu, -tarih boyunca- ilâhi inançdaki anlam -hatta lafız- birliğinin göstergesidir! Bu ifade, gerçek inancın söylemindeki inceliği inanç birliğinin somut bir tasvirini yapmaktadır. Tüm bunlar, inanç tarihini anlatırken Kur'an'ın izlediği metodu göstermektedir...

Bu göstergenin ışığı altında, Kur'an metodu ile dinler tarihinin metodu arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu anlatım, bütün Peygamberlerin Allah katından getirdiği temel inanç kavramında herhangi bir aşama ve gelişmenin olmadığını da belirtmektedir. İnançlarda gelişme aşamalardan söz edenler ve ilâhi inancı da bu gelişme ve sürece katanlar Allah'ın buyruğundan farklı bir şey söylemektedirler. -Yüce Kur'an'da gördüğümüz gibi- Bu inanç daima tek bir gerçeği getirmiştir ve onu ifadelendiren sözler aynıyla hikâye edilmiştir. `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.' Bütün peygamberlerin kendisine çağırdığı bu ilâh, `alemlerin rabbi' olan ve büyük günde insanları sorguya çekecek olan Allah'dır. Bu noktada, Allah katından gelen peygamberler ne bir kabile, ne bir millet, ne de bir soyun Rabbine çağırmıştır. Allah katından gelen bu peygamberler iki veya daha çok ilâha da çağırmamışlardır... Yine bir toteme veya yıldızlara, ruhlara ya da putlara kulluğu da çağırmadılar.

Dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri gibi, bu dünyadan başka bir alemin olmadığı düşüncesine dayalı bir din Allah katından gelmiş değildir. Bu araştırmacılar, sözkonusu değişik cahiliye inançlarını gözden geçirirler, sonra da bu asılsız inançların o dönemde yaşayan insanların tanıdıkları tek dini oluşturduklarını başka hak bir dinin bulunmadığını ileri sürerler.

Ardarda gelen her peygamber, pak Tevhid'i, alemlerin Rabbinin rabb kabul edilmesini ve din günündeki hesaba çekilme inançlarını getirmiştir. Fakat her peygamberden sonra hortlayan cahiliyete ilaveten insanın bizzat yaratılışındaki ve ona etki eden unsurlardaki karmaşıklık, içiçe girmiş etkilerin tesiri inanç çizgisinde sapmalar oluşmaktadır... Bu sapmalar, cahiliye inançlarından çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor.. İşte dinler tarihi bilginleri bunları araştırırlar ve sonra da bir süreç içersinde, aşama aşama geliştiğini ileri sürerler.

Her neyse bu, Allah'ın sözü ve uyulmaya en layık olandır. Özellikle islâm inancını inceleme veya onu savunma amacıyla bu konudan sözedenler için. Bu Kur'an'a inanmayanlar ise, zaten oldukları gibiler. Allah doğrudan söz eder ve hükmedenlerin en hayırlısıdır...

Her peygamber -tümüne selâm olsun- daha önceki peygamberlerin kendilerini bıraktığı Allah'ın birliği inancından sapan kavmine gelmiştir... İlk insanlar -Adem ve Havva'nın inançlarında olduğu gibi- Alemlerin Rabbi olan Allah'ı birleyerek dünyaya gelmişlerdir. Sonra yukarda belirttiğimiz etkenler sebebiyle sapıttılar. Sonunda Nuh (selâm ona olsun) geldi ve onları bir kez daha alemlerin Rabbini birlemeye çağırdı. Sonra tufan oldu ve yalanlayanlar mahvoldu, inananlar kurtuldu. Böylece yeryüzü -Nuh'un öğrettiği şekilde- alemlerin Rabbini birleyen bu muvahidler ve çocukları tarafından imar edildi. Bu durum, daha öncekilerin sapıttığı gibi, tekrar cahiliyeye dönmelerine kadar sürüp gitti. Daha sonra Hud geldi ve yalanlayanlar şiddetli bir fırtına ile mahvoldular... Sonra bu hikaye böylece tekrar tekrar yaşandı.

Bu peygamberlerden her biri, kendi toplumuna gönderilmiş ve `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur' demişlerdi... Her peygamber kendi toplumuna kendilerinden olması ve soydaşlarının hidayetine arzulu bulunması sebebiyle, hem sorumluluğun ağırlığını ve hem de cahiliyede kalmaları halinde dünya ve ahirette karşılaşacakları kötü sonuçlarını hatırlatarak `Ben size güvenilir bïr öğütçüyüm' diyordu. Her defasında bu gerçek söze karşı kavmin ileri gelenleri ve müstekbirlerinden oluşan önderleri karşı duruyor ve alemlerin Rabbi olan Allah'a teslimiyetten kaçınıyorlardı. -bütün peygamberlerin ve Allah'ın gönderdiği bütün dinlerin dayandığı temel prensip olan- dini ve tapınmayı tek Allah'a ait kabul etmeyi reddediyorlardı. Bu noktada bütün peygamberler tağutun yüzüne karşı gerçeği haykırıyorlardı. Sonra kavim inanç temeline dayalı, birbirinden farklı iki topluluğa bölünüyordu. böylece sadece inanç bağları toplumu belirliyordu. Ne milli bağlar, ne de ailevi bağlar ortada kalıyordu. Tek bir toplum, birdenbire aralarında ne akrabalık bağı, ne de bir ilişki olan birbirinden ayrı iki toplum haline geliyor. İşte o zaman fetih gerçekleşiyor. Allah hidayete eren toplum ile sapıtan toplumun arasında hüküm veriyor, yalancı müstekbirleri cezalandırıyor ve boyun eğen müslümanları kurtarıyor. Allah'ın yasası, toplumun inanç temeline göre iki farklı toplum haline gelmeden, inanç sahipleri kulluklarının sırf Allah'a olduğunu açıklamadan imanlarını tağutun suratına haykırmadan, toplumlarıyla farklılıklarını ilân etmeden önce, ne zafer ne de ayırd edici bir özellik olabilir. Tüm bunlar Allah'a olan çağrı tarihine tanıklık etmektedir. Her peygamberlik misyonu aynı konu üzerinde yoğunlaşmaktadır, tüm insanların alemlerin Rabbi olan biricik Rabblerine kulluk etmeleri. Bu kulluk biricik Allah'a has gerçektir. Ki insanlığın yaşamında onsuz doğru bir şeyin olamayacağı temel kuraldır. Kur'an, bütün peygamberler arasında ortak olan bu temel prensibi belirttikten sonra, diğer ayrılıkların ayrıntıları hakkında pek az bilgi vermektedir. Çünkü -temel inanç prensibi ortaya konduktan sonra- her türlü ayrıntı dindir ve ancak bu prensibe dayanır, bunun dışına çıkamaz. Kur'an metodunun onunla belirginleşmesi ve iman kervanının anlatılması esnasında -bütün Kur'an içersinde- sadece onun hatırlatılması, bu prensibin Allah'ın terazisinde ağırlıklı önemini gösterir. -En'am süresi girişinde söylediğimiz gibi- Bu prensibin, Kur'an'ın Mekke'de inen surelerinin temel konusu olduğunu hatırlatıyoruz. Kur'an'ın Medine'de inen sureleri de bu konuya değinmektedir.

Bu dinin bir "özü", bir de bu özü anlatma "yöntemi" vardır. Bu dinin "yöntemi"ne önem, ne de zorluklar açısından dinin "özü"nden daha aşağı değildir. Bizim görevimiz, bu dinin getirdiği temel özü öğrenmek olduğu gibi, bu özü ortaya koyma yöntemine de bağlı kalmak olmalıdır. Bu yöntemde, ilâhın biricik olduğu gerçeği belirgin, tekrar tekrar ve kuvvetle vurgulanıyor. İşte bundan dolayıdır ki, bu suredeki kıssalarda yer alan temel prensip, kuvvetle, tekrar tekrar, belirgin olarak ve özellikle ortaya konuyor.

Bu kıssalar, insan ruhunda imanın tabiatı ile küfrün tabiatını tasvir ediyorlar. İmana yatkın kalpler ile küfre teşne kalplere ısrarla örnekler veriyor. Bütün peygamberlere iman edenlerin kalbinde asla Allah'a teslimiyet ve Rasulüne boyun eğme noktasında herhangi bir büyüklenme yer almaz. Allah'ın, onları sakındırmak ve tebliğ etmek için aralarından birini seçmesini de şaşılası bir olay kabul etmezler. Bütün Rasulleri inkâr edenleri ise, günahla kibirlenen kimselerdir. Yaratma ve emretme yetkisinin tek sahibi Allah'ın hakkı olduğunu kabul ederek, ellerindeki gasbedilmiş otoriteden vazgeçmeyi ve aralarından birini dinlemeyi gururlarına yediremezler. Bunlar toplumları arasında, hakimler, aristokratlar, şöhretliler ve otorite sahiplerinden oluşan, kavmin ileri gelenleri (melesi)dirler... Bu noktada biz, bu dinin temel meselesini de öğreniyoruz... O, otorite ve hakimiyet meselesidir... Bu ileri gelenler (mele), peygamberler `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.' Ve `Ben ancak alemlerin Rabbinin bir elçisiyim' diye söylediklerinde, bunun ne anlama geldiğini daima hissediyorlardı.. İlâhın bir oluşu ve Rabblığın kapsayıcılığının anlamının, ellerindeki gasbedilmiş otoritenin geri alınması ve asıl sahibine, alemlerin Rabbi olan Allah'a iade edilmesi olduğunu anlıyorlardı. İşte mahvoluncaya değin bu uğurda direnip durdukları bundandır! Arkalarından gelenlerin faydalanamaması ve helâk yoluna koyulurcasına otorite arzusu ruhlarına işlemişti. Sonunda da bu yol onları cehenneme götürdü. -Kıssalarda anlatıldığı gibi- yalanlayanların sonu hakkında, değişmez ilâhi yasa işledi: Allah'ın ayetlerini unutma ve yolundan sapma. Allah'ın, peygamberi vasıtasıyla gafilleri uyarması. Kulluğu sırf Allah'a has kılmaya ve alemlerin Rabbine boyun eğmeye karşı kibirlenme. Bolluk sebebiyle gafil olma, korkutmaya karşı alaycı bir tavır takınma ve azabın çabuklaştırılmasını isteme... Azgınlık, tehdid ve müminlere işkence... Müminlerin sabretmesi ve inanç temelli kamplaşma... Sonra tarih boyunca olagelen Allah'ın yasasına uygun olarak (azabın) tekrar gelişinin hızlanması!

Son olarak şunu da belirtelim: Batıla dalanlar, gerçeğin varlığına bile tahammül edemezler. Hatta gerçek, -aralarındaki meseleyi Allah`ın hükmüne ve zaferine bırakarak- batıldan ayrı yaşamayı istese bile. Batıl onun bu konumunu dahi kabullenemez. Aksine gerçeği takip eder, saldırır ve kovarlar. Şuayb (selâm ona olsun) toplumuna şöyle demişti:

`Eğer içinizden bir grup benim aracılığım ile gönderilen mesaja inanırken, diğer bir grup buna inanmamış ise, Allah'ın aramızda hüküm vereceği güne kadar sabrediniz, O hüküm verenlerin en iyisidir.'

Fakat onlar bu durumu kabul etmediler. Ne hakkın yaşamasını, ne de tağutların otoritesinden çıkarak, tek Allah'ın dinini kabul eden bir toplumun varlığını kabullenebilirler.

O'nun kendini beğenmiş soydaşları dediler ki: `Ya seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz."

Şuayb tağutların bu tekliflerini reddederek, gerçeği haykırdı ve onlara dedi ki: `İstemesek de mi? Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira etmiş oluruz.'

Şuayb (selâm ona olsun) Allah'a çağıranların, tağutlara karşı tavır almasının farz olduğunu bildiği için böyle yapmıştır. Çünkü onlardan kaçınmanın bir yararı yoktur. Tağutlar onları, dinlerini tamamen terk etmedikçe ve Allah onları kurtardığı halde tekrar tağutların dinine dönmedikçe rahat bırakmazlar. Onların sırf, kalplerini tağutlara kulluktan arındırmaları ve sadece Allah'a kulluğu benimsemeleri sonucu, Allah onları kurtarmıştır. Savaşa dalmaktan, zorluklarına katlanmaktan, kesin inanç kamplaşmasından sonra Allah'ın zaferini beklemekten ve Şuayb ile beraber `Sırf Allah'a dayanırız biz. Ey Rabbimiz, soydaşlarımız ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi çözüme bağlayan sensin' demekten başka çıkar yol yoktu... İşte bundan sonra tarih boyunca olduğu gibi, bir kez daha Allah'ın yasağı harekete geçecektir.

Kur'an kıssaları konusunda, bu ana hatları belirtmekle yetiniyoruz, böylece ayetleri ayrıntıları ile incelemeye geçebilelim.

Aşağıdaki bölümde Allah'ın şerefli peygamberlerinin yürüdüğü iman kervanının bütün evrende bulunan iman kervanından söz edilmektedir.

-Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün üzerine örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. İyi bilin ki, yaratma ve yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücelerin yücesidir. (A'raf 54)

Gökleri ve yeri yaratan, sonra Arş'a kurulan, geceyi sürekli gündüzü kovalamaya sürükleyen, güneş, ay ve yıldızları buyruğuna baş eğdiren, yaratma ve yönlendirme tekelinde olan bu ilâhın dinine girmek. işte yalnızca bu ilâhın dinini din edinmek, tüm peygamberlerin çağırdığı ve tüm insanların kendisine çağrıldığı temel prensiptir. Her bir şeytan Allah yolu boyunca oturur ve ondan saptırmaya, çeşitli şekilleriyle ortaya çıkan cahiliyeye döndürmeye çalışır. Fakat tümü de Rabblik konusunda Allah'dan başkasını O'na ortak koşma lekesiyle damgalıdırlar.

Kur'an yöntemi, bu evrenin Allah'a kulluğu ile insanın, içinde yaşadığı evrenle birlikte bir düzene girmeye, kâinatın tamamen teslim olduğu ve emirlerine boyun eğerek hareket ettiği Allah'a teslim olmaya çağrılması arasındaki bağı tekrar tekrar hatırlatıyor. Çünkü bu evrensel gerçeğin hatırlatılması, insan kalbinin yumuşamasına ve teslim olanların kulluk yoluna kendi içinden gelen bir güdüyle yönelmesine yetecektir. Bütün varlık nizamında, tek başına baş kaldıramayacaktır.

Şerefli peygamberler, insanlığı uyduruk bir yolcu çağırmıyorlar, onlar sadece tüm kâinatın dayandığı temele, bu evrende bir yol olan temel gerçeğe çağırıyorlar... O, insanın yaratılışında varolan gerçeğin bizzat kendisidir ve arzuları onu bulandırmadığı ve şeytanlar aslıyyetini bu gerçekten uzaklara sürüklemediği sürece, fıtratları da ona çağırmaktadır.

İşte bunlar, görüldüğü şekilde surelerdeki ayetlerin birbiri ardınca sıralanışından çıkardığımız dokunuşlardır.

 

HZ. NUH'UN DAVETİ

59- Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Onlara dedi ki"

Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktu, sizin hesabınıza büyük günün azabından korkuyorum.

60- Soydaşlarının ileri gelenleri ona `senin açık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz' dediler.

61-62- Nuh onlara dedi ki, `Ey soydaşlarım, bende bir sapıklık yoktur. Tersine tüm varlıkları Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, size öğüt veriyorum ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde sizin bilmediğinizi biliyorum. '

Burada kıssa, özetle anlatılıyor. Ayrıntıya gerek duyulan Hud veya Nuh suresi gibi Kur'an'ın başka bir yerinde de bu ayrıntı verilmiyor. Burada amaç, az önce sözünü ettiğimiz prensibin tasvirini yapmaktır.

İnancın tabiatı, tebliğ yolu, toplumun buna yönelmesinin tabiatı, peygamberlik gerçeği ve korkutmanın gerçekleşmesi...Kur'an kıssalarının yöntemi doğrultusunda, bu prensiplerin bu aşamalara göre gerçekleşeceği bu kıssa, işte bu yüzden anlatılıyor.

"Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik."

Allah'ın yasası gereği her peygamber, fıtratı bozulmamış gönülleri birleştirmek ve kolayca anlamaları ve bilmemeleri için kendi kavimlerine ve soydaşlarının lisanı ile gönderilmiştir. Fıtratı bozulanlar bu yasaya hayret ederler. Büyüklenerek kendileri gibi bir insana inanmazlar, çağrısını kabul etmezler ve kendilerine meleklerin tebliğ etmesini isterler! Bu ancak bir bahanedir. Hangi yoldan gelirse gelsin, hidayete tabi olmazlar.

"Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik ve onlara bütün peygamberlerin getirdiği aynı sözler ile seslendi:

"Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhımız yoktur."

Bu sözler asla değişmemiştir. Bu inancın, onsuz varolamayacağı bir kuralıdır. İnsan yaşamının dayandığı temel direktir. Bu, yön birliği, amaç birliği ve ilişki birliğinin garantisidir. Yine bu, insanın, arzularına kulluk etmekten ve kendisi gibi bir kula tapınmaktan kurtulmasına ve bütün arzularını, ihtiraslarını, korkutmalarını ve vaadlerini aşmasını garanti eder.

Allah'ın dini bir hayat sistemidir. Temel prensibi ise, insan yaşamındaki tüm otoritenin Allah'a has kılınmasıdır. İşte bu, sadece Allah'a kulluğun ve insanların O'ndan başka ilahı olmamasının anlamıdır. Otorite inançda, Allah'ın bu evrenin Rabbi olmasında, kudreti ve takdiri ile yaratanı ve yöneteni olmasında somutlaşır. Nitekim Allah'ın insanın Rabbi, yaratanı, kudreti ve takdiri ile yönlendireni olduğu inancında da somutlaşır.

Allah'ın dini, insanın pratik hayatında yüce Allah'ın Rabbliğini kabul etme esasında, O'nun şeriatına ve emrine uyma ilkesinde somutlaştığı oranda, ibadet amaçlı davranışların Allah'a yöneltilmesinde de somutlaşır. Bunların her üçü de birbirinden ayrılmaz, parçalanma kabul etmez bir bütündür. Yoksa, sözkonusu olan şirktir ki, bu da Allah ile birlikte bir başkasına kulluk etmek, ya da O'nu tamamen bir yana bırakaràk başka bir varlığa tapınmaktır.

Nuh toplumuna bu biricik sözü söyledi ve onu, öğüt veren bir kardeşin kardeşine olan şevkati ve halkın iyiliğini düşünen bir önderin samimiyeti ile yalanlamanın akıbetiyle korkuttu:

"Sizin hesabınıza büyük günün azabından korkuyorum."

Bu ayetten anlıyoruz ki, Nuh'un dini.. ahiret inancı, büyük günde ceza ve hesap inancı olan... en eski dindir. Nuh bu günde soydaşlarını bekleyen azaptan korkuyor... Böylece Allah'ın metodu ve inanç konularını ortaya koyuşu ile dinler tarihi bilim adamlarının ve Kur'an'ın yönteminden habersiz olarak onları izleyenlerin yöntemleri arasındaki farklılık ortaya çıkıyor.

Bu dosdoğru apaçık saf çağrıyı Nuh'un toplumunda sapık ve yoldan çıkmış kimseler nasıl karşıladılar?

"Soydaşlarının ileri gelenleri ona `Senin açık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz' dediler."

Müşrik Araplar'ın Peygamberimize; "Sapıttı, İbrahim'in dininden döndü" demeleri gibi.

Sapıklığı üst noktaya varanlar, işte böyle onu sapık sayarak hidayete çağırıyorlar! Hatta yaratılışında bozulma bu dereceye ulaşınca, küstahlık da işte bu dereceye varır! Mihenk ölçüsü, Allah'ın hatasız ve yanılmaz terazisi olmayınca, işte böyle ölçüler değişir, değer hükümleri geçersiz kalır ve arzularıyla hüküm verilir.

Allah'ın hidayeti ile doğru yolu bulanlara bugünün cahiliyesi ne diyor? Onlara sapıklar ismini kondurmakta, kendilerinden olup, görüşlerini kabul edenler ve hoşnut olanları, evet hem de, pis su birikintisine, cahiliyenin düşüp yuvarlandığı bataklığın kılavuzu olan kimseleri, hidayeti bulmuş kimseler sayıyorlar.

Tenlerini göstermeyen genç kızlara bugünün cahiliyesi ne diyor? Çırılçıplak vücutlara hoş bakmayan gençlere ne diyor?

Onların bu yücelik, paklık ve saflıklarına, geri kalmış, donmuş ve şehirleşememiş `mürteci' damgasını vurmaktadırlar. Cahiliye, onların bu yücelik, paklık ve saflıklarını, pis su birikintisi içindeki bataklığa batırmak için, sahip olduğu tüm reklam ve propaganda olanaklarını seferber eder. Cahiliye, ilgileri futbol, film, sinema, televizyon v.b. tutkunluğundan daha yüce olan ve dans ve oyun salonları düşkünü olmayan kimselere ne der? Onlara, içine kapanık, kültür yoksunu `donuk' kişiler adını koyar. Yaşamlarını bu tür şeylerde harcamaları için tüm gayretini sarfeder.

Cahiliye aynı cahiliyedir... Sadece şekil ve dönemler değişmiştir!

Nuh sapık olmadığını ilan ediyor, çağrısının özünü ve kaynağını onlara açıklıyor. Bu çağrıyı, kendi arzu ve kuruntularından uydurmuş değildir. O yalnızca, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen, yanısıra öğüt ve emanet görevini yüklenen ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde onların bilmediğini bilen bir elçidir. O Allah'ı içinde buluyor. Onunla ilişki içindedir, onlar ise O'nunla kendileri arasında perde çekmişlerdir.

"Nuh onlara dedi ki; `Ey soydaşlarım, bende bir sapıklık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, size öğüt veriyorum ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde sizin bilmediklerinizi biliyorum."

Burada, surenin akışı içerisindeki bu boşlukta bir an için şunu hissediyoruz. Sanki onlar, Allah'ın kendi aralarından onlar gibi bir insanı elçi seçmesine, onu soydaşlarına göndermesine, bu peygamberlerin ruhunda, böyle seçilmemiş diğer insanların hissedemediği bir ilim hissetmesini hayretle karşılıyorlar. Ayetlerin akışı içerisinde bir anda hissettiğimiz bu ayırıma daha sonraki ayetler deyinmektedir.

 

63- "Kötülüklerden sakınasınız ve bu sayede merhamete eresiniz diye sizi uyarmak için içinizden biri aracılığı ile Rabbinizden size mesaj gelmiş olması tuhafınıza mı gitti?"

Bu seçimde tuhaf olan ne var ki? Asıl bu insan yaratığının tüm işleri tuhaftır. Bütün alemlerle etkileşim içerisindedir. Tabiatında yer alan Allah'ın ruhundan üfürme bileşeni nedeniyle Rabbi ile bağlantı halindedir... Allah aralarındàn bir elçi seçtiği zaman -ki Allah elçiliğini kime vereceğini iyi bilir- yapısına yerleştirilen, Allah ile bağlantı kurabilme ve ondan vahiy alabilme yeteneği sayesinde, bu elçiyi kabullenecektir. İşte, ona insanlığını kazandıran hayretengiz yaratılışlı bu yaratığın yüce konumunun nedeni olan incelikli sır budur.

Nuh onlara peygamberliğin amacını açıklıyor.

"Kötülüklerden sakınasınız ve bu sayede merhamete eresiniz diye sizi uyarmak için..."

Bu sakındırma, sonuçta Allah'ın rahmetine ulaşabilsinler diye kalpteki sakınma duygularını coşturma amacı güdüyor... Bunun arkasında Nuh'un lehine ne bir şahsi çıkar, ne de bir maksat sözkonusu. Sadece bu şerefli ve yüce amaca sahip...

Fakat insan fıtratı belirli bir derecede bozulmaya uğrayınca; ne düşünüyor, ne değerlendiriyor, ne de öğüt alıyor. Bu noktada ona artık ne korkutma, ne de hatırlatma bir yarar sağlamayacaktır.

 

64- "Onu yalanladılar. Bunun üzerine onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları ise boğduk. Kuşkusuz onlar kör bir kavim idiler. "

Bunların hidayete, saf niyetli öğütlere uyarılara karşı körlüklerini görmüştük... Bu körlükleri nedeniyle yalanladılar... Bu körlükleri nedeniyle ayette anlatılan akıbete uğradılar...

HZ.HUD VE AD KAVMİ

Tarih akıp gidiyor, yanısıra ayetler de onu izliyor. Şimdi biz Hud'un soydaşları Ad karşısındayız:

 

65- "Ad kavminde de kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik. Hud onlara `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. O'ndan korkmuyor musunuz?' dedi. "

66- "Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri O'na `Biz seni aptal olarak görüyoruz ve bir yalancı olduğunu sanıyoruz' dediler. "

67- "Hud onlara dedi ki; `Bende bir aptallık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. "

68- "Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, sizin için güvenilir bir öğüt vericiyim. "

69- "Sizi uyarmak üzere içinizden biri aracılığı ile Rabbiniz tarafından size mesaj olması tuhafınıza mı gidiyor? Allah'ın sizi Nuh kavminin yerine geçirdiğini, sizi vücud yapısı bakımından onlardan daha güçlü yarattığını hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz. "

70- "Soydaşları ona dedi ki, :Sen bize tek Allah'a kulluk edelim, atalarımızın taptıkları ilâhları bırakalım diye mi geldin. Eğer söylediklerin doğru ise ilerde çarpılacağımızı söylediğin azabı şimdi başımıza getir, bakalım. "

71- "Hud onlara dedi ki, `Rabbinizin azabı ve öfkesi hakkınızda kesinleşti. Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği, kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış birtakım adlar üzerine benimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? O halde bekleyin bakalım, ben de sizin ile birlikte bekliyorum. "

72- "Hud'u ve beraberindekileri rahmetimizin sonucu olarak kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayarak inanmamış olanların ise kökünü kuruttuk. "

İşte, aynı peygamberlik, aynı tartışma ve aynı netice... Bu aynı kanun, yürürlükteki yasa ve ilâhi adettir...

Ad kavmi, Nuh'un ve gemide, sayılarının 13 olduğu söylenen, yanında olup, kurtulanların torunlarıdır.. Şüphe yok ki, bunların ataları, gemide kurtulan müminler, Nuh'un dininde -ki islâmdı- idiler ve kendisinden başka ilâh olmayan biricik Allah'a tapınıyorlar ve O'nun alemlerin Rabbi olduğuna inanıyorlardı. Zaten Nuh da onlara `Fakat ben alemlerin Rabbinin elçisiyim' demişti. Uzun bir süre geçti. Yeryüzüne dağıldılar. Şeytan her zamanki oyunlarını onlara da oynadı. Onları -öncelikle mülk ve mal sevgisi olmak üzere- Allah'ın şeriatına değil, kendi isteklerine göre arzuları doğrultusunda yöneltti. Hud'un kavmi peygamberlerinin tek olan Allah' a tekrar kulluğa çağırmasını hoş görmeme sapıklığına düşdüler.

"Ad kavmine de kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik. Hud onlara `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. O'ndan korkmuyor musunuz?' dedi."

Bu sözleri daha önce Nuh söylemiş, kavmi O'nu yalanlamış, bu nedenle başlarına gelen gelmişti. Allah onların ardından Ad kavmini gönderdi. Burada onların yurtları belirtilmiyor. Başka surelerden öğreniyoruz ki, onlar, Yemen sınırında Yemame ve Hadramut arasında yüksekçe yerler olan Ahkaf'lıdırlar. -Bunlar da daha önce Nuh'un kavminin gittiği yolu izliyorlar. Bu yolu izleyenlerin başlarına gelenleri ne düşünüyorlar, ne de hatırlıyorlar. Bu yüzden Hud Allah'dan ve bu korkunç sonuçtan korkmamalarından endişe ederek, onlara seslenirken `O'ndan korkmuyor musunuz?' sorusunu da, sözlerine ekledi.

Kavminin ileri gelenlerine, soydaşlarından birinin onları hidayete çağırması ve çok az sakınmalarını hoş görmemesi ağır geldi ve haddi aşarak, O'nu deli ve ahmak saydılar. Ne kötü değer takdiri! Utanmadan ve hayasızca, hep beraber peygamberlerini delilik ve yalancılıkla suçlamaya kalkıştılar:

"Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri O'na `Biz seni aptal olarak görüyoruz ve bir yalancı olduğunu sanıyoruz' dediler."

Araştırmadan, düşünmeden ve hiçbir delile dayanmadan, böyle ölçüsüzce davrandılar.

"Hud onlara dedi ki; Bende bir aptallık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, sizin için güvenilir bir öğüt vericiyim."

Kendisinden, -sapıklık iddiasını reddettiği gibi- aptal olduğu iddiasını da kesinlikle ve doğrulukla reddetti. -Daha önce Nuh'un ortaya koyduğu gibi- onlara, elçiliğinin kaynağını ve hedefini açıkladı, bu konuda onlara öğüt verdiğini ve tebliğinde doğru sözlü olduğunu da ortaya koydu. 'Tüm bunları, onlara bir davetçinin yumuşaklığı ve güvenilir bir kişinin doğruluğu ile söyledi.

Daha önce Nuh kavminin tuhaf karşıladığı gibi, onların da peygamberlikten kaynaklanan bu misyonun içeriğini garipsemiş olmalılar ki, sanki her ikisi de aynı ruhu taşıyan bir kişilikmişçesine, Hud da onlara daha önce Nuh'un söylediği sözleri tekrarlıyor:

"Sizi uyarmak üzere içinizden biri aracılığı ile Rabbinizden size mesaj gelmesi tuhafınıza mı gidiyor?"

Sonra sözlerine, onlara sunulan bir gerçeği ekliyor... Nuh kavminden sonra yeryüzüne halef olmaları, dağlık bölgede türemeleri nedeniyle vücutça sağlam ve kuvvetli olmaları, yanısıra otorite ve saltanat verilmesi gerçeğini:

"Allah'ın sizi Nuh kavminin yerine geçirdiğini, sizi vücud yapısı bakımından onlardan daha güçlü yarattığını hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz."

Nimetlere şükürle karşılık verme, azgınlıktan kaçınma, geçmişlerin sonundan sakınma, bu halef olmanın, bu güç ve kuvvetin gereklerindendir. Onlar değişmeyen, şaşmaz ilâhi kanuna uygun olan ve belirli bir kadere göre işleyen yasaların işlemeyeceğine dair Allah'dan yemin mi aldılar? Nimetleri sayıp dökmek, insanlarda şükrü doğurur. Nimete şükür ise, sebeplerin korunmasını ister. Bunun ardından da, dünya ve öte dünyada kurtuluş sağlanır.

Fakat fıtrat değiştiği zaman, ne düşünüyor, ne uyarıları değerlendiriyor, ne de öğütleri dinliyor. İşte böylece kavmin ileri gelenleri günah içinde, gurura kapıldılar, tartışmayı kısa kestiler ve ögütleri ağır bulanın aceleciliği ile uyarıları alaya aldılar ve azabın çabuk gelmesini istediler:

Soydaşları ona dedi ki, Sen bize tek Allah'a kulluk edelim, atalarımızın taptıkları ilâhları bırakalım diye mi geldin. Eğer söylediklerin doğru ise, ilerde çarpılacağımızı söylediğin azabı şimdi başımıza getir, bakalım.'

Sanki bakmaya dayanamadıkları ve dinlemeye sabredemedikleri kötü bir işe çağırılıyorlar!

Soydaşları ona dedi ki, `Sen bize tek Allah'a kulluk edelim, atalarımızın taptıkları ilâhları bırakalım diye mi geldin.'

Gönüllerin ve akılların ülfet peydah ettiği realiteye tutsaklık duygusuna dair ne kötü bir manzara! Bu tutsaklık duygusu insanı, inceleme ve değerlendirme hürriyeti, düşünce ve inanç hürriyeti gibi insanlık özelliklerinden soyutluyor. Kişiyi gelenek ve göreneklerin, örf ve adetlerin kulu, kendisi ve kendi gibi diğer kölelerin arzularının kulu yapar ve bilgi ve aydınlığın tüm yollarını ona kapatır.

Böylece kavim, gerçekle yüzyüze gelmekten, daha doğrusu kulu oldukları batılın saçmalığını düşünmekten kaçınarak, azabın çabuk gelmesini istiyor ve güvenilir öğütçü peygamberlerine şöyle diyorlar:

"Eğer söylediklerin doğru ise, ilerde çarpılacağımızı söylediğin azabı şimdi başımıza getir, bakalım"

Daha sonra, Peygamberin kesin ve hızlı karşı cevabı geliyor:

"Hud onlara dedi ki, `Rabbinizin azabı ve öfkesi hakkınızda kesinleşti. Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği, kendiniz ve atalarınız tarafından tartışmaya mı girişiyorsunuz? O halde bekleyin bakalım, ben de sizin ile birlikte bekliyorum."

Rabbinin kendisine bildirdiği, hakettikleri ve kaçacak hiçbir sığınakları bulunmayan akıbetlerini onlara ulaştırıyor... Bu beraberinde Allah'ın gazabı olan, defedilemez bir azab. Sonra azaba dair bu aceleleri peşisıra azap hızlandırılıyor. Düşünce ve inançlarının bayağılığı ortaya konuyor.

"Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği, kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış birtakım adlar üzerine benimle tartışmaya mı girişiyorsunuz?

Allah'la birlikte kulluk ettiğiniz şeylerin hiçbir gerçekliği yoktur. Kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış birtakım adlardır. Allah onlar hakkında bir kanıt indirmemiş ve izin de vermemiştir. Bu durumda ne onların bir otoriteleri, ne de sizin buna dair bir kanıtınız vardır.

Kur'an'da tekrar edilen `Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği' ifadesi, temel bir gerçeği düşündürüyor... Allah'ın indirmediği her söz, kanun, örf veya düşüncenin bir ağırlığı yoktur, etkisi azdır ve kayboluşu çabuk olur... Fıtrat, tüm bunları hafife alır. Eğer sözler, Allah'dan geliyorsa, Allah'ın onlara yerleştirdiği bir yetki nedeniyle, bir ağırlığı vardır ve gönüllere işler, yerleşir.

Nice alımlı düşünce, nice süslü ve otorite destekli sosyal kurum ve uygulama vardır, ama Allah'ın otoritesinden kaynaklanan bir güç içeren sözleri karşısında eriyip gider. Huzurlu bir güven ve yetkinliğin verdiği sağlamlık içerisinde Hud soydaşlarına meydan okudu:

"O halde bekleyin bakalım, ben de sizin ile birlikte bekliyorum."

Bu güven, Allah'a çağıranların hissettiği gücün kaynağıdır... Hud, getirdiği hakkın Allah'ın otoritesinden aldığı gücü ve kuvveti bildiği gibi, batılın -her ne kadar yaygın ve güçlü görünse de- gerçekte zayıf, etkisiz ve güçsüz olduğunu da yakinen bilir.

Bekleyiş pek uzun sürmüyor:

"Hud'u ve beraberindekileri rahmetimizin sonucu olarak kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayarak inanmamış olanların ise kökünü kuruttuk."

Bu, geriye bir kişi bile bırakılmadan gerçekleşen tam bir yokediştir. Bu olay hakkında, son ferdine kadar bütün kavim yok edildiği için, `kökleri kazındı' ifadesi kullanılabilir.

Böylece yalanlayanların defterinden bir sayfa daha kapanmaktadır. Uyarı yarar sağlamadığı halde, başka bir uyarı daha yapılıyor... Başka surede bu azap hakkında ayrıntılı bilgi verildiği halde, burada ayrıntıya girilmiyor. Biz de, konuları hızlı geçmeyi amaçlayan bu ayetleri izleyerek, durmuyoruz ve bu ayetteki yerler hakkında fazla ayrıntıya girmiyoruz.

 

SEMUD KAVMİ VE HZ. SALİH

73- Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Salih onlara dedi ki, `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhımız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azaba çarptırılırsınız.

74- Allah'ın sizi Ad kavminin yerine geçirdiğini ve ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma evler yaptığınız bir bölgeye yerleştirdiğini hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesinlikle kaçınınız.

75- Salih'in kendini beğenmiş soydaşları, içlerinden iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere `Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?' dediler. Onlarda `Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja inanıyoruz' dediler.

76- Kendini beğenmişler de onlara `Biz sizin inandığınızı inkâr ediyor, reddediyoruz' dediler.

77- Arkasından Rabblerinin emrine başkaldırarak dişi deveyi boğazladılar ve `Ey Salih, eğer gerçekten peygambersen, ilerde çarpılacağımız söylediğin azabı şimdi başımıza getir, bakalım' dediler.

78- Bu arada ani bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.

79- Bunun üzerine Salih, onlara sırt çevirdi ve `Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz' dedi.

Bu, tarih boyunca süren, insanlık kitabının bir başka sayfası. İşte, cahiliyeye tekrar dönülüyor, hak ile batılın ayrılış sahnesi sergileniyor, yalanlayanların sonu, yeniden gerçekleşiyor.

"Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Salih onlara dedi ki, `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."

Bunlar, mahlukatın yola kendisiyle başladıkları ve onunla bitirecekleri sözlerdir. İnanç, yöneliş, tavır alış ve tebliğ noktasında tek bir yöntem vardır. Burada ek olarak bir de, Salih'in kavminden doğrulamasını istediği bir mucize yer almaktadır.

Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir." Burada ayetlerin amacı, ortak çağrıyı ortaya koymak ve O'na inananlar ile O'nu yalanlayanların akıbeti gerçeğini belirlemek olduğu için, mucize istekleri ayrıntıyla incelenmemiş, sadece bu mucizenin varlığını ilân etmiştir. Yanısıra deve hakkında da onun Rabblerinden gelen bir kanıt olduğu, Allah'ın devesi ve mucizesi olduğundan başka bir ayrıntıdan söz edilmemiştir. Allah'ın devesi olduğunun belirtilmesinden, Rabblerinin kanıtı olmasından, bizzat Allah'a nisbet edilmesinden ve peygamberliğini doğrulayan bir delil olmasından, onun sıradan bir deve olmadığını ve sıradan yollarla meydana çıkmadığını anlıyoruz... Devenin durumu hakkında, bu güvenilir kaynakda söz edilenlere başka hiçbir şey eklemiyoruz. -Kur'an'da ona dair bu işaret, başka bütün ayrıntılardan daha yeterlidir- Biz ayetleri izlemeyi ve gölgelerinde yaşamayı sürdürüyoruz:

"Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azaba çarptırılırsınız.

Çünkü o Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, yoksa o kötü sonuç ile uyarıcıdır.

Ayet, kötü son ile uyardıktan sonra Salih kavmini, düşünmeye, ders almaya, azgınların sonlarına bakmaya, bu azgınların ardından onlara verilen nimetlere şükre çağırmaya başlıyor:

"Allah'ın sizi Ad kavminin yerine geçirdiğini ve ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma evler yaptığınız bir bölgeye yerleştirdiğini hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesinlikle kaçınınız."

Burada ayetler, Semud yurdunun nerede olduğundan sözetmiyor. Fakat başka surede onların -Hicaz ile Şam arasında yer alan- Hicr'de yaşadıkları belirtilmiştir. Salih'in onlara yaptığı hatırlatmalardan, Semudlular'ın yaşadıkları yerin doğası hakkında kimi bilgiler edindiğimiz gibi, yerleşim şekilleri, onlara verilen nimetlerin etkileri hakkında da bilgi ediniyoruz. Burası hem ovalık, hem de dağlık bir arazidir. Ovalık arazide köşkler (villalar, yalılar) yapmışlar, dağda evler oymuşlardı. Bu kısa ayetlerdeki işaretlerden açıkça anlaşıldığına göre, bu bir medeniyet idi... Salih Allah'ın onları Ad kavmine halef kıldığını hatırlatıyor. Yerleşim yerleri onların yerleşim yerleri ile aynı olmasa bile, tarihi süreç içerisinde, Ad medeniyetini izleyen medeniyetin sahibi idiler. Otoriteleri Hicr dışına da taşmıştı. Bu nedenle, yeryüzünde yerleşenlerin halifeleri ve hakimleri oldular. Salih onları, önlerindeki Ad kavminin azgınlarının durumunu ibret alarak, güç ve medeniyetlerinden gurura kapılıp yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesin olarak sakındırdı.

Yine buradaki veciz ve özet ifadeli ayetlerden, şunları da anlıyoruz: Salihin (Selâm üzerine olsun) kavminden bir grup insan iman etmiş, bir grup ise büyüklenmiştir.

İnanmayanların ileri gelenleri, yeryüzündeki otoritelerinden soyutlanmaları ve alemlerin Rabbi olan tek ilâha dönmeleri çağrısına iman edenleri, tek Allah'a kulluk ederek bu sayede kullara kulluktan kurtulan ve boyunlarından tağutun boyunduruğunu söküp atan müminlere işkence etmeye kalkışmaları gerekmektedir!

İşte tam böyle, Salih'in kendini beğenmiş ileri gelen soydaşlarının güçsüz, ezilen müminlere işkenceye ve tehdidler savurmaya koyulduklarını görmekteyiz:

"Salih'in kendini beğenmiş soydaşları, içlerinden iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere `Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? derler."

Açıktır ki bu soru, Salih'in Rabbinden getirdiğini iddia ettiği mesajı doğrulamalarından kaçınmaları ve imanlarından hoşlanmamaları nedeniyle tehdid ve küçümseme yüklüdür.

Fakat ezilenler artık bir daha ezilmeyeceklerdi. Allah'a iman, gönüllerine kuvvet, ruhlarına güve ve huzur doldurmuştu... Onlar, dinlerinden kesinlikle emin idiler. Kendini beğenmiş ileri gelenlerin tehdid ve korkutmalarının ne yararı var? Alaya almalar ve zorlamalarının ne faydası olur?

"Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja inanıyoruz" dediler.

Bundan dolayı ileri gelenler, tehdide yorulacak şekilde açıkça konumlarını ilân ettiler:

"Biz sizin inandığınızı inkâr ediyor, reddediyoruz" dediler.

Salih'in getirdiği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekildeki delile rağmen... İleri gelenlerin Salih'i doğrulamaktan alıkoyan delil yetersizliği değildir... Çünkü, tek ilâha kulluk, onların otoritelerini yıkmakla tehdid ediyordu... Çünkü insanda, hükümdar olma arzusu ve hakimiyet ve otorite kompleksi vardır. Şeytan sapkınları bu yulardan tutup, güdüyordu.

Sözlerini pratiğe geçirdiler. Kendilerine Allah katından, peygamberini çağrısında doğrulayan bir delil olarak gönderilen ve peygamberlerinin onları, saldırıdan sakındırdığı Allah'ın devesine saldırdılar ve acı bir azaba çarptırıldılar.

Ardından Rabblerinin emrine başkaldırarak dişi deveyi boğazladılar ve `Ey Salih, eğer gerçekten peygambersen, ilerde çarpılacağımızı söylediğin azabı şimdi başımıza getir, bakalım' dediler.

Bu, isyanın yanısıra bulunan bir küstahlıktır. Allah onların isyanlarını, bundaki küstahlıklarını ortaya koymak ve buna eşlik eden kişisel duygularını tasvir etmek, yanısıra azabı çabuk isteme ve uyarı ile alay ettiklerini de ifade etmek amacıyla, `başkaldırı' olarak isimlendiriyor.

Gelen ayetler, sonucu ilânda gecikmediği gibi, ayrıntıya da girmiyor:

"Bu arada ani bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler."

Ani sarsıntı ve yığılıp kalma, isyan ve arsızlığın cezasıdır. Ani sarsıntıya bir dehşet de eşlik ediyor. Yere yığılıp kalma, hareket etmekten acizliği sahnelemektedir. İsyankara ani sarsıntı ne de uygun! Saldırgana acizlik ne yakışır! Kötü sona uygun bir ceza. Ve bu kötü sonu uygun bir tasvir ile ifade.

Ayetler onları `yığılıp kaldıkları' şekilde bırakıyor ve yalanlayıp, karşı çıktıkları Salih'in durumunu sahneliyor.

Bunun üzerine Salih onlara sırt çevirdi ve `Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz' dedi.

O, tebliğ ve öğüt verme emanetini yerine getirdiğine dair şahidlik ediyor ve isyan ve yalanlama ile kendi başlarına getirdikleri kötü sondan uzak olduğunu belirtiyor... Böylece, yalanlayanların kitabından başka bir sayfa daha kapanıyor. Alay edenler, hatırlatmadan sonra, kendilerine yapılan tehdide çarpılıyorlar.

HZ. LÛT VE KAVMİ

Tarihin akışı sürüyor. İbrahim (r.a)'in devrindeyiz. Fakat ayetler, burada İbrahim kıssasından sözetmiyor. Çünkü surenin başında geçen `Biz pek çok kasabayı yok ettik. Onları gece ya da öğle uykularında iken bastırdık' ayetinde belirtilenlere uygun olarak, ayetler yalanlayanların sonlarını araştırıyor. Bu kıssalar, uyarıcıyı yalanlayan kasabaların yok edilişi hakkında bu genel ifadenin açıklamasıdır. İbrahim Rabbinden onların yok edilmesini istemediği için, İbrahim'in kavmi helâk edilmedi. İbrahim onlardan ve Allah dışında tapındıklarından uzaklaştı... Burada sırasıyla içerdiği uyarı, yalanlama ve yok edilişle birlikte -İbrahim'in kardeşi oğlu ve çağdaşı- Lût'un kavmi hakkında kıssa, ayetlerin akışı içerisinde ve Kur'an yöntemine göre anlatılıyor:

 

80- Lût'u da peygamber olarak gönderdik. O soydaşlarına dedi ki: "Sizler daha önce dünyada hiç kimsenin işlemediği bir fuhuş türünü mü işliyorsunuz?

81- Sizler kadınları bırakıp, erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Kuşkusuz siz her türlü ölçüyü çiğneyen, azgın bir toplumsunuz.

82- Soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; `Lût'u ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş' dediler.

83- Lût'u ve eşi dışındaki yakınlarını kurtardık. Eşi ise geride kalıp helak olanlardan oldu.

84- Onların üzerine müthiş bir yağmur yağdırdık. Gör bakalım, günahkârların sonu nasıl oldu?

Lût kavminin kıssası, fıtratın sapmasının özel bir türünü, yukardaki kıssaların ana konusu olan tevhid ve ilâhlık sorunundan daha farklı bir sorunu ortaya koymaktadır. Fakat gerçekte bu da, tevhid ve ilâhlık sorunundan pek uzak değildir... Tek Allah inancı, O'nun kanun ve şeriatına boyun eymeyi (teslimiyeti) de gerektirir. Allah'ın kanunu, insanın tek bir parçanın birbirini tamamlayan iki öğesi olarak erkek ve dişi cinsiyette yaratılmasını, üreme yoluyla bu cinsin hayatını sürdürmesini ve üremenin de erkek ve dişinin birleşmesiyle olmasını dilemiştir... Bu nedenle, bu kanun gereğince, onları bedensel ve ruhsal olarak bu birleşmeye ve bu birleşme yoluyla üremeye uygun şekilde donatmıştır. Bu birleşme anında duyacakları kuvvetli bir şehvet hissi ve temel bir arzu da yaratmıştır. Böylece, bu birleşmeyi garantiye almış ve sonuçta bu cinsin hayatını sürdürmesi noktasındaki Allah'ın dileğini gerçekleştirmiştir. Bu temel arzu ve bu kuvvetli şehvet, bir de birleşmenin sonucu olarak daha sonra dünyaya gelen neslin hamilelik, doğurma, emzirme, bakım, eğitim ve güvenliğinin sağlanması v.b. güçlüklerini etkisiz kılma fonksiyonu da vardı. Ayrıca, bu sayede, erkek ve dişinin bakım dönemi, hayvan yavrularından daha uzun süren ve yetişkin nesillerden daha fazla bakıma muhtaç olan yeni doğmuş çocuklara bakacak bir aile olarak hayatlarını sürdürmeleri de sağlanıyordu.

Bu, anlaşılması ve gereğinin yapılması Allah'a, hükmüne, tedbir ve takdirinin güzelliğine inanmaya bağlı olan Allah'ın kanunudur. İnançta ve Allah'ın koyduğu hayat nizamındaki sapmalara bağlı olarak bunlarda da sapmalar gerçekleşir.

Fıtrattan sapma, Lût kavmi kıssasında apaçık olarak ortaya çıkmaktadır. Lût onlara, yaptıklarının Allah'ın yarattığını bozma olduğu ve bu çirkin sapıklığı ilk kendilerinin çıkardığını anlatmaya çalışıyor:

"O soydaşlarına de ki; `Sizler daha önce dünyada hiç kimsenin işlemediği bir fuhuş türünü mü işliyorsunuz? Sizler kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Kuşkusuz siz her türlü ölçüyü çiğneyen, azgın bir toplumsunuz."

Lût'un kavmini damgaladığı ölçü tanımaz azgınlık, normal fıtratda somutlaşan Allah'ın sistemine tecavüzdeki azgınlıktır. Bu azgınlık, insanlığın yaşamını sürdürebilmesi ve hayatın gelişmesi için Allah'ın onlara verdiği cinsel güçtedir. Onlar bu gücü, özel amacına uygun olmayan yerlerde harcadılar. Hem de sırf kural dışı `şehvet' uğruna. Allah salim fıtri şehveti, Allah'ın doğal kanununun gerçekleşmesi için vermiştir. Eğer kişi kendisi nefsinde, bu kanuna aykırı amaçlar hissediyorsa, bu durumda o, ahlâkın bozulmasından önce, kural dışılık, sapma ve fıtratın bozulması demektir. Zaten bunlar arasında da bir fark yoktur. İslâmi ahlâk sapmamış ve bozulmamış fıtri ahlâktır.

Kadının -ruhî yapısı yanında- bedensel yapısı, erkeğe, sırf şehvet amaçlanmamış olan bu birleşmede bozulmamış fıtrat zevkini hissettirir. Yanısıra olan bu zevk, Allah'ın rahmeti ve nimetidir. Hayatın devamı noktasındaki dileği ve kanunun gerçekleşmesini sağlamak için, teklifin güçlüğünü dengeleyen bir zevki de vermeyi ihmal etmemiştir. Fakat -erkeğe göre- erkeğin bedensel yapısı bu bozulmamış fıtrat zevkini sağlamaya elverişli değildir. Bilakis, iğrenme hissi ağır basar ve bozulmamış fıtrata sırf bu his bile engel olur.

İnanç kaynaklı düşüncenin doğası ve buna dayalı hayat sistemi, bu durumda kesin etkilidir...

İşte Avrupa ve Amerika'daki modern cahiliye, sırf doğru inançtan ve buna dayalı hayat sisteminden sapma nedeniyle, pek yaygın bir şekilde kural dışı cinsel sapkınlıkları barındırıyor.

Burada, yeryüzünde kendileri dışında tam insanlık hayatının dumura uğramasını isteyen yahudinin sahip olduğu propaganda araçlarından kaynaklanan, ahlâk ve inançdaki çözülmenin yaygınlaşması nedeni hakkında yaygın bir iddia vardır. Burada, yönlendirilen bu propaganda araçlarından kaynaklanan kadının örtünmesinin, toplumlarda çarpık cinsi saplantıların yayılmasına neden olduğu yaygın iddiası ortaya atılıyor. Fakat, gerçeklerin tanıklığı gözlere saplanıyor. Avrupa ve Amerika'da -hayvanlar aleminde olduğu gibi- bir kadın ile bir erkek arasında cinsel ilişkiyi önleyecek tek bir engel kalmamıştır. Bu kadın-erkek arası, karma hayat biçiminin yaygınlaşmasına paralel olarak, kural dışı sapık ilişkiler de eksilmeksizin artmaktadır. Erkekler arasında sapık ilişkiler azalmadığı gibi, bu tür sapık ilişkiler kadınlar arasında da yaygınlaşmaya başlamıştır. Gözleri ile bu gerçeği göremeyenler, Amerikalı yazar Kenzi'nin "Erkekler Arasında Cinsel Yaşam" ve "Kadınlar Arasında Cinsel Yaşam" adlı kitaplarını okusunlar. Fakat bu güdümlü propaganda araçları, siyon protokolleri ve misyoner kongreleri kararlarına uygun olarak, cinsi sapıklık konusunda bu uydurmaları yaymaya ve onu kadının örtülü olmasına bağlamaya devam etmektedirler.

Tekrar Lût kavmine dönüyoruz. Sapıklıkları peygamberlerine verdikleri şu cevapta bir kez daha görünmektedir:

"Soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; `Lût'u ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş' dediler.

Ne tuhaf! Geriye pislik içindeki insanlar kalması için kentten temizliğe pek meraklı olanlar sürülecek?

Fakat tuhaf olan ne? Modern cahilïye ne yapıyor? Temizliğe düşkün olanları kovmuyor mu? Cahiliye toplumunun -ilericilik adı altında, kadın, erkek herkesin bağlarını parçalayarak- yiyecek, can, mal, fikir ve düşünce alanlarında daldığı bataklığa düşmeyenleri baskı altına almıyor mu? O, temizliğe düşkün insanları görmek istemez. Çünkü o, buna tahammül edemez ve onları ancak kendisi gibi pisliğe batmış olarak görmek ister. Her dönemde cahiliye mantığı böyledir!

Diğer ayetlerde olduğu gibi burada da, ayrıntıya girilmeden ve konu fazla uzatılmadan hızla sonuç bildiriliyor.

"Lüt'u ve eşi dışındaki yakınlarım kurtardık. Eşi ise geride kalıp helâk olanlardan oldu. Onların üzerine müthiş bir yağmur yağdırdık. Gör bakalım, günahkârların sonu nasıl olur?"

Sonuç, asilerin tehdid ettiği kimseler lehinedir. Yanısıra bu, toplum àrasında inanç ve sistem temelli bir ayrımdır da. Lût'un karısı -kendisine en yakın kimse olduğu halde- helâktan kurtulamamıştır. Çünkü o, inanç ve sistem bakımından toplumunun helâk olan azgınlarının işbirlikçisi idi.

Üzerlerine fırtınalarla yüklü helâk eden müthiş bir yağmur yağdırıldı. Bu müthiş yağmur ve sel suları dünyayı, işledikleri bu pislikten ve içinde yaşayıp öldükleri bataklıktan temizlemek için miydi?

Ne şekilde olursa olsun, yalanlayan günahkârların kitabından bir sahife daha kapanmaktadır!

HZ. ŞUAYB VE MEDYEN HALKI

Şimdi, karşımıza tarih süreci ïçerisinde yalanlayan toplumların kitaplarından bir başka yaprak çıkmaktadır. Medyenlerin ve kardeşleri Şuayb'ın sayfası:

 

85- Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara dedi ki; `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz, insanların eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız. Eğer mümin iseniz, sizin için hayırlı olan tutum budur.

86- Bütün yol başlarında pusu kurup inananları tehditle Allah yolundan alıkoymayınız, bu yolu eğri göstermeye yeltenmeyiniz. Sayıca azken, Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayınız. Görünüz, bozguncuların sonu nasıl oldu?

87 Eğer içinizden bir grup benim aracılığım ile gönderilen mesaja inanırken diğer bir grup buna inanmamış ise, Allah'ın aramızda hüküm vereceği güne kadar sabrediniz, o hüküm verenlerin en iyisidir.

88- O'nun kendini beğenmiş soydaşları dediler ki, `Ya seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz Şuayb onlara dedi ki; `İstemesek de mi?'

89- Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir. Rabbimizin bilgisi her şeyi kapsamına almıştır. Sırf Allah'a dayanırız biz. Ey Rabbimiz, soydaşlarımız ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi çözüme bağlayan sensin!'

90- Soydaşlarının ileri gelenleri `eğer Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğrar, mahvolursunuz' dediler.

91- Bu arada ani bir yersarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.

92- Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar, asıl hüsrana uğrayanlar, asıl mahvolanlar oldular.

93- Bunun üzerine Şuayb onlara sırt çevirdi ve `Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajlarını ilettim, öğüt verdim, şimdi kâfir bir topluma nasıl acıyabilirim?' dedi.

Bu kıssada aynı konudaki benzerlerine kıyasla konunun daha uzatıldığını görmekteyiz. Bu uzatmanın sebebi, inanç konusunun yanısıra kimi insanlar arası ilişkileri de içermesidir. Bu suredeki diğer kıssalarda özet sunuş yöntemi izlenmiş olsa bile.

Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara dedi ki: `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.

Bu, ne değişen, ne de dönüşüme uğrayan bir çağrı kuralıdır... Daha sonra yeni peygamberin elçiliği konusunda kimi ayrıntılardan söz edilmektedir:

"Rabbinizden size bir belge geldi."

-Salih kısasında bahsedildiği gibi- bu belgenin ne olduğundan söz edilmemiştir... Diğer surelerdeki kıssalarda da bunun belirtildiğini bilmiyoruz. Fakat ayet burada -Allah'ın katından gönderilme iddiasını isbat eden- getirdiği belgeye işaret etmektedir. Peygamberleri onlara ölçü ve tartıda doğruluğa dair emrini, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarına dair sakındırmasını ve halkın yolunu kesmekten ve müminleri benimsedikleri dinden alıkoymaktan sakındırmasını hep bu belgeye dayandırmaktadır.

Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz, insanların eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız. Eğer mümin iseniz, sizin için hayırlı olan tutum budur.

Bütün yol başlarında pusu kurup inananları tehditle Allah yolundan alıkoymayınız, bu yolu eğri göstermeye yeltenmeyiniz. Sayıca azken, Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayınız. Görünüz, bozguncuların sonu nasıl oldu?

Bu yasaklamadan Şuayb'ın kavminin yalnızca Allah'a kulluk etmeyen O'na ortak koşan bir toplum olduğunu anlıyoruz. Onlar özellikle otoritede O'na kullarını ortak koşuyorlardı. Sosyal ilişkilerini düzenlemede Allah'ın adil kanununa başvurmuyorlardı. Kendilerine kendilerinin uydurdukları kurallar ediniyorlardı. -Belki de ortak koşmaları sadece bu hususta idi- Onlar bu yüzden başkalarının yollarını kestikleri, yeryüzünde bozgunculuk yaptıkları gibi, alışverişte de hile yapıyorlardı. Doğru yolu bulan ve dinlerine inanan kişilere işkence eden ve Allah'ın dosdoğru yolundan alıkoymaya çalışan zalimler idiler. Yanısıra, Allah yolunda dosdoğru olmaktan hoşlanmıyorlar ve yolun Allah'ın sisteminde olduğu gibi dosdoğru sürüp gitmemesini, yanlış ve saptıran olmasını istiyorlardı.

Şuayb (selâm üzerine olsun), onları, yalnızca Allah'a kulluğa, O'nun ilâhlıkta biricik kabul edilmesine, sadece O`na tapınmaya ve özellikle hayatın tümüne ilişkin otoritede biricik olduğu gerçeğine çağırmakla işe başladı.

Şuayb'a onlara yaptığı çağrıya, dünya görüşü, ahlâk ve sosyal ilişkileri düzenleyen kuralların kendisinden kaynaklandığı, yanısıra hayata ilişkin tüm kural ve sistemlerin kendisinden kaynaklandığını da bildiği bu prensip ile başlıyor. Tüm bunlar yalnızca şu prensibin uygulanması durumunda düzelebilir.

Tek olan Allah'a tapınmaya, yaşantısında Allah'ın dosdoğru sistemini uygulamaya ve Allah kendi şeriatı ile yeryüzünde dirlik-düzen sağladıktan sonra arzularına uyarak bozgunculuk çıkarmayı bırakmalarını istiyor. Tüm bunların yanısıra çağrısına kimi uyarıcı gerçekleri de ekliyor... Onlara Allah'ın üzerlerindeki nimetini hatırlatıyor.

Sayıca azken Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayınız.

Onlar, kendilerinden önceki bozguncuların sonları ile korkutuyor.

Görünüz, bozguncuların sonu nasıl oldu?

Böylece onların birazcık adaletli ve insaflı davranmalarını, Allah'ın dinlerine ilettiği müminleri rahat bırakmamalarını, onlara her yol başında beklememelerini, kimi tehditler savurarak bütün yol başlarında pusu kurmamalarım ve eğer mümin olmayacaklar ise, Allah'ın iki grup hakkında vereceği hükmü beklemelerini istiyor.

Eğer içinizden bir grup benim aracılığım ile gönderilen mesaja inanırken diğer bir grup buna inanmamış ise, Allah'ın aramızda büküm vereceği güne kadar sabrediniz, o hüküm verenlerin en iyisidir.

Onları daha adil bir çizgiye çağırdı. Artık geriye bir adım dahi atmayacağı son noktada durdu. Hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah'ın hükmüne kadar, herkesi benimsediği dinde bırakmak ve bekleme, birbirlerine zarar vermeden yaşama noktasında.Fakat tağutlar, yeryüzünde, imanın olmasına ve tağutun dinini benimsemeyen bir grubun somut varlığına... Yeryüzünde sadece Allah'ın dinini benimseyen, yalnızca O'nun otoritesini kabul eden, hayatında sırf O'nun kanunları ile muhakeme olunan ve hayatında sadece O'nun sistemini yol edinen müslüman bir toplumun varlığına... -eğer bu toplum kendi içine kapansa ve Allah'ın söz verdiği hükmü gelinceye değin tağutla uğraşmaktan vazgeçse bile- tağutun otoritesini böyle tehdid eden müslüman bir toplumun varlığına asla tahammül edemiyorlardı.

Tağut, -onlar kendileri ile çatışmaya girmeseler bile- müslüman toplum ile çatışmayı doğrulamaktadır. Çünkü hakkın sırf varlığı bile batılı çileden çıkarmaktadır. Sırf bu varlık bile, batıl ile çatışmasını gerekli kılmaktadır... İşte bu, yasasında değişiklik bulunmayan Allah'ın kanunudur...

Onun kendini beğenmiş soydaşları dediler ki, `Ya seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz.'

Görüldüğü gibi batıl, bencilliği ve çatışma arzusu nedeniyle barış ve birlikte yaşamayı kabul etmemektedir!Ancak, inanç kuvveti, tehdid ve uyarılar karşısında ne gevşiyor, ne de sarsılıyor... Şuayb bir adım bile gerileyemeyeceği bir noktada durmaktadır... Herkesi, Allah'ın zaferini ve iki grup arasındaki hükmünü bekleyerek, dilediği inancı edinme ve dilediği otoriteyi benimsemede serbest bırakmak şartıyla- barış ve birlikte yaşama noktası... Davetçinin -batılın yönelttiği herhangi bir baskı veya tehdid altında- bu noktadan bir adım dahi geriye gitme yetkisi yoktur... Bunun dışında bir tavır, temsil ettiği haktan tamamen uzaklaşma ve ona ihanet anlamına gelir. O'nun kendini beğenmiş soydaşları, inananlara kentten sürme ya da dinlerine geri dönme tehdidini savurduğu zaman Şuayb, kendi dinine sarılarak ve Allah'ın onu kurtardığı hüsrana uğratıcı dine tekrar dönmekten nefret ederek hakkı haykırdı. Dua ederek, yardım dileyerek ve hakka ve ailesine yardim sözünü tutmasını isteyerek, sığınağı ve efendisi olan Rabbine sığındı:

"Şuayb onlara dedi ki; `İstemesek de mi? Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir. Rabbimizin bilgisi her şeyi kapsamına almıştır."

Bu sözlerde imanın doğası ve iman edenlerin ruhlarındaki etkisi belirlemektedir. Yanısıra cahiliyenin doğası ve iğrenç etkisi ortaya konmaktadır. Böylece biz, bir peygamberin gönlündeki cesaret duygusunu... Bu gönüldeki ilâhi gerçeğin sahnesini ve nasıl ortaya çıktığını seyretmekteyiz.

Şuayb onlara dedi ki; `İstemesek de mi?'

Onların `Ya seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz' şeklindeki sözleri hoş görmeyerek, onlara şöyle dedi: `Bizi, Allah'ın kurtardığı, hoşlanmadığımız dininize zorla tekrarını döndüreceksiniz?

Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz.

İnsanların dini ve itaati tek olan Allah'a has kılmadıkları ve Allah'ın hakkı olan otoriteyi onların hakkı kabul ederek, kimi insanları Allah'dan başka rabler sayan cahiliye ve tağutların dinine dönen kimse -Allah ona iyilik verdikten, doğru yolu ona gösterdikten, onu gerçeğe yönelttikten ve kullara kulluktan kurtardıktan sonra- bu dine dönen kimse, Allah ve dinine karşı yalan şahidlik etmiş olur. Bu şahidlik, Allah'ın dininde iyi bir yan bulamadığı için onu terkettiği ve dinine döndüğü veya tağutun dininin varlık hakkı bulunduğu, otoritesinin meşru olduğu ve onun varlığının Allah'a iman ile tezat oluşturmayacağı anlamına gelir. O, Allah'a iman ettikten sonra ona döner ve onu kabul eder... Bu şahadet, hidayeti bilmeyenin ve islâm bayrağını yüklenmemiş olanın şahadetinden daha tehlikeli bir şahitliktir. Tuğyan bayrağını kabullenme şahidliği. Hayatta Allah'ın otoritesinin gasbedilmesinden daha ötede bir tuğyan (azgınlık) şekli yoktur.

İşte Şuayb, tağutun, kendisi ve onunla birlikte inananları Allah'ın kurtardığı dine tekrar çevirme tehdidini, böyle tiksindirici bulmaktadır.

"Bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir.

Bir daha ona dönmemiz kesinlikle tavrımız değil ve bu asla mümkün olamaz... Şuayb, tağutun, otoritelerinden çıktıklarını ve ortaksız olarak biricik Allah'ın dinine girdiklerini ilân eden müslüman toplum ile karşılaştıkları her yerde savurduğu tehdid karşısında bu cevabı vermektedir.

Tağutun dininden çıkarak, tek olan Allah'ın dinine girmenin getirdiği yükümlülükler -tüm güçlüğüne ve zorluğuna rağmen- tağutun dinine girmenin tehlikelerinden daha az ve daha önemsizdir. Tağutun dinine girmenin getirdiği zorluklar, aşırıdır- hayattaki doygunluk, makam ve rızık bakımından sağladığı güven ve refah ne kadar fazla olursa olsun bu yükümlülükler, aşırı derecede ağır, yavaş ve devamlı sürerler ve insanın bizzat insanlığına yüklenmiştir. Bu insanlık, insanın insana kul olması durumunda sözkonusu olamaz. Hangi kulluk, insanın, başka insanlar tarafından belirlenmiş kanunlara boyun eğmesinden daha pespaye olabilir? İnsanın gönlünün, başka insanların iradesine, istek veya gazabına bağlı olmasından daha fena hangi kulluk vardır? İnsanın geleceğinin, kendisi gibi bir insanın arzu, istek ve ihtirasına bağlı olmasından daha kötü hangi kulluk olabilir? İnsanın, başka bir insanın dilediği yöne doğru gitmesi için yular veya boyunduruk takınmasından daha onur kırıcı ne olabilir?

Mesele, bu soyut kavramların sınırında da durmuyor... İnsan düşüyor, düşüyor, sonunda -tağutun hükmü altında- hiçbir kanunun korumadığı ve hiçbir engelin himaye etmediği "mal güvenliğini" yitiriyor. Yanısıra, tağutun dilediği düşünce, fikir, anlayış, ahlâk, gelenek ve adetler ile eğittiği çocuklarının güvenliğini de kaybediyorlar. Daha ötesi bizzat kendi ruhlarına ve yaşamlarına hükmetmekte, onları arzusu uğruna kurban etmekte, kendi şan ve şerefi uğruna kafatasları ve iskeletlerinden abideler dikmektedir. Sonunda ırz güvenliğini de yitiriyorlar. Çünkü, bir baba kızının namusunu, gerek -tarih boyunca örnekleri pek çok gerçekleştiği gibi- tecavüz yoluyla olsun, gerekse, herhangi bir ülkü altında şehvetlere sunulmasını veya herhangi bir perde arkasına gizlenen fuhuş ve düşkünlüğe düşmesini sağlayan anlayış ve düşünceleri edindirme yoluyla olsun, tağutun istediği düşkünlüklerden koruyamaz... Kendisinin ve çocuklarının malını, namusunu ve hayatını Allah'ın dışında, tağutların hükmü altında koruyacağını düşünen kimse, kuruntu içerisinde yaşamaktadır ya da gerçekleri algılama hissini yitirmiştir!Tağuta kulluk, can, mal ve namusa büyük yükler yüklemektedir... Allah'a kulluğun yükümlülükleri ise, Allah'ın terazisinde ölçülmesinden öte, bu yaşamın ölçüleri ile değerlendirildiğinde bile daha kârlı ve daha sağlamdır.

Seyyid Ebu A'la el-Mevdudi `İslâmi Hareketin Ahlâki Temelleri' adlı kitabında şöyle demektedir: "İnsanlığın, ilerlemesini veya düşüşünü belirleyen faktörlerin, güç kaynaklarını kontrol eden ve toplumun işlerini yönlendirenlerin rolüne ve tabiatına büyük oranda bağlı olduğunu küçük bir çabayla dahi farketmek zor değildir. Bir örnek verirsek: Tren, sürücüsünün istediği yönde hareket eder. Yolcular ona tabidir. Onlar tren ne yöne giderse, o yöne gitmek zorundadırlar. Eğer onlar başka bir yöne gitmek isterlerse, ya treni ya da sürücüyü değiştirmek zorundadırlar. Bu temsili örnekteki gibi, insan medeniyetinin yönü güç ve kudret merkezlerini kontrol edenler tarafından belirlenir.Yöneticiler, bütün kaynakları kontrol ettikleri, iktidarın dizginlerini ellerinde tuttukları ve insan düşünce ve davranışlarını şekillendirip kalıba sokacak araçlara sahip oldukları için insanoğlunun bunların arkasından gitmeye çok zor direnç gösterebileceği açıktır. Bu yöneticiler tek tek kişileri olduğu kadar sosyal sistemleri ve ahlâkî değerleri de etkileyebilecek güce sahiptirler. Eğer iktidar ve idare Allah'tan korkan kimselere verilirse, toplum doğru yolda yürür ve hatta toplumun kötülük odakları dahi belirli kurallara tabi olmak zorunda kalırlar. İyilik hakim olur, kötülerin bütünüyle kökü kazınmasa da fonksiyonları tamamen sınırlandırılır. Tersine, eğer yönetim Allah'tan yüz çevirenlerin eline geçerse, toplumun hayat tarzı Allah'a isyana, insanın insanı sömürüsüne ve ahlâkî dejenerasyona ve kültürel kokuşmaya sürüklenir. Böylelikle bu olay, bilim ve sanatı, ekonomi politiği, kültürü, ahlâk ve davranışları, kanun ve adaleti etkileyerek fikirlerde ve ideallerde genel bir çürümeye yolaçar.

İslâm, her şeyin üstünde, insanların kendilerini tamamen Allah'ın hakikatine adamalarını ve yalnızca O'na hizmet ve ibadet etmelerini arzu eder. Yanısıra islâm, Allah'ın kanununun insanlar tarafından uygulanan kanun olmasını ister. Aynı zamanda islâm, adaletsizliğin kökünün kazınmasını, Allah'ın gazabına uğramış kötülüklerin süpürülüp atılmasını, faziletler ve sosyal değerlerin Allah rızası ile beslenmesini taleb eder.Toplumda iktidar ve yönetim, yoldan sapmış inançsız yöneticilerin ellerinde olduğu sürece bu amaçtan idrak edilemez ve islâmın bağlıları şu elit yöneticilerin keyfi destek ve himayesinde sürdürülen ibadet seremonileri ile yetinirler. Bu sebepten dolayı Allah rızasını arzu edenlerin ilk görevi bu gaye için hayatlarını ve mallarını boşa harcamaksızın örgütlü bir mücadeleye başlamaktır.İktidar ve yönetimi iyi kimselere vermenin önemi o kadar büyüktür ki, bu mücadeleyi ihmal eden kişinin Allah'ı hoşnut edecek hiçbir şeyi kalmaz. Kur'an ve sünnetin, ilâhi iradeye boyun eğmeye ve onun emir ve yasaklarını öğrenip uymaya dayalı bir toplum oluşturmanın gerekliliği ne kadar vurgulandığını düşünün -bu o kadar mühimdir ki, eğer bir kişi böyle bir cemaate karşı isyan ederse- Allah'ın birliğine inansa ve ibadetlerini yerine getirse bile- ona karşı savaşmak bütün müslümanlara farzdır.Bunun nedeni, islâmın asıl amacı olan ilâhi nizama dayalı bir sistemi kurmak ve korumak, iyilik sahiplerinin ortak örgütlü güce sahip olmalarını gerektirmesidir; cemaatin birliğini zayıflatmaya kalkışan kişi böyle bir suçun müsebbibidir ki, Allah'ın birliğini tastik etmesi ve ibadetlerini yerine getirmesi onu cezadan kurtarmaz. Tekrar düşünün. Kur'an neden cihada ondan kaçınanları münafıklığa mahkûm edecek derecede önem veriyor? Çünkü cihad, ilâhi nizamı kurmaya yönelik çabanın bir diğer adıdır; bu yüzden Kur'an onun imanın bir göstergesi olduğunu ilân etmektedir. Başka bir deyişle, kalplerinde imanı olan insanlar şeytani bir sistemle yönetilmeye ne tahammül edebilirler, ne de islâmı hakim kılmak için sağlıklarını ve hatta hayatlarını vermekten çekinirler. Böyle durumlarda zayıflık gösterenlerin imanlarının gerçekliği hakkında şüphe doğar.Bu tesbitler meseleyi bütün boyutlarıyla ortaya koymasa da bu kadarlık açıklamam şunu göstermeye yeterlidir. İslâm açısından iyilik sahiplerinin yönetimi oluşturmasının merkezi ve temel bir önemi vardır. Bu dine inanmış olanlar sadece hayatlarının dış görünüşünü şekillendirmeye çalışmakla vazifelerini yapamazlar. Onların inançlarının doğası, yönetimi inançsız ve kokuşmuş kişilerden zorla alarak, Allah'ın rızasına uygun şekilde dünya işlerini idare edebilecekleri hayat biçimini kurmak ve yerleştirmek üzere hak yolda olanlara vermeyi gerektirir.

Bu sonuca en yüksek seviyede kollektif çaba olmaksızın ulaşılamayacağı için, yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini kurma amacına yönelmiş Allah'dan korkan bir cemaatin olması şarttır.İslâm insanları, otoriteyi onu gasbeden insanların elinden alıp, bütünüyle Allah'a teslim etmeye çağırdığı zaman, aslında onları kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp, insanlıklarını korumaya çağırmış oluyor. Yanısıra ruhlarını ve mallarını tağutların ve zevklerinin yönlendirdiği isteklere göre yönlendirmekten kurtarmaya çağırıyor... Onlara, -kendi bayrağı altında- her türlü fedakârlığa katlanarak, tağutla mücadeleye koyulma sorumluluğunu yüklüyor. Fakat, onları daha düşkün ve daha küçültücü olduğu gibi, daha ağır ve daha uzun olan fedakârlıktan da kurtarıyor... İşte bu sayede, onları nimete ve kurtuluşa çağırıyor...Bu sebeple Şuayb (selâm üzerine olsun) şöyle haykırıyor.

"Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz. Bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir."

Fakat Şuayb, kavminden büyüklük taslayan tağutlaşmış insanlara karşı başını dik tuttuğu ve sesini yükselttiği oranda, her şeyi ilmi ile kuşatan yüce Rabbi huzurunda boyun eğiyor ve teslim oluyor. Takdiri karşısında hiçbir şekilde direnmiyor ve karışmıyor. Yöntemini ve yönlendirilmesini O'na bırakıyor. Boyun eğişini ve teslimiyetini ilan ediyor:

Rabbimiz Allah dilemedikçe... Rabbimizin bilgisi her şeyi kapsamına almıştır...

Kendisinin ve onu destekleyen müslümanların geleceğe ilişkin tüm işlerini Rabbi olan Allah'a bırakıyor... O, sadece tağutların kendi dinlerine geri dönme önerisini reddedebilir, kendisinin ve yanındaki müminlerin dönmeme kararını bildirebilir, prensip olarak kendi somut hoşnutsuzluğuna ilân edebilir... Fakat, kendisi ve müminler hakkındaki Allah'ın dileği karşısında hiçbir şey yapamaz... İş, bu dileğe bağlıdır. O ve beraberinde bulunan müminler, bilemez, Rabbleri ise her şeyi bilir. İlmine ve dileğine boyun eğilir ve teslim olunur.

İşte, Allah dostlarının Allah'a karşı tavrı budur. Tavır, işlerini O'na bağlamaktır. Bunun ardından dileğine ve takdirine karşı koymazlar. Dilediği ve takdir ettiği herhangi bir şeye karşı hoşnutsuzluk göstermezler.Burada Şuayb, kavminin tağutlarının tehdid ve uyarılarına aldırmıyor ve tam bir güven ile dostuna yöneliyor, kendisi ile kavmi arasını hak ile ayırması için yakarıyor.Sırf Allah'a dayanırız biz, Ey Rabbimiz, soydaşlarımız ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi çözüme bağlayan sensin!

Burada muhteşem bir sahne karşısındayız. Allah'ın dostu ve peygamberinin nefsine `ilâhlık' gerçeğinin yansıması sahnesini.O, kuvvetin kaynağını ve güvenli sığınağı anlıyor. Rabbinin iman ile isyan arasında hak ile hükmedeceğini biliyor. Kendisine ve müminlere kaçınmaları mümkün olmayan bir gereklilik olarak mücadeleye koyulmada yalnızca Rabbine güveniyor. Zafer ve başarı da ancak Rabbindendir. Bu sırada kavminin kâfir önderleri müminlere dönüyorlar, dinlerinde fitneye düşürmek amacıyla onları tehdid ediyor ve korkutuyorlar. Soydaşlarının ileri gelenleri "Eğer Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğrar mahvolursunuz" dediler. Mücadelenin niteliği değişmeksizin sürekli aynı kalıyor. Tağutlar davetten alıkoymak için önce davetçiye yöneliyor. O, imanına sarılıp, Rabbine, güvenince, tebliğ emanetini yerine getirmeye ve sürdürmeye ısrarlı olunca, tağutun çeşitli yollarla yaptığı tehditlere aldırmayınca, ona uyanlara yöneliyorlar ve onları önce tehdit ve uyarılarla sonra da işkence ve şiddetle dinlerinden döndürmeye çalışıyorlar... Onlar batıllarını destekliyecek hiçbir delile sahip değiller. Ellerinde yalnızca işkence ve tehdit yöntemleri var. Cehaletleri ile gönülleri ikna olanağına sahip değiller. -Özellikle daha önce hakkı tanıyan, bilen kimseler, yalanlara kanarak batılın küçültücülüğü gerï dönmezler- Fakat onlar, dini sırf Allah'a has kılan, otoriteyi sadece O'nun hakkı sayan ve inancında ısrarlı olan kimselere karşı işkence olanaklarına sahiptirler.Fakat Allah'ın yürürlükteki yasası... İşte, hak ve batıl somut olarak belirince ve tam bir kamplaşma ile birbirine karşı iki cephe olunca, geciktirilmeyen ilâhi yasa hükmünü uygular... Öyle de oldu.

Bu arada, ani bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.Sarsıntı ve yerinde yığılıp kalma, tehdid saldırının, işkence baskının cezasıdır. Ayetler, onların "Eğer Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğran, mahvolursunuz" şeklindeki sözlerini reddediyor... Bu sözü müminleri kötü sonla tehdid eden ve uyaranlar söylemiştir. Fakat ayetlerde -apaçık bir şekilde- kötü sonda Şuayb'a uyanların bir hissesi bulunmadığı, onun yalnızca diğer soydaşlarının payı olduğu belirtiliyor. Şuayb'ı yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar asıl hüsrana uğrayanlar, asıl mahvolanlar oldular.

İşte biz onları bir anda, kasabalarında bir canlılık belirtisi göstermeksizin hareketsiz yığılıp kalmış halde görüyoruz. Sanki onlar bu kenti hiç kurmamışlar ve sanki orada hiçbir iz bırakmamışlar gibi! İlâhi irade onların da sayfasını dürüyor. Soydaşları olan peygamberlerinden ayrılık ve gruplaşmaları, ihmal ve susturmaları nedeniyle. Sonra yollarının onun yolundan ayrılması, amaçlarının farklılaşması nedeniyle. Sonuçta acıklı sonlarına ve helâk olanlar arasına katılmalarına acımayarak...Bunun üzerine Şuayb onlara sırt çevirdi ve "Ey soydaşlarım, size Rabblerinin mesajlarını ilettim, öğüt verdim. Şimdi kâfir bir topluma nasıl acıyabilirim?" dedi. Çünkü o bir dinden, onlar başka bir dindendir. O bir ümmet, onlar farklı bir ümmettir. Akrabalık ve soy bağı ise, bu dinde bir değer taşımaz, Allah'ın mizanında bir ağırlığı olmaz. Geriye yalnızca bu dinin bağı kalıyor. İnsanlar arasındaki bağ (ilişki) ancak Allah'ın sağlam ipidir. .

9. CÜZ BAŞLANGICI

Dokuzuncu cüz iki bölümden meydana gelmektedir.

Birincisi: Kur'an-ı Kerim'in Mekke döneminde inen ve bu cüzün dörtte üçünü oluşturan "A'raf suresinin devamıdır.

İkincisi: Medine döneminde inen ve bu cüzün geriye kalan dörtte birini oluşturan "Enfal suresi"nin birinci çeyreğidir. Biz burada Kur'an surelerinin tanıtılması hususunda izlediğimiz metoda uygun olarak birinci bölümün kısa bir özetini vermekle yetineceğiz. İkinci bölümün tanıtılmasını ise, Enfal suresinin girişinde yapmak üzere şimdilik erteleyeceğiz...Sekizinci cüzde A'raf suresinin daha önce sunmaya çalıştığımız birinci bölümünün özetinde, Hz. Adem'den sonraki peygamberlerin, peygamberliklerin ve milletlerin kıssalarına yer verilmişti. Orada iman kafilesini oluşturan Hz. Nuh, Hud, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin kıssalarını, bu peygamberlerin kavimlerinden iman edenlerin kurtuluşlarını ve onları yalanlayanların acı akıbetlerini açıklamaya çalışmıştık.

Şimdi bu cüz, Şuayb peygamberin -selâm üzerine olsun- kıssasının geri kalan ikinci bölümü sekizinci cüz'ün sonuna almayı ve kıssayı orada tamamlamayı daha uygun görmüştük.Bundan sonra surenin akışı kendi metoduna uygun olarak bu kıssaların değerlendirilmesi için bir nebze duruyor. İşte bu değerlendirme sırasında yüce Allah'ın yalanlayıcılara ilişkin kaderinin aşamalarını açıklıyor. Yüce Allah'ın onları, ola ki; kalpleri yumuşar ve uyanır, Allah'a sığınırlar ve O'na niyazda bulunurlar diye sıkıntılarla ve belalarla denediğini anlatıyor. Eğer onların kalpleri buna rağmen uyanmaz, açılmaz ve sınanmadan yararlanmayacak olursa, bu sefer yüce Allah'ın onları sınavların en çetini ile deneyeceğini açıklıyor. Böylece Allah'ın kaderlerinden daha da gafil kalmalarına, hayatı sırf oyun ve eğlenceden ibaret sanmalarına zemin hazırladığını belirtiyor. İşte bu sırada Allah'ın azabı onları ansızın yakalayıveriyor: "Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını, ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka sıkıntılara ve belâlara uğrattık. Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve "Atalarımız da hem sıkıntılı, hem de sevinçli günler geçirmişlerdi!" dediler. Bunun üzerine onları hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik."

Sure bu bağlamda imanı değerler ile, yüce Allah'ın insanları cezalandırma yasaları arasındaki bağı ele alıyor. Bu yasalar ile bu değerler arasında Allah'ın takdirinin aşamalarında hiçbir ayrılık, hiçbir kopukluk yoktur. Ne var ki, evrendeki bu yasalar ile imanî değerler arasındaki bu bağı gafil insanlar göremezler. Zira bu bağın etkileri yakın vadede göze ilişmemektedir. Fakat bunlar uzun vadede mutlaka gerçekleşmektedir: "Eğer o ülkelerin halkı iman edip kötülüklerden sakınsaydı, göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık."

Bu değerlendirmenin ardından yüce Allah'ın yalanlayıcılara ilişkin kaderinin ve yasasının aşamaları ve bunların insan hayatındaki imanî değerlerlerle ilgisini açıklıyor. Bunlar kalpleri tir tir titreten tehdit dokunuşlarıdır, yalanlayıcıların akıbetlerine gafilleri uyandıracak biçimde dikkat çeken direktiflerdir: "Acaba o ülkelerin halkı geceleyin uyurken başına azabımızın gelmeyeceğinden emin midir? Acaba o ülkenin halkı, kuşluk vakti eğlenirken azabımızın başlarına gelmeyeceğinden emin midir? Onlar Allah'ın tuzağına yakalanmayacağından emin midir? Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz. Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi, kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?"

Bu değerlendirme Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltilen bir direktifle sona eriyor. Bu kıssalardan çıkarılan sonuçlara, daha önce yalanlayan kavimlerin durumlarına, onların gerçek hallerine Allah'ın ilâhlığını ve birliğini kabul etmelerine rağmen Allah'a verdikleri sözü ve taahhüdü unutmalarına, fıtratlarını bozduklarından ve kalpleri gafil olduğundan dolayı peygamberlerinin getirdikleri ayetlerin, belgelerin ve harikaların kendilerine etki etmediğine değinilmiştir: "İşte bu ülkeler var ya, hani sana onlara ilişkin bazı tarihi olayları anlatıyoruz. Bunlara peygamberleri açık belgeler, mucizeler getirmişti. Fakat mucizelerden sonra yalanladıkları mesajlara inanmaları sözkonusu olmadı. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler. Onların çoğunda söze bağlılık diye bir şey bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk."

Hz. Nuh'un, Hud'un, Salih'in, Lût'un ve Şuayb peygamberin (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) kavimlerinin akıbetlerine değinen kısa açıklamadan sonra, Hz. Musa'nın kıssasına geçiliyor. Musa'nın önce Firavun ve kurmayları ile, sonra kavmi olan İsrailoğulları ile ilgili kıssasına bu surede geniş yer veriliyor. Zaten bütün Kur'an sureleri içinde, Hz. Musa'nın kıssasına en geniş yer verilen sure de budur. Kur'an-ı Kerimin pek çok yerinde İsrailoğulları kıssasının bazı bölümleri yer almıştır. Ayrıca Kur'an'ın diğer bazı yerlerinde kısa kısa işaretlerle de bu konuya temas edilmiştir. Nitekim bütün milletlerin ïçerisinde en çok İsrailoğulları kıssasına yer verilmiştir. Bu milletin kıssasına bunca geniş yer verilmesi herhalde daha önce Fî Zılâl-il Kur'an'da belirttiğimiz hikmetle açıklanabilir. Bu konudaki açıklamamıza burada da yer vermek istiyoruz: Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap Yarımadası'nda islâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilân ettiler. Medine'de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı ortak komplolar kurdular.

İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında harb, hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilân edilmiş bir harpte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman topluma gösterilmesi gerekiyordu.

Allah, onların geçmişlerinde Allah'ın kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.Bu hikmetin diğer bir yönü de yahudilerin, Allah'ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin mensupları olmalarıdır. İslâm'dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş, Allah'a yaptıkları "sözleşme"yi pek çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş bütün peygamberlerin ve ilâhî inanç birikiminin varisleri olan müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.

Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca çeşitli sahneler arzediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının, önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve doğruluğa başkaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilip de ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra gerek vardır. Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- ve İsrailoğulları'nın kıssasına, nüzul sırasına göre değil de surelerin Kur'an'daki dizilişine göre yazılan Fî Zil âl-il Kur'an'da daha önce Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide ve En'am suresinde yer verilmişti. Şu var ki, surelerin iniş sıralarını esas alırsak, Mekke'de inmiş olan A'raf suresinin, bu kıssaya ilişkin bölümleri Medine'de inmiş bulunan surelerdeki bölümlerden önce gelmiş olacaktır. Zaten bu husus konunun buradaki ifade şekli ile oradaki ifade şeklinden rahatlıkla anlaşılmaktadır Nitekim burada mevzu anlatılırken, kıssa ve hikâye üslûbu esasına göre sunuluyor. Medine'de inen surelerde ise, konu İsrailoğulları'nı karşısına alarak, tarihlerinde yer alan olayları, gerçekleri ve oralarda takındıkları tutumları onlara hatırlatma şeklinde sunuluyor.İsrailoğulları'nın kıssası gerek Mekke'de, gerekse Medine'de inmiş bulunan Kur'an'ın bütünü içinde otuzdan fazla yerde geçmektedir. Kıssanın detaylı biçimde ele alınışı ise, on değişik yerde ve on surede yer almaktadır ki, bunlardan altısı özellikle daha ayrıntılıdır. İşte A'raf suresinde yer alan bu bölüm, detaylı olarak kıssayı ele alan altı yerden ilkidir. Hem de en geniş kapsamlı olanıdır. Ne var ki, burada ele alınan bölümler Taha suresinde yer alan bölümlerden daha az sayıdadır. Burada kıssa Firavun ve kurmaylarının, peygamberlik misyonunu nasıl karşıladıklarını anlatarak başlıyor. Halbuki Taha suresindeki kıssa, Tur Dağı tarafından Hz. Musa'ya gelen çağrı ile başlıyor. Kasas suresinde ise İsrailoğulları'nın baskı dönemini yaşadığı sırada Hz. Musa'nın doğuşu halkasından söze giriliyor. Kıssanın sunuluşu, Kur'an'ın bütün kıssaları sunuş metoduna bağlı olarak surenin hedefleri ve havasıyla tam bir uyum içinde; Firavun ve kurmaylarının peygamberlerini yalanlamalarının akıbetine dikkatleri yöneltmekle başlıyor. Daha işin başında bütün dikkatler bu nokta üzerine çekiliyor: "Sonra bu peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz ile Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar ayetlerimize karşı zalimce bir tutum takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu?"

Sonra kıssanın bölümleri ve sahneleri ardarda sıralanıyor. Öncelikle Firavun ve kurmaylarıyla mücadele sahnesine yer veriliyor. Sonra da İsrailoğulları'nın dönekliği, kaypaklığı ve sapıklığını ortaya koyan sahneler geliyor.

Biz ilerde kıssayı detaylı olarak sunacağımıza göre burada sadece kıssanın en belirgin hatlarını ve genel olan mesajlarını vermekle yetineceğiz:

1- Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Firavun'a ve kurmaylarına, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu dile getirmekle karşı koyuyor: "Musa dedi ki; Ey Firavun, hem tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte salıver." Ayrıca bu davanın kendisine ait olmadığı, alemlerin Rabbi tarafından gönderildiği gerçeği, Hz. Musa ile Firavun'un büyücüleri arasında geçen mücadele, büyücülerin mağlûp düştüklerinde iman etmelerinde de ortaya çıkıyor. Çünkü onlar da alemlerin Rabbine iman ediyorlar: "Bütün büyücüler secdeye kapandılar. Tüm varlıkların Rabbine inandık dediler. Musa ile Harun'un Rabbine." Aynı gerçek Firavun büyücüleri korkunç ceza ile tehdit ettiğinde de gün yüzüne çıkıyor. Çünkü onlar Rabblerine yöneliyorlar. Hayatlarında, ölümlerinde, dirilişlerinde ve bütün işlerinde Rabblerine döneceklerini ilan ediyorlar: "Büyücüler dediler ki; biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sırf Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı."Hz. Musa -selâm üzerine olsun- kendi kavmine gerçek Rabblerini öğretirken, pek çok yerde kullandığı sözlerle de bu gerçeği dile getirmektedir. Buna bağlı olarak Firavun, İsrailoğulları'na yaptığı zulmü tekrar yürürlüğe koyacağını ve erkeklerini öldürüp kadınlarını sağ bırakacağını söylediğinde, "Musa soydaşlarına dedi ki; "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz. Yeryüzü Allah'ındır. Orayı dilediği kullarının hizmetine verir. Mutlu sonuç, günahlardan sakınanlarındır. Soydaşları dediler ki; sen gelmeden önce de geldikten sonra da işkence çektik. Musa dedi ki; Umulur ki, Allah düşmanlarınızı yok eder ve sizleri onların yerine getirir de nasıl hareket edeceğinize bakar." Hz. Musa onları denizden geçirdikten sonra, kendi putlarına tapan bir topluluğa rastladıklarında, bu kavmin ilâhları gibi kendilerine de bir ilâh yapmalarını istedikleri zaman Musa'nın onlara verdiği cevapta da bu gerçek dile getiriliyor: "Musa da onlara: Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz. Bunların uydukları sapık din yok olmaya mahkûmdur, işledikleri ameller de geçersizdir. Dedi ki, Allah sizi bütün varlıklara üstün kılmışken ben size Allah dışında bir ilâh mı arayayım?"

İşte kıssada yer alan bu Kur'an ayetleri, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun getirdiği dinin gerçek yüzünü ve bu gerçeğin ortaya koyduğu itikadi düşüncenin gerçek mahiyetini kesin biçimde belirlemektedir. Bu, aynı zamanda islâm dininin ve bütün peygamberlik misyonlarında yeralan ilâhi dinin içerdiği sağlıklı düşüncedir. Bu ayeti kerimeler aynı şekilde Batılı Dinler Tarihi araştırmacılarının bu konuda ileri sürdükleri teorilerin ve kehanetlerin asılsız olduklarını ortaya çıkartmakta ve onların metodlarına ve tesbitlerine bağlı olarak dinlerin tekamül ettiklerini kabul edenlerin tutarsızlığını da ortaya koymaktadır.

Yine bu ayeti kerimeler, Hz. Musa'nın kendilerine peygamber olarak gönderilmesinden sonra bile tarih boyunca sapıklıktan ayrılmayan İsrailoğulları'nın çeşitli çehrelerinin ve dönek karekterlerinin yapısını tesbit etmektedir. İşte bu sapıklıkları ve döneklikleri onların; "Ey Musa, onların nasıl ilâhları varsa, bize de öyle bir ilâh yap" demelerinden, Hz. Musa'nın Rabbine verdiği söze bağlı olarak Tur'a çıktığında hemen buzağıya tapmalarından, Allah'ı apaçık olarak görmek istemelerinden, yoksa iman etmeyeceklerini söylemelerinden rahatlıkla ortaya çıkmaktadır. Şu kadar var ki, bu sapıklıklar Hz. Musa'nın Rabbinden alıp getirdiği inanç sisteminin gerçek yüzünü göstermiyordu. Bunlar ancak o inanç sisteminden sapmalardır. Buna bağlı olarak inanç sisteminden sapanların inançları, nasıl akidenin kendisine mal edilebilir. Bu sapık inançlar zamanla "Tevhid'e tek ilâh inancına doğru gelişme gösterdi", "tekamül etti" denilebilir mi?

2- Hz. Musa'nın Firavun'a ve kurmaylarına karşı koyması, ilâhi dinlerin tümü ile bütün cahiliye sistemleri arasındaki mücadelenin gerçek yüzünü de ortaya koymaktadır. Sapıklık ve kötülük önderi olan zorbaların zalimlerin bu dine nasıl baktıklarını, bu dinin varlığını kendileri için nasıl büyük bir tehlike olarak gördüklerini açıklamaktadır. Ayrıca müminlerin kendileri ile bu zalim ve zorbalar arasındaki savaşın gerçek yüzünü nasıl anladıklarını da ortaya koymaktadır!

Sırf Hz. Musa'nın Firavun'a: "Ey Firavun, ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte salıver" demiş olması bile; "Tüm alemlerin Rabbine' yapılan bu çağrının içeriğini açıklığa kavuşturmaktadır. Aslında bu ifade, bütün alemlerin Rabbine kul olduklarını ortaya koymakla hakimiyeti, egemenliği, bütünüyle Allah'a vermiş olmakdır! İşte bu realiteden hareketle Hz. Musa, İsrailoğulları'nı kendisiyle birlikte salmasını, serbest bırakılmalarını istemiştir. Madem ki, yüce Allah bütün alemlerin Rabbidir öyleyse, O'nun kullarından biri olan zorba ve diktatör Firavun'un, onları kendisine kul etme hakkı ve yetkisi yoktur. Çünkü insanların hepsi yalnızca alemlerin Rabbinin kullarıdır. Bu, ilâhlığın bütünü ile yüce Allah'a verilmesi demektir. Çünkü egemenlik, yüce Allah'ın, tüm varlıkların bir kesimini oluşturan insanların ilâhı olduğunun bir göstergesidir. Ve Allah'ın tüm varlıklara egemenliği, bütün insanların yalnız O'na boyun eğmesiyle gerçekleşir, ortaya çıkar. İnsanlar yalnız Allah'a boyun eğmedikleri, sadece bu ilâhlığa başka bir ifadeyle bu egemenliğe ibadet etmedikleri, ona bağlanmadıkları müddetçe, Allah'ın ilâhlığını kabul etmiş olamazlar. Yoksa, Allah'ın şeriatı ile kendilerine hükmetmeyen başka birinin egemenliğine, hakimiyetine boyun eğdiklerinde Allah'ın ilâhlığını inkâr etmiş olurlar. Firavun ve kurmayları da "Alemlerin Rabbine" çağırmanın tehlikesini anlamışlardı. İlâhlığı (Rububiyeti) tek'e indirgemenin tehlikesini anlamışlardı. İlâhlığı (Rububiyeti) tek'e indirgemenin, gerek Firavun'un ve gerekse ona bel bağlayanların bütün yetki ve otoritelerinin ellerinden alınması anlamına geldiğini kavramışlardı. Bu nedenle sözkonusu tehlikeyi, Musa'nın kendilerini yurtlarından çıkarmak istediği şeklinde ifade etmişlerdi: "Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler ki; bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?" "soydaşlarının ileri gelenleri, Firavun'a dediler ki; Musa ile soydaşlarını toplumda kargaşalık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi serbest bırakacaksın?" Onlar bu sözleriyle, alemlerin Rabbine davet etmenin bir tek anlamı olduğunu, bunun da egemenlik ve hakimiyetin kulların, zorbaların ellerinden çekip alınması ve onların gerçek sahibi olan Allah'a verilmesi olduğunu dile getirmek istiyorlardı. Egemenliğin Allah'a verilmesi olduğunu dile getirmek istiyorlardı. Egemenliğin Allah'a verilmesi ise, onlara göre yeryüzünü bozguna vermek demektir! Veya bugünkü cahiliye kanunlarında belirtildiği gibi bu tür çağrılar, "devlet düzenini değiştirmeye ve kurulu rejimi devirmeye çalışmak" anlamına geliyordu! Dilleriyle söylemeseler bile, Allah'ın egemenlik ve hakimiyet hakkını yani ilâhlığını gasbeden ve O'nun özelliklerini kendilerine yakıştıran modern cahiliye zorbalarının ve diktatörlerinin bakış açısına göre, alemlerin Rabbine çağrı yapmak devlet düzenini değiştirmeye çalışmak demektir. Zira bütün cahiliye sistemlerinde devlet düzeni, kulların birinin ilâhlığı diğer insanların da ona kulluk yapması ilkesine dayanır. Bunun yanında alemlerin Rabbine çağrı yapmak, ilâhlık hakkının kulların yaratıcısına verilmesini istemek anlamına gelir. İşte bu nedenle Firavun da, gerçek karşısında apışıp kaldığında, hemen alemlerin Rabbine iman ettiklerini açıklayan ve bu ilan ile O'na kul olmayı ve boyunduruğu altına girmeyi reddeden büyücülere aynı şeyleri söylemişti. Onların memleket balkını yurdundan çıkarmak için tuzak kurduklarını ileri sürmüştü. Onları cezanın ve işkencenin en büyüğü ile tehdit etmişti. "Firavun onlara dedi ki; Ben izin vermeden O'na inandınız, öyle mi? Bu, bu kentin halkını buradan çıkarabilmek için daha' önceden burada tasarladığınız bir komplodur, ama yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz."

Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü asacağım!"

Öte yandan alemlerin Rabbine iman eden, yalnız Allah'a teslim olan, ilâhlığı ve ilâhlık özelliklerini gasbeden zorbanın sahte kulluğunu tanımadıklarını ilân eden büyücüler de kendileri ile zorba ve zalim statüko arasındaki savaşın gerçek mahiyetini biliyorlardı. Bu inanç sistemine (akideye) dayalı bir savaştı. Zira bu inanç sistemi, taraftarlarının sadece alemlerin Rabbine ibadet edeceklerini ilân etmeleriyle, hattâ sırf "Alemlerin Rabbi Allah'tır" diye ilân etmeleriyle zorbaların sultasını ve otoritesini sarsıyor, tehdit ediyordu! İşte bu nedenle büyücüler, Firavun'un kendilerini töhmet altında tutması ve: "Bu sizin ülke halkını yurtlarından dışarı çıkarmak için tezgâhladığınız bir oyundur" demesi üzerine; "Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öc alıyorsun." Sonra kendisine iman ettikleri Rabblerine sığındılar ve: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı" diyerek O'ndan başkasına kulluk yapmayı ve O'ndan başkasına tapmayı reddettiler. Bugün de gerçek anlamı ile ilâhlığın alemlerin Rabbine ait olduğunu ilân edenler modern cahiliye sistemleri tarafından aynı şekilde itham edilmekte ve devletin düzenini değiştirmeye çalışmakla suçlanmaktadırlar! Onlar bütün içtenlikleriyle gerçek anlamda Allah'a teslim olduklarında, yüce Allah da onların kalplerine bu kesin tutumu bir Furkan olarak yerleştirdi.

3- Hz. Musa'nın Firavun'a ve kurmaylarına karşı ileri sürdüğü mucizelerden... Yüce Allah'ın onları felâketlerle, kıtlıklarla ve ürünleri azaltmakla cezalandırmasından.. Aşağıdaki ayetlerde belirtildiği gibi yüce Allah'ın onları yok etmesine kadar, onların bütün bu mucizelere ve musibetlere inatla, kurnazlıkla ve ısrarla sonuna kadar direnmelerinden... Evet bütün bunlardan zorbaların, zalimlerin hak ve gerçek karşısında batılda ne kadar direttikleri "Alemlerin Rabbine" yapılan çağrıya karşı ne ölçüde direndikleri ortaya çıkmaktadır. Çünkü onlar kesinlikle biliyorlar ki, bu çağrının bizzat kendisi onlara karşı bir savaştır. Çünkü bu çağrı temelde onların varlıklarını, meşruluklarını kabul etmez, reddetmeyi öngörür! "Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki akılları başlarına gelir diye, yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlar bir iyilikle karşılaşınca: "Bu kendimizden kaynaklanıyor", derler. Fakat eğer başlarına. bir kötülük gelecek olursa, bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah'ın tekelindedir. Fakat çoğu bunu bilmiyor. Musa'ya, `Bizi büyülemek üzere ne kadar mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız' dediler. Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular. Azab başlarına çökünce, `Ey Musa, sana verdiği peygamberlik payesine dayanarak bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsak, andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz' dediler. Fakat o azabı günün birinde dolduracakları belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler. Sonunda onlardan öç aldık; ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk." Bunların hepsinden beşeri otoritelere dayalı sistemlerin gerçek karşısında ne derece ısrar edecekleri ve "Alemlerin Rabbine yapılan çağrı" karşısında ne denli direnecekleri ortaya çıkıyor. Çünkü onlar bizzat bu çağrının onların varlığının meşruluğunu kabul etmemekle kendilerine karşı savaş açtığını kesin bir şekilde bilmektedirler. Beşeri sistemler "Allah'tan başka ilâh olmadığının" veya "Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunun" ilân edilmesine asla izin vermezler. Ancak bu sözler (ve ilkeler) gerçek anlamlarını yitirdiğinde ve hiçbir anlamı olmayan kuru laflara dönüştüğünde onlara izin verebilirler. Buna benzer durumlarda bu sözler onları rahatsız etmez! Çünkü onları ilgilendirmez, (onları hedef almaz)! Ama ne zaman ki insanlardan bir topluluk bu sözlere gerçek anlamları ile sahiplenirse, Allah'ın yasalarına ve sistemine dayanmaksızın hakimiyeti ellerine geçiren ve bu hakimiyet ile insanları kendilerine kul yapan ve onların yalnız Allah'a teslim olmalarına fırsat vermeyen ve böylece ilâhlık özelliklerini kendinde görmüş olan beşeri otorite (tağut), gerçeğe sahip çıkan topluluğun varlığına dayanamaz, onlara tahammül edemez! Nitekim Firavun da Hz. Musa'nın alemlerin Rabbine çağrıda bulunmasına, iman eden büyücülerin, "Biz alemlerin Rabbine iman ettik" diye ilân etmelerine katlanamamış ve dayanamamıştı! Kendisi ve kavminin ileri gelenleri bu çağrıyı, ardarda kendilerine gönderilen ayetlere, arka arkaya gelen kıtlık, felâket, açlık ve musibetlere rağmen reddetmekte ısrar ettiler... Ne var ki, bütün bu felâketler ve musibetler onlara göre, alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmaktan çok daha kolay ve daha basitti. Çünkü alemlerin Rabbine teslim olmaları, onların bu sahte otoritelerini ve hakimiyetlerin ellerinden alıyor, insanları alemlerin Rabbinden başkasına kul yaptıkları bu sultalarını resmen kaldırıyordu! Ayrıca bu gerçek, yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara ilişkin takdirinin aşamalarında... Onların sıkıntı ve zorluklarla... bolluk ve rahatlıkla denenmeleri sırasında da ortaya çıkmaktadır.. Onların işin sonunda üstün kudret sahibi Allah tarafından cezalandırılmaları ve daha önceleri yoksul bırakılan, horlanan müminlerin ise yeryüzüne egemen kılınmasıyla da aynı gerçek gün yüzüne çıkmaktadır.

"O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (İsrailoğulları'nı) bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları'nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik."

4- Ne var ki, İsrailoğulları'nın o dönek ve çirkin karakterleri yine baskın geldi. Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzından rahatlıkla anlaşıldığı gibi, onlar Allah'ın emrinden saptılar, peygamberleri, liderleri, kurtarıcıları olan Hz. Musa'yı aldattılar ve karşı geldiler; nimetlere nankörlük ettiler. Düzelmediler ve nimetlere karşı şükranlarını ifade etmediler. Yüce Allah'ın defalarca onların tevbelerini kabul etmesine, onları bağışlamasına rağmen, yine de bu tutumlarından vazgeçmediler. Ve neticede Allah'ın cezasına müstehak oldular: "Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir." Gerçekten de Allah'ın tehdidi doğru çıkmış, gerçekleşmiştir.

Gelecek zaman boyunca da doğru çıkması gerekir. Bu ancak onların tarih boyunca yaşadıkları birtakım dönemlerden ibarettir. Onlar büyüklük taslamaya, bozgunculuk yapmaya, zulmetmeye başladıklarında ve eziyetleri çekilmez duruma geldiğinde, yüce Allah kıyamet gününe kadar azabın en acısını tattıracak kimseleri onların başlarına musallat edecektir!

5- Son olarak da bu sure Mekke'de inmiştir. Bununla beraber yahudilerin (İsrailoğulları'nın) dönekliklerinden, günahkârlıklarından ve aşırı kötü karakterlerinin çoğundan söz edilmektedir. Halbuki gerek yahudi ve gerekse hristiyan müşteşrikler (oryantalistler) Hz. Muhammed'in Medine'de yahudilerin müslüman olmalarından umudunu kestikten sonra ancak Kur'an-ı Kerim'le onlara karşı saldırıya geçtiğini, Mekke'de ve Medine devrinin ilk dönemlerinde onlarla iyi geçindiğini, yahudilere saldırıyı içermeyen bir Kur'an okuduğunu, Araplarla yahudilerin ataları İbrahim peygamberin aynı soyda birleştiğinden söz ederek, onların müslüman olmasını arzu ettiğini, onların islâma girmesinden umudunu kesince böyle bir saldırıya geçtiğini, kendilerince ileri sürüyorlar! Pek tabii ki, yalan söylüyorlar... İşte bu Mekke'de inen bir suredir. Onlar hakkında gerçeği dile getiriyor. `Bu değişmeyen gerçek hususunda Medine'de inen Bakara suresi ile bu surenin ifade ettikleri arasında hiçbir farklılık yoktur. Surenin 163-170. ayetlerinin Medine'de inmiş olması ve yahudilerin başına kıyamete kadar onlara eziyet edecek kimselerin yüce Allah tarafından musallat kılınmasından söz etmeleri nedeniyle gözardı etsek bile, Mekke'de indiklerinden kuşku olmayan bu ayetlerden önceki ve sonraki ayetlere baktığımızda, onların da yahudilerin karakteri hakkında gerçeği dile getirdiklerini görürüz... Burada, onların buzağıya tapmalarından, bir olan Allah'ın adına Mısır'ı terketmelerine rağmen Hz. Musa'dan kendileri için somut bir put niteliğinde bir ilâh yapmasını taleb etmelerinden, Allah'ı apaçık olarak görmedikleri sürece iman etmeyeceklerini söylemeleri üzerine sarsıntının-depremin kendilerini yakalamasından, şehre girerken Allah'ın sözünü değiştirmelerinden söz edilmektedir. Böylece anlaşılıyor ki, bu tür yaklaşımlara sahip olan müsteşrikler, Allah'a ve peygamberine iftira ettikleri gibi, tarihe de iftira atmaktadırlar... İşte bu karaktere sahip müsteşrikler, islâm hakkında yazı yazan birtakım kimseler yazdıkları konularda onları üstad olarak kabul etmekte ve onların yaklaşımlarını esas almaktadır. Kıssanın ana hatlarına ilişkin bu kadar açıklama yeter. Şimdi ayetleri teker teker açıklamaya geçebiliriz. Bu kıssada iman kafilesinden söz edilirken Hz. Musa ve İsrailoğulları'nın kıssasına uzun uzadıya yer verilmesiyle; bir taraftan, Allah'ın mesajını yalanlayanların ilâhi takdir tarafından aşama aşama nasıl izlendiklerini, imani değerler ile insan hayatında yer alan Allah'ın değişmez yasaları arasında ne tür bir bağ bulunduğunu ortaya koyarken öbür taraftan, imanın tabiatı (yapısı) ile küfrün tabiatını açıklamayı hedef almaktadır. Kıssanın tasvir edilen, somutlaştırılan kahramanlarında ve olaylarında, bu her iki çizgi netleşmektedir. İsrailoğulları'nın bu kıssası, Allah'ın son derece şiddetli azabının apaçık ortada olduğu bir sırada, onlardan alınan söz ve taahhüt ile sona eriyor:

"Hani o dağı (Tur Dağı'nı) başları üzerine çıkarmıştık, onlar dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. Bu durumda kendilerine, size verdiğimiz Kitab'a sımsıkı sarılınız ve içindeki mesajları sürekli aklınızda tutunuz ki, kötülüklerden sakınabilesiniz, dedik."

İşte bu nedenle bu taahhüt ve sözleşme sahnesinden sonra bütün insanların fıtratından alınan söze, taahhüde geçilmektedir: "Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirlerine şahit tutmuştu da onlar da, `Evet şahidiz' demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı. Bizim bundan haberimiz yoktu.. Ya da şöyle diyemeyesiniz diye, Vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı mahvedeceksiniz?"

Bu sahneden sonra, bu taahhüd ve sözleşmeden sıyrılmak istediği gibi, Allah'ın ayetlerini apaçık olarak gördükten sonra onlardan, onların verdiği bilgiden sıyrılmak isteyen adamın sahnesine geçmektedir. Bu gerçekten etkili bir sahnedir. Bu sahnede, sözkonusu sıyrılıştan tiksindirici ve onun gözle görünen akıbetinden sakındırıcı etkili dokunuşlar vardır: "Onlara şu adamın olayını anlat: Adama ayetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı, arkasından onu şeytan peşine taktı da azgınlardan oldu. Eğer dileseydik bu ayetler aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik, fakat o yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp hırlayarak soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir!"

Sonra hidayet ve küfrün tabiatı (yapısı ve özellikleri) açıklanıyor. Buradan küfrün, fıtratın alıcı-verici cihazlarını etkisiz hale getirdiği, Allah'a giden yolu tıkadığı ve kesin bir hüsranla sona erdiği ortaya çıkıyor: "Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır. Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta hayvanlardan daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler."

Bu açıklamadan sonra Mekke'de islâmın mesajını yalanlayarak Allah'ın isimlerinde sapıklığa düşen ve bu isimlerden sahte ilâhlarına isimler türetmeye çalışarak karşı koyan müşriklere dikkat çekiliyor. Allah'ın kendilerine bir süre tanıdığı şeklinde onlara bir tehdit savruluyor. Kendilerini doğru yola çağıran arkadaşları Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- hakkında enine boyuna iyi düşünmeye davet edildikleri halde onlar bir çırpıda karar veriyor ve onun deli olduğunu söyleyerek işin içinden çıkıyorlar! Yerin ve göklerin işleyen harika sistemine bakmalarını, varlığın (kâinatın) sayfalarında yer alan hidayet imajlarını görmeye çalışmalarını istiyor. Onları kendisinden habersiz oldukları halde, kendilerini bekleyen ölümle karşı karşıya getirmeye çalışıyor: "En güzel isimler Allah'ınkilerdir. O'na o isimler ile dua ediniz. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları sapıklıkları ile başbaşa bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını ilerde çekeceklerdir. Yarattığımız insanlar içinde başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir kesim vardır. Ayetlerimizi yalanlayanları hiç farkına varmayacakları biçimde yavaş yavaş kötü akıbetlerine yaklaştıracağız. Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım sağlamdır. Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli olması sözkonusu değildir, o sadece açık bir uyarıcıdır. Göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını, Allah'ın yaşattığı her şeyi ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmüyorlar mı? Kur'an'dan sonra hangi söze inanacàklar? Allah'ın saptırdığı kulu biç kimse doğru yola iletemez. O, sapıkları azgınlıkları içinde debelenmeye bırakır."

Yine burada bu müşrikler yalanlamakta oldukları ve zamanını ayırdıkları kıyamet sahnesiyle yüzyüze getiriliyorlar. Bu öyle dehşet verici bir sahnedir ki, onların bu konuyu basite alarak soru haline getirmelerine, küçümseyici, hafife alıcı bir tavırla onu ele almalarına gerçekten denk düşüyor. Bunun yanında peygamberliğin yapısı ve peygamber gerçeği de aydınlık kazanıyor. İlâhlığın gerçekliği ve yalnız Allah'ın ilâhlığın özelliklerine sahip olduğu, buna bağlı olarak gayb bilgisinin ve kıyametin ne zaman kopacağını açıklama yetkisinin sadece Allah'a mahsus olduğu belirtiliyor: "Sana kıyamet anı hakkında sorarlar ne zaman gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi Rabbimin tekelindedir, vakti gelince onu gerçekleştirip açığa çıkaracak olan O'dur, göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar. De ki; Onun bilgisi Allah'ın tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. De ki; Ben kendime Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim daha çok iyilik elde ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."

Müşriklerin birtakım gerçeklerle yüzyüze getirildiği bu sahnede, ayrıca şirkin tabiatına (karakteri ve özelliklerine), fıtratın Allah'ın birliğine dair vermiş olduğu sözden, taahhütten sapma serüvenine, bu sapmanın insanın benliğinde nasıl etki bıraktığına dair bir açıklama da yer alıyor. Ve bu sapma tasviri, sanki eski kuşakları Hz. İbrahim'in tertemiz dinine bağlı iken sonraları bu çizgiden sapan müşrik nesillerin sapmasının tasviridir.

"O ki, sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de onun kendi özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca hafif bir yük yüklendi, onu bir süre taşıdı, sonra yükü ağırlaşınca eşler birlikte: `Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen kesinlikle sana şükredenlerden oluruz, diye Allah'a dua ettiler. Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir. Hiçbir şey yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece ortaklar ne onlara yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler..." Aslında burada birbirinin peşisıra gelen kuşakların birbirini izleyen durumları tek bir kişide temsil edilmektedir. Bu tasvirin hem güzelliği yönünden, hem de doğruluğu açısından kendisine has enteresan anlamları vardır...Hem burada önemli olan şu Kur'an'la muhatap bulunan müşriklerin durumlarını somut örneklerle ortaya koymak olduğundan dolayı, ifade biçimi teslim yönteminden doğrudan hitab yöntemine geçiyor. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hem onlara hem de ilâhlarına meydan okumasını istiyor: "Eğer onları doğru yola çağırsanız size uymazlar, onları çağırsanız da karşılarında suskun dursanız da sizin için birdir. Allah'ın dışındaki yalvardıklarınız tıpkı sizin gibi birer kul, birer yaratıktırlar. Eğer onlara ilişkin düşünceniz doğru ise, çağırın onları da size karşılık versinler bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var, tutacak elleri mi var, görecek gözleri mi var, yoksa işitecek kulakları mı var? De ki; Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an-ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar. O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları doğru yola çağırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler."

Surenin sonunda hitap peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslüman ümmete yöneltilmektedir. İnsanları islâma çağırırken, kolay, yumuşak bir yol izlemeleri, onların itirazlarına ve kasılmalarına karşı öfkelerine hakim olmaları, sabretmeleri, öfkeyi harekete geçiren ve insanın göğsünü daraltan şeytandan Allah'a sığınmaları gerektiğini hatırlatıyor: "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve cahillere aldırış etme! Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü O her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Allah'dan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğradıklarında, Allah'ın uyarılarını hatırlarlar ve hemen gerçeği görürler. Şeytanların kardeşleri, dostları, azgınlıkta şeytanlara yardakçılık ederler, sonra da ellerinden geleni yapmaya devam ederler. Sen onlara bir ayet sunmadığın zaman, kendin bir ayet uydursaydın ya, derler. De ki; Ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki ayetler müminler topluluğu için Rabbinizin katından gelen uyarıcı kanıt, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."

Bu direktif surenin baş tarafında yer alan ayeti bize hatırlatıyor: "Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın." (A'raf, 2) Bu direktif peygamberin omuzuna yüklenen yükün, insanları islâma çağırma yükünün ağırlığını haber veriyor. İnsanların benliklerinde yer alan cahiliye tortularına, sis bulutlarına, kalıntılarına, dönekliklere, arzulara ve ihtiraslara; gaflete, ağırlığa ve kasılmaya karşı direnme... Sabır zarureti... kolaylık, yumuşaklık, zorunluluğu... Ve her şeye rağmen yoluna devam etme zaruretinin getirdiği yükün ağırlığını ifade ediyor! Daha sonra yolun zorluklarına karşı destek sağlayacak azığa ilişkin bir direktif geliyor. Kur'an-a kulak vermeye ve sessizce onu dinlemeye, her zaman ve her yerde Allah'ı anmaya, gafletten sakınmaya, zikir ve ibadette Allah'a yakın meleklerin yolunu izlemeye ilişkin direktif:

"Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin. Rabbinin adını yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma. Rabbinin yanındakiler, burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu noksanlıklardan tenzih ederler." İşte bu, yol azığıdır... İbadetin edep kuralı budur. Aynı şekilde hedeflerine ulaşanların, yakınlaştırılmış meleklerin yolu da budur.

Şimdilik ana hatlara ilişkin bu kadarcık açıklama yeterlidir. Artık ayetleri detaylı olarak ele almaya geçebiliriz.Okuyacağınız bu bölüm surenin akışı içerisinde geçen Nuh peygamberin, Hud peygamberin, Salih peygamberin, Lût peygamberin, Şuayb peygamberin, (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) ve kavimlerinin kıssalarından sonra kısa bir duraklamadan ibarettir. Burada bir nebze durulmakta, her yerleşim birimindeki -burada yerleşim birimi, büyük şehir veya merkezi kasaba anlamına gelir- Peygamberi yalanlayanlara karşı ilâhi irade ile cereyan eden ve ilâhi takdir ile gerçekleşen Allah'ın yasaları açıklanmaktadır. Aslında bu yasa, Allah'ın yalanlayıcıları kendisiyle cezalandırdığı tek bir yasadır. İşte bu yasa, bir yönden de insanlık tarihini köklü biçimde etkileyen ve ona yön veren bir gerçektir. İşte bu gerçeğe göre yüce Allah, ilâhi mesajı yalanlayanları sıkıntı ve zorluklarla kıskıvrak yakalayıverir. Onların başına musibetler verir ki, kalpleri yumuşasın, incelsin ve Allah'a yönelsinler. Gerçek ilâhlığın ve insanların gerçekten kulluk etmeleri gereken gücün Allah'ın ilâhlığına teslim olmak olduğunu anlasınlar.

 

94- "Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını, ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka sıkıntılara ve belalara uğrattık. "

95- Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve: "Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi" dediler. Bunun üzerine onları hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik. "

96- "Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık. "

Burada Kur'an-ı Kerim herhangi bir olayı anlatmıyor. Bir yasayı ortaya koyuyor. Herhangi bir toplumun tarihinden sahneler sunmuyor. İlâhi kaderin aşamalarından söz ediyor... Böylece ortaya çıkıyor ki: İşlerin kendisine göre düzenlendiği, olayların kendisine göre meydana geldiği ve bu yeryüzünde "İnsanlık Tarihini" yönlendiren, hareketini etkileyen bir yasa vardır. Peygamberlik misyonu dahi önemine ve yüceliğine rağmen, bu yasanın gerçekleştirilmesini sağlayan vasıtalardan, etkenlerden ancak biridir. Bu yasa önemi açısından peygamberlik misyonundan daha büyük ve daha kapsamlıdır. İşlerin hiçbiri başıboş seyretmiyor. İnsan bugün Allah'ın varlığını kabul etmeyen ateistlerin iddia ettiği gibi, bu yeryüzünde yalnız başına varlığını sürdüremez (kendi başına buyruk olamaz!) Bu evrende meydana gelen her şey, ancak plan ve program çerçevesinde meydana gelmekte, bir hikmete bağlı olarak ortaya çıkmakta ve bir hedefe (bir amaca) doğru yönelmektedir. İşin sonunda özgür iradeye uygun biçimde işleyen geçerli bir yasa vardır. Bu yasayı belirleyen ve değişmez ilkeyi ortaya koyan özgür ilâhi iradedir...

Her şey özgür ilâhi iradeye uygun ve Allah'ın yürürlükteki yasasına bağlı olarak meydana gelir.

İşte o kasabaların durumları da Kur'an-ı Kerim tarafından ele alındığı gibi, özgür ilâhi iradeye uygun ve Allah'ın yürürlükteki yasalarına bağlı olarak belirlenmiştir. Diğer milletlerin başlarına gelecekler de aynı kanunlara uygun biçimde işleyecektir!

İslâm düşüncesinde insanın iradesi ve hareketi, insanlık tarihinin hareketinde ve bu tarihin yorumlanmasında önemli bir etken olarak kabul edilir. Şu kadar var ki, insanın iradesi ve hareketi de ancak Allah'ın özgür iradesi ve etken olan kaderinin çerçevesi içinde meydana gelir ve gerçekleşebilir... Her şeyi kuşatan sadece Allah'tır... Allah'ın özgür iradesi ve etken olan kaderinin çevresini içinde insanın iradesi ve hareketi bütün bir varlık ile temasta bulunur, onların hepsiyle ilişkisi vardır. Bu varlık aleminde hem etki altında kalır hem de etki eder. Bu varlıklar dünyasında insanlık tarihini harekete geçiren ve yönlendiren birçok etkenler ve faktörler vardır. Bu hareketin sahası hem geniş hem de derindir... Bu gerçekliğin yanında "Tarihin İktisadi Yorumu", "Tarihin Biyolojik Yorumu", "Tarihin Coğrafi Yorumu"... gibi çağrışımlar koca bir kıta yanında küçük bir ada niteliğindedir. Bu küçük insanın basit oyuncaklarından biri olmaktan öteye geçemez!

"Peygamber gönderdiğimiz her ülke balkını, ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka sıkıntılara ve helâlara uğrattık..."

Yüce Allah, iş olsun diye, kullarının canlarını, bedenlerini, rızıklarını ve mallarını boşu boşuna sıkıntıya sokmaz. Putperest mitolojilerde boş işlerle uğraşan kindar ilâhlar gibi, kendi kinini dindirmek, öfkesini indirmek için onları cezalandırmaz! Allah bu tür işleri yapmaktan tamamen uzak ve münezzehtir. Allah Teala sadece peygamberlerini yalanlayanları sıkıntılarla ve belâlarla cezalandırır. Çünkü zorluklarla deneme ve sınamanın tabiatı; henüz iyi tarafları bulunan, hayır ümidi olan fıtratı uyarmak, birtakım iyilik kalıntılarını içinde taşıyan, fakat aradan geçen uzun zaman nedeniyle üzeri küllenen kalpleri inceltmek, yumuşatın ak, zayıf olan insanları güçlü olan yaratıcısına yöneltmek, içtenlikle O'na yalvarmalarını sağlamak, merhametini ve bağışlamasını dilemelerini temin etmektir. İnsanlar bu niyazları ve yakarışları ile Allah'a taptıklarını ilân etmiş olurlar. Allah'a ibadet ise insanın varlığının amacıdır. Yoksa yüce Allah'ın ne insanların kendisine yalvarmalarına ne de O'na kulluk yaptıklarını ilân etmelerine ihtiyacı vardır! "Ben cinleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım. Onların hiçbirisinden bir rızık istemem ve doyurmalarını da arzu etmem. Muhakkak ki, Allah bol bol rızık verendir ve sağlam kuvvet sahibidir." (Zariyat: 56-58) Kutsi bir hadiste belirtildiği gibi, şayet bütün insanlar ve cinler tek bir yürek halinde birleşip Allah'a ibadet etseler Allah'ın mülkünde (hakimiyet ve otoritesinde) hiçbir şeyi arttırmış olmazlar. Yine şayet bütün insanlar ve cinler bir bütün olarak yüce Allah'a karşı gelseler de Allah'ın mülkünden hiçbir şeyi eksiltemezler... Şu kadar var ki, kulların Allah'a yönelmeleri, O'na niyazda bulunmaları, Allah'a kulluk yaptıklarını ilân etmeleri kendileri için, hayatları ve yaşayışları için yararlıdır. İnsanlar ne zaman Allah'ın kulu olduklarını ilân ederlerse, O'nun dışındakilere kulluk yapmaktan kurtulurlar. Surenin baş taraflarında belirtildiği gibi kendilerini saptırmak isteyen şeytana kulluk yapmaktan kurtulurlar. İhtiraslarının ve arzularının baskısından kurtulur özgürlüğe kavuşurlar. Kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulurlar. Bundan böyle şeytanın izlerini sürmekten, onu adım adım takip etmekten haya ederler. Dara düştüklerinde kendisine yöneldikleri ve kendisine niyazda bulundukları Allah'ı herhangi bir hareket veya niyet ile öfkelendirmekten çekinirler. Kendilerini özgür kılacak, arındıracak ve tertemiz hale getirecek, kendilerini heva ve hevese kulluk yapmak, kullara kulluk etmek düzeyinden daha yüksek bir konuma getirecek dosdoğru yola sokarlar. Ondan sapmazlar!

İşte bu nedenle ilâhi irade, kendilerine bir peygamber gönderildiği halde onu yalanlayan her ülke ahalisini, canları ve ruhları ile sıkıntılara, bedenleri ve malları ile zorluklara düşürmeye hükmetmiştir. Böyle acılarla onların kalplerini diriltmeyi dilemiştir... Şüphesiz ki, acı en güzel eğiticidir. Bu öyle güzel bir hayır kaynağıdır ki, potansiyel enerji halindeki iyilik kaynaklarının kaynamasına neden olur. Diri olan vicdanlarda duyarlılığı bileyen ve keskinleştiren bir berekettir. Rahmetin gölgelerine yönelik bir berekettir. Bu rahmet ise, üzüntü ve kederle yoğrulmuş güçsüz insanların üzerine darlık ve sıkıntı anlarında rahat ve afiyet dolu, tatlı ve hafif meltemleri estirir.. "Ola ki, yalvarırlar..."

"Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik."

Birden şiddetin yerini rahat, zorluğun yerini kolaylık, kıtlığın yerini nimet, sıkıntının yerini huzur, kısırlığın yerini nesil, kıtlığın yerini bolluk, korkunun yerin güven alıverir. Bir de bakarsınız ki, ortalığı eğlence, rahat, yumuşaklık, nimetler, bolluk ve bereket alıp yürümüştür... Ne var ki, bunların hepsi, aslında birer deneme ve birer imtihandır...

Sıkıntılarla denenmeye karşı insanların çoğu dayanır ve sabreder. İnsanların çoğu sıkıntıların zorluklarına katlanırlar. Çünkü sıkıntı direnme güçlerini de harekete geçirir. Eğer sıkıntı ile imtihan edilen kişide hayır varsa, bu imtihan ona Allah'ı hatırlatabilir, O'na yönelmesini, O'nun huzurunda niyazda bulunmasını, O'nun gölgesinde huzura kavuşmasını, O'nun himayesinde bir enginliğe kavuşmasını, O'nun vereceği ferahlığa umut bağlamasını ve vaadini, sözcüğünü bir müjde kabul etmesini sağlayabilir. Bolluk ile denenmeye gelince, bu konuda dayanabilen, sabreden insanlar çok azdır. Bolluk insana her şeyi unutturur. Eğlence insanı aldatır. Servet insanlığı azgınlığa götürür. Allah'ın pek az kulları dışında kimse bolluk ile imtihandan başarı ile çıkamaz.

"Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve: `Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi' dediler."

Yani onlar çoğalmışlar ve yeryüzüne yayılmışlardı. Kolay bir şekilde geçimlerini temin ediyorlar ve rahat bir hayat yaşıyorlardı. İşledikleri amellerden dolayı, içlerinde hiçbir sıkılma duymuyorlar ve yaptıklarından dolayı hiç kimseden korkmuyorlardı. Ayeti kerimede geçen "Afer" sözcüğü, çokluğa, bolluğa işaret etmesinin yanında, özel psikolojik bir halı de dile getirmektedir. Umursamanın azalması durumunu-küçümseme şımarma halini... Her şeyi basite alma halini... Hem bilinç olarak, hem de yaşam tarzı olarak vurdum duymazlığı esas alma halini ifade etmektedir. Bu durum uzun bir süre rahat, nimet ve bolluk içinde yaşayan bireylerin veya toplumların rahata, nimete ve bolluğa alışan insanların hayatında rahatlıkla gözlenebilmektedir. Bu tür insanlar sanki ruhlarındaki duyarlılığı yitirirler, artık hiçbir şeye aldırmazlar. Hiçbir şeyi gözönünde bulundurmazlar. Rahat içinde harcamada bulunurlar, rahatça eğlenceye ve rahat bir şekilde zevke dalarlar. Aşırı bir düşkünlükle bu hayatlarına sımsıkı tutunurlar. İnsanın tüylerini diken diken yapan, vicdanlarını tir tir titreten büyük günahların hepsini rahatlıkla ve sıkılmadan işlerler! Allah'ın gazabından sakınmazlar, insanların kınamalarından çekinmezler. Her şeyi rahatlıkla, sıkılmadan ve aldırmadan yaparlar. Allah'ın evrendeki yasalarına dikkat etmezler. Yüce Allah'ın imtihanlarını ve sınamalarını düşünmezler! Ve işte bu yüzdendir ki, bütün olayların belli bir sebebe bağlı olmaksızın, belirlenmiş bir amacı bulunmaksızın başıboş olarak meydana geldiklerini zannederler:

"Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi, dediler... Yani biz sıkıntılı günlerimizi geçirdik. Şimdi artık sevinçli, bolluk günlerimize sıra geldi! İşte görüyorsunuz, ya her şey sonuçsuz bir şekilde geçip gidiyor. Bizim durumumuz da böylece şuursuzca ve başıboş bir biçimde sürüp gidecektir!

İşte o zaman... Sürmekte olan gaflet anında, unutkanlık, eğlence ve azgınlığın bir ürünü ve yürürlükteki yasanın gereği olarak akıbetleri geliveriyor: "Bunun üzerine onları hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik." Unutmalarının, gurura kapılmalarının, Allah'tan uzaklaşmalarının, şehvetlerinin, ihtiraslarının iplerini serbest bırakmalarının, yaptıklarından hiç sıkılmamalarının Allah korkusunun hiç akıllarına gelmemiş olmasının cezası olarak akıbetleri geliveriyor:

İşte bu şekilde Allah'ın yasası, insanlara yönelik iradesine uygun biçimde gerçekleşmeye devam edecek, yine bu şekilde insanın Allah'ın yasası ve iradesi çerçevesinde gerçekleşen iradesi ve eylemiyle insanlık tarihinin yönü ve hareketi belirlenecektir. İşte bu şekilde Kur'an-ı Kerim insanlara yasayı açıklıyor ve onları fitneden sakındırıyor. Sıkıntılar ve bolluklarla denenme ve imtihan edilme fitnesinden... İnsanların aşırı düşkünlük duygularını ve uyanıklığını sağlayan etkenlere dikkat çekiyor. Yönelişlerine ve davranışlarına gerçek anlamda denk bir cezayı içeren değişmez sonuçtan sakınmalarını istiyor. Buna rağmen kim gafletten uyanmaz, kendisini sakındırmaz ve Allah'tan korkmazsa, kendi kendisine zulmetmiş olur. Asla değiştirilmesi mümkün olmayan Allah'ın cezasına kendisini çarptırmış olur. Ve hiç kimseye asla zulmedilmez:

"Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık."

İşte bu, Allah'ın yürürlükteki değişmez yasalarının (sünnetullahın) öbür yüzüdür. Şayet o memleketlerin halkları yalanlama yerine iman etselerdi, şımarma yerine Allah'tan korksalardı, yüce Allah da onlara yerin ve göğün bereket kapılarını açardı... İşte böyle... "Yerin ve göğün bereketlerini" sonsuz ve hesapsız bir şekilde, üstlerinden ve altlarından sunarak, onları bereketlere boğardık. Kur'an-ın ifadesi burada genelliği ve kapsamlılığı açısından engin bir feyzin ışıklarını saçıyor. Öyle ki bu bereketleri insanların alışageldikleri rızıklar ve gıda maddeleri ile sınırlandırmak hiç de mümkün değildir.

Bu ayeti kerime ile ondan önceki ayeti kerime, hem akidenin (inanç sisteminin) gerçeklerinden, hem de insan hayatının ve evrenin gerçeklerinden biriyle bizi yüzyüze getiriyor. İnsanlık tarihinde fonksiyoner bir rol oynayan etkenlerden birini gözlerimizin önüne getiriyor. Ne var ki, pozitivist (rasyonel) ekollerin hepsi, bu gerçekten habersiz tam anlamıyla gaflet içinde bulunmakta hatta onu bütünüyle reddetmektedirler! ..

Hiç şüphesiz Allah'a iman ve Allah'tan korkma inancı, hayatın realitesinden ve insanlık tarihinin çizgisinden kopuk bir mesele değildir. Allah'a iman ve Allah'tan korkma, Allah'ın vaadine bağlı olarak insanı yerin ve göğün bereket kapılarının kendisine açılması için yeterli bir ehliyete kavuşturur. Ve hiç şüphesiz Allah kadar sözüne bağlı kimse yoktur!

Bizler Allah'a iman edenler olarak, Allah'ın verdiği bu sözü inanmış bir gönülle kabul ediyor ve hemen onu tasdik ediyoruz. Bunun nedenini, niçinini sorup araştırmıyoruz. Gerçekleşeceğinden bir an bile tereddüt etmiyoruz. Biz gaybe dayalı olarak (görmediğimiz halde) Allah'a iman ediyoruz. Ve bu imanın gereği olarak O'nun verdiği sözü tasdik ediyoruz, onaylıyoruz...

Daha sonra imanımızın da bize emrettiği şekilde, Allah'ın verdiği söze dikkatli bir düşünce ile yöneliyor ve nedenini, niçinini de öğreniyoruz!

Allah'a iman, insan fıtratının diri olduğunu, fıtri olan alıcı cihazlarının sağlıklı biçimde çalıştığını, insanın algılama sisteminin doğru çalıştığını gösterir. İnsanın bünyesinin canlı ve diri olduğunu, varlıklar alemindeki gerçeklere karşı geniş bir duyarlılık sahibi olduğunu ortaya koyar. İşte bunların hepsi realiteye dayalı, pratik hayatta insanın kurtuluşunu sağlayan faktörlerdir.

Allah'a iman, ileriye doğru fırlatıcı ve itici bir kuvvet kaynağıdır. İnsan bünyesinin bütün yönlerini, enerjilerini biraraya getirir. Ve onların hepsini bir hedefe yöneltir. Allah'ın desteğine dayanması için onları özgür bir konuma getirir.

Allah'a iman insanın, ilâhi iradeye uygun olarak yeryüzündeki halifeliği ve uygarlığı gerçekleştirmesi, bozgunculuk ve fitneyi engellemesi, hayat düzeyinin yükselmesi ve ilerlemesi için çalışmasını sağlar. İşte bunların hepsi pratik hayatta insanın kurtuluşunu sağlayan faktörlerdir.

Allah'a iman insanları nefse kulluktan, kullara kulluktan kurtarır (özgür kılar). Hiç şüphesiz ki, yalnız Allah'a kulluk yapmakla özgürlüğüne kavuşmuş olan bir insan, yeryüzünde doğru yola iletmede ve sağlıklı bir halifelik görevini yerine getirmede kendi nefislerine kulluk eden ve birbirlerine kölelik yapan bir insandan daha lâyıktır!

Allah korkusu ise, bilinçli bir uyanıklık verir. onu hareketin fırtınasında ve hayatın seyri içinde tepkisellikten, hiddetlenmekten, zulmetmekten ve aldatmaktan korur. İnsanın çabasını, enerjisini, sınırlarını aşmayacak, hiddetlenmeyecek, faydalı çalışmanın alanı dışına taşmayacak bir şekilde dikkatli ve sağlıklı olarak yönlendirir.

İnsanın hayatında itici güçler ile frenleyici güçler arasında bir denge kurulduğunda, yeryüzünde çalışarak, göğe doğru tırmanarak, beşeri olan nefisten ve azgınlıktan kurtularak, Allah'a boyun eğip ibadet ederek seyrini sürdürdüğünde, hayatın bu gidişatı faydalı ve verimli olacak, Allah'ın rızasını elde edeceği gibi, O'nun desteğini de almaya hak kazanacaktır. İşte bu şartlarda hayatı bolluk ve bereket kuşatacak, iyilik yaygınlaşacak ve kurtuluş onu himayesine alacaktır. Meseleye bu açıdan bakıldığında Allah'ın gizli olan lütfunun yanında, onun gözle görülen bir realite olduğu anlaşılacaktır. Bu, apaçık sebepleri ve illetleri olan bir realitedir. Bunun yanında söz verilen, taahhüt edilen ve gözle görülmeyen Allah'ın takdiri de söz konusudur.

Yüce Allah'ın iman edenlere ve takva sahiplerine kesin ve üzerine basa basa sözünü verdiği bereketlerin pekçok çeşitleri vardır. Ayeti kerime bunların detaylarına inmiyor ve onları sınırlandırmıyor. Kur'an-i ifadenin verdiği imaj, bize her taraftan coşup gelen feyizleri, her yerden fışkıran kaynakları hatırlatmaktadır. Burada hiçbir sınırlama, detaya inme ve açıklama yapılmamaktadır. Demek ki, burada sözkonusu edilen bereketler, bereketin bütün şekillerini ve biçimlerini, bütün çeşitlerini ve renklerini kapsamına almaktadır. İnsanların bildikleri ve hayal edebildikleri bereketlerin hepsini kapsadıkları gibi, realite ve hayal dünyalarında görmedikleri, bilmedikleri bereketleri de içermektedirler!

Allah'a iman ve Allah korkusunu (Takva), sırf kuru bir ibadet meselesi olarak değerlendirenler, insanların yeryüzündeki realiteleri ile hiçbir ilgili (ilişkili) olmadığını düşünenler, hem imanı tanımıyorlar, hem de hayatı tanımıyorlar! Böyle düşünenlerin yüce Allah'ın tanıklık ettiği bu ayette sözkonusu bağa bakmaları ve bu ilişkiyi görmeleri ne güzel olurdu! Çünkü bir işte Allah'ın şahitlik etmesi gerçekten yeterlidir! İnsanların bildiği sebeplere dikkat çekmekle bu bağı gözler önüne seriyor:

"Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, göğün ve yerin hareket kapılarını yüzlerine açardık, fakat yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık."

Bazı insanlar çevrelerine bakıp kendilerinin müslüman olduklarını söyleyen birtakım milletlerin rızık yönünden sıkıntıda olduklarını, kuraklık ve yoksulluğun yakalarını biraraya getirmediğini görebileceklerdir!.. Bunun yanında iman etmeyen ve Allah'tan korkmayan birtakım milletleri de göreceklerdir ki, bunlara rızık, kuvvet ve etkinlik açısından kapıların ardına kadar açılmıştır. O zaman da "Öyleyse bu değişmez yasa nerede?" diye soracaklardı.

Ne var ki, müminlerin sıkıntılı hali ile iman etmeyenlerin rahat hayatı bir yanılgıdır. Durumların dış görüşleri onları aldatmaktadır.

Bir kere kendilerinin müslüman olduklarını söyleyenler, ne mümindirler ne de takva sahibidirler! Onlar kulluklarını yalnız Allah'a yöneltmiyorlar. Pratik hayatlarında "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadetini (şahitliğini) gerçekleştirmiyorlar! Onlar kendileri gibi olan birtakım kullara boyunlarını teslim ediyorlar. Bunların kendileri için ilâhlık yapmalarını, ister hukukta (kanun ve yasalarda), isterse değerlerde ve geleneklerde onların kendileri adına yasamada bulunmalarını kabul ediyorlar. Bunlar müminler değillerdir. Çünkü mümin, herhangi bir kulun kendisine ilâhlık taslamasına yol vermez. Allah'ın kullarından birini, yasası ve emirleriyle hayatına hükmedecek bir ilâh konumuna geçirmez. Bugün kendilerinin mümin olduklarını zannedenlerin ataları, gerçek anlamda müslüman oldukları günlerde, bütün dünya kendilerine boyun eğmişti. Yerin ve göğün bereketlerine boğulmuşlardı. Ve işte onlar için Allah'ın verdiği söz gerçekleşmişti.

Mümin ve takva sahibi olmadıkları halde kendilerine rızık kapıları açılanlara gelince; onlar için değişmez yasa şudur! "Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de, sayıca çoğaldılar. Ve `Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi, dediler." Bu onlar için daha önce sözünü ettiğimiz gibi nimetlerle sınanmaktır. Bu sınav, zorluk ve sıkıntı ile denenmekten daha zordur. İman etmeyenlere imtihan amacıyla verilen bolluk ile müminlere ve takva sahiplerine Allah'ın sözünü verdiği bereketler arasında büyük fark vardır. Bereket, güzel bir şekilde kullanıldığında, iyilik, güven, huzur ve hoşnutlukla beraber bulunduğunda az bir malda da sözkonusu olabilir. Nice zengin ve güçlü milletler vardır ki, huzursuzluk içinde yaşamaktadırlar. Her an güvenleri tehdit altındadır. Bireyler arasındaki dostluk bağları kopmuştur. Bütün insanlar sıkıntı ve bunalım içindedirler. Ve bütün bir milleti büyük bir çözülme beklemektedir. İşte burada kuvvet var, fakat güven yoktur. Mal var, huzur yoktur. Bolluk var yararı yoktur. Parlak bir hayat var, fakat kendisini karanlık bir istikbal beklemektedir. İşte bu, hemen ardından cezanın geleceği bir sınavdır.

İman ve Allah korkusu ile elde edilen bereketler ise, eşyanın tümünü, ruhların (nefislerin) tümünü, duyguların tümünü, hayatın bütün güzelliklerini kuşatan bereketlerdir... Bir anda hayatı geliştiren ve yüksek düzeye çıkaran bereketlerdir. Mutsuzluk, alçaklık ve çözülme ile birlikte gelen salt bir bolluk değildir.

Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu önceki milletlerin tarihlerinin tanıklık ettiği yürürlükteki bu yasayı açıkladıktan sonra... İman etmeyen ve Allah'tan korkmayan, içinde bulundukları bolluklara ve nimetlere aldanan ve Allah'ın sınava ilişkin hikmetinden habersiz olan, bu nedenle Allah'ın ayetlerini yalanlayanların insanın tüylerini ürperten ve vicdanını tir tir titreten acı akıbetlerinin ortaya konduğu sırada... Evet işte tam bu sırada şaşkına dönmüş gafillere yönelmektedir. Onlarda bekleme, gözetleme duygularını harekete geçirmektedir. Onlar uykudayken, mal peşinde koşarken veya eğlenceye dalmışken, Allah'ın cezasının kendilerini gecenin ve gündüzün herhangi bir anında birden yakalayıvereceği bilincini yerleştirmeye çalışmaktadır.

 

97- "Acaba o ülkelerin halkları geceleyin uyurlarken başlarına azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?"

98- "Acaba o ülkelerin halkları, kuşluk vakti eğlenirlerken, azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?"

99- "Onlar Allah'ın tuzağına yakalanmayacaklarından emin midirler? Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz. "

100- "Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi, kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?"

Yüce Allah'ın sıkıntılarla ve sevinçlerle, zorluklarla ve nimetlerle denemeye, ilişkin yasası (sünnetullah) ortada iken, kendilerinden önce bu ülkeleri onardıkları, imar ettikleri halde, onları yüzüstü bırakan ve kendilerine terkedip giden eski milletlerin, şaşkına dönen yalanlayıcıların acı akıbetleri gözlerinin önünde olduğu halde, yine de kasabaların halkı güven içinde miydi? Onlar gafletlerinin birine daldıkları bir sırada, dalgınlıklarının biri içinde debelendikleri bir sırada, Allah'ın cezasının kendilerini yakalayıp darmadağın hale getirmesinden yok etmesinden emin mi oldular? Uyku halinde insanın iradesi elinden alınır, gücü elinden alınır. Önlem alma imkânına sahip değildir. En küçük bir böcekten bile kendisini koruyamaz. Yüce kudret sahibi olan Allah'ın cezasına karşı kendisini nasıl koruyabilecektir? Çünkü bu, ulu kudretin karşısında değil uyurken, en fazla uyanık, güçlü ve önlemlerini aldığı anlarda bile karşı koyamaz!

Yoksa onlar Allah'ın cezasının kuşluk vaktinde oyuna daldıkları sırada kendilerini yakalamasından emin mi oldular? Oyuna dalmak insanın uyanıklığını ve tedbir almasını engeller. Hazırlık yapmasına ve ihtiyatlı bulunmasına fırsat vermez. İnsan oyuna, eğlenceye daldığı sırada bir saldırgan karşısında kendisini koruyamaz. Hal böyleyken, insanın en ciddi ve tedbirli sıralarda, savunma için gerekli bütün önlemlerini aldığı hallerde ile bir varlık gösteremediği Allah'ın saldırısı karşısında durumu ne olacaktır?

Allah'ın cezası o kadar şiddetlidir ki, insanların ona karşı ne uyku halinde, ne uyanık haldeyken, ne oyunda, ne hazırlıklı oldukları sıralarda karşı koymaları asla mümkün değildir. Fakat Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı, insanın vicdanını derinden sarsmak, onun sakınma ve uyanma duygularını harekete geçirmek için onun en zayıf anlarını yakalıyor. Derinden sarsan büyük saldırıyı beklerken onu zaafın, gafletin ve beklenmedik bir zaman diliminin içinde uyarıyor. Bu durumda o ister uyanık olsun, ister gaflet içinde olsun asla kurtulamaz. Hem uyanık olmak, hem de gaflet içinde debelenmek Allah'ın cezası karşısında farketmez. Aynıdır!

"Allah'ın cezasından emin mi oldular?"

Allah'ın insanlar tarafından bilinmeyen gizli planından emin mi oldular ki Ondan korunsunlar ve sakınsınlar...

"Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında, hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz."

Kendini güven içinde hissetmenin, gafletin ve vurdumduymazlığın ardında hüsrandan başka bir şey yoktur. Bu hüsrana müstehak olanlardan başkası Allah'ın cezasından bu derece güven içinde olamazlar! Yoksa onlar günahları yüzünden yok edilen, gafletlerinin cezasına çarptırılan tarihin derinliklerine gömülmüş önceki toplumlardan bu yeryüzünün hakimiyetini devraldıkları halde Allah'ın cezasından emin mi oldular? Kendilerinden önce gelip geçenlerin acı akıbetleri onlara yol göstermeli ve yollarını aydınlatmalı değil miydi?

"Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi, kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?"

Allah'ın yasası (sünnetullah) kesinlikle değişmez. Allah'ın iradesi asla duraklamaz. Şu halde Cenab-ı Allah'ın önceki milletleri cezalandırdığı gibi, kendilerini de günahları yüzünden cezalandırmayacağını garanti eden nedir? Kalplerine mühür vurmasına, bundan böyle doğru yolu bulamaz hale gelmelerine, hatta hidayete erdirecek belgelere kulak asmaz bir duruma düşmelerine, neticede hem dünyada, hem de ahirette sapıklıklarının cezasına çarptırılmalarına engel olacak neleri vardır?.. Hiç şüphesiz önceki milletlerin acı akıbetleri, kendilerinin onların yerine geçmeleri ve Allah'ın yürürlükteki değişmez yasaları... Evet bunların hepsi korunmaları ve sakınmaları, yalancı (sahte) güven havasından, şaşkına döndüren vurdumduymazlıktan, uçuruma götüren gafletten kurtulmaları için bir uyarıcı olmalıydı. Kendilerinden önceki milletlerin akıbetlerinden ders almalıydılar. Belki bu şekilde aynı akıbete uğramazlardı! Keşke buna kulak verselerdi!

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu sakındırıcı direktifle, insanların sürekli korku ve endişe içinde yaşamalarını, gecenin veya gündüzün herhangi bir saatinde ölümün ve yok oluşun kendilerini yakalayacağının endişesiyle tir tir titremelerini istememiştir. Bilinmeyen gizemli şeylerden sürekli korku, istikbalden sürekli endişe içinde hareket etme, her an ölüm tehdidi ile yaşama, insanın enerjisini sekteye uğratabilir, gücünü dağıtabilir: Hatta onun çalışma, üretim, hayatı geliştirme ve yeryüzünü imar etme umudunu kırabilir. umutsuzluk içine itebilir... Bu ayetlerle yüce Allah'ın insanlardan istediği tek şey uyanıklık, duyarlılık, Allah korkusu, otokontrol (nefis murakabesi), insanlığın deneyimlerinden ibret almak, insanlık tarihini harekete geçiren dinamikleri görmek, Allah ile sürekli bir bağ içinde olmak, geçimin güzel şartlarında ve hayatın bolluk ve saadetine aldanmamaktır.

Yüce Allah, insanlar bütün duyarlılıklarıyla O'na yöneldiklerinde, kulluklarını, ibadetlerini yalnız O'na sunduklarında, onlara hem dünya, hem ahiret güvenini, huzurunu, mutluluğunu ve kurtuluşunu söz veriyor. İnsanlar Allah'tan korktuklarında hayatın tadını kaçıran her kirli şeyden kurtulacaklardır. Yani yüce Allah onları aldatıcı maddi nimetlerin himayesindeki güvene değil, Allah'ın himayesindeki güvene, emniyete çağırıyor. Geçici maddi kuvvetlerine değil, Allah'ın gücüne güvenmeye davet ediyor. Dünya mallarına değil, Allah'ın katındaki nimetlere dayanmaya dikkat çekiyor.

Müminlerin önünde Allah'a iman eden, Allah'tan korkan ve O'nun cezasından emin olmayan, O'ndan başkasına dayanmayan bir nesil vardır. Bu neslin sözü edilen sıfatları onların kalplerini imanla onarmış, Allah'ın zikri ile huzura kavuşmuş, şeytana, arzu ve isteklerine karşı güçlü bir konuma gelmiş, Allah'ın gösterdiği yol ile yeryüzünde iyiliği yaygınlaştırmış, insanlardan korkmamış, Allah'ı korkulmaya daha lâyık görmüş olmalarıdır.

İşte hiçbir şekilde karşı konulmayan Allah'ın cezasından ve asla farkına varılmayacak olan Allah`ın tuzağından, sürekli olarak korkulmasını aşılayan ayetlerden anlamamız gereken budur. Çünkü yüce Allah bizi kararsızlığa çağırmaz, yalnızca uyanık olmaya çağırır. Bizi endişeye sürüklemez, sadece duyarlı olmamızı ister. Hayatı durdurmak istemez. Fakat onu umursamazlıktan ve azgınlıktan korumayı öngörür.

Kur'an-ı Kerim'in metodu bunun yanında değişmekte olan ruhların ve kalplerin gelişmelerini, değişik milletlerin ve toplulukların gelişme aşamalarını ele alır ve onları uygun bir zaman diliminde, uygun bir tedavi şekliyle tedavi eder. Buna bağlı olarak insanın, yeryüzünün güçlerinden ve hayatın cilvelerinden korktuğu sıralarda Allah'ın himayesindeki güvenden, emniyetten ve huzurdan bir yudum verilir ona. Yeryüzünün güçlerine ve hayatın aldatıcı nimetlerine dayanmaya başladığında ise, ona bir yudum korku, sakınma ve Allah'ın cezasını bekleme duygusu verir. Ve şüphesiz Allah yarattıklarını en iyi bilendir. Yüce hikmet sahibidir ve her şeyden haberi olandır.

Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı yürürlükteki yasayı belirledikten ve insanın vicdanına onca kuvvetli temaslara dokunduktan sonra, hitabını Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiyor. Bütün bu kasabaların sınanmasına ilişkin evrensel sonucu kendisine açıklıyor. Bu sınanma ile ortaya çıkan küfrün yapısına, imanın yapısına, sonra bu milletlerde ortaya çıkan insanın genel karakterlerine ilişkin gerçeklere dikkatini çekiyor:

 

101- "İşte şu ülkeler var ya, hani sana onlara ilişkin bazı tarihi olayları anlatıyoruz. Bunlara peygamberleri açık belgeler, mucizeler getirmişlerdi. Fakat mucizelerden önce yalanladılar! Mesajlara inanmaları sözkonusu olmadı. İşte Allah kafirlerin kalplerini böyle mühürler. "

102- "Onların çoğunda söze bağlılık diye bir şey bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk. "

İşte bunlar Allah'ın bildirdiği kıssalardır. Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- onları bilmiyordu. Bunlar ancak Allah'ın ona vahyetmesi ve öğretmesi ile öğrendiği tarihi olaylardı."

"Onlara peygamberleri açık belgeler, mucizeler getirmişlerdi."

Ne var ki, belgeler, mucizeler onlara fayda vermedi. Belgelerden sonra da daha önce yalanladıkları gibi yalanladılar. Açık belgelerin kendilerine gösterilmediği sırada yalanladıklarına belgeleri gördükten sonra da inanmadılar. Zaten açık belgeler yalanlayıcıları, inanmaya ve imana iletmez! Çünkü onların iman etmelerini engelleyen sebep, delil yetersizliği değildir. Onları imandan alıkoyan asıl neden, açık bir kalbe, keskin bir duyarlılığa ve doğru yola yönelme arzusuna sahip olmalarıydı. Onların hoşgörü ile karşılayan, gerçeğe doğru devinen ve onu kabullenme arzusunda olan diri bir fıtrattan mahrum olmalarıdır. Her şeye rağmen onlar, kalplerini doğru yolun imajlarına ve imanın belgelerine yöneltemediklerinden, yüce Allah onların kalplerini mühürledi. Vicdanlarına kilit vurdu. Bundan böyle onlar ilâhi mesajı almaya, gerçeğe, doğru atılımda bulunmaya ve onu kabullenmeye yanaşmayacaklardı.

"İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler..."

İşte bu deneyimler insanın şu baskın karakterlerini de ortaya koydu.

"Onların çoğunda söze bağlılık diye bir şey bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk."

Burada işaret edilen söze, taahhüde gelince; bu, yüce Allah'ın insanların fıtratlarından almış olduğu söz olabilir. Nitekim surenin sonlarında buna değinilmiştir: "Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirlerine şahit tutmuştu da onlar da "Evet şahidiz" demişlerdi." (A'raf 172)

Bu verilen söz, İsrailoğulları'nın peygamberlere iman eden ilk nesillerinin Allah'a vermiş oldukları söz de olabilir. Öncekilerin verdikleri bu söze sonrakiler bağlı kalmamış ve ondan sapmışlardı. Nitekim bütün cahiliyelerde meydana gelen de budur. Bu sistemlerde insanlar yavaş yavaş hedeften saparlar. İmanın gerektirdiği taahhüdün dışına çıkarlar, cahiliyeye dönerler.

Burada, sözkonusu edilen taahhüt, bunların hangisi olursa olsun anlaşılıyor ki, insanların geneli sözlerine bağlı kalmaz ve verdikleri taahhüde bağlılık göstermez. Onlar her an değişen heva-hevese, uyarlar. Onların yapısı, karakteri, verilen sözün yükümlülüklerine sabredemez ve onların doğrultusunda yoluna devam edemez.

"Tersine onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk."

Onlar Allah'ın dininden ve önceden Allah'a verdikleri sözün dışına çıkarlar. İşte dönekliğin, sözünde durmamanın, arzu ve isteklere uymanın ürünü budur... Kim kendisine Allah'a verdiği söz doğrultusunda bir çeki düzen vermez, O'nun gösterdiği yolda dosdoğru yürümez, O'nun hidayetiyle kendine doğru bir istikamet çizmezse, önünde yollar çatallaşacak, yoldan ayrılacak ve hedefinden sapacaktır... İşte önceki kasabaların halkı da aynen böyle olmuştur. Eninde sonunda böyle bir akıbete uğramışlardır.

Gelecek bölüm, Hz. Musa ile Firavun ve kurmayları arasında geçen kıssanın bir kısmını içermektedir. Burada Hz. Musa'nın onları alemlerin Rabbi olan Allah'a çağırmasından başlanmakta ve hepsinin denizde boğulması bölümüne kadar gelinmektedir. Bu iki aşama arasında büyücülerle mücadelesine, hakkın batıla galip gelmesine, büyücülerin aynı zamanda Musa ve Harun'un da Rabbi olan alemlerin Rabbi Allah'a iman etmelerine, Firavun'un, iman etmeleri üzerine onlara karşı cezalandırma, işkence etme ve öldürme tehdidinde bulunmasına, büyücülerin kalplerine yerleşen hakkın, Firavun'un savurduğu bu tehdide üstün gelmesine, gönüllerinde yer eden akidenin (inanç sisteminin) hayata yaşama sevgisine üstün gelmesine de yer verilmektedir. Bunun ardından Mısırlılar'ın cezalandırılmasına geçilmektedir. Yüce Allah'ın Firavun'un ve ileri gelen destekçilerini kıtlıkla, ürünlerin azalmasıyla denemesine yer verilmektedir. Sonra, tufana, çekirge sürüsüne tahıl güvesine, kurbağa sürülerine ve kana hedef olmalarına değiniliyor. Onlar bu belaların herbiri sırasında Hz. Musa'ya koşuyorlar, ondan yardım diliyorlar. Azabı kaldırması için Rabbine niyazda bulunmasını istiyorlar. Ne var ki, yüce Allah, herbirini kaldırdığında, hemen eski hallerine dönüyorlar ve kendilerine ne kadar mucize gösterirse göstersin, O'na iman etmeyeceklerini açıkça söylüyorlar. Sonuçta Allah'ın cezasına müstehak oluyorlar. Allah'ın ayetlerini yalanlamalarının, kullarını sınamasının hikmetinden habersiz olmalarının cezası olarak denizde boğulmalarından söz ediliyor. Yüce Allah'ın yürürlükteki değişmez yasasının bir gereği olarak, mesajını yalanlayan milletleri ölüm ve yok oluşla cezalandırmadan önce, onları darlık ve bollukla denediğinden dolayı gaflet içinde bulunmalarının cezası olarak boğduruldukları ifade ediliyor. Sonra halifeliğin, sabretmelerini, şiddet, sıkıntı sınavını geçen ve ardından bollukla denenecek olan Hz. Musa'nın kavmine verilmesinden bahsediliyor.

İşte biz kıssanın bu bölümünü bir derste, Hz. Musa'nın bundan sonra kavmiyle beraber geçen hayatından söz eden bölümünü de başka bir derste ele almayı uygun gördük. Çünkü her iki dersin karakteri farklı, sahası birbirinden tamamen ayrıdır.

Kıssanın bu bölümü, olayın baştan sona kadar neden burada anlatıldığını dile getiren özet bir açıklama ile başlıyor.

"Sonra bu peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz ile Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar ayetlerimize karşı zalimce bir tutum takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu?"

Ayeti kerime kıssanın bu bağlamda ele alınış amacını açıklıyor... Amaç bozguncuların akıbetlerine bakıp ibret almaktır. Amacı açıklayan bu özetten sonra, amaca yönelik olayın halkalarını detaylı olarak sunmaya ve onları daha geniş biçimde tasvir etmeye geçiyor.

Kıssa canlı sahneler halinde geçip gidiyor: Hareketle ve karşılıklı diyalogla dalgalanıyor. Tepkilerle ve işaretlerle dolup taşıyor. Olayın dile getirilmesi bağlamında ibret verici direktiflere yer veriliyor. "Alemlerin Rabbi"ne çağrıda bulunma ile Allah'ın kullarına musallat olan ve Allah'ın dışında ilâhlık taslamaya çalışan azgınların, zalimlerin arasındaki savaşın yapısını ortaya koyuyor. Bu arada açıkça ilân edildiğinde, zalimlerin azgınların otoritesinden korkulmadığında, tehditlere ve şiddetli cezalandırmaya ilişkin savunmalara aldırış edilmediğinde, akidenin parlaklığı ve üstünlüğü de ortaya çıkacağına işaret ediliyor.

 

103- "Sonra bu peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz ile Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar ayetlerimize karşı zalimce bir tutum takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu?

Bu kasabalardan, bu kasabaların ve ilâhi mesajları yalan sayan ahalisinden sonra Musa'ya peygamberlik gelmişti... Kur'an°ın ifade tarzı, kıssayı Firavun'un ve kurmaylarının peygamberliği nasıl karşıladıklarını açıklayan bölümle başlatıyor. Sonra onların peygamberliği neden böyle karşıladığını belirten özet bir açıklama geliyor. Ve hemen onların vardıkları acı akıbete işaret ediliyor. Onlar bu ayetlere, mucizelere zalimce davranmışlardır. Yani onları red ve inkâr etmişlerdir. Kur'an'ın ifade biçimi "zulüm" ve "fasıklık" kavramlarını "küfür" ve "şirk" yerine kullanmaktadır. İşte burada da bu kavramlar Kur'an'da kullanıldığı şekilde kullanılmıştır. Çünkü gerek şirk, gerekse küfür zulmün en iğrenç şeklidir. Aynı şekilde fasıklığın da en kötü biçimidir. İnkâr edenler veya ilâhlık gerçeğine, tevhid gerçeğine (ilâhları bir'e indirgeme gerçeğine) zalimce bir tutum izlemektedirler. Hem de kendilerini dünya ve ahirette uçuruma yuvarlatmakla, kendilerine haksızlık etmektedirler. Ayrıca insanları bir tek Allah'a kulluktan uzaklaştırıp dizilerle azgın zorbalara, değişik değişik ilâhlara kul yapmakla, insanlara da zulüm etmektedirler. Hiç şüphesiz, bundan öte büyük zulüm olamaz. Bu nedenle küfür aynı zamanda zulümdür de. Kur'an-ı Kerim'in de ifade ettiği gibi, "Kâfirler zalimlerin kendileridir." Aynı şekilde inkâr edenler veya Allah'a ortak koşanlar dinin emirlerini çiğnemiş (fasıklık yapmış) olurlar. Allah'ın yolundan, O'nun dosdoğru caddesinden çıkmış, Allah'a götürmeyen ancak cehenneme ileten yollara girmiş olurlar!

Firavun ve kurmayları da Allah'ın ayetlerine, mucizelerine zalimce karşı koymuşlardır. Yani onları red ve inkâr etmişlerdir.

"Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu!"

Onların uğradıkları akıbet kıssanın seyri içinde yakında gelecektir. Şimdi biz burada, "kâfirler" veya "zalimler" kavramlarının eş anlamlısı olan "bozguncular" kavramı üzerinde biraz duralım. Onlar Allah'ın ayetlerine zulmettiler. Yani onları red ve inkâr ettiler. Gör bakalım bu "bozguncuların" akıbeti ne oldu!

Onlar bozguncudurlar. Çünkü "zulmetmişler" yani "red ve inkâr" etmişlerdir... Zira küfür, bozgunculuğun en iğrenç şeklidir. Bozmanın en tiksindirici biçimidir. Hayatın (insanlığın) doğru bir istikamete yönelmesi ve düzelmesi ancak tek bir Allah'a iman ve tek bir Allah'a kulluk esasına dayanması halinde mümkün olur. İnsanların hayatında kulluk sadece Allah'a yapılmadığı zaman, yeryüzü bozguna uğrar. Yalnız başına Allah'a kulluğun anlamı insanların, hem ibadetlerinde, hem de boyun eğişlerinde O'na yönelmeleridir. Yalnız O'nun hukuk sistemine, yasalarına boyun eğmeleridir. insanların sürekli değişen arzu ve isteklerine ve insanların basit ihtiraslarına boyun eğmekten hayatlarını kurtarmalarıdır! Allah'ın dışında insanların hayatlarına hükmeden değişik birtakım ilâhların ortaya çıkmasıyla insanların sosyal hayatları bozguna uğradığı gibi, düşünceleri de bozguna uğrar. İnsanların inanç sistemi, ibadet ve şeriat (hukuk) olarak yalnız Allah'a kulluk yaptıkları dönemlerin dışında yeryüzü asla rahat yüzü görmemiş, düzelmemiş, insanların hayatı da sağlıklı, düzenli bir sisteme kavuşmamıştır! "İnsanlar" tek bir Allah'a kul olmanın gölgesi dışında hiçbir zaman özgürlük havasını teneffüs edememişlerdir! .. İşte bu nedenle yüce Allah, Firavun ve kurmayları için buyuruyor ki;

"Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu!"

İnsanları kendisinin çıkardığı kanunlara, şeriata (hukuka) boyun eğdiren ve Allah'ın şeriatını kaldırıp atan her merkezi otorite, (her zorba, her diktatör) yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve insanların yararı için çalışmayan "bozguncular"dan birisidir.

Kıssanın böyle bir giriş ile başlaması Kur'an'ın kıssaların sunuşunda kullandığı kendine özgü metodudur. Surenin diğer olayları bağlamında kullanılması gereken en uygun metod da budur. Bu yöntem surenin etrafında dönüp dolaştığı ana eksene (temel konuya) de uygun düşmektedir. Çünkü bu metod, ta baştan acı sonu hemen gözler önüne sermektedir. Böylece konuyu ele almasının ana hedefini belirlemektedir. Bu özet açıklamadan sonra detaylara inmektedir. Böylece olayların sonuna kadar nasıl seyrettiklerini görmemiz daha da kolaylaşmaktadır.

Hz. Musa ile Firavun ve kurmayları arasında neler geçmişti?

 

104- "Musa dedi ki; "Ey Firavun, ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. "

105- "bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize getirdim, İsrailoğulları'nı benimle gönder. (Serbest bırak.)"

106- "Firavun: Eğer doğru söylüyorsan ve getirdiğin bir mucize varsa onu göster bakalım, dedi. "

107- "bunun üzerine Musa, elindeki değneği yere attı, değnek o anda sahici bir yılan oluverdi.

108- "Ve elini yeninin altından çıkardı, bakanlar onun ak bir parıltı saçtığını gördüler. "

109- "Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler ki, "Bu adam bilgili bir büyücüdür. "

110- "Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?"

111- "Onu kardeşi ile birlikte oyala ve bütün kentlere adam toplayacak elçiler gönder. "

112- "Bütün bilgili büyücüleri sana getirsinler. "

Hak ile batıl, iman ile küfür arasında gerçekleşen ilk karşılaşma sahnesidir... "Alemlerin Rabbine" çağrı ile, alemlerin Rabbi dışında ilâhlık taslayan ve ilâhlık hakkını bizzat kendisi kullanan azgın otorite arasındaki ilk karşılaşma sahnesidir!

"Musa dedi ki; "Ey Firavun, ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge bir mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte gönder. (Serbest bırak)

Hz. Musa "Ey Firavun" diye hitap ediyor ona. Gerçek efendinin kim olduğunu bilmeyenler gibi, "Efendim" diye hitab etmiyor! Edebini ve şerefini takınarak onu meşhur olan ünvanıyla hitab ediyor. Hitab ediyor ki, kendi görevinin gerçek yüzünü ona açıklasın. Ayrıca varlık dünyasındaki gerçeklerin en önemlisini ona anlatsın:

"Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim."

Hz. Musa da -selâm üzerine olsun- kendisinden önceki diğer peygamberlerin hepsi gibi bu gerçeğe, tüm alemlerin Rabbi olan bir tek Allah'ın ilâhlığı gerçeğine, tek bir ilâhlık ve kapsamlı bir kulluk gerçeğine çağırmak için gelmişti. Yoksa mesele "Dinler Tarihi Uzmanlarının" ve onların iddialarını kabul edenlerin bilinçsiz bir şekilde karanlıklara dalarak vardıkları hükümlerle, "Bütün dinlerin" (inanç sistemlerinin) tekamül ettiğini" söylemeleri, tüm peygamberlerin Allah'tan aldıkları dinleri bu meselenin dışında tutmamaları gibi değildir!.. Bu iddianın tam tersine, bütün peygamberlerin kendisine çağırdıkları inanç sistemi (akide) tek ve değişmez bir akidedir... Bütün varlıklar için tek bir ilâhlığı öngörür. Peygamberlerin dinlerinde ilâhlık gerçeğinin, önce çok ilâhlı, sonra bu ilâhların ikiye indirilmesi, sonuçta bu ilâhların bire indirgenmesi diye bir tekamülü sözkonusu değildir. İnsanların ilâhi akideden saptıktan sonraki durumlarında ortaya çıkan, insanlar tarafından ortaya konan cahiliyenin inanç sistemlerine gelince, burada sayısız bilinçsizliklerden söz edilebilir. İnsanlık bu cahiliye sistemlerinde değişik totemler, ruhlar ve ilâhlar arasında bocalayıp durmuş, gün olmuş güneşe tapmış, gün olmuş düalist bir ilâh inancına kapılmış, yine günü geldiğinde putperestliğin tortuları ile karışık bir tevhid (birleme) inancına yönelmiştir. Daha bir dizi cahiliye inanç sistemlerinin etkisinde kalmıştır. Pek tabii olarak bütün varlıklar için tek bir ilâh inancını öngören ve hepsi de gerçek tevhid inancına çağıran ilâhi inanç sistemleri ile, Allah'ın gerçek dininden sapan bu bilinçsiz ve şuursuz yaklaşımları birbirine karıştırmak doğru olmaz.

İşte Hz. Musa'da Firavun'a ve kurmaylarına, kendisinden önceki ve sonraki tüm peygamberlerin cahiliyenin bozuk inanç sistemlerine karşı koyduğu bu bir tek gerçekle karşı koymuştur. Hz. Musa Firavun'a karşı bu gerçekle karşı koyarken, bunun Firavun'a, Firavun'un kurmaylarına, devletine ve idare mekanizmasına karşı bir inkılâb (devrim) anlamına geldiğini biliyordu. Çünkü Allah'ın tüm varlıkların Rabbi, ilâhı olması; her şeyden önce Allah'ın emri ve şeriatına dayanmadan insanlar üzerinde otorite kuran bütün idare mekanizmalarının meşruluğunu iptal etme anlamına geliyordu. Allah'a dayanmadan, kendisinin emirlerine ve yasalarına insanların boyun eğmelerini istemek suretiyle insanları kendisine kul yapan bütün gayri meşru yönetimlerin (tağut) bertaraf edilmesi demektir bu. İşte Hz. Musa, tüm varlıkların Rabbinin bir elçisi olması sıfatıyla, onları bu dehşet verici gerçek ile yüzyüze getirmişti. Çünkü o, kendisini peygamber olarak gönderen Allah hakkındaki şu söze bağlı ve sadık olarak hareket ediyordu:

"Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır."

Allah gerçeğini bilen, O'nun yüceliğini takdir eden ve O'nun yüce gerçekliğini vicdanının derinliklerinde duyan peygamber, elbette ki Allah hakkında doğrudan başka bir şey söylemezdi.

"Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize getirdim."

Bu belge, bu mucize benim: "Ben bütün varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim" sözümün doğru olduğunu göstermektedir.

İşte Hz. Musa, bu büyük gerçeğin, tüm varlıkları kapsayan ilâhlık gerçeğinin adına Firavun'un kendisiyle birlikte İsrailoğulları'nı salıvermesini istemiştir...

İsrailoğulları yalnız Allah'ın kullarıydı. Dolayısıyla Firavun'un onları kendisine kul yapmaya hakkı yoktu! Çünkü insan iki efendiye birden hizmet veremez. İki ilâha birden kulluk yapamaz. Allah'a kul olan bir insanın aynı zamanda başkasına da kul olması mümkün değildir. Firavun İsrailoğulları'nı kendi keyfi istediği için kul yapmıştı. Bu nedenle Hz. Musa, tüm varlıkların Rabbinin Allah olduğunu ilân etmişti. Bu gerçeğin ilân edilmesi, Firavun'un İsrailoğulları'nı kendisine kul olarak kullanmasının meşruyetini çürütür!

Allah'ın tüm varlıkların Rabbi olduğunu ilân etmek, aynı zamanda insanın özgürlüğünü ilân etmek anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'tan başkasına boyun eğmekten, itaat etmekten, bağlanmaktan ve kulluk yapmaktan kurtulması demektir. İnsanların yaslarından, insanların arzu ve isteklerinden, insanların geleneklerinden ve insanların egemenliğinden özgür hale gelmeleri anlamına gelir.

Allah'ın tüm varlıkların Rabbi olduğunu ilân etmek, tüm varlıklardan birinin dahi Allah'tan başkasına boyun eğmesiyle bağdaşmaz. Bir kişinin kendisi tarafından belirlenen bir yasa (hukuk) ile insanlara hakimiyet kurmasıyla biraraya gelmez. Kendilerinin müslüman olduklarını sandıkları halde, insan yapısı yasalar sistemine yani Allah'ın ilâhlığı dışında başka bir ilâhlığa boyun eğenler bir an dahi olsa eğer müslüman olduklarını zannediyorlarsa, yanılıyorlar! Egemenlik yetkisi Allah'tan başkasının elinde bulunduğu ve kanunları Allah'ın şeriatından başkası olduğu halde onlar, bir an dahi Allah'ın dininde olamazlar. Bu durumda onlar, ancak egemenlik yetkisini kullanan hakimiyet sahibinin dininde, kralın dininde olabilirler, Allah'ın dininde değil!

İşte bu nedenle Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- Firavun'dan İsrailoğulları'nın kendisiyle birlikte serbest bırakılmasını isterken bu gerçeğe dayanması emredilmişti:

"Ey Firavun! Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim... "Öyleyse İsrailoğulları'nı benimle birlikte gönder. (Serbest bırak)...

Bunların biri giriş diğeri sonuçtur... Bunlar birbirine bağlıdır. Asla ayrılmazlar...

Firavun ve kurmayları da bu ilânın (manifestonun) Allah'ın tüm alemlerin Rabbi olduğunun ilân edilmesinin anlamından habersiz değillerdi. Bu ilânın içerik bakımından Firavun'un hakimiyetini yıkmayı, idare mekanizmasını değiştirmeyi, bu mekanizmanın meşruiyetini reddetmeyi, düşmanlığını ve azgınlığını ortaya koymayı kapsamına aldığı onların da gözlerinden kaçmıyordu. Yalnız Firavun ve kurmaylarının önünde bir fırsat daha vardı. Onlar Hz. Musa'yı elinde alemlerin Rabbi tarafından gönderildiğine dair hiçbir delil, hiçbir belge bulunmayan bir yalancı konumunda gösterebilirlerdi!

"Firavun "Eğer doğru söylüyorsan ve getirdiğin bir mucize varsa onu göster bakalım" dedi.

Firavun'un bu isteği şu amaca yönelikti: Eğer alemlerin Rabbinin ilâhlığına çağıran bu davetçinin iddiasında yalancı olduğu ortaya çıkarsa, iddiası da temelden yıkılır, mesele basit bir şekilde çözüme kavuşurdu. İddia sahibinin elinde hiçbir belge, hiçbir delil olmadığı kesinlik kazanırsa, bu büyük çağrının hiçbir tehlikesi ve önemi kalmazdı.

Fakat Hz. Musa cevap veriyor:

"Bunun üzerine Musa, elindeki değneğini yere attı, değnek o anda sahici bir yılan oluverdi. Ve elini yeninin altından çıkardı, bakanlar onun ak bir parıltı saçtığını gördüler."

Bu sürpriz bir olaydı! Evet adamın elindeki sopa bir ejderha oluvermişti. Hem de kesin bir ejderha!.. "Apaçık" bir ejderha! Bu olay başka bir surede şöyle dile getirilmişti: "Bir de baktılar ki, sopa sağa sola koşuşan bir yılan oluvermiş! (Taha 20) Sonra Hz. Musa, "Adem"e yani esmere çalan bir tene sahipti, işte bu esmer tenli olan elini yeninden çıkarınca, onun hiçbir leke taşımayacak biçimde bembeyaz olduğunu gördüler. Elinin bu beyazlığı bir hastalıktan kaynaklanmıyordu. Bu bir mucizeydi. Onu tekrar yeninin içine soktuğunda eski esmer halini alıyordu!

İşte Hz. Musa'nın ileri sürdüğü iddiasının, "Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim" belgeleri ve mucizeleri bunlardı...

Fakat Firavun ve kurmayları bu önemli ciddi çağrıya teslim olmak isterler mi? Alemlerin Rabbinin ilâhlığına teslim olmayı arzu ederler mi? Teslim oldukları zaman Firavun'un tahtı, tacı, hakimiyeti ve idare mekanizması hangi temele dayanarak ayakta duracaktı? Firavun'un kavminden seçilen kurmaylar ve onlara onun tarafından verilen makam ve mevkiler neye dayanacaktı? Onun tayini ve idaresi ile işleyen sistemin temeli neye dayandırılacaktı?

Allah, `Alemlerin Rabbi' olduğunda bunların hepsi hangi esasa dayandırılarak ayakta durdurabilecekti?

Allah'ın kendisi "Alemlerin Rabbi" ise, bu durumda hakimiyet ve egemenlik ancak Allah'ın şeriatını olabilirdi. Allah'ın emirleri dışında başka emirlere itaat edilemezdi. O zaman Firavun'un şeriatı, yasası (hukuku) ve hakimiyeti nereye gidecekti? Çünkü Firavun Allah'ın şeriatına dayanmıyordu ve O'nun emrine sırtını dayamamıştı... Eğer insanların ilâhı Allah olursa, hükmüne, şeriatına ve emirlerine bağlı kalacakları bir başka "Rabbleri, ilâhları" olamazdı. İnsanların ilâhı ancak Firavun olduğu zaman, Firavun'un yasalarına ve emirlerine boyun eğebilirlerdi. Buna göre emirleri ve yasaları ile insanların hayatına hükmedenler aynı zamanda onların ilâhlarıdır. Bu adam kim olursa olsun, insanlar onun dininden olurlar!

Hayır! Zorba idareciler böyle kısa yoldan teslim olmazlar. Bu kadar kolay bir şekilde kendi hükümlerinin, hakimiyetlerin temelsiz, otoritelerinin gayri meşru olduğunu kabul etmezler!

Gerek Firavun, gerekse kurmayları, Hz. Musa'nın açıkladığı bu korkunç gerçeğin anlamını açıkça ilân ediyorlardı. Yalnız burada da bir kurnazlığa başvurarak olayın geniş kapsamlı anlamını dikkatlerden kaçırmaya çalışıyorlardı. Burada başvurdukları kurnazlık, Hz. Musa'yı bilgili bir büyücü olmakla suçlamalarıdır.

Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler ki; Bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?..

Onlar bu gerçeğin açıklanmasıyla ortaya çıkacak korkunç sonucu açıkça ifade ediyorlar. Onlar bununla yurtlarından sürülecekler, hakimiyetleri ellerinden alınacak, idare mekanizmalarının meşrutiyeti iptal edilecek... Veya bugünkü çağdaş ifadeyle söylersek: "Bu, devlet düzenini devirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir!"

Yeryüzü Allah'ındır. İnsanlar Allah'ın kullarıdır. Herhangi bir ülkede hakimiyet Allah'a verildiğinde Allah'ın yasalarından başka kanunlarla hükmeden zalimler ve zorbalar oradan sürüleceklerdir! Veya insanları kendi şeriatlarına (hükümlerine, yasalarına, kanunlarına, hukuklarına) ve emirlerine boyun eğdirmek suretiyle ilâhlık özelliklerini kendilerine yakıştıranlar, Rabblık ve ilâhlık taslayanlar, o ülkeden sürgün edileceklerdir! İnsanları bu sahte ilâhlara boyun eğdiren, kulluk yapmalarını sağlayan yüksek makam ve mevkilerde, büyük ve önemli görevlerde bu sahte ilâhlar adına çalışan bürokratlar (teknokratlar ve kurmaylar) orayı terketmek zorunda kalacaklardır!

İşte Firavun ve kurmayları, Hz. Musa tarafından yapılan bu çağrının önemini ve tehlikesini aynı şekilde kavramışlardı. Yeryüzünde egemen olan bütün zalim ve zorbalar da bu çağrıyı aynı şekilde kavrarlar... Nitekim Araplar'dan biri, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- insanları "Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve Muhammed, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir" şeklindeki tanıklığa, şehadete çağırdığını duyduğunda, kendi fıtratı ve güzel ifa yeteneğine dayanarak, "Bu kralların hoşuna gitmeyecek bir eylemdir!" demişti. Yine Araplar'dan biri kendi fıtratı ve güzel ifade yeteneğinden hareketle Peygamberimize: "Öyleyse hem Araplar ve hem diğer milletler seninle savaşacaklardır" demişti. İşte bu iki Arap da kendi dillerindeki ifadelerin ne anlama geldiğini biliyorlardı. Bunlar, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmenin" Arap olsun başka milletlerden olsun Allah'ın emirleri ile hükmetmeyen idari mekanizmalara karşı bir inkılâb (bir devrim) olduğunu anlıyorlardı! Bu Araplar "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadetinin ciddiyetini bütün duyguları ile kavrıyorlardı. Çünkü kendi dillerindeki kavramları çok güzel anlıyorlardı. Hiçbir Arabın, "Allah'tan başka ilâh yoktur" şeklindeki şehadet kavramı ile Allah'ın şeriatından başka hukuk sistemleriyle hükmetmeyi bir tek gönülde birleştirecek, bir tek ülkede bağdaştıracak şekilde anladığından söz etmek mümkün değildir. Allah ile beraber başka ilâhların varlığına izin verilecek şekilde bu ilkeyi kavradığı düşünülemez! Araplar'ın hiçbiri, "Allah'tan başka ilâh yoktur" ilkesini bugün kendilerinin "müslüman" olduklarını iddia edenlerin anladığı gibi anlamıyordu! Çünkü sözkonusu ilkeyi bu şekilde anlamak gerçekten tutarsız, gülünç ve yanlış bir anlayıştır!

İşte aynı şekilde Firavun'un kavminden ileri gelen bir topluluk Firavun'la olayı değerlendirirken şöyle demişti:

"Bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?"

Ve onlar sonunda şu karara varmışlardı:

"Onu kardeşi ile birlikte oyala ve bütün kentlere adam toplayacak elçiler sal; bütün büyücü bilginleri sana getirsinler."

Bu sırada Mısır ülkesi, değişik tapınaklarda bulunan kâhinlerle dolup taşıyordu. Kâhinler aynı zamanda büyü işlerini de yapan kimselerdi. Zaten yaklaşık olarak putperest sistemlerin hepsinde din ile büyü birbirine yakındır. Büyü işlerini de bu tür dinlerin kâhinleri ve ilâhların hizmetçileri yaparlardı! İşte bu olayı, bu gerçeği gören "Dinler Tarihi uzmanları" büyüyü, akidenin (inanç sisteminin) gelişme ve tekamül etme aşamalarından biri olarak değerlendirirler. Bu uzmanların ateist olanları ise; büyü nasıl zamanını doldurduysa, dinin de aynı şekilde miadını dolduracağını, bilimin büyüye son verdiği gibi bir gün dine de son vereceğini iddia ederler! Bu uzmanlar bu tür şaşkınlıklarına "Bilim" adını vermektedirler.

Gerek Firavun, gerekse kavminin ileri gelenleri Musa'yı belli bir süreye kadar ertelemek, ülkenin dört bir yanına büyücülerin büyüklerini toplayacak elçiler göndermek konusunda fikir birliğine varmışlardı. Böylece kendi anlayışlarına göre, "Musa'nın büyüsüne" aynen onunki gibi bir büyü ile karşılık vermiş olacaklardı.

Firavun onca zalimliğine ve bilinen zorbalığına rağmen, bu uygulamasında alemlerin Rabbinin ilâhlığına çağıran davetçilerin çağrısını karşılamada hiçbir haklı temele dayanmayan otoritesiyle, bu yüce mesajın sahiplerini tehdit etmede yirminci asrın azılı zorbalarından daha az zalimlik yapmıştır! (Bu konuda yirminci asrın zalimleri ve zorba yöneticileri Firavun'u çok geride bırakmışlardır!)

Kur'an'ın anlatım tarzı Firavun'un ve ileri gelen yardımcılarının şehir şehir büyücüleri nasıl topladıklarına değinmeden es geçiyor. Burada birinci sahnenin perdesini kapatıyor. Hemen ardından ikinci perdeyi açıyor. Bu da Kur'an'ın, kıssaların sunuşunda kullandığı yöntemin üstün özelliklerinden biridir. Böylece anlatılan olaylar, gözle görülen bir realite şeklinde sunuluyor, hikâye şeklinde anlatılan bir olay gibi değil!

 

113- "Firavun'un büyücüleri geldiler, "Eğer biz yenecek olursak, bize bir ödül verilecek, değil miydi? dediler. "

114- Fïravun: "Evet, yakın adamlarım arasına gireceksiniz, dedi. "

Bunların hepsi sanatçıdırlar... Kahinliği sanat haline getirdikleri gibi, büyücülüğü de sanat haline getirmişlerdir! Bu her iki sanatın amacı da para kazanmaktır! Hiçbir haklı temele dayanmayan otoriteye ve güç sahibi zorbalara, azgınlara hizmet etmek, dini bir sanat (bir geçim kaynağı) haline getiren din adamlarının başlıca görevlerindendir! Her nerede devlet düzeni Allah'a samimi kulluktan, yalnız yüce Allah'ın hakimiyeti ilkesinden sapar, Allah'ın şeriatı yerine azgın zorbaların otoritesi yürürlüğe girerse, orada zorba idareciler, dini bir geçim vasıtası haline getiren bu tür din adamlarına ihtiyaç duyarlar. Bu konudaki başarılarından dolayı onları ödüllendirirler. Onlarla elele verirler. Bu din adamları da onların otoritelerini (idarelerini, sistemlerini) din adına kabul ederler! Onlar da kendilerine hazinelerinin kapılarını açarlar ve bu din adamlarını (simsarlarını) kendilerine yakın adamları arasına koyarlar!

Firavun özellikle bu sanatlarına karşılık ödüllendirileceklerini, emeklerinin karşılıksız kalmayacağını ve büyücüleri kendi yakın adamları arasına alacağını söz vermekle, onların daha fazla aldatmaya çalışmalarını ve ellerinden geleni ardlarına koymamalarını sağlamak istiyor. Ne Firavun, ne de büyücüler halâ sanatkârlığın, maharetin ve saptırmanın burada geçerli olmadığını, burada mucizenin, peygamberliğin, büyücülerin ve zorbaların asla karşı koyamayacağı üstün kudret sahibine dayandığının sözkonusu olduğunu bilmiyorlar!

Artık büyücüler ücret üzerinde anlaşmışlar. Firavun'a yakın olmak için boyunları uzanıvermiş ve sağılmaya hazır hale gelmişlerdir... Sonra işte onlar şimdi Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- yöneliyor ve ona meydan okuyorlar... Fakat sonra Allah'ın onlara ayırdığı ve ummadıkları hayır ve iyilik, beklemedikleri mükafat kendilerinin payına düşüyor:

 

115- "Büyücüler: "Ya Musa, önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın, yoksa biz mi önce hünerimizi ortaya atalım, dediler. "

116- "Musa, "Önce siz atın " dedi. " Büyücüler hünerlerini ortaya atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve müthiş bir büyü gösterisi gerçekleştirdiler.

Bu meydan okuyuş, onların Hz. Musa'yı ilk seçenekten birini tercih etmede serbest bırakmasından açıkça anlaşılıyor. Yine anlaşılıyor ki, onlar kendi büyülerine ve üstün geleceklerine kesin gözüyle bakıyorlardı... Öte yandan Hz. Musa'nın da -selâm üzerine olsun- kendïnden emin bir şekilde hareket ettiği ve onların meydan okuyuşlarını hafife aldığı ortaya çıkıyor. "Musa: "Önce siz atın" dedi." Bu bir tek söz bile, Hz. Musa'nın onların yaptıklarını umursamadığını ortaya koyuyor. Hz. Musa'nın gönlünde gizli olan güveni bütün parlaklığı ile gözler önüne seriyor. Bu, Kur'an-ı Kerim'in, çoğu zaman yaptığı gibi, bir tek kelimeyle olayları aydınlatma metoduna bağlı bir ifade yöntemidir.

Yalnız Kur'an'ın anlatım üslûbu Hz. Musa'nın irkildiği şeyle (Bakınız Taha Suresi 67-68) birden dikkatlerimizi olayın üzerine çekiyor. Biz Hz. Musa'nın onların meydan okuyuşlarını hafife alması ve onları umursamaması atmosferindeyken birden kendimizi müthiş bir büyü manzarası karşısında görüyoruz. Bu korku ve dehşet saçan bir manzaradır.

"Büyücüler hünerlerini ortaya atınca insanların gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve müthiş bir büyü gösterisi gerçekleştirdiler."

Bu büyünün nasıl bir büyü olduğunu,kavramamız için Kur'an'ın onun için: Onların "İnsanların gözlerini" büyülediklerini, onların kalplerini ürperttiklerini "onları ürküttüler" denmiş olması yeterlidir. Zaten "ürküttüler" kavramı tek başına bile olayı canlandıran bir ifadedir. Büyücüler insanların korku duygusunu harekete geçirmek istemişler, onları habire zorlamışlardır. Kur'an'ın Taha suresinde yer alan bir ayetinde Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kendi içinde bir korku duymasından söz edildiğini bilmemiz de burada meydana gelen olayın gerçek yüzünü hayalimizde canlandırmamız için yeterlidir! (Bakınız Taha Suresi 67-68)

Tam bu sırada aniden meydana gelen bir olay, hem Firavun ve kurmaylarının, hem büyücü kâhinlerin hem de büyük meydanda toplanmış halk kitlelerinin dikkatlerini çekiyor. Bu müthiş büyü gösterisini seyreden tüm insanları birden etkisi altına alıyor:

 

117- "Biz de Musa'ya `Elindeki değneği yere at " diye vahyettik, değnek onların bütün göz boyayıcılıklarını yutuverdi. "

118- "Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların bütün marifetleri boşa çıktı."

119- "Orada yenilgiye uğradılar ve burunları (onurları) kırılıverdi. "

Aslında büyü kendi kendisine şişen, gözleri boyayan, kalplere dehşet salan ve pek çok kimseye kendisinin üstün olduğunu, her şeyi süpürüp götüreceğini ve yok edeceğini zihinlerde canlandıran boş bir çabadır! İşte batıl adı verilen bu boş çabalar doğru yolu gösteren ve kendisine güveni olan gerçekle karşılaşınca birden bire balon gibi iniverir, bir kirpi gibi büzülür, kuru yaprağın ateşi gibi sönüverir! Öyleyse gerçek daha ağır basar, kuralları değişmez, kökleri derindedir... Ve burada Kur'an'ın ifadesi niteliklere göndermelerde bulunuyor, gerçeği ağırlığı olan bir realite olarak canlandırıyor: "Böylece gerçek ortaya çıktı." Sağlamlaştı ve yerini buldu... gerçeğin dışında şeyler ise, dağılıp gittiler, silindiler... "Ve onların bütün marifetleri boşa çıktı." Gözleri kamaştıran yükselişten, parlayıştan sonra batıl mağlûp oldu. Batıl yolunda olanlar da... Sefil oldular. Herkese rezil oldular. Büzülüp kaldılar:

"Orada yenilgiye uğradılar. Ve burunları (onurları) kırılıverdi."

Fakat ansızın karşılaşılan bu olay henüz sonuçlanmamışken sahnede hiç beklenmeyen bir başka olaya, büyük bir olaya yer veriliyordu:

 

HAKKIN ÜSTÜNLÜĞÜ

120- "Bütün büyücüler secdeye kapandılar. "

121- "Tüm varlıkların Rabbine inandık " dediler.

122- "Musa ile Harun'un Rabbine. "

İşte bu hakkın (gerçeğin) vicdanlardaki üstünlüğü, duygulardaki parlaklığı, aydınlığıdır. Hakkı, aydınlığı ve kesin imanı kabul etmeye hazır kalplere Hakkın bir dokunuşudur. Büyücüler yaptıkları sanatın içyüzünü ve hangi boyutlara kadar varabileceğini diğer insanlardan daha iyi biliyorlardı. Hz. Musa tarafından ortaya konan gerçeğin, bir insan ve büyü eseri mi yoksa insanın ve büyünün sınırlarını aşan bir güçten mi kaynaklandığı en iyi kavrayabilecek insanlarda yine büyücülerdi! Yaptığı sanatını bilen bir bilgin, kendi alanıyla ilgili bir gerçek ile yüzyüze geldiğinde, insanlar için O'na teslim olmaya en hazırlıklı kimsedir. Çünkü bu gerçeği en iyi kavrayabilecek yine o insandır. Bu sanatla ilgili bilgileri yüzeysel meseleleri aşmayanlardan çok ilerdedir. İşte bu nedenle büyücüler önceki meydan okuyuşlarından kesin bir teslimiyete dönüş yapıyorlar. Çünkü onlar kendi içlerinde bu teslimiyetin kesin delilini buluyorlar...

Ne var ki, azgın zorbalar, aydınlığın insanların kalplerine nasıl aktığını, imanın verdiği mutluluğun onlarla nasıl kaynaştığını, kesin inancın verdiği sıcaklığın bu kalplere nasıl dokunduğunu kavrayamazlar. Onlar uzun süre insanları kendilerine köle ettiklerinden, ruhlar üzerinde etki sahibi olduklarını, kalpleri değiştirebileceklerini sanırlar. Halbuki kalpler Allah'ın iki parmağı arasındadırlar. Onları dilediği şekilde çevirir... İşte bu nedenle Firavun kalpleri etkisi altına alışını kavrayamadığı, gönüller üzerindeki izlerini süremediği, vicdanların boyutları üzerindeki pencerelere nasıl ulaştığını öğrenemediği bu ansızın gelen imanla birden irkilmişti... Sonra tahtını temelden sarsan bu büyük olay o'nu birden titretmişti. Bu önemli olay tapınakların kâhinlerinden oluşan büyücülerin alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine ansızın teslim oluşlarıydı. Halbuki bunlar, daha önce Musa ve Harun'un alemlerin Rabbine yaptığı çağrıyı geçersiz göstermek için toplatılmışlardı!.. Taht ve otorite azgınların (ve diktatörlerin) hayatında her şeydir. Onlar kendi otoritelerini korumak için, gözlerini kırpmadan her türlü cinayeti işleyebilirler:

 

FİRAVUN'UN ÇIĞLIĞI

123- "Firavun onlara dedi ki; "Ben izin vermeden O'na inandınız, öyle mi? Bu, bu kentin halkını buradan çıkarabilmek için daha önceden burada tekrarladığınız bir komplodur, ama yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz!"

124- "Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü asacağım. "

İşte böyle... "Ben size izin vermeden O'na inandınız öyle mi?" Sanki hakkı kabul etmek için, kalplerinin harekete geçmesi için ondan izin almak zorundalarmış gibi. Halbuki kendilerinin bile kalpleri üzerinde bir otoritesi yoktu... Veya kendilerinin daha üzerinde hiçbir etkinlikleri bulunmayan vicdanlarının harekete geçmesi için O'ndan izin almak mecburiyetindelermiş gibi... Yahut da kendilerinin bile giriş ve çıkış kapılarına sahip olmadıkları ruhlarının aydınlanması için o'ndan emir almakla yükümlüymüşler gibi... Veyahut da benliklerinin derinliklerinde yeşeren kesin inancı geri tepmek, öz fıtratından kopup gelen imanı bastırmak, kesin inancın boyutlarından fışkırıp gelen aydınlığın üstünü kapatmak zorundalarmış gibi!

Fakat o azgın bir zorbaydı. Barbar, bilgisiz, duygusuzdu. Aynı zamanda katı ve kaba sözlü, kendini beğenmiş ve üstünlük taslayan biriydi!

Sonra bu sarsılmakta olan tahtın, sallanmakta olan otoritenin elden kaçırılması endişesiyle. atılmış bir çığlıktır:

"Bu, bu kentin halkını buradan çıkarabilmek için daha önceden burada tasarladığınız bir komplodur."

Başka bir ayeti kerimede deniyor ki: "Musa, size büyüyü öğretmiş olan büyüğünüzdür."

Burada mesele bütün boyutları ile ortadadır. Hz. Musa'nın "Alemlerin Rabbine" yaptığı çağrıdır... Ve rahatsız eden de korkutan da yine bu çağrıdır. Alemlerin Rabbine çağrı ile birlikte azgınların, zorbaların hakimiyeti ve hükümranlığı devam edemez ve yerinde kalamaz. Onların idareleri Allah'ın şeriatını yürürlükten kaldırmak suretiyle Allah'ın insanlara ilâhlık yapmasına son verme, kendilerini dilediklerini insanlar için hüküm haline getiren ve hüküm olarak çıkardıkları kanunlara insanları kul yapan Allah dışında ilâhlar konumunda görme ilkesine dayanır!.. Bunlar asla biraraya gelmeyecek olan iki yoldur... Veya hiçbir zaman birleşmeyecek olan iki dindir. Veyahut, bunlar birleşmeleri mümkün olmayan iki ilâhtır... Firavun bu gerçeği biliyordu, Firavun'un kurmayları da bunu biliyorlardı... Onlar daha önce Hz. Musa'nın ve Hz. Harun'un alemlerin Rabbine, çağrıda bulunmalarından dehşete kapılmışlardı... Şimdi elbette ki daha fazla endişeleneceklerdi. Çünkü şimdi büyücüler secdeye kapanmışlardı. "Biz alemlerin Rabbine inandık. Musa ve Harun'un Rabbine" demişlerdi. Halbuki bu büyücüler Firavun'u ilâh olarak kabul eden ve din adına O'nun insanlara hakim olmasına zemin hazırlayan putperest dinin (inancın) kâhinlerinden seçilmişlerdi!

İşte bu nedenle Firavun onlara korkunç ve barbar tehdidi şu şekilde savurmuştu:

"Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü astıracağım."

Kuşkusuz hakkı delillerle, belgelerle engellemeye güçleri yetmeyen zorbaların azgınların elindeki en etkili silah işkencedir, sindirmedir, gözden düşürmektir. Apaçık gerçeğe karşı batılın en önemli teçhizatı bunlardır.

Şu kadar var ki, insanın benliğine iman gerçeği yerleştiğinde, insan bütün yeryüzü güçlerini aşar, zorbaların zulümlerini basit görür, böyle bir insan benliğinde inanç sistemi hayata, üstün bir değer kazandırır, zaten geçici olan hayatı önemsemez, sürekli ve değişmez ebedi hayatı tercih eder. Böyle bir benlik sahibi olan insan ne alacağını, ne vereceğini, neyin eline geçeceğini, neyin cebinden çıkacağını, ne kadar zarar ne kadar kâr edeceğini, yol boyunca hangi zorluklarla, dikenlerle ve fedakârlıklarla karşı karşıya geleceğini hesaplamaz. Çünkü yol boyunca önünü aydınlatan parlak ve açık ufuk, işte oradadır! Dolayısıyla yolda hiçbir şeye dönüp bakmaz!

 

MÜSLÜMAN OLARAK CANIMIZI AL

125- "Büyücüler de dediler ki, "Biz zaten Rabbimize döneceğiz."

126- "Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun. `Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı. "

İşte korku ve sarsılma nedir bilmeyen, Allah'tan başkasına karşı eğilmek, boyun eğmek nedir bilmeyen iman budur. Gönül huzuru içinde insanı sonuca götüren ve sonuca atlanmaya razı eden, Rabbine döneceğine kesin kanaat getirten ve huzur içinde O'na dönmesini sağlayan iman budur işte.

"Büyücüler de dediler ki: "Biz zaten Rabbimize döneceğiz."

Kendisi ile zorbalar ve azgınlar arasındaki mücadelenin özelliklerini kavrayan ve bu savaşın bütün samimiyetiyle bir inanç savaşı olduğunu bilen asla yağcılık yapmaz. Asla manevralara girişmez... İnancını terketmedikten sonra kendisini tanımayacak olan bir düşmandan barış ve bağışlanma umuduna kapılmaz. Çünkü bu, düşmanın kendisiyle savaşmasının, sürtüşmesinin temeli akideye dayanmaktadır:

"Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun."

Savaşta kime ve hangi tarafa yöneleceğini kavrayan insan kendi düşmanından barış ve güven talep etmez. Onun tek arzusu imtihan anlarından Rabbinden sabır dilemesi ve islâm dini üzerine ölmesini arzu etmesidir.

"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı." İman karşısında, bilinçli hareket karşısında ve gönül huzuru karşısında zorbalık, diktatörlük aciz kalır. Görünüşte olarak insanları kendilerine boyun eğdiren, onlara egemen olan ve dolayısıyla kalplere de hakim olduğunu sanan zorbalar, kesin karar sahibi kalpler karşısında aciz düşerler! İnsanların bedenlerine hakim oldukları gibi, onların gönülleri üzerinde de hakim olduklarını sanan diktatörler, iman sahibi kalplere mağlûp olurlar! Fakat bir de bakarlar ki onlar kendilerine baş kaldırmışlardır. Çünkü kalplerin tasarrufu Allah'ın elindedir. Allah'tan başkası onlara hakim olamaz... Kalpler Allah'ın elindedir. Allah'dan başkası onlara hakim olamaz... Kalpler Allah'ın himayesini arzuladıktan sonra zorbalar ne yapabilirler? Kalpler Allah'a bağlandıktan sonra diktatörler nasıl engel olabilirler? Kalpler otoritenin sahip olduklarına rağbet etmeyince, ondan yüz çevirince, otorite onlara ne yapabilir ki?

Bu, insanlık tarihinde gerçekten önemli olan kesin tavırlardan biridir. Firavun ve kurmayları ile daha önceden büyücü olan müminler arasında gerçekleşen bu olay, gerçekten tarihte ciddi bir olaydır.

İnancın hayata galip gelmesi, azimli iradenin bütün acılara üstün gelmesi ve "insanın", "şeytana" galebe çalması açısından insanlık tarihinde gerçekten önemli bir olaydır!

Ayrıca bu gerçek özgürlüğün doğuşunun ïlânı olması nedeniyle de insanlık tarihinde önemli bir olaydır. Zaten özgürlük akideyle zorbaların, zulümlerine, diktatörlerin diktasına karşı üstün gelmekten başka nedir ki? Bedenleri ve boyunları egemenliği altına alan, fakat kalpleri ve ruhları kendisine boyun eğdirmekten aciz kalan kaba kuvveti basite indirgemekten başka nedir ki özgürlük! Ne zaman ki, kaba kuvvet kalpleri kendisine boyun eğmekten aciz düşerse, işte bu kalplerde gerçek özgürlük o zaman doğmaya başlar.

Bu olay insanlık tarihinde materyalizmin iflas ettiğini ortaya koyan kesin bir realitedir! Az önce başardıkları takdirde Firavun'dan ücret isteyen, idari mekanizmaya yakın olmaya arzu eden bu bir avuçluk insan topluluğu kendisini Firavun'un üstünde gören, tehditleri ve cezalandırmaları küçümseyen, cezalandırmayı ve asılmayı mükafatını Allah'tan dileyerek, direnerek karşılayan topluluğa dönüşmüştür. Madde dünyasında, onların etrafını kuşatan eşyada ve hayatlarında hiçbir şey değişmemiştir. Meydana gelen olay, kendi başına hareket eden gezegeni koca bir sistem içine sokan, başıboş bir atom tanesini sabit bir eksen etrafında toplayan, fani olan bireyi ezeli ve ebedi olan güce (kuvvete) bağlayan gizli bir dokunuştur... İbreyi değiştiren bir dokunuş meydana geldi. Böylece insanın kalbi kudretin temaslarından etkilendi, vicdanı hidayetin seslerini işitir hale geldi. Basireti aydınlığın parıltılarını algılayacak düzeye geldi. Maddi realitede herhangi bir değişimi beklemeyen bizzat kendisi maddi realiteyi değiş. tiren realiteler dünyasında insanı hayal bile edemediği ufuklara ulaştıran dokunuş meydana geldi!

Tehdit gelip geçer... Cezalandırmaya ilişkin savrulan sözler yok olup gider... İman yine yoluna devam eder. Sağa-sola bakmaz. Tereddüte kapılmaz. Geri dönmez!

İşte bu sırada Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu sahneyi kapatıyor ve bundan fazla bilgi vermiyor. Zaten burada sahnenin parlaklığı zirveye ulaşıyor ve amacına varmış oluyor. İşte bu esnada Kur'an'ın sunuş metodundaki sanat güzelliği kıssanın sunuluşundaki manevi hedefle bütünleşiyor. Bu, Kur'an'ın inanmış vicdanlara sanatın güzelliği diliyle tam bir ahenk içinde hitab etmesidir. Böyle bir ahenge Kur'an'dan başka bir ifade tarzında rastlamak mümkün değildir.

FİRAVUNLAR VE İNANANLAR

Fakat biz bu Fî Zılâl kitabında bu etkili ve üstün manzara karşısında kısa bir süre daha durmak istiyoruz...

1- Başta Firavun ve kurmaylarının büyücülerin alemlerin Rabbine, Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman etmelerinin kendi devlet düzenleri ve saltanatlarına karşı büyük bir tehlikeyi oluşturduğunu kavramaları üzerinde durmayız... fakat biz bu konuyu daha önce ele almıştık... Şimdi bu gerçeğe bir kere daha parmak basıyor ve onu vurguluyoruz... Bir tek kalpte, bir tek ülkede ve bir tek devlet düzeninde Allah'ın alemlerin Rabbi oluşu ile insanların pratik hayatlarındaki otoritenin kullardan birinin elinde olması insanlara kendisinin çıkardığı kanunlar ve yasalarla hükmetmesi asla birleşemez... Çünkü bu ayrı bir dindir, o ayrı bir din!..

2- İkinci olarak büyücülerin, kalplerinde imanın nuru parladıktan ve düşüncelerinde tam bir netlik meydana getirdikten sonra, kendileri ile Firavun ve kurmayları arasındaki savaşın inanç savaşı olduğunu ve Firavun'un kendilerinden sırf alemlerin Rabbine iman etmelerinden dolayı öç almaya kalktığını kavramış olmaları üzerinde bir nebze durmalıyız. İşte bu niteliklere sahip bir iman Firavun'un tahtını ve saltanatını tehdit eder. Firavun'un otoritesinden, saltanatından başka ve aynı anlamdaki bir ifade ile Firavun'un ilâhlığından destek alan makamlarını, mevkilerini ve otoritelerini tehdit altında bırakır. Puta tapıcı toplumun bütün değerlerinin hepsini tehdit etmeye baslar. Savaşın bu özellik ve karakterini böylece kavramak, yalnız Allah'ın ilâhlığına çağırmaya kalkmanın, bunun için ortaya çıkan herkes için zorunludur. İşte tek başına savaşın karakterini bu şekilde kavrayış, önceleri büyücü olan o müminlerin Allah'a davet yolunda karşılaştıkları bütün engellemeleri basit görmelerini sağlamıştır.

3- Üçüncü olarak inanç sisteminin hayata karşı galip gelişi, azim ve iradenin tüm acılara üstün gelişi "insanın "şeytana" karşı zafer kazanması ile ilgili ilginç ve parlak manzara üzerinde durmalıyız... Gerçekten çok etkili ve üstün bir sahnedir.. Biz bu konuda söz söylemekten, onu tasvir etmekten aciz olduğumuzu kabul ediyor ve onu Kur'ana Kerim'in tasvir ettiği biçimde bırakmayı daha uygun görüyoruz.

DİKTATÖRLERİN TUZAKLARI

Şimdi tekrar Kur'an-ı Kerim'in kıssasına dönüyoruz. Burada Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı dördüncü bir sahnenin perdesini açıyor. Bu komplolar, gizli olarak bakışma, fısıldaşma ve teşvik etme sahnesidir. İman ile zulüm arasındaki savaşta mağlûbiyet ve hüsrandan sonraki sahnedir. Firavun'un kavminden ileri gelen topluluğun Hz. Musa'nın ve onunla birlikte iman edenlerin bu sınavdan başarı ile çıkmalarına tahammül edemeyenlerin sahnesi. Halbuki Hz. Musa'ya iman edenler ancak küçük bir topluluktu. Bunlar da Firavun'un ve ileri gelen kurmaylarının başlarına getireceği belaların korkularına rağmen iman etmişlerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu konuya başka bir yerde değinilmiştir. Birden Firavun'un kurmayları kötülük ve günah şebekesi için biraraya geliyorlar. Firavun'u, Hz. Musa'ya ve onunla birlikte olanlara karşı kışkırtmaya çalışıyorlar. Bu konuda gevşek, davranmasının kötü sonuçlar doğuracağı, elindeki kuvvetin ve hakimiyetin kayıp olacağı konusunda endişelere kapılmasını körüklüyorlar. Alemlerin Rabbi olarak Allah'ın kabul edilmesini öngören bu yeni akidenin yaygınlık kazanmasıyla hükümdarlığının elinden alınacağını ifade ediyorlar. Ve bir de bakıyorsunuz ki Firavun köpürmüş, kükremiş tehditler savuruyor. Etrafına korku savuruyor. Elindeki büyük kuvvetle, kendisine dayandığı maddi güç ile övünüyor!

 

127- "Soydaşlarının ileri gelenleri Firavun'a dediler ki, "Musa ile soydaşlarını toplumda kargaşalık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi bırakacaksın? Firavun dedi ki; Hayır onların erkeklerini öldürecek, kadınlarını sağ bırakacağız. Onları ezici baskımız altında tutacağız.'"

Firavun bu evrenin yaratıcısı ve idaresini elinde bulunduran ilâh anlamıyla veya evrensel sebepler dünyasında bir güç sahibi olduğu iddiasıyla ortaya çıkmıyordu! O sadece kendisine boyun eğen milletine karşı ilâhlık iddia ediyordu! Kendi kanunları ve yasasıyla bu millete hakim olması, kendi emri ve iradesiyle işlerin idare edilmesi, hükümlerin ona göre verilmesi anlamıyla bir ilâhlık iddia ediyordu. Zaten bu kanunu ve yasasıyla hükmeden, emri ve iradesiyle işleri idare eden, hukuku yasağı yönlendiren her iktidarın iddiasıdır. İşte ilâhlığın sözlük ve realiteye dayalı anlamı da budur. Aynı şekilde insanlar Mısır'da Firavun'a ibadet etmiyorlardı. Ona ibadet niteliği taşıyan birtakım hareketler sunmuyorlardı. Çünkü onların bu tür hareketlerini kendisine takdim ettikleri başka ilâhları vardı. Firavun'un da kendisine ibadet ettiği birtakım ilâhları bulunuyordu. Nitekim Firavun'un ileri gelen soydaşları tarafından kullanılan "Seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi?" cümlesinden bu gerçek açıkça anlaşılmaktadır. Bu ayrıca Firavun tarafından idare edilen Mısır tarihinden de rahatlıkla tespit edilebilecek bir realitedir. Demek ki, onların Firavun'a ibadet etmeleri, onların Firavun'un her istediğine boyun eğmeleri, hiçbir şeyde ona karşı gelmemeleri ve onun yasalarını çiğnememeleri anlamında bir ibadetti... İşte ibadetin sözlük, pratik ve literatürdeki anlamı da zaten budur. Nerede olursa olsun, insanlar herhangi bir insandan yasalar alıp ona itaat ederlerse, ona ibadet etmiş olurlar. Bu aynı zamanda Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın yahudiler ve hristiyanlara ilişkin "Onlar hahamlarını ve papazlarını Allah'tan başka ilâhlar edindiler..." (Tevbe: 31) ayetine getirdiği yorumla da uyum arzetmektedir. Adiy bin Hatem bu ayetin okunduğu sırada müslüman olmak için Resulullah'ın huzuruna gelen bir hristiyandı. Ayeti duyduğunda, "Ey Allah'ın peygamberi, onlar hahamlarına ve papazlarına tapmıyorlardı" demişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Evet, ama, onlara tapınıyorlardı; onlar haram olan şeyleri helâl kılıyor, helâl olan şeyleri de haram kılıyorlar, onlar da bunu kabul ediyor ve kendilerine tabi oluyorlardı. İşte bu onların hahamlara ve pâpazlara ibadeti demekti" buyurdu. (Tirmizi)

Firavun'un kendi kavmine "Ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum" (Kasas 38) sözüne gelince; Bu sözü Kur'an-ı Kerim'in şu ifadesi açıklamaktadır. Firavun diyor ki; "Ey milletim, Mısır hükümdarlığı ve memleketinde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz yahut, ben zavallı neredeyse konuşamayan bu kimseden daha üstün değil miyim? Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil miydi? (Zuhruf: 51-53) Açıktır ki, Firavun burada kendisinin hakimiyeti altında bulunan saltanat ve kralların takınmış oldukları altın bilezikler ile Hz. Musa'nın saltanat ve ziynet eşyasından mahrum oluşu arasında bir karşılaştırma yapmaktadır! Onun "Ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum" sözü ile ifade etmek istediği onların üzerinde egemen olan ve dilediği gibi hüküm vermesine imkân sağlayan saltanatı ve halkın onun sözlerine kesin bir şekilde boyun eğmesidir. Bu anlamdaki bir hakimiyet, bir egemenlik ise sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi ilâhlık anlamına gelir! Bu ayrıca realite olarak da ilâhlıktır. Çünkü ilâh insanlara hüküm belirleyen, yasa koyan ve hükümleri insanlara uygulanan kimsedir! İster kendisinin ilâh olduğunu söylesin, isterse söylemesin farketmez! İşte bu açıklamanın ışığı altında Firavun'un ileri gelen adamlarının sözlerinin anlamlarını daha rahat anlayabiliriz: "Musa ile soydaşlarının toplum da kargaşalık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi serbest bırakacaksın."

Onların bakış açılarına göre yeryüzünde fesat çıkarmak insanları Allah'ın ilâhlığını kabul etmeye çağırmaktır. Çünkü böyle bir çağrı Firavun'un devlet düzenini ve yönetim mekanizmasını doğrudan iptal etmek anlamına gelir. Çünkü bu sistem Firavun'un kendi hakimiyeti ilkesine dayanır. Başka bir ifadeyle Firavun'un kendi kavmine ilâhlık etmesi esasına dayanır. Dolayısıyla onların anlayışında böyle bir hareket yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Devlet düzenini değiştirmek insanın insana kulluğu ilkesine dayanan mevcut yönetim şeklini değiştirmeye çalışmaktır. Bu yönetim şekline tamamen aykırı olan bir sistem kurmaya ilâhlığın insana değil, Allah'a ait olduğu ilkesine dayalı bir düzen inşa etmeye çalışmaktır. İşte bu nedenle onlar Hz. Musa'nın ve kavminin Firavun'u ve ilâhlarını terketmesiyle yeryüzünde fesat çıkarma arasında bir bağ kurmuşlardır. Firavun'un ve kavminin taptığı ilâhları bırakmayı bozgunculuk ol,arak görmüşlerdir.

Hiç şüphesiz Firavun kendi otoritesini ve hakimiyetini bu ilâhlara ibadet edilen dinden alıyor, onlardan destek alıyordu. Çünkü o bu ilâhların sevgili oğlu olduğunu ileri sürüyordu! Aslında bu doğrudan ilâhların oğlu olma anlamına gelmiyordu! Çünkü insanlar Firavun'un hem annesinin hem de babasının birer insan olduğunu biliyorlardı. Firavun'un tanrıların oğlu oluşu sembolikti ve o gücünü, otoritesini ve hakimiyeti buradan alıyordu. Hz. Musa ve onunla birlikte olanlar alemlerin Rabbine ibadet ettiklerinde Mısırlılar'ın tapmış oldukları bu ilâhları bıraktıklarında Firavun'un otoritesini ve gücünü dayandırdığı temel kaynak yerle bir edilmiş olurdu. Kendisine boyun eğen milletine karşı manevi desteğini yitirmiş olurdu. Çünkü bu millet de Firavun'a ancak Allah'ın gerçek dininden saptığından dolayı itaat ediyor, bağlı kalıyordu. Nitekim Cenab-ı Allah buyuruyor ki; "Firavun kavmini korkuttu. Onlar da bunun üzerine kendisine itaat ettiler. Gerçekten de onlar fasık bir topluluktur." İşte tarihin gerçek yorumu budur. Eğer Firavun'un kavmi Allah'ın dininden ayrılmış (fasık olmuş) olmasaydı Firavun onları emri altına alamaz ve kendisine boyun eğdiremezdi. Allah'a iman eden birini tağut asla kendisine boyun eğdiremez. Onların kendisine itaat etmesini sağlayamaz. Çünkü imanlı insan bu emrin Allah'ın yasasından kaynaklanmadığını bilmektedir. İşte bu nedenle Hz. Musa'nın "Alemlerin Rabbi"ne çağrıda bulunması, büyücülerin bu dine iman etmeleri, Musa'nın soydaşlarından bir grubunda ona iman edip alemlerin Rabbine kul olmayı benimsemeleri Firavun'un devlet düzeni için bütün bütün bir tehdit oluşturmaktaydı... Aynı şekilde kulların kulluğuna dayalı bütün devlet düzenleri için yalnız Allah'ın ilâhlığına veya Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmeye çağırmak çok ciddi bir tehdit niteliği kazanmaktadır! Yeter ki, bu olgulara islâmın öngördüğü şekilde bakılsın, insanların kendisiyle islâma girdiği anlamları kasdedilsin. Bu zamanda yaygınlık kazanan ciddiyetsiz ve basit anlamları ile ele alınmasın!

İşte bu nedenle bu birkaç kelime Firavun'u galeyana getirmiş ve bütün devlet düzenini sarsabilecek ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu hissetmesine neden olmuştur. Buradan hareketle barbarca ve vahşice tavır koymasına bu tavrını ilân etmesine sebep olmuştur.

"Firavun dedi ki, "Hayır onların erkeklerini öldürecek, kadınlarını sağ bırakacağız. Onları ezici baskımız altında tutacağız."

İsrailoğulları Hz. Musa'nın doğduğu sıralarda Firavun ve kurmaylarının bu tür vahşi ve barbar işkencelerine, zulümlerine uğramışlar ve önceden bunlara göğüs germişlerdi. Nitekim yüce Allah Kasas suresinde buyuruyor ki, "Gerçekten de Firavun yeryüzünde üstünlük tasladı. Ve halkı bölük bölük yaptı. Onlardan bir bölüğü zayıf bıraktı. Çocuklarını kesiyor, kadınlarını diri bırakıyordu. Gerçekten de o bozgunculardandı. (Kasas 39) Bu her yerde ve her zaman görülen zulmün, zorbalığın kendisidir. Zulmün bugünkü yöntemleri ve metodları ile yüzlerce, binlerce yıl önceki yöntemleri ve metodları arasında hiçbir fark yoktur!

Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu Firavun ve kurmaylarını kendi komploları ile başbaşa bırakıyor. Bu komploların ve tehditlerin perdesini de indiriyor. Kıssanın beşinci perdesini açıyor. Bu sahneden anlıyoruz ki, Firavun, bu tehditlerini birbir uygulamaya koymuştur. Bu sahnede Hz. Musa -selâm üzerine olsun- bir peygamber olarak kavmi ile birlikte yer alıyor.

Hz. Musa bir peygamberin kalbi ve diliyle onlara hitap ediyor. Yüce Allah'ın gerçekliği, yasalar ve kaderine ilişkin doğru bilgisiyle onlara yöneliyor. Büyük bir ihtimalle deneneceklerini, belalara karşı direnmelerini, dayanmalarını bu musibetlere karşı Allah'tan yardım dilemelerini öğütlüyor. Ayrıca evren realitesinin gerçek yüzünü onlara öğretiyor. Buna göre yeryüzü Allah'ındır. Onu dilediği kullarının emrine verir. İşin sonunda başarı elde edecek, kazanacak olanlar, Allah'tan korkanlar ve ondan başka hiç kimseden. korkmayanlardır. İsrailoğulları Hz. Musa'ya kendilerinin başİarına gelen bu belâların, bu işkencenin kendisi gelmeden önce de kendisi geldikten sonra da gelmeye devam ettiğini bu zulmün ne bir sonunun ne de bitmesinin hiçbir işaretine rastlamadıklarını şikayet ettiklerinde! Hz. Musa Rabbinin düşmanlarını yokedeceğini, bu konuda umutlu olduğunu, kendilerini halifelik emaneti konusunda denemek amacıyla yeryüzüne hakim kılacağını açıkça ilân etmiştir:

 

128- "Musa soydaşlarına dedi ki; "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz. Yeryüzü Allah'ındır. Orayı dilediği kullarına miras kılar. Mutlu sonuç, günahlardan sakınanlarındır. "

129- "Soydaşları dediler ki; "Sen gelmezden önce de geldikten sonra da işkence çektik. Musa dedi ki, "Umulur ki, Allah düşmanınızı yok eder ve sizleri onların yerine geçirir de nasıl hareket edeceğinize bakar. "

İşte bu "peygamberin" ilâhlık gerçeğine ilişkin bakış açısıdır. Ve bu gerçeğin onun kalbinde parlamasıdır. Evren gerçeğinin ve evrende işleyen güçlerin gerçeğine bakış açısıdır. İlâhi yasaların (sünnetullah) gerçeğine ve direnen, sabreden insanların bu yasaya nasıl baktığını ortaya koymaktadır.

Hiç şüphesiz ki, alemlerin Rabbine çağıran dava erlerinin bir tek sığınağı vardır, bu gerçekten güvenli ve sağlam bir sığınaktır. Bir tek dostları vardır. Bu dost gerçekten dayanıklı ve kuvvetlidir. Dava erlerinin Allah'ın hikmeti ve ilmiyle belirlediği zamana, dostun zafere, desteğe izin verdiği ana kadar sabretmeleri, direnmeleri gerekir. Acele etmemeleri lazımdır. Çünkü onlar gaybı göremezler ve kendileri için neyin daha iyi olduğunu bilemezler.

Kuşkusuz yeryüzü Allah'ındır. Firavun da soydaşları da geçici birer konuktan başka bir şey değillerdir. Allah yeryüzünü, yasasına ve hikmetine uygun biçimde, dilediği kullarının emrine verir. Alemlerin Rabbine davet edenler eşyanın, olayların dış yüzeylerine takılmasınlar. Zorbaların, azgınların yeryüzüne sağlam biçimde yerleştiklerini, orada sökülüp atılmayacaklarını sanmasınlar. Çünkü onları yeryüzünden söküp atmaya karar verecek olan yeryüzünün sahibi ve maliki olan Allah'tır.

Hiç şüphesiz eninde sonunda zafer takva sahiplerinindir. Zaman uzasın, kısalsın farketmez... Öyleyse alemlerin Rabbine çağıran davetçilerin kalplerine işin sonuna ilişkin hiçbir endişe gelmemelidir. Kâfirlerin yeryüzünde sürekli kalacaklarını, orada diledikleri gibi iş yapacaklarını asla düşünmemelidirler...

İşte bu "peygamberin" koca evrendeki gerçeklere bakış açısıdır...

Ne var ki; İsrailoğulları yine o İsrailoğulları'dır!

"Soydaşları dediler ki, "Sen gelmeden önce de geldikten sonra da işkence çektik."

Bunlar derin anlamlara gelen sözlerdir. Bu sözler arkasında yatan burukluğa ışık tutan sözlerdir! Biz senden önce işkence çektik. Senin gelişinle de bir şey değişmedi. Bu zulüm o kadar sürüp gitti ki, sonu da görülür gibi değil!

Buna rağmen onurlandırılan peygamber kendi yoluna devam ediyor. Onlara Allah'ı hatırlatıyor. Umutlarını O'na bağlıyor. Düşmanların yok olması, ve kendilerinin yeryüzüne hakim olmaları konusunda onları umutlandırıyor. Bununla beraber halife tayin edilme sınavına karşı onları uyarıyor.

"Musa dedi ki; "Umulur ki, Allah düşmanınızı yok eder ve sizleri onların yerine geçirir de nasıl hareket edeceğinize bakar."

Hz. Musa bir peygamberin kalbiyle bakıyor ve Allah'ın yasasının (sünnetullah) sabredenlere, direnenlere ve inkâr edenlere söz verdiği biçimde akıp gittiğini görmektedir! Allah'ın bu yasaları aracılığıyla zorbaların ve onların emrinde olanların yok olduğunu, yalnız Allah'tan destek ve yardım dileyen sabredenlerin ise yeryüzünün halifeleri kılındıklarını seyretmektedir. Ve kendi taraftarlarını asıl doğru yola itmeye çalışıyor ki, Allah'ın yasası onları dilediği tarafa çekip götürsün... Yine ta baştan Allah'ın kendilerini halife kılmasının sırf bir sınav olduğunu öğretiyor. Kendilerinin sandıkları gibi, Allah'ın oğulları ve dostları olduklarından, kendilerine ceza veremeyeceğinden dolayı değil.

Halife kılınmalarının hiçbir amacı olmayan boş bir hareket olmadığını, hiçbir zamanla sınırlandırılmamış sonsuz bir iktidar olmadığını, bunun sadece sınav amacıyla gerçekleştirilen bir halife tayin etme olacağını bildiriyor. "Sizin nasıl hareket edeceğinize bakar"... Yüce Allah, her şeyin olmadan önce de neyin olacağını bilir. Yalnız Allah'ın yasası ve adaleti gereği olarak insanların hareketleri pratik hayatta görülmeden onları cezalandırmaz. Bu konuda yüce Allah ezeli bilgisinden dolayı kendisince bilinen gayba göre hüküm vermez.

KAHREDİLENLER ,

İşte burada Kur'an'ın anlatım üslûbu Hz. Musa ve kendisiyle birlikte olanları orada bırakıyor ve sahnenin perdelerini kapatıyor. Öbür taraftan altıncı sahnenin perdeleri açılıyor. Bu Firavun ve ailesinin yer aldığı sahnedir. Bu sahnede yüce Allah onları zulümlerinin ve zorbalıklarının karşılığında cezalandırıyor. Hz. Musa'nın kavmine sözünü verdiği olay gerçekleşiyor. Rabbi hakkındaki düşüncesi gerçekleşiyor. Surenin havasını etkileyen ve kıssanın tümü onu doğrulamak amacıyla anlatılan uyarıcı olayı tasdik ediyor.

Sahne yumuşak bir halde meseleye giriyor. Fakat yavaş yavaş hızlanan hava zamanla fırtınaya dönüyor. Perdenin indirilişine kısa bir zaman kala fırtına kopuyor. Her şeyi yerle bir ediyor. Her şeyi darmadağın ediyor. Böylece, yeryüzü zorbalardan ve zorbaların yardakçılarından temizleniyor. Olayların seyrinden anlıyoruz ki, İsrailoğulları sabrettiler, direndiler ve güzel sabırlarının mükâfatına kavuştular. Firavun ve ailesi ise kötülük yaptılar. Kötülüklerinin cezası olarak yok edildiler. Allah'ın hem ceza hem mükâfata ilişkin sözü gerçekleşti. Yüce Allah'ın yalanlayıcıları önce sıkıntı ve bollukla denedikten sonra yok etmesine ilişkin yasası gerçekleşti.

 

130- "Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı ola ki, akılları başlarına gelir diye yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. "

131- "Onlar bir iyilikle karşılaşınca "Bu kendimizden kaynaklanıyor" derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa, bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah'ın tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor.

132- "Musa'ya bizi büyülemek üzere ne kadar mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız " dediler.

133- "Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular. "

134- "Azap başlarına çökünce, "Ey Musa sana verdiği peygamberlik payesine dayanârak, bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsan, andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz " dediler. "

135- "Fakat o azabı günün birinde dolduracakları belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar-savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler. "

136- "Sonunda onlardan öç aldık. Ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk. "

137- "O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerde donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları'nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik. "

Demek ki, Firavun ve kurmayları kendi zorbalıklarına devam ettiler: Firavun cezaya ilişkin sözünü ve tehdidini uyguladı. İsrailoğulları'nın erkeklerini öldürdü, kadınlarını da sağ bıraktı. Hz. Musa ve onunla birlikte olanlar işkenceye katlanmaya devam ettiler. Allah'ın bu musibete bir çıkış yol vereceğini ümit ediyorlardı. Sınava karşı direniyorlar, sabrediyorlardı. İşte o zaman... Tavır ve tutum net olarak ortaya çıktığı zaman... İmanın karşısında küfür, azgınlığın karşısında sabır, yeryüzünün basit kuvveti Allah'a meydan okuduğu an... Evet büyük kudret işe el attı. Zorbalar ile direnenler arasındaki meseleye el koydu.

"Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki, akılları başlarına gelir diye, yıllarca sürecek kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık."

Bu ilk tehlike işaretiydi... Kuraklık ve ürün kıtlığı... Ayeti kerimede geçen "Sinin" kavramı, Arapça'da kuraklık, kıtlık ve zorluk seneleri için kullanılır. Böyle bir olayın Mısır arazisi gibi, verimli, bereketli; bol ürün veren bir yerde meydana gelmesi, daha çok dikkatleri çeker, kalpleri titretir, sarsıntı meydana getirir, uyanmaya ve düşünmeye sevkeder. Ne var ki, zorbalar ve zorbaların Allah'ın dininden saptırarak kendilerine boyun eğdirdikleri, emirlerine itaat ettirdikleri bir kesim insanların düşünmelerini, olayları değerlendirmelerini istemezler. Yerin kuraklığında, ürünlerin azalmasında Allah'ın eli olduğunu görmelerini istemezler. Allah'ın yasalarını, cezaya ve mükâfata ilişkin sözlerini hatırlamalarını istemezler. İmani değerler ile pratik hayatın gerçekleri arasında köklü bir bağ bulunduğunu kabul etmelerini istemezler. Çünkü bu bağ, gayb alemindendir... Halbuki onlar gözle görülen realitenin ötesindeki gerçeği göremeyecek kadar kaba duygulara, cahil kalplere sahiptirler. Bu realiteleri ancak hayvanlar görebilir ve duyabilirler. Ki hayvanlar ancak bu somut gerçekleri görebilir ve de duyabilir! Onlardan başkasını görüp algılayamazlar: Bu zorbalar ve onların yardakçıları gayb aleminden bir şey gördüklerinde Allah'ın özgür iradesine uygun biçimde işleyen yasalarını (sünnetullah) anlayamazlar. Bunları gelip geçici tesadüflerle açıklamaya çalışırlar. Halbuki tesadüfün evrende işleyen yasaları hiçbir ilgisi yoktur. (Komünist Rusya'da ve Komünist blokun hepsinde tarım ürünleri rekoltesi düştüğünde Kuruşçef, "Tabiat bizimle çatışıyor" demekten başka çare bulamamıştı. Halbuki o, "Bilimsel sosyalizm"i iddia ediyor ve "Gaybı" reddediyordu. Aslında bu Allah'ın güçlü elini görmemekten kaynaklanan bir körlüktür. Yoksa irade sahibi "Bu tabiatın" kendi iradesini kullanarak insanla "çatışması" ne demekti!)

Aynı şekilde Firavun ailesi de bu uyarıcı ile Allah'ın kullarına merhamet sahibi olduğunu gösteren dokunuşla uyanmamıştır. Allah'ın merhameti kâfirlere ve günahkârlara bile uzanmaktadır. Putperestlik ve putperestliğin saçma inançları onların fıtratını bozmuştu. Bu evrende işlediği gibi, insanların hayatlarına da hükmeden sağlıklı-şaşmaz yasaları kavramı ile onlar arasında bir engel oluşturmuştu. Bu yasaları ancak Allah'a sağlıklı bir şekilde iman eden müminler görebilir ve onları gerçek anlamda kavrayabilirlerdi. Çünkü müminler bu kâinatın boşuna yaratılmadığını, rastgele akıp gitmediğini, bu evrene kesin ve şaşmaz kanunların hükmettiklerini anlamışlardır. İşte gerçek "bilimsel akılcılık" budur. Bu akılcılık "Allah'ın gaybını" inkâr etmez. Çünkü gerçek "bilimsellik' ile, "gaybilik" arasında hiçbir çelişki yoktur. Yine bu akılcılık imanî değerler ile hayatın realiteleri arasında bir bağ bulunduğunu reddetmez. Çünkü bunların hepsinin ardında Allah'ın dilediğini yapan iradesi vardır. Allah'ın iradesi kendi kullarından iman etmelerini ister, yeryüzünde halifelik yapmalarını ister. Yine bu irade kendi hukukunda evrenin yasaları ile uyum sağlayan kanunlar koyar ki, insanlarını kalplerinin hareketi ile yeryüzündeki hareketleri arasında bir ahenk meydana gelsin...

Firavun ailesi kendi kâfirlikleri ve Allah'ın dininden dışarı çıkmaları, Allah'ın kullarına karşı azgınlık ve zulüm yapmaları ile kuraklık ve ürünlerin azalması şeklinde cezalandırılmaları arasındaki ilişkinin farkına varamadı... Halbuki Mısır bolluk ve verimlilik kaynayan bir ülkedir. Mısır'ın tarım ürünlerinin halkını besleyecek düzeyin altında kalmasının kaynağı, Mısır halkının Allah'ın dininden dışarı çıkmış olması ve onların kendilerine gelebilmeleri amacıyla sınanmaları, denenmeleridir!

Onlar Allah'ın kendi merhametinin eseri olarak kullarının gözleri önüne sermek istediği bu gerçek olayları göremediler, uyanamadılar. Yalnız bir bolluk ve iyilikle karşılaştıklarında, bunu kendilerinin en normal hakları olarak görmekteydiler! Başlarına bir kötülük veya kıtlık çullanınca da bunu Hz. Musa'nın ve O'nunla birlikte olanların uğursuzluğuna yorarlardı.

"Onlar bir iyilikle karşılaşınca: "Bu kendimizden kaynaklanıyor" derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar."

İnsanın fıtratı Allah'a imandan saptığında yüce Allah'ın bu evrende işleyen yüce elini göremez. Eşyayı ve olayları yaratan ilâhi kaderi farkedemez. İşte bu esnada fıtrat evrenin pratikte uygulanan değişmez yasalarını kavrayamaz ve onları algılayamaz. Dolayısıyla olayları birbirinden ayrı ve kopuk bir biçimde açıklamaya, yorumlamaya kalkar. Aralarında hiçbir bağ, hiçbir kural, hiçbir ilişki bulunmadığını iddia eder. Birbirinden ayrı, eğri-büğrü yollara dalarak saçma yaklaşımlarda bulunur. Hiçbir kurala bağlı kalmaz. Ve hiçbir düzene uygun biçimde bir bütünlüğe ulaşamaz. Bu durumda o insan ürünlerin ve gelirlerin azalması halinde "Bilimsel Sosyalizm Kuramı"nın teorisyenlerinden olan Kruchev (Kruşcef)'in "Tabiat bizimle çatışıyor!" görüşüne paralel düşer! Bu sözde "bilimsellik" yolunun temsilcileri gibi bu tür olayları o şekilde yorumlar, Allah'ın kaderini reddeder... Bunların arasında "Allah'ın Gaybı"nı ve "Allah'ın Kaderini" reddettiği, Allah'a imanın ilkelerini kabule yanaşmadığı halde, "Müslüman" olduklarını ileri sürenler de vardır!

İşte Firavun ve hanedanı olayları bu şekilde değerlendiriyorlardı: Elde ettikleri güzel şeyler kendi güzel paylarındandı! Ve onlar bunu haketmişlerdi. Onların başlarına gelen kötü şeyler ise, Hz. Musa'nın ve O'nunla beraber olanların uğursuzluklarından, onların başlarının altından çıkıyordu!

Ayeti kerimenin metninde geçen "tetayyür" kavramı kök olarak Arap dilinde cahiliye devrinde yaşayan insanların putperestliklerinden. Allah'a ortak koşmalarından, Allah'ın yasalarını ve kaderini kavramaktan uzak oluşlarından dolayı başvurdukları gayb perdesini aralamanın bir yöntemiydi! Cahiliye döneminde herhangi bir iş yapmak isteyen biri bir kuşun yuvası yanına gelir ve onu ürkütürdü. Eğer kuş sağ tarafa uçarsa buna "nasih" adını verir ve onu bir müjde olarak kabul eder yapmak istediği işe girişirdi. Eğer kuş sol tarafından uçacak olursa, buna da "barih" adını verir, onu uğursuz kabul eder ve yapmak istediği işten vazgeçerdi. İslâm bu saçma düşünceyi iptal etti. Onun yerine "bilimsel" "evet gerçekten bilimsel" düşünceyi koydu. İşleri Allah'ın evrende işleyen değişmez yasalarına havale etti. Ve her defasında bu yasalarda gerçekleşen ve bu yasalarda işlerlik kazandıran Allàh'ın kaderine havale etti. İşleri "bilimsel", ilkelerin temeline dayandırdı. Meseleyi insanın niyetinin, eyleminin, hareketinin ve çalışmasının tamamen hesaba katıldığı ve bunların hepsinin özgür ilâhi irade ve kuşatıcı, etkin ilâhi takdir çerçevesinde en sağlıklı yere oturtulduğu bilimsel anlayışı getirdi:

"Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah'ın tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor."

Onların başına gelen şeylerîn hepsinin kaynağı birdir! Hepsi de Allah'ın emriyle gerçekleşmektedir. İşte bu kaynağın takdiri ile imtihan için başlarına iyilik gelmektedir... Başlarına gelen kötülük de sınanmaları içindir: "Sizi bir sınav olarak hem iyilik hem de kötülükle deneriz." Dönüşünüz bizedir." Onların başlarına gelen felâketler de ceza içindir. Fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. Nitekim bazı çevreler bugün de "Bilimsel Akılcılık" adıyla "Allah'ın Gaybı"nı ve "Kader"ini reddetmektedirler! Kendileriyle çatışan tabiatı "Bilimsel Sosyalizm" diye adlandıranların durumu da aynıdır! Bunların hepsi de cahildir... Ve onların hepsi de bilmiyorlar!

Firavun hanedanı kendi zorbalığını sürdürüyor. Günahkâr oldukları halde onur meselesi yapıyorlar. Sınanmaları, denenmeleri onların direnmelerini ve inatlarını daha da arttırıyor:

"Musa'ya "Bizi büyülemek üzere ne mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız" dediler."

Bu hatırlatmakla tedavi edilmesi, delillerle, belgelerle bertaraf edilmesi mümkün olmayan bir karşı koyuştur. Bu bakmayı ve düşünmeyi istememektir. Çünkü adam delile bakmadan yalanlamakta, ısrar edeceğini ilân etmektedir. Böylece delilin, belgenin yolunu kesmektedir! Bu psikolojik bir rahatsızlıktır. Zorbalar hak kendilerine galip gelince, apaçık karşılarına konunca, delil kendilerini etkisiz hale getirince. Bunun yanında ihtirasları, menfaatleri, mülkleri ve saltanatları... Bütünü ile karşı tarafta yer alınca, hakkın, belgenin ve delilin yanında yer almayınca bu hastalığa yakalanır!

İşte tam bu sırada büyük kuvvet güçlü yöntemleriyle olaya el koyar: "Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik."

Uyarmak ve sınamak için... ayrı ayrı birer mucize olarak... anlamı açık, uygun adımlarla ilerleyen, biri diğerinin arkasından uygun adımlarla gelen, sonrakisi öncekisini destekleyen, doğrulayan mucizeler...

Burada Kur'an'ın akışı herbiri ayrı ayrı ve teker teker kendilerine gönderilen bu farkla mucizeleri hep birlikte vermektedir. Onlar başlarına bu musibetlerden biri geldikçe, baskıya uğradıkça Hz. Musa'ya koşuyorlar. Kendilerini kurtarması için Rabbine dua etmesini taleb ediyorlar. Kendilerini bu musibetten kurtardığında İsrailoğulları'nı kendisiyle birlikte salıvereceklerine söz veriyorlar. Başlarından bu musibet yani karşı koyamadıkları ceza kaldırılınca:

"Azab başlarına çökünce: 'Ey Musa, sana verdiği peygamberlik payesine dayanarak bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsan andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz dediler."

Fakat her defasında sözlerine bağlı kalmıyorlar, sonra tekrar tekrar azabın kaldırıldığı dönemin öncesine dönüyorlar. Allah'ın kendileri için belirlediği zaman gelinceye kadar Allah'ın takdirine bağlı olarak bu şekilde yaşıyorlar:

"Fakat o azabı günün birinde dolduracakları belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar-savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler."

Kur'an'ın akışı mucizelerin hepsini birarada veriyor, Sanki hepsi birden başlarına musallat edilmiş gibi sanki onlar sadece bir kere verdikleri sözü bozmuşlar gibi. Çünkü bütün deneyimlerin hepsi aynı olmuştur. Hepsinin sonucu da bir olmuştur. Bu yöntem Kur'an-ı Kerim'in kıssaları sunuşunda kullandığı bir metoddur. Bu metoda göre, Kur'an birbirine benzer girişleri birleştirir, aynı şekilde birbirine benzer sonuçları da birarada verir... Böyle yapar, çünkü kapalı ve paslanmış bir kalp değişik deneyimleri sanki bir masalmış gibi algılar, onlardan hiçbir şekilde yararlanmaz ve onlardan hiçbir ibret almaz...

Fakat bu mucizelerin hepsi nasıl meydana gelmiştir? Bu konuda Kur'an'ın ayetlerinden başka bir kaynak yok elimizde. Aynı şekilde Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen sağlıklı hadislerde de bu konuda hiçbir açıklamaya rastlayamadık, Biz Fî Zılâl-il Kur'an'da izlediğimiz metoda bağlı olarak bu tür konularda Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin sınırlarında duruyoruz. Zira bu tür konularda Kitap ve Sahih sünnet dışında bize doğru bilgi verecek bir kaynak yoktur. Bu metodu izlememizin nedeni israiliyata (yahudi kültürü) ve aslı olmayan görüşlere ve rivayetlere dalmamaktır. Ne yazık ki, bu yahudi kültürü bütün klasik tefsirlerin hepsine girmiştir. Öyle ki, hiçbir tefsir bu kültürden yakasını kurtaramamıştır. İmam İbn-i Cerir Taberi'nin tefsiri, büyük değer taşımasına rağmen, aynı şekilde İbn-i Kesir'in tefsiri de üstün değerine rağmen bu tehlikeli eğilimden kurtulamamışlardır.

Bu ayetlerin tefsiri konusunda gerek İbn-i Abbas'tan, gerek Said b. Cübeyr'den, gerek Katade'den, gerekse İbn-i İshak'tan birçok rivayetler aktarılmıştır. Ebu Ca'fer Taberi, tarihinde ve tefsirinde bunlara yer vermiştir. İşte onlardan birisi:

"İbn-i Humeyd, Ya'kup Kumi, Ca'fer b. Muğire, Said b. Cübeyr kanalıyla gelen bir rivayette deniyor ki: Hz. Musa, Firavun'a geldiğinde ona: "İsrailoğulları'nı benimle birlikte serbest bırak" dedi. Firavun bu teklifini reddetti, Yüce Allah onlara tufanı yani yağmuru gönderdi: "Rabbine dua et de üzerimizden şu yağmuru kaldırsın. Biz de sana iman edelim. Ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte serbest bırakalım" dediler. Musa Rabbine dua etti. Fakat onlar inanmadılar. İsrailoğulları'nı da onunla birlikte salmadılar. Bunun üzerine o sene İsrailoğulları'nda daha önceki senelerde hiç rastlanmayan bir bereket oldu. Ekin(eri meyveleri ve meraları son derece verimli oldu. Bunun üzerine onlar: "İşte bizim arzu ettiğimiz buydu" dediler. Yüce Allah bu sefer onların üzerine çekirge sürülerini gönderdi. Onları, ekinlerinin üzerine saldı. Çekirgenin izlerini ekinlerde görünce bunun hiçbir ekini bırakmayacağını anladılar. Musa'ya gidip; "Ey Musa Rabbine dua et, bu çekirge sürülerini ortadan kaldırsın. Biz de sana iman eder, İsrailoğulları'nı seninle birlikte serbest bırakırız"... dediler. Musa Rabbine dua etti ve Allah çekirge sürüsü belâsını başlarından savdı. Onlar ise, ne iman ettiler ne de İsrailoğulları'nı onunla birlikte serbest bıraktılar. Ekinlerini topladılar ve evlerde stok ettiler. "Artık ekinlerimizi garantiye aldık!" dediler.

Bu sefer de Allah üzerlerine zararlı böcek salgını yolladı. Bu tahılların kendilerinden üreyen güvelerdi. Öyle ki, onlardan biri, on carib (tulum) buğdayı değirmene götürür ancak üç kafiz (bin kafiz yaklaşık 19 kg'dır) un geri getirirdi. (Cerib ve Kafiz tahıl ölçüleridir. Bir cerib, dört kafize denktir.) Yine Musa'ya geldiler ve "Ey Musa Rabbine dua et bu güve salgınını kaldırsın o zaman iman edecek ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte serbest bırakacağız!" dediler. Musa Rabbine dua etti. Allah da bu musibeti kaldırdı. Fakat yine de İsrailoğulları'nı onunla birlikte serbest bırakmadılar. Bir ara o Firavun'un yanında otururken bir kurbağa sesi duymaya başladı. Firavun'a, "Sen ve kavmin bundan ne anlıyorsunuz?" dedi. "Mühim bir şey değildir herhalde" karşılığını verdi. Akşam oluncaya kadar kurbağalar o kadar çoğaldı ki, oturan adamın çenesine kadar yükselmeye başladılar. Adam konuşmaya başlayınca, kurbağalar onun ağzına sıçramaya başladılar. Musa'ya dediler ki, "Rabbine dua et de bu kurbağalar belâsından bizi kurtarsın. Biz de sana iman edelim ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte serbest bırakalım." Allah onları bu belâdan kurtardı. Fakat onlar iman etmediler. Allah da onlara kan gönderdi. Nehirlerden, kuyulardan aldıkları suları, kaplarında sakladıkları suları içmek istediklerinde onun taptaze bir kan olduğunu görürlerdi. Önce Firavun'a koştular. Şikayetlerini ilettiler. Kan başımıza bir belâ olarak indi. İçecek su bulamıyoruz" dediler. Firavun "Musa sizi büyülemiş!" dedi. Nasıl bizi büyülemiş olabilir? Kaplarımıza doldurduğumuz suların ağzını açtığımızda onların taptaze kana dönüştüklerini görüyoruz' dediler. Bu sefer Musa'ya gittiler. "Ey Musa, Rabbine dua et de bu kan musibetini başımızdan kaldırsın. Biz de sana iman edelim ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte serbest bırakalım!" dediler. Hz. Musa Rabbine dua etti ve Allah bu musibeti üzerlerinden kaldırdı. Fakat onlar yine de iman etmediler ve İsrailoğulları'nı O'nunla birlikte serbest bırakmadılar."

Allah bu olayların hangisinin nasıl meydana geldiğini daha iyi bilmektedir. Bu mucizelerin gerçekleşmesindeki farklılık onların tabiatını (yapısını, etkisini) değiştirmez. Yüce Allah bu mucizeleri belli bir zaman diliminde, belli bir toplumu sınamak amacıyla kendi yüce takdirine bağlı olarak göndermiştir. Kendi mesajını yalanlayanları, belki dönüş yaparlar diye sıkıntılarla, zorluklarla uyarmak istemiştir.

Firavun'un milleti putperest olmalarına, cahiliye dinine bağlı olmalarına, Allah'ın dininden sapmaları nedeniyle Firavun'un boyunduruğu altına düşmelerine itaat ettirilmelerine rağmen gelip Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- sığınıyor. Kendisine yönelik Allah'ın vaadine dayanarak Rabbine dua etmesini ve bu belayı başlarından savmasını rica ediyorlar... Fakat bundan sonra egemen olan güçler ve otoriteler döneklik yapıyor ve imana yönelmiyorlar... Çünkü bu güç ve otoritelerin dayanağı Firavun'un insanlara ilahlığına dayanıyor. Allah'ın insanlara ilâhlık yapmasından ürküyorlar. Çünkü Allah'ın insanlara ilâhlık yapması Allah'ın hakimiyetine değil de Firavun'un hakimiyetine dayanan devlet düzeninin yıkılması demekti... Modern cahili sisteme gelince yüce Allah onların ekinlerine belâlar, afetler gönderir, fakat onlar asla Allah'a dönmek istemezler! Ekin sahipleri olan çiftçiler yüce Allah'ın bu afetlerdeki yüce elini algıladıklarında (hissettiklerinde) Allah'a yönelip bu belayı başlarından savmasını dilediklerinde yalancı "bilimsellik" taraftarları onlara derler ki, "Bu yöneliş `gaybiliğin' saçma yaklaşımlarından biridir." Sonra onları bu yönelişlerinden dolayı yadırgar ve onlarla alay ederler! Onları putperestlik kâfirliğinden daha katı ve çirkin bir kâfirliğe geri çevirmeye çalışırlar! Halbuki çiftçilerin hissettikleri bu duygular tehlike ve zor anlarında kâfir ruhlarda bile ortaya çıkan doğuştan gelen fıtri bilinçtir!

Sonra bu gelişmelerin Allah'ın yasalarına göre gerçekleşen, Allah'ın kendi mesajını yalan sayanları, önce sıkıntılar ve bolluklarla denedikten sonra cezalandırmasını açıklayan sonuç geliyor ve olay gerçekleşiyor. Yüce Allah, Firavun'u ve kurmaylarını eninde sonunda varıp dayanacakları belli zamana kadar erteledikten ve onlara bir süre tanıdıktan sonra cezalandırıyor. Sabreden ezilenlere (mustazaflara) verdiği sözü gerçekleşiyor. Azgınların ve zorbaların dönemi kapandıktan sonra onlar sahneye çıkıyor:

"Sonunda onlardan öç aldık, ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk. O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları'nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yakıp yok ettik."

Kur'an'ın anlatım üslubu, burada boğulma olayını kısa geçiyor. Diğer surelerde değişik yerlerde geçtiği gibi, bu esnada meydana gelen olayların detayına inmiyor. Çünkü burada hava gergindir. Uzun süre mühlet verdikten sonra kesin bir şekilde cezalandırma atmosferine benzemektedir. Dolayısıyla detaylara inmeye gerek yoktur. Zira burada ani ve kesin bir yakalayış insanın ruhu üzerinde daha etkili ve duygularını daha fazla harekete geçirici olur:

"Sonunda onlardan öç aldık, kendilerini denizde boğduk.

Bir tek darbe indirilmiştir. Bir de bakmışsın ki onlar yok oluvermişlerdir. Üstünlük taslamalarının, büyüklenmelerinin ve kendilerini güçlü görmelerinin tam uygun bir cezası olarak derinliklere, çukurlara gömülmüşlerdir!

"Ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için."

Ayeti kerime ayetleri yalanlama ve onlardan gafil olma ile bu takdir edilen son arasında bir bağ kuruyor. Olayların rastgele meydana gelmediğini gafillerin sandıkları gibi dolu dizgin gelip-geçmediğini belirtiyor!

Bu gergin havada Kur'an'ın anlatım tarzı hemen bir aşama daha ileri gidiyor. Bu aşama ezilmişlerin (mustazaf) halife tayin edilmeleri aşamasıdır. Yani İsrailoğulları'nın halifeliği Mısır'da gerçekleşmedi. Firavun ve ailesinin memleketinde kurulmadı. Onların halifeliği ancak Filistin'de gerçekleşti. Firavun'un boğulmasından, onlarca sene sonra Hz. Musa'nın vefatından, başka bir surede belirtildiği gibi, kırk yıl çölde dolaştıktan sonra gerçekleşmişti. Çünkü bu dönemde onların adaleti gerçekleştirmeye en yakın oldukları dönemdi. Bu sırada daha yoldan sapmadıkları için zillet ve tartaklanma süreci de başlamamıştı. Ne var ki, Kur'an'nı üslubu zamanı ve olayları katlamakta ve hemen halifelik dönemini sunmaya geçmektedir. Böylece sahnenin karşılıklı olan iki aşaması arasında bir uyum sağlamaktadır: "O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık."

"İsrailoğulları'nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik." (Yani inşa ettikleri binaları. Burada onların ektikleri bahçelerde kastedilmiş olabilir. Bu kavram genellikle üzüm ağaçlarını asmayar şeklinde dikmek için kullanılır.)

Biz insanlar geçici (fani) ve zamanla sınırlı olduklarımız için "önce" ve "sonra" kavramlarını kullanıyoruz. Zira biz olayların zamanını belirlerken, olayın bizimle temasa geçiş vaktini ve bizim olayı algılayış zamanımızı esas alıyoruz. Onun için yeryüzünde ezilmiş olanların halife tayin edilmesi, boğulma olayından daha sonra meydana gelmiştir, diyoruz. Bu bizim insan olarak algılamamızdır. Özgür varlık ve özgür bilgi sahibi Allah'a göre ise ne "önce" vardır ne de "sonra." Bütün aşamalar aynı şekilde O'nun önündedir. Apaçıktır, hiçbir zaman ve hiçbir yer ona gölge düşüremez... En güzel anlatım şekli Allah'ındır... Size ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir.

Böylece hem yok oluş ve ölüm sahnesi, hem de halife tayini ve uygarlık sahnesi kapanıyor. Bir de bakıyoruz ki, zorba ve diktatör Firavun ve milleti boğuluyor. Bir de bakıyorsun ki, onların hayat için işlediği sanatlar, direklere ve sütunlara dayalı olarak inşa ettikleri, muhteşem mimari eserler, yetiştirmiş oldukları asmalar ve meyveler... Evet bunların hepsi birden, bir göz açıp kapatıncaya veya birkaç kısa söz söyleyinceye kadar yerle bir ediliyor!

Bu, yüce Allah'ın Mekke'de şirkten ve müşrikler tarafından dışlanan mümin azınlık için verdiği bir misaldir. Ayrıca Firavun ve baskısından zulüm gören müslüman topluluklara bir ufuk açmaktadır. Firavun döneminde yeryüzünde ezilen insanların karşılaştıkları baskıyı dile getiriyor. Sabrettiklerinden Allah'ın, yeryüzünün bereketlerle donatılan topraklarının doğusunu ve batısını kendilerinin hizmetine verdiğini ve böylece bu sefer nasıl hareket edeceklerini sınadığını gözler önüne sermektedir!

KÂFİRLERLE SAVAŞ

Şimdi ele alacağımız ders, Musa peygamberin kıssasından, başka bir kesit sunuyor. Hz. Musa'nın kendi kavmi olan İsrailoğulları ile beraberliğini yansıtıyor. Yüce Allah'ın onları düşmanlarından kurtarıp Firavun ve ileri gelen taraftarlarını boğduktan, onların yaptıklarını ve kurduklarını yokettikten sonra,

Musa'nın onlarla beraber geçen hayatını aydınlatıyor. Şimdi artık Hz. Musa, Firavun'un ve onun ileri gelen kabinesinin zorbalığına karşı koymuyor. Zalimlerle savaş sona ermiştir artık. Fakat şimdi O daha şiddetli, daha acımasız ve daha uzun vadeli bir savaşla karşı karşıyadır. O, şimdi "insanın nefsi" ile mücadele ediyor. Cahiliyenin insanın bu nefsi üzerinde bıraktığı kalıntılarla mücadele ediyor. İsrailoğulları'nın karakterini bozan onu bir taraftan kaypaklık, bir taraftan katılıkla, bir taraftan korkaklıkla, bir taraftan da görevleri yüklenme konusundaki zaaf ile dolduran tüm bu duygulara karşı ürkek bir tavır göstermeye iten zilletin tortuları ile uğraşıyor. Uzun bir süre zillete mahkûm olmak ve zulme boyun eğmek, baskı ve korku altında yaşamak, tehlikelerden ve işkencelerden kurtulmak için gizlenmek ve kaypak bir tavır takınmak, sürekli bir endişe ve her an beklenen bir felâket kaygısıyla karanlıklarda hareket etmek kadar, insanın karakterini bozan şey yoktur

İsrailoğulları uzun bir süre bu azabın içinde yaşadılar. Baskı içinde ve Firavun'un putperest düzeni altında hayatlarını sürdürdüler. O'na bu hayatı yaşarken, Firavun onların erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını sağ bırakıyordu. Bu barbarca ve çirkince baskı dönemi sona erdiğinde onlar birden zillet, horlanmışlık ve dışlanmışlık hayatından kurtulamadılar.

Bu nedenle nefisleri bozuldu, karakterleri değişti, fıtratları kaypaklaştı, düşünceleri yozlaştı, yürekleri bir taraftan korku ve zillet ile, diğer taraftan kin ve katılıkla dolup taştı. Uzun zaman baskı ve zulme uğrayan insanın nefsinde bu iki yönlü tahribat her zaman karşılaşılabilecek bir insanî olgudur.

Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- Allah'ın nuruyla bakıyordu. Bu nedenle insan nefsinin kompleksini ve karakterini bütün gerçekleriyle görebiliyordu. Vilayetlere tayin ettiği valilerine insanlar hakkında şu tavsiyelerde bulunuyordu: "Onları dövmeyiniz, yoksa onları zillete düşürürsünüz." Çünkü Hz. Ömer insanları dövmenin, onları zillete düşüreceğini biliyordu. Gönlünde yerleşen islâm ise, islâm hükümetinde ve Allah'ın egemenliği altında insanların zillete düşürülmesini istemiyordu. Allah'ın egemenliğinde insanlar onurlu idiler. Zaten onurlu olmaları da gerekiyordu. İdareciler onları döverek zillete düşürmemeliydi. Çünkü insanlar, idarecilerin köleleri değillerdi. Onlar ancak Allah'ın kullarıydı. Allah'ın dışındaki varlıklara karşı onurlu idiler.

Firavun'un diktasında İsrailoğulları baskıya uğramış ve sonunda zillete düşürülmüşlerdi. Hatta en rahat zamanlarda bile İsrailoğulları'nın uğradığı zulümlerin en basiti, dayak yemekti. Aynı şekilde Mısırlılar da zulme uğramış, onlar da zillete düşmüş ve Firavun onları sindirmişti. Mısırlılar Firavun'un dikta rejimi dönemlerinde baskı altında tutulmuş, Roma despotluğu dönemlerinde de dikta ile idare edilmişlerdi. Onları bu zilletten ancak islâm kurtarabilmiştir. İslâm onlara özgürlük getirmiş, onları kullara kulluktan kurtararak, yalnız insanların Rabbına kul etmiştir. Mısır'ın fatihi ve valisi olan Amr b. As'ın oğlu, Mısırlılar'dan bir Kıptı'nın oğlunu dövdüğünde, belki de halâ Roma despotluğunun kırbaçlarının izlerini sırtında taşıyan Kıpti, oğlunun Mısır'ın fatihi ve mülk amirinin oğlundan bir tek kamçı yemesine öfkelenmiş devesinin sırtında bir aylık bir yolculuğa çıkarak, müslüman halife Ömer b. Hattab'a oğlunun haksız yere yediği bir tek kamçıyı şikayet etmeye gitmiştir! Halbuki aynı adam birkaç sene önce Roma devrinde senelerce bu kamçılar altında ezilmiş ve bunlara katlanmıştır. İşte bu islâmi dirilişin, Mısırlı Kıptiler'in vicdanlarında ve her yerdeki vicdanlarda, hatta islâmı kabul etmemiş bulunan insanların vicdanlarında dahi meydana getirdiği diriliş mucizesiydi. İşte bu diriliş mucizesi insanların ruhlarını binlerce seneden beri akıp gelen zilletin tortularından kurtarmıştır. İslâmın ruhlarına bahşettiği onur ile kendilerini silkelemiştir. Hiç kuşkusuz islâmdan başkası insanlara böyle bir ruh veremezdi.

Kıssanın bu halkasında, Musa peygamberin İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarıp denizi geçtikten sonra, İsrailoğulları'nın Firavun'un diktası nedeniyle ruhlarına işleyen zilletin tortularıyla uğraşırken giriştiği vicdanları ıslah çalışmalarına ışık tutulmaktadır. Biz Kur'an'ın bu kıssaları sayesinde bu vicdanların özgürlüğe, zilletin bütün kalıntılarıyla reaksiyon gösterdiğini, cahiliyenin tüm tortularıyla peygamberliğe karşı direndiğini, uzun zamandan beri kendisinde yer eden cahillikleri, yıkılmışlıkları, kaypaklıkları ve sapkınlıklarıyla Hz. Musa'ya karşı durduklarını göreceğiz.

Hz. Musa'nın bu geniş çaplı çalışmasıyla ne kadar yorulduğunu, İsrailoğulları'nın uzun süre içinde debelenip durdukları çirkeften kurtulmayı istemez hale geldiklerini, bu zillet ve çirkefi başka alternatif bulunmayan normal bir hayat gibi değerlendirmeye başladıklarını göreceğiz!

Biz Hz. Musa'nın karşılaştığı zorluklar aracılığıyla, her dava adamının karşılaşacağı zorlukları görebiliyoruz... Uzun bir süre bir dikta rejiminin baskısı altında, zillet hayatı yaşayan vicdanlarla karşı karşıya kalan dava adamının... Özellikle eğer bu vicdanlar dava adamını kendilerini seslendirdiği inanç sistemini tanıyıp, aradan geçen uzun zaman nedeniyle şekil değiştirmişse, canlılığını ve diriliğini yitirmiş, ruhsuz bir kalıba dönüşmüşse, dava adamını bu durumda bekleyen zorluklar daha fazladır!

Bu gibi durumlarda dava adamının gayret ve çabası, kat kat daha artmalıdır. Bu nedenle aynı şekilde sabrının da kat kat olması gereklidir. Dava adamı hem kaypaklıklara ve sapıklıklara karşı sabredecek, hem de karakterlerin vurdumduymazlığına, kof ideallere karşı direnecektir. Her aşamadan sonra bu vicdanlarda ansızın karşılaşılan dönekliklere ve ilk patlağı veren, cahiliyeye yönelme arzusuna karşı sabretmesi gerekecektir.

Herhalde İsrailoğulları'nın kıssasına bu kadar detaylı olarak yer verilmesinin ve olayın yer yer tekrar edilmesinin hikmetlerinden biri de budur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kıssadan amaç, islâm ümmetine bu deneyimi detaylı olarak göstermektir. Bu kıssada, her nesilden gelen ve kendisini Allah'ın davasına adamış insanlara, manevi bir ilham kaynağı bulunduğunu söyleyebiliriz.

 

SAPIK KARAKTERLİ İNSANLAR

138- İsrailoğulları'nı denizden karşıya geçirdik. Yolda putlarına tapan bir topluma rastladılar, bunun üzerine "Ey Musa, bu adamların nasıl ilâhları varsa bize de öyle ilâhlar yap " dediler. Musa da onlara "Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz. "

139- "Bunların uydukları sapık din yokolmaya mahkûmdur, işledikleri ameller de geçersizdir. "

140- Dedi ki; "Allah sizi bütün varlıklara üstün kılmışken ben size Allah dışında bir ilâh mı arayayım?"

141- Hani sizi firavun hanedanından kurtardık. Onlar size ağır eziyetler çektiriyor, erkeklerinizi öldürüp kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bu olaylar Rabbinizin size yönelik büyük bir sınavıdır.

Bu kıssanın yedinci sahnesidir. İsrailoğulları'nın denizi geçtikten sonraki durumunu canlandıran sahnedir. Biz bu sahnede, sağlıklı bir çizgi izlemeye karşı gelmiş sapık bir milletin karakteri ile yüzyüze geliyoruz. Onların bu karakteri, eskiye dayalı tarihlerinden kaynaklanıp gelmektedir. Bu sırada onların, Firavun ve onun destekçileri tarafından putperest cahiliyenin baskısı altında uğradıkları zilletin üzerinden uzun zaman geçmemişti. Peygamberleri ve liderleri Musa'nın, alemlerin Rabbi olan tek Allah adına, onları kurtarmasının üzerinden de çok zaman geçmiş değildi. Yüce Allah onların düşmanlarını yok etmiş, önlerinde denizi ikiye ayırmış ve onları karşı karşıya bulundukları korkunç ve barbarca azaptan kurtarmıştı. Onlar henüz yeni Mısır'ın putperestliğinden kurtulmuşlardı. Fakat şimdi onlar daha denizi geçer geçmez putperest bir topluluğa rastlıyorlar, kendi putlarına yönelen ve putperest ibadetlerinde kendinden geçen bu topluluk onları etkiliyor ve alemlerin Rabbi tarafından elçi olarak görevlendirilenden kendileri için yeniden ibadet edecekleri bir yurt yapmasını istiyorlar:

-İsrailoğulları'nı denizden karşıya geçirdik. Yolda putlarına tapan bir topluma rastladılar, bunun üzerine "Ey Musa, bu adamların nasıl ilâhları varsa bize de öyle ilâhlar yap" dediler. Musa da onlara "Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz."

Bu bedenlere sirayet eden mikroplar gibi, ruhlara da sirayet eden bulaşıcı bir hastalıktır. Yalnız bu mikropların ruhlara sirayet etmesi için orada mikrobu almaya müsait bir zemin, hazır bir ortam ve yetenek olmalıdır. Kur'an-ı Kerim'in de detaylarına varıncaya kadar gerçekçi, doğru ve güvenilir bir şekilde çeşitli vesilelerle ortaya koyduğu gibi İsrailoğulları'nın karakteri kararsız, azimsiz, zayıf ruhlu bir karakterdir. Hidayete erer ermez hemen sapıklığa düşen, henüz yükselmeye başlamışken birden alçalıveren, doğru yola girer girmez hemen dönüş yapan, gerisin geriye dönen karakterdir. Bunun yanında yüreklerinde bir katılık, hakka karşı bir duyarsızlık, duygu ve bilinç alanında kabalık yer almaktadır. Şimdi onlar halâ kendi karakterlerini değiştirmemişlerdir. Kendi putlarına tapınan bir kavimle karşılaşır-karşılaşmaz, peygamberlerinin kendilerine tevhit ile gönderildiğini ve yirmi seneyi aşkın direktiflerini unutuyorlar. Hatta kendilerini Firavun ve tayfasından kurtaran, düşmanların hepsini yokeden mucizenin gerçekleştiği anı da hatırlamıyorlar. Bazı rivayetlere göre, Hz. Musa, Firavun'a ve onunla birlikte olanlara mesajını iletip İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarıp, denizden geçirinceye kadar yirmiüç sene geçmişti. Firavun ve etrafındakiler putperest kimselerdi. Bu putperestliğin adına, onları kendilerine boyun eğdirmişlerdi. Nitekim Firavun'un kavminden ileri gelenler O'nu Musa ve Musa ile birlikte olanlara karşı: "Ey Musa, bu adamların nasıl ilâhları varsa, bize de öyle ilâhlar yap." cümlesiyle kışkırtıyorlardı. İsrailoğulları bunların hepsini unutuyor ve peygamberlerine, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen elçilerinden bizzat kendi elleriyle birtakım ilâhlar yapmasını istiyorlar. Eğer onlar kendi elleriyle birtakım ilâhlar edinmiş olsalardı, bu durum, alemlerin Rabbi tarafından görevlendirilen bir peygamberden kendilerine ilâhlar yapmasını istemelerinden daha mantıklı olurdu. Ne var ki onlar İsrailoğulları'ydı!..

Bu teklif karşısında Hz. Musa, alemlerin Rabbi tarafından görevlendirilen bir peygambere yakışır biçimde, alemlerin Rabbi adına öfkeleniyor. Yüce olan Rabbi için kızıyor. Kavminin O'na, başka bir ilâh ortak koşmasını reddediyor. Bu tuhaf isteğe uygun düşen sözlerini yüzlerine haykırıyor:

"Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz."

Hz. Musa neyi bilmediklerini söylemiyor. Böylece kelimenin tam anlamıyla cahil olduklarını ifade etmek istiyor. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan cahillik ve cehalet bilginin zıddıdır. Ahmaklıktan kaynaklanan cehalet ise, aklın zıddıdır. Bu tür sözler, en geniş boyutlarıyla ancak cahillikten ve aptallıktan kaynaklanabilir. Ayrıca Hz. Musa, tevhitten sapıp şirke dalmanın ancak bilgisizlik ve ahmaklıktan gelebileceğine, bilgiyi ve aklı kullanmak, imanı tek bir Allah'a götüreceğine hiçbir ilmin ve hiçbir aklın insanı bu yoldan başka yollara sürüklemeyeceğine dikkat çekmek istiyor. İlim ve akıl bu evreni yasalarıyla inceler.

Evrenin yasaları ise, yaratıcı ve düzene koyucu bir zatın varlığına, bu yaratıcı ve idare edici zatın tek olduğuna tanıklık ederler. Evrenin bu yasalarında her şeyin bir düzene göre yaratıldığı ve güzelce idare edildiği apaçık bir gerçek olarak göze çarpmaktadır. Yine bu yasalarda, bu yasaların araştırma ve değerlendirme ile tesbit edilen etkilerinde, birlik damgası açıkça gözlenebilmektedir. Sağlıklı bir metod ile ortaya konan bu inceleme ve değerlendirmelerden bütünüyle habersiz kalmak veya bunlarda yüz çevirmek, ancak aptalların ve cahillerin işi olabilir. Bu aptal ve cahil kimselerin çoğunlukla iddia ettiği gibi, "bilimsellik" iddiasında bulunmaları bu hükmü değiştirmez.

Hz. Musa kavminin istediği şeyin çirkin taraflarını ortaya koymaya devam ediyor. Taklit etmek istedikleri putlara tapan topluluğun ne kadar kötü bir akıbete uğrayacağını açıklıyor.

"Bunların uydukları sapık din, yokolmaya mahkûmdur, işledikleri ameller de geçersizdir."

Demek ki bu topluluk, şirk bataklığında çeşitli ilâhlara yönelmekte ve bu şirke dayalı bir hayat sistemini benimsemektedir. Pek çok ilâhlar edinmekte ve bu ilâhların gerisinde mabud bekçilerini ve kâhinleri kabul etmekte, bu korumadan destek alan hükümdarların idaresine boyun eğmektedir. Tek olan ilâh düşüncesinden sapmanın sonucu olarak düşünce sisteminde ve hayat tarzında bir dizi bozukluklarla karşı karşıyadırlar. Bunların hepsi ise geçici ve boş şeylerdir. Sonuçta her çeşit boş şeyi bekleyen felâketler ve yok olup gitme, onları da beklemektedir.

Sonra Hz. Musa'nın sözlerinde yüce Rabbine karşı girişilen bu hareketten duyduğu üzüntü ve öfke nağmesi yükseliyor. Hz. Musa kavminin apaçık gözleri önünde bulunan Allah'ın nimetlerini unutmalarına hayret ediyor.

-Dedi ki; "Allah sizi bütün varlıklara üstün kılmışken, ben size Allah dışında bir ilâh mı arayayım?"

İsrailoğulları'nın kendi zamanlarında alemlere üstün kılınışı, müşrikler arasında tevhidin mesajı için seçilmiş olmalarıyla ortaya çıkmaktadır. Bunun ötesinde hiçbir fazilet ve üstünlük tasavvur edilemez. Bu, hiçbir dengi bulunmayan bir fazilet ve üstünlüktür. Bu Cenab-ı Allah'ın o sırada müşriklerin elinde bulunan kutsal topraklara mirasçı kılmak için onları seçmiş olmasıdır. Onlar Allah'ın nimeti ve fazileti içinde yüzdükleri halde, bütün bunlara rağmen nasıl olur da peygamberlerinden kendileri için Allah'tan başka bir ilâh bulma isteğinde bulunabilirler. Kur'an-ı Kerim bir anlatım tarzı olarak Allah'ın dostlarının sözlerini aktarırken, hemen bunlara bitişik olarak Allah'ın sözlerini de aktarır. Bu metoda bağlı olarak burada, Musa peygamberin sözlerine bitişik halde, Allah'ın kitabına yer verilmekte ve bu kitaptaki sözler Musa'nın kavmine yöneltilmektedir.

"Hani sizi Firavun hanedanından kurtardık. Onlar size ağır eziyetler çektiriyor, erkeklerinizi öldürüp kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bu olaylar Rabbinizin söze yönelik bir sınavıdır.

Kur'ana Kerim'de yüce Allah'ın sözleriyle, dostlarının sözlerinin bitişik halde verilmesi, hiç kuşkusuz Allah dostları için bir şeref ve ikramdır.

Burada yüce Allah'ın İsrailoğulları'na bahşettiği nimet, onların zihinlerinde ve damarlarında henüz hatırası taze olarak yaşayan bir ihsandır. Aslında tek başına bu nimet bile, onların ibret alıp şükretmeleri için yeterli idi. İşte bu nedenle yüce Allah, onların kalplerini bu sınavdaki ibret noktasına yöneltiyor. Azap ile sınanmaya, kurtuluş ile sınanmaya; sıkıntı ile imtihana, bollukla imtihana dikkat çekiyor.

Öyleyse bunların hiçbirisi plansız, programsız, rastgele bir şey değildi. Hepsi de öğüt almak, ibret almak içindi. Sınama ve eğitme amacına yönelikti. Eğer bu sınamalar, onların gönüllerini düzeltmeyecek olursa, şiddetli cezaya çarptırılmadan önce mazeretlerini geçersiz kılma amacını güdüyordu.

 

BÜYÜK BULUŞMAYA HAZIRLIK

142- Musa ile otuz geceliğine sözleştik, buna on gece daha ekledik, böylece Rabbinin belirlediği buluşma süresi kırk geceye ulaştı. Musa kardeşi Harun'a dedi ki; "Soydaşlarım arasında benim yerimi tut, kötülükleri düzelt, bozguncuların yoluna girme. "

Hz. Musa ile kavmi arasında geçen bu sahne sona eriyor ve peşinden sekizinci sahne geliyor. Bu sahne, Hz. Musa'nın yüce olan Rabbi ile buluşmaya hazırlandığı sahnedir. Bu dünya hayatında yüce ilahının huzurundaki büyük buluşmasına hazırlık yaptığı sahnedir. Bu, muazzam buluşma öncesinde kardeşi Harun'a vasiyetlerde bulunduğu sahnedir.

Hz. Musa'nın gönderilişindeki görevinin birinci aşaması böylece sona ermiş oluyor. İsrailoğulları'nı zillet, horlama, cezalandırılma, Firavun ve yandaşlarından gördükleri işkence hayatından kurtuluş aşaması son buluyor. Onları zillet ve zulmün yurdundan çıkarıp alabildiğince özgür çöllere, oradan kutsal yurda doğru yola koyma merhalesi bitiyor. Fakat bu sırada İsrailoğulları, bu yüce göreve; Allah'ın dini için yeryüzünde hilafet görevini üstlenebilecek bir hazırlığa henüz sahip değillerdi. Daha önce İsrailoğulları'nın, sırf putlara tapan bir topluluk görmekle, nasıl şirke ve putperestliğe içlerinde bir eğilim duyduklarını, Hz. Musa'nın getirdiği tevhid akidesinden nasıl kuşkuya düştüklerini ve bu tevhidi çizgi üzerinde ancak çok kısa bir süre yürüyebildiklerini görmüştük. Bu topluluğun eğitilmesi ve yöneldikleri büyük göreve hazırlanmaları için detaylarına varıncaya kadar her şeyi ortaya koyan bir peygamberlik müessesesine ihtiyaç vardı. İşte bu detaylı risalet misyonu için yüce Allah, kendi kullarından biri olan Musa ile buluşmayı vadediyor. Bu buluşma sırasında direktiflerini ona ulaştıracağını bildiriyordu. Bu sözleşme, Hz. Musa'nın kendisi için bir hazırlıktı. Hz. Musa, bu günlerde o büyük görevi üstlenmek için hazırlanacak ve bu görevi üstlenmek için kendisini konsantre edecekti.

Bu hazırlık dönemi otuz gündü. Sonra buna on gün daha ilave edildi. Böylece hazırlık devresi kırk güne çıktı. Bu kırk gün boyunca Hz. Musa, kendisine söz verilen buluşmaya hazırlanıyordu. Bu süre zarfında göklerin direktiflerinde kendisinden geçmesi için, dünyanın meşgalelerinden uzaklaşıyordu. Yüce yaratıcının rahmetiyle donanmak, ruhunu temizlemek, aydınlatmak ve şeffaflaştırmak, kendisini bekleyen görevi üstlenmek ve kendisine söz verilen risalet misyonunu kaldırabilmek amacı ile azmini bilmek için insanlardan uzak bir hayat yaşıyordu.

Hz. Musa, kavminden ayrılıp bir kenara çekilmeden, itilafa girmeden önce, kardeşi Harun'a şu şekilde vasiyet ediyordu.

Musa kardeşi Harun'a dedi ki; "Soydaşlarım arasında benim yerimi tut, kötülükleri düzelt, bozguncuların yoluna girme."

Hz. Musa, Harun'un kendisi gibi yüce Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu bildiği halde, bu şekilde ona nasihat ediyor. Çünkü müslüman, müslümana nasihat eder ve nasihat müslümanın müslüman üzerindeki hakkı ve görevidir. Hz. Musa kendi kavmi olan İsrailoğulları'nın karakterini bildiğinden dolayı, bu sorumluluğun ağırlığını takdir ediyor. Hz. Harun da, bu nasihatı güzel karşılıyor ve nefsine ağır gelmiyordu. Çünkü nasihat, ancak kötü ruhlu insanlara ağır gelebilir. Zira nasihat, onların yapmak istedikleri birtakım şeyleri sınırlandırır. Bir de kendisini büyük göstermeye çalışan basit ruhlu insanların nefsine, nasihat ağır gelir. Çünkü bunlar, nasihat ile kendilerinin değer kaybına uğradıklarını zannederler. Asıl küçük odur ki, kendisine destek olmak amacıyla uzatılan eli, büyük olduğunu ispatlamak amacıyla geri çevirir!

Bu otuz gün ve buna on günün daha ilave edilmesi kıssasına gelince; Bu konuda İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki: "Yüce Allah, Musa'ya otuz gün vaadettiğini belirtiyor. Tefsir bilginleri derler ki, Hz. Musa bu süre boyunca gündüzleri oruç tutmuş ve o günleri bitirmişti. Belirlenen süre tamamlanınca bir ağacın yaprağıyla dişlerini temizlemişti. Yüce Allah da bunun üzerine, on gün daha ilave edip, kırka tamamlanmasını emretmişti.

KARŞILIKLI KONUŞMA

Sonra dokuzuncu sahne geliyor. Bu yüce Allah'ın peygamberi Musa'ya ayırdığı eşsiz bir sahnedir. Yüce Allah ile kullarından biri arasında gerçekleşen doğrudan hitap sahnesidir bu. Geçici, sınırlı, atomun ezeli ve ebedi varlık ile vasıtasız olarak ilişki kurduğu, daha yeryüzünde iken beşer varlığının ebedi yaratıcı ile karşılaşma ve ondan direktif alma gücünü kendisinde gördüğü sahnedir. Biz bu olayın nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Biz yüce Allah'ın kulu Musa ile nasıl konuştuğunu bilmiyoruz. Yine Hz. Musa'nın hangi duygularla, hangi organlarla ve hangi vasıtalarla Allah'ın sözlerini algıladığını bilemiyoruz. Biz beşer olarak bu realiteyi, gerçek anlamıyla düşünebilme imkânına sahip değiliz. Çünkü biz düşüncelerimizde, bize verilen sınırlı kavrayış gücüyle yetinmek ve sınırlı olan realiteye dayalı deneyimlerle kanaat etmek zorundayız. Bununla beraber biz, Allah'ın benliğimize yerleştirdiği latif sırlarla bu parlak ve yüce ufukları gözleyebilir ve bu konuda huzura kavuşabiliriz. İşte bu gözlem ve huzurun sınırında durur, bu temiz havayı bunlar nasıl aldı? sorusuyla bozmak istemeyiz. Biz sınırlı ve yakın kavrayış yeteneğimizle, onu tasavvur etmeye çalışmak isteriz!

 

143- Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi O'nunla konuşunca "Ey Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle göreyim " dedi. Allah O'na "Sen beni göremezsin, ama şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa beni görebileceksin " dedi.

Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti, Musa da bayılarak yere düştü. Ayılınca "Sen her türlü noksanlıktan uzaksın, tevbe edip sana yönelelim, ben müminlerin ilkiyim " dedi.

144- Allah dedi ki; "Ey Musa, mesajlarımla ve aracısız konuşmamla sana diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol. "

145- Bu levhalarda, Musa'ya her konuya ilişkin öğüt, her konuda ayrıntılı açıklama yazdık. "Bunlara sımsıkı sarıl ve soydaşlarına da onlara en güzel biçimde uymalarını emret. Yoldan çıkmışların yurtlarının ne hale geldiğini yakında size göstereceğim.

146- Dünyadaki haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona koyulurlar. Bunun sebebi onların ayetlerimizi yalanlamaları, umursamamalarıdır.

147- Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını, hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Görecekleri ceza işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi olacak ki.

Biz bu eşsiz olayı hayalimizde, ruhlarımızda ve bünyemizde bütünüyle canlandırmaya muhtacız. Olayı bütünüyle canlandırabilmeliyiz ki, onu düşünmeye çalışabilelim ve Hz. Musa'nın bu sıradaki duygularına bir ölçüde biz de vakıf olabilelim:

"Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi O'nunla konuşunca, `Ey Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle göreyim' dedi."

Bu, Hz. Musa'nın yüce Allah'ın sözlerini algıladığı, ruhen arzu ettiği manzaraya duyduğu aşk ve heyecanın doruk noktaya çıktığı sırada düştüğü gafletin bir ifadesidir. O, bu atmosferde kendisinin kim olduğunu unuttuğu gibi, ne olduğunu da unutmuş bulunmaktadır. Bu, yeryüzünde insanın elde edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir şeyi istemektedir. O, arzunun zorluklarına, umudun etkilerine, sevginin heyecanına, görmenin isteğine katlanmadan, "Büyük Görüşmeyi" arzu etmektedir. Nitekim şu kesin apaçık söz, onu anında uyarır:

"Allah O'na "Sen beni göremezsin..."

Sonra onun yüce ve ulu olan ilahı, ona merhamet ediyor, kendisini neden göremeyeceğini bildiriyor: Çünkü onun, buna gücü yetmez.

"Ama şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa beni görebileceksin" dedi.

Elbette ki dağ daha dayanıklı ve sağlamdır. Dayanıklılığı ve sağlamlığıyla dağ, elbette ki insanın bünyesinden daha az bir etkilenme ve karşılık verme yeteneğine sahiptir. Öyleyse bu ne demekti?

"Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti."

Peki bu tecelli nasıl olmuştu? Biz onu anlatamayız ve onu kavrayamayız da. Biz bu tecelliyi, bizi Allah'a ulaştıran, ruhlarımızı şeffaflaştırıp aydınlatan ve onu bütünüyle ana kaynağa yönelten, bize verilen ince duyguyla ancak izleyebiliriz. Soyut sözcüklere geline, bu konuda onlar bir şeyi aktarma gücüne sahip değildir. İşte bu nedenle biz de bu tecelliyi sözlerle tasvir etmeye, anlatmaya çalışmıyoruz. Ve ben şahsen bu konuda, tefsir niteliğini taşıyan bütün rivayetlerin bir tarafa itilmesi gerektiği kanısındayım. Çünkü bu konuda Hz. Peygamberden herhangi bir rivayet yoktur. Kur'an-ı Kerim de bu konuda herhangi bir açıklama yapmış değildir.

"Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti."

Dağın katılıkları eridi yerle bir oldu, düzlük haline geldi. İşte o anda Musa, durumun dehşetini kavradı ve bu dehşet, onun zayıf olan beşeri yapısına sirayet etti.

"Musa da bayılarak yere düştü."

Bayılıverdi birden, şuurunu kaybetti.

"Ayılınca."

Kendisine gelince, gücünün sınırlılığını kavrayınca, bu sorusu ile haddini aştığını anladı.

"Sen her türlü noksanlıktan uzaksın."

Ya Rabbi, sen gözle görülebilecek, duygularla kavranabilecek bir varlık olmaktan münezzehsin, yücesin, dedi.

"Tevbe edip sana yöneldim..."

Görmeye ilişkin sorum ile haddimi aştığımdan dolayı sana sığındım, dedi.

"Ben müminlerin ilkiyim" dedi.

Peygamberler sürekli olarak ilâhlarının ululuğuna, yüceliğine ve kendilerine gönderdiği vahye ilk iman eden kimselerdir. Onların ilâhlarını bunu açıklamalarında onlara emreder. Nitekim Kur'an-ı Kerim değişik yerlerde peygamberlerin bu açıklamalarını vermektedir.

Hz. Musa, müjdeyi, peygamber seçilmesi müjdesini aldığında, Allah'ın rahmetini bir kere daha idrak ediyor. Bu müjde ile beraber o, kurtuluştan sonra kavmine peygamber olmakla görevlendiriliyor. Aslında Musa'nın Firavun ve tayfasına bir peygamber olarak görevlendirilmesinin amacı da, bu kurtuluştan başka bir şey değildi.

-Allah dedi ki; "Ey Musa, mesajlarımla ve aracısız konuşmamla sana diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol."

Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya söylediği:

"Seni diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım" sözünden anlıyoruz ki, Allah'ın Musa'yı üstün kıldığı insanlar, onun zamanındaki insanlardı. İşte bu işaretin hükmü ile, bu üstün kılmanın insanların bir nesline üstün kılma olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Hz. Musa'dan önce de peygamberler vardı, sonra da. Yüce Allah ile konuşan başka bir peygamber yoktur. Yüce Allah'ın, Musa'ya kendisine verdiğini almasını, nimetlerine ve peygamber olarak seçilmesine karşılık olarak şükretmesini emretmesi ise, Allah'ın nimetlerinin nasıl karşılanacağını belirten direktifler ve yönlendirmeler niteliğindedir. Peygamberler -salât ve selâm üzerlerine olsun- insanların önderleridir, insanlar onları örnek alırlar. Allah'ın kendilerine verdiklerini; insanlar, nimetin arttırılması, kalbin düzelmesi, şımarmadan uzaklaşılması ve Allah ile bir bağın kurulması amacı ile kabul etmeli ve şükretmelidirler.

Daha sonra ayeti kerimeler bu risaletin içeriğini ve Musa'ya nasıl verildiğini açıklıyor:

"Bu levhalarda, Musa'ya her konuya ilişkin öğüt, her konu ayrıntılı açıklama yazdık.

Hz. Musa'ya verilen bu levhalar konusunda değişik rivayetler ve müfessirler tarafından ileri sürülen farklı görüşler vardır. Bazıları bu levhaları detaylı biçimde anlatmaktadır. Biz bu tür açıklamaların, yahudi kaynaklarından tefsirlere aktarılan israiliyat kaynaklı olduğunu sanıyoruz. Biz bu konuların hiçbirinde, Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen bir gerçekle karşılaşmıyoruz. Onun için bu konuda, Kur'an'ın metninde verilen bilgiyle yetiniyor ve sınırları aşmıyoruz.

Rivayetlerde sözkonusu edilen bu vasıflar, levhaların değerini ne azaltıyor, ne de arttırıyor. Bunlar nasıl bir şeydi ve nasıl yazıldı, soruları ise bizi ilgilendirmez. Çünkü bu konuda sağlıklı bir bilgi bize verilmemiştir. Aslında önemli olan, bu levhalarda risalet ve risaletin amacı konularıyla ilgili her şeyin var olmasıdır. Uzun bir müddet Allah'ın dininden uzaklaşmış ve zillet tarafından karakteri değiştirilmiş bu ümmetin düzeltilmesi için gereken her çeşit açıklama, yasa ve direktif bu levhalarda bulunuyordu.

"Bunlara sımsıkı sarıl ve soydaşlarına da onlara en güzel biçimde uymalarını emret."

Hz. Musa'nın bu levhaları sıkıca, kuvvetlice tutmasını ve kendi kavmine, bu levhalardaki zor yükümlülüklere kendileri için en iyi ve durumlarını düzeltecek tek çare olmaları nedeniyle yapışmaları gerektiğini bildiren yüce ilâhi emir risalet ve hilafetle ilgili yükümlülüklerin sıkıca, ciddiyetle yerine getirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Yüce ilâhi emirlerin bu konudaki üslubu, zorunlu olarak zillet ve uzun bir süreyi kapsayan kopukluğun bozduğu İsrailoğulları'nın karakterine karşı nasıl tavır alınacağını gösterdiği gibi, her milletin kendisine gönderilen inanç sistemini nasıl karşılaması gerektiğini de ortaya koymaktadır.

Akide konusu yüce Allah'ın katında çok önemli bir meseledir. Bu evrenin ölçülerine göre de gayet önemlidir. Allah'ın ona hükmeden kaderidir. Akide konusu, "insan" tarihinde ve onun bu yeryüzünde ve ahiret yurdundaki hayatında son derece önemlidir. Yüce Allah'ın birliği ve insanların yalnız Allah'ın ilâhlığına kulluk yapması konusunda akidenin belirlediği metod, insanın yaşam tarzını bütünüyle değiştiren bir metoddur. Bu metod, insanın hayatını cahiliyedeki yaşam tarzından apayrı bir şekilde düzenler. Zira cahiliye sistemi, yüce Allah'ın ilâhlığından başka ilâhlıkları esas almaktadır. Burada akideden kaynaklanan Allah'ın metodundan başka bir metod, hayatın tamamına hükmetmektedir.

Hem Allah katında, hem evrenin değerlerinde, hem de hayatın yapısında ve "insan" tarihinde bu kadar önemli olan bir meseleye elbette sımsıkı sarılmak gerekecek, insanın içinde onun bir ciddiyeti, açıklığı ve kesinliği bulunacaktır. Böyle bir meselenin, gayet yumuşak, kaypak ve müsamaha ile ele alınması doğru olmaz. Sonra bu konu ortaya koyduğu ağır yükümlülükler bir tarafa, bizzat kendisi önemli bir meseledir. Karakteri itibarıyla yumuşaklığı, kaypaklığı ve müsamahayı kaldıramaz. Meseleyi bu tür ciddi olmayan duygularla algılamaya çalışanlara izin vermez.

Doğal olarak biz bu yaklaşımla meselenin zor kullanarak, baskı yaparak, komplekse kapılarak ve içine kapanarak çözülmesi gerektiğini söylemek istemiyoruz. Böyle bir uygulama, Allah'ın dininin karakteri ile bağdaşmaz. Biz burada konunun ciddiyetini, önemini, kesinliğini ve açıklığını ortaya koymaya çalışıyoruz. Bunlar ise ayrı vasıflar, başka duygulardır. Bunun zor kullanmakla, baskıyla, komplekse kapılmakla ve içine kapanmakla hiçbir ilgisi yoktur.

Özellikle İsrailoğulları'nın karakteri, Mısır'daki uzun süreli kölelik ve zillet hayatı ile bozulduktan sonra, bu tür direktiflere daha çok muhtaçtı. Onun içindir ki, İsrailoğulları'nın doğru yoldan sapmış, koflaşmış, yılgınlığa kapılmış ve kaypaklaşmış karakterini dürüstlük, ciddiyet, açıklık ve özgürlük üzerine eğitmek amacını güden bütün emirler; kesin bir ifade ile pekiştirilmiş bir tonla gönderilmiştir.

İsrailoğulları gibi uzun süreli olarak zillet ve kölelik hayatını yaşayan, dikta rejimlerine boyun eğen, zalim idarelere kölelik yapan ve bunun sonucunda kaypaklık ve düzenbazlığı huy haline getiren, zorluklarla karşılaşmamak için işin kolayına kaçan her toplumun karakteri de İsrailoğulları'nın karakteri gibidir. Aynı şey günümüzde yaşayan birçok insan topluluğu için de geçerlidir. Bu topluluklar akidenin yükümlülüklerinden kurtulmak için akidenin kendisinden kaçmakta, kalabalığa uymaktadırlar. Zira kalabalığa uymak, onlara fazla bir yükümlülük yüklememektedir!

Yüce Allah, bu ilâhi emre sımsıkı sarılmalarının karşılığı olarak Hz. Musa'ya ve kavmine, Allah'ın dininden sapanların yurdunu kendilerine miras olarak devretmeyi ve yeryüzünde onları hakım kılmayı vaadediyor:

"Yoldan çıkmışların yurtlarının ne hale geldiğini yakında size göstereceğim."

Doğruya en yakın görüş bu ifade ile, o sırada puta tapıcıların ellerine düşmüş olan kutsal topraklara işaret edildiğidir. Ve bu, aynı zamanda onların oraya gireceklerine dair bir müjde niteliğindeydi. Ne var ki, İsrailoğulları, Hz. Musa -selâm ve selâm üzerine olsun- döneminde eğitim aşamaları tamamlanmadığından ve karakterleri henüz düzelmediğinden, oraya girmemişler ve bu kutsal yurdun önünde durarak peygamberlerine şöyle demişlerdi:

"Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz." (Maide: 22)

Ayrıca içlerinde bulunan ve Allah'tan korkan iki mümin şahsiyetin, onların kutsal yurda girmeleri ve bu göreve atılmaları konusundaki ısrarları karşısında, tıpkı sahibine çifte atan hayvan gibi korkakların utanmazlığını sergileyen bir tavırla, Hz. Musa'ya cevap vermişlerdi:

"Dediler ki; "Ey Musa, onlar orada olduğu sürece, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen Rabbin ile savaş, biz burada kalıyoruz. (Maide: 24)

Bu ifade İsrailoğulları'nın zayıflamış, parçalanmış, kaypaklaşmış karakterini gerçekten güzel tasvir etmektedir. Hz. Musa'ya gönderilen inanç sistemi ve hukuk düzeni işte bu karakterleri tedavi ediyordu. Bu yüce ilâhi emir, Musa'nın getirdiği akide ve şeriata sımsıkı sarılmasını öngördüğü gibi, kavmine bu yasaların ağır yükümlülükleri altına girmelerini söylemeyi de emrediyordu.

Bu sahne ve konuşmanın sonunda yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanların, yüce Allah'ın ayetlerinden ve direktiflerinden yüz çevirenlerin sonlarına ilişkin bir açıklama yer alıyor. Sözkonusu açıklama, bu tip insanların karakterini en ince boyutlarına varıncaya kadar ortaya koyuyor, insan karakterlerini tiplerini ve ruhsal portrelerini Kur'an'ın eşsiz tasvir gücünün güzelliği ve üstünlüğü ile gözler önüne seriyor:

-Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona koyulurlar. Bunun sebebi, onların ayetlerimizi yalanlamaları, umursamamalarıdır.

-Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını, hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Görecekleri ceza, işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi olacak ki?

Yüce Allah, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanlar, ne kadar delil gösterilse de inanmayacak olanlar, doğru yolu gördükleri halde, onu yol edinmeyenler, sapık yolu görür görmez hemen o yola koyulanlar hakkındaki dileğini açıklıyor... Allah onları kendi ayetlerinden yüz çevirtecektir. Dolayısı ile onlardan ne yararlanabilecekler, ne de onları kabul edebileceklerdir. Gözler önüne serili bulunan kâinat kitabındaki ayetlerini ve peygamberlerine gönderdiği kitaplarındaki ayetlerini, onlara açmayacaktır. Zira onlar, yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamışlar ve onları bilerek dikkate almamışlardır.

Kur'an'ın sözleri ile tasvir edilen bu insan tipi, yavaş yavaş zihnimizde canlanmakta ve biz onları çehreleriyle, hareketleriyle görür gibi olmaktayız!

"Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak düşüreceğim.

Allah'ın kullarından hiçbiri asla haklı olarak yeryüzünde büyülük taslayamaz. Çünkü büyüklük yalnız Allah'ın sıfatıdır. Allah, büyüklükte hiçbir ortak kabul etmez. Ne zaman olursâ olsun, yeryüzünde bir insanın büyüklük taslaması, haksız yere büyüklük taslamaktan başka bir şey olamaz! Büyüklük taslamanın en çirkin şekli de yeryüzünde Allah'ın kullarına karşı ilâhlık hakkını iddia etmektir. Bu hakkı Allah'ın direktiflerini gözönünde bulundurmaksızın insanlara hukuk belirlemekle kendinde görmektedir. İşte büyüklük taslamanın her çeşidi, büyüklük taslamadan kaynaklanmaktadır. Bu, bütün kötülüklerin anasıdır, başlıca kaynağıdır. Geri kalan boyutları da buradan gelmektedir:

"Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona koyulurlar."

Bu, doğru yolu gördüğü yerde ondan uzaklaşan, sapıklık yolunu gördüğünde ise ona entegre olmaya meyleden ve ondan geri duramayan bir karakter tipidir. İşte ifadenin canlandırmaya çalıştığı ve onu büyüklük taslayan bir tip olarak damgaladığı çehre de budur. Bu tip, ilâhi iradenin, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onları bilerek ciddiye almamaları yüzünden, sonsuza dek bu ayetlerden yararlanma yeteneğini ellerinden almakla cezalandırdığı bir tiptir!

Bugün de bu nitelikleri, bu çevreleri ve bu işaretleri taşıyan insanlara rahatlıkla rastlanmaktadır. Bu tip insanlar doğru yoldan kaçmakla, hiçbir çaba harcamadan, hiç düşünmeden ve hiç hesabını kitabını yapmadan sapıklık yoluna uymaktadırlar! Bu tip insanlar doğru yolu görmemek için gözlerini kapamakta ve ondan uzaklaşmaktadırlar. Sapıklık yoluna içleri açılmakta ve ona uymaktadırlar! Ve bunlar aynı zamanda Allah'ın ayetlerinden sıyrılmakta, onları görmemekte ve düşünmemektedirler! Onların duyu organları ayetlerin uyarılarını ve mesajlarını algılayamaz hale gelmektedir!

Allah'ın yüceliğine bak! Kur'an'ın eşsiz ifade gücünde, bu tip insanlar çarçabuk canlanmaya başlar. Öyle ki, okuyucunun bu tasvir karşısında hemen: Evet, evet, ben bu insan tipini tanıyorum... Bu ayetler falandan söz ediyor! Bu sözlerle tasvir edilip kastedilen odur mutlaka, diyesi geliyor!

Yüce Allah, bu tip insanları hem dünyada, hem de ahirette yıkıma sürükleyen böyle alçaltıcı bir ceza vermekle, elbette ki zulmetmiş olmaz. Tam tersine, Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onları kasıtlı olarak ciddiye almayan, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayan, her gördüğü yerde doğru yoldan uzaklaşan, işaret alır almaz sapıklık yoluna koşan bu tipe en uygun ceza budur. Çünkü o, sırf kendi karakteri yüzünden cezalandırılmıştır. Kendisinin işlediği yolla felâkete sürüklenmiştir.

"Bunun sebebi onların ayetlerimizi yalanlamaları, umursamamalarıdır."

-Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını, hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Görecekleri ceza işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi olacak ki?

Amellerin boşa gidişine ilişkin ayeti kerimenin metninde geçen "hubut" kavramı, "Habatatin-Nakatu" deyiminden alınmıştır. Hayvan zehirli bir ot yediğinde, önce karnı şişer, sonra da ölürse, böyle deniyordu. Bu nitelik àynı zamanda, Allah'ın ayetlerini ve ahiretteki buluşmayı yalanlayanların işlediği boş hareketin karakteri ile de bağdaşmaktadır. Böyle saçma bir iş yapan kişi, insanların onu güçlü ve büyük zannetmesine yolaçacak tarzda şişmekte, kabarmakta, daha sonra zehirli otu yemiş hayvanın öldüğü gibi ölmektedir!

Ayrıca bu ceza, Allah'ın ayetlerini ve ahiretteki buluşmayı yalanlayanların amellerini boşa çıkarması ve yok etmesi açısından da gerçekten doğru olan bir cezadır. Yalnız sözkonusu olan, bu amelleri nasıl yok etmektedir?

İnanç sistemi açısından bu kesin sonuca aykırı düşen olaylar, ne olursa olsun, biz Allah'ın azabının varlığına ve buna ilişkin haberlerin doğru olduğuna inanıyoruz. Nerede olursa olsun bir kişi, Allah'ın ayetlerini ve ahiret buluşmasını inkâr ettiğinde, bütün yaptıkları boşa gider, yok olur. Sonuçta helâk olur ve kaybolup gider.

Teorik açından biz, insanın hayatındaki sebepleri apaçık olarak görüyoruz. İnsanın gözleri önüne serilmiş olan kâinatın sayfalarına serpiştirilen Allah'ın ayetlerini veya peygamberlik misyonu ile birlikte gönderilen ayetlerini (mucizelerini) veyahut peygamberlerin insanlara ulaştırdığı ayetlerini yalan sayanlar ve buna bağlı olarak, ahiret gününde Allah'la buluşmayı inkâr edenler, evet bu tür fıtratı bozulmuş yaratıklar, iman ve teslimiyet sahibi olan bu evrenin ve evrende geçerli olan ilâhi yasaların çizgisinden sapan anormal bir ruhi yapıya sahip tiplerdir. Onları bu kâinata bağlayan hiçbir bağ yoktur. Bunlar varoluşun amacı ve hedefine ilişkin sağlıklı bir hareketle tüm bağlarını koparan kimselerdir. Böyle fıtratı bozulmuş ve evrenle ilişkileri kesilmiş yaratıkların bütün çabaları boşa giden, zayi olan çabalardır. İsterse görünüşte bu çabaların başarıya ulaştığı, sonuç. verdiği kabul edilsin, farketmez. Çünkü bu tür çabalar, bu varlığın bünyesinde köklü ve engin biçimde yer eden nedenlerden kaynaklanmamaktadır. Bütün bu evrenin kendisine yöneldiği büyük hedefe yönelmemektedir. Onların durumu ana kaynağı kuruyan bir pınar gibidir. Er veya geç bir gün, o da kuruyacak ve yok olacaktır.

Bu imanî değerler ile insanlık tarihinin seyri arasında sağlam bağı görmeyenler, bu değerleri kabul etmeyenlerin sonlarına ilişkin Allah'ın kaderinden habersiz olanlar, evet işte bunlar, yüce Allah'ın kendilerine ilişkin dilemesinde açıkladığı kimselerdir. Îşte Allah'ın ayetlerini göremeyecek ve yasalarını düşünüp değerlendiremeyecekler onlardır. Allah'ın kaderi onları çepeçevre kuşatmışken, onlar bundan habersizdirler.

Bu imanî değerlerden habersiz olan birtakım kimseler, başarıya ulaştığını

ve sonuca vardığını görüp aldananlar, kısa süreli geçici şeylere aldananlardır. Bunlar zehirli bir bitki yiyen hayvanın şişmesine aldananlardır. Bunlar o şişmanlığın semizlik, gürbüzlük, sağlık ve yağ olduğunu sanmaktadırlar. Halbuki bu hayvan, az sonra alabildiğine şişecek ve yok olup gidecektir!

Tarihte daha önce yaşamış olan milletler bu konuda canlı örneklerdir. Fakat onlardan ibret almıyorlar. Yüce Allah'ın bir saniye geri kalmayan sürekli işleyen yasalarını, asla duraklamayan sürekli biçimde akıp giden Allah'ın kaderini göremiyorlar. Halbuki Allah, onları ta ötelerinden kuşatmıştır.

Hz. Musa (salât ve selâm üzerine olsun) yüce Allah'ın huzurunda iken; gözlerinin onu görmekten aciz düştüğünü,ruhu tarafından algılandığı halde, düşüncelerinin hayrete düştüğü o eşsiz makamda iken... Musa'nın kavmi kendisinden sonra davadan vazgeçiyor, geriye dönüş yapıyor. Hayat izi taşımayan, yalnız böğürmesi bulunan bir buzağıya yöneliyorlar. Allah'ı bırakıp ona tapmaya başlıyorlar!

DÖNEKLER

Kur'an-ı Kerim'in akışı, bizi ansızın dokuzuncu sahneden onuncu sahneye atıveriyor. Bu, geniş duaları, arzuları, niyazları ve sözleri ile gayet üstün, apaydınlık yüce bir atmosferden, saplantıları, hurafeleri, döneklikleri ve kaypaklıkları ile alabildiğine düşük ve alçak bir atmosfere yapılan korkunç bir geçiştir:

 

148- Soydaşları, Musa'nın ardından, ziynet eşyalarından yapılmış, böğürme sesi verebilen bir buzağı heykelini ilâh edindiler. Oysa görmüyorlar mıydı ki, O onlarla ne konuşabiliyor ve ne de kendilerine bir yol gösterebiliyor? Onlar bu heykeli ilâh edinerek, zalimlerden oldular.

149- Fakat başları ellerinin arasında düştüğünde (yaptıklarına pişman olduklarında), sapıtmış olduklarını gördüklerinde "Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise, kesinlikle hüsrana uğrayanlardan, mahvolanlardan oluruz" dediler.

İşte İsrailoğulları'nın karakteri budur. Doğru yolda bir adım atar atmaz, hemencecik yoldan sapıveren, düşünce ve inanç sistemi alanında; henüz somut görme alanının dışına taşmayan, düzeltme ve yönlendirmeye ilişkin direktiflerin boşluğundan yararlanıp gerisin geriye dönüş yapan bir karakter.

İsrailoğulları daha önce, sırf kendi putları etrafında toplanıp onlara kulluk yapan puta tapıcı bir topluluk gördüklerinde,peygamberlerine başvurmuş ve kendilerine onlarınki gibi bir ilâh yapmasını istemişlerdi! Yalnız peygamberleri onların bu düşüncesine karşı çıkmış ve bu tekliflerini sert biçimde reddetmişti. Kendi başlarına kaldıklarında, ceset kavramının da ifade ettiği gibi hayat izi taşımayan altından ceset halindeki bir buzağıyı gördüklerinde... Evet bu ceset halindeki buzağıyı gördüklerinde, ona uçarcasına koşmuşlardı. Taha suresindeki kıssanın detaylarında göreceğimiz gibi bu buzağıyı onlara, Samira'dan biri olan Samiri yapmış ve onu öküzlerin böğürmesine benzer bir ses çıkarabilecek bir şekilde kahba dökmüştü. Samiri onlara, "İşte bu sizin ve Musa'nın kendisiyle sözleştiği, buluşmaya gittiği ilâhtır. Musa onunla olan randevusunu unutmuştur" dediğinde, putun üzerine üşüştüler. Hz. Musa'nın kavminin bilmediği son on günün arttırılması da bu işe bir ölçüde zemin hazırlamış olabilir. Otuz gün geçip de Musa geri dönmeyince, Samiri onlara, "Musa ilâhına verdiği randevuyu unuttu. Onun ilâhı budur!" dedi. İsrailoğulları bu sırada, peygamberlerinin daha önce kendilerine yaptığı nasihatı hatırlamadılar. Halbuki Musa onlara, gözle görülmeyen alemlerin Rabbi olan Allah'tan başkasına tapmamalarını öğütlemişti. Sonra kendilerinden birinin yaptığı bu buzağının niteliği ve gerçekliği üzerinde de düşünmediler! Aslında bu, İsrailoğulları'nın temsil ettiği beşeriyet için gerçekten aşağılık bir tablodur. Kur'an-ı Kerim bu tabloyu Mekke'de putlara tapan müşriklere arzederken bile, hayretle karşılıyor!

"Oysa görmüyorlar mıydı ki, o onlarla ne konuşabiliyor ve ne de kendilerine bir yol gösterebiliyor? Onlar bu heykeli ilâh edinerek zalimlerden oldular."

İnsanın bizzat elleriyle yaptığı bir yaratığa tapandan, daha zalim kim olabilir? Halbuki onları da, onların yaptıklarını da yaratan Allah'tır!

Onların buzağıya taptığı sırada Hz. Harun -salât ve selâm üzerine olsunda onların arasındaydı, fakat onların bu çirkin sapıklığa düşmelerine engel olamadı. Yine onların içinde, akıllı bazı kimseler de vardı. Yalnız bunlar da, ceset halindeki buzağıya doğru atılan sapık kitlelerin dizginlerine hakim olamadılar. Özellikle buzağının İsrail'in asıl ilâhı konumundaki altından yapılması da bu işin cazibesini arttırıyordu!

Neticede heyecanlar dindi. Gerçekler gün yüzüne çıktı. Beyinsizlik ortaya çıktı. Sapıklık aydınlık kazandı, pişmanlık ve gerçekleri kabul etmenin sırası geldi:

-Fakat başları ellerinin arasında düştüğünde (yaptıklarına pişman olduklarında), sapıtmış olduklarını gördüklerinde "Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise kesinlikle hüsrana uğrayanlardan, mahvolanlardan oluruz" dediler.

Herhangi bir konuda tezgâhlanan oyun sonuç vermeyince, "elleri böğründe kaldı" denir. İsrailoğulları'nın bu dönüşle, olup biten ve engelleyemeyecekleri bir konuma düştüklerini anladıklarında, elleri böğürlerinde kaldı. Ve şöyle söylediler:

"Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise, kesinlikle hüsrana uğrayanlardan, mahvolanlardan oluruz" dediler.

Bu söz, o zamana kadar onların içinde bozulmamış bazı duygular, yeteneğin kalıntıları bulunduğunu göstermektedir. Yani onların kalpleri, onları en iyi bilen Allah'ın belirttiği gibi taş gibi veya daha sert biçimde katılaşmamıştı! Sapıklık içine yuvarlandıkları kendilerine açıklandığı zaman, pişman oldular. Yaptıklarının cezasından kurtulmanın tek çaresi olarak, Allah'ın rahmetinin ve bağışlamasının kendilerine ulaşması olduğunu anladılar. Bu da, onların fıtratlarında halâ düzelme yeteneği kalıntısının kaldığını gösteren güzel bir işarettir.

HZ. MUSA'NIN DÖNÜŞÜ

Tüm bunlar olurken Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Rabbinin huzurunda, O'na niyazda bulunuyor ve O'nunla konuşuyordu. Kavminin kendisinden sonra neler yaptığını bilmiyordu. Rabbinin bildirdikleri dışında hiçbir şeyden haberi yoktu... İşte burada onbirinci sahnenin perdesi açılıyor:

 

150- Musa kızgın ve üzgün olarak soydaşlarının yanına dönünce "Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler yapmışsınız? Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı kalkıştınız?" dedi, levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti. Kardeşi ise, "Ey anamoğlu, soydaşlarım beni saymadılar, horladılar, neredeyse beni öldüreceklerdi, beni düşmanları güldürecek biçimde hırpalama, zalimlerle bir tutma" dedi.

151- Musa dedi ki; "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin kapsamına al, sen merhametlilerin en merhametlisisin. "

Musa peygamber büyük bir öfke ile kavmine dönmüştü. Sözlerinde ve hareketlerinde bu öfkenin tepkileri görülüyordu. Kavmine söylediği şu sözlerinde, bu öfke rahatlıkla gözlemlenebiliyordu:

"Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler yapmışsınız? Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı kalkıştınız? dedi."

Kardeşi Harun'un saçından tutup çekmesi ve ona karşı sert davranması da Hz. Musa'nın öfkesini ortaya koyan hareketlerdendir:

"Kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti."

Burada Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun- kızmakta haklıydı. Çünkü beklenmedik acı bir olayla, köklü bir değişiklikle karşılaşmıştı.

"Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler yapmışsınız?

Ben sizden ayrılıp gittiğimde hidayet üzere bulunuyordunuz. Benden sonra sapıklığa düştünüz. Ben sizden ayrıldığım zaman Allah'a tapıyordunuz. Benden sonra, sadece bir böğürmesi bulunan ceset halindeki buzağıya taptınız!

"Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı kalkıştınız?"

Yani siz Rabbinizin hükmünü ve cezasını acele istediniz! Şöyle de olabilir: Siz Allah'ın sözünde ve buluşma vaadinde acele ettiniz!

"Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti."

Hz. Musa'nın bu hareketi, sert tepkisinin ifadesidir. Bu levhalar onun yüce Rabbinin sözlerini taşıyorlardı. Musa peygamberin öfkesi, aklını başından almadığı müddetçe, onları asla atacak değildi. Kardeşinin saçından tutup çekmesi de bu sert tepkisinin bir ifadesiydi. Musa peygamberin kardeşi ise, temiz kalpli iyi bir insan olan Harun'du.

Tam bu sırada Hz. Harun, öfkesini dindirmek amacıyla Musa'nın gönlünde kardeşliğin şefkat duygularını harekete geçirmeye ve kendi konumunun tabiatını ona göstermeye çalışıyor. İsrailoğulları'na öğüt vermede ve onları doğru yola getirmeye çalışmada kusur etmediğini anlatmaya çalışıyor:

"Kardeşi ise, "Ey anamoğlu, soydaşlarım beni saymadılar, horladılar, nerdeyse beni öldüreceklerdi."

İşte burada biz, İsrailoğulları'nın altın buzağıya ne denli bir coşku ve heyecanla yöneldiklerini kavrayabiliyoruz. Bu öyle bir coşku ve heyecandır ki, Hz. Harun onların bu dönüş ve düşüşlerine engel olmak istediğinde, onun canına kıymayı bile göze almışlardı.

"Annemin oğlu"... Bu ince ruhlu çağrı ile ve bu şefkate dayalı kardeşlik bağı ile ona sesleniyor:

"Soydaşlarım beni saymadılar, horladılar,neredeyse beni öldüreceklerdi."

Konumunu gerçek biçimde tasvir eden bu açıklama ile,

"Beni düşmanları güldürecek biçimde hırpalama."

Bu ifade, Harun peygamberin yardımcı olan ve destek veren kardeşlik vicdanını harekete geçirmek için başvurduğu başka bir yöntemdir. Hz. Harun, Musa'nın kendisiyle matrak geçecek düşmanların yanında böyle davranmamasını hatırlatıyor!

"Zalimlerle bir tutma."

Beni sapıklığa düşen ve gerçek ilâhlarını reddeden bir toplulukla bir tutma. Ben onlarla beraber sapıklığa düşmedim. inkâra kalkışmadım. Ben onlardan uzağım!

İşte bu nezaket ve açıklama karşısında Musa peygamberin öfkesi yatışıyor. Bu esnada yüce Rabbine yöneliyor. Kendisini ve kardeşini bağışlaması için Rabbine yalvarıyor. Merhamet sahiplerinin en merhametlisinden rahmet diliyor:

"Musa dedi ki; "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla bizi rahmetinin kapsamına al, sen merhametlilerin en merhametlisisin.'

İşte bu sırada her şeyin dizginini elinde bulunduran yüce Allah'ın kesin hükmü geliyor! Yüce Allah'ın sözleri, Kur'an'ın ifade tarzında çoğu zaman tekrar edildiği gibi, yüce Allah'ın kulu Musa'nın sözlerine bitişik olarak veriliyor:

 

152- Buzağıyı ilâh edinenler ise kesinlikle Rabblerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır. Biz Allah hakkında asılsız iddialar ileri sürenleri, işte böyle cezalandırırız.

153- Çeşitli kötülükler işledikten sonra, arkasından tevbe edip, iman edenlere gelince, kuşku yok ki, Rabbi o aşamadan sonra bağışlayıcı ve merhametlidir.

Bu ayeti kerimeler, bir hükmün yanında verilen bir sözü de ifade ediyorlar. Buzağıya tapanlar Allah'ın gazabına uğrayacak ve dünya hayatında zillete düşeceklerdir... Bunun yanında sürekli geçerli olan bir kurala yer veriliyor: Önce kötülük yapıp sonra dönüş yapanları yüce Allah, rahmeti ile bağışlayacaktır. Öyleyse yüce Allah, buzağıya tapanların sağlıklı biçimde dönüş yapamayacaklarını, eninde sonunda tevbenin kuralı dışına çıkacaklarını biliyordu. Zaten öyle de oldu. İsrailoğulları sürekli olarak hatadan hataya sürüklenmiş, yüce Allah da onları ardarda, defalarca hoşgörü ile karşılamıştır. Bu tutumlarından vazgeçmeyen İsrailoğulları, neticede Allah'ın sürekli gazabına ve sonsuz lanetine uğramışlardır:

"Biz Allah hakkında asılsız iddialar ileri sürenleri, işte böyle cezalandırırız."

Kıyamet gününe kadar bütün iftiracıları böyle cezalandırırız. Allah'a iftira suçunun işlendiği her zaman, bu ceza da devreye girecektir. İster bu iftiracılar İsrailoğulları'ndan olsun, isterse başka topluluklardan olsun, farketmez!

Hiç kuşkusuz, Allah'ın verdiği söz doğrudur. Buzağıya tapanlar Allah'ın gazabına ve zillete uğradılar. Yüce Allah'ın onlara ilişkin son cezası, kendilerine kıyamete kadar baskı ve zulüm edecek birilerini göndermesidir. Eğer tarihin herhangi bir döneminde yahudilerin yeryüzünde azgınlık yaptıkları, Ümmilere veya Talmut'taki ifadesiyle Cuim'e nüfuzları ile egemen oldukları, kapital dizginini ellerinde bulundurdukları, basın yayın (propaganda ve reklam) organlarını ellerine geçirdikleri, tüm istediklerini yerine getiren hakim sistemleri ve idare mekanizmalarını kurdukları, Allah'ın bazı kullarını ezdikleri ve onları barbar bir yöntemle evlerinden, yurtlarından dışarı attıkları, sapık olan devletlerin buna rağmen onları destekledikleri ve yanlarında yer aldıkları...

Eğer günümüzde yahudilerin daha sayılamayacak birçok alanda egemenlik kurdukları gözlemleniyorsa, bu realite, yüce Allah'ın onlara ilişkin bu sözüne ve onların aleyhine yazdığı bu hükmüne aykırı düşmez. Yahudiler bu sıfatları ve hareketleri ile insanların kalplerinde intikam duygularını çöreklemektedirler. Onlar kendilerini yokedecek beşeriyetin kin ve öfkesini stok etmektedirler. Yahudilerin, örneğin Filistin halkına üstünlük sağlamaları, karşılarında yer alan insanların artık sağlıklı bir dine sahip bulunmamaları ve müslüman olmamaları ile açıklanabilir. Filistin'deki halklar darmadağın olmuşlar, ırkçı ulusal bayraklar peşine düşmüşlerdir. İslâmi olan bir inanç sisteminin bayrağı altında birleşmiyorlar! İşte onlar bu yüzden hayal kırıklığına uğruyor ve başarısız oluyorlar. Yine bu yüzden İsrail, onları yenmeye devam ediyor. Yalnız bu hal böyle sürmeyecek! Bu, biricik silahın, eşsiz sistemin ve tek olan bayrağın boşluğundan yararlanmasıdır İsrail'in. Filistinliler bu eşsiz silahla, binsene boyunca hep üstün geldiler. Tekrar onları galibiyete götürecek yol da budur. Onlar bu olmadan her zaman mağlûb olacaklardır! Bu yıkım dönemi, yahudiliğin ve hristiyanlığın islâm ümmetinin bünyesine enjekte ettiği zehirlerin etkisiyle meydana gelen bir sarhoşluk devresidir! Yahudiler "islâm" olan bu memleketlerde kurdukları siyasal kurumlarla ve devletlerle bu sarhoşluğu sürdürmeye çalışmaktadır. Fakat bunların hepsi, asla böyle devam etmeyecektir. Bu sarhoşluk devresinden kurtuluş için, bir uyanış hareketi başlayacaktır. Bu müslümanlardan sonra gelen müslümanlar, önceki müslümanların silahının hakkını vereceklerdir... Kimbilir belki de bir gün bütün insanlık yahudilerin zulmüne karşı bir direnişe geçecektir! Böylece yüce Allah'ın onları bekleyen cezası da gerçekleşmiş olacak ve Allah'ın alınlarına yazdığı zillet de gelip kendilerini bulacaktır. Eğer insanların tamamı uyanmaz-direnmezse, müslümanların takipçileri direnişe geçeceklerdir... Bu bize göre kesin bir olgudur...

Bu, sahnenin ortasında buzağıya tapanların ve Allah'a iftira edenlerin sonlarının ne olduğuna ilişkin bir değerlendirme için kısa bir kesittir. Sonra ayetlerin akışı aynı tonda ilerliyor ve sahne tamamlanıyor:

 

154- Musa'nın öfkesi yatışınca attığı levhaları yerden aldı. Bu levhalarda Rabblerinden korkanlar için doğru yolu gösteren, rahmet niteliğinde yazılar vardı.

Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı öfkeyi canlı bir varlık gibi somutlaştırıyor. Bu öfke Musa üzerine çullanan ve onu harekete iten canlı bir varlık gibi tasvir ediliyor. Bu canlı varlık, ondan "el çekip" onu kendi haline terkettiğinde, Musa kendine geliyor. Öfkesinin dürtüsü ve kendisine hakim olması nedeniyle attığı levhaları tekrar alıyor... Sonra ayeti kerime, bu levhalarda Rabblerinden korkan . ve O'ndan sakınanlar için bir hidayet ve rahmet bulunduğunu, onların kalplerini doğru yola ilettiğini, onunla rahmete kavuştuklarını bir kere daha belirtiyor. Zaten hidayetin kendisi rahmettir. Nuru bulunmayan sapık kalpten daha bedbahtı yoktur. Hidayete ermeyen ve kesin inanca kavuşmayan başıboş ve şaşkın ruhtan daha bedbahtı düşünülemez. Allah'ın korkusu ve heybeti kalpleri hidayete açar, onları gafletten uyarır, kabul etmeye ve doğru yola hazırlar. İşte bu kalpleri yaratan Allah, bu gerçeği ifade ediyor. Kalpleri, kalplerin yaratıcısından daha iyi bilen kim olabilir?

ALLAH İLE BULUŞMA

Ayetlerin akışı kıssayı anlatmaya devam ederken bir de bakıyoruz ki, yepyeni bir sahne ile karşı karşıyayız. Bu, on ikinci sahnedir. Musa ve onun kavminden seçilmiş yetmiş kişinin Musa'nın Rabbi ile buluşma sahnesidir.

 

155- Musa belirlediğimiz buluşma için soydaşlarından yetmiş kişi seçti. Bunlar bir sarsıntıya tutulunca Musa dedi ki; "Ey Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce yokederdin. Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin? Bu senin bir sınavından başka bir şey değildir. Bu sınav aracılığı ile dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim dostumuz, efendimizsin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et, sen bağışlayıcıların en hayırlısısın. "

156- Bize bu dünyada da ahirette de iyi olanı yaz. Biz sana yöneldik. " Allah dedi ki, "Azabıma dilediğimi çarptırırım. Fakat rahmetim her şeyi kapsamına almıştır. Onu günahlardan sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım. "

157- "Onlar adını ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları şu okuma-yazmasız (ümmi) Peygamber'e uyarlar. O onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helâl eder, murdar şeyleri haram kılar, omuzlarındaki ağır yükümlülükleri boyunlarındaki zincirleri kaldırır. "

"O'na inananlar, O'nu tutanlar, O'nu destekleyenler, O'nunla birlikte indirilen nur'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. "

Bu buluşmanın nedenine ilişkin çelişkili rivayetler vardır. Belki de düştükleri küfür ve hatadan kurtulmaları için İsrailoğulları'nın tevbe etmeleri ve Allah'tan bağışlanma talebinde bulunmaları gerektiğini açıklıyorlar. Bakara suresindeki açıklamaya göre, İsrailoğulları'nın bu küfürden kurtuluş kefareti, onların birbirlerini öldürmeleri şeklinde gerçekleşti. Buna göre, itaat eden, isyan edeni öldürecekti. Zaten Allah onları bu işten el çektirinceye kadar birbirlerini öldürmüşler ve bu kefaretleri kabul de edilmişti. Bu yetmiş kişi, İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinden ve seçkinlerindendi. Veya bunlar, onları her bakımdan temsil edebilecek seçkin bir topluluktu.

"Musa belirlediğimiz buluşma için soydaşlarından yetmiş kişi seçti." ayetinin ifade biçimi, bu hayatı seçim yapmada tüm İsrailoğulları'nın temsilcisi olarak gösteriyor.

Bununla birlikte bu seçkinlerin yaptığı neydi? Kendilerini bir titreme tutmuş ve bayılmışlardı. Çünkü onlar, başka bir surede belirtildiği gibi Musa'nın levhalarla getirdiği farzları tasdik etmek için Allah'ı apaçık görmeyi taleb etmişlerdi. (Sözü edilen titremenin nedeni burada belirtilmemiştir. Bakara suresinde (55-56) kıssanın ilgili yerinde şöyle deniyordu: "Hani Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle iman etmeyiz, dediniz de hemen arkasından bakıp dururken sizi yıldırım çarptı. Sonra şükredesiniz diye sizi öldükten sonra yeniden dirilttik." Öyle anlaşılıyor ki, bu iki yerde sözü edilen olay aynıdır. Her biri israiloğulları'nın Musa ile beraber geçen tarihinde aynı olaylar değildir.) Bu istek, İsrailoğulları'nın hem iyilerinin hem de kötülerinin karakterini ortaya koyan bir belgedir. Onların iyileri ve kötüleri bu açıdan çok farklı değillerdir. İşin daha tuhaf olanı ise, onların tevbe ve bağışlanmayı dileme makamında iken, böyle bir istekte bulunmalarıdır!

Musa peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- gelince, o Rabbine yöneliyor, O'ndan meded umuyor, rahmet ve mağfiret diliyor, O'nun kudretini tanıdığını ve boyun eğdiğini açıklıyor:

"Bunlar bir sarsıntıya tutulunca Musa dedi ki, "Ey Rabbim, eğer dileseydin, onları da beni de daha önce yok ederdin."

Bu baştan sona, sonsuz kudrete kesin teslim oluşun ifadesidir. Musa peygamber Rabbine niyazda bulunurken, bu kesin teslimiyetini de O'na takdim ediyor. Öfkesini topluluğun üzerinden kaldırmasını, şu anda onları denemeden geçirmemesini ve içlerindeki beyinsizler yüzünden onları helâk etmemesini niyaz ediyor:

"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin?"

Burada rica, soru şeklinde ifade ediliyor. Bu da onların helâk edilmemesi arzusunun şiddetini ortaya koyuyor. Yani şöyle demek istiyor: Allah'ını içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk etmen senin rahmetine yakışmaz.

"Bu senin bir sınavından başka bir şey değildir. Bu sınav aracılığı ile dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin."

Böylece Hz. Musa meydana gelen olayın esprisini kavradığını açıklıyor. Bunun bir sınama ve deneme olduğunu biliyor. O Rabbinin dilemesinden ve yaptığı işten gafil değildir! Zaten bütün sınamalarda esas olan budur. Sınamanın karakterini kavrayan ve onu Rabbinin bir sınaması, bir imtihanı olarak görenleri yüce Allah, bu sınama ile sağlıklı ve bilinçli bir biçimde hidayete erdirir. Bu gerçeği kavramayanları, ondan habersiz halde hareket edenleri ve bu sınamadan sapık olarak çıkanları da yüce Allah sapıklığa iter. İşte Hz. Musa -selâm üzerine olsun- bu sınavı geçmek için Allah'ın desteğini istemeyi ve bu ilkeyi giriş olarak dile getiriyor:

"Sen bizim dostumuz, efendimizsin."

Bu sınavı başarı ile geçebilmemiz, senin rahmet ve bağışlamana ulaşabilmemiz için yardımını ve desteğini eksik etme.

"O halde bizi bağışla, bize merhamet et, sen bağışlayıcıların en hayırlısısın."

"Bize bu dünyada da ahirette de iyi olanı yaz. Biz sana yöneldik."

Sana döndük, senin himayene sığındık. Senin desteğini taleb ediyoruz.

Böylece Musa peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'a kesin teslimiyeti ve sınanmasının hikmetini dile getirmeye, rahmet ve bağışlanmayı taleb etmeye giriş yapıyor ve sözlerini her şeyin Allah'a döneceğini ve O'nun kapısına sığınacağını açıklayarak bağlıyor. Böylelikle onun bu duası, salih olan kulların cömert olan yüce Rabblerine karşı takınmaları gereken edebin bir numunesi olmuştur. Duanın nasıl başlayacağı ve nasıl biteceğine ilişkin edebin de bir örneği niteliğindedir.

Hemen ardından cevap yetişiyor:

"Allah dedi ki; "Azabıma dilediğimi çarptırırım. Fakat rahmetim her şeyi kapsamına almıştır."

Bu ifade isteyerek yasayı koyan ve onu isteğe bağlı olarak uygulayan ilâhi iradenin özgürlüğünü ortaya koyuyor. Bununla beraber ilâhi irade, bu yasaları hak ve adalet ölçülerine göre ve seçim esasına dayalı biçimde uygulamaya koyuyor. Çünkü adalet, Allah'ın yüce olan sıfatlarından biridir. Allah'ın iradesiyle ortaya konan hiçbir şeyden uzak kalmaz.

Çünkü O, böyle dilemiştir. Buna göre azabı hak edenlere dokunur ve bununla Allah'ın iradesi yürürlüğe girmiş olur. Rahmetine gelince o her şeyi kuşatmıştır. Allah'ın rahmeti de yine Allah katında rahmete müstehak görülenlere ulaşır. Ve bununla Allah'ın iradesi yürürlüğe girmiş olur. Yüce Allah'ın iradesi hiçbir zaman rastgele ve başıboş olarak seyretmez. Azabı da rahmeti de koyduğu yasalara göre gerçekleşir. Allah rastgele iş yapmaktan, münezzeh ve yücedir.

Yüce Allah bu ana ilkeyi belirledikten sonra, peygamberi olan Musa'ya gelecekle ilgili gaybın bir yönünü gösteriyor. Cenab-ı Allah her şeyi kuşatan rahmetini kendilerine bahşedeceği son milletin haberini Musa'ya bildiriyor. Hem de Allah'ın rahmetinin, Allah'ın yarattığı şu koca evrenden daha geniş olduğunu ve insanın bu rahmetin genişliğini kavrayamayacağını gösteren ifadeler... Bu öyle bir rahmettir ki, enginliğini Allah'tan başkası idrak edemez!

Onu günahlardan, sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım."

"Onlar adını ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları şu okuma yazmasız (ümmi) Peygamber'e uyarlar. O onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helâl eder, murdar şeyleri haram kılar, omuzlarındaki ağır yükümlülükleri, boyunlarındaki zincirleri kaldırır."

O'na inananlar, O'nu tutanlar, O'nu destekleyenler, O'nunla birlikte indirilen ışığa (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır."

Bu büyük bir haberdir. Peygamberleri olan Hz. Musa ve Hz. İsa'nın İsrailoğulları'na Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilişkin haberleri daha önceden getirdiklerini gösteren bir belgedir. Bu peygamberin gönderilişi, sıfatları, ümmetinin özellikleri, peygamberliğinin sistemine ilişkin kesin haberleri, peygamberleri onlara getirmiştir. Geleceği bildirilen bu peygamber, "ümmi bir peygamberdi." İyiliği yaygınlaştırmaya, kötülüğü engellemeye çalışacaktı. Temiz şeyleri helâl kılacak, pis şeyleri haram sayacaktı. İsrailoğulları'ndan kendisine iman edenlerin omuzlarındaki ağır yükü ve zincirleri kaldıracaktı. Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na günahları yüzünden yüklediği yükümlülükleri kendisine inandıkları zaman, bu ümmi peygamber iptal edecekti. Peygamberin izcilerine gelince, bunlar Rabblerinden korkan, mallarının zekâtını veren ve Allah'ın ayetlerine iman edenlerdi. Onlar, bu ümmi peygambere iman edenlerin, hürmet edip saygı gösterenlerin, yardımcı olup destek çıkanların, onunla beraber ona ve yol gösterici Nur'a tabi olanların kurtuluşa erenlerin ta kendileri olduğunu daha önceden öğrenmişlerdi.

Peygamberleri Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun- aracılığı ile İsrailoğulları'na ulaştırılan bu ön bildirim ile yüce Allah, dininin geleceğini, bu dinin sancaktarını, bu dine uyanların yolunu ve rahmetinin nerede olduğunu aydınlatmış oluyordu. Öyle ise, daha önceki dinlere bağlananların kesin haberlerle kendilerine ulaştırılan bu ön uyarıya rağmen hiçbir mazeretleri kalmamıştı.

Kendisi kavminin seçkin yetmiş kişisi ile birlikte Rabbinin huzurunda iken Musa'ya -selâm üzerine olsun- alemlerin Rabbi tarafından verilen bu kesin haber, aynı zamanda İsrailoğulları'nın bu ümmi peygamberi ve onun getirdiği dini karşılamada ne büyük bir cinayet işlediklerini de ortaya koymaktadır. Ayrıca bu haber, müminlerin kurtuluşunu müjdelemek ile, İsrailoğulları'nın yüklerini hafifletmekte ve kolaylaştırmaktadır!

Bu bilgiye ve belgeye rağmen işlenen bir suçtur!

Tarih kesin bildiriyor ki; İsrailoğulları, bu peygambere ve onun getirdiği dine karşı en fazla zarar veren topluluktur. Öncelikle yahudiler ve bunun hemen ardından Haçlılar. Bunların peygamberimize, onun dinine ve bu dine bağlı olanlara karşı başlattıkları savaş, oyunları ve tuzakları ile en iğrenç, en çirkin ve en alçakça bir savaştır. Ve onlar bu savaşta ısrar etmiş ve onu sürdürmüşlerdir. Halâ da ısrar ediyor ve onu sürdürüyorlar!

Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı giriştikleri savaşlarla ilgili olarak yalnız Kur'an-ı Kerim'in anlattıklarına başvuranlar, onların bu dine karşı nasıl alçakça bir inadla direndiklerini, ona karşı ne denli geniş çaplı savaşlara giriştiklerini göreceklerdir. Bakara, Al-i İmran, Nisa ve Maide surelerinde bu savaşlara ilişkin birtakım açıklamalar yapılmıştı.

Öte yandan, islâmın Medine'de ortaya çıkmasından ve orada bir devlet kurulmasından günümüze kadarki tarih çizgisine bir göz atanlar da Ehl-i Kitab'ın bu dine karşı nasıl inatçı bir ısrara ve nasıl onu yok etmek ihtirasına sahip olduklarını görebileceklerdir!

Siyonizm ve Haçlılar bu asırda tarih boyunca kullandıkları savaş, oyun ve hile çeşitlerinin kat kat fazlasını kullandılar. Onlar bu zaman diliminde bile, bu dini kökten yok etmenin planlarını yapmakta ve onunla girişecekleri son ve kesin savaşın tezgâhını kurmaktadırlar. Bu savaş için daha önceki asırlarda denedikleri bütün yöntemleri kullandıkları gibi, bu asırda icad ettiklerini de onlara ilave edip hepsinden bir bütün elde etmektedirler!

Onlar bu planlarını kurarken, kendilerinin müslüman olduklarını söyleyen birtakım insanlar, apaçık bir gaflet içinde; ateizm ve materyalizm akımlarına karşı müslümanlarla diğer din mensuplarının dayanışma içine girmeleri için müslümanlara çağrıda bulunmaktadırlar! O diğer dinlerin mensupları kendilerini islâma nisbet edenleri her yerde kesmekte, onlara karşı bütün çirkinliğiyle Haçlı savaşlarını, İspanya'daki engizisyon mahkemelerini hatırlatan bir şekilde diğer dinlerin mensuplarıyla devam ettirmektedirler. Bu diğer dinlerin mensupları Asya ve Afrika'daki sömürgelerinde bu savaşı ellerindeki imkânlarla bizzat kendileri sürdürmektedirler. Bağımsızlığına (!) kavuşan ülkelerde ise kendilerinin kurdurdukları ve destekledikleri uydu devletler aracılığıyla bu savaşlarını devam ettirmektedirler ki; islâm, yerini lâik birtakım inanç ve görüşlere terketsin! "Bilimsel" (!) olmak bahanesiyle gaybe inanmaya, insanların tam bir başıboşluk içinde birbirleriyle ilişkide bulunması için ahlâkı evrimleştirerek (!) hayvani bir ahlâka dönüştüren, aynı şekilde islâm fıkhını da "evrimleştiren" ve bu evrimleştirmeyi daha geniş boyutlara ulaştırma amacıyla Fıkıh için oryantalistlerin çalışmalarına dayalı kongreler düzenleyen böylece faizi, kadın ve erkeğin tahrik edici beraberliğini ve diğer islâmi yasakları silip süpürmeye çalışan bir dinsizleşmedir! ..

Bu Ehl-i Kitab'ın, islâm dinine karşı giriştikleri barbarca ve amansız savaştır. Halbuki Ehl-i Kitap çok eskiden beri islâm ile ve O'nun peygamberiyle müjdelenmişlerdi. Ne var ki, onlar bu dini çirkin ve alçak bir inatla karşılamışlardı!

SON MESAJ

Ayetlerin akış seyri devam ederken, kıssanın yeni bir sahnesine geçilmeden bir ön bildiri üzerine bir nebze duruluyor. Burada hitap, bizim peygamberimize (ümmi peygambere) daha önceki vaadinin gereği olarak mesajını bütün insanlara duyurmayı üstleniyor:

 

158- De ki; "Ey insanlar, ben Allah'ın hepinize gönderilmiş elçisiyim. O ki, göklerin ve yerin egemenliği tekelindedir, O kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür. Geliniz Allah'a ve O'nun o okuma yazması olmayan (ümmi) peygamberine, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız. "

Bu insanlara iletilen son mesajdır. Doğal olarak da evrensel bir çağrıdır. Bir ulusa, coğrafi bir bölgeye ve insanların herhangi bir kısmına mahsus değildir. Bu risaletten önceki tüm peygamberlikler, yeryüzünün belli bir bölgesine, belli bir zaman diliminde -iki peygamber arasındaki zaman- belli bir ulusa gönderilmiştir. Böylece beşeriyet, bu ilâhi mesajların doğrultusunda sınırlı bir gelişme göstermiştir. Arka arkaya gelen her peygamberlik, beşeriyetin gelişmesine uygun düşecek şekilde hukukta birtakım değişiklikler ve düzeltmeler yapmıştır. Nihayet son peygamberlik gönderilmiştir. Bu peygamberliğin ana ilkeleri mükemmeldir, uygulanmaya müsaittir. Detaylara ilişkin yenilikleri kapsamına alabilecek yapıdadır. Bütün insanlık için gelmiştir. Çünkü ondan sonra dünyanın neresinde olursa olsun hiçbir ulusa ve hiçbir kuşağa herhangi bir peygamberlik mesajı gelecek değildir. Bu peygamberlik bütün insanlarda hiçbir değişiklik göstermeyen insanın fıtratına uygun biçimde gelmiştir. İşte bu nedenle sözkonusu peygamberlik fıtratı Allah'ın elinden çıktığı gibi, tertemiz kalan ve Allah'ın direktifleri dışında hiçbir şeyden etkilenmeyen ümmi peygambere verilmiştir. Peygamberin bu temiz fıtratı yeryüzünün direktifleri ve insanların düşünceleriyle lekelenmemiştir ki, fıtratın mesajını tüm insanların fıtratına sunabilsin: "De ki "Ey insanlar, ben Allah'ın hepinize gönderilmiş elçisiyim."

Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- kendi mesajını tüm insanlara yöneltmesini isteyen bu ayet, Mekke'de indirilen bir surede yer alan bir ayettir. Bu ayet Ehl-i Kitab'ın yalancılarını hedef almaktadır. Ehl-i Kitab'ın bu yalancı kesimine göre Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'de iken peygamberliğinin Mekkeliler'in dışındakilere varıncaya kadar genişleyeceğini aklından bile geçirmiyordu. Ehl-i Kitap, şartların Hz. Peygamber'e hazırladığı başarılarından sonra mesajının Kureyş'i aşacağını, tüm Araplar'ı ve Ehl-i Kitab'ı kapsayacağını bütün Arap Yarımadası'nı kuşattıktan sonra onun dışına taşacağını düşünmeye başlamıştır!.. Evet bu yaklaşım apaçık bir iftiradır ve Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı giriştikleri ve halâ sürdürdükleri savaşın bir uzantısından başka bir şey değildir!

Aslında Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı bütün enerjilerini kullanmaları, islâma ve müslümanlara karşı sürdürülen savaşın saldırı birliklerini oluşturan "oryantalistlerin" bu tür yalanları düzmeleri o kadar önemli belâ değildir. Asıl önemli belâ, kendilerine müslüman adını veren apaçık bir gaflet içindeki pekçok kimsenin dinleri ve peygamberleri aleyhine onca iftira düzen, sistemleriyle savaş halinde bulunan ve iftiracılardan üstadlar edinmeleri, bizzat islâm konusunda onlardan bilgi almaları, islâm dininin tarihi ve gerçekleri konusunda onların yazdıklarını delil olarak kullanmalarıdır! Ne yazık ki, bu derin gaflet içindeki insanlar kendilerini, bu çalışmaları ile "Aydın" (!) sanmaktadırlar.

Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendi peygamberliğini bütün insanlara açıklamasına ilişkin yükümlülüğünden sonra, tekrar Kur'an'ın akış seyrine dönüyoruz. Ve geri kalan yükümlülüğünün insanlara her çeşit eksiklikten münezzeh olan gerçek ilâhlarını tanıtma yükümlülüğü olduğunu görüyoruz:

"O ki, göklerin ve yerin egemenliği tekelindedir, kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür."

Bizim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu evrenin tümüne hakim olan Allah tarafından bütün insanlara gönderilmiştir. Zaten insanlar da bu evrenin bir parçasıdırlar. Yüce Allah tek başına uluhiyet sıfatına sahiptir. İnsanların tamamı O'nun kullarıdır. Yüce Allah'ın kudreti ve ilâhlığı, öldüren ve dirilten olmasıyla ortaya çıkmaktadır.

Yüce Allah bütün varlıklara egemendir. Yalnız başına tüm yaratıkların ilâhıdır. Tüm insanların hayatına ve ölümüne sahiptir. İnsanların dinine bağlanmaları gereken tek varlık Allah'tır. Zaten Allah'ın dininin, O'nun peygamberi insanlara ulaştırmaktadır. Öyleyse peygamberin insanlara bildirileri onlara gerçek ilâhlarını tanıtmaktır. İşte insanların Allah'a kulluk yapmaları ve peygamberine itaat etmeleri bu ana bilgiye dayanacaktır:

"Geliniz Allah'a ve O'nun o okuma-yazmasız (ümmi) peygamberine, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız."

Bu değerlendirmede yer alan son çağrı, üzerinde biraz durulması gereken önemli birkaç uyarıya yer vermektedir:

1- Bu emir her şeyden önce, Allah'a ve peygamberine iman etmeye yer veriyor. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna tanıklık etmenin anlamı da budur. Sadece her iki ifadenin kalıpları değişiktir. Bu öz olmadan, ne imandan, ne de islâmdan sözedilebilir. Burada, Allah'a imandan önce yüce Allah'ın sıfatları ayette belirtilmiştir. Buna göre O: -"Ola ki, göklerin ve yerin egemenliği tekelindedir, kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür"-'dur. Demek ki, burada kendisine iman edilmesi istenen Allah, bu gerçek sıfatlara sahip olan Allah'tır. Ayrıca bütün insanlara gönderilen peygamberin mesajı da daha önce açıklanmıştır.

2- İkinci olarak, bu ümmi Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'a ve O'nun sözlerine inandığına yer vermektedir. Bu apaçık bir realite olmasına rağmen, bu noktaya dikkat çekilmesinin kendine göre bir yeri ve önemi vardır. Zira davet yapılmadan önce, davetçinin davet ettiği mesajın gerçek olduğuna inanması, çağrısının kendi içinde netleşmiş olması ve ona kesin kanaat getirmesi gerekmektedir. Bu nedenle tüm insanlara gönderilen peygamberin vasıfları: "Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden" biri şeklinde belirlenmektedir. İşte Peygamberin insanları çağırdığı mesaj da bundan başka bir şey değildir.

3- Son olârak Peygamberin benimsemeye çağırdığı imanın gereklerine dikkat çekmektedir. Buna göre imanın gereği, peygamberin emrettiği ve hüküm olarak belirlediği şeylere bağlılık göstermektir. Peygamberin izlediği yolu ve yaptığı işleri sahiplenmek ve O'nu izlemektir. Yüce Allah'ın şu sözü bunu ortaya koymaktadır:

"Ona uyunuz ki, doğru yolu bulasınız" Öyleyse, insanların hidayete kavuşmalarının tek yolu, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı yola bizzat girmeleri ve bu yolda O'na uymalarıdır. İmanın hemen ardından pratik bağlılığın adı olan islâm gelmediği müddetçe, yalnız kalp ile O'na iman etmek yetmez.

Gerçekten bu din, yeri geldikçe kendi karakterini ve gerçekliğini apaçık olarak ortaya koymaktadır. islâm, vicdanlarda hapsedilen kuru bir inançtan ibaret değildir. Aynı şekilde islâm, zaman zaman getirilen sembolik ibadetler ve ayinlerle de sınırlandırılamaz. İslâm, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Rabbinden açıkladığı bildirimlere, yasalara ve izlediği yola tam anlamı ile bağlılık göstermektedir. Peygamber, insan:arın yalnız Allah'a ve Peygamberine iman etmelerini istememiştir. Aynı şekilde onların sırf ibadete ilişkin sembolik ayinlere yönelmelerini de söylememiştir. Peygamberin yaptığı, sözleri ve eylemleri ile Allah'ın yasasını insanlara bildirmektir. Peygamberin insanlara bildirdiği ilâhi yasaların tümüne bağlanmadan, hidayete kavuşmak mümkün değildir. İşte Allah'ın dini budur. Ve bu dinin "O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız" ayetinde belirtilen şeklinden başka bir şekli yoktur. Allah'a ve Peygamberine iman emrinden sonra bu bağlılık gelir. Şayet bu din, sırf inanç sistemiyle bitmiş olsaydı, "Allah'a ve Peygamberine inanın" emri yeterli olurdu!

Sonra kıssanın seyri, İsrailoğulları'nın seçkin yetmiş kişisini saran titremeden itibaren devam ediyor. Burada kıssa Hz. Musa'nın dualarından ve niyazlarından sonra onların ne olduğuna değinmiyor. Yalnız biz kıssanın başka surelerde geçen varyantlarından, yüce Allah'ın onları bu bayağılıktan sonra kendilerine getirdiği ve onların iman etmiş olarak İsrailoğulları arasına döndüklerini anlıyoruz.

Kıssanın akış seyri, yeni bir bölüme geçmeden önce Musa peygamberin kavmine ilişkin bir gerçeğe yer veriyor. Buna göre onların hepsi sapıklığa düşmüş değildi!

 

SEÇKİN YAHUDİLER

159- Musa'nın soydaşlarından insanları hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir grup vardı.

Hz. Musa döneminde onlar böyle idiler. Musa'dan sonra da aynı şekilde doğru yolu izleyen ve adalet ile hükmeden bir kesim vardır. Bu kesimden olan bir grup, ellerinde bulunan Tevrat'tan Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun gönderileceğini öğrendikleri için, son olarak gönderilen ümmi peygamberin mesajını kabul ve teslimiyet ile karşılamıştır. Bu iman edenlerin başında değerli sahabi Abdullah b. Selam (Allah ondan razı olsun) gelmektedir. Abdullah b. Selam çağdışı bulunan yahudilerle mücadele ediyor, ellerindeki Tevrat'ın ümmi peygambere ilişkin haberlerini ve islâmın yasaları tarafından doğrulanan Tevrat'ın yasalarını delil olarak kendilerine takdim ediyordu.

Bu gerçeği de belirttikten sonra, İsrailoğulları'nın seçkin adamlarını saran sarsıntı olayından itibaren, kıssanın geri kalan olaylarına geçiyor:

 

160- Biz İsrailoğulları'nı oymaklar halinde oniki gruba ayırdık. Soydaşları Musa'dan su isteyince, kendisine "Değneğinle şu taşa vur" diye vahyettik. Bunun üzerine o taştan oniki tane pınar fışkırdı, her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti.

Ayrıca üzerlerine buluttan gölgelik çektik, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın eti gönderdik; "Size bağışladığımız helâl yiyeceklerden istediğinizi yiyiniz"dedik. Onlar emirlerimizi çiğnemekle bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.

Küfre düşmüş ve buzağıya tapmış olan İsrailoğulları, Allah'ın kendilerine gösterdiği şekilde günahlarının kefaretini ödedikten ve tevbe ettikten sonra, Allah'ın rahmeti Musa'yı ve kavmini tekrar kuşatmış ve tevbelerini kabul etmişti. Önce seçkin olan grup Allah'ı apaçık görmek istemiş, bunun üzerine kendilerini sarsıntı yakalamış sonra yüce Allah, Hz. Musa'nın duasını kabul etmiş ve onlar tekrar kendilerine gelmişlerdi. Yüce Allah'ın bu rahmeti İsrailoğulları'nı büyük topluluklar halinde oniki ümmete -yani büyük cemaate- ayrılmasında da gözlemlenebilmektedir. İsrailoğulları'nın her cemaati İsrail'in -yani Yakup peygamberin- bir torununa dayanıyordu. Bunlar kabile halinde kendi soylarını muhafaza etmiş oymaklardı.

"Biz İsrailoğulları'nı oymaklar halinde oniki gruba ayırdık."

Her bir cemaate su içecekleri pınarın belirlenip gösterilmesi, birbirlerinin haklarına tecavüz etmemeleri içindi ve bu Allah'ın rahmetinin eseriydi. "Soydaşları Musa'dan su isteyince, kendisine "Değneğinle şu taşa vur" diye vahyettik. Bunun üzerine o taştan oniki tane pınar fışkırdı, her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti."

Çölün yakıcı güneşinden korunmaları için bulutların onlara gölge yapması, kır ballarının bir çeşidi olan Menni'yi eti ve yağı bol bıldırcın kuşu olan Selva'yı göndermesi, içeceklerini garanti altına aldıktan sonra yiyeceklerini kolaylıkla garanti etmesi de Allah'ın rahmetinin tezahürüdür.

"Ayrıca üzerlerine buluttan gölgelik çektik, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın eti gönderdik."

Tüm bu yiyeceklerin onlara helâl kılınması da Allah'ın bir rahmetiydi. O zaman henüz günahları yüzünden kendilerine hiçbir şey haram kılınmış da değildi.

"Size bağışladığımız helal yiyeceklerden istediğinizi yiyiniz" dedik.

Bu nimetlerin hepsinde Allah'ın rahmeti açıktı. Ne var ki, İsrailoğulları'nın bu karakteri halâ düzelmiş değildi. Hidayet ve dürüstlüğe karşı isyankâr bir ruha sahiptiler. Onların böyle bir ruha sahip oldukları bu ayetin son bölümünden rahatlıkla anlaşılmaktadır: Hz. Musa'nın, asasını kayaya vurmasıyla pınarların fışkırmasını, yakıcı çölde bulutların onlara gölge yapmasını, Menn ve Selva'dan oluşan seçkin yemeklerin kendilerine verilmesini ayeti kerime, onlara, bunlar gibi bütün nimetleri ve olağanüstü olayları hatırlattıktan sonra şu ifadelerle sona eriyor:

"Onlar emirlerimizi çiğnemekle bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.

Ayetlerin akış seyri ilerde, onların Allah'ın emirlerine karşı gelmek ve O'nun yolunda kaypaklık yapmakla nasıl kendilerine zulmettiklerine örnekler verecektir. Onlar bu kaypaklıkları ve Allah'ın emirlerine karşı gelişleri ile yüce Allah'a zulmetmiş olamazlardı. Çünkü yüce Allah onlara ve bütün cihana muhtaç değildir. Onların ve bütün varlıkların Allah'a isyan üzere birleşmeleri, Allah'ın mülkünden hiçbir şeyi eksiltmez. Aynı şekilde onların ve bütün varlıkların Allah'a bağlılık üzerinde birleşmeleri, Allah'ın mülkünde hiçbir şeyi arttırmaz. Onlar günah ve döneklikle hem bu dünyada, hem de ahiret gününde yalnız kendilerine zarar veriyor, kendilerine yazık ediyorlardı.

YAHUDİ KAYPAKLIĞI

Şimdi İsrailoğulları'nın yüce Allah'ın bu rahmetini nasıl karşıladıklarına ve bu uzun yol boyunca kaypak adımlarla nasıl yol aldıklarına bakalım."

 

161- Hani onlara denmişti ki; "Şu kasabada oturunuz, orada ne isterseniz yiyiniz, kasabanın kapısından girerken, başlarınızı eğerek `Bağışla bizi' deyiniz ki, günahlarınızı affedelim ve iyilik edenlerin mükâfatını arttıralım. "

162- Fakat yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine söylenmeyen başka bir sözle değiştirdiler. Biz de zalimliklerinden ötürü o zalimlere gökten ağır bir azap indirdik.

Yüce Allah, buzağıya taptıktan sonrada onları bağışlamıştı. Dağdaki titremeden sonra da. Onlara bu nimetlerin hepsini bahşetmişti. Sonra işte onları, kendi karakterleri yolun istikametinden saptırıyor! İşte onlar, emre karşı geliyor ve sözü değiştiriyorlar! İşte onlar, belli bir kasabaya -yani büyük bir şehire girmekle emredildikleri ve o kasabanın bütün nimetleri kendilerine helâl kılındığı halde, bu şehire girerken okumaları gereken duayı ve oraya kapıdan girerken eğilerek girmeleri, zafer ve üstünlük anında yüce Allah'ın huzurunda eğilmenin bir ifadesi olarak oranın kapısından içeri girerken secdeye kapanmaları istendiğinde, onlardan bir grup kendilerine bildirilen duanın şeklini ve şehre girmeleri sırasında emredildikleri tavrı değiştiriyorlar. Niçin? Gönüllerini doğru yoldan saptıran, saptırıcı arzulara uydukları için Kur'an-ı Kerim, İsrailoğulları'ndan girmeleri istenen bu şehrin adını vermez. Zira bu şehrin adı kıssaya ayrı bir anlam katmayacaktır. İsrailoğulları'nın şehre girme anında emredildiği tutumu Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'nin fethi sırasında bizzat sergilemiş, bineğinin sırtında bayı yere eğerek şehre girmiştir. Yüce Allah, İsrailoğulları'nın emre itaat etmelerine karşılık onların günahlarını bağışlamaya ve iyilik edenlerin iyiliklerini arttırmaya söz vermiştir:

"Fakat yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine söylenmeyen başka bir sözle değiştirdiler.

İşte bu sırada yüce Allah, onların üzerine gökten azabı gönderiyor. Bir süre önce kendisinden Menn ve Selva'nın gönderildiği ve orada bulutların İsrailoğulları'na gölge yaptığı gökten!..

"Biz de zalimliklerinden ötürü o zalimlere gökten ağır bir azap indirdik."

İşte böylece İsrailoğulları'ndan bir kesimin zulümleri -yani küfürleri- kendilerine zulüm etmeye dönüşmüştü. Zira onların bu zulümleri, Allah'ın azabını başlarına getirmişti.

Kur'an-ı Kerim bu sefer de kendilerine gönderilen azabın türünü açıklamıyor. Zira kıssanın hedefi, bu azabın türünü belirtmeden de gerçekleşiyor. Bu kıssadan amaç, Allah'ın emirlerine karşı gelmenin sonunu açıklamak, uyarı fonksiyonunu yerine getirmek ve karşı çıkanların asla kurtulamayacakları adil cezanın kesin olduğunu ortaya koymaktadır.

İsrailoğulları bir kere daha karşı çıkıyorlar ve günah işliyorlar. Fakat onlar bu defa ilâhi emre açıkça karşı koymuyorlar. Birtakım düzenbazlıklarla hükümlerini metinlere el atıyor ve onlardan sıyrılmak istiyorlar! Sınavdan geçiriliyorlar. Fakat ona karşı sabredemiyorlar. Zira imtihanlara karşı sabretmek, arzuların ve isteklerin üstesinden gelebilecek sağlam bir karaktere sahip olmayı gerektirir:

 

163- Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü cumartesi yasağına uydukları gün onlara akın akın balık geliyordu, fakat cumartesi yasağını çiğnedikleri gün onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için, biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk.

164- Hani o kasabalılardan bir grup "Allah'a yokedeceği ya da ağır bir azaba çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz " dedi de öğüt verenler "Rabbinize karşı haklı bir mazeretimiz olsun ve ola ki kötülükten sakınırlar" dediler.

165- Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındıranları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları yüzünden ağır bir azaba uğrattık.

166- Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince kendilerine "birer aşağılık maymun olunuz " dedik.

167- Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbi çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.

Burada Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı; İsrailoğulları'nın geçmişini anlatma yöntemini bırakıyor. Medine'de Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun karşı koyan, yahudi tortularına yönelen bir' üsluba geçiyor. Surenin buradan 171. ayetine kadar ki bölümü Medine'de inmiştir ki, orada bulunan yahudilere karşı koysun. Mekke'de indirilen bu surenin şurasına ilave edilmiştir ki İsrailoğulları'nın peygamberleri olan Musa ile beraber geçen kıssasını tamamlasın.

Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yahudilerin kendi atalarının tarihinde bildikleri bu olayı, onlara sormasını istiyor. Onlar birbirine bağlı nesiller olduklarından yüce Allah, onları bu tarihleriyle muhatap tutuyor. onların çok eskiden işledikleri günahlarını hatırlatıyor. Onlardan bir kesimin daha dünyada iken hayvan şekline büründüklerini, bütün bir millet olarak sonsuz bir zillete ve Allah'ın gazabına uğradıklarını sözkonusu ediyor... Onlardan yalnız ümmi peygambere uyanların bu cezanın dışında tutulduğunu, bu kesimin üzerinden ağır yüklerin ve zincirlerin kaldırıldığını ifade ediyor.

Kur'an-ı Kerim deniz sahilindeki kasabanın adını vermiyor. Çünkü oranın neresi olduğunu, muhatap olanlar biliyor! Olayın kendisine gelince bu, kahramanları deniz sahilindeki bir şehirde ikamet eden İsrailoğulları'ndan bir cemaattir. Daha önceleri İsrailoğulları, ibadet için tatil günü kabul edecekleri, dünya işleri ile uğraşmayıp, kendilerini ibadete verecekleri bir istirahat günü belirlemesini istemişlerdi. İstek üzerine kendilerine cumartesi günü tayin edilmişti... Bundan sonra yüce Allah onları eğitmek, kışkırtıcı, ayartıcı arzu ve isteklerin baskılarına karşı iradelerini nasıl güçlendireceklerini, bu aldatıcı arzu ve istekleri ile verdikleri söz çatıştığında nasıl harekete geçeceklerini hatırlatmak amacıyla denemiştir. Böyle bir deneme içinde yaşadıkları uzun zillet süreci boyunca şahsiyetleri ve karakterleri bozulan İsrailoğulları için bir sınama lâzımdı. Zillet ve kölelikten sonra onur ve sebata hazırlanmaları için her şeyden önce iradenin özgür olması gerekiyordu. Ayrıca böyle bir sınama, Allah'ın mesajını yüklenen ve yeryüzünde emanetine ehliyet kazanan herkes için zorunludur. İradenin denenmesi ve nefsi ayartmanın üstesinden gelinmesi daha önce Hz. Adem ve Havva'nın geçirildiği ilk sınav olmuştur. Onlar bu sınavda direnememiş, ölümsüzlük ağacı ve eskimeyen mülk şeklindeki şeytanın aldatmasına yenik düşmüşlerdi. Sonra bu sınav, yüce Allah'ın yeryüzünde hilafet görevine izin vermesinden önce bütün cemaatlerin kendisinden geçirilmesi gereken bir sınav olarak önemini korumaktaydı. Sınama şekli değişebilir yalnız sınamanın içeriği değişmezdi!

İsrailoğulları'ndan bir grup, bu sefer de Allah'ın kendilerine zorunlu kıldığı sınava daha önceki sebeplerden; fasıklık ve sapıklık yüzünden direnemedi. Cumartesi günleri deniz kıyısında balıklar onların gözleri önünde kaynaşıyorlardı. Rahat tutulabilecek, kolay avlanabilecek biçimde geziyorlardı. Kendi kendilerine yükledikleri Cumartesi yasağı yüzünden bu balıkları kaçırıyor ve onlara dokunmuyorlardı! Cumartesi günü geçtiğinde, normal avlanma günleri geldiğinde ise, balıkları, avlamanın yasak olduğu gün gibi çok yakın ve apaçık göremiyorlardı!.. İşte bu, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine hatırlatması emredilen şeydi. Peygamberin o zaman ne yaptıklarını, ne ile karşılaştıklarını onlara hatırlatması isteniyordu:

-Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü Cumartesi yasağına uydukları gün, onlara akın akın balık geliyordu, fakat Cumartesi yasağını çiğnedikleri gün onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk.

Peki bu nasıl gerçekleşti? Balıklar onlarla bu şekilde yüzyüze geliyor ve onları bu şekilde peşlerinde dolaştırıyor, onlarla oyun oynuyorlardı?.. Bu, Allah'ın dilediğinde gerçekleşen, olağanüstü bir olaydır. İşin gerçeğini kavramayanlar, Allah'ın iradesinin "Tabiat kanunları" adını verdikleri yasaların dışına çıkmasını kabul etmiyorlar! İslâm düşüncesinde ve realitede mesele hiç de öyle değildir.. Çünkü bu evreni yaratan Allah'tır. Bu evrenin bağımlı kalacağı kanunları özgür iradesiyle ortaya koyan da O'dur. Fakat Allah'ın iradesi bu yasalara bağımlı değildir. Allah'ın iradesi, doğa kanunları dışında hiçbir şeye gücü yetmeyen bir irade değildir. Daha önce özgür olduğu gibi bu kanunlardan sonra da özgürlüğü devam etmektedir. İşte, bu, bu olguyu bilmeyenlerin yenilgiye düştüğü bir noktadır... Eğer yüce Allah'ın lâyık olan kullarına rahmeti ve hikmeti bu kanunların değişmemesini gerektirmişse bu demek değildir ki, Allah'ın iradesi bu kanunlarla sınırlıdır, onların içine hapsedilmiştir. Her ne zaman hikmet gereği bu değişmez kanunlara aykırı işlerden biri gelecekse, özgür olan Allah'ın iradesi, bu işi özgür bir şekilde gerçekleştirir. Sonra bu değişmez kanunların her seferinde harekete geçirilişi, bu sefere mahsus Allah'ın özel kaderi ile meydana gelir. Bu değişmez kanunlar da Allah'ın kaderinin hiçbir etkisi yokmuş gibi otomatik olarak hareket etmez. Bununla beraber yüce Allah, bir başkasını uygulamaya koymadığı müddetçe bu evrensel yasalar değişmeden devam eder. İster değişmez yasaların işleyişinde olsun, ister diğerlerinin işleyişinde olsun meydana gelen her şey ancak yüce Allah'ın takdiri ile gerçekleşmektedir. Yüce Allah'ın kaderinde değişmez yasalar ile olağanüstü olaylar birdir. Bilmeyenlerin sandığı gibi evrenin düzeninde otomatikman işleyen tek bir olay yoktur. Şimdi onlar son asrın ikinci çeyreğinde bu realiteyi kavramaya başlamışlardır. (Daha geniş bilgi için En'am suresinin 156. ayetinin tefsirine bkz.)

Her neyse bu olay gerçekleşmişti. İsrailoğulları'ndan deniz sahilindeki kasaba halkının başına böyle bir olay gelmişti. O sırada onlardan bir kesimin arzu ve istekleri bu aldatıcı olay karşısında harekete geçmiş, azimleri kırılmış, Rabblerine verdikleri söz ve yaptıkları antlaşmayı unutmuşlar, Cumartesi günü avlanmak için yahudilerin kendi metodlarına uygun bir biçimde hilelere başvurmaya başlamışlardır! İnsanın kalbi kaypaklaşıp, takvası azaldığında; sırf hükümleri kalıbına uydurulmak ve hükümlerden kaçıp anlamlarından kurtulmak istendiğinde hileler o kadar çoğalır ki, değme gitsin! Bu durumda kanunu, hükümler koruyamadığı gibi, silâhlı güçler de koruyamaz. Kanunu koruyacak olan, ancak Allah korkusu ve heybetinin içinde yer ettiği takva dolu kalplerdir. Ancak bu kalpler kanunu korur ve muhafaza eder. İnsanların hilelerine maruz kalan bir kanunu korumak mümkün değildir! Bir kanun maddi güçlerle ve polis kuvvetleri ile korunamaz. Devlet ne kadar diktacı bir rejime dayansa da herkesi kontrol edecek, kanunları uygulamasını ve korumasını sağlayacak bir bekçi koyamaz. İnsanların kalplerinde Allah korkusu ve O'nun gizli-açık gözetlemesi olmadan kanunları korumak imkân dışıdır.

İşte Allah'tan korkan kalplerin bekçiliğine dayanmayan düzenler ve sistemler, bu yüzden başarısızlığa uğramaktadırlar. Allah'ın otoritesine yer vermeyen teoriler ve görüşler bu sebepten iflâs etmektedir. İşte devletin kanunları koruması ve uygulaması için ileri sürdüğü beşeri mekanizmaların başarısız olmasının nedeni budur. Olayları yüzeysel olarak izleyen ve kontrol eden emniyet mekanizması bu nedenle aciz düşmektedir!

Aynen bunun gibi deniz sahilindeki kasabanın ahalisinden bir kesim, avlanmaları yasak olan Cumartesi gününde avlanmanın bir yolunu bulmuşlardı. Rivayete göre, onlar bu plânları gereği olarak Cumartesi günü balıkların önüne setler çekiyor ve onların çıkış noktalarını kapatıyorlardı. Pazar günü olunca erkenden onları toplamaya gidiyorlardı. Ve onlar buna rağmen, Cumartesi günü avlanmadıklarını söylüyorlardı. Çünkü Cumartesi günü balıklar setlerin berisinde kalıyor ve avlanmıyorlardı!

İsrailoğulları'ndan bir kesim de onların böylece Allah'ı kandırmaya kalkıştıklarını görüyor ve bu oyunlara başvuran isyancı kesimi uyarmaya çalışıyordu. Onların bu yaptıkları oyunları reddediyorlardı!

Üçünçü grup ise, iyiliği emretmeye ve kötülüğü önlemeye çalışanlara şöyle diyordu: Allah onları helâk edip cezalandırdıktan sonra sizin bu uyarılarınızın ne yararı olacaktır? Zaten onlar vazgeçmeyeceklerdir?

"Hani o kasabalılardan bir grup "Allah'ın yok edeceği ya da ağır bir azaba çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz" dedi."

Onlar Allah'ın haram kıldıklarını çiğnemekle Allah'ın ağır cezasına çarptırıldıktan sonra, onlara öğüt vermenin hiçbir yararı yoktur. Bu öğüt onların tavırlarını da değiştirmeyecektir!

Öğüt verenler "Rabbinize karşı haklı bir mazeretimiz olsun ve ola ki kötülükten sakınırlar" dediler.

Bu bizim yaptığımız Allah'ın yapmamızı istediği bir görevdir. İyiliği emretmek, kötülüğü engellemek, Allah'ın haram kıldıklarını işlemekten caydırmak görevi. Biz böylece mazeretimizi Allah'a iletmiş oluruz ve yüce Allah da görevimizi yaptığımızı açıkça görmüş olur. Ayrıca bu isyankâr kalplere öğüdün fayda vermesi ve orada takva bilincini harekete geçirmesi de mümkündür.

Böylece kasaba halkı, üç gruba veya üç ümmete ayrılıyor. İslâmi terminolojide ümmet, belirli bir inanç sistemine boyun eğen, belirli bir düşünce sistemine gönül veren ve bir tek komuta merkezinden idare edilen insan topluluğudur. Yoksa klâsik ya da modern cahiliye terminolojisinde olduğu gibi, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde yerleşen ve bir devlet tarafından idare edilen insan topluluğu demek değildir. İslâm böyle bir ümmet anlayışını tanımaz. Böyle bir anlayış ancak klasik veya modern cahiliyenin bir kavramı olabilir! ( "Ümmet" kavramı, "Medyen suyunun başına geldiğinde insanlardan bir grubun hayvanlarını suladığını gördü." (Kasas, 2,3) ayetindeki gibi insanlardan herhangi bir grup anlamına gelir. Bazan da liderlik ve önderlik anlamına gelir. Nitekim ayeti kerimede: "İbrahim Allah'a itaat eden, O'nu birleyen bir ümmet (her iyiliği kendinde toplayan bir önder) idi." (Nahl, 120) Ayet, burada O'nun tek başına belirli bir grup olduğunu içermektedir. Fakat bu ümmet kavramının islâmi literatürdeki anlamına etki etmez. islâmi ümmet, belirli inanç sistemi ve belirli düşüncesi olan insan topluluğu demektir.")

"Ümmet" kavramı, "Medyen suyunun başına geldiğinde insanlardan bir grubun hayvanlarını suladığını gördü." (Kasas, 2,3) ayetindeki gibi insanlardan herhangi bir grup anlamına gelir. Bazan da liderlik ve önderlik anlamına gelir. Nitekim ayeti kerimede: "İbrahim Allah'a itaat eden, O'nu birleyen bir ümmet (her iyiliği kendinde toplayan bir önder) idi." (Nahl, 120) Ayet, burada O'nun tek başına belirli bir grup olduğunu içermektedir. Fakat bu ümmet kavramının islâmi literatürdeki anlamına etki etmez. İslâmi ümmet, belirli inanç sistemi ve belirli düşüncesi olan insan topluluğu demektir."

Böylece bu kasabanın halkı, bu dar anlamda üç ümmete ayrılmış oldu. Bu ümmetlerden biri isyankâr ve düzenbaz bir ümmetti. Bir ümmet de karşı koyuşu, yönlendirmesi ve öğütleri ile isyankârlığa ve düzenbazlığa karşı aktif bir tavır takınmıştı. Bir ümmet de kötüleri kötülüklerle başbaşa bırakmış, pasif bir tavır yolunu seçmiş, kötülüğe karşı aktif bir eyleme girişmemişti. Bunlar birbirinden ayrı düşünce ve hareket metotlarıdır. Ve bu düşünce ve hareket ayrılığı onları üç ayrı ümmet haline getirmiştir.

Ne nasihat, ne öğüt fayda vermeyip şaşkınlar azgınlıklarını sürdürünce Allah'ın hükmü onlara hak oldu ve sakındırdığı şey gerçekleşti. Buna bağlı olarak kötülüğü engellemeye çalışan ümmet felâketten kurtuldu. İsyankâr olan ümmeti, ilerde açıklanacağı gibi ağır ceza yakalayıverdi. Üçüncü gruba veya ümmete gelince, ayeti kerime buna ilişkin hiçbir haber vermiyor. Belki de bu, cezaya çarptırılmasalar da onlara önem verilmediği için böyledir. Çünkü onlar aktif anlamda bir karşı koymaya yanaşmamışlar. Yalnız pasif anlamda reddetme sınırları ile yetinmişlerdir. Dolayısıyla cezaya çarptırılmasalar da ciddiye alınmamayı hakettiler:

-Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındırılanları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları yüzünden ağır bir azaba uğrattık.

-Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince kendilerine "Birer aşağılık maymun olunuz" dedik.

Çetin yani ağır ceza, hilelere başvuran isyankâr grubu günaha alabildiğine daldığından yakalayıvermişti. Kur'an-ı Kerim, bu tür günahları küfür olarak kabul eder. Bazan bunu zulüm, bazan da fasıklıkla ifade eder. Nitekim genel olarak Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı şirk ve küfrü; fasıklık ve zalimlik şeklinde dile getirmektedir. Kur'an'ın bu kavramlara yüklediği anlam, sonraları gelişen fıkhi kavramların anlamlarından farklıdır. Yani Kur'an'ın bu kavramlarla ifade etmek istediği şey ile sonraları gelişen fıkhi kavramların ifade ettiği şey aynı değildir. İsyankâr ümmete verilen bu ağır ceza, onların insan şeklinden çıkarılıp maymunlar şekline dönüştürülmesiydi. Onlar bu önemli özelliklerini, arzu ve isteklere egemen olan iradelerini kaybettikleri de insanlıklarından kendileri vazgeçmiş, "insani" özelliklerinden soyunmaları ile "hayvanlar" alemine doğru geriye gitmişlerdi. Bu geriye dönüş ve alçalış, hayvanlarınkine benzer bir hayatı kendileri istediklerinden dolayı olmuştur ve böylece hayvanlaştırılmışlardır! Peki onlar nasıl maymun oldular? Maymun olduktan sonraki durumları ne oldu? Türü dışına çıkan her şekil değiştiren varlık gibi, nesilleri tükendi mi? Yoksa soyları maymun olarak mı devam etti? Buna benzer birçok soruya ilişkin pek çok tefsir rivayetleri vardır... Yalnız bunların hepsi için Kur'an-ı Kerim'de ayrıntılı bilgiye rastlanmaz. Peygamberimizden de -salât ve selâm üzerine olsun bu konuda hiçbir rivayet gelmiş değildir. Öyleyse buna ilişkin spekülasyona dalmamız gereksizdir.

Döndürme ve değişmenin kendisiyle meydana geldiği gibi başta yaratma ve oluşturmanın da kendisiyle meydana geldiği Allah'ın sözü; yani, "OI" sözü burada da gerçekleşmiştir.

"Kendilerine "Birer aşağılık maymun olunuz" dedik.

Onlar da bayağı maymunlar oldular. Yüce Allah'ın yaratmaya ilişkin "Ol" emri nasıl meydana gelmişse, hiç kimse tarafından asla karşı konulmayan Allah'ın hükmü nasıl yürürlüğe girmişse, bu olay da öyle olmuştur.

Ardı arkası gelmeyen günahlardan bir süre sonra onların bu tutumları tüm yahudilerin sonsuza dek lânetlenmelerine yolaçtı. İlahi iradenin onlar hakkındaki asla karşı konulmayı engellenemeyen fermanı çıktı. Pek tabii olarak onların, Ümmi Peygamber'e iman edenleri ve onun izinde gidenleri bu hükmün dışında tutulmuştu:

-Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbi çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.

Bu çıktığı andan itibaren gerçekleşen ve sonsuza kadar geçerli olan bir izindir. Buna bağlı olarak yüce Allah, çeşitli zaman dilimlerinde yahudileri en fena şekilde cezalandıracak kimseler göndermiştir. Onlar ne zaman toparlanmış, palazlanmış, yeryüzünde azgınlığa ve isyankârlığa kalkmışlarsa, yüce Allah, bu zalim, bedbaht, dönek ve isyankâr yahudilere ağır bir darbe indirecek kullarından bir grubu göndermiştir. Çünkü bunlar, bir günahtan ancak başka bir günaha girmek için vazgeçerler. Bir sapıklıktan ancak diğer bir sapıklığa saplanmak amacıyla dönüş yapabilirler.

Bazan bu lânetin durakladığı, yahudilerin üstünlük kazandıkları ve yükseldikleri gözlemlenebilir! Ne var ki, tarihin gelip-geçici devrelerinden başka bir şey değildir bu. Gelecek devrede Allah'ın, bunların başına kimi musallat edeceğini ve kıyamete kadar onların başlarına nelerin geleceğini kimse bilemez.

Yüce Allah kıyamete kadar sürecek olan bu emrini ilân etmiştir. Nitekim yüce Allah, Kur'an'ında Peygamberine de bunu haber vermiştir. Yüce Allah bu emrini, kendisinin rahmet ve azaba ilişkin sıfatlarını bildirmekle noktalıyor:

"Hiç kuşkusuz Rabbin çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir."

Yüce Allah, süratli cezalandırma sıfatıyla çarptırılmayı hakedenleri anında yakalayıverir. Nitekim deniz sahilindeki kasaba halkını da bu şekilde yakalayıvermişti. Yine aynı şekilde rahmeti ve bağışlaması ile İsrailoğulları'ndan iyilik yapanların ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı bulunan sıfatların üzerinde gördükleri Ümmi Peygamber'e bağlananların tevbelerini kabul eder. Allah'ın cezası kin ve intikam duygusuna dayanmaz. Allah'ın cezası hak edenlere verilen en adil cezadır. Bunun ötesinde bağışlama ve rahmet vardır.

Kıssanın seyri tarihin seyrine paralel olarak ilerliyor: Musa'dan ve onun takipçilerinden başlayıp İsrailoğulları'nın birbirinin ardınca gelen resullerini izleyerek peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ve Medine'deki islâm toplumunun karşısında yer alan yahudilere kadar varıyor.

 

MEDİNE YAHUDİLERİ

168- Biz yahudileri yeryüzünde çeşitli gruplara ayrıldık. Kimileri iyi kimselerdir, kimileri öyle değildir. Ola ki doğru yola dönerler diye onları iyilikler ile ve kötülükler ile sınavdan geçirdik.

169- Onların arkasından yerlerine Kitab'a (Tevrat'a) varis olan başka bir kuşak geçti. Bunlar bu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ve "Nasıl olsa affedileceğiz" diyorlar. Kendilerine o menfaatin bir katı daha verilse onu da kaparlar.

Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler diye bir kitapta onlardan söz alınmamış mıydı? Bu kitabın içerdiği mesajları okumamışlar mıydı? Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu kesinlikle daha hayırlıdır. Buna akıl erdiremiyor musunuz?

170- Onlar ki, Kitab'a sımsıkı sarılırlar ve namımızı kılar! Hiç kuşkusuz biz iyi amel işleyenlerin mükâfatını kayba uğratmaksızın tam olarak veririz.

171- Hani o dağı (Tur Dağı'nı) başları üzerine çıkarmıştık, onlar dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. Bu durumda kendilerine "Size verdiğimiz Kitab'a sımsıkı sarılınız ve içindeki mesajları sürekli aklınızda tutunuz.

Bunlar, İsrailoğulları'nın Musa'dan sonraki kıssasını tamamlama bağlamında gelmiş bulunan Medeni ayetlerin bir devamıdır. Musa'dan sonra yahudiler yeryüzüne dağıldılar. Mezhepleri ve düşünceleri, ekolleri ve davranış biçimleri (meşreb ve meslek) birbirinden ayrı gruplara ayrıldılar. Bu grupların bir kısmı iyi, bir kısmı iyi değildi. Yalnız Allah'ın rahmeti halâ onları muhafaza ediyor, bazan nimetlerle, bazan da sıkıntılarla arka arkaya onları sınavlardan geçiriyordu. Belki tekrar Rabblerine dönerler, olgunluğa kavuşurlar ve doğru yola gelirlerdi:

"Ola ki doğru yola dönerler diye onları iyilikler ile ve kötülükler ile sınavdan geçerdik."

Arka arkaya sınavlardan geçirilmek Allah'ın kullarına bir rahmetidir. Onlar için sürekli bir uyarı niteliğindedir. İnsanı gayrete ve vurdumduymazlığa iten unutkanlığa karşı koruyucu bir önlemdir...

-Onların arkasından yerlerine Kitab'a (Tevrat'a) varis olan başka bir kuşak geçti. Bunlar bu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ve "Nasıl olsa affedileceğiz" diyorlar. Kendilerine o menfaatin bir katı daha verilse onu da kaparlar.

Musa peygamberin peşisıra gelen nesillerden sonraki bu nesillerin ana vasıfları şudur: Onlar, Kitab'ı miras almışlar ve onu incelemişlerdir. Yalnız onun direktifleri doğrultusunda şekillenmiş, kalpleri ve davranış biçimleri de ondan etkilenmemiştir. Nitekim etüdlere tabi tutulan bir kültüre, ezberlenen bir bilgiye dönüşen her inanç sisteminin durumu budur. Bunun yanında onlar, dünya hayatının mallarından birini gördüklerinde, hemen üzerine üşüşmüşlerdir. Sonra da dönmüşler, bu yaptıklarını te'vile kalkışmışlar ve: "Nasıl olsa affedileceğiz" demişlerdir. İşte bu mantıkla onlar, her ne zaman yeni bir dünya malı ile karşılaşmışlarsa yeniden onun üzerine atılmışlardır!

Yüce Allah onların bu tutumlarını olumsuz bir soru ile ortaya koyuyor:

"Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler" diye bu Kitap'ta onlardan söz alınmamış mıydı? Bu kitabın içirdiği mesajları okumamışlar mıydı?

Tevrat'ta onlardan söz alınmış değil miydi? Onu te'vil etmemek ve hükümlerini hilelerle saptırmamak, Allah adına gerçeğin dışında hiçbir şeyi söylememek üzere söz vermemişler miydi? Öyleyse nasıl oluyor da, "Nasıl olsa affedileceğiz" deyip dünya hayatının malları üzerine atılıyorlar? Allah adına yalan sözlerle kendilerini temize çıkarıyorlar. O'nun kendilerini bağışlayacağını kesin söylüyorlar: Halbuki onlar, yüce Allah'ın ancak gerçekten tevbe edenleri, fiili olarak günahlardan dönüş yapanları bağışlayacağını biliyorlar. Kendilerinin böyle bir durumları olmadıklarını, dünya hayatının mallarından herhangi biri ile karşılaştıklarında hemen ona sarıldıklarını görüyorlar. Ve onlar bu Kitab'ı inceleyip içindekilerini öğrendikten sonra, böyle bir tavır takınıyorlar!

Evet! Onlar Kitab'ı incelemişler, ancak inceleme kalplerini harekete geçirmediği sürece, hiçbir fayda sağlamaz. Dini incelemiş-öğrenmiş nice bilginler vardır ki, kalpleri ondan tamamen uzaktır. Onların incelemeleri sırf onu te'vil etmek açık bir kapısını bulmak ve hükümlerini saptırmak içindir. Niyetleri, kendilerini dünya hayatının nimetlerine kavuşturabilecek fetvalar çıkarmaya yöneliktir. Dinin karşısındaki en büyük felâket; dini bir bilim dalı olarak incelediği halde, bir inanç sistemi şeklinde ona sahiplenmeyen ve Allah'tan korkup sakınmayan bilginlerden başka nedir ki!

"Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu kesinlikle daha hayırlıdır. Buna akıl erdiremiyor musunuz?

Evet. Orası ahiret yurdudur! Allah'tan korkup sakınanların kalplerinde ahiretin önemi, terazinin kefesinde ağır basan biricik değerdir. İnsanı, bu dünyanın geçici ve imtihan için verilen nimetlerine kapılmaktan koruyacak en önemli değer kaynağıdır. Ahiret hayatını hesaba katmadan hiçbir ruh ve hiçbir canlı doğru yolda ilerleyemez. Ahiret yurdu olmadan, insanın içindeki şiddetli arzuları, yeryüzünün nimetlerine duyulan eğilimleri hangi şey dengeleyebilir? Hangi güç insanın ümit ve arzuları önüne geçebilir ve onu kötülükten alıkoyabilir? İnsanın içindeki bu arzuların taşkınlığını, şehvetlerin ateşini, ümitlerin sarhoşluğunu hangi kuvvet dindirebilir? Dünya hayatının sona ermesiyle kaybedilen ve insanın uğrunda mücadele verdiği dünyalık nasibine karşılık onu ne huzura kavuşturabilir? Hak ile batıl, iyilik ve kötülük arasındaki savaşta onun direnmesini hangi güç sağlayabilir? Dünyanın nimetlerinin birbir ellerinden kaçıp gitmesi, kötülüğün, şımarıklığın ve batılın azgınlığı karşısında insanın şiddetli arzularını frenleyecek ne vardır?

Bu korkunç hengâmede ve bu büyük savaş meydanında kesin bir ahiret inancı olmadan taş taş üstünde kalmaz. Gelişen olaylara ve değişen durumlara karşı direnemez. Ahiret yurdu; Allah'tan korkan, bağışlayan, kendisini arındıran, sarsıntılara, kasırgalara ve fitnelere karşı hak ve iyilik üzerinde direnen, etrafına bakmadan güvenle, gönül huzuru ile, kalpleri kesin inançla dolu olarak yürüyenler için, gerçekten daha güzeldir.

Bu ahiret yurdu, "Bilimsel Sosyalizm"in propagandacılarının kalplerimizden, inanç sistemimizden ve hayatımızdan söküp atmaya çalıştığı gayblerden biridir. Onlar bu gayb inancı yerine, "Bilimsellik" adını verdikleri kâfir, cahil ve kör bir düşünceyi yerleştirmeye çalışıyorlar.

İşte ortaya konmaya çalışılan bu uğursuz çabalar hayatın düzenini bozduğu gibi, insanın iç huzurunu da zedelemektedir. Kesin bir inanç dışında hiçbir şekilde frenlenemeyecek çılgın ihtirasları harekete geçirmektedir. Rüşvetin, bozgunculuğun, arzu ve isteklerin, taşkınlıkların alevlerini serbest bırakmaktadır. İhmalkârlığı, vurdumduymazlığı ve hainliği hayatın her alanına yaymaktadır...

"Gaybilik" ile çelişen "Bilimsellik" onsekizinci ve ondokuzuncu asrın yobazlıklarından biridir. "Beşeri Bilimler" bile bu yobazlıktan sıyrılmıştır. Artık yirminci asırda cahillerden başka bu tür yobazlıklara takılan kimse kalmamıştır! (En'am, 59. ayetinin tefsirine bkz.) "İnsan"ın fıtratı ile çelişen üstelik "hayat"ı da beşeriyeti yok edecek, tehdid edecek biçimde felâkete sürükleyen bir cehalettir bu! Bütün beşeriyetin elinden hayatının ve güzelliklerinin ana maddelerini soyup almak isteyen ve böylelikle bütün insanlığın sonunda siyonizmin otoritesine boyun eğmesini kolaylaştıran siyonist bir plândır bu. Belki plânsız olarak işinin bilincinde olmayan bazı kimseler, şurada burada papağan gibi bilimsellik naraları atmaktadırlar. Yalnız siyonizmin dünyanın değişik ülkelerinde kurduğu ve kendilerini beslediği rejimler şurada burada bu korkunç planı bilinçli olarak uygulamaya çalışmaktadırlar!

Hem ahiret meselesi hem de takva meselesi inanç sisteminde ve insanın hayatında iki ana meseleyi oluşturduğundan Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı, bu basit hayatın, dünya hayatının mallarına üşüşen muhataplarının düşünmelerini sağlamaya çalışıyor:

"Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu kesinlikle daha hayırlıdır. Buna akıl erdiremiyor musunuz?

Eğer insanın arzu ve istekleri değil de aklı hüküm verseydi, bilim diye adlandırılan cehalet değil de gerçek bilimin sözü geçseydi, ahiret yurdu şu fani dünyanın bir kesin kaynağı olurdu:

"Onlar ki, Kitab'a sımsıkı sarılırlar ve namazı kılarlar. Hiç kuşkusuz, biz iyi amel işleyenlerin mükafatını kayba uğratmaksızın tam olarak veririz."

Burada kendilerinden söz alınan ve kitabın muhtevasını incelediği halde incelediği kitaba sarılmayan, onu uygulamaya koymayan, düşüncelerinde, hareketlerinde, davranış tarzlarında ve hayatlarında ona başvurmayan ve bağlanmayanlara üstü kapalı olarak değinilmektedir. Yalnız ayeti kerime bu özel dokunuşun ötesinde genel bir hüküm niteliğindedir. Bütün şartlarda her kuşağa mesajını eksiksiz olarak vermektedir.

"Sarılırlar" sözcüğünün ifade tarzı, rahatlıkla algılanabilecek ve görülebilecek bir manayı tasvir eder gibidir. Kitaba, kuvvet, ciddiyet ve kesinlikle sarılmanın tablosudur. Yüce Allah kendi kitabına ve hükümlerine bu şekilde sarılmalarını ister. Gerçeği kabul etmekten kaçmadan, baskı yapmadan ve taassuba koşmadan... Ciddiyet, kuvvet ve kesinlik başkadır, gerçeği kabule yanaşmamak, baskı yapmak ve taassub göstermek daha başkadır. Ciddiyet, kuvvet ve kesinlik meseleye yumuşak bakmakla çelişmez. Yalnızca kaypaklıklar çelişir. Geniş ufuklu olmayı engellemez, yalnızca umursamazlıkla çelişir. Realitelerin de Allah'ın şeriatının hükmüne boyun eğmesi gerektiği anlamına gelir.

Kitab'a ciddiyet, kuvvet ve kesin biçimde bağlılık ve namazın -yani ibadetin ikame edilmesi, Rabbani yolun insanın hayatını düzeltmek için gerekli olan iki tarafı niteliğindedir. Bu ayette Kitab'a sarılmanın ibadetlerle beraber verilmesi özel bir anlam ifade etmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, bu hayatın düzelmesi için Kitab'ın insanın hayatında uygulanması gerektiği gibi, insanların kalplerinin düzelmesi için de ibadet amaçlı davranışların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu iki unsur, insanın hayatını, iç dünyasını düzeltecek ilâhi sistemin iki kesimini oluşturmaktadır. Bu iki ana unsur olmadan hayatı ve insanın iç dünyasını düzeltmek mümkün değildir. Ayetin son kısmı bu düzeltmeye işaret etmektedir:

"Hiç kuşkusuz biz iyi amel işleyenlerin mükâfatını kayba uğramaksızın tam olarak veririz.",

İşte ayetin bu cümlesi, sözkonusu gerçeğe işaret etmektedir. Kitab'a pratik olarak ciddi biçimde sarılmak ve birer ibadet olarak bu şiarları yerine getirmek adı geçen düzelmenin iki ana unsurudur.

Bu düzelme, Allah'ın bu yolda çalışanların mükâfatını zayi etmeyeceği bir düzelmedir.

Bu ilâhi sistemin iki tarafından biri ihmal edilmedikçe, hayat bozulmaya yüz tutmaz. Ciddi biçimde Kitab'a sarılma ve onu insanların hayatına hakim kılmanın terkedilmesi, kalpleri düzelten ve Kitab'ın hükümlerini hilelere başvurmadan uygulamayı sağlayan ibadetin terkedilmesi ile hayat fesada uğrar. Kitap ve ibadete sarılma olmayınca ehli kitabın konumuna düşülür. Nitekim kalpleri ibadetten usanan, dolayısıyla Allah korkusu duygusu körelen bütün kitap sahipleri bu konumdadır.

İslâmın yolu, unsurları birbirini tamamlayan mükemmel bir yoldur. Otoriteyi Kitab'ın ana ilişkilerine dayandırdığı gibi, kalbi de Allah'a kulluk temeline dayandırır. Bu nedenle kalpler Kitap'la bir uyum içine girer. Kalpler de düzelir, hayat ta düzelir.

İşte bu Allah'ın yoludur. Allah'ın cezasına müstehak olan ve bedbaht olmaya mahkûm olanlardan başkası bu yoldan sapmaz ve onu başka bir yolla değiştirmeye kalkmaz!

Bu surede yer alan kıssanın halkalarının sonunda, yüce Allah'ın İsrailoğulları'ndan nasıl söz aldığı açıklanıyor:

"Hani o dağı (Tur Dağı'nı) başları üzerine çıkarmıştır, onlar dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. Bu durumda kendilerine "Size verdiğimiz kitaba sımsıkı sarılınız ve içindeki mesajları sürekli aklınızda tutunuz ki, kötülüklerden sakınabilesiniz" dedik."

Bu unutulmayacak bir sözleşme, unutulmayacak şartlarda alınmıştı. Bu sözü aldığında yüce Allah, dağı bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırmıştı. Onlar dağın tepelerine ineceğini sanmışlardı! Önceden bu sözü vermekten geri durmuşlardı. Ne var ki, korkunç bir harikanın gölgesinde bu sözü vermekten başka çare bulamamışlardı. Ve bu korku onları bir daha döneklik yapmaktan alıkoymalıydı. Bu güçlü harikanın altında, bu sözlerine kuvvet ve ciddiyetle sarılmaları istenmişti. Var güçleriyle ve kesinlikle ona bağlı kalmaları emredilmişti. Bu sağlamlaşmış sözleşmelerinden geri dönmemeleri, onu basite indirgememeleri ve hafife almamaları, bu sözleşmeyi bütün muhtevasıyla hatırda tutmaları istenmişti. Belki böylece kalpleri kendilerine gelir ve Allah'tan korkarlardı. Sürekli Allah'a bağlı kalır, O'nu unutmazlardı!

Ne var ki, yahudi bildiğimiz yahudidir, sözleşmeyi bozdu. Allah'ı unuttu. Günahlara daldı. Neticede Allah'ın gazabına ve lânetine müstehak oldu. Allah'ın cezasını haketti. Halbuki Allah onları o zamanlar tüm insanlar arasından seçmişti. Onları bol bol nimetleri ile donatmıştı. Yine de yahudi nimetlere şükretmedi, sözleşmeye bağlı kalmadı, verdiği kesin sözü hatırlamadı... İşte böylece Allah'ın kurallarına asla zulmetmediğini daha net olarak kavrayabiliyoruz...

TEVHİD VE ŞİRK

Şimdi ele alacağımız ders tamamıyla Tevhid ve Şirk konusu etrafında yoğunlaşıyor. Nitekim daha önce surede yer alan bütün kıssalar da bu konuyu ana eksen olarak almışlardı. Her peygamberin sürekli olarak insanlara Tevhid gerçeğini hatırlattığı, şirke bulaşmanın akıbetinden onları sakındırdığı, bu hatırlatma ve sakındırmalardan sonra yapılan uyarıların teker teker gerçekleştiği surede yer alan kıssalarla işlenmiştir.

Şimdi ele alacağımız bölüm Tevhid konusuna yeni bir açıdan, köklü bir perspektiften bakmaktadır. Allah'ın insanlara sunduğu fıtrat açısından Tevhid'e bakmaktadır. Allah, daha zerrecikler aleminde iken onların ruhlarından ve oluşumlarından Tevhid'e ilişkin söz almıştır! Allah'ın ortaksız ilâhlığını kabul etmek, insanın oluşumunda yer alan fıtratın gereğidir. Bu yüce yaratıcının insanın yapısına yerleştirdiği ve insanı öz varlığının yargısı ile kendi üzerine tanık tuttuğu fıtratıdır. Yaratılışının derinliklerinde bu gerçeğin bilincinde oluşunun yargısı da ayrıca bu hükmün pekiştiricisi niteliğindedir. Allah tarafından insanlara iletilen mesajlara -peygamberliklere gelince, bunlar ancak birer hatırlatma ve ilk fıtratın doğrultusundan sapıp hatırlatmaya ve uyarıya muhtaç konuma düşenlere birer uyarıdırlar. Tevhid, ilk yaradılışında insanın, fıtratı ile yaratıcısı arasında gerçekleşen sarsılmaz bir sözleşmedir. Kendilerine hatırlatmada ve uyarıda bulunacak peygamberler gönderilmese bile, onlar için bu sözleşmenin bozulmasında haklı bir gerekçe olamaz. Yalnız yüce Allah'ın rahmeti insanları icabında yolunu şaşırabilecek fıtratları ile başbaşa bırakmamayı, aynı şekilde sapıklığa sürüklenebilecek olan akıllarına da onları havale etmeyi uygun görmemiştir. Yüce Allah'ın bu konuda uygun gördüğü yöntem, insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler göndermek ve peygamberlerin gönderilişinden sonra insanlara, sapıklığa düşmeleri için ellerinde hiçbir bahane bırakmamaktır!

Şimdi ele alacağımız derste Tevhid konusu bu açıdan işlenirken, Kur'an'ın anlatım tarzı bu önemli meseleyi değişik çizgilerden ele almaktadır:

1- Hikaye ile ifade edilen çizgi: Bazı rivayetlere göre İsrailoğulları'nın tarihinde böyle bir durumun sözkonusu olduğu dile getirilirse de tercihe şayan görüşe göre, bu hiçbir yer ve zamanla sınırlı olmayan bir örnektir. Bu insanların iç dünyasında ve tarihte her zaman tekrarlanan bir durumun tasviridir. Her ne zaman insanlardan bazısına ilimden bir pay verilmişse bu ilmin onları gerçeğe ve doğru yola iletmesi beklenmiştir. Fakat insan kendisine verilen bu ilimden sıyrılabilir, ondan hiçbir şekilde yararlanmayabilir. Kendilerine ilimden hiçbir şey verilmeyenler gibi sapıklık yolunda yürümeye devam edebilir. Hatta yolun karanlıklarında aydınlatıcı bir fener olan iman zevkiyle kaynaşmamış olan bu ilim, insanı daha uğursuz, daha sapık ve daha bedbaht bir yola çekebilir!

2- Başka bir hikâye ile ifade edilen çizgi: Bu kıssadan fıtratın Tevhid'den adım adım şirke doğru nasıl kaydığı tasvir edilmektedir. Burada yüce Allah'ın kendilerine vereceği çocuktan hayır bekleme umudu ile yaşayan bir insan çifti örnek gösterilmektedir. Her ikisinin de fıtratı Rabbleri olan Allah'a yönelmektedir. Eğer kendilerine iyi bir halef verecek olursa, şükredenlerden olacaklarına dair kesin olarak Allah'a söz vermektedirler. Allah'ın onların dileklerini yerine getirmesinden sonra kalpleri sapmakta, Allah'ın kendilerine verdiğini O'na ortak koşmaya başlamaktadırlar!

3- Bu kıssada tasvir ile ifade edilen unsur: Burada insanın öz yapısında var olan alıcı cihazlarının nasıl köreldiği ve insanları insanlık derecesinden aşağıya yuvarlatıp hayvanların seviyesine indiren, gerçekten ve haklı olarak onları cehennemin yakıtı haline getiren sapıklığa nasıl vardığı tasvir edilmektedir. Bu duruma düşen insanların kalpleri vardır, fakat onlarla bir şey duyamazlar. Gözleri vardır onlarla bir şeyi göremezler. Kulakları vardır onlarla bir şeyi işitemezler. Ve bunların hepsinin ötesinde onlar dönüşü ve kurtuluşu olmayan bir sapıklığa düşmüşlerdir!

4- Mesaj unsurunu ifade eden çizgi: Bu direktifler, körden bu alıcı cihazları harekete geçirmek, düşüncelerini ve değerlendirmelerini sağlamak, onları göklerin ve yerin harika sistemine yöneltmek ve bu cihazları ardında ölümün gizlendiği geliş zamanı belli olmayan ecelle ilişkiye geçirmek, onları doğru yola çağırdığı halde sapıkların kendisini delilikle ihtar ettiği bu onurla peygamberin durumunu değerlendirmeye davet etmekle ilgilidir.

5- Onların sözde ilâhları etrafında yoğunlaşan, tartışma ile ifade edilen çizgi: Halbuki onların ilâhları, ilâh olmanın özelliklerinden, hatta hayatın özelliklerinden bile yoksundur!

Bu direktiflerin hepsi Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- onlara ve onların ilâhlarına meydan okumaya yönlendirilmesi, hem onlardan, hem ilâhlarından hem de ibadetlerinden tamamen ayrı ve uzak olduğunu ilan etmesi, kendisinden başka hiçbir dostun bulunmadığı yegâne dosta sığınması ile sona ermektedir:

"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'dır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar." (A'raf Suresi, 196)'

Geçen dersin, sonu İsrailoğulları kıssasının son bölümünde yer alan yüce Allah'ın onlardan havaya kaldırılmış dağın gölgesi altında söz alması sahnesiydi. Bu yeni ders ise onu izlemektedir. Yüce Allah'ın insanın fıtratından aldığı söz ile büyük sözleşme ile başlamaktadır. Bu sahne üstünlüğü ve şaheserliği ile havaya kaldırılmış dağ sahnesinin bile kendisine yetişemeyeceği bir sahnedir!

 

TEVHİD FITRATI

172- "Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirine şahit tutmuştu da onlar da "Evet şahidiz " demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı; "bizim bundan haberimiz yoktu. "

173- `Ya da şöyle diyemeyesiniz diye; "Vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı mahvedeceksin?"

174- "İşte ayetlerimizi böyle ayrıntılı biçimde anlatıyoruz ki, ola ki, doğru yola dönerler. "

Bu fıtrat ve akide meselesidir. Kur'an'ın ifade tarzı, Kur'an'ın genel olarak izlediği metoda bağlı olarak bu meseleyi canlı bir sahne biçiminde sunmaktadır. Bu gerçekten eşsiz bir manzaradır. Gayb aleminin derinliklerinde gizli bulunan şu gözle görülen dünyaya gelmeden önce Ademoğulları'nın bellerine yerleştirilen canlı zerreciklerin (zürriyetin) oluşturduğu manzara, yaratıcı olan yüce eğitici onları yarattıktan hemen sonra: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye soruyor. O da yüce Allah'ın ilâh olduğunu kabul ediyor. Her çeşit noksan sıfattan münezzeh olan Allah'a kulluk yapacağını belirtiyor. Yüce Allah'ın birliğine şahidlik ediyor. Evet, canlı zerre organizma atom gibi dağılmış olarak yüce yaratıcının elinde biraraya gelirken bunları kabul ediyor.

Bu gerçekten son derece parlak ve üstün bir yaradılış sahnesidir. Dil yönünden alışılagelen düşüncelerde bunun bir başka örneği yoktur! İnsan bütün hayal gücü ve enerjisiyle ona yöneldiğinde, biraraya toplanan, bir nokta etrafında kümelenen sayılamayacak derecedeki hücreleri düşündüğünde eşsiz yaratıcı ve yoktan var edici olan Allah'ın kendi bünyelerine yerleştirdiği özelliklerden dolayı onlara akıllı varlıklarmış gibi cevap verdiklerini, daha atalarının sulbünde iken, Allah'ın ilâhlığını, O'na tapacaklarını ve O'nun birliğine tanıklık ettiklerini ve bu ilkelere bağlılık üzere kendisinden söz alındığını gözönünde bulundurduğunda, bu sahnenin eşsizliğini ve şaşılacak bir üstünlüğe sahip olduğunu daha iyi kavrayacaktır!

İnsanın bünyesi bu son derece üstün, parlak ve eşsiz manzarayı kavramaya çalışırken derinden sarsılıyor. Bu sahnede her şeyden bağımsız olan zerrecikler canlandırılıyor. Herbir hücrede bir hayat var. Herbir hücrede gizli bir yetenek var. Herbir hücrede tüm sıfatlarına sahip bir insan bünyesi var. Hücrede var olan bu insan bünyesi, karanlık varlığın kalbinde gizli bulunan şeklini alması için gelişme ve ortaya çıkma izni beklemektedir. Bilinen varlık sahnesine çıkmadan önce kesin söz veriyor, antlaşma yapıyor!

Kur'an-ı Kerim varlık aleminin derinliklerinde ve insan fıtratının derinliklerinde yerleştirilen korkunç ve engin hakikati bu bütün, parlak, eşsiz ve insanın aklını durduran sahnede güzelce sunuyor. Hem de bunu yaklaşık ondört asır önce bu sahnede gözler önüne seriyor. Halbuki bu dönemlerde insanın yaradılışı, tabiatı ve buna ilişkin gerçekler hakkında birtakım kuruntulardan başka bir şey kimse tarafında bilinmiyordu! Kur'an'ın bu gerçeği dile getirişi üzerinden bunca asır geçtikten sonra, şimdi insanlar bu gerçeklerin ve bu tabiatın bir ucunu ancak açıklığa kavuşturabiliyorlar! İşte şimdi "bilim", daha insanın sulbünde birer hücre iken, bireylerin tüm özelliklerini içinde gizleyen ve "insan"ın hayatını kuşatan bir şifre niteliğindeki kahtım hücrelerinin yani genlerin, evet işte bu genlerin üç milyar insanın ayrı sicilleri olduklarını ve bütün insanların özelliklerini içinde gizlediklerini belirtmektedir. Halbuki bu genler hacimleri itibariyle bir santimetre küpü aşmaz. Bir dikiş iğnesinin açtığı deliği ancak doldurabilir. Bu öyle bir hükümdür ki, eğer Kur'an'ın çizdiği sırada verilmiş olsaydı o gün bunu söyleyenler aklını kaçırmakla ve delilikle itham edilirlerdi! Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor: "Biz onlara dış dünyada ve iç alemlerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun." (Fussilet Suresi, 53)

İbn-i Abbas diyor ki, "Yüce Allah Adem'in belini sıvazladı. Bunun sonunda kıyamete kadar yaratacağı ruhlar ortaya çıktı. Onlardan söz aldı. Ve onları kendilerine şahit tuttu: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sordu. Onlar da "Evet" dediler. (Bu rivayeti İbn-i Cerir ve başkaları Ravi zinciri ile beraber olarak verirler. Bu hadis Peygamber sözü olarak da İbn-i Abbas'ın sözü olarak da rivayet edilmiştir. İbn-i Kesir der ki: İbn-i Abbas'ın sözü olduğunu söyleyen rivayetler daha çok ve daha sağlamdır.)

Bu sahne nasıl gerçekleşti? Yüce Allah Ademoğulları'nın bellerinden zürriyetlerini nasıl aldı ve onları nasıl kendilerine şahit tuttu? Onlar nasıl: "Evet, biz buna şahidiz" dediler gibi sorulara gelince, verilecek cevap şudur: Yüce Allah'ın işlerinin şekli kendi zatı gibi gayb konularına girer, bilinmez. İnsanın kavrayış gücü, yüce Allah'ın zatını idrak edemediği müddetçe Allah'ın işlerinin de nasıl meydana geldiğine akil erdiremez. Zira bir şeyin nasıl olduğunu düşünmek ne olduğunu düşünmenin ayrıntılı bir uzantısıdır. Yüce Allah'a izafe edilen bütün işlerin nasıl olduğunu düşünmeye çalışmadan onların birer realite olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Yüce Allah'ın işlerine ve fiillerine değinen aşağıdaki metinleri ancak bu yöntemle anlayabiliriz. "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi..." (Fussilet, II) "Sonra Arş'a ......." (A'raf, 54, Yunus 3, Ra'd, 2, Furkan, 59, Secde, 4, Hadid, 4); "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır" (Ra'd, 39), "Göklerde sağ elinde dürülmüştür." (Zümer 60), "Melekler sıra sıra dizildiği halde Rabbin gelince.." (Fecr, 22) `Üç kişinin fısıldaştığı yerde mutlaka dördüncüleri O'dur." (Mücadele, 7) Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bir şeyin nasıl olduğunu düşünmek, ne olduğunu düşünmenin bir ayrıntısıdır. Halbuki Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. Bu nedenle Allah'ın zatını idrak etmenin yolu olmadığı gibi, işlerinin nasıl meydana geldiğini kavramanın yolu da yoktur. Yüce Allah hiçbir şeye benzemediği müddetçe O'nun işitti de herhangi bir kimsenin işine benzetmenin yolu olmayacaktır. Yüce Allah'ın işlerinin nasıl meydana geldiğini öğrenmek için, yarattıklarının işlerini buna baz olarak alıp düşünmek tamamen yanıltıcı girişimlerdir. Çünkü, yüce Allah'ın mahiyeti diğer varlıkların mahiyetinden tamamen farklıdır. Buna bağlı olarak Allah'ın işlerinin nasıl meydana geldiği, diğer varlıkların işlerinin nasıl meydana geldiğinden farklı olacaktır. Aynı şekilde yüce Allah'ın işlerinin nasıl meydana geldiklerini açıklamaya çalışan bütün filozoflar ve kelâmcılar cahillik yapmış, sapıklığa düşmüş ve büyük yanlışlıklara yolaçmışlardır!

Bununla beraber bu ayetlerin şöyle bir yorumu da vardır: Buna göre yüce Allah'ın Ademoğulları'nın zürriyetinden almış olduğu bu söz, fıtrat sözüdür. Yani yüce Allah, insanları Allah'ın ilâhlığını ve birliğini kabul etmeye müsait ve eğilimli yaratmıştır. Onların fıtratlarına bu duyguyu yerleştirmiş ve insanın bu fıtrata bağlı olarak gelişmesine yolaçmıştır. İnsan fıtratının temizliğini bozan ve onu fıtratının doğrultusundan saptıran bozucu etkenle karşılaşmadığı surece, bu istikametten sapmaz.

İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki, gerek eski kuşağın bilginleri (Selef) gerekse daha sonraki nesillerin bilginlerinden (Halef) bazıları derler ki, buradaki "şahit tutma"dan amaç, onların Tevhid üzere yaratılmış olmalarından ibarettir. Nitekim Ebu Hureyre ve Eyad b. Surey'den aldığı rivayette böyle deniyordu. Hasan-ı Basri de ayeti bu şekilde yorumlamıştır. Yukarıda sözü edilen bilginler diyorlar ki; işte bu nedenle ayette yüce Allah: "Rabbin Ademoğulları'ndan.... aldı" diyor. "Adem'den.... aldı" demiyor.

"Onların bellerinden" diyor. "O'nun belinden" demiyor. "Zürriyetlerini" kavramı, "onların soylarını nesilden nesile, asırdan asıra sürüp giden bir zincirleme şeklinde devam ettirdik" demektir. Nitekim başka ayetlerde deniyor ki, "Sizi yeryüzünde halifeler (yönetici-egemen) yapan O'dur. (Fatır Suresi, 39) "Sizi yeryüzünün halifeleri yapıyor" (Neml Suresi, 62) "Tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan türettiği gibi" (En'am Suresi, 133) Sonra buyuruyor ki: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi. Ve buna kendilerini şahit tuttu. Yani yüce Allah onları yarattığında, onlar buna şahitlik ettiler ve bunu hal dili ile ifade ettiler... Bu bilginler diyorlar ki; şahitlik bazan söz ile olur. Nitekim şu ayetteki şahitlik bu anlamdadır: "Kendi aleyhinize şahitlik ederiz derler. Dünya hayatı onları aldattı da kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler." (En'am Suresi, 130) Bazan da hal dili ile olur: "Müşrikler, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettikleri halde, Allah'ın camilerini onaramazlar (Tevbe Suresi, 17) ayetindeki şahitlik bu türden bir şahitliktir. Yani onlar dilleriyle kâfir olduklarını söylemiyorlar, fakat halleri onların kâfir olduklarına şahitlik etmektedir. "Ve kendisi de buna şahittir" (Adiyat Suresi, 7) ayeti de bunun gibidir. Aynı şekilde istemek de bazan söz ile bazan da hal dili ile dile getirilir. Hal ile istemeye, "ve size istediğiniz her şeyi verdi" (İbrahim Suresi, 37) ayeti delil olmaktadır. Bu alimler diyorlar ki; bu ayetten amacın hal ile şahitlik etmek olduğuna delil, bu şahitliklerinin onların şirk koşmalarına karşı bir hüccet olarak ileri sürülmesidir. Eğer bu bazılarının dediği gibi bir realite olarak gerçekleşmiş olsaydı, herkes bunu hatırlar ve bu onun aleyhine kesin bir delil olurdu. Eğer Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bunu haber vermiş olması varlığı için yeterli bir delildir denilecek olursa buna verilecek cevap şudur: "Müşriklerin yalanlayıcıları peygamberlerin kendilerine ilettiği bu ve benzeri haberlerin hepsini yalan sayarlar. Bu tutumları da onların aleyhine kesin delil olur. Bu da gösteriyor ki; sözkonusu edilen sözleşme insanların üzerinde yaratıldığı fıtrattır. Yani onlar, Tevhid'i rahat kabul edebilecek bir yeteneğe sahip olarak yaratılmıştırlar. Bu nedenle yüce Allah, "dememeniz için" yani; "Kıyamet gününde biz bundan" yani "Tevhit'ten habersizdik" veya "Bizim atalarımız şirk koştuklarından biz de onlara uyduk" dememeniz için buyuruyor...

İbn-i Kesir'in bu bölümün başında aktardığı hadisler ise şunlardır:

Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun) Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- öyle buyurduğunu anlatıyor:

"Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar." Başka rivayete göre ise, "Bu din üzere doğar. Sonra annesi ve babası onu ya yahudileştirir ya da hristiyanlaştırır ya da mecusileştirir. Tıpkı her yönü ile mükemmel doğan hayvan yavrusu gibi... Siz onda bir sakatlık görür müsünüz" (Buhari, Müslim)

İyad b. Hımar Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurduğunu aktarıyor: "Allah buyuruyor ki: Ben kullarımı tek ilâh inancına yatkın yarattım. Sonra şeytanlar kendilerine geldiler ve onları dinlerinden saptırdılar. Kendilerine helâl kıldıklarımı haram kıldılar." (Müslim)

Beni Sa'd kabilesinden Esved b. Surey diyor ki: Ben Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte dört savaşa katıldım. Bir ara müslümanlar düşman askerlerinin hepsini öldürdükten sonra, çocuklara da uzandılar. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu olayın haberini alınca çok üzüldü ve hemen şöyle buyurdu: "bazılarına ne oluyor ki çocuklara da uzanıyorlar?" Bir adam: "Ey Allah'ın Peygamberi! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi? diye sorunca, Peygamberimiz: "Hiç kuşkusuz sizin en seçkinleriniz de müşriklerin çocuklarıdır. Şunu iyi biliniz ki; can taşıyan her çocuk, fıtrat üzere doğar. Dili açılıncaya kadar bu fıtrat üzere kalır. Sonra annesi ve babası onu ya Yahudileştirir ya da hristiyanlaştırır." Hasan diyor ki; yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu bağlamda "Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı" buyuruyor." (İmam Ebu Ca'fer İbn-i Cerir (Allah ona rahmet eylesin), Yunus b. Abdil-A'la İbn-i Vehb-Seriy b. Yahya-Hasan b. Ebi Hasan isnadı ile rivayet eder.)

Biz yüce Allah'ın: "Hani Rabbin Ademoğulları'ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve kendilerini birbirinin üzerine şahit tutmuştu" ayetindeki sözünün hal dili ile gerçekleşen bir şey olarak değil de, olduğu gibi gerçekleşmiş olmasını uzak bir ihtimal olarak görmüyoruz. Bizim düşüncemize göre bu olay, Allah'ın haber verdiği biçimde gerçekleşebilir. Allah diledikten sonra bunun meydana gelişini engelleyecek hiçbir şey de olamaz... Fakat biz aynı şekilde İbn-i Kesir'in tercih ettiği ve Hasan-ı Basri'nin aktarıp ayeti kendisine delil gösterdiği bu yaklaşımın da uzak bir ihtimal olduğunu söylemiyoruz. Bunlardan hangisinin daha doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

Her iki durumda da öz olarak bize anlatılmak istenen, yüce Allah fıtrattan kendisini birlemesi için kesin bir söz almıştır. Tevhid gerçeği bu fıtratın önüne yerleştirilmiştir. Varlık dünyasına gelen her çocuk onunla birlikte ortaya çıkar. Dışardan herhangi bir etken onun fıtratını bozmadığı müddetçe insanın ondan sapması sözkonusu olmaz! İnsanın hem doğru yola, hem de sapıklığa yönelme yeteneğini kötüye kullanan bir etken. Burada sözkonusu olan zeminin ve şartların durumlarına göre su yüzüne çıkan potansiyel bir yetenektir.

Tevhid gerçeği yalnız "insan"ın fıtratına yerleştirilmiş değildir. İnsanın etrafını kuşatan varlığın fıtratına da yerleştirilen bir gerçekliktir. Beşerin fıtratı bütün varlığın fıtratının bir parçasından başka bir şey değildir. Ona bağlıdır. Ondan kopuk bir halde değildir. Varlığın tümüne hükmeden yasalar sistemine beşerin fıtratı da bağlıdır. Bununla beraber insanın fıtratı, yankılarını ve dokunuşlarını büyük evrenin sözü edilen gerçeğinden etkilenerek, onun gerçekliğini kabul ederek algılamaya çalışır.

Bu varlık dünyasına hükmeden Tevhid yasasının içi evrenin şeklinde, ahenginde, bölümlerinin birbirine uygunluğunda, hareketinin düzeninde, kanunlarının sürekliliğinde, bu kanunlara bağlı olarak gerçekleşen sürekli uygulamasında rahatlıkla gözlenebilmektedir. Sonra insanların şu anda ulaşabildiği bütünü ile az bir yekûn tutan bilime göre, bütün maddelerin atomlarının kendisinden meydana geldiği özün (cevherin) birliği de bu Tevhid ilkesinin geçerliliğini göstermektedir. Maddelerin atomları parçalanıp, protonlarının ve nötronlarının dağılmasıyla evrende bulunan bütün maddelerin sonuçta radyasyon haline dönüştüğü, tesbit edilen bilimsel keşifler arasında yer almaktadır.

Gün geçtikçe insanlar bu evrenin tabiatına yerleştirilen birlik ilkesine ve tabiat olaylarına hükmeden yasaların yapısına ışık tutan birtakım keşifler yapıyorlar. Evrenin bu yasaları kesin ve otomatik bir şekilde işlemez. Sürekli olarak Allah'ın özgür iradesine göre yenilenen Allah'ın kaderine uygun biçimde işlerler. Yalnız biz bu ilkeyi belirlerken, beşeri vasıtalarla elde edildiğinden dolayı hiçbir zaman kesin bir hüküm ifade etmesi mümkün olmayan zanna dayalı beşer bilgisine dayanmıyoruz. Biz beşer bilgisinin bu keşiflerini sırf sevindirici bir gelişme olarak gördüğümüz için onlara da burada işaret ediyoruz. Evrenin herhangi kesin bir gerçeğini tesbit ederken başlıca dayanağımız, yarattığı her şeyi en iyi bilen yüce yaratıcı olan Allah'ın bize verdiği mesajdır. Kur'an-ı Kerim bu evrene hükmeden yasal sistemin tek bir irade ve tek bir yüce yaratıcı tarafından belirlenen birlik anayasası olduğu konusunda hiçbir şüpheye yer vermeyecek kesin bilgiler veriyor. Yine Kur'ana Kerim bu evrenin yüce Allah'a boyun eğdiğini, birliğini kabul ettiğini, Allah'ın kendisine bildirdiği şekilde O'na ibadet ettiği konusunda da herhangi bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Biz evrenin Allah'a boyun eğmesi, O'na kulluk etmesi konusunda Allah'ın bize haber verdiklerinden başka bir şey bilemiyoruz. Biz evrenin düzeninde, hareketinde ve süresinde bu kulluğun ancak etkilerini görebiliyoruz.

Allah'ın özgür iradesine uygun biçimde sürekli olarak yenilenen Allah'ın kaderi ile evrenin tümüne hükmeden bu yasal sistem, bu evrenin içinde yer alan varlıklardan biri olan insanın yapısında da geçerlidir. Onun fıtratına yerleştirilmiş bulunmaktadır. Onu algılayabilmek için ayrıca rasyonal bir kavrayışa ve duygusal algılamaya ihtiyaç yoktur. Normal bir fıtrat ile algılanabilir ve fıtratın temeline yerleştirilmiştir. İnsanın fıtratı onu dolaysız olarak algılayabilir, ona uygun biçimde hareket eder. İnsanın fıtratı herhangi bir bozukluk ve sapıklığa düşmemişse, bu yasaya rahatlıkla uyum sağlayacaktır. Böyle bir sapıklık ve bozukluğa düştüğünde ise, kendi öz algılamasından sapar, öze yönelik sağlam yasasına göre hareket edeceğine, kendisini gelip-geçici arzu ve isteklerin akışına bırakır.

Bizzat bu yasalar sisteminin kendisi de, fıtrat ile yaratıcısı olan Allah arasında gerçekleşen bir anlaşmadır. Bu anlaşma insanın yapısına yerleştirilmiştir. Yaradılışından itibaren insanın her canlı hücresine yerleştirilmiştir. Bu anlaşma peygamberlerden ve peygamberlerin misyonlarından çok eskilere dayanmaktadır. Bu anlaşmada, insanın her hücresi tek bir iradeye sahip olan, kendisine hükmeden ve onu tasarrufu altında bulunduran tek yasal sistemi belirleyen Allah'ın ilâhlığına şahitlik etmiştir. Fıtratın bu anlaşması ve şahitliğinden sonra delil getirmeye gerek yoktur. -O ister bu anlaşma ve şahitlik hal dili ile gerçekleşmiş olsun, isterse bazı rivayetlerde belirtildiği gibi sözlü olarak gerçekleşmiş olsun farketmez- Hiç kimse kalkıp Allah'ın insanı Tevhid'e ileten kitabından habersiz olduğunu, bu Tevhid'e çağıran Allah'ın peygamberlik misyonlarından haber alamadığını söyleyemez. Yahutta, ben varlık alemine geldiğimde atalarımın Allah'a ortak koştuklarını gördüm. Tevhid'i tanıyabilmem için önümde hiçbir yol yoktu. Ben atalarımın sapıklığa düşmeleri nedeniyle sapıklığa düştüm. Bu işten yalnız onlar sorumludur. Ben sorumlu değilim demesi asla tutarlı olmaz. İşte bu nedenle sözü edilen şahitlikten sonra şu açıklama geliyor:

"Allah, kıyamet gününde şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı. Bundan haberimiz yoktu, ya da şöyle diyemeyesiniz diye, vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı mahvedeceksiniz?"

Fakat yüce Allah kullarına merhametinden dolayı... Kullarının saptırıldıkları zaman sapıtabileceklerini ve onların bu sağlam fıtratlarının saptırıcı faktörlere maruz kalabileceklerini çok iyi bildiğinden... Nitekim Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- cinlerden ve insanlardan olan şeytanların insanın bünyesinde yer alan zaaf noktalarına dayanarak onu saptırmak istediğini belirtmiştir!

Evet yüce Allah kullarına merhametinden dolayı onları bu fıtrat anlaşmasına göre hesaba çekmemeyi takdir etmiştir. Aynı şekilde onları kendilerine vermiş olduğu iyilik ve kötülüğü birbirinden ayırıcı akıllarına göre de hesaba çekmek istememiştir. İnsanların fıtratlarını dıştan gelen sis tabakasının etkisinden, yozlaşmışlıktan ve sapıklıktan kurtarmak, aklını arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevi ihtirasların baskısından kurtarmak amacıyla onlara peygamberler göndermeden, ayetlerini kendilerine açıklamadan onları sorumlu tutmayı dilememiştir. (Nisa Suresi, 165. ayetin tefsirine bakınız) Eğer yüce Allah insanların fıtratlarının ve akıllarının peygamberler ve peygamberlikler olmadan, ayetlerin hatırlatmaları ve ayrıntılı bilgilerine ihtiyaç duymayacak biçimde yalnız başına doğru yolu bulmaları için yeterli olacağını bilseydi onları bu iki yetenekle hesaba çekerdi. Fakat yüce Allah ilmiyle onlara merhamet etmiş, kendilerine karşı delil olarak peygamberlik misyonunu esas almıştır:

"İşte ayetlerimizi böyle ayrıntılı biçimde anlatıyoruz ki, ola ki, doğru yola dönerler."

Belki böylece fıtratlarına, bu fıtratın Allah ile yaptığı anlaşmaya yüce Allah'ın kendi bünyelerine yerleştirdiği basiret ve idrak güçlerini kullanmaya yönelip dönüş yaparlar. İnsanın bünyesine yerleştirilen bu gizli yeteneklere dönüş yapmak, kalplerde Tevhid gerçeğini harekete geçirmeye ve onu Tevhid akidesi üzerinde yaratan, sonra ona merhamet ederek hatırlatmak ve uyarmak için mucizelerle desteklenen peygamberler gönderen biricik yaradıcısına dönmelerinin teminatıdır.

FITRATTAN UZAKLAŞMA

Fıtratın doğru yolundan sapmanın ve Allah tarafından fıtrattan alınan söze aykırı düşmenin, Allah'ın ayetlerini gördükten ve öğrendikten sonra onlardan yüz çevirmenin tasviri budur. Burada Allah'ın, ayetlerini kendisine verdiği gözleriyle ve düşüncesiyle onları algılayabilecek hale getirdiği halde bu ayetlerden sıyrılan, onlardan soyutlanan, yeryüzüne bağlanan arzu ve isteklerinin peşine düşen, ilk taahhüde-anlaşmaya ve doğru yolu gösteren ayetlere sarılmayan, dolayısıyla şeytanın emrine giren, Allah'ın himayesinden dışarı atılan, bundan böyle rahat yüzü görmeyen, huzur nedir bilmeyen ve belli bir çizgi tutturamayan bir insan tipinin durumuna dikkat çekiliyor.

Yalnız Kur'an-ı Kerim'in icazlı ifade metodu olayı basit bir şekilde sunmuyor. Onu canlı, hareketli bir manzara halinde tasvir ediyor. Bu manzarada kıskıvrak bir hareket, belirgin işaretleri, apaçık izleri, gözler önüne serilen tepkileri rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Bu manzara yaşanan gerçek hayatın bütün duygularını kapsadığı gibi, ilham dolu ifadeleri yansıtan duygulara da yer vermektedir.

 

175- "Onlara şu adamın olayını anlat: Adama ayetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı. Arkasından onu şeytan peşine taktı da azgınlardan oldu. "

176- "Eğer dileseydik bu ayetler aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik, fakat o yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp horlayarak soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. "

177- "Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir. "

Bu sahne gerçekten hayret verici bir sahnedir. Bu dilin düşünce ve tasvir yönünden zenginliğine dayalı, son derece yeni bir manzara tasvir etmektedir. Burada yüce Allah bir insana ayetlerini veriyor, üstün nimetleriyle onu donatıyor, ilminden ona bir pay veriyor. Doğru yolu seçmesi, kendisi ile bağ kurması ve yükselmesi için gereken en güzel fırsatı sağlıyor. Fakat o, bunların hepsine rağmen, görüyorsunuz ya, bu işten sıyrılmak istiyor. Sanki o, etine yapışık bulunan deriden sıyrılır gibi bu ayetlerden sıyrılıyor. Çırpınarak, zorlanarak ve büyük bir çabayla ancak bunu üzerinden atabiliyor. Bedenine yapışık halde bulunan derisinden bir canlının yüzülmesi gibi bir sıyrılıştır bu. İnsanın bünyesi derinin bedeni sarması gibi Allah'a iman duygusuyla sarılmış değil miydi? İşte o, buna rağmen gördüğünüz gibi Allah'ın ayetlerinden sıyrılıyor, kendisini koruyan örtüyü, bedenini muhafaza eden zırhı atıyor, arzu ve isteklere uymak için doğru yoldan sapıyor, aydınlık ufuklardan yuvarlanıyor, kapkaranlık çamura gömülüyor. Ve artık şeytanın bir oyuncağı durumuna düşüyor. Şimdi artık hiçbir koruyucu onu korumuyor. Kimse şeytandan onu muhafaza etmiyor. Ve o, şeytana uyuyor. Şeytana bağlanıyor. Şeytan ona egemen oluyor. Sonra bir de bakıyoruz ki, biz uğursuz, çirkin ve korkunç bir sahne ile karşı karşıyayız. İşte şimdi biz bu tuhaf yaratık ile karşı karşıyayız. Yeryüzüne çakılıp kalmış, çamura batmış bir yaratıktır bu. Bir de bakıyoruz ki, bu yaratık köpek şekline girmiş, kovulsa da kovulmasa da solumasını sürdüren bir köpek şekline. Bu hareketli manzaraların hepsi birbirini izliyor, arka arkaya geliyor. İnsanın hayatı burada olayı somut bir şekilde izliyor. Zaman zaman tepki gösteriyor, hayret ediyor, heyecana kapılıyor. Bu sahnelerin sonuna yani ardı arkası gelmeyen solumalar sahnesine gelindiğinde, sahnenin tamamını kuşatan gizli direktiflerle dolu bulunan yorum geliyor:

"İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir!"

İşte onların örneği budur. İnsanı doğru yola ileten ayetler, imanı aşılayan direktifler onların fıtratlarına ve bünyelerine ayrıca çevrelerini kuşatan bütün varlıkların yapılarına da yerleştirilmiştir. Buna rağmen onlar bunların hepsinden sıyrılmışlar. Sonra onların şekilleri değişmiş, hayvanlaşmışlar. Bünyeleri çirkinleşmiş "insan"lık konumundan hayvanların düzeyine düşmüşler... Çamurda debelenen köpeğin seviyesine inmişler. Halbuki onların imandan kanatları vardı. Bunlarla yüce alemlere açılabilirlerdi. Ne var ki, onlar bu güzel makamdan alçakların alçağı bir dereceye yuvarlanıyorlar!

"Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir."

Bu örnekten daha kötü bir durum düşünebilir mi? Doğru yoldan ayrılıp haktan uzaklaşmaktan daha çirkin bir şey var mıdır? Yeryüzüne çakılıp kalmaktan, arzu ve isteklere bağlanmaktan daha kötü ne olabilir? Bu hareketleriyle kendi nefislerine zulmeden insandan daha fazla nefsine zulmeden birisi düşünebilir mi? Kendisini koruyan örtüyü çıkarıp atan, bedenini muhafaza eden zırhtan sıyrılan, böylece kendisini şeytanın oyuncağı haline getiren ve ona bağlayan, şeytana binek yapan, onu yeryüzüne çakılıp kalan şaşkınlık ve kararsızlık içindeki hayvanlar alemine sürükleyen ve sürekli köpeklerin soluyuşu gibi soluyan bir hayvan haline getiren kişiden daha zalim kim vardır?

Bu durumun nitelendirilmesi ve tasviri konusunda Kur'an-ı Kerim'in eşsiz, hayret verici ifade tarzından başka hangi söz bu kadar eşsiz ve hayret verici ifade gücüne sahip olabilir?

Sonra... Bu sadece okunan bir haber midir? Yoksa çoğu zaman bir realite olarak gerçekleştiğinden dolayı haber şeklinde verilen bir örnek midir? Bu açıdan aktarılan bir haber midir?

Bazı rivayetlerin kayıtlarına göre bu İsrailoğulları'nın Filistin'e girmelerinden önce orada yaşayan iyi bir insanın haberidir. Rivayetler, bu adamın şaşkınlığa ve sapıklığa düşüşünü detaylarına varıncaya kadar verirler. Bu rivayetlerde olay öyle bir üslubla dile getirilmiştir ki, onun yahudi kültürünün bir parçası olmadığını söylemek çok zordur. En azından olayın tüm detaylarının kesinliği sözkonusu değildir. Ayrıca bu rivayetlerde birtakım farklılıklar ve çelişkiler de vardır ki, bunlar aynı konuda daha fazla dikkatli olmamızı gerektirmektedir. Rivayete göre bu kişi İsrailoğulları'ndan biri olan Bel'am b. Bâûrâ'dır. O'nun Filistin'in zorba yerlilerinden biri olduğu da rivayet edilmiştir. Araplar'dan Umeyye b. Sait olduğu da gelen rivayetler arasındadır. Bu rivayete göre ise, bu adam Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- çağdaşı olan, fasık olan Ebu Amir idi. Musa'nın -selâm üzerine olsun- çağdaşı olduğu da rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre ise İsrailoğulları'nın şehre girmeyi reddetmelere üzerine, kırk yıllık çöl hayatından sonra İsrailoğulları'nın zalimleriyle savaşan Yuşa b. Nûn zamanında yaşayan bir adamdı. Hatırlanacağı gibi Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğine göre, onlar peygamberleri Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- şöyle demişlerdi: "Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz." (Maide Suresi, 24)

Ona verilen bu ayetlerin tefsirinde, onların kendisiyle dua edildiğinde kabul edilen "Allah'ın İsmi A'zamı (en yüce adı) olduğu da rivayet edildiği gibi, Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğu ve onun da bir peygamber olduğu bildirilmiştir... Bundan sonra haberin detayları birçok açıdan farklılık göstererek uzayıp gider.

Bu nedenle biz "Fî Zılâl'il Kur'an'da" izlediğimiz metoda bağlı olarak bu rivayetlerin hiçbirine dalmayı uygun görmedik. Ayrıca Kur'an'ın metninde bunların hiçbiri yer almıyor. Bu konuda Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun kadar varan sağlıklı bir hadiseye rastlayabilmiş değiliz. Dolayısıyla biz bu haberin ötesini araştırmaya gerek görmedik. Burada Allah'ın ayetlerini apaçık olarak gördükleri halde, bu ayetlerin gösterdiği yolda yürümeyip onları yalan sayanların durumu gözler önüne serilmektedir. Bu olay insanın hayatında ne de çok gerçekleşiyor. Allah'ın dininin bilgisi kendilerine bağışlandığı halde bu bilgiler doğrultusunda hareket etmeyenler ne de çoktur! Onlar bu dini bilgiyi, hükümlerin yerini değiştirmek ve onunla arzu ve isteklerine uymayı sağlamak için vasıta kılıyorlar. Onlar bu bilgilerini kendi heva ve hevesleri ve dünya hayatının nimetlerine sahip olduklarını zannettikleri efendilerinin arzu ve istekleri doğrultusunda kullanırlar.

Nice din bilgini tanıyoruz ki, Allah'ın dinini gerçek anlamda öğrendiği halde ondan sapar. Onu olduğundan başka türlü açıklar. Bu bilgisini bilinçli tahrifler, yeryüzünün geçici hükümdarlarının keyfine göre fetvalar için kullanır! Bu tahrifler ve fetvalarla Allah'ın hakimiyetini ve O'nun yeryüzündeki bütün mukaddeslerini çiğneyenlerin saltanatını sağlama almaya çalışır!

Biz bu bilginler içinden; yasama Allah'ın haklarından biridir, bu hakka kendisinin sahip olduğunu iddia edenlerin ilâhlık iddiasında bulunmuş olacaklarını, ilâhlık iddiasında bulunanların ise kâfir olduklarını, ayrıca o kişilere bu hakkı verenlerin ve onların peşinden gidenlerin de kâfir sayılacaklarını bilen ve söyleyen kimseler gördük. Bununla beraber bu gerçeği bilmelerine ve dinde bu gerçeği bir zaruret olarak öğrenmelerine rağmen bu din bilginleri, yasama hakkını kendinde gören ve bu hakkı iddia etmekle ilâhlık iddiasında bulunan zalim idarecilere dua ederler. Bizzat kendilerinin küfürlerine hüküm verdikleri bu insanlara dua ederler ve onlara "müslüman" adını yakıştırırlar!.. Onların bu yaptıklarım, en ideal islâm olarak gösteriyorlar. Yine bunların bazılarını gördük ki; bir sene faizin bütün çeşitlerinin haram olduğunu yazdıkları halde, başka bir sene onun helâl olduğunu yazmaya başlarlar. Yine bunların öylelerine rastladık ki, insanlar arasında fuhuşun ve ahlâksızlığın yayılmasına ön ayak oldukları gibi, bu çirkefin üzerine din örtüsünü, dini ünvanları ve alâmetleri çekmeye çalışırlar.

Bu ise: "ona ayetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı. Arkasından şeytan onu peşine taktı da, azgınlardan oldu." ayetini doğrulayan bir delilden başka bir şey değildir. Bu yüce Allah'ın kendisinden söz ettiği haber sahibinin hayvanlaşmasından başka nedir ki?: "Eğer dileseydik, bu ayetler aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik, fakat o, yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp horlayarak soluyan köpeğin durumu gibidir."

Eğer Allah dileseydi, kendisine verdiği ayetlerin bilgisiyle onu yükseltirdi. Ne var ki, yüce Allah bunu istememiştir. Çünkü ayetleri bilen bu adam, dünya hayatının rahatını tercih etmiş, ayetlere değil de arzu ve isteklerine uymuştur."

Bu, Allah'ın kendi bilgisinden bir miktarını verdiği halde, bu bilgiden yararlanmayan, iman yolu üzerinde doğru bir istikamete yönelmeyen, horlanmış bir biçimde şeytanın peşine düşmek ve sonuçta şekil değiştirerek hayvanların mertebesine inmek için Allah'ın nimetinden sıyrılan herkesi kapsamına alan bir örnektir!

Sonra ardı arkası kesilmeyen köpek solumaları nedir acaba?

Kur'an'ın arzettiği manzaranın tasvir gücünden ve haberin vurgularından da anlaşıldığı gibi, bu solumalar dünya hayatının geçici güzellikleri peşinde koşarken yaşanan solumalardır... İşte dünyanın bu geçici zevklerine takılanlar, Allah'ın kendilerine verdiği ayetlerden sıyrılmak isteyenlerdir. Dünya malının peşine düşen bu insanlara öğüt verilse de verilmese de, onlar bu solumalarından vazgeçmeyecekler ve onlar sürekli olarak bu hal üzere devam edip gidecekler.

Dünya hayatı her yerde, her zaman ve her toplumda bu örneği sürekli olarak gözlerimizin önüne getirir. Hatta birçok zaman geçmesine rağmen insanın gözleri hangi bilgine takılsa, onun durumunun da aynı olduğunu görür. Allah'ın ayetlerinden sıyrılmayan, dünya hayatının rahatına dalmayan, arzu ve isteklerin peşinde sürüklenmeyen, şeytanın boyunduruğuna razı olmayan, egemenliği ellerinde bulunduranların sahip oldukları dünya malının peşinden habire solumayan, Allah'ın kendilerini koruduğu çok az bir kesim hariç!

Bu varlığı ve meydana gelişi hiçbir zaman kopukluğa uğramayan bir örnektir. Belli bir kuşakta meydana gelen bir olayla asla sınırlı değildir!

Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bu örneği Allah'ın ayetlerinin kendilerine gönderildiği kavmine okumasını istiyordu ki, onlarda bu ayetler kendilerine verildikten sonra ondan sıyrılmasınlar. Sonrakiler için de ders olsunlar. Ardarda gelen nesiller tarafından okunsunlar. Allah'ın ilminden bir şey öğrenenler bu çirkin akıbete uğramaktan sakınsınlar, Ardı arkası kesilmeyen bir soluyuş içine girmesinler. Hiçbir düşmanın düşmanına dahi reva görmediği biçimde kendi kendilerine zulüm etmesinler. Çünkü bu uğursuz akıbet ile kendi kendilerinden başka kimseye zulmetmiş olmazlar!

Günümüzde bu tip alimlerden öylelerini gördük ki, Allah korusun kendi kendilerine zulmetmek için büyük bir ihtirasla ortaya atılıyorlar veya cehennem çukurundaki yerlerini kendileriyle beraber yarış halindekilerden birinin almasından korkan adamın hali gibi, bu işe dört elle sarılıyorlar! Cehennem'deki bu yerini garantiye almak için her sabah biraz daha ilerliyorlar! Bu dünya hayatının sonuna kadar bitmek tükenmek nedir bilmeyen salyalı solumaları ile bu emellerinin peşinde koşup duruyorlar!

Allah'ım sen bizleri koru! Ayaklarımızı kaydırma! Üzerimize sabır yağdır! Ve müslüman olarak canımızı al!

İMAN VE HAYAT DÜZENİ

Bu ilahi haberin ve bu haberi bildiren Kur'an'ın ifade tarzı üzerinde bir başka açıdan durmak istiyoruz.

Bu örnek sahibini şehevi arzu ve isteklerin ağırlığından korumayan, dünya hayatının ağırlığından ve cazibesinden onu kurtarmayan, heva ve hevesine uymaktan şeytana bağlanmaktan, onun yolunu izlemekten, bu heva-heves yolları ile onun peşinde sürüklenmekten alıkoymayan bilginin örneğidir.

İşte ilim insanı korumadığından dolayı, Kur'an'ın yolu, müslüman nefisleri ve islâmi hayatı oluşturmak için kendisine has bir metod izler. Bu metod, ilmi sırf bilmek şeklinde ele almaz. Aksine, ilmi vicdan aleminde ve pratik hayatta hedefini gerçekleştirmek için hareketli, itici ve sıcak bir inanç sistemi olarak ele alır.

Kur'an'ın hayat sistemi akideyi, ilmi araştırmalar şeklinde hazırlanmış bir "teori" olarak ele almaz. Böyle bir inanç sistemi sırf bilgiden ibarettir. Vicdan dünyasında ve hayat alanında etkili olamaz. Bu kuru bir ilimdir. Sahibini keyfi arzularının peşine düşmekten korumaz, Şehevi arzuların baskısından hiçbir şeyi hafifletmez. Şeytanı da kovmaz. Aksine onun yolunu açar ve insanı ona köle haline getirir!

Aynı şekilde Kur'an'ın hayat yolu bu dini, "İslâm Nizamı", "İslâm Fıkhı", "İslâm İktisadı", "Tabiat Bilimleri", "Psikolojik Bilimler" alanında yapılan etüdler şeklinde sunmuyor. Bu dini kültürel etüdlerin hiçbiri şeklinde takdim etmiyor!

Kur'an'ın hayat sistemi dini, itici, harekete geçirici, diriltici, yükseltici bir inanç sistemi şeklinde sunuyor. Kalbe ve akla yerleştikten sonra pratik uygulamasını gerçekleştirmek için harekete iten bir güç kaynağı olarak görür akideyi. Bu akide ölü kalpleri diriltiyor, canlandırıyor, harekete geçiriyor ve ilerletiyor. İnsanın fıtratındaki alıcı-verici cihazları uyarıyor. İnsanı Allah'a verdiği ilk söze döndürüyor. İnsanın hedeflerini ve değerlerini yüceltiyor. Artık çamurun cazibesi onu üzerine bindirmiyor ve onu asla dünya malına bağlamıyor.

Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi teori ve düşünce için bir metod olarak takdim ediyor. Bu insanların düşüncelerinden apayrı ve tamamen farklı bir metodtur. Çünkü bu metod insanları, arzu ve isteklerin oyuncağı ve bedenlerin ağırlığı ve şeytanın aldatmaları altında oluşturdukları metodların kusurlarından, yanlışlıklarından, sapıklıklarından kurtarmak için gönderilmiştir!

Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi gerçeğin bir ölçüsü olarak sunuyor. İnsanların akıllarını ve duygularını bununla bir sisteme bağlıyor. İnsanların yönelişlerini, hareketlerini ve düşüncelerini bununla kontrol ediyor ve ölçüye vuruyor. Artık buna göre, bu ölçünün kabul ettiği şeyler doğrudur. Onları sürdürmek gerekir. Yine bu ölçünün reddettiği şeyler yanlıştır. Onlardan vazgeçmek gerekir.

Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi bir hareket metodu olarak takdim eder. Bu metod, insanları kendi programına ve kendi ölçülerine göre adını adım yücelerin yücesine doğru yükseltir, ilerletir. Realiteye dayalı bu hareket esnasında insanların hayat sistemini ve hukuklarının temellerini, iktisadlarının, sosyal yapılarının ve siyasetlerinin ilkelerini belirler. Bu ilkelere göre şekillenmiş akılları ile kanuni ve fıkhi yasalarını tesbit eder. Fizik ve psikolojik bilimlerine bu ölçülere göre biçim verir. Realiteye dayalı pratik hayatları neyi gerektiriyorsa onları düzene koyar. Onlar, detaylara ilişkin kanunları ve hükümleri belirlerken içlerinde akidenin sıcaklığını ve itici gücünü, şeriatın ciddiyetini ve realitesini, hayatın gerçek ihtiyaçlarını ve direktiflerini derinden hisseder!

İşte Kur'an'ın hayat yolu, müslüman nefisleri ve islami hayatı bu metod ile şekillendiriyor. Sırf etüd etme amacına yönelik teorik araştırmalara gelince bu ilim, sahibini yeryüzünün ağırlıklarından arzu ve isteklerin itici gücünden ve şeytanın aldatmasından koruyamaz. Beşer hayatı için yararlı bir şey takdim edemez! (En'am Suresinin girişine bkz.)

Burada ayetin akış seyri, bu manzarada tasvir edilen örnek üzerinde bir değerlendirmede bulunmak için kısaca duruyor. Allah'ın kendisine ayetlerini verdiği halde, onlardan sıyrılan adamın hareketi üzerine hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu, Allah'ın kendisini hidayete ilettiği kimsenin gerçekten hidayet üzere bulunduğunu, Allah'ın saptırdığı kimsenin ise hüsrana uğradığını ve hiçbir şey kazanmadığını belirtiyor.

 

178- "Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa işte onlar, hüsrana uğrayanlardır."

Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde belirttiği gibi doğru yolu bulmak için çalışanları hidayete erdirir: "Bizim uğrumuzda çaba sarfedenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz." (Ankebut Suresi, 65) "Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez." ( Ra'd Suresi, 11) "Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğünü ve korunmasını ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen kurtulmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır." (Şems Suresi, 7-10) '

Aynı şekilde kendisi için sapıklık yolunu seçen, doğru yolun delillerinden ve imanın direktiflerinden yüz çeviren, kalbini, kulaklarını ve gözlerini onlara karşı kapayanları da yüce Allah sapıklığa iter. Ayetlerin devamında bu noktaya ışık tutan bir ayet vardır: "Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler." (A'raf Suresi, 179)

Ayrıca: "Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır." (Bakara Suresi, 10) "Allah kâfirleri ve zalimleri ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir. Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur. Orada ebedi olarak kalacaklardır..." (Nisa Suresi, 168-169) ayetleri de bununla ilgilidir.

Hidayet ve sapıklığa değinen bütün ayetleri göz önünde bulundurup bunların anlamları arasındaki ahenge dikkat edersek, önümüzde tek bir yol netleşir. Hiç şüphesiz önümüzde netleşen bu yol, hem islâmı fırkaların kelâmcıları, hem hristiyan teolojisi, hem de bir dizi felsefi akımlar tarafından genel olarak kaza ve kader konusunda körükledikleri tartışma ortamından tamamen uzaktır.

Yüce Allah'ın insan denen varlığın kaderini sürüklenmeyi dilemesi, yüce Allah'ın bu insanı hem hidayeti hem de sapıklığı kabul edebilecek iki yönlü bir yetenek üzere yaratmasıdır. Bununla beraber insanın fıtratına, tek olan ilâhlık gerçeğini kavrayabilme ve ona yönelebilme yeteneği yerleştirmiştir. Sapıklığı ve hidayeti birbirinden ayırıcı nitelikteki aklı ona vermiştir. Buna ilave olarak bozulduğunda fıtratını uyarmak, saptığında aklına doğru yolu göstermek için, apaçık delillerle peygamberler göndermiştir. Şu kadar var ki, tüm bunlardan sonra insanın kendisi ile yaratıldığı hem hidayet hem sapıklık niteliğine sahip olan bu iki yönlülük, bu iki yetenek, Allah'ın dilemesine uygun biçimde işler.

Aynı şekilde yüce Allah'ın dilemesi O'nun takdirine hükmeder. Buna bağlı olarak doğru yola ulaşmak isteyen ve bu yolda çaba sarfedenleri hidayete erdirir. Kendilerine verilen akıllarını, peygamberin mesajlarına serpiştirilen hidayete iletici ayetleri kavramayan, görme ve işitme cihazlarının aktif bir biçimde kullanmayanları da sapıklığa iter, saptırır.

Her halukârda Allah'ın dilediği olur, ondan başkası olmaz. Meydana gelen her olay, O'nun takdiri ile olur. Başkasının kuvveti ile değil. İşlerin bu şekilde düzenlenmesi Allah'ın böyle olmasını dilemiş olmasındandır. Allah'ın takdiri bir şeyin olmasını gerektirmedikçe, hiçbir şey olmaz. Buna göre varlık aleminde, işlerin kendisine uygun olarak meydana geldiği başka bir irade yoktur. Olayları meydana getiren Allah'ın takdirinden başka bir kuvvet yoktur ortada. İşte bu gerçeğin çerçevesinde insan kendi isteğine göre hareket eder. Doğru yola ulaşması veya sapıklığa düşmesi de bu çerçevede meydana gelir.

İşte Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetlerini karşılaştırarak ve onların arasındaki ahengi göz önünde bulundurarak elde edilen islâmi düşünce budur. Pek tabii olarak bu düşünceye varabilmek için, ayetleri ayrı ayrı ekollerin ve akımların isteklerine uygun biçimde ele almamalı, onların bir kısmını diğer bir kısmına karşı delil olarak ileri sürmemeli ve onları çarpıştırma yolu bırakılmamalıdır.

Şimdi incelediğimiz ayeti kerimede deniyor ki:

"Allah, kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır."

Bu ayete ve Allah'ın az önce açıkladığımız yasasına göre,.hidayete erdirdiği kimse gerçekten hidayete kesin bir şekilde erişmiş, yolu bilen, yol üzerinde yürüyen ve ahiret gününde kurtuluşa eren biri olmuştur. Allah'ın yine bu yasalara göre saptırdığı kimse de hüsrana uğramıştır. Her şeyi kaybetmiştir. Hiçbir şey kazanmamıştır. Ne kadar mala, mülke sahip olsa da, ne kadar imkân elde etse de bunların hepsi boşa gidecek veya bunların hepsi boştur! Bu sapık yola giren adamın, özünü kaybetmiş olması açısından meseleye baktığımızda da durumun böyle olduğunu görürüz. Kendi kendisini kaybeden adam ne elde edebilir, neyi kazanabilir!

 

KADER

179- "Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. , Onların kalpleri var. Fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler. "

Çoğu cehennem için yaratılan insanların ve cinlerin bu dünyaya gönderilmelerinin hikmeti nedir? Nasılsa cehennemlik olan bu yaratıkların fonksiyonu nedir?

Burada iki yaklaşım sözkonusu edilebilir:

Birinci yaklaşım: Allah'ın ezeli olan ilminde, bu yaratıkların cehenneme gidecekleri biliniyordu. Yalnız bu bilgi onların yaşadıkları pratik hayatta cehennemi hakedecek eylemler yapmalarının açığa çıkmasını zorunlu kılmaz. Yüce Allah'ın ilmi alabildiğine geniş kapsamlıdır. Her şeyi kuşatmış durumdadır. Herhangi bir zaman ve kulların sonradan yaratılan dünyasında kendisinden sonra eylemin gerçekleştiği hiçbir harekete bağlı değildir.

İkinci yaklaşım: Hiçbir zamana ve kulların sonradan yaratılan dünyasında meydana gelen herhangi bir harekete bağlı olmayan bu ezeli ilim, insanların cehenneme gitmelerine müstehak olacak biçimde sapmalarına neden olan itici güçlerden biri değildir. Cehenneme gitmelerinin asıl nedeni kendileridir. Nitekim ayette deniyor ki:

"Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler."

Onlar kendilerine verilmiş bulunan kalplerini, peygamberlerin misyonlarında hazır bulunan ve açık tutulan kalplerin aydınlanmış sağduyularını kavrayabilecekleri delillerine açmış değillerdir. Allah'ın bu evrendeki ayetlerini görmek için gözlerini açmamışlardır. Yüce Allah'ın okunan ayetlerini dinlemek için onlara kulak vermemişlerdir. Onlar kendilerine verilmiş bulunan bu cihazları boş vermişler ve onları gereği gibi kullanmamışlardı. Gaflet içinde ve düşünmeden yaşayıp gitmişlerdir.

"Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler."

Bunlar etraflarını kuşatan Allah'ın evrendeki ve hayattaki ayetlerini umursamamışlardır. Kendilerinin ve başkalarının başından geçen olaylardan habersiz yaşamışlar ve bu olaylardaki Allah'ın elini görmemişlerdir. İşte bunlar hayvan gibidirler. Hatta onlardan da daha sapıktırlar. Çünkü hayvanların doğuştan gelen yol gösterici içgüdüleri vardır. Cinler ve insanlar ise, anlayışlı bir kalple, görebilen bir gözle ve derleyebilen bir kulak ile donatılmışlardır. Onlar gereği kavramak için kalplerini, gözlerini ve kulaklarını açmadıklarından, hayatın önünden aldırmadan geçip kalplerini onun asıl anlamını ve amacını kavramak için kullanmadıklarından, gözleri hayatın manzaralarını ve gerçeklerini görmediğinden, kulakları hayatın duygularını ve mesajlarını derleyip toplamadığından, değerlendirmediğinden... Evet bu durumda onlar, sadece yönlendirici fıtratlarından kaynaklanan içgüdüleri ile başbaşa bırakılan hayvanlardan daha sapıktırlar! Sonra da onlar cehennemin yakıtı olurlar! Allah'ın takdiri, dilemesine uygun olarak onları cehenneme sürükler. Zira Allah'ın dilemesi, onları bu yeteneklere uygun biçimde yaratmış ve onların ceza yasasını bu şekilde belirlemiştir. Dolayısıyla onlar Allah'ın ezeli ilminde olduğu gibi varoldukları zamandan itibaren cehennemin yakıtı olurlar!

Kâinattaki Tevhid anlaşmasına ilişkin manzara arzedildikten ve bu anlaşmadan Allah'ın kendisine verdiği ayetlerden yüz çevirip sapan adam bir örnek olarak sunulduktan sonra, islâm çağrısına Allah'a ortak koşarak karşılık veren müşriklerin tutumları ile somutlaşan sapıklara aldırmayı öngören yönlendirmeye yer veriliyor. Bunlar Allah'ın isimlerinde ilhada kalkışan ve onları tahrif eden, Allah'ın isimlerini sahte tanrılara yakıştıran bir topluluktur:

 

180- "En güzel isimler Allah'ınkilerdir. O'na o isimler ile dua ediniz. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları sapıklıkları ile başbaşa bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını ilerde çekeceklerdir. "

Ayeti kerimenin metninde geçen "İlhad" kavramı sapmak veya tahrif etmek anlamına gelir. Arap Yarımadası'nda yaşayan müşrikler Allah'ın güzel isimlerini tahrif etmişler ve onları sahte ilâhlarına yakıştırmışlardı. "Allah" ismini değiştirerek bu ismi "Lat"a vermişlerdi. "Aziz" ismini değiştirip onu "Uzza"ya takmışlardı. Ayeti kerime bu isimlerin yalnız Allah'a ait olduğunu belirtmektedir. Ve yalnız müminlerin hiçbir tahrife ve sapmaya yer vermeden bunlarla kendisine çağırmalarını, bu konuda sapmış ve saptırılmış bulunanları kendi hallerine bırakmalarını, onlara aldırmamalarını, onların içinde bulundukları sapıklığa iltifat etmemelerini emretmektedir. Çünkü onların işleri Allah'a havale edilmiştir. Bu hareketlerinden dolayı kendilerini bekleyen cezaya mutlaka çarptırılacaklardır.. Aman Allah'ım, bu ne korkunç bir tehdit...

Allah'ın isimlerinden eğriliğe sapanların kendi hallerine bırakılmasına ilişkin bu emir, sırf bu tarihi olayla ve Allah'ın isimlerini lafzı olarak değiştirip onları sahte ilâhlara yakıştırmakla sınırlı değildir. Bu emir bütün şekilleriyle her türlü yanlış adlandırmayı kapsamına alır. Uluhiyet gerçeği konusundaki düşüncelerinde, ilhada kalkışan, yani tahrif eden veya sapan herkesi kapsamına alır. Allah'ın çocuğu olduğunu iddia edenler, Allah'ın dilemesinin evrendeki tabiat kanunlarına bağlı olduğunu ileri sürenler, yüce Allah hiçbir şeye benzemediği halde O'nun işlerinin insanların işlerine benzer şekilde meydana geldiğini ileri sürenler, yüce Allah'ın gökte yani evrenin düzenini idarede, insanları ahirette hesaba çekmede ilâh olduğunu kabul edip, O'nun yeryüzünde, yani insanların hayatlarında yasa koyamayacağını, hayatla ilgili konularda insanların ancak kendi akıllarıyla, deneyimleriyle ve menfaatleriyle bağdaşacak şekilde uygun gördüklerini yasa olarak belirleyeceklerini, bu konularda insanların kendi kendilerinin ilâhları olduklarını veya bir kısmının diğer bir kısmının ilâhları konumunda bulunduğunu söyleyenler ve buna (dilleriyle ifade etmeseler de pratikleriyle) şahitlik yapanlar!.. Evet bunların hepsi, Allah'ın sıfatları ve ilâhlığının özellikleri konularında birer sapmadır. Buların hepsini aynı çerçevede görmek gerekir. Müslümanlar ise, bunların hepsinden yüz çevirmek ve onlara aldırmamakla yükümlüdürler. Bu sapık yakıştırmalara kalkışanlara gelince, onlar zaten yaptıklarına karşılık olarak Allah'ın cezasıyla tehdit edilmiş bulunmaktadırlar!

KARŞIT GRUPLAR

Kur'an-ı Kerim'in akış seyri insanların bir kısmını oluşturan cehennemin yakıtı olan ve şu ayette: "Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler"... sözü edilen kesimi açıkladıktan sonra, insan gruplarını açıklamaya geçiyor. İnsanların bir grubu bunlardır. Bir grup da, Allah'ın isimlerinde eğriliğe sapanlar ve onları tahrif edenlerdir. Sonra insanların içinden hakka sarılan, insanları gerçeğe çağıran, hak ile hükmeden ve ondan sapmayan bir kesim de vardır. Bunların tam karşısında yer alan, gerçeği inkâr eden ve Allah'ın ayetlerini yalan sayan bir grup da bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim birinci grubun varlıklarını kabul eder ve onların varlığını kuşku götürmeyen değişmez bir realite olarak gösterir. Bunlar, sapıklar hakdan saptıklarında, insanlar gerçeği yalan saydıklarında hakkın bekçiliğini yapanlar ve ona bağlılıkta direnen kimselerdir. Diğerlerine gelince, Kur'an onların korkunç akıbetlerini açığa çıkarıyor ve Allah'ın onlara karşı çok çetin bir tuzak hazırladığını belirtiyor:

 

181- "Yarattığımız insanlar içinde başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir kesim varılır. "

182- Ayetlerimizi yalanlayanları hiç farkına varmayacakları biçimde yavaş yavaş kötü akıbetlerine yaklaştıracağız. "

183- "Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım sağlamdır."

Eğer insanların içinde en kötü şartlarda bile, yüce Allah'ın islâmi anlamıyla "Ümmet" diye adlandırdığı bu cemaat olmasaydı, beşeriyet asla onurlandırılmaya hak kazanmazdı. İslâm literatüründe ümmet kavramı bir tek akideye bağlanan, bu akide bağına göre biraraya toplanan ve bu akideye dayalı olarak hareket eden cemaat demektir. İşte sürekli olarak hakka bağlanan ve her zaman ona göre hareket eden bu ümmet, yüce Allah'ın yeryüzündeki emanetinin bekçisidir. Allah'ın insanlardan aldığı sözün şahididir. Bu ümmet aracılığıyla yüce Allah'a verilen sözü inkâr eden sapıklara karşı Allah'ın delili üstün gelmiş olmaktadır.

Şimdi de bu ümmetin sıfatları üzerinde biraz durmak istiyoruz:

"Başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir kesim vardır."

Sayıları ne olursa olsun varlıkları yeryüzünden silinmeyen bu ümmetin sıfatlarından birkaçını şöyle özetleyebiliriz. Onlar hakka çağırırlar, hiçbir zaman hakka hak ile davet etmekten geri durmazlar. Aleyhlerine de olsa hakkı savsaklamazlar. Bildikleri gerçeklerden asla yüz çevirmezler. Onlar yalnızca hak ile başkalarını doğru yola iletirler. Bu haktan ayrılan sapıkların ve bu anlaşmayı inkâr edenlerin üzerinde egemenlik hakları vardır. Onların hakkı tanımaktan ibaret olmayan, bu merhaleyi aşan hak ile hidayete ulaşan, ona çağrıda bulunan ve onun adıyla egemenliği elinde bulunduran aktif bir eylemi vardır.

"Hakka uygun, adil bükümler veren."

Onlar hakkı tanımayı ve onunla hidayete ermeyi aşarak, bu hakkı insanların hayatlarında gerçekleştirmeye ve onlar arasında hak ile hükmetmeye çalışırlar. Bu hakkı uygulamaktan başka hiçbir şekilde gerçekleştirilmesi mümkün olmayan adaleti uygulamak için çalışırlar...

Çünkü bu hak sırf okunan bir bilgi, incelenen bir bilim dalı olsun diye gönderilmediği gibi, kendisi vasıtasıyla doğru yola erişilen ve tanınan kuru bir vaazdan da ibaret değildir! Bu hak ancak insanların bütün işlerine hükmetmek için gelmiştir. İnsanların ibadet niteliği taşıyan eylemlerine-uygulamalarına hükmeder ve onları insanların Rabbleriyle bir bağ kurmalarına vasıta kılar. Toplumun pratik hayatına hükmeder onun sistemini ve kurumlarını kendi ilkelerine ve metoduna göre düzenler. Topluma hükmederken bu şeriattan alınma hukuku ve kanunları ile hükmeder. Toplumun alışkanlıklarına, geleneklerine, ahlâkına ve yaşam tarzına hükmeder. Ve onların hepsini bu hakikatten kaynaklanan sağlıklı düşüncelere uygun biçimde düzene koyar. Onların düşünce, bilim ve kültür metodlarına kısacası hepsine hükmeder ve bunların tümünü kendi ölçülerine göre kontrol altına alır. İşte ancak insan hayatındaki bu yönlerin tümü ile, sözkonusu hakikat varlığını ortaya koymuş olabilir. Ancak bu hakikatin uygulamasıyla gerçekleşebilen adalet yürürlüğe konmuş olur. İşte bu ümmetin hakkı tanıdıktan ve onunla hidayete kavuştuktan hemen sonra yürürlüğe koyduğu da budur.

Bu dinin tabiatı apaçıktır, karışıklığa meydan vermez! Sağlamdır, kaypaklığı kabul etmez! Bu dini saptırmaya çalışanlar onun bu apaçık ve sağlam olan karakterini değiştirmede hayli zorluk çekerler. Bu nedenle ona yorulmak bilmeyen çabalar, ardı arkası kesilmeyen saldırılar yöneltirler. Onun istikametini bozmak, karakterini cıvıklaştırmak için her türlü vasıtayı her çeşit cihazı ve bütün deneyimleri kullanırlar. İslami anlamdaki sağlıklı, sağlam ve dinamik uyanış ve diriliş hareketlerini yeryüzünün her yerinde kendilerinin kurmuş oldukları ve destekledikleri rejimler ve devletler aracılığıyla tam bir barbarlık içinde yoketmeye, ezip geçmeye çalışırlar! Ayrıca bu dinin bilginlerinden din adamı olmayı meslek edenleri onun aleyhine ustalıkla kullanırlar. Bunlar Allah'ın hükümlerini tahrif eden, Allah'ın haram kıldıklarını helâl sayan, şeriatın hüküm olarak belirlediğini cıvıklaştırmaya çalışan, fuhuş ve kötülükleri yaygınlaştırmakla kalmayıp, üstelik bunların üzerine dini armalar ve etiketler yapıştıran kimselerdir! Materyalist medeniyetler tarafından aldatılmışları, onların teorilerinin, sistemlerinin etkisine girenleri peşlerinde sürüklüyorlar ki, islâmın da bu teorilere ve bu sistemlere benzediğini onlara kabul ettirebilsinler. Onların sloganlarını alsınlar. Veya onların teorilerini, hukuklarını ve metodlarını kopye edebilsinler! Bunlar hayatın tümüne hükmeden islâmı, miadını doldurmuş tarihi bir olay olarak değerlendiriyorlar. Onun bir daha geri dönemeyeceğine inanıyorlar. Müslümanların duygularını yatıştırmak için de bu mazinin büyüklüğünü takdirle yadederler ki, bu uyuşturucu atmosfer içinde şöyle desinler: Bugün islâmın, bir hukuk ve sistem olarak değil de, müslümanların bireysel hayatlarında bir inanç sistemi ve ibadet biçimi olarak yaşaması zorunludur. İslâma ve müslümanlara geçmişin şerefli tarihi iftihar kaynağı olarak yeterlidir! Yani bunu böyle kabul etmeliyiz veya bu dinin bir "evrim" geçirmesi beşerin realitesine ayak uydurabilmesi için, bu realiteye bağımlı olması, onların kendisine uygun gördükleri bütün düşüncelere ve kanunlara açık olması zorunludur. Böylece dünyada daha önce islâmi olan rejimlerde, devletlerde zamanla inanç sistemi ve din haline dönüşen birtakım teoriler yürürlüğe koyarlar ki, o eski dinin yerini tutsun! O eski Kur'an'ın yerini tutması için, okunan ve tedkik edilen bir Kur'an indirirler. Yine onlar başka bir yöntem olarak bu dinin karakterini değiştirmeye çalıştıkları gibi, toplumların karakterlerïni de değiştirmeye uğraşırlar ki, bu din, kendisiyle doğru yola gelebilecek elverişli kalplerle karşılaşmasın. Onlar bu son taktikleri gereği olarak toplumları, cinsellik, fuhuş ve kötülüklerin bataklığında boğulan, geçim derdi ile meşgul; peşinde koşmadan, zorlamadan ve alın teri dökmeden geçimini temin edemeyecek konuma düşen grupçuklara dönüştürürler ki, karnını doyurduktan ve cinsel duygularını tatmin ettikten sonra ayrılmasınlar, hidayete kulak vermesinler veya dine yönelmesinler!

İşte bu, islâma ve islâmla doğru yola ileten ve onunla adaleti gerçekleştirmek isteyen islâm ümmetine karşı başlatılan korkunç bir savaştır. Hiç çekinilmeden her tür silâhın, haddi hesabı olmayan vasıtaların kullanıldığı bir savaş... Bu savaşta uluslararası süper güçler, karteller, holdingler ve basın-yayın organları bütün güçleriyle çalışmakta, devletlerarası bütün teşkilâtlar ve kurumlar onların emrine sunulmakta ve bu uluslararası dayanışma olmadan bir tek gün ayakta durma şansı olmayan kukla rejimler hep birlikte hareket etmektedirler!

Her şeye rağmen, bu dinin apaçık ve sağlam tabiatı halâ bu korkunç savaşa karşı bütün direnci ile ayaktadır. Bu hal üzere bulunan müslüman ümmet de sayısının azlığına ve hazırlığının yetersizliğine rağmen kendisine karşı girişilen barbarca yoketme operasyonlarına karşı dimdik durmaktadır... "Hiç şüphesiz Allah işinde üstün olandır."

"Ayetlerimizi yalanlayanları hiç farkına varmayacakları biçimde yavaş yavaş kötü akıbetlerine yaklaştıracağız."

"Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım sağlamdır."

İşte bu dine sarılan, onun üzerinde buluşan ve onun bağları üzerinde biraraya gelen ümmete karşı düşmanların başlattıkları bu korkunç savaşta, onların gereği gibi hesaba katmadığı asıl kuvvet kaynağı budur... İşte Allah'ın ayetlerini yalan sayanların hesaba katmayı ihmal ettikleri asil kuvvet budur. Onlar asla düşünemiyorlar ki, bu, farkında olmadan Allah'ın onları yavaş yavaş cezaya yaklaştırmasıdır. Bunun belli bir süreye kadar Allah tarafından verilen bir mühlet olduğunu düşünemiyorlar. Onlar Allah'ın tuzağının çetin olduğuna inanmıyorlar! Birbirlerine destek oluyorlar ve yeryüzünde kendi dostlarının gücünü egemen görüyorlar ve en büyük kuvveti unutuyorlar! Bu Allah'ın ayetlerini yalan sayanlara karşı izlediği değişmez yasasıdır... Onları yavaş yavaş felâkete sürüklemek ve kendilerine karşı hazırlanan tuzak ve önlemin içine itmek için onların dizginlerini serbest bırakır böylece de karşı gelmelerine ve zulüm yapmalarına zaman tanır. Burada tuzak kuran kimdir? Karşı konulmaz kuvvet sahibi Cabbar olan Allah'tır. Fakat onlar bundan habersizdirler! Ve mutlaka son zafer, hak ile doğru yola ileten ve onu uygulamakta adaleti gerçekleştiren takva sahiplerinindir.

DÜŞÜNEMİYENLER

Kur'an-ı Kerim, bu korkunç tehditleri, Mekke'de Allah'ın ayetlerini yalan sayan bir topluma yöneltiyordu. Şu kadar var ki, Kur'an'ın hükümleri sürekli olarak belli bir olayla sınırlı olmaktan tamamen uzaktır. Yüce Allah bu kâfirleri, islâmi anlamda ümmet diye adlandırdığı müslüman cemaate karşı tavırlarından dolayı tehdit etmiş ve onlara zaman tanıdığını, yavaş yavaş onları cezaya ve sağlam tuzağa doğru sürüklediğini bildiriyor. Bu tehditten sonra onları, kalplerini, gözlerini ve kulaklarını kullanmaya çağırıyor. Dolayısıyla onlara, cehennem yakıtı olmamalarını, gafiller arasına girmemelerini söylüyor. Yine onları, kendilerini hakka çağıran ve bu hak ile doğru yola ileten peygamberlerinin hakkında iyice düşünmeye çağırıyor. Yerin ve göklerin işleyen düzenine bakmalarını, bu işleyen görkemli düzen içine serpiştirilen Allah'ın ayetlerini görmeye davet ediyor onları. Zamanın geçtiğini, gizli olan ecel vaktinin gelip çattığını ancak kendilerinin halâ gaflet içinde olduklarını belirterek uyanmalarını istiyor:

 

184- "Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli olması sözkonusu değildir. O sadece açık bir uyarıcıdır. "

185- "Göklerin ve yerin görkemli mekanizmasını, Allah'ın yaşattığı her şeyi ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmüyorlar mı? Kur'an'dan sonra hangi söze inanacaklar?

Kur'an onları dalgınlıklarından kurtarıyor, gafletlerinden uyarıyor, sis tabakası altında kalan fıtratlarını, akıllarını ve duygularını harekete geçiriyor. Kur'an onların beşeri olan bütün bünyelerine hitab ediyor. Bu bünyede yer alan alıcı verici cihazların hepsine yöneliyor. Onları kuru zihinsel bir tartışmaya yöneltmiyor. Onların varlıklarını tutup derinden sarsıyor:

"Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli olması sözkonusu değildir. O sadece açık bir uyarıcıdır."

Kitleleri aldatmak amacıyla peygamberler için normal insanların kullandığı alışılmış ifadelere uymayan, Kureyş'in ileri gelenleri tarafından peygamberimize karşı başlatılan soğuk savaşta (propaganda) `Muhammed cinlerin etkisine girmiştir' şeklindeki acayip sözleri söylüyorlardı.

Kureyş'in ileri gelenleri yalancı olduklarını biliyorlardı! Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- çağrısı hususunda onların gerçeği bildiklerini, bu Kur'an'a kulak vermeme ve ondan en derin biçimde etkilenmeme konusunda kendilerini alamadıklarını belirten pekçok rivayetler vardır. Ahnes b. Şurayk, Ebu Süfyan b. Harb ve Amr b. Hişam'ın (Ebu Cehil) üç gece üstüste gizlice Kur'an dinlemeye gelişlerinin kıssası ve onların bundan ne kadar etkilendikleri bilinmektedir. Peygamberden -salât ve selâm üzerine olsun- insanın bünyesini sarsan Fussilet suresini dinleyip etkileyici tesirleri karşısında sarsılan Utbe b. Rebia'nın olayı da meşhurdur. Kureyş'in Hac mevsimi gelmeden önce Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve Peygamberimizle beraber bulunan Kur'an hakkındaki görüşlerini belirlemek için yaptıkları toplantı olayı da bunun gibidir. Velid b. Muğire'nin bu toplantı sonunda en tutarlı görüşün, Kur'an'ın insanı etkileyin bir büyü olduğunu söyleyenlerin görüşü olduğu kararına varması da ilginçtir. Bütün bu rivayetler gösteriyor ki, onlar peygamberliğin gerçek durumundan habersiz değillerdi. Ona karşı büyüklük taslıyorlardı. "Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir. Onaylanmasının saltanatlarını kökten tehdit ettiğini, insanların Allah'ın dışında başka ilâhlara kul olmalarını engellediğini ve genel olarak islâmın bütün beşeri putları, ilâhları sarstığını gayet iyi biliyorlardı!

İşte bu nedenle herkesin karşısında apışıp kaldığı Kur'an'ın insanların alışageldiği sözlerden apayrı ve onların söylediklerinden tamamen farklı üslubunu istismar ediyorlardı. Bu toplumda ve önceki toplumlarda alışagelen şekli yapıyı da sömürmeye çalışıyorlardı. Gaybten haber verme ve cinlerle ilişki kurma ile peygamberlik arasında bir bağ kurma çabası içinde bulunuyorlardı! Birtakım delilerin saçma, tutarsız sözlerini istedikleri şekilde yorumlayan ve onların bu sözlerinin ve işaretlerinin onlara görülmeyen gayb aleminden geldiklerini ileri sürmeye çalışıyorlardı! Müşrikler bu toplantıların tortularını kullanarak Hz. Muhammed'in söylediklerinin cinlerin etkisinde kalmasından kaynaklandığını, bu ilginç ve hayat verici sözleri deli olduğundan dolayı söylediğini kitlelere kabul ettirmeye gayret ediyorlardı! (Bkz. Müddesir suresi tefsiri.)

Kur'an-ı Kerim onları daha önceden tanıdıkları ve bildikleri Peygamberimizin mesajı hakkında muhakeme etmeye ve düşünmeye çağırmaktadır. Onlar daha önce onun dürüstlüğüne gölge düşürecek bir açığını tesbit etmiş değillerdi. Onun güvenilir ve doğru sözlü olduğuna kendileri de şahitlik etmişlerdi. Ayrıca onun hikmet sahibi biri olduğuna tanıklık etmişler, onu Haceri Esved'i yerine koyma konusunda çıkan anlaşmazlıkla hakem tayin etmişler, onun hükmünü gönülden benimsemişler ve bu hükümle aralarında patlak vermek üzere bulunan bir fitneden kurtulmuş ve değerli mallarını ona emanet etmişlerdi. Bu mallar Mekke'den hicret edinceye kadar onun yanında kalmış, hicretinden sonra amcasının oğlu Ali (Kerremellahu vechehu) onları sahiplerine iade etmiştir!

Kur'an-ı Kerim bütün geçmişi, kendileri tarafından bilinen ve davası apaçık biçimde gözler önünde olan bu peygamberin durumunu güzelce muhakeme etmelerini ve düşünmelerini istemektedir... Bu mu deliydi? Bu mu delilerin sözü, delilerin işiydi?.. Asla!..

"Arkadaşları Muhammed'in bir deliliği yoktur. O sadece apaçık bir uyarıcıdır?"

Ne onun aklında ne de sözlerinde hiçbir karışıklık yoktur. O sadece bir uyarıcı, bir açıklayıcı ve bir bildiriciydi. Onun sözleri delilerin sözleriyle karıştırılacak nitelikte değildi. Onun durumu da delilerin durumuna benzemiyordu.

Sonra...

"Göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını, Allah'ın yarattığı herşeyi düşünmüyorlar mı?"

Bu hayret edilecek olaylarla dolup taşan evren önünde başka bir sarsılıştır. Açık bir kalb ve görebilen bir göz ile bu korkunç ölçüde büyük ve geniş evrene yönelmek, fıtratın sis katmanlarından kurtulması için silkinmesine tek başına yeterli olacaktır. Evrendeki gizli gerçeği, ona tanıklık eden üstün sanatı ve kudret sahibi bir yaratıcısını gösteren icazını kavraması için insanın yeteneklerini ve organizmasını harekete geçirecektir. Yerin ve göklerin sisteminde insanın kalbini ürperten, düşüncesini hayrete düşüren öyle eşya var ki... Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye bakan insanın kalbi dehşete kapılır, düşüncesi şaşırıp kalır, aklı bunların hepsinin kaynağını araştırmaya yönelir. Bu yaratıkları gözler önündeki amaçlı sisteme göre yaratan iradeyi incelemeye başlar.

Yaratıklar niçin bugünkü şekilde olmuşlardır da haddi hesabı olmayan imkân dahilindeki başka bir şekilde olmamışlardır? Neden imkân dahilinde bulunan başka yollardan birine girmemişlerdir de bu yolda yürümüşlerdir? Neden bu yolda bu istikameti tutturmuşlardır? Onların bu şekilde varlıklarını sürdürmelerini sağlayan kimdir? Eğer bu, tek bir iradeden kaynaklanan sürekli ve planlı bir takdirin direktiflerine göre işleyen aynı yasal sistem değilse, onların tabiatında egemen olan bu vahdetin sırrı nedir?

Canlı zerrecikler, hatta canlı hücre insanı hayretten hayrete sevkeden bir mucizedir. Hücrenin varlığı... Bünyesini oluşturan sistem... Hücrenin hareketleri... Her an varlığını korumakla beraber, içerisinde meydana gelen sürekli değişme operasyonları... Kendi neslini sürdürmek için kapsadığı yenilenme vasıtaları. Kendi görevini bilmesi... Nesiller boyunca bu görevini aksatmadan sürdürmesi! İşte bu özelliklere sahip bulunan bu canlı hücreye bakıp inceledikten sonra kimin aklı, hatta fıtratı ve vicdanı bu evrenin bir ilahı olmadığına veya burada Allah'tan başka ilâhların da bulunabileceğine kanaat getirebilir?

Hayatın evlilik ve nesil yolu ile varlığını sürdürmesi her kalbe ve her akla tek bir yaratıcının plan ve idaresini haykıran bir tanık durumundadır. Yoksa kim nesiller boyunca bu evliliği mükemmel biçimde karşılayacak ölçüde erkekleri ve kadınları hayatta dengede tutabilir. Neden hayatın herhangi bir döneminde sadece erkekler veya sadece kadınlar dünyaya gelmemektedir? Eğer böyle bir şey meydana gelse insanlığın nesli hemen o nesilde tükeniverir. Öyleyse bütün nesiller boyunca kadın-erkek arasındaki bu dengenin direksiyonunu elinde bulunduran kimdir?

Denge yalnız bu canlı olayda değil, yerin ve göklerin her alanında ve bütün olaylarda gözetilmiştir. Bir atomun yapısında bu denge ilkesi gözönünde bulundurulduğu gibi, galaksilerin kuruluşunda da denge ilkesine riayet edilmiştir! Bu denge ilkesi canlılar arasında şaşmaz bir ölçü olduğu gibi, cansız varlıkların arasında da değişmez bir yasadır. Eğer bu denge ilkesi kılpayı kadar sarsılacak olursa, bu evren bir an bile ayakta duramaz! Öyleyse yerdeki ve gökdeki tüm büyük dengelerin dizginini elinde bulunduran kimdir?

Bu Kur'an'ın ilk muhatabı olan Arabistan Yarımadası'nın Arapları o zamanki bilimleri bilgileriyle yerde gökde ve Allah'ın yarattığı herşeyde, bu denge ve ahengin boyutlarını tam anlamıyla kavrayacak durumda değillerdi. Şu var ki, insanın fıtratı, bu evrenle engin bir uyum içindedir. İnsanın fıtratı, bu enginliklerde seslerle ifade edilemeyen dilini kullanarak evrenle diyaloğa geçer. Kâinatın etkileyici ve yol gösterici mesajlarını, ilhamlarını alabilmesi için insanın açık bir kalp ve gören bir gözle bu evrene bakması yeterlidir.

Nitekim insan, bu varlık aleminin duygularına verdiği mesajları alarak kendi fıtratı ile kendisinin bir ilâhı olduğunu bulmuş ve bu gerçek onun duygularında hiçbir zaman saklı kalmamıştır. Ancak insan bu gerçek ilâhın sıfatlarını belirlemede hataya düşebilmiştir. Neticede peygamberlerle gelen mesajlar onu bu konuda doğru olan görüşe iletmiştir.

"Bilimsel Sosyalizm"in taraftarları olan modern inkârcılara-ateistlere gelince, bunlar fıtratları bozulmuş hayvanlaşmış yaratıklardır! Hatta onlar ancak kendi fıtratlarını inkâr ediyorlar. Onlar içlerinden gelen telkinlere karşı direniyorlar, inat ediyorlar. Onlardan birinin feza boşluğuna çıktığında, harika manzarayı ve yerküresinin boşlukta asılı duran manzarasını gördüğünde fıtratı haykırıyor: "Dünyayı bu şekilde boşlukta durduran kimdir?" Fakat yeryüzüne indiğinde ve devletin baskısını hatırladığında: Orada Allah'ı görmediğini söylüyor. Ve yerin ve göklerin cüzi bir bölümü karşısında fıtratının özünden gelen duyguları ve vicdanının derinliklerinden gelen haykırışları gizliyor!

Bu Kur'an ile insana hitab eden yüce Allah, insanı yaratan ve onun fıtratını en iyi bilendir.

Son olarak onların kalplerine bir ölüm teması ile dokunuyor. Bu ölüm, onlar kendilerinden habersiz oldukları bir sırada bilinmeyen gayb aleminden gelip pek yakında kendilerini yakalayabilir:

"Ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmüyorlar mi?"

Onlar ecellerinin yakın olduğunu nerden bileceklerdir? Onlar Allah'ın gaybından habersiz oldukları ve Allah'ın pençesinden kurtulamayacak bir durumda oldukları halde, onları gaflet içinde orada bırakan sebep nedir?

Yaklaşmış olma ihtimali de bulunan gizli ecel ile teması gerçekleştiren bu dokunuşlar insanın kalbini derin bir şekilde sarsar! Belki böylece uyanır, gözlerini açar ve görmeye başlar. Bu Kur'an-ı indiren ve bu insanı yaratan yüce Allah, bu dokunuşun hiçbir kalbi gafil bırakmayacağını çok iyi bilmektedir. Yalnız bazı kalpler buna inad edebilecek ve büyüklük taslayabileceklerdir!

Bu sözden daha etkili bir şekilde kalpleri sarsacak veya onları yumuşatacak başka bir söz yoktur...

Bir ayeti kerime içerisinde yeralan bu dokunuşlar, Kur'an'ın bu insanın bünyesine hitab eden metodunu ortaya koymaktadırlar. Kur'an'ın bu metodu, insanın tüm duygularına hitab eder. Hitab etmediği bir taraf, dokunmadığı hiçbir çizgi bırakmaz. Kur'an metodu sırf insanın aklına hitab etmez. Yalnız onu, tamamı ile boş da vermez.

İnsanın bütün bünyesini sarsarken, ona da dokunur ve harekete geçirir. İnsan zihnine dokunurken kuru tartışma metodu ile ona yanaşmaz. Hayatın sıcaklığı içine sirayet etmişken, cereyanı içinde hareket ederken onu diriltmek ve görüp düşünmesini sağlamak ister. Allah yoluna davetin metodu sürekli olarak böyle olmalıdır. Çünkü insan yine o insandır. İlim yönünden ne kadar "tekamül ederse" etsin, bünyesinde bir değişiklik olmayan insana Allah'ın hitabı ve değişmez kelâmı olan Kur'an da yine o Kur'an'dır.

HİDAYET VE SAPIKLIK

Burada ayeti kerimelerin akış seyri bir değerlendirme yapmak için kısaca duruyor... Burada Allah'ın hidayet ve sapıklığa ilişkin değişmez yasası belirtiliyor. Bu yasa Allah'ın iradesine uygun olarak hidayeti isteyen ve bu konuda çaba sarfedenleri hidayete erdirmeyi, hidayetin delillerinden ve imanın mesajlarından yüz çevirenleri sapıklığa itmeyi gerektirmektedir. Bu değişmez yasa Kur'an'la muhatap olan topluluğun haline uygun düşecek biçimde arzedilmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bir tek örnek vasıtasıyla genel bir ilkeyi metod olarak arzeder. İbret verici bir olay vesilesiyle değişmez bir yasayı açıklar:

 

186- "Allah'ın saptırdığı kulu hiç kimse doğru yola iletmez. O sapıkları, azgınlıklar içinde debelenmeye bırakır."

Sapıklığa düşenler, ancak görmek ve düşünmekten habersiz olan kimselerdir. Allah'ın ayetlerini görmek ve onları düşünmekten gafil olanları Allah sapıklığa iter. Allah'ın sapıklığa ittiği kimseyi bundan sonra kimse doğru yola iletemez:

"Allah'ın saptırdığı kulu, hiç kimse doğru yola iletemez."

Allah'ın bu yasaya uygun olarak kendisine sapıklık yazdığı kimse, sonuna kadar haktan sapmaya ve onu görmezlikten gelmeye devam eder:

"O sapıkları, azgınlıkları içinde debelenmeye bırakır."

Onların bu hallerine terkedilmeleri bir zulüm değildir. Çünkü basiretlerini ve gözlerini kapatanlar, onların kendileridir. Kalplerinin ve diğer organlarının işlemelerine engel olanlar, onların kendileridir. Varlığın sırlarından, yaratmanın üstünlüklerinden ve önceki ayette kendisine dikkat çekilen eşyanın şahitliğinden habersiz olanlar, onların kendileridir. Bu evrende insanın gözü nereye uzansa, orada hayret edilecek şeylerle karşılaşır. İnsan nerede gözünü açsa, orada bir ayet görür. Bunların hepsini görmediğinde, görmezlikten geldiğinde, bu şaşkınlığı ile yüzüstü bırakılır. Bunların hepsinde sonra sapıklığı tercih eder ve hakkı çiğnerse, kendisini yokluğa teslim edecek olan sapıklığa terkedilir:

"O sapıkları, azgınlıkları içinde debelenmeye bırakır."

AHİRET İNANCI

İşte çevrelerini kuşatan gerçeklerden habersiz olanlar... kendilerini çepeçevre saran gerçekleri görmezlikten gelenler... kalkıyorlar, Peygamberimize salât ve selâm üzerine olsun- bilinmez gayb aleminde onlardan tamamen uzakta bulunan kıyamet hakkında soru soruyorlar. Tıpkı ayaklarının altındakini görmedikleri halde, engin ufuklardakileri görmeye çalışanlar gibi!

 

187-Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi rabbimin tekelindedir. Vakti gelince, onu gerçekleştirip açığa çıkaracak olan O'dur. Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar. De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. "

188- "De ki; ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim, daha çok iyilik elde ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim."

Ahiret inancı ve ahiret gününde hesaba çekilme, cezalandırılma Arap Yarımadası'nda yaşayan Araplar için sürprizdi. Halbuki bu inanç, hem müşriklerin atası Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- dininde hem de onurlu babaları İsmail'in dininde köklü bir inançtı. Ne var ki, bu inancın üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Onlar uzun bir süre bu inançtan uzak yaşamışlardı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in dini olan islâmın ilkeleri ile araları açılmıştı. Bu nedenle ahiret inancı tamamen düşüncelerinden silinmişti. Dolayısıyla onu gerçekten hayret edilecek bir inanç olarak algılıyorlar ve düşüncelerinden çok uzakta görüyorlardı. Müşrikler, bu inanca ve ölümden sonraki hayattan, dirilişten, toplanmaktan, hesaba çekilmekten ve cezalandırılmaktan söz ettiği için Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- şaşıyorlardı. Nitekim başka bir surede Kur-an-ı Kerim bu noktaya açıklık getirmiştir: "Kâfirler (birbirlerine) dediler ki: Siz tamamen dağılıp parçalandıktan sonra, mutlaka yeni bir yaradılış içinde olacağınızı size haber veren bir adam size gösterelim mi? Allah'a yalan mı uydurdu, yoksa kendisine delilik mi var? Hayır, ahirete inanmayanlar hem azap, hem de derin sapıklık içindedirler." (Sebe Suresi: 7-8)

Yüce Allah biliyordu ki, herhangi bir ümmetin insanlığa önderlik yapması ve onun üzerine şahit olması -ki islâm ümmetinin de görevi budur- apaçık bir ahiret inancı olmadan ve bu inanç, bu ümmetin vicdanında köklü bir biçimde yer etmeden gerçekleşemez. Hayatın, bu kısa zaman diliminden kısacık dünya hayatından ve küçücük yeryüzünün sınırlarından öteye geçmediğini düşünen bir ümmetin, bu sıfatları taşıyan ve bu görevi üstlenecek olan bir ümmeti meydana getirmesi mümkün değildir!

Ahiret inancı, düşüncenin derinlik kazanması, insanın iç dünyasının genişlemesi ve hayatın geniş bir boyut kazanmasıdır. Bu inanç, insanın kendisini bekleyen görevi üstlenmeye elverişli bir nitelik kazanması için, bizzat iç aleminin oluşması için de zorunludur. Aynı şekilde nefsin basit arzularını kısa görüşlü ihtiraslarını kontrol altına almak için de ahiret inancı zaruridir. Basit sonuçların umutsuzluğa neden olmamaları, büyük fedakârlıkların insanı yolundan alıkoymamaları, hayır yolunu müjdeleme, hayır yolunda çalışma ve hayra rehberlik etme açılarından yoluna devam etmesi,'kısa vadeli sonuçlara ve acı fedakârlıklara rağmen, hareketin alanını genişletmesi için de ahiret inancı şarttır. Ayrıca bu büyük görevi üstlenmek için de bu sıfatlar ve duygular zaruridir.

Ahiret inancı, `insanın içinde yer alan düşünce ve görüş enginliği ile dar görüşlülük ve `hayvan'ın idrakinde yer alan duyguların alanında hapsolma arasında bir yol ayrımıdır! Hayvanların kavrayışları gibi değerlendirme, insanlığın liderliği için dosdoğru halifelik çizgisinde Allah'ın emanetini yerine getirmeye yetmez.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı Allah tarafından gönderilen bütün dinlerde ahiret inancı üzerinde önemle durulmuştur. İlâhi dinlerin sonuncusu olan islâm dininde ise ahiret inancı, genişliği, derinliği ve aydınlığı ile en ideal şekline kavuşmuştur... Öyle ki, müslüman ümmetin duygularında ahiret hayatı bizzat içinde yaşadıkları dünya hayatından daha köklü, daha açık ve daha engin bir şekilde yer almıştır. İşte bu özelliğiyle islâm ümmeti, beşeriyeti kumanda etme konumuna gelmiş ve insanlık tarihi tarafından en güzel biçimde bellenen ve tarihde eşine rastlanmayan kumanda mevkiine ulaşmıştır.

Biz burada A'raf suresinin bu bölümünde müşriklerin ahiret inancını nasıl bir şaşkınlık ve tepkiyle karşıladıklarını gösteren bir manzara önündeyiz. Onların bu halleri alaycı, inkârcı ve vurdumduymaz bir ifade tarzı ile kıyamet hakkında soru sormalarından anlaşılmaktadır:

"Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye?"

Hiç kuşkusuz kıyamet yalnız Allah'ın bildiği ve kendi yaratıklarından hiçbirine bilgisini vermediği gayb konularından biridir. Fakat buna rağmen onlar, Peygamberimize kıyameti soruyorlar. Bu, ya deneme ve sınama sorusudur, ya da garipsenen, tuhaf karşılanan bir meseleye ilişkin bir sorudur! Yahut da hafife alan, küçümseyen bir sorudur! ``Ne zaman gelip çatacak diye?", yani kesinleşecek ve gelip çatacak vakit ne zamandır?

Halbuki Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de bir insandı. Gaybı bildiğini iddia etmiyordu. Gaybı sahibine havale etmek, gaybı bilme işinin ilâhlığın özelliklerinden biri olduğunu, kendisinin bir insan olduğunu, insan olması dışında, başka bir iddiası olmadığını, bu sınırları aşmadığını, kendisine öğretenin Allah olduğunu ve istediği şeyi kendisine vahiy ile bildirdiğini onlara öğretmekle emredilmişti:

"De ki; onun bilgisi Rabbimin tekelindedir. Ondan başka kimse onun vaktini bilemez."

Kıyametin zamanını bilen yalnızca yüce Allah'tır. Kıyamet gelmeden önce onu kimseye bildirmez. Ve Allah'tan başkası bu zamanı açıklayamaz.

Ayeti Kerime onların, bu şekilde kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin sorularından vazgeçip, onun tabiatına ve gerçekliğine yönelmelerini, dehşetini ve büyüklüğünü hissetmeye çalışmalarını istemektedir. Dikkat edin, kıyamet günü gerçekten büyük bir olaydır! Dikkat edin, o günün yükü çok ağırdır! Dikkat edin, kıyametin ağırlığını, gökler ve yerler taşıyamaz! Bütün bunların yanında kıyamet ansızın gelip çatar. Kendisinden habersiz olanları birden yakalayıverir:

"Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay, başınıza ansızın gelecektir."

Şu halde, insan tüm gücünü kıyamet gelmeden önce ona hazırlanmak ve önlem almak için harcamalıdır. Çünkü gelip çattıktan sonra sakınmanın bir yararı olmaz. Daha vakit varken, ömür vefa ederken, eğer gereken önlem alınmamışsa, ona göre bir hazırlık yapılmamışsa, gelip çattıktan sonra dikkatli olmanın, ihtiyatlı hareket etmenin hiçbir faydasından sözedilemez. Sonra hiç kimse O'nun ne zaman geleceğini bilemez. Öyleyse bu andan tezi yok harekete geçmeli, çok çalışmalı, bundan böyle bir ânı bile boşa harcamamalıdır. Çünkü ölüm bundan sonraki saniyede ansızın gelip çatabilir!

Sonra Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- kıyamet hakkında soru soran bu insanların hallerini hayretle dile getiriyor. Onlar peygamberliğin tabiatını, peygamberin gerçek mahiyetini, ilâhlık gerçeğini ve peygamberin yüce Rabbine karşı takındığı edebini gerektiği biçimde kavrayamıyorlar:

"Sanki sen bunu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar!"

Yani sanki sen sürekli bu konuları araştıran ve soran bir meraklısın gibi! Onun zamanını açıklamakla yükümlüymüşsün gibi sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar! Halbuki Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bilgisinin yalnız Allah'a mahsus olduğunu bildiği konularda Rabbine soru sormaz:

"De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir."

Kıyametin bilgisi yalnız Allah'a aittir. Ve onu yaratıklarından hiç kimseye bildirmemiştir.

"Fakat insanların çoğu, bu gerçeği bilmezler."

Böyle olan, yalnız kıyamet meselesi değildir. Gayb konularının tamamı böyledir. İşte bu gaybın bilgisi yalnız Allah'a mahsustur. Dilediği kimseyi dilediği kadarıyla, dilediği zamanda bu gaybdan haberdar ettiğinde, başkası onu bilemez. İşte bu nedenle insanlar kendileri için, ne bir fayda ne de bir zarar verebilirler. Onlar bazan kendileri için fayda getirir umudu ile bir iş yaparlar, fakat işin sonunda büsbütün zararlı da çıkabilirler. Aynı şekilde zararı önlemek için bir iş yaparlar, fakat işin kendilerine görünmeyen sonu onları zarara doğru çeker! Zaman olur hoşlanmadıkları bir iş yaparlar, fakat bir de bakarlar ki, sonunda yararlı çıkmışlardı: "Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir, buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir... (Bakara Suresi: 216)

Nitekim şair diyor ki;

Dikkat edin, kim bana gideceğim yeri gitmeden gösterebilir? Kim gösterebilecek ki, gidilecek yere ancak gidişten sonra varılabilir? (İbn-i Rumi'nin kasidesinden alınmıştır.)

Şair burada gizli olan gayb karşısında insanlığın konumunu tesbit etmektedir. İnsan ne kadar bilirse bilsin, ne kadar öğrenirse öğrensin, onun gayb kapısı karşısındaki konumunu değiştiremez. Gözlerinin önüne geçirilmiş olan gayb perdesini kaldıramaz. Gizli olan gayb alemi karşısında gözü kapalı olan insanın beşeriliği ona sürekli olarak konumunu hatırlatacaktır.

Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kim olduğu, herkes tarafından bilinmesine ve yüce Allah'ın yanında gayb konusunda diğer insanlar gibi bir beşer olduğunu, kendisi için ne faydalı ne de zararlı olmaya gücü yetmediğini tüm insanlara açıklamakla yükümlüdür. Çünkü o, gaybı bilmemektedir. Yolları aşmadan hangi hedeflere varılacağını kestirememektedir. Hareketlerinin sonuçlarını nereye varacağını görememektedir. İşte bu nedenle, hareketlerini sonuçlarına göre tercih etme gücüne sahip değildir. Yani gizli olan akıbetin iyi olduğunu görüp, vazgeçme imkânına sahip değildir. O ancak amel etmekle yükümlüdür. Netice ise, Allah'ın gizli gaybında, Allah'ın takdir ettiği biçimde gelecektir. (Bkz. "En'am Suresinin 59. ayeti"nin tefsiri.)

"De ki; Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim daha çok iyilik elde ederdim ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi."

Bu ilân ile islâmdaki Tevhid akidesi, bütün özellikleri ile şirkin her çeşidinden ve her türlüsünden kesin bir şekilde soyutlanıyor. Yüce Allah da hiçbir insanın kendisine ortak olmadığı ilâhi özelliklerle ortaya çıkıyor. İsterse bu beşer Allah'ın elçisi, sevgilisi, seçkin kulu Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- olsun farketmez. Gaybın eşiğinde beşerin bütün enerjisi tükeniverir ve beşerin bütün ilimleri durmak zorunda kalır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun İnsan oluşunun beşeriyetin sınırlarında durur. Vazifesi de hudut ile sınırlıdır.

"Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim."

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- insanların hepsine bir uyarıcı ve müjdecidir. Yalnız onun uyarılarından ve müjdelemelerinden yararlanacak olanlar sadece "müminler"dir. Peygamberin sunduğu hakikati anlayacaklar onlardır. Onur. getirdiklerinin gerisindekileri kavrayabilenler yine onlardır. Bunun da ötesinde, onlar insanlığın yüz akıdırlar. Ayrıca onlar, peygamberin kendileri aracılığıyla bütün insanların şerrinden kurtulduğu kimselerdir.

Muhakkak ki, söz gerçek anlamını ancak kendisine açılan kalpleri, onu kabul edip kendisiyle aydınlanan akıllara kavratabilir. Bu Kur'an'da ancak mümin bir topluluğa hazinelerini açar, sırlarını açıklar, meyvelerini verir. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ashabından bazıları; "Bize Kur'an verilmeden önce iman verilirdi" demişlerdi. İşte onların Kur'an'dan bunca zevk almaları imana bağlı bir durumdur. Ancak bu imanla, onun anlamlarını ve amaçlarını üstün bir şekilde kavrıyorlardı. Bu iman sayesinde çok kısa bir zamanda büyük harikalar meydana getirmişlerdir.

Gerçekten de bu eşsiz nesil, Kur'an'ın tadından, nurundan ve sarsılmaz delilinden öyle bir tad almışlardı ki, bu nesil gibi iman eden bir nesilden başkası asla onun tadına varamaz. Onların ruhlarını imana ileten Kur'an olmuşsa da iman onlara, Kur'an'da imandan başkasının asla açamayacağı ufuklar açınıştır!

Sahabe nesli Kur'an ile beraber ve bu Kur'an için yaşamışlardır. İşte bu nedenle, bu eşsiz nesil bu düzeyde bu çokluğu ve yetkinliğiyle bütün tarih boyunca bir daha gün yüzüne çıkmamıştır. Tarih boyunca bu onurlu ve takdirli neslin ayak izlerini takip ederek yürüyen tek tek bireylerden başka kimse o noktaya ulaşamamıştır! Onlar uzun bir zaman boyunca kendilerini Kur'an'a adamışlardır. Onun yüce kaynağına insan sözlerinden hiçbir saibe karışmamıştır. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sözleri ve uygulaması hariç. Zaten peygamberin sözleri ve yol göstermeleri de yine Kur'an kaynaklıydı. İşte bundan dolayı bu nesil böylece eşsiz bir konuma gelmişti.

O neslin gerçekleştirdiklerini yapmaya çalışanların onların izlediği yolu izlemeleri, uzun bir zaman boyunca bu Kur'an ile beraber ve bu Kur'an için yaşamaları, akıllarına ve kalplerine beşer sözlerini onların olgunlaştıkları gibi olgunlaşmaları için karıştırmamaları ne güzel olacaktır.

TEVHİD VE SAPIKLIK

Daha sonra Tevhid meselesine ilişkin yeni bir fikir gezisine çıkıyoruz. Konunun başında hikâye tarzı kullanılıyor. Böylece insanların Tevhid'ten Şirk'e doğru nasıl adım adım saptıkları tasvir ediliyor. Sanki bu sözkonusu müşrikleri ataları olan Hz. İbrahim'in dininden nasıl saptıklarının hikâyesidir. Konunun sonlarına doğru üslûb değişiyor ve doğrudan onlara hitab ediliyor. Allah'a ortak koştukları ilâhlarına tapmakla ne kadar basitleştikleri yüzlerine vuruluyor. Böylece ilk bakışta basit bir düşünce ve çirkin boş bir iddia olduğu ortaya konmuş oluyor. Bölümün sonunda Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu müşriklere ve onların Allah dışında kendilerine taptıkları bu ilâhlarına meydan okuması, yalnız biricik dostu ve destekçisi Allah'a dayandığını ilân etmesi isteniyor:

 

189- "O ki, sizi bir tek kişiden türetti, o tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de kendi özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca, hafif bir yük yüklendi, Onu bir süre taşıdı, sonra yükü ağırlaşınca, eşler birlikte "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua ettiler. "

190- "Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştuğu ortaklardan münezzehtir. "

191- "Hiçbir şey yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıklarını Allah'a ortak koşuyorlar?"

192- "Oysa bu düzmece ortaklar, ne onlara yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler. "

Bu cahiliyenin düşünceleri açısından bir değerlendirilmesidir. Yani cahiliye tek olan Allah'a tapmayı bırakıp başka taraflara saptığında hiçbir basitliğin ve sapıklığın önünde durmaz, düşünmeye ve değerlendirmeye bir daha dönüş yapamaz! Burada sapmanın ilk zamanlarda nasıl bir aşama takip ettiği ve sonunda nasıl bu kadar derin boyutlara ulaştığı tasvir ediliyor.

"O ki, sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de kendi özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca, hafif bir yük yüklendi, onu bir süre taşıdı, sonra yükü ağırlaşınca eşler birlikte "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua ettiler."

Aslında bu, yüce Allah'ın insanları kendisine göre yarattığı fıtratın ifadesidir. Fıtrat itibarıyla insanların korku ve ümit anında Rabbleri olan Allah'a yönelmeleri, O'nun ilâhlığını net olarak kabul etmeleridir. Burada fıtrat için verilen örnek yaratılışın temelinden, evliliğin oluşturulmasından ve tabiatın oluşmasından söze başlamaktadır:

"O ki, sizi tek bir kişiden yarattı. O tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de yarattı."

Oluşumunun tabiatında insan tek bir nefistir. Kadın ile erkek arasında görevler açısından bir farklılık görülse de onlar nefistir. Bu farklılık eşlerin birbiriyle huzura kavuşması ve rahat etmeleri içindir. İşte islâmın insan gerçeğine bakış açısı budur. Oluşumundaki evlilik görevine ilişkin görüşü de budur. Bu görüş, islâm dininin ondört asırdan beri ortaya koyduğu gerçekçi ve eksiksiz bir bakış açısıdır. İslâm o gün bu görüşleri ileri sürerken tahrife uğramış dinler, kadını insanın baş belası olarak gösteriyor, onu lanetlik, pis ve özellikle sakınılması gereken saptırıcı bir tuzak olarak gösteriyorlardı. O gün -gerçi bugün de öyle ya- putperest inanç sistemleri, kadını aşağılık bir meta olarak veya erkeğin yanında sözü bile edilemeyecek, tek başına hiçbir değeri olmayan bir hizmetçi olarak kabul ediyorlardı.

Eşlerin buluşmasında ana hedefi, sükûnet, güven, yakınlık ve istikrar oluşturur. Bu yuva, güven ve huzur ortamı olmalıdır ki, orada insanın minik yavruları gelişsin, orada insanlığın değerli ürünleri üreyebilsin, yeni yetişen genç nesil insanlık medeniyetinin mirasını taşıyabilecek ehliyete kavuşsun, ona yeni hizmetlerde bulunsun. İslâm dini eşlerin, buluşmasını sırf geçici bir zevk ve temelsiz gönül eğlencesi olarak kabul etmez. Aynı şekilde evliliği ihtisaslar ve görevler arasında bir çelişki, bir çatışma ve ayrılık konusu yapmaz. Klasik ve modern cahiliye sistemlerinin düştükleri bataklıklar gibi bunu ihtirasların ve görevlerin müdahalesi şeklinde de ele almaz.

İşte kıssa bundan sonra başlıyor... Ve meseleyi ilk aşamada ele alıyor:

"Eşini kucaklayıp sarınca hafif bir yük yüklendi. Onu bir süre taşıdı."

Kur'an'ın ifade tarzı iki eş arasındaki ilk ilişkiyi tasvir ederken, tatlı, ince ve temiz bir dil kullanıyor: "Eşini kucaklayıp sarınca" deyimi bu huzur ortamı ile yaklaşma şekli arasında bir ahenk olduğunu, yapılan işin bir hassasiyeti olduğunu, böylece ortaya koyuyor. Öyle ki, insan burada iki bedenin buluştuğunu değil de iki parçanın kaynaştığını zannediyor. Aynı zamanda insana insanca ilişkiye geçmenin şeklini de aşılamaya çalışıyor. Kaba hayvani şeklinden ayrılması gerektiği teklin ediliyor... Hamileliğin ilk aşaması tasvir edilirken de aynı yöntem kullanılıyor. "Hafif bir yük"... Anne onu hiçbir ağırlık duymadan, sanki onu hissetmiyormuş gibi taşıyor.

Sonra ikinci aşama geliyor:

"Yükü ağırlaşınca eşler birlikte: "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua ettiler."

Artık hamilelik belli olmuştu. Her iki eşin de kalbi onun üstünde atıyordu. Şimdi doğacak çocuğun kusursuz, sağlıklı ve güzel olmasını temenni etme dönemi başlamıştı. Anne ve babaların çocukları daha cenin halinde rahimlerin karanlıklarında ve gayblerinin kuytularında iken, nesiller için arzu ettikleri başka sıfatları da istiyorlardı. İşte bu arzular sırasında fıtrat uyanarak ve Allah'a yöneliyor ve yalnız O'nun ilahlığı kabul ediyor. Sadece O'nun faziletine umut bağlıyor. Çünkü bu varlık aleminde biricik kuvvet, nimet ve fazilet kaynağının O olduğunu kendiliğinden kavrar. Bu nedenle buyuruluyor ki;

"Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a söz verdiler."

"Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortaklar koştular. Oysa Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir."

Tefsirlerde yer alan birtakım rivayetlerde deniyor ki; bu kıssa gerçek bir olaydır ve Hz. Adem ile Havva'nın başından geçmiştir... Çünkü onların çocukları hep sakat olarak doğuyordu. Bunun üzerine şeytan onlara gelmiş, Havva'yı aldatmış ve karnındaki çocuğuna "Abdulhâris" adını vermesini söylemişti... Haris ise şeytanın bu dediklerini yaptığı gibi Hz. Adem'i de birlikte kandırmıştı! Bu rivayetin yahudi mitolojisinden kaynaklandığı açıktır. Çünkü yahudi mitolojisine dayalı dinlerini, tahrif etmiş bulunan hristiyan düşüncesine göre sapıklığın bütün günahı Havva'nın boynundadır. Bu anlayış pek tabii olarak sağlıklı islâm düşüncesine tamamen aykırıdır.

Kur'an'ın bu ayetini açıklamak için yahudilerin bu efsanesine ihtiyacımız yoktur. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- dönemindeki ve ondan önceki müşrikler, çocuklarından bazılarını ilâhlarına veya tapınakların hizmetine adıyorlardı! Bununla yüce Allah'a yakın olmak ve O'nun katında yüksek derece elde etmek istiyorlardı! Bunlar işin başında Allah'a yönelmelerine rağmen daha sonra Tevhid'in zirvesinden putperestlik seviyesine yuvarlandıktan sonra, çocuklarının yaşamaları, sağlıklı olmaları ve tehlikelerden korunmaları için onları bu ilâhlara adıyorlardı! Nitekim günümüzde de bazı kimseler çocuklarının saçlarını uzatıp kesmemeleri, saçlarını ilk olarak bir velinin veya azizin kabri başında kesmeleri, çocuklarını sünnetsiz bırakıp, onları bir türbenin başında sünnet ettirmeleri bu türden yaklaşımların devamıdır. Halbuki bugünkü insanlar tek olan Allah'ı kabul etmektedirler. Ardından kalkıyorlar Allah'ı kabul edişlerinden sonra şirke dayalı bu yönelişlere bulaşıyorlar. Demek ki insanlar yine o insanlardır!

"Oysa Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir."

Yüce Allah onların inandıkları ve yaşadıkları şirkten tamamen uzaktır. Günümüzde de bu ayetlerin tasvir ettiği şirk çeşitlerine, şekillerine rastlıyoruz ki, bunlar, Allah'ın birliğine inandıklarını ve O'na teslim olduklarını sanmaktadırlar.

Bugün insanlar "halk", "vatan" ve "millet" adını verdikleri birtakım ilâhlar edinmektedirler. Bu ve benzeri ilâhlar putperest milletlerin diktikleri basit somut putlardan hiç de farklı olmayan soyut putlardır. Bunların hepsi Allah'ın yarattığı evrende, O'na ortak koşulan ilâhlardan başka bir şey değildir. Aynen eski ilâhlara adaklar adandığı gibi, bu ilâhlara da çocuklar adanmaktadır! Daha önceki devirlerde tapınaklara kurbanlar adandığı gibi bugün bunlara da geniş ölçüde kurbanlar sunulmaktadır.

Bugün insanlar Rabb olarak Allah'ı kabul ediyorlar, ne var ki, onlar Allah'ın emirlerine ve hükümlerine kulak asmıyor, onları unutmuş, hatırdan silmiş gibi bırakıyorlar. Bununla beraber bu ilâhların emirlerini ve isteklerini "mukaddes/kutsal" kabul ediyorlar. Halbuki bu ilâhların emirleri ve istekleri yüce Allah'ın emirlerine ve hükümlerine terstir. Hatta onları, büsbütün kaldırıp atmaktadır. Eğer modern cahiliyenin bu uygulaması ilâhlık taslama ve şirk değilse, ilâhlık nasıl olur? Allah'a ortak koşmak nedir? Allah'a ortak koşulan varlıklara çocuklardan bir pay ayırma ne anlama gelebilir?

Klasik cahiliye Allah'a karşı bugünkü cahiliyeden daha edepliydi. Klasik cahiliye sisteminde insanlar Allah'ın dışında bïrtakım ilâhlar kabul ediyorlar ve onlara çocuklarından, hayvanlarından ve mahsullerinden bir pay ayırıyorlar ve bunları onlara sunuyorlardı. Yalnız tüm bunları, ilâhlarının kendilerini Allah'a yaklaştırmaları için yapıyorlardı. Bu nedenle onların duygularında Allah'ın gerçekten yüce bir yeri vardı. Modern cahiliyede ise, diğer ilâhlar Allah'tan daha yüce bir konuma çıkartılmıştır. Bu nedenledir ki, modern cahiliye bu ilâhların emrettiklerini kutsamakta, Allah'ın emirlerini ise tamamen bir kenara itmektedir!

Eğer biz puta tapıcılığı, basit putçulukla, eski ilâhlarla ve insanların Allah katında şefaatçı (kurtarıcı) olarak kabul ettikleri varlıklara ibadet niteliği taşıyan davranışlara yönelmeleri şeklinde sınırlandırır ve putperestliği bu şekilde dondurursak, sadece kendimizi aldatmış oluruz. Çünkü burada değişen sadece putların ve putperestliğin şeklidir. Bunun yanında ibadet niteliği taşıyan hareketler biraz daha giriftleşmiş ve yeni yeni isimler almışlardır. Fakat şirkin tabiatı ve gerçekliği değişen şekillere ve hareket biçimlerine rağmen halâ dimdik ayakta durmaktadır.

Biz şekillere ve hareketlere aldanıp gerçeği unutmamalıyız!

Yüce Allah namuslu, görkemli ve erdemli olmayı ister. Fakat "vatan" veya "üretim" kadının evinden dışarı çıkmasını, açılıp-satılmasını, erkekleri tahrik etmesini, putperest Japonya'daki "Geyşa" kızları gibi otellerde müşteri ayarlayıcı olarak çalışmasını gerektirir! Şimdi bu durumda emrine uyulan ilâh kimdir? Bu ilâh yüce Allah mıdır, yoksa sahte ilâhlar mıdır?

Yüce Allah kendi yasalarının egemen olmasını emreder. Fakat insanlardan biri veya "milletin" bir kesimi kalkıp; "Hayır", yasalarını belirleyecek olanlar insanlardır. Egemen olması gereken yasalar da insanların belirledikleri yasalardır" diyebiliyor. Şimdi burada emirlerine uyulan ilâh kimdir? Bu ilâh yüce Allah mıdır, yoksa sahte ilâhlar mıdır?

Bunlar bugün yeryüzünün her tarafında yürürlükte olan fakat halâ sapık olan insanlığın gelenek haline getirdiği uygulamadan örneklerdir. Yürürlükte olan putperestliğin gerçekliğini, tapılan putların gerçekliğini ortaya koyan örnekler... Dünkü apaçık putperestliği, gözle görünen somut putların yerine geçen bugünkü putperestliğin ve putların gerçekliğinin örnekleri, şirkin ve putperestliğin şekil değiştirmesi, bizi aldatmamalıdır. Çünkü şekil değişse de gerçekler değişmemektedir!

Kur'an-ı Kerim o basit ve ilkel putperestlerle ve apaçık cahiliye taraftarları ile diyaloğa giriyor. Onların, çocukluk döneminde bile olsa, insan aklına yakışmayan bu gafletten uyarmak için, beşeri olan akıllarına hitab ediyor. Zihinlerindeki şirkin aşamalarını tasvir eden bu örnekten sonra onlara şöyle sesleniyor:

"Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece ortaklar, ne onlara bir yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler?"

Yaratan kim ise, şüphesiz tapılmaya en layık olan da odur! Onların sözde ilahlarının hepsi hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü kendileri de yanılmışlardır! Şu halde onları nasıl Allah'a ortak koşuyorlar? Kendi canları ve çocukları hususunda onları nasıl Allah ile beraber ortak görebiliyorlar?

Kudreti ile kullarına yardım edebilen ve onları koruyabilen zat, ancak tapılmaya layık olur. Kuvvet, üstünlük ve egemenlik ilâhlığın özelliklerinden, ibadet ve kulluğun gerçeklerindendir. Onların sahte ilâhlarının hepsi, hiçbir kuvvete ve hiçbir egemenliğe sahip değildir. Bu sözde ilâhlar onlara yardım edemedikleri gibi, kendilerine de yardım edemezler! Öyleyse nasıl oluyor da onlar bu ilâhları kendi çocukları hususunda Allah'a ortak kabul edebiliyorlar?

Yaratma ve kudret, her ne kadar o zamanki basit ve ilkel cahiliye taraftarlarına yöneltilen bir delil ise de, aynı delil, çağdaş cahiliye taraftarlarına hitab etmekte ve onları da muhatab almaktadır! Bugünkü modern cahiliye taraftarları tapındıkları, emirlerine bağlandıkları, kendileri,malları ve çocukları üzerine onları Allah'a ortak koştukları başka putlar dikmişlerdir kendilerine. Peki bu putlardan hangisi yerde ve göklerde var olan yaratıklardan birini yaratabilir? Bu putların hangisi onlara veya kendilerine yardım etme gücüne sahiptir?

İnsanın aklı eğer engelleri aşabilir ve bu gerçek ile arasındaki engeli kaldırabilirse, böyle saçma bir düşünceyi kabul etmez ve onu benimsemez. Ne var ki, ihtirasları, arzu ve saptırmalar, aldatmalar Kur'an'ın gönderilişinden ondört asır sonra bile beşeriyeti, modern şekliyle aynı cahiliyeye döndürebiliyor. Bütün bunlar, hiçbir şeyi yaratamadığı gibi kendileri birer yaratık olan ve insanlara yardım edemeyen düzmece yaratıkları Allah'a ortak koşmalarına neden oluyor!

Dün olduğu gibi, bugünkü insanlık da Kur'an-ı Kerim'le tekrar muhatab olmaya şiddetle muhtaçtır. Bugün beşeriyet kendisini cahiliyeden kurtarıp islâma iletecek, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, aklını ve kalbini modern putperestlikten, içinde bocalayıp durduğu modern ilkellikten ve bataklıktan çıkarıp kurtuluşa götürecek bir kurtarıcı beklemektedir. Daha önceleri islâmın kendisini kurtardığı gibi bir kurtuluş beklemektedir!

Kur'an'ın ifade tarzında kullandığı kalıptan da anlaşılıyor ki, burada insanlar, özellikle insanlar içinden birtakım ilâhlar edinmekten sakındırılmaktadır:

"Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece 'ortaklar ne onlara yardım edebilir, ne de kendilerine yardım edebilirler."

İşte ayeti kerimelerin metinlerinde yer alan bu "vav" ve "nun" harfleri sözkonusu ilâhlar arasında en azından "akıllı varlıklar"dan bir insan da olduğunu göstermektedir! Çünkü burada kullanılan zamirler "akıllı varlıklar" îçin kullanılan zamirlerdir. Biz Araplar'ın putperestlik dönemlerinde insanları ilâ' , olarak Allah'a ortak koştuklarını, onların ilâhlıklarına inandıklarını ve ibadet niteliği taşıyan birtakım hareketleri onlara karşı yaptıklarını bilmiyoruz. Ne var ki, onlar buna benzer şekillerde putperestlik yapıyorlardı. Onların sosyal alanlarla ilgili yasalarını kabul ediyorlar ve sürtüşmeler sırasında onların hükümlerini esas alıyorlardı. Yani onlara yeryüzünün egemenliğini veriyorlardı. Kur'an onların bu yaptıklarını şirk olarak gösteriyor ve onların bu şirkleri ile putlar ve heykellerle ilgili şirkleri arasında bir fark görmüyor. İşte islâmın bu şirk çeşidini değerlendirme tarzı da budur. Bu da, akidedeki ve ibadet niteliği taşıyan hareketlerdeki şirk gibi bir şirktir. İkisi arasında hiçbir fark yoktur. Nitekim Kur'an, din bilginlerinin ve rahiplerin yasalarını ve hükümlerini kabul edenleri de şirkin içinde görmüştür. Halbuki bunlar din bilginlerinin ve rahiplerin ilâh olduklarına inanmıyorlar ve onlara ibadet niteliği taşıyan davranışlar takdim etmiyorlardı... Bunların hepsi şirktir ve Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmekle ifade edilen Tevhid esasına dayalı Allah'ın dini olan islâmın dışına çıkmaktadır... İşte bunların hepsi, ifade etmeye çalıştığımız modern cahiliye 'şirkine tamamen uygun düşmektedir.

Bu iki eşin kıssasıyla somutlaşan içteki sapma olayı aslında her çeşit şirki kapsamına almaktadır. Amacı da ilk olarak Kur'an ile muhatab olan müşrikleri uyarmak, içinde bulundukları şirk bataklığına dikkat çekmek, hiçbir şeyi yaratmayan, aksine kendileri yaratılan, tapıcılarına yardım etmeyen hatta kendilerine bile yardım etmekten aciz olan, insanlardan olsun, başka yaratıklardan olsun bu tür ilâhların hiçbir şeyi yaratamayacağını ve hiçbir yardımı olmayacağını kendilerine kavratmaktır. Kur'an iki eşin kıssasını bu bağlamda ele alıp ortaya koyduktan sonra, geçmişi ilgilendiren hikâye üslûbundan ve kıssanın dile getirilişinden müşrik Araplar'a yöneliyor. Doğrudan doğruya hitab üslûbuna geçiyor: Sanki sözü edilen ilâhların önceki geçmiş olayların bir devamı olarak yeni bir konuya giriyor:

 

MÜŞRİKLERİN ACİZLİĞİ

193- "Eğer onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar; onları çağırsanız da karşılarında suskun dursanız da sizin için birdir. "

194- "Allah'ın dışındaki yalvardıklarınız tıpkı sizin gibi birer kul, birer yaratıkdırlar. Eğer onlara ilişkin düşünceniz doğru ise, çağırın onları da, size karşılık versinler bakalım. "

195- "Onların yürüyecek ayakları mı var, tutacak elleri mi var, görecek gözleri mi var, yoksa işitecek kulakları mı var? De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. "

196- "Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an-ı indiren Allah'tır. O iyileri dost edinir, koruması altında tutar. "

197 "O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler. "

198- "Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler. "

Daha önce de belirttiğimiz gibi, müşrik Araplar'ın putperestlikleri basit ve ilkel bir putperestlikti. Bütün aşamalarında beşeri aklın ölçülerine göre gerçekten basit bir anlayıştı. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim onların akıllarını harekete geçirmeye çalışmış, bu tür ilâhlara taptıklarından, bunları Allah'a ortak koştuklarından onları basitlikle nitelemiştir.

Onların bu basit putları dış görünüşleri ile yürümelerinde kendilerini taşıyacak ayaklara, tutabilecek ellere, görebilecek gözlere, işitebilecek kulaklara sahip değillerdir. Onlara bu organları sağlayanlar, onlara tapanların kendileridir. Onlar nasıl olur da kendilerinden daha aşağı bir seviyede bulunan bu cansız taşlara tapabilirler?

Bazan meleklerin sembolü, bazan da atalarının, ecdadının sembolü olarak kabul ettikleri putlara gelince, bunlar da Allah tarafından yaratılan kullardır. Onlar hiçbir şeyi yaratamazlar. Aksine kendileri de birer yaratıktırlar. Onlara yardım edemedikleri gibi, kendilerine bile yardım edemezler!

Bizce müşrik Araplar'ın akidelerinde somut putlar ile soyut sembollerin kaynaştırılması, bu ayette onlara bu şekilde hitab edilmesine neden olmuştur. Bazan bu sembollerin gerisindeki varlıklar kastedilerek akıllı varlıklar için kullanılan zamirlerle, bazan da bizzat bu putların kendilerine işaret edilerek onların hayattan ve hareketten yoksun oldukları dile getirilmiştir. Aslında bunların tümü Kur'an tarafından uyandırılan ve bu gülünç gafletten kurtarılan insan aklının, mantığının kurallarına göre de apaçık bir sapıklıktan başka bir anlam ifade etmez! ,

Bu karşılıklı delil getirmeden sonra yüce Allah Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- hem onlara hem de onların güçsüz olan tanrılarına meydan okumaya sevkediyor. Yalnız Allah'ı dost edindiğini ortaya koyan saf ve yalın akidesini açıkça ilân etmesini istiyor:

MÜŞRİKLERE MEYDAN OKUMA

"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. Benim dostum koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar. O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size ne de kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler."

Bunlar mesaj sahibinin, cahiliyenin yüzüne haykırdığı sözlerdir. Gerçekten de Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözleri Rabbinin emrettiği şekilde onlara karşı söylemiş, müşriklere ve onların sahte ilahlarına karşı meydan okumuştur:

"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz..."

Gerçekten de peygamberimiz onlara ve onların sahte ilâhlarına karşı bu meydan okuyuşla ortaya atılmış ve onlara şöyle demiştir: Hiç göz açtırmadan ve hiç bekletmeden sizin ne kadar gücünüz varsa, ilâhlarınızın ne kadar gücü varsa hepsini toplayın ve bana tuzak kurun'.. Bu sözleri tam bir güven içinde sırtını dayadığı desteğe gönül huzuru içinde yaslanarak ve bu destekleyici gücün, kendisini onların hepsinin tuzaklarına karşı koruyacağına inanarak söylemiştir:

"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O iyileri dost edinir, koruması altında tutar."

Böylece yüce Allah, peygamberin bu işte kime dayandığını açıkça ortaya koymuştur. Buna göre, yüce Allah'a dayanmıştır. Allah, Kitab'ı kendi yüce iradesine uygun olarak indirmesi, Peygamberin bu kitabın içerdiği gerçekle insanların karşısına çıkması gerektiğini göstermiştir. Bunun yanısıra, bu gerçeği bozguncuların boş çabalarına karşı üstün kılmayı da takdir eylemiştir. Ayrıca bu gerçeği insanlara ulaştırmak, onlara götürmek ve Peygamberine güvenlerini sağlamak için çalışan iyi kullarını korumayı da üstlenmiştir.

Aslında bu sözler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatından sonra insanları .Allah'a çağıran her dava sahibinin her yerde ve her zaman söyleyeceği sözler olmalıdır.

"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz..." Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar."

Hiç şüphesiz Allah yoluna davet edenlerin yeryüzünün her çeşit dayanaklarından soyutlanmaları gerekiyor. Aynı şekilde yeryüzünün dayanaklarını basit ve önemsiz görmeleri icab ediyor.

Yeryüzünün dayanakları ne kadar güçlü ve sağlam görünseler de aslında basit ve zayıftırlar.

"Ey insanlar: Size bir örnek verilmişti. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bu iş için yardımlaşsalar dahi. Eğer sinek o putlardan bir şey koparsa, putlar onu sinekten kurtaramazlar. Put da zayıf ve aciz, sinek de." (Hacc Suresi: 73)

"Allah'tan başka dost edinenlerin hali, kendine bir yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Keşke bunu bilselerdi!.. (Ankebut Suresi: 41)

Allah yolunda davet edenler Allah'a dayanırlar. Öyleyse, Allah'ın dışındaki bu dostlar ve dayanaklar neci oluyorlar? Dava adamına eziyet yapacak güçte olsalar bile, onun gözünde kaç paralık değerleri vardır? Onların Peygambere eziyet yapmaları da, ancak Peygamberin dostu olan Allah'ın izni ile gerçekleşebilmektedir. Allah'ın diğer varlıkların ona yaptıkları eziyete izin vermesi, onu başkalarının eziyetinden korumaktan aciz olduğundan veya dostlarına destek vermediğinden değildir. Yüce Allah bu tür noksanlıklardan münezzehtir. Başkalarının eziyetlerine izin vermesinin nedeni eğitme, arındırma ve alıştırma gibi nedenlerle iyi kullarını denemek istemesindendir. Zalim kullarına zaman tanıması, bu zalimlerin günahlarının çoğalması ve sağlam bir tuzağa düşmeleri için imkân tanımasıdır!

Müşrikler Ebu Bekir'e eziyet yaparken, mübarek yüzüne pençeli ayakkabılarla vururken; yüzüne gözüne, darbeler indirirken, ağzını ve gözünü tanınmaz hale getirirken... Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- sonra yeryüzünün en erdemli insanı Ebu Bekir bütün bu çirkin ve azgın saldırılar boyunca hep şöyle diyordu: "Allah'ım sen ne kadar sabırlısın!.. Allah'ım sen ne kadar sabırlısın! Allah'ım, sen ne kadar sabırlısın!.." Çünkü o kendi iç dünyasında, bu eziyetlerin ötesindeki Rabbinin sabrını gayet iyi biliyordu. O Rabbinin düşmanlarını yoketmekten aciz olmadığına kesin güveniyordu. Aynı şekilde Rabbinin dostlarını yalnız bırakmayacağına güveni tamdı! Abdullah b. Mesud -Allah ondan razı olsun- müşriklerin Kâbe avlusunda yaptıkları toplantıda onlara Kur'an okuduğu için, müşrikler tarafından yolda doğru yürüyemeyecek ve belini doğrultamayacak kadar dövülmüş, eziyet edilmişti!.. Fakat bunca çirkin ve azgın eziyetlere rağmen o şöyle demişti. "Vallahi onlar o günkü kadar hiç gözümde basitleşmemişlerdi!" Çünkü o, müşriklerin bu hareketleriyle aslında Allah'a karşı geldiklerini biliyordu. Allah'a karşı gelenin ise kesin yenilgiye uğrayacağına, Allah karşısında basitleşeceğine kuşkusuz inanıyordu. Bu nedenle onların Allah'ın dostları gözünde de basitleşmeleri gerekiyordu.

Abdullah b. Ma'zun -Allah ondan razı olsun- kendi kardeşleri Allah yolunda eziyetlere, zulümlere maruz kalırken, bir müşrikin himayesine girip eziyetlerden, saldırılardan kurtulmayı onuruna yediremediğinden, müşrik Utbe b. Rebia'nın himayesinden çıkmış, Utbe'nin himayesinden çıktıktan sonra müşrikler başına üşüşmüşler, gözünü çıkarıncaya kadar ona zulmetmişlerdi!.. Utbe onun bu haline acımış ve tekrar himayesine girmeye çağırmıştı. Abdullah ise, ona şöyle demişti: "Şüphesiz ki, ben senden daha güçlü birinin himayesindeyim." Utbe ona: "Ey kardeşimin oğlu, sen himayemde olduğun sırada gözüne böyle bir darbe inmemişti" dediğinde, şu karşılığı vermişti. "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, diğerini de Allah yolunda feda etmekten çekinmem." Çünkü Abdullah, Allah'a sığınmanın kulların himayesine girmekten çok daha onurlu bir iş olduğunu biliyordu. Ayrıca Rabbinin kendisini yalnız bırakmayacağına kesin inanıyordu. Eğer yüce Allah, kendi yolunda bu eziyetlere katlanmaya izin veriyorsa, bu mazlumların ruhen engin ufuklara yükselmesi içindir: "Hayır, Allah'a yemin olsun ki, diğerini de Allah yolunda feda etmekten çekinmem.''

İşte bunlar yüce Rabbani direktiflerin atmosferinde Peygamberimiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- dizi dibinde eğitim gören, Kur'an ile eğitilen altın nesilden birkaç örnektir.

"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz.

Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altına alır."

Müşriklerin kendilerine karşı yaptıkları bu işkencelere katlandıktan, Kitab'ı indiren ve iyileri dost edinip koruması altına alan Allah'a bu şekilde bağlılık gösterdikten sonra ne oldu?

Tarihin bildiği olaylar meydana geldi! Allah'ın dostları zafere, üstünlüğe ve egemenliğe kavuştu. Hezimet, basitlik ve harab olma ancak ve ancak Allah'ın iyi kullarını öldüren azgınların payına düştü. Allah'ın gönüllerini islâma açtığı kimseler de, Allah'a karşı asla sarsılmayan tam bir güvenle, Allah yolunda gevşeklik göstermeyen bir azimle, onca eziyetlere, zulümlere katlanacak o güne çıkmış olan öncüleri her alanda izlemeye koyuldular!

Allah yoluna davet eden insanlar nerede ve ne zaman olursa olsunlar, böyle bir güven olmadan, böyle bir azim olmadan, böyle kesin bir inanç olmadan hiçbir yere ulaşamazlar, hiçbir başarı elde edemezler.

"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar."

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklere meydan okumakla emrolunmuştu. Ve onlara meydan okudu. Müşriklere ilâhlarının acizliğini, şirklerinin saçmalığını açıklamakla emrolunmuştu. O da bu görevi yerine getirdi.

"O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler."

Eğer onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar, onları çağırsanız da karşılarında suskun dursanız da sizin için birdir."

Madem ki, bu tesbitler klasik Arap cahiliyesindeki basit putperestliğin ilâhları için uygun düşmektedir, öyleyse aynı tesbitler modern cahiliyenin sahte ilâhlarının hepsine de uygun düşecektir.

Bu modern müşrikler, Allah'ı bırakıp yeryüzünün egemenliğini ellerinde bulunduran çevrelerden dostlar edinmekte ve onları yardımına çağırmaktadırlar! Ne var ki, onların bu dostları ne kendilerine, ne de başkalarına yardım etme gücüne sahip değildir. Yüce Allah'ın takdiri, kulları için planlanan zaman dahilinde dilediği şekilde cereyan ettiğinde, onların gücü hiçbir şeye yetmeyecektir.

Madem ki, Araplar'ın ilkel ilâhları işitmiyordu, boncuklardan veya kıymetli taşlardan yapılan gözleri bakmıyor ve görmüyordu... Öyleyse bugünün modern ilâhları olan vatan, ulus, üretim, makina ve tarihi determinizm de işitemez ve göremez! .. Modern cahiliyenin buna benzer sahte ilâhlarının hepsi de aynıdır. Gören ve işiten insanlardan edindikleri ilâhlar da aslında işitemezler ve göremezler! İnsanlar arasında seçilen, kendilerine ilâhlık özellikleri yakıştırılan, kendilerinin emriyle hukukun ve yargının belirlendiği bu sahte ilâhların durumu da farklı değildir. Bunlar hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat göremezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler. (A'raf Suresi: 179)

Allah yoluna davet eden insanlar, değişik cahiliye sistemleri tarafından aynı tepkiyle karşılaşırlar... Onlar da, yüce Allah'ın Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- söylemesini emrettiği sözleri bunların yüzüne haykırmaları gerekir:

"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz.

Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar.

O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler, ne kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler." Müşrikler her yerde ve her zaman aynıdır.

RABBANİ DİREKTİFLER

Surenin bundan sonraki bölümünde, yüce Allah'tan dostlarına yöneltilmiş birtakım Rabbani direktiflere yer verilmektedir. Bunlar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte iman edenlerdir. Onlar yüce Allah'tan bu direktifleri alırken daha Mekke'de bulunuyorlardı. Arap Yarımadası'nda ve dünyanın her tarafında egemen olan o zamanki cahiliyeye karşı koyuyorlardı. Bu rabbani direktifler, sözkonusu azgın cahiliyeye karşı koyuyorlardı. Bu Rabbani direktifler, sözkonusu azgın cahiliyeye ve şu yolunu şaşırmış insanlara karşı mesaj sahibi olan Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun toleranslı davranmaya, kolaylıkla muamele etmeye, beşer fıtratının rahatlıkla kabul edip tanıdığı iyiliği açıklıkla emretmeye, işi çıkmaza ve yokuşa sürmemeye, cahiliyeden yüz çevirmeyenlerin cahilliklerine aldırmamaya, onlarla tartışmamaya, onlarla içli-dışlı oturumlara katılmamaya çağırıyor. Onlar haddi aştıklarında, inatları ve engellemeleri ile onun öfkesini harekete geçirdiklerinde ve şeytan bu öfkeyi körüklemeye kalkıştığında sakinleşmesi, huzura kavuşması ve sabretmesi için Allah'a sığınmalıdır: "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve cahillere aldırış etme." Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü o her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Allah'tan korkanlar şeytandan gelen bir dürtüye, bir kışkırtmaya uğradıklarında Allah'ın uyarılarını hatırlarlar. Ve hemen gerçeği görürler.

Sonra ona, o cahillerin tabiatını, ardlarındaki gizli telkinleri, azgınlık ve sapıklıkla direnmelerini sağlayan vesveseleri tanıtıyor. Onların peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takındıkları tavırlara ve mucizeler istemelerine bir ölçüde değiniyor. Peygamberliğin tabiatı ve peygamberin gerçekliğini onlara tanıtmak için kendilerine nasıl hitap edeceğini bildiriyor. Cahillerin peygamberlik, peygamber ve peygamberin yüce Rabbi ile nasıl bir bağı olduğu konulardaki yanlış düşüncelerini düzeltmeye çalışıyor ve şeytanların kardeşleri-dostları azgınlıkla şeytanlara yardımcılık ettiğini anlatıyor. Sonra da onlar ellerinden geleni yapmaya devam ederler. Sen onlara bir ayet sunmadığın zaman, kendin bir ayet uydursaydın ya derler. De ki, ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki ayetler müminler topluluğu için Rabbinizden gelen kanıtlar, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."

Yüce Allah'ın Peygamberimize Kur'an-ı vahyetmesine işaret etmesi nedeniyle müminlerin Kur'an-ı tam bir edeple dinlemelerine ve Allah'ı anmanın edebine ilişkin bir direktif veriyor. Bunun yanısıra bu zikre devam etmeleri ve ondan gafil olmamalarına dikkat çekiyor. Çünkü günah işlemeyen melekler Allah'ı zikretmekte, O'nu kutsamakta ve O'na secde etmektedirler. Öyleyse günahkâr olan insanların O'nu anmaktan, kutsamaktan ve O'na secde etmekten hiç gafil olmamaları gerekmektedir: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin. Rabbinin adını yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah, akşam an ve gafillerden olma. Rabbinin yanındakiler, burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu noksanlıklardan tenzih ederler ve yalnız O'na secde ederler."

 

KOLAYLIK VE BAĞIŞLAMA

199- "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve cahillere aldırış etme! "

200- "Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. "

201- "Allah'tan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye bir kışkırtmaya uğradıklarında, Allah'ın uyarılarını hatırlar ve hemen gerçeği görürler. "

Sohbetlerinde, normal ilişkilerinde mümkün olduğu kadar insanların bağışlama ve kolaylaştırma ahlâkını esas al. Onlardan tam olgunluk isteme. Onları ahlâkın zor olan yükümlülüklerinden sorumlu tutma. Yanlışlıklarını, noksanlıklarını ve zaaflarını bağışla. Bütün bunlar kişisel ilişkilerde böyledir. Dini akide ve şer'i görevlerde böyle değildir. İslâm akidesinde ve Allah'ın şeriatında görmezlikten gelmek ve toleranslı davranmak yoktur. Yalnız bir şey alırken, bir şey verirken, sohbette ve komşuluk ilişkilerinde tolerans sözkonusu olabilir. Böylece hayat kolay ve rahat bir şekilde seyrine devam eder. Beşeri zaafları görmezlikten gelmek, onlara şefkatle muamele etmek, toleranslı davranmak güçlü erdemli kişilerin zayıf ve zavallı kişilere karşı görevidir... Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- koruyan, gözeten, doğru yolu gösteren, eğiten ve öğreten bir şahsiyetti. Öyleyse insanların en fazla toleranslısı, kolaylaştırıcısı ve beşeri zaafları görmezlikten gelicisi de olmalıydı... Aynı şekilde Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine yapılan bir hareketten dolayı asla öfkelenmemiştir. Allah'ın dini konusunda ise hiçbir şey onun öfkesini engelleyemezdi. İslâma davet ile uğraşan herkes de yüce Allah'ın Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- emrettiği bu direktiflere bağlı kalmak durumundadır. İnsanları doğru yola iletmek için onlarla ilişki içine girmek hiç kuşkusuz geniş bir gönül, toleranslı bir karakter, Allah'ın dininde küçümsemeye ve hafife almaya meydan vermeyecek bir kolaylığı ve kolaylaştırmayı ister.

"İyi olanı emret"... İyi olan şey, hiçbir münakaşa ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açıkça kabul edilen güzel işlerdir. Bozulmamış fıtratların ve sağduyu sahiplerinin güzel olduğunda anlaştıkları konulardır. İnsanın nefsi bu iyi şeyleri alışkanlık haline getirdiğinde onları kumanda etmek kolaylaşır. Bundan sonra hiç zorlanmadan iyi yolun renkleri kendiliğinden belirir. Giriftlik, zorluk ve daha işin başındayken bir dizi yükümlülükler getirmenin insanları iyi yoldan alıkoyduğu gibi hiçbir şey alıkoymaz! İnsanları eğitmenin yolu, işin başında onları herkesce kabul edilen bu tür kolay yükümlülüklerle alıştırmayı gerektirmektedir. Ahşana ve kumandayı eline geçirene kadar onlara tolerans tanımayı öngörür. Bundan sonra zaten insanın kendisi, kolaylıkla, rahatça ve seve seve daha büyük ve ağır yükümlülüklerin altına girmek için harekete geçer.

"Cahillere aldırış etme..." Gerek olgunluğun zıddı olan cahilliğe, gerekse bilginin zıddı olan cahilliğe aldırış etme... Bu iki cahillik türü birbirine yakındır... Aldırış etmemek, onları kendi haline bırakmak, önemsememek, cahilliklerine dayalı olarak yaptıkları işleri, söyledikleri sözleri basit görmek, onların bu hareketlerini olgunlukla karşılamak; onlarla, bağlılıklarını ve cezbelerini arttırmaktan, zamanın ve enerjinin boşa gitmesinden başka hiçbir sonuç getirmeyecek olan tartışmalara dalmamak şeklinde gerçekleşir. Onlar karşısında susmak, cahilliklerine aldırış etmemek, bazan onların nefislerini küçültür ve terbiye eder. Aşırı tepkilerini ve tartışmadaki inatlarını engeller. Eğer onları bu şekilde eğitmese bile kalplerinde iyilik bulunan diğer insanlardan ayrılmalarını sağlar. Çünkü insanlar, mesaj sahibinin zorluklara katlandığını ve boş sözlerden yüz çevirdiğini görecekleri gibi, bu cahillerin ukalâlık yaptıklarını, cahillik ettiklerini gözleyecekler, böylece onların gözünden düşecekler ve dışlanacaklardır!

Mesaj sahiplerinin insanın bütün iç alemini bilen bu ilahi direktiflere bağlılık göstermeleri, onlara göre hareket etmeleri ne güzel olacaktır!

Ne var ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de bir insandı. Cahillerin cahillikleri, beyinsizlerin beyinsizlikleri ve ahmakların ahmaklıkları karşısında öfkelenmesi mümkündü... Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun bu konuda başarılı olsa da ondan sonraki islâm davetçileri bundan aciz kalabilirlerdi... Öfke halinde şeytan nefsin ayağını kaydırır. Çünkü bu sırada nefis hareket halinde, heyecanlı ve hakimiyetini elinden kaçırmış durumdadır! İşte bu nedenle yüce Allah kızgınlığının yatışması ve şeytana rağmen yoluna devam etmesi için Allah'a sığınmasını emretmektedir:

"Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir."

"O her şeyi işiten ve her şeyi bilendir." Yorum cümlesi gösteriyor ki, yüce Allah cahillerin ve hafif meşreb insanların cahilliklerini işitmektedir. Senin onların eziyetlerine katlandığını bilmektedir. Bu ise, insanın gönlünü ferahlatmakta ve onu sevindirmektedir. Yüce ve ulu Allah'ın bu olayları bilmesi ve işitmesi ona yeter! Cahilleri Allah'ın yoluna çağırırken, onlardan gördüğü cahillik ve basitliklerin Allah tarafından işitildiği ve bilindiğini öğrendikten sonra bir insan daha ne isteyebilir?

Daha sonra Kur'an-ı Kerim, dava adamının gönlünde kabul ve hoşnutluk duygularını yerleştirmesi, şeytanın ve çirkin dürtmelerinin önüne geçmesi bağlamında başka bir yönteme başvuruyor:

"Allah'tan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğradıklarında Allah'ın uyarılarını hatırlar ve hemen gerçeği görürler."

Bu kısa ayeti kerime hayrete düşüren direktifleri ve son derece engin gerçekleri, Kur'an-ı Kerim'in güzel ve veciz ifade gücü ile ortaya koymaktadır. Ayeti kerimenin: "Hemen gerçeği görürler" cümlesiyle bitmiş olması ayetin baş tarafına son derece büyük anlamlar katmaktadır. Baş tarafta bunları karşılayabilecek sözcükler bulmak çok zordur. Böylece anlaşılıyor ki, şeytanın dokunması insanı kör eder, gözlerini, basiretini bağlar ve kapatır. Yalnız, Allah'tan korkma, Allah'ın gözetiminde olduğunun bilincinde olma, öfkesinden ve azabından endişe etme gibi bağlar, kalpleri Allah'a bağlar ve onları gafletten kurtarıp doğru yola iletir. Takva sahiplerine hatırlatır. Onları da hatırladıklarında basiretleri açılır, gözlerinin önündeki perde kalkar. "Ve hemen gerçeği görürler." Şüphesiz ki, şeytanın dokunuşu insanı kör etmektedir. Allah'ı hatırlamak ise, gözlerin açılmasını sağlamaktadır. Şeytanın dokunuşu karanlıktır. Allah'a yönelmek ise, aydınlıktır. Şeytanın dokunuşunu takva söküp atabilir, şeytanın takva sahipleri üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur...

KUR'AN VE CAHİLİYYE

İşte takva sahiplerinin durumu budur: "Şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğradıklarında Allah'ın uyarılarını hatırlarlar ve hemen gerçeği görürler." Takva sahiplerine ilişkin bu açıklama, yüce Allah'ın cahillere aldırış edilmemesi şeklindeki emri ile bu cahilleri günlük hayatlarında yaşadıkları cahilliğe, ahmaklığa ve hafif meşrepliğe itenlerin kimler ve neler olduğu hakkındaki açıklaması arasında parantez içinde verilmiştir. Bu kısa açıklama yapıldıktan sonra tekrar cahillerin durumlarına dönülmüştür:

 

202- "Şeytanın kardeşleri, dostları azgınlıkta şeytanlara yardakçılık ederler, sonra da ellerinden geleni yapmaya devam ederler. "

203- "Sen onlara bir ayet sunmadığın zaman "kendin bir ayet uydursaydın ya " derler. De ki; "Ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki ayetler müminler topluluğu için uyarıcı kanıtlar,. doğru yol kılavuzu ve rahmettir. "

Onlara azgınlıkta yardakçılık yapan kardeşleri cinlerden olan şeytanlardır... Bunlar aynı zamanda insanlardan olan şeytanlar da olabilirler. Bunlar onların sapıklıklarını arttırırlar. Onları kendi hallerine bırakmazlar, bıkmaz, usanmazlar ve asla susmazlar! İşte onlar bu nedenle ahmaklaşıyor, cahilleşiyorlar! İçinde bulundukları şaşkınlığı sürdürüyorlar.

Müşrikler Peyamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- olağanüstü olayları meydana getirmesi için sürekli ısrar ediyor ve bu isteklerinden vazgeçmiyorlardı. İşte bu bağlamda Kur'an-ı Kerim onların peygamberlik gerçeği ve peygamberin özellikleri konularında cahilliklerini gösteren bazı sözlerini aktarmaktadır:

"Sen onlara bir ayet (mucize) sunmadığın zaman, "Kendin bir ayet (mucize) getirseydin ya" derler."

Yani, bir mucize indirene kadar Rabbine ısrar etseydin ya! Ve sen bir peygamber değil misin? Kendin bir mucize meydana getirseydin ya!

Onlar peygamberin özelliklerini ve görevini bilmiyor, anlamıyorlardı. Bunu bilmedikleri gibi, bir peygamberin Rabbine karşı nasıl edebini takındığını da anlamıyorlardı. Peygamberin, Rabbinin verdiklerini aldığını, Rabbinin önüne geçemeyeceğini ve ona hiçbir öneride bulunamayacağını, kendi isteğiyle bir şey yapamayacağını kavrayamıyorlardı... Şimdi yüce Allah peygamberin onlara açıklama yapmasını emrediyor:

"De ki; Ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum."

Ben kendiliğimden bir görüş ileri sürmem. Yeni bir şey icad etmem. Rabbimin bana vahyettiğinden başka bir şeye gücüm yetmez. O'nun bana emrettiğinden başkasını getiremem...

Cahiliye dönemindeki Araplar, peygamber deyince çeşitli cahiliyelerde gün yüzüne çıkan gayb haberleriyle uğraşan sahte peygamberleri zihinlerinde canlandırıyorlardı. Peygamberlik gerçeği ve peygamberin özellikleri hakkında hiçbir bilgileri ve sağlıklı bir anlayışları yoktu.

Aynı şekilde Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendisiyle peygamber olarak görevlendirildiği bu Kur'an'da neler olduğunu, kendisinden habersiz oldukları Kur'an'ın gerçeğini, önlerinde kendisinden habersiz oldukları bu doğru yol olduğu halde, onu bırakıp maddi/somut harikalar istemelerinin anlamsızlığını açıklamakla emrolunuyor:

"Bu Kur'an'daki ayetler, müminler topluluğu için uyarıcı kanıtlar, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."

Gerçekten de bu Kur'an kendisine iman eden ve bu engin bereket kaynağını ganimet olarak kabul edenler için doğru yolu gösteren uyarıcı kanıtlar ve coşup gelen bir rahmet kaynağıdır.

Bu, cahiliyeyi yaşayan cahil Araplar'ın kendisinden yüz çevirip daha önceki peygamberlerin eliyle gerçekleşen maddi/somut harikalar gibi bir harika istedikleri Kur'an'dır. Halbuki daha önceki mucizeler insanlığın çocukluk devresinde, evrensel olmayan bölgesel peygamberliklerde gerçekleşiyorlardı. Ayrıca bu harikalar her yerde ve her zaman için uygun düşmezlerdi. Ancak kendisini görüp gözlemleyenleri etkileyebilir, onlara yöneltilebilirlerdi. Ya onlardan sonra gelen nesiller ne yapacaklardı? Bu harikaları görmeyen daha sonraki dönemlerin ulusları onlardan nasıl yararlanabileceklerdi?

Bu hiçbir maddi/somut harikanın mucizevi niteliğine (aciz bırakıcı, bağlayıcı) asla kavuşamayacağı Kur'an'dır. Hangi yönden bakılırsa bakılsın, nerede ve ne zaman olursa olsun, insanların onun gibi bir mucizeye ulaşmaları mümkün değildir. Bu meydan okuyuş ve mucize şimdiye kadar var olan insanlar için sözkonusu olduğu gibi kıyamete kadar var olacak insanlar için de geçerlidir!

Bu sadece Kur'an'ın ifade tarzıdır. Diğer milletlere oranla edebi üslûb ve ifade gücü yönünden gelişmiş ve panayırlarında bu özellikleriyle övünen cahiliye Araplar'ı ile bir karşılaştırma yaptığımızda Kur'an'ın edebi üslûbunun o günden bugüne mucize niteliğini koruduğunu ve buna hiçbir beşer elinin ulaşmadığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Yüce Allah edebiyatta bunca ileri Araplar'a meydan okumuş ve O'nun bu meydan okuyuşu halâ yürürlükten kaldırılmamıştır! İnsanların ifade sanatı ile uğraşanlar ve bu konuda insanların ne kadarlık bir güce sahip olduklarını anlayanlar, Kur'an'ın ifade tarzının mucizenin mucizesi olduğunu daha iyi kavrarlar. Bunlar ister inanç yönünden bu dine iman etmiş olsun, ister iman etmemiş olsun farketmez. Bu konudaki meydan okuyuş bilimsel, rasyonal ilkelere dayandırılmıştır. Bu konuda iman edenlerle, inkâr edenler arasında bir fark gözetilmesine gerek yoktu. Nasıl ki cahiliye döneminde Kureyş'in ileri gelenleri bu Kur'an-ı inkâr etseler de, etmeseler de zevk alıyorlar, karşı koyamayacakları şekilde ondan etkileniyorlardı ise, bugün de yarın da cahiliye mantığı taşıyan her inkârcı istemese de cahiliye Araplarının etkilendiği gibi Kur'an'dan etkilenecektir!

Bu eşsiz Kitap'ta yer alan, mucize sırrının ötesinde kalan bir özellik daha var. Bir an dahi fıtratla yüzyüze geldiğinde Kur'an'ın fıtrat üzerindeki büyük etkisine değinmek gerekir. Bu Kur'an'da kulak verdiklerinde kalplerinin üzerleri perdelerle örtülmüş, sis bulutları ile üzerleri ağır şekilde kaplanmış olan insanların kalplerini bu etkisinin baskısı altında bazan harekete geçiren, bazan onların kalplerini kıvrandıran manevi güç vardır.

Söz eden insanlar pek çoktur... İnsanların söyledikleri bu sözler birtakım ilkeleri, görüşleri, düşünceleri ve yönelişleri de kapsayabilirler. Ne var ki, bu sözler ile Kur'an'ın söyledikleri arasında büyük fark vardır. Kur'an'ın ifade ettiği sözler insanın fıtratı ve kalbi üzerinde etki bırakması açısından gerçekten eşsizdirler! Bu üstün etkisiyle Kur'an sürekli egemen ve üstün bir niteliğe sahiptir!.. Kureyş'in önde gelen liderleri de egemenlikleri altında bulundurdukları insanlara: "Bu Kur'an-ı dinlemeyin ve onun etki gücünü kırmaya çalışın, belki böylece O'na üstün gelirsiniz" (Fussulet Suresi: 26) diyorlardı. İşin gerçeğine bakılırsa, onlar bu sözleri kendilerine söylemiş oluyorlardı. Çünkü onlar bizzat kendi içlerinde bu Kur'an'ın etkisini ve karşı konulmaz ağırlığını duyuyorlardı! Bugünün ileri gelenleri de insanların kalplerini hazırladıkları kütüphanelerle bu Kur'an'dan uzaklaştırmaya çalışıyorlar! Ama bütün bu çabalara rağmen Kur'an yine de üstünlüğünü sürdürüyor... İnsanların sözleri arasında bir ayete veya birkaç ayete rastladığımızda bu ayetlerin etkileriyle öne çıktıklarını ve farklı bir yapı arz ettiklerini görüyoruz. Bu ayetler dinleyenlerin iç duygularına egemen oluyorlar. Kur'an'ın sözleri söyleyenlerin ifade ederken onca yoruldukları, beşerin en etkili sözlerinden bile kolaylıkla ayrılıyorlar!

Bütün bunların ötesinde bir de bu Kur'an'ın hammaddesi ve konusu vardır... Fî Zılâl-il Kur'an'ın sınırlı sayfaları Kur'an'ın hammaddesi ve konusundan söz etmeye yetmez. Bu konuda söylenecek sözler tükenmez ve bu alanın sınırı yoktur!

Sayılı sayfada ne söylenebilir ki?

Bir kere Kur'an'ın varlığın gerçekleriyle beşerin yapısına fıtratına hitap ederken kullandığı metod gerçekten hayret vericidir., Kur'an'ın bu hitab şekli insanın bünyesini bir bütün olarak karşısına almakta hiçbir tarafını ihmal etmeden hepsine yönelir. Sadece bir bağlamda ona hitap etmez. Kendisine ulaşmak için açık olan hiçbir pencereyi boş vermez. Orada yer alan hiçbir duyguyu karşılıksız, hiçbir seslenişi cevapsız bırakmaz!

Kur'an'ın bu evrenle ilgili olayları ele alırken kullandığı metod da gerçekten hayret edilecek kadar üstündür. Kur'an bu metoda bağlı olarak kâinatla ilgili olayları ele alırken, insanın fıtratı, kalbi ve aklı tarafından tam bir teslimiyet, canlı bir karşılama ve net bir görüşle karşılanacak, aynı şekilde bu fıtratın ihtiyaçlarına uygun düşecek, onda depolanmış halde duran potansiyel enerjileri harekete geçirecek ve ona sağlıklı bir yön verecek olayları ustalıkla seçer.

Kur'an'ın insan fıtratının elinden tutarak adım adım, aşama aşama yumuşaklıkla, kolaylıkla, canlılık ve aynı zamanda sıcaklıkla, açıklıkla ve bilinçli bir şekilde onu merdivenin basamaklarından çıkarırken tepeye doğru tırmandırırken kullandığı metod da gerçekten hayret edilecek niteliktedir... İnsanı bilgide ve görüşte, tepki gösterme ve kabul etmede, şekillendirmede ve doğru yolu seçmede, kesin inançta ve güvende, rahat ve huzur içinde bu evrenin büyük-küçük gerçeklerine iletirken, onu bu konuda zirveye ulaştırırken, gerçekten ulaşılmaz bir yöntem kullanmıştır.

Kur'an'ın hiçbir beşer tarafından dokunulması gerektiği veya insanın kabullenmesine kapı aralayabileceği hesaba katılmayan açılardan insanın fıtratına dokunmada kullandığı metod da gerçekten hayret vericidir! Bu metodla bir de bakarsınız ki, fıtrat silkinmiş, karşılık vermiş ve dili çözülmüştür. Çünkü bu Kur'an yarattıklarını çok iyi bilen insanın yaratıcısı olan Allah tarafından gönderilmiştir. Ve o insana şah damarından daha yakındır!

Bu sadece metod mudur?.. Yoksa Kur'an'ın bu metod ile sunmaya çalıştığı hammaddenin kendisi midir?.. Burada saha o kadar genişliyor ki, sözün onun engin ufkuna ulaşması asla mümkün olmuyor: "De ki, Rabbimin kelimelerini yazmak için deniz mürekkeb olsaydı, Rabbimin kelimeleri bitmeden önce o tükenirdi. Birkaç kere daha mürekkeb haline getirseydik, yine tükenirdi." (Kehf Suresi: 109) "Şayet yeryüzünde bulunan ağaçların hepsi kalem, denizler de mürekkep olsaydı ve arkasından da yedi deniz daha gelseydi, Allah'ın sözleri yine de tükenmezdi." (Lokman Suresi: 27)

Bu satırların yazarı Allah'a binlerce hamd ve şükürler olsun ki, yirmibeş senesini bu kitabın bilinçli diyaloğuna, birlikteliğine, sohbetine, onu incelemeye vermiştir Bu kitabın bilimsel, rasyonel çeşitli yönleri üzerinde çalışmıştır. İnsan bilgisinin çeşitli dallarında insanlar tarafından tesbit edilen ve edilmeyen bilimlere ilişkin alanlar üzerinde çalışmıştır. Bu çalışmanın yanısıra bu yönlerin herbiriyle ilgili beşeri çalışmaların ürünlerini de zaman zaman gözden geçirmiştir... Neticede görmüştür ki, bu Kur'an son derece engin, ardı arkası kesilmeyen bol ve bereketli bir deniz ise, insanlar tarafından ortaya konan çalışmalar kaynakla arası kesilmiş göletler, küçük oyuklara dolmuş sular ve bataklıkta birikmiş birikintiler olmaktan öteye geçemez!

Bu varlıklar alemine, özelliklerine, gerçekliliğine, değişik yönlerine, aslına ve yaradılışına, onların gerisindeki gizli sırlara, yapısında var olan gizli kapalı şeylere, içinde yer alan canlılara ve cansız varlıklara... Kısacası beşerin ``felsefe" adını verdiği konuların hepsine kapsamlı ve dikkatli bir göz atalım!

"İnsana, insanın ruhuna, nefsine, aslına, yaradılışına, potansiyel enerjilerine, çalışma, gelişme alanlarına, oluşum özelliklerine tepkilerine, ihtiyaçları-na, isteklerine, durumlarına ve sırlarına... Hasılı insanların biyoloji, pedagoji, sosyoloji, biyoloji bilimleri tarafından ayrıca dinler ve inançlarla ilgili bilimler tarafından incelenen meselelerine köklü bir bakışla bakalım.

İnsan hayatının düzenine, realiteye dayalı hareket alanlarına, iletişim ve sürtüşme alanlarına, sürekli değişen ihtiyaçlarına ve bu ihtiyaçların düzenlenmesine... Yani siyasal, sosyal ve ekonomik teorilerin, görüşlerin kapsamına giren konulara bir göz atalım.

Evet bunlar ve diğer bütün konularda bu Kur'an'a yönelen, bilinçli bir şekilde onu inceleyen herkes, o kadar çok hükümlerle, direktiflerle karşılaşır ki, çokluğunda ve bolluğunda hayretten hayrete düşer! Bu bolluğun da ötesinde muhtevasında gerçek bir orijinallik asalet, doğruluk, enginlik, kapsamlılık ve kaliteli bir bilgi hazinesi ile karşılaşacaktır!

Ben bu tür temel konular karşısında bir kere olsun bu Kur'an'ın dışında başka kaynaklara başvurma ihtiyacı duymadım. Sadece bu Kur'an'ın etkilerindeıı oluşan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sözleri hariç. Bu hayret verici Kur'an'ın araştırıcısı karşısında başkalarının sözleri doğru dahi olsa, çok basit ve gülünç kalmaktadır...

Bunlar, bu açıklamalarla, bu konularda görme, araştırma ve incelemenin ihtiyacı gölgesinde gerçekleşen senelerce süren uzun boylu beraberlik ile tam bir uyum sağlayan denenmiş gerçeklerdir... Yoksa ben bu Kitab'a övgüler dizecek değilim. Ben kim oluyorum ki, bu insanların hepsi kim oluyorlar ki, kendi övgü yetenekleri ile Allah'ın kitabını övebilsinler!

Bu kitap insanların eşsiz bir neslinin biricik bilgi, eğitim, yönlendirme ve oluşum kaynağı olmuştu. Bu nesil ne kendilerinden önce ne de kendilerinden sonra beşer tarihinde eşine rastlanmayan Sahabe-i Kiram neslidir. Bu nesil beşer tarihinde öyle dehşet verici, engin boyutlara uzanan bir olay meydana getirmiştir ki, onların tarihte gerçekleştirdiği olay (inkılâb) şu ana kadar gerçekçi ve lâyık olduğu biçimde incelenmemiştir bile...

Allah'ın dilemesi ve kaderi ile beşer dünyasında bu somut mucizeyi yaratan bizzat bu kaynağın kendisiydi. Bu öyle bir mucizedir ki, diğer bütün peygamberliklere eşlik yapmış bulunan mucizelerin ve harikaların hepsi asla ona ulaşamaz. Bu gözler önünde bulunan gerçek bir mucizedir. Çünkü bu eşsiz nesil beşer tarihinde gerçekten benzeri bulunmayan bir nesildir.

Birinci olarak, bu nesilden meydana gelen ve bin seneden fazla varlığını sürdürebilen topluma bu kitabın getirmiş olduğu şeriat hükmediyor, onun ortaya koyduğu değerler, ölçüler, yönlendirmeler ve direktiflerin esası üzerinde duruyordu. İşte bu toplumda, insanlık tarihinde başka bir mucizedir. Bu toplum ile madde dünyasında beşeriyetin elde ettiği deneyimlerin geliştirilmesi ve ilerletilmesi yardımıyla büyük maddi imkânlara sahip bulunan diğer beşer toplumlarını karşılaştırdığımızda, bunların insanî medeniyette o topluma ulaşamadığını rahatlıkla görebiliyor, ve bu mucizeyi daha iyi anlayabiliyoruz!

Bugünkü modern cahiliyede insanlar kendi kişisel, toplumsal ihtiyaçlarını ve hayata ilişkin gereksinimlerini bu Kur'an'ın dışında aramaktadırlar! Nitekim Arap cahiliyesinde yaşayan insanlarda bu Kur'an'ın dışında birtakım harikalar istiyorlardı! Arap cahiliyesinde yaşayan bu insanların basit cahiliyeleri ve derin cehaletleri onları bu hayret verici kitapta ifadesini bulan korkunç kâinat harikasını görmekten alıkoyduğu gibi arzu ve istekleri de, kişisel menfaatleri de onları bu gerçeği görmekten alıkoyuyordu! Şu anki modern cahiliyede yaşayan insanlara gelince, bunları da Kur'an'dan alıkoyan Allah'ın madde aleminde insanlara açmış olduğu beşeri bilimlerin gururudur. Bugünkü beşer hayatının girift hale gelmesiyle komplekslerin, sistemlerin ve organizelerin vermiş olduğu aldatıcı şımarıklıktır. Bu sistemlerin ve organizelerin düzenleme ve organize planı açısından daha da gelişmesi ve olgunlaşmasıdır. Aslında hayatın gelişmesi, deneyimlerin birikimi, ihtiyaçların yenilenmesi ve bu konularda hayatın gittikçe giriftleşmesi çok normaldir! Bütün bunların yanısıra modern cahiliye insanıyla Kur'an arasına gerilen en büyük engellerden biri de yahudilerin, hristiyanların ve haçlıların bu dine ve sağlam kitabına karşı başlatmış oldukları savaşın ondört asır boyunca bir an dahi dinmeyen kinleridir. Müslümanları bu kitaptan alıkoyma ve onu insanları doğrudan yönlendirmekten uzaklaştırmaya yönelik çabalarıdır. Çünkü yahudiler ve haçlılar uzun bir zaman alan deneyimleri boyunca şu gerçeği öğrenmişlerdir. Bu dine sarılan müslümanları ilk neslin bu kitaba sarıldığı gibi ona sarıldıkları müddetçe mağlûp etmek mümkün değildir. Fakat Kur'an'ın ayetlerine sırf musiki ve teganni yönünden yönelirken hayatları bütünüyle onun direktiflerinden uzak durduğu müddetçe onlara egemen olmak kolay olacaktır!.. Aslında bu ısrarla yürütülen iğrenç, çirkin, pis ve alçakça bir hile bir tuzaktır. Ve bu hilenin en son ürünü bugün kendisine müslüman diyen insanların yaşadıkları sosyal hayattır. Aslında onlar sosyal hayatlarında bu dinin şeriatını uygulamadıkları müddetçe müslüman olamazlar. Bu dinin etkilerini azaltmak bu dinin Kur'an-ı dışında başka Kur'an-ı tatbik etmek için her yerde başvurulan diğer çalışma yöntemleri de bu alçakça oyunun ürünleridir. Hayatın bütün düzenlemelerinde esas alınan, her türlü ayrılıkta hakem olarak kabul edilen bu hayatı hukukî ve kanunî bütün sürtüşmelerinde esas alınan bu Kur'an'ın mesajını kırmak, önceki müslümanların bütün bu konularda Allah'ın kitabını esas almaları gibi bir düşüncenin önüne geçmeye yönelik bütün çalışmalar da bu kapsama girer!..

Bu Kur'an bugün ona iman edenler tarafından bilinmemektedir. Çünkü onlar Kur'an-ı sadece güzel sesle okunan, terennüm edilen dua ve tesbihlerden ibaret olarak bilmektedirler. Bu alçakça oyunun, katmerli cehaletin, aldatıcı direktiflerin düşünceyi, kalbi, ve realiteyi kapsamlı biçimde bozan iğrenç ve uğursuz bozgunculuğun üzerinden asırların geçmesiyle Kur'an taraftarları bu hale düşmüşlerdir!

Bu, önceki klasik cahillerin kitleleri, maddi harikalar talebiyle kendisinden uzaklaştırmaya çalıştıkları Kur'an'dır. Aynı şekilde bugünkü modern cahiller de kitleleri kendilerinin uydurdukları ile yani, Kuran'larla ondan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Bunlar çeşitli basın ve yönlendirme vasıtalarıyla insanları ondan uzaklaştırıyorlar! Bu her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Allah'tan gelen ve kendisi hakkında şöyle buyurduğu Kur'an'dır.

"Bu müminler topluluğu için Rabbinizin katından gelen uyarıcı kanıtlar doğru yol kılavuzu ve rahmettir."

Ortaya çıkaran ve aydınlatan uyarıcı kanıtlar, yol gösteren, doğru yolu gösteren bir hidayet kaynağı, coşan ve kaynayan bir rahmettir. "Müminler topluluğu için" işte Kur'an-ı Kerim'de bu özelliklerin hepsini bulacak olanlar sadece müminlerdir!

MÜMİNLERE SESLENİŞ

Bu Kur'an böyle doğrudan bir hidayet rehberi olduğundan, müminlerin yönlendirilmesi bağlamında şu direktife yer vermektedir:

 

204- "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin. "

İşte baş tarafında bu Kur'an-a işaret edilen sure, bu cümlelerle sona ermektedir.

"Bu Kur'an kendisiyle insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın. (A'raf Suresi 2)

Kuran'ın okunduğu sırada dinlemeyi ve susmayı emreden bu ayetin yorumuyla ilgili değişik rivayetler vardır. Bazılarına göre bu susma ve dinleme emri imamın Kur'an-ı açık olarak okuduğu farz namazlarla ilgilidir. Bu durumda cemaatin susması ve dinlemesi gerekir. İmam açık okuduğu sırada onunla beraber okuyamaz. İmam ile Kur'an yarışı yapamaz! İmam Ahmet ve diğer "Sünen'' yazarları bununla ilgili bir hadis rivayet etmişlerdir. Tirmizi bu hadis hakkında "Bu hasen bir hadistir" hükmünü vermiştir. Ebu Hatim er-Razi de bu hadisin zühri, Ebu Ekseme Elleysi, Ebu Hureyre kanalıyla gelen rivayetini sahih saymıştır. Buna göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- açık okuduğu bir namazı bitirince: "Az önce benimle birlikte, Kur'an okuyan kimse var mıydı?" diye sormuş. Bir adam! "Evet ya Rasulullah" dedi. Peygamberimiz, "Ben de diyordum ki, kim, ne oluyor ki böyle Kur'an-ı benimle yarıştırıyorlar" buyurdu. Peygamberin ashabı ondan bu sözleri duyduklarında O'nun namazda açık okuduğu yerlerde Peygamberle beraber okumaktan vazgeçtiler.

Aynı şekilde İbn-i Cerir de tefsirinde Ebu Kureyb, El Muharibi, Davut b. Ebi Hint, Beşir b. Cabir kanalıyla gelen haberde şöyle dendiğini aktarır. İbn-i Mesut bir ara namaz kıldırmıştı, bïrtakım insanların imamla birlikte Kur'an okuduklarını işitmiş, namazı bitirince şöyle demişti: "Halâ anlayacak zamanınız gelmedi mi? Halâ düşünecek vaktiniz gelmedi mi? Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz" Allah'ın size emrettiği şekilde. (İmam'a uyan cemaatin Kur'an okuyuşu hakkında değişik görüşler vardır. Kimine göre hem gizli, hem açık okunan namazlarda imamın okuyuşu onunkinin yerine geçer. Kimine göre açık okunan namazlarda imamla beraber okunmaz. Fatiha ile bir sure arasındaki duruşta okur. Bir diğerlerine göre ise, açık okumalarda okunmaz, gizli okunanlarda okur.)

Bazı rivayetlere göre ise, bu ayet müslümanlar için bir direktif niteliğindedir. Müslümanların Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke döneminde, namaz kıldığında, O'nun yanına gelip birbirlerine "Bu Kur'an-ı dinlemeyin. Onun etkisini kırmaya çalışın. Belki bu şekilde üstün gelirsiniz" (Fussilet Suresi: 26) diyen müşrikler gibi olmamalarını istiyordu. Müşriklerin o hareketleri üzerine bu ayet inmişti: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz..." Kurtubi bunları ifade ettikten sonra, "Bu namaz hakkındadır" diye ilave eder. İbn-i Mesut, Ebu Hureyre, Cabir, Zühri, Ubeydullah b. Umeyr, Ata b. Ebi Rebah ve Said b. Müseyyib ayetin namaz hakkında olduğunu rivayet etmişlerdir.

İbn-i Cerir de ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle der: Ebu Kureyb, Ebu Bekir b. İyâş, Asım, Musayib b. Rafi kanalıyla gelen rivayete göre İbn-i Mesut şöyle demiştir. "Biz daha önceleri namazda birbirimize selâm verirdik. Bunun üzerine şu ayet inmişti: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin."

Kurtubi, tefsirinde diyor ki: Muhammed b. Ka'b el-Karzi şöyle demiştir: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- namazda Kur'an okunduğunda kendisine uyan cemaat de onunla birlikte okuyordu. "Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla" dediğinde, onlar da aynısını tekrar ediyorlardı. Fatiha ve O'nun arkasından okunan sure sona erinceye kadar böyle hepsini O'nun ardından okuyorlardı. Bu uygulama bir süre böyle devam etti. Sonra: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin" ayeti indi. Bu da gösteriyor ki, sessizce dinlemenin anlamı, onların peygamberin sözünü tekrar eder gibi açıkça Kur'an okumaktan vazgeçirmektir.

Yine Kürtubi der ki: Katade bu ayetle ilgili olarak diyor ki, Arkadaşlarımızdan biri cemaate gelir. Onları namazda bulur. Onlara: Kaç rekât kıldınız? Kaç rekât kaldı? diye sorardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz" ayetini indirdi. Mücahit der ki: "O zaman müslümanlar namazda normal ihtiyaçları hakkında konuşuyorlardı. Bunun üzerine "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin" ayeti indi.

Bu ayetin namazda okunan Kur'an'la ilgili olduğu görüşünde olanlar İbn-i Cerir'in rivayetini delil olarak gösterirler: Hamit (veya Humeyd) b. Mesade, Bişr b. Müfaddal, Ceriri, Talha b. Ubeydullah b. Kureyz Ubeyd b. Umeyr ve Ata b. Ebi Rebah kanalıyla gelen rivayette deniyor ki, "Ubeyd b. Umeyr ve Ata b. Ebi Rebah konuşuyorlardı. Anlatan da anlatıyordu. (Yani Kur'an okuyan da okuyordu) Talha der ki, "Ben, siz Kur'an-a kulak vermiyor musunuz? Size vadedileni kabul etmiyor musunuz? diye sordum. (Talha burada onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin ayetini kastediyor) "ikisi de dönüp bana baktılar, sonra tekrar konuşmalarına daldılar. Ben tekrar sorumu yönelttim, onlar yine dönüp bana baktılar sonra tekrar konuşmalarına döndüler! Ben üçüncü kere sorumu tekrar edince dönüp bana baktılar ve "O ancak namazdadır" dediler. "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz." İbn-i Kesir bu haberi aktardıktan sonra diyor ki, `Süfyan-ı Sevrî, Ebu Haşim İsmail, İsmail İbn-i Kesir, mücahidin "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz" ayetinin namaza mahsus olduğu şeklindeki görüşünü aktarırlar. Bundan ayrı olarak pek çokları mücahidin bu görüşünü rivayet etmişlerdir. Abdurrezzak da Sevri ve Deys kanalıyla gelen rivayette mücahidin şöyle dediğini aktarır. "Namazın dışında Kut'an okunurken konuşmanın bir sakıncası yoktur."

Bazıları da bu ayetin hem namaz hem de Cuma ve Bayram hutbeleri hakkında olduğunu söylemişlerdi. Said b. Cubeyr, Mücahit, Ata, Amr b. Dinar, Yezid b. Eslem, Kasım b. Muhaymere, Müslim b. Yesar, Şehr b. Havşeb ve Abdullah b. Mübarek bu görüştedir. Yalnız Kurtubi der ki; "Bu görüş zayıftır. Çünkü Cuma ve Bayram hutbelerinde okunan Kur'an azdır. Halbuki hutbenin hepsini sessizce dinlemek şarttır. Bu görüşü İbn-i Arabi ve Nakkaş ileri sürmüş ve şunu eklemişlerdir. "Bu ayet Mekke'de inmiştir. Mekke'de ise ne hutbe ne de Cuma namazı vardır."

Kurtubi tefsirinde diyor ki; Nakkaş: "Bütün tefsir bilginleri bu dinlemenin hem farz namazlarda hem de nafile namazlarda geçerli olduğu konusunda fikir birliğine varmışlardır" demektedir. Nahhas ise: "Dil bilgisi yönünden bu dinleme her zaman için geçerlilik ifade eder. Ancak onun belli bir alanı olduğunu bildiren bir delil varsa, kapsam daraltılabilir" demektedir.

Biz bu konuya ilişkin nüzul sebeplerinden hareketle ayetin ne farz ne de nafile namazlara mahsul olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü genel bir hüküm, özel bir sebeple sınırlandırılmaz. Burada doğruya en yakın olan görüş ayetin hükmünün hiçbir şeyle sınırlı olmamasıdır. Bu Kur'an'ın okunduğu her yerde onu dikkatle ve sessizce dinlemek bu sözün yüceliğine ve onu indiren yüce Allah'ın şanına en uygun hareket tarzıdır! Yüce Allah buyurur da insanlar susmaz ve onun sözlerine kulak asmaz mı? Sonra onlar için rahmet umudu sözkonusudur. "Ki size rahmet edilsin." Bu hükmü nasıl namazla sınırlandırabiliriz. Kur'an'ın okunduğu insanların onu dikkatle ve sessizce dinlediği, her yerde onu anlamak kendisinden etkilenmek ve direktiflerin kabul etmek mümkündür. Aynı şekilde onların bu hareketleri hem dünyada hem de ahirette merhamet edilmelerine neden olabilir.

İnsanlar bu Kur'an'dan yüz çevirmekle karşı konulmaz bir hüsrana uğramaktadırlar. Öyle zamanlar olur ki, dikkatlice ve sessizce bir tek ayete kulak vermek, insanın vicdanında gerçekten ilginç tepkilere, etkilenmelere, kabullenmelere, şekillenmelere, görüşlere, kavrayışlara, rahat ve huzura neden olabilir. Bilinçli ve aydın bir bilgi alanında büyük adımlar atmasına neden olabilir. Kur'an'ın bu etkilerini onu bilen ve tadanlardan başkalarının anlamaları mümkün değildir. Sırf bir okuyuş ve terennümden ibaret olarak değil, bilerek, anlayarak ve düşünerek bu Kur'an'a yönelmek insanın kalbinde ve aklında son derece ileri boyutlara varan açık görüşler, huzura kavuşturan detaylı bilgiler, sıcaklık, canlılık ve hareket bahşeder. Aktif bir hareket, umut ve direnç verir. Başka hiçbir bilginin, deneyimin veya ruh eğitiminin kazandıramayacağı özellikler kazandırır!

Kur'an'ın tasvir ettiği şekilde evrenin gerçeklerini, hayatın gerçeklerini görmek, Kur'an'ın tesbitleriyle beşer hayatını, tabiatını ve ihtiyaçlarını görmek gerçekten üstün, açık, ince ve derin bir görüştür. Bu görüş bütün bunlara bambaşka bir ruhla tedavi yollarını gösterir, onları bambaşka bir ruhla ele almayı sağlar. Beşeri düşüncelerin ve tesbitlerin ötesinde, onu başka şekilde yönlendirir.

Bütün bunlar insanı rahmete ulaştırmaya daha elverişlidir, bu rahmet atmosferi hem namazda hem de namazın dışında gerçekleşebilir. Kurtubi'nin Nahhas'tan rivayet ettiği gibi Kur'an'ın bu genel direktifini namazla sınırlandırmak için hiçbir sebep yoktur.

ZİKİR

Sure gerek namaz esnasında, gerekse namaz dışında genel olarak Allah'ı anmaya yönelik bir direktifle sona ermektedir:

 

205- "Rabbinin adını yalvararak korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma. "

206- "Rabbinin yanındakiler, burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu noksanlıklardan tenzih ederler ve O'na secde ederler. "

İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki; "Yüce Allah gündüzün başında ve sonunda kendisini çokca anmayı emredïyor. Nitekim "Gün doğmadan önce ve gün batmadan önce Rabbine hamd ve tesbit et" (Taha Suresi: 130) ayetinde de bu iki vakitte kendisine ibadet edilmesini emretmiştir. "Bu ayet Mekke'de inmiştir ve bu Peygamberimizin Miraç gecesinde namazın farz kılınmasından önce meydana gelmiştir. Buradaki ayette günün ilk saatleri anlamında "Guduv" kavramı kullanılmıştır. "Asal" kelimesi ise asilin (günün son saatleri) çoğuludur. Eyman kelimesinin yemin sözcüğünün çoğulu olduğu gibi... "Yalvararak ve korkarak" sözüne gelince, bu Rabbini korku ve ümit arasında bir duygu ile içinden hafif bir sesle zikret, apaçık olarak değil demektir. Bu nedenle "yüksek olmayan bir sesle" demiştir. Zikrin böyle olması bağırma ve aşırı yüksek sesle olmasından güzel olur. Bunun içindir ki, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bizim Rabbimiz yakın mıdır? Yoksa uzak mıdır? O'na gizlice mi söyleyelim yoksa kendisine çağıralım mı? diye sorulduğunda yüce Allah bu ayeti göndermişti: "Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki, "Ben kendilerine yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim." (Bakara Suresi: 186) Buhari ve Müslim'de Ebu Musa EI Aş'ari'den gelen rivayette deniyor ki, bir yolculukta insanlar yüksek sesle dua etmeye başladılar. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-: "Ey insanlar, kendinize bakim olun, siz uzakta olan ve sağır birisine çağırmıyorsunuz. Kendisini çağırdığınız Allah her şeyi işiten size en yakın olandır. O herbirinize binek hayvanının boynundan daha yakındır." Burada İbn-i Kesir, İbn-i Cerir'in ve ondan önceki Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'in şu görüşünü kabul etmemiştir. "Bu ayetten maksat, Kur'an-ı dinleyicilerinin Kur'an-ı bu ayette belirtildiği şekilde onu dinlemeleridir. "İbn-i Kesir devamla şöyle demektedir. "İbn-i Cerir ve Abdurrahman'ın bu görüşleri başkaları tarafından kabul edilmemiştir. Aksine burada ayet kulların sabah ve akşam çok zikretmelerini teşvik etmekte, gafillerden olmamalarını telkin dikkat etmektedir. Bu nedenledir ki, bıkmadan gece gündüz Allah'ı zikreden melekler övülmüştür: Rabbinin yanındakiler burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar.

Meleklerin burada gündeme getirilmesi itaat ve ibadet konularındaki çok gayretlerinin örnek almalarını sağlamak içindir."

İbn- Kesir'in bu vesileyle aktardığı rivayetlere ve peygamberin hadislerine bakarak bu Kur'an'ın ve peygamber eğitiminin Araplar'ın ruhlarında ilâhlarının gerçeğini ve etraflarını kuşatan kâinat gerçeğini kavratmada nedenli büyük bir iş başardığını görebiliyoruz. Onların sorularından ve bu soruya verilen cevapta bu dinin Kur'an-ı Kerim ve peygamber aracılığıyla büyük bir değişim gerçekleştirdiğini kavrayabiliyoruz. Gerçekten onlar bu dinle büyük bir mesafe katetmişlerdir. Eğer insanlar bilmiş olsalar, burada Allah'ın nimetinin ve rahmetinin tecelli ettiğini görebileceklerdir.

Hem burada ayetlerin kendisine doğru yönlendirmede bulunduğu Allah'ın zikri sırf dudak ve dil ile yapılan zikir değildir. Burada asıl üzerinde durulan, kalp ve gönülden gerçekleştirilen zikirdir. Şayet Allah'ı zikrederken vicdanda bir ürperti meydana gelmiyor, kalp titremiyor, ruh harekete geçmiyorsa, eğer onunla birlikte korku, endişe, alçakgönüllülük ve niyaz gibi duygular ve tepkiler bulunmuyorsa bu zikir asla zikir olamaz. Tam tersine yüce Allah'a karşı edepsizlik olur. Çünkü zikir, korku ve takva ile ürperti ve niyaz ile Allah'a yönelmektir. Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü gözlerin önüne getirmektir. Onun gazabından ve cezasından çekinmeyi gönlüne yerleştirmektir. Sürekli olarak ona sığınmak ve umudunu ona bağlamaktır. Ancak böylece insan ruhunun cevherini arındırabilir. Ancak bununla, insanın, özü şeffaf ve aydınlatıcı ledünni, kaynağıyla temasa geçebilir.

Dil, kalp ile beraber hareket ettiğinde, dudak ruha eşlik ettiğinde zikir huşu havasını bozmayacak ve niyazla çelişmeyecek bir şekle bürünür. Alkışlarla çığlıklarla, bağırma ve çağırmakla musiki ve teganni ile değil, alçak bir sesle meydana gelir.

"Rabbinin adını yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle an." "Sabah, akşam.'

Gün doğarken ve batarken... Böylece kalp günün her iki tarafında Allah'a bağlı kalacaktır. Elbette ki Allah'ı anmak sadece bu anlarla sınırlı değildir. Allah'ın zikrinin her an kalpte bulunması gerekir. Allah'ın her şeyi kontrol ettiği, sürekli olarak kalbe yerleştirilmelidir. Fakat özellikle bu iki zaman diliminde insan evren sayfasında apaçık bir değişiklik görür... Geceden gündüze... Gündüzden geceye... Bu sırada insanın kalbi varlıklarla temasa geçer. Bu esnada insan yüce Allah'ın geceyi gündüze çeviren olayları ve durumları değiştiren elini görür. Yüce Allah beşer kalbinin özellikle bu iki zaman diliminde daha fazla etkilendiğini ve kabullenmeye daha müsait olduğunu çok iyi bilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de özellikle bazı zaman dilimlerinde Allah'ı anmaya ve onu kutsamaya yönelik pek çok direktifler vardır. Şimdi bu direktiflerle insanın kalbinde etkili olmak, onu inceltmek, yumuşatmak ve Allah'la temasa geçirmeye teşvik etmek amacıyla bütün evrenin harekete geçtiği zamanlardaki zikre dikkat çekilmektedir: "Söylediklerine sabret, gün doğmadan önce ve batmadan önce Rabbine hamd ile tesbit et. Geceleyin de ona tesbih et. Secdelerin ardından da." (Ka'f Suresi: 39-40) "Gecenin ardından ve gündüzün başında ve sonunda onu tesbih eyle ki, senden razı olsun." (Taha Suresi: 130) "Sabah akşam Rabbinin adını an. Gecenin bir kısmında O'na secde et. Uzun gece boyunca onu tesbih et." (İnsan Suresi: 25-26)

Zikrin bu zaman dilimlerinde emredilmesi beş vakit namazın daha farz olmadığı zamanlarla ilgilidir diye bir iddiada bulunmaya da gerek yoktur. Zira böyle bir yaklaşım farz namazların bu anlardaki zikirden gereksiz kıldığı imajını verebilir. Halbuki burada sözkonusu edilen zikir namazdan daha geniş kapsamlıdır. Bu zikrin vakitleri de farz namazların vakitleriyle sınırlı değildir. Ayrıca bu zikir farz ve nafile namazların şekillerinden başka bir şekilde de yapılabilir. Kalp ile zikir, kalp ve dil ile zikir şeklinde, namazın diğer hareketlerine başvurulmadan da bu zikir şekli gerçekleşebilir. Hatta zikrin kapsamı bundan da geniştir. Burada sözkonusu edilen zikir sürekli olarak yüce Allah'ın büyüklüğünü hatırlamak, sürekli halde uyanık bulunmak, gizli açık, büyük küçük her işte kendisini kontrol alımda tuttuğunu hesaplamak, hareketinde, duruşunda, eyleminde ve niyetinde Allah'ın kendisini gözetlediği bilinciyle hareket etmektedir. Burada özellikle sabah-akşam ve gece zikrine dikkat çekilmesi yüce Allah'ın bu zamanların insanın kalbi üzerindeki özel etkilerini bilmesindendir. Çünkü Allah insanın yaratıcısı ve fıtratını, oluşumunun tabiatını en iyi bilendir.

"Ve gafillerden olma."

Allah'ın zikrinden gafil olmak, dil ve dudak ile değil, kalp ve vicdan ile on:ı anmaktan habersiz olmaktır. İnsanın kalbini ürperten ve Allah ile karşılaştığında mahcup düşecek bir yola sahibini girmekten alıkoyar zikirden... Büyük küçük her hareketinde Allah'ın kendisini gözettiği bilinci veren ve yaptığı her harekette Allah'ın onu görmesinden sakındıracak bir zikirden... İşte burada yapılması istenen zikir budur. Yoksa insanı itaata, amele, yürüyüşe ve bağlılığa götürmeyecek bir şekilde Allah'ı anmak değildir.

Rabbini an ve onu anmaktan gafil olma. Kalbin de onun kontrolünden habersiz olmasın. İnsan, şeytanın dürtmelerine karşı direnebilmesi için sürekli olarak Allah ile ilişki halinde olmaya muhtaçtır. "Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya, uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve herşeyi bilendir."(A'raf Suresi: 200)

Bu surede daha önceleri insan ile şeytan arasındaki savaşa değinilmişti. Şimdi surenin bu akışı boyunca, iman kervanı ile onların yolunu kesmeye çalışan cinlerden ve insanlardan oluşan şeytanlar arasındaki mücadeleye yer vermek suretiyle devam etmektedir. Ayrıca Allah'ın ayetleri kendisine verildiği halde onlardan sıyrılıp şeytana uyan ve böylece azgınlardan olan adamın hikâyesini vermekle de şeytana değinilmişti. Surenin sonlarına doğru şeytanın dürtmelerine ve kışkırtmalarına karşı her şeyi işiten ve her şeyi bilen Allah'a sığınmayı ifade eden bir ayete yer vermiştir. Bunların hepsini gözönünde bulunduran, olayın zincirleme bir bağlamda devam ettiğini, işin sonunda korkarak ve yalvararak Allah'ı anmaya dikkat çektiğini ve zikirden habersiz olmayı yasakladığını görebilecektir. Bu emir ve bu yasak da Peygambere yönelik bir direktif bağlamında verilmektedir. "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin. İyi olanı emret ve cahillere aldırış etme." Demek ki bu da, yol işaretlerini tamamlayıcı nitelikte bir direktiftir. Dava sahiplerini yolun sıkıntılarına karşı dayanıklı yapacak azıkla donatmaktır.

Daha sonra yüce Allah, hiçbir şeytanın kendilerini kışkırtmadığı, Allah'ın kendisine yakın melekleri örnek olarak vermektedir. Meleklerin yapısı şeytanın etkilerine kapalıdır. Onların üzerinde şeytanın bir nüfuzu yoktur. Şehevi arzuları da onlara galebe çalmaz. Buna rağmen onlar sürekli olarak Allah'ı zikrederler ve onu noksan sıfatlardan tenzih ederler. Burun kıvırmadan ona ibadet ederler ve bu ibadetlerinde kusur etmezler. İnsan ise, onlardan daha çok zikre, ibadete ve Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmeye muhtaçtır. İnsanın yolu zordur. Yapısı ve tabiatı, şeytanın dürtmelerine açıktır. Aldatıcı gaflete elverişlidir. Çabası da sınırlıdır. Bu zorluklarla dolu yolda bu azığı da olmazsa insan bütün bunların üstesinden nasıl gelebilir?

"Rabbinin yanındakiler burun kıvırıp ona kulluk etmekten geri durmazlar. O'nu noksanlıklardan tenzih ederler ve yalnız O'na secde ederler." İbadet ve zikir bu dinin metodunda iki temel unsurdur. Çünkü o teorik bilgilere, teolojik (metafizik) tartışmalara müsait bir metod değildir. Bu din beşerin hayatını değiştirmek için, realiteye dayalı bir hareket metodudur. Beşer realitesinin ise insanın gönlünde ve günlük hayatında yereden çok derin ve köklü tesirleri vardır. Bu cahili realiteyi yüce Allah'ın metoduna uygun bir şekilde insanlardan istediği ilâhi bir realiteyle değiştirme gerçekten zor ve meşakkatli bir meseledir. Uzun bir çalışmaya, geniş bir sabra ihtiyaç duyar. Dava adamlarının enerjileri ile sınırlıdır. Bütün bu zorluklara Rabblerinin destekli bir azık olmadan karşı koymaları mümkün değildir. Çünkü bu din sırf bir ilim değildir. Yalnız başına bir kültür meselesi hiç değildir. O sadece Allah'a ibadet ve ondan yardım dilemektir. İşte bu meşakkatle dolu uzun yol boyunca azık, gerçek dayanak ve gerçek yardım budur. İşte Allah'ın Peygamberimize "Bu Kur'an kendisiyle insanları uyarasın ve müminleri uyarasın diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken ruhun sıkılmasın." (A'raf Suresi: 2) sözleriyle başlayan sure, bu direktifle sona ermektedir. Bu surede iman kafilesi Allah'ın peygamberleri önderliğinde yoluna devam etmiş bu kervanın yolunu kesen kovulmuş, şeytanın tuzaklarına, insanlardan ve cinlerden oluşan şeytanların oyunlarına yeryüzünde azgınlık yapanların karşı çıkışlarına, kulların başlarına çöreklenen tağutların müminlere karşı savaşlarına yer verilmiştir.

Gerçekten de bu bir yol azığıdır. Bu yolda yürüyen onurlu kafilenin yol boyu kendisine muhtaç olduğu kumanyasıdır.

 

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net