61-Saf


1- Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah'ı tesbih etmiştir. O üstündür, hikmet sahibidir.

Bütün bir evrenin üstün güç sahibi, herşeyi eksiksizce yerleştiren yüce Allah'a boyun eğdiği surenin başında dile getiriliyor. Bu sure müslümanlara, bağlı bulundukları islamın, Allah'ın dininin son halkası olduğunu, Allah'ın birliğine dayalı bu dinin bekçilerinin kendileri olduğunu açıklamaktadır. Kafirlerin ve müşriklerin inkarlarını ve ortak koşmalarını red etmektedir. Müslümanları bu dinin zafere ulaşması için cihada çağırmaktadır. Nitekim yüce Allah, müşrikler istemese de bu dini diğer tüm dinlere karşı üstün kılmayı takdir etmiştir. Surenin bu girişinden anlaşılıyor ki, müslümanların yüklendikleri emanet bütün bir evreni ilgilendiren bir emanettir. Uğrunda cihad etmeleri istenen inanç davası göklerde ve yerde bulunan tüm canlıların hayat davasıdır. Ve bu dinin diğer bütün dinlere üstün gelmesi evrensel bir niteliktir. Bütün bir evrenin üstün güç ve düzenleme sahibi Allah'a yönelişi ile mükemmel bir uyum sergileyen bir eylemdir.

Sonra yüce Allah müminlerden bir kesimin yanlış bir hareketinden dolayı onları ağır biçimde eleştiriyor. Bu yüce Allah'ın en çok nefret ettiği ve çok çirkin saydığı bir iştir. Özellikle inananların böyle bir eyleme girişmelerini korkunç bir şey olarak göstermektedir:

2-Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?

3- Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük gazaba sebep olur.

4- Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlıyarak savaşanları sever.

Ali İbni Talha, İbni Abbas'tan rivayetle der ki; İbni Abbas şöyle söylemiştir: Cihad farz olmadan önce inanan bazı kimseler diyorlardı ki: Yüce Allah'ın bize işlerin en güzelini göstermesini isterdik ki biz de onu yapalım. Yüce Allah onların bu isteklerine bağlı olarak en çok sevdiği eylemin kesin bir şekilde inanmak ve imana karşı gelen ve onu kabul etmeyen isyankârlara karşı cihad etmek olduğunu peygamberine bildirdi. Cihad farz olduktan sonra müminlerden bazıları bu emirden hoşlanmadılar ve böyle bir iş onlara zor geldi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayetini gönderdi:

"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?"

"Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük gazaba sebeb olur." İbni Cerir ayetlerin tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir.

İbni Kesir de tefsirinde der ki: Tefsir bilginlerinin çoğu bu ayeti şu şekilde yorumlamışlardır: Müminler cihadın farz olmasını arzu ettikten sonra cihadın farz kılınması ve ardından bazılarının ona yanaşmamaları üzerine bu ayet inmiştir. Bu ayeti aynen şu ayet gibi yorumlamışlardır:

"Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar gibi ya da bundan bir daha fazla insanlardan korkan bir grubu, "Ey Rabbimiz, niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?" dedi. Onlara de ki; `Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kılpayı bile haksızlığa uğramazsınız: '

"Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur." (Nisa suresi, 77-78)

Katade ve Dehhak der ki; bu ayet "şöyle savaştık, böyle vuruştuk, şöyle sapladık, böyle yaptık" dedikleri halde böyle bir şey yapmayan bir kesimin ağzının payını vermek için inmiştir.

Ayetlerin normal akışından ve savaştan söz edilmesinden anlaşılıyor ki, bu ayetlerin iniş sebebi tefsir bilginlerinin çoğu tarafından belirtilen ve İbni Cerir tarafından tercih edilen görüştür. Şu kadar var ki, Kur'an hükümleri her zaman ayetlerin indiği şartlardaki olaylardan daha geniş kapsamlıdır ve inmesine sebep olan şartların ve durumların çok ötelerine kadar uzanmaktadır. Bu nedenle biz iniş sebeplerini ortaya koyan rivayetleri ve olayın bu ayetlerle ilgisini kabul etmekle beraber onların anlamlarının kapsamlı ve genel olduğunu belirtmeden geçemiyoruz.

Bu ayetler, meydana gelen bir olay ya da olaylar üzerine bir paylamayla başlamaktadır:

"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?"

Hemen ardından bu davranışı ve bu ahlâkı alabildiğine çirkin ve tiksindirici gösteren bir nefret ifadesi yer almaktadır:

"Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük gazaba sebep olur: ' "Allah katında" büyük olan günah, en büyük günahtır. Çok iğrenç ve çok kötü bir iştir. Bu gerçekten alabildiğine tiksindirici, ürpertici bir davranıştır. Özellikle müminin vicdanında nefret uyandırmaktadır. İmanıyla kendisine seslenilen ve kendisine iman ettiği Rabbinin çağrısına kulak veren müminin vicdanında.

Üçüncü ayet onların yapmadıkları şeyi söyledikleri konuya doğrudan işaret etmektedir. Bu da cihad konusudur. Burada cihad konusunda Allah'ın sevdiği ve razı olduğu iş de belirtilmektedir:

"Doğrusu Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlıyarak savaşanları sever."

Bu sadece savaşmak değildir. Allah yolunda savaşmaktır. Müslüman cemaatle dayanışma içinde onların safında savaşmaktır. Azimle ve direnerek savaşmaktır: "Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever."

Kur'an-ı Kerim, bu cüzün ilgili yerlerinde defalarca belirttiğimiz gibi, bir ümmet kuruyordu. Yeryüzünde Allah'ın dinini hayattaki yolunu ve insanlar arasındaki sistemini bir emanet olarak yüklenmeleri için onları yetiştiriyordu. Tek tek onların iç dünyalarını, ruhlarını ve vicdanlarını arındırmak, onları bir cemaat haline getirmek ve pratikte yaşanan bir eylem haline getirmek. Evet bunların hepsini bir anda yapmak gerekiyordu. Çünkü müslüman fert ancak bir cemaat içinde yetiştirilebilir. İslam ancak sağlıklı bağları bulunan, sağlıklı düzeni bulunan, aynı zamanda toplumsal bir hedefi olan düzenli bir topluluk ortamında var olabilirdi. Ancak bu şartlarda teker teker her bireyiyle ilgilenebilirdi. Bu ise sözkonusu ilahi düzenin vicdanda, eyleminde ve bunlarla birlikte yeryüzünde ortaya konması ile mümkün olabilirdi. İslamın yeryüzünde yürürlüğe konması ancak bu ilahi düzenin sınırları içinde yaşayan, hareket eden, çalışan ve üreten bir toplumla mümkündür.

İslam bireyin vicdanına ve bireysel sorumluluğa son derece önem vermekle beraber bir kenara çekilmiş, her biri kendi başına bir manastırda Allah'a ibadet eden tek tek bireylerin dini değildir. Böyle bir durum islamı, bizzat bu bireyin vicdanında dahi gerçekleştiremeyeceği gibi bunun doğal bir sonucu olarak onun hayatında da islamı gerçekleştiremez.

İslam, bu şekilde bir yalnızlığı yaşatmak için gelmemiştir. Tam tersine insanların hayatına hükmetmek, onu yönlendirmek için gelmiştir. Her alandaki bireysel ve toplumsal çalışmaya egemen olmak için gelmiştir. İnsanlar bireyler halinde yaşayamazlar. Ancak topluluklar ve milletler halinde yaşayabilirler. İşte islamda, insanlığa bu haliyle hükmetmek için gelmiştir. İslam insanların toplu halde yaşamaları ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle islamın bütün prensipleri ilkeleri ve düzenlemeleri hep bu sosyal hayata paralel şekilde belirlenmiştir. İslam bireyin vicdanına eğildiğinde bu vicdanı bir topluluk içinde yaşayan bir ferdin vicdanı olarak şekillendirmeye çalışır. Bireyi ve bireyin içinde yaşadığı topluluğu Allah'a yöneltir. Fert Allah'ın yeryüzündeki dinini, hayattaki yolunu ve insanlar içindeki sistemini koruma emanetini omuzunda taşıyarak bu topluluk içinde yaşar.

Davanın ilk gününden itibaren islami bir toplum veya müslüman bir cemaat kurulmuştur. Bu topluluğun kendisine özgü sözlerine itaat edilen bir liderliği vardır. Bu Hz. Peygamber'in liderliğiydi. Bireyleri arasında sosyal bağlar bulunuyordu. Yapısı da diğer tüm topluluklardan farklı idi. Aynı zamanda bu topluluk içinde yaşayan her insanın, kalbine ve vicdanına dayanan kendisine özgü prensipleri, gelenek ve görenekleri vardı. Evet bunların hepsi Medine'de islam devleti kurulmadan önce gerçekleşmişti. Hatta bu cemaatın kurulması, Medine'deki devletin kurulmasına yol açan en önemli sebepti.

Bu üç ayeti gözönünde bulundurduğumuzda görüyoruz ki burada bireysel ahlâk, sosyal ihtiyaçlar dini inancın gölgesinde bütünleşmiştir. Çünkü bu inanç karekteri gereği, insanların hayatında bir güç halinde, başında koruyucuları ve bekçileri bulunan bir sistem altında gerçekleşmesini gerektirir.

İlk iki ayet inananların yapmadıklarını söylemelerini tenkid etmekte ve onun cezasına değinmektedir.

Bu iki ayet müslümanın kişiliğindeki en köklü karekteri çizmektedir. Doğruluk ve dürüstlük. İçi ile dışının, sözü ile eyleminin bir olması. Hem de kesin bir şekilde. Üçüncü ayette sözü edilen savaş konusunu da içine alacak ve daha ötelere sarkacak şekilde.'

Müslümanın kişiliğindeki bu özelliğe Kur'an-ı Kerim çoğu zaman dikkat çekmektedir. Peygamberin sünneti de aynı çizgiyi izleyerek tekrar tekrar ona parmak basarak Önemini pekiştirmektedir. Yüce Allah yahudileri eleştirirken buyuruyor ki:

"Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olacağını düşünemiyor musunuz?" (Bakara suresi, 44)

Münafıkları eleştirirken diyor ki:

"Yüzüne karşı peki derler, fakat onların bir grubu yanından ayrıldıktan sonra geceleyin aleyhinde sana verdikleri sözle bağdaşmayan komploları kurarlar. Hiç şüphesiz Allah onların geceleri kurdukları komploları yazıyor. Sen aldırış etme, Allah'a güven. Vekil olarak Allah sana yeter." (Nisa suresi, 81)

Yine münafıklarla ilgili olarak buyuruyor ki:

"Kimi insan varki, dünya hayatı ile ilgili konuşması hoşunuza gider, ve en amansız düşman olduğu halde kalbindeki duyguların samimi olduğuna Allah'ı şahit gösterir. İş başına geçince yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya ekini ve nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sevmez." (Bakara suresi 204-205)

Hz. Peygamber diyor ki: "Münafığın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, emanete ihanet eder." (Bu hadisi Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesei Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir)

'Bu anlamdaki hadisler pek çoktur. Aşağıda vereceğimiz hadis her halde Hz. Peygamberin bu konudaki en önemli, en derin içerikli direktiflerinden biridir. İmam Ahmed ve Ebu Davud Abdullah İbni Amir İbni Rebia dan rivayet ederler ki; Abdullah şöyle demiştir: Ben çocuk iken Hz. Peygamber bize gelmişti. O sırada ben oyun oynamak için dışarı çıkmıştım. Annem: "Abdullah buraya gel, sana birşey vereceğim: ' diye beni çağırmıştı. Hz. Peygamber Ona ne verecektin?" diye sordu. Annem: "Hurma" dedi. Hz. Peygamber "Eğer ona vadettiğini vermeseydin aleyhine bir yalan yazılacaktı" buyurdu.

Herhalde bu nedenle bu tertemiz ve berrak peygamberlik kaynağından beslenen İmam-ı Ahmed İbni Hanbel çok uzak mesafelerden hadis öğrenmek üzere gittiği bir adamdan hadis rivayet etmekten vazgeçmiştir. Çünkü adamın boş torbayı eline alıp içinde yem varmış gibi katırını çağırdığını ve onu kandırdığını görmüştü. Bunun üzerine İmam katırını kandıran birisinden rivayet etmekte sakınca görmüş ve ondan hadis almaktan kaçınmıştır!

İşte bu müslümanın vicdanındaki ve şahsiyetindeki tertemiz, derin ahlâki yapıdır. Yeryüzünde Allah'ın sistemini kuracak ve onu ayakta tutacak olan insanlara en yakışan ahlâk yapısı da budur. İşte bu sure bu ahlâki yapıyı ortaya koymaktadır. Bu aynı zamanda yüce Allah'ın bu görevi yerine getirmeleri için hazırladığı müslüman topluluğun eğitim halkalarından biridir.

Bu ayetlerin indikleri sırada doğrudan ele aldıkları konuya, yani cihad konusuna geldiğimizde ise üzerinde konuşulmaya, düşünmeye ve ibret almaya değer birçok konular görürüz.

Herşeyden önce burada kendimizi, geçici zaaf anları ile karşı karşıya bulunan insan psikolojisiyle, insanın iç dünyası ile yüzyüze buluyoruz. Bu zaaf durumlarında Allah'tan, sürekli hatırlatmasından, sürekli yönlendirmesinden ve sürekli eğitiminden başka hiçbir şey insanı koruyamaz ve kurtaramaz. İşte müslümanlardan bir topluluk bazı rivayetlerde Mekke'de heyecan ve duygusallıktan kaynaklanan iç tepkileri nedeniyle Allah'ın kendilerine savaş izni vermesini arzu eden, fakat Mekke'de sürekli savaştan el çekmeleri namaz kılmaları, zekat vermeleri emrediliyordu. Medine'ye hicret ettikten sonra bu topluluğa: "Kendilerine savaş farz kılındığında ise" Allah'ın belirlediği uygun zamanı gelince Medine'de savaş emri verildiğinde ise:

"Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın, zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu, `Ey Rabbimiz, niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?' dediler. Onlara de ki: `Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. orada kıl payı bile haksızlığa uğramazsınız." (Nisa suresi, 77)

Ya da bunlar Medine'deki bir müslüman topluluktu. Allah katındaki en güzel işin ne olduğunu soruşturup onu yapmak istiyorlardı. Bu eylemin cihad olduğu kendilerine bildirilince hoşlanmamışlardı!

Bu kaçarlık bir duruş dahi gözlerimizin açılması için yeterlidir. İnsanın psikolojik yönden sürekli olarak takviyeye, telkinlere ve direnişe ilişkin öğütlere muhtaç olduğunu anlıyoruz. Özellikle zor şartlarda, ağır yükümlülükler altında bu tür takviyelere ihtiyacı daha da zorunlu hale gelmektedir. Müslüman ancak bu desteklerle yolunda doğru ilerleyebilir. Zaaf anlarına karşı galip gelebilir ve sürekli olarak daha uzak ufuklara gözlerini dikebilirler. Ayrıca şu gerçeği de öğreniyoruz ki, rahat olduğumuz durumlarda görev ve yükümlülük isterken mütevazı olmamız gerekmektedir. Olabilir ki Cenabı Allah bizi o durumda herhangi bir işte görevlendirdiğinde onun üstesinden gelemeyiz. Görevimizi hakkıyla yerine getiremeyiz! Nitekim burada ilk müslüman nesilden bir topluluk zaafa düşmekte ve yapamayacakları şeyleri söylemektedir. Sonuçta yüce Allah onları sert bir şekilde azarlamakta ve onların bu eylemini, bu durumunu ürpertici bir şekilde kınamaktadır.

İkinci olarak yüce Allah'ın birbirine kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sevmesi üzerinde durmalıyız. Allah yolunda savaşmaya ilişkin bu köklü, güçlü teşvik üzerinde durup düşünmeliyiz. Burada herşeyden önce kaydedilmelidir ki, savaşı istememe, geri kalma ve ondan çekinme hali bu teşvikle kapatılmak istenmektedir. Şu kadar varki belli olaydaki bu ilginç sebep sözkonusu teşvikin genel olmasına ve bu sebebin ötesinde sürekli bir hikmetin bulunmasına engel değildir.

Hiç şüphesiz islam, savaşı arzu etmez ve savaşı sevdiği için onu istemez. İslam şartlar kendisini zorladığı için ve savaşın ardındaki hedef büyük olduğu için onu farz kılar. Çünkü islam, insanlığı ilahi sistemin en son ve değişmez şekli ile karşılar. Bu sistem sağlıklı fıtrata uygun düşmekle beraber ruhlara birtakım yükümlülükler getirir. Böylece onları üstün seviyelere çıkarmak ister. Bu üstün derecelere ulaşıp orada kalmalarını arzu eder. Ne var ki bu yeryüzünde ilahi sistemin yerleşmesini istemeyen pek çok kuvvetler de bulunmaktadır. Çünkü islam bu güçlerin sahte, basit değerlere dayalı olan birçok ayrıcalıklarını ellerinden alır. İslamın öngördüğü sistem, hayata yerleşip hakim olduğunda bu tür güçlerle savaşır ve onları kökten söküp atar. Bu sahte güçler, imanın ve onun öngördüğü yükümlülük düzeyinden insanları geride bırakmak için onların zaaflarını kullanmaya çalışırlar. Ayrıca bilinçsizliklerini ve önceki nesillerden gelen gelenekselleşmiş yanlış anlayışları istismar etme çabasına girerler. Bunlarla ilahi sisteme ve onun yoluna dikilmek isterler. Zaten kötülük saldırgan, batıl, kendini beğenmiş ve şeytan da her zaman çirkin işlere teşvik etmektedir. Bu nedenle iman davasına sahip çıkanların ve ilahi sistemin bekçilerinin, kötülüğün işbirlikçilerini ve şeytanın dostlarını yenebilmeleri için güçlü olmaları gerektiği ortaya çıkmaktadır. Hem ahlâk yönünden güçlü hem de savaş yönünden güçlü. Yine ortaya çıkıyor ki bu iman davasına sahip olanların, yeni sistemin davetinin özgürlüğünün, bu sisteme inanç özgürlüğünün ve onun belirlenmiş sistemine uygun olarak çalışma özgürlüğünün güvencesi için tek çare savaş olduğunun, savaşmaları gerektiğinde kesinleşmektedir.

Müslümanlar Allah yolunda savaşırlar. Kendi çıkarları için veya ırk, toprak, soy ve aile gibi herhangi bir tutkunluk ve asabiyet yolunda savaşmazlar. Yalnız Allah yolunda, sadece Allah için, sırf Allah'ın sözünü yüceltmek için savaşırlar. Nitekim Hz. Peygamber buyuruyor ki: "Kim Allah'ın sözünü yüceltmek için savaşırsa o Allah'ın yolundadır." (Bu hadisi Buhari Müslim Ebu Davud Tirmizi ve Nesei rivayet etmiştir)

Allah'ın sözü, O'nun iradesini ifade eder. Allah'ın biz insanlara açıklanan iradesi bu evrenin bütünüyle istikametinde seyrettiği evren yasasıyla uyum sağlayan, bütünleşen iradesidir. Bütün bir evren bu iradeye bağlı olarak Rabbini övgüyle takdis etmektedir. İslam ile gelen Allah'ın son şeklini almış olan sistem evrenin bu yasasıyla tamamiyle uyum içindedir. Bu yasa evrenin tümünü içindeki insanlarla birlikte Allah'ın şeriatına bağlar. Onun yasası ile hükmeder hale getirir. Allah'tan başkaları tarafından belirlenen yasalara değil.

Bazı bireylerin, birtakım sınıfların ve kimi devletlerin bu sisteme karşı direnmeleri doğaldır. Ebetteki islam kendisine karşı koyan bu güçlere rağmen yoluna devam edecektir. Bu sistemin zafere ulaşması ve yeryüzünde Allah sözünün gerçekleşmesi için müslümanların cihad etmeleri kaçınılmaz bir gerekliliktir. İşte bunun için yüce Allah taşları birbirine kurşunla kenetlenmiş bir bina gibi saf tutarak kendi yolunda savaşanları sever. (Yazarın "Dünya Barışı ve,islam" adlı kitabının "Dünya Barışı" isimli bölümüne bakınız)

Üçüncü olarak mücahidlerin savaşırken taşımaları gereken ve Allah'ın sevdiğini belirttiği durum üzerinde biraz düşünmeliyiz: "Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak." Bu aslında bireysel bir sorumluluktur. Fakat toplumsal şekilde ortaya çıkan bireysel bir sorumluluk. Düzenli bir cemaat içindeki bireysel sorumluluk. Çünkü islama karşı koyanlar toplu güçler halinde O'na karşı koymaktadırlar. Büyük kitleler halinde O'na saldırmaktadırlar. Bu nedenle islam ordularının da düşmanlarını düzgün, düzenli ve saflar halinde karşılamaları gerekmektedir. Sağlam ve dayanıklı birlikler halinde düzene girmeleri gerekir. Çünkü bu dinin temel özelliği budur. Üstün ve galip gelmesi, topluma hakim olması, birbirine bağlı, birbiriyle uyumlu bir topluluk meydana getirmesi O'nun en önemli özelliğidir. Tek başına ibadet eden, yalnız başına savaşan ve tek başına yaşayan toplumdan kopuk fertlerin sergilediği tablo bu dinin tabiatından tamamen uzaktır. Bu tek tek bireyler cihad halinde veya bundan sonra hayata hakim olma konusunda sistemin gerekliliğinden tamamen uzaktırlar.

Yüce Allah müminler için sevdiğini ifade ettiği bu manzara onların dinlerinin tabiatını da çiziyor kendilerine. Onlara yolun işaretlerini açıklıyor: Eşsiz yapısını da ortaya koyuyor. "Kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak." Bu öyle bir yapıdır ki bütün tuğlaları birbiriyle yardımlaşmakta, birbirine dayanmakta ve kenetlenmektedir. Her tuğla kendi görevini yerine getirmekte ve her biri kendi yediğini kapatmaktadır. Çünkü bir tuğla yerinden ayrıldığında ileriye veya geriye alındığında yanındaki ve altındaki diğer tuğlalarla bütünleşip kenetlenmediğinde duvarın tamamı yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu genel anlamı ifade eden soyut bir benzetme değil, gerçeği tasvir eden bir ifadedir. Cemaatın yapısını, cemaat içindeki bireylerin birbirleriyle bağlarını tasvir eden bir ifade. Belirlenen düzen içinde, belirlenen hedefe doğru yöneltilen inanç bağını ve hareket bağını ortaya koymaktadır.

Bundan sonra sözkonusu ilahi sistemin islamdan önceki peygamberler döneminde gerçekleşen aşamalarının tarihi sürecini vermeye geçmektedir:

 

5- Musa kavmine: " Ey kavmim! Benim Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?' demişti. Onlar yoldan sapınca Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan millet; doğru yola eriştirmez.

6- Meryem oğlu İsa'da: "Ey İsrailoğulları! Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o kendilerine açık deliller getirince, "Bu apaçık bir büyüdür" dediler.

İsrail oğullarının kendilerini Firavun ve ileri gelenlerinden kurtaran Peygamberi önderleri ve öğreticileri olan Hz. Musa'ya karşı eziyetleri çok boyutludur. Hz. Musa'nın onların eksikliklerini, eğriliklerini kapatmak için verdiği uğraş çok yorucu, zor ve sıkıntılı bir uğraştır. Kur'an ı Kerim çeşitli Kıssalarda bu bıktırıcı eziyetlerin ve uğraştaki zorlukların değişik türlerinden tablolar sunmaktadır.

Hz. Musa onları Firavundan kurtarmak için çalışırken onun zulmüne ve baskısına karşı direnirken, onlar Firavun'a boyun eğerek rahat içinde yaşıyorlardı. Üstelik Hz. Musa'ya bu mücadelesinden dolayı da kızıyorlardı. O'nu kınayarak eleştirerek şöyle diyorlardı: "Sen gelmezden önce de, geldikten sonra da işkence çektik." (Araf suresi, 129) Sanki onlar Hz. Musa'nın Peygamberliğinden bir hayır görmediklerini ifade ediyorlardı veya bu son uğradıkları eziyetlerinin sorumluluğunu O'na yüklemek istiyorlardı.

Tek olan Allah'ın adıyla Firavun'un zulmünden kurtarır kurtarmaz onlar tekrar Firavun'a ve ileri gelenlerine tapmaya eğilim duymuşlardı. Halbuki yüce Allah onları Firavundan kurtarmış ve onu gözlerinin önünde boğmuştu:

"İsrailoğullarını denizden karşıya geçirdik. Yolda putlarına tapan bir topluma rastladılar, bunun üzerine: `Ey Musa, bu adamların nasıl ilahları varsa bize de öyle ilahlar yap' dediler. Musa da onlara: `Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz' dedi." '(Araf suresi, 128)

Hz. Musa ilahi emirlerin yazılı olduğu levhaları almak için sözleşmesi gereği Rabbinin emrettiği dağa çıkar çıkmaz, hemen Samiri onları sapıklığa düşürdü: "Samiri, o erimiş altınlardan böğüren bir buzağı heykelini yontarak İsrail oğullarının önlerine dikti. Onlar da birbirlerine `İşte sizin ve Musa'nın ilahı budur, fakat Musa onu unuttu' dediler." (Taha suresi, 88)

Sonra onlar çölde yüce Allah'ın kendilerine verdiği bıldırcın etini ve kudret helvasını beğenmeyerek dediler ki:

"Hani dediniz ki, `Ya Musa, biz tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Rabbine dua et de yerin bitirdiği sebze kabağından, sarımsağından, mercimeğinden soğanından çıkarsın: Musa da `Siz hayırlıyı daha değersizi ile mi değiştirmek,istiyorsunuz? Öyleyse bir şehre ininiz. Orada ne isterseniz var' dedi." (Bakara suresi, 61)

Kesmekle yükümlü kılındıkları inek olayında da bir sürü tartışmışlar, neden ve sebep aramışlar. Kendi peygamberlerine ve Rabblerine karşı terbiyesizlik ve edebsizlik yaparak şöyle demişlerdi:

"Onlar `Rabbine dua et de o sığırın nasıl olduğunu açıklasın' dediler. Musa da; `Rabbim, `O sığır ne yaşlı ve ne de körpe olup bu ikisi arasında orta yaşlıdır' diyor, haydi size emredileni yapın' dedi: '

"Onlar: "Rabbine dua et de bize o sığırın rengini bildirsin' dediler. Musa da: `Rabbim, `O sığır görenlerin gözüne hoş gelecek parlak sarı renktedir' diyor' dedi: '

"Onlar: `Rabbine dua et de bu sığırı bize iyice tanımlasın. Biz sığırları birbirinden ayırd edemez olduk. Allah dilerse bu karışıklığın içinden çıkarır' dediler." (Bakara suresi, 68-70)

Sonra kendileri için kutsal bir tatil günü istemişler. Cumartesi günü kendilerine kutsal bir gün olarak tayin edilince bu sefer onun yasaklarını çiğnemişlerdi.

Yüce Allah'ın kendilerine fethedeceklerini müjdelediği kutsal yurdun önünde durmuşlar, yüz çevirerek, boyun bükerek Hz. Musa'ya şöyle demişlerdi:

"Dediler ki: `Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz." (Maide suresi, 22)

Teşvikler ve cesaretlendirmeler ard arda tekrar edilince bu sefer şımarıp inkara kalkışmışlardı:

"Dediler ki: `Ey Musa, onlar orada oldukları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz." (Maide suresi, 24)

Bazı hadislerde ifadesini bulduğu gibi, onlar Hz. Musa'ya karşı yersiz sorular, teklifler, isyanlar diretmeler ve saçma temellere dayalı kişisel ithamlarla dikilip durmuşlardır.

Burada ayet-i kerime Hz. Musa'nın sevgi ve sitem içerisinde onlara söylediği şu sözleri hatırlatmaktadır:

"Musa kavmine: `Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?' demişti. Onlar yoldan sapınca Allah ta kalplerini saptırmıştı. Allah yoldan çıkan milleti doğru yola eriştirmez."

Onlar gerçekten bunu kesin biliyorlardı. Bu ifade hatırlatma ve sitem üslubunu kullanmaktadır.

Sonuçta doğrulmaları için gereken bütün şartlar ortaya konmasına rağmen onlar sapıklığı tercih ettikleri için Cenabı Allah ta onların sapıklığını artırmış, kalplerini de saptırarak hidayete elverişsiz bir hale getirmiştir. Onlar sapıklığı tercih etmiş, Cenabı Allah ta onlara ebedi sapıklığı vermiştir: "Allah sapıklığı tercih eden topluluğu doğru yola eriştirmez."

Böylece onların Allah'ın dinini ayakta tutma görevleri de sona ermiş, bu sapıklık ve eğrilik hali üzerinde bulundukları için, sözkonusu büyük görevi üstlenme yeteneklerini yitirmişlerdir.

Ardından Meryem oğlu Hz. İsa gelmiştir. İsrailoğullarına şu gerçeği bildirmek için:

"Ey İsrailoğulları ben, Allah'ın size gönderdiği Peygamberiyim."

Yoksa Hz. İsa onlara: "İlahı oluşturan üç unsurdan biri kendisinin Allah olduğunu, Allah'ın oğlu olduğunu ya da ilahı oluşturan üç unsurdan biri olduğunu söylememiştir."

"Meryem oğlu İsa'da: ``Ey İsrailoğulları! Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra da gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim' demişti:'

Bu ifade peygamberliğin birbirine bağlı halkalarını tasvir etmektedir. Bu halkaların biri diğerine görevi devretmekte, fakat esas itibariyle her biri diğerine bağlı bulunmaktadır. Hepsinin yönelişi ve hedefi birdir. Gökten yere uzanmaktadır. Birbirine bağlı uzun bir zincir içindeki halkalar ardarda gelmektedir. Bu tablo ayrıca Allah'ın işine ve sistemine uygun bir tablodur. Bu sistemin temeli birdir sadece şekilleri değişmektedir. İnsanlığın hazırlığına, ihtiyaçlarına, güçlerine uygun olarak. Deneyimlerine ve bilgi seviyesine uygun olarak. İnsanlık, aklı olgunluk ve bilinç aşamasına ulaştığında bu zincirin son halkası gelmektedir. En son şekli ile kuşatıcı ve eksiksiz olarak sözkonusu deneyimlerin ışığı altında olgun akla hitap etmektedir. Bu aklın kendi sınırları içinde çalışması için onu özgürlüğe kavuşturmaktadır. Bütün insanlık için belirlenmiş ilahi sistemin çerçevesi içinde bu sistem insanın yetenekleri, gücü ve enerjileriyle uyum içinde bulunmaktadır.

Hz. İsa'nın bizim peygamberimiz olan Hz. Ahmed'i müjdelediği Kur'an'ın bu ayetiyle sabittir. İster eldeki İnciller bu müjdeye yer versin, ister yer vermesin. Bu İncillerin yazılmasında izlenen yol ve bu yolu kuşatan şartlar nedeniyle bu konuda İncilleri kaynak olarak kullanamayacağımız apaçık bir gerçektir.

Kur'an-ı Kerim Arap yarımadasında bulunan yahudi ve hristiyanlara okunmuş ve onlara şu ayet duyurulmuştu:

"Onlar adını ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları şu okuma yazmasız (ümmi) peygambere uyarlar. O onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helal eder, murdar şeyleri haram kılar, omuzlarındaki aşırı yükümlülükleri boyunlarındaki zincirleri kaldırır:'

Onların Abdullah İbni Selam gibi sonradan müslüman olan samimi bazı bilginleri hahamların gizlemek üzere anlaştıkları ve birbirlerine tavsiye ettikleri bu gerçeği itiraf etmişlerdir. Tarihi kaynaklardan da açıkça anlaşılıyor ki: Yahudiler o sırada zamanı yaklaşan bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Aynı şekilde Arap yarımadasında yalnız başına yaşayan bazı hristiyan bilginlerde onun gelmesini bekliyorlardı. Ne var ki yahudiler bu peygamberin kendilerinden olmasını istiyorlardı. Yüce Allah O'nun başka bir kavimden, Hz. İbrahim'in soyundan olmasını dileyince bu ilahi takdiri beğenmediler ve ona karşı savaştılar!

Hangi açıdan bakarsak bakalım bu tür haberler konusunda Kur'an'ın açık hükmü en kesin kaynaktır ve bu konuda en son söz O'nundur.

Surede bundan sonra gelen ayetlerden anlaşılıyor ki bu ayetler yahudi ve hristiyanı ile tüm İsrail oğullarının kendi kitaplarında müjdelenen peygamber nasıl karşıladıkları ile ilgili olarak gelmişlerdir. Onların peygamberimizin bu şekilde karşılamalarını yadırgamaktadırlar. Yüce Allah'ın tüm diğer dinlere üstün kıldığı ve son din olarak belirlediği yeni dine karşı ne tür tuzaklara başvurduklarını anlatmaktadırlar. "Fakat O kendilerine açık deliller getirince. , Bu apaçık bir büyüdür' dediler."

 

7- İslama çağrılırken Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.

8- Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

9- Müşrikler istemese de dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur.

İsrailoğulları yeni gelen dine karşı düşmanca bir tutum içine girmişlerdi. Bir dizi hilelere ve sapınmalara başvurmuşlardı. Çeşitli yollara ve yöntemlere başvurarak ona karşı savaşmışlar ve bu çirkin savaş o gün bugündür devam etmektedir. İsrailoğulları önce ona karşı ithamlarda bulunarak savaştılar. "Kendilerine apaçık belgeler gelince bu apaçık bir büyüdür dediler." Tıpkı ilahi kitabı olmayan ve yeni dinin geleceğinden, müjdesinden haberi olmayan müşrikler gibi. Sonra bu savaşlarını hile ve oyunlarla sürdürdüler, islam ordusu içine şüphe ve desiseler sokmaya çalıştılar. Medine'de Muhacir ile Ensarı birbirine düşürmeyi planladılar. Ensar ile Evs ve Hazrec kabilelerinin arasını açmaya çalıştılar. Sonra bazen münafıklarla bazen de müşriklerle işbirliği yaparak komplolar kurdular. Bu yolla islama karşı savaştılar. Bazen Hendek savaşında olduğu gibi islamın saldırgan düşmanlarına katılarak bu mücadeleyi sürdürdüler. Hz. Aişe'ye karşı oluşturulmuş iftira olayında Abdullah İbni Übey İbni Selül vasıtasıyla asılsız haberleri yayarak da bu çarpışmayı sürdürmeye çalıştılar. Daha sonra Allah'ın düşmanı Abdullah İbni Sebe vasıtasıyla Hz. Osman dönemindeki kargaşayı körüklediler. İslama karşı savaşlarını Hadise, Siyere ve Tefsire karıştırdıkları yalanlar ve uydurmalarla sürdürdüler. Çünkü onlar Kur'an-ı Kerim'e yalan ve uydurma şeyler yakıştırmaktan aciz düşmüşlerdi.

Şu ana kadar bu savaş bir an dahi dinmemiş ve sona ermemiştir. Dünya siyonizmi ve haçlı zihniyeti bugünde islama karşı hile ve tuzaklarını sürdürmektedir. Nesiller boyunca aralıksız ve amansız bir şekilde bu iki kitle islama karşı saldırılarını ve mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Doğu'da haçlı seferleri ile ona karşı savaşmışlar, batıda ise İspanya'daki savaşlarla mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Ortadoğu'da ise son hilafet devletine karşı iğrenç bir savaşa girmişler. "Hasta adam" dedikleri bu ülkeyi paramparça edip bir miras gibi aralarında paylaşmışlardır. İslam yurdunda sahte kahramanlar yaratmaya ihtiyaç duyduklarında islama karşı bu kinlerini kusmaya ve bu planlarını uygulamaya kendini adayan sözde kahramanlar ileri sürmüşlerdir. Bunlar "halifeliği" yıkmak ve islami idarenin en son şekli ve görüntüsünü yok etmek istediklerinde . ..'de "bir kahraman" yarattılar! Omuzlarından kaldırıp onu şişirdiler. Göstermelik olarak başkenti işgal eden ve vatandaşların gözünde bir kahraman yaratmayı amaçlayan müttefik güçlerin orduları da bir bir geri çekildiler. Artık bu kahraman vasıtasıyla rahatlıkla halifeliği kaldıracak, Arap alfabesini yürürlükten kaldıracak ve Türkiye'yi diğer müslüman milletlerden ayırabileceklerdi. Türkiye'nin dinle ilgisi bulunmayan medeni, laik bir devlet olduğunu söyleyebileceklerdi. Siyonizm ve haçlı zihniyeti islamın herhangi bir ülkesinde islama ve islami hareketlere son darbeyi indirmek istediğinde bu türden sahte kahramanlar türetmeyi bir gelenek haline getirmiştir. Böylece bu sahte kahramanı din bağının ve tutkusunun yerine geçirmekte, dinin sancağını bir kenara itip onu bayraklaştırmaktadır.

"Onlar gözleriyle Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır."

Bu ayet-i kerime önemli bir gerçeği dile getirmekte ve aynı zamanda ağıt yakmayı, hafife almayı çağrıştıran bir tablo çizmektedir. Bu gerçeğin ta kendisidir. Onlar kendi ağızlarıyla "Bu Kur'an apaçık bir büyüdür" diyorlardı. Yine dini yok etmek için çeşitli oyunlara ve tuzaklara başvuruyorlardı. Burdaki tablo onların çirkin bir çaba içinde olduklarını sergiliyor. Çünkü onlar güçsüz, cılız imkanları ile kendi üfürmeleriyle Allah'ın nurunu söndürmeye çalışıyorlar!

"Kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır."

Allah'ın sözü bütünüyle doğrudur, nurunu Hz. Peygamber'in hayatında tamamlamış. Allah tarafından seçilen ilahi sistemin gerçeğe dayalı canlı bir örneği olarak islam toplumunu ortaya çıkarmıştır. Belli başlı özellikleri bulunan ve çizilmiş bir sınırı olan bir şekilde bu cemaati, bu toplumu gün yüzüne çıkarmıştır. Kendisinden sonra tüm nesillerin gözleri önüne getirmiştir. Bu seçkin topluluğun kitapların sayfaları arasında teorik olarak bulunan bir toplum olmasını istememiş, realiteler dünyasında onu bir gerçek olarak gözler önüne sermiştir. Nurunu tamamlamış, dinini eksiksiz kılmış, böylece onlara büyük nimetini sunarak islamı onlara din olarak seçmiştir. İslamı sevdikleri, uğrunda savaştıkları, ateşe girmeye razı olup onu terkederek küfre dönmeye razı olmadıkları bir din kılmıştır. Böylece din gerçeği hem gönüllerde hem yeryüzünde egemen olmuştur. Bu gerçek bugün halâ yeryer dirilmektedir. Nabzı atmakta ve silkinip ayağa kalkmaktadır. İslama ve müslümanlara karşı sergilenen onca savaşlara, hilelere, cezalandırmalara, soyutlamalara ve ağır zulümlere, işkencelere rağmen! Çünkü Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek, kulların ellerindeki ateş ve demirle onu bastırmak mümkün değildir. Azgın zalim diktatörler, siyonistlerin ve haçlı zihniyetinin türettiği sahte kahramanlar bu uzak hedefe ulaştıklarını hayal etseler de Allah'ın bu nurunu söndüremeyeceklerdir.

Allah'ın takdiri bu dini hakim kılmayı dilemiştir. Öyle ise bunun gerçekleşmesi zorunludur, kesindir:

"Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur."

Yüce Allah'ın bu din için onun "doğru yol ve hak din" olduğuna tanıklık etmesi, tanıklığın en büyüğüdür. Bu konuda söylenecek en kesin söz budur. Bunun ötesinde bir tanıklığa gerek yoktur. Zaten Allah'ın iradesi tamamlanmış ve bu din tüm dinlere karşı üstün gelmiştir. Bir din olarak tüm dinlerin üstüne çıkmıştır. Onun gerçekliği ve yapısı karşısında hiçbir din ayakta duramaz. Putperest dinler zaten bu konuda hiçbir şansa sahip değillerdir. İlahi kitaba dayalı dinlere gelince bu din onların sonuncusudur ve o halkanın en son, en kapsamlı ve en mükemmel şeklidir. (Öyle ise bu din ilahi dinler içinde de sonuna kadar onların en üstün ve en mükemmeli olmaya devam edecektir.

Bu dinler tahrifata uğramış, değiştirilmiş, paramparça edilmiş, kendilerinden olmayan şeyler ilave edilmiş, bazı yerleri çıkarılmış ve artık hayata yön verebilecek yeteneklerini ve özelliklerini yitirmiş bir hale düşmüşlerdir. Bunlar oldukları gibi kalıp, tahrif edilmemiş değiştirilmemiş olsalardı bile bunlar zamanı geçmiş dinlerdir., Sürekli değişen hayatın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek kapsamlılıktan uzaktırlar. Çünkü bunların her biri Allah'ın takdirinde sınırlı bir zaman içinde gönderilmiştir.

İşte bu, Allah'ın dininin yapısı ve gerçekliği açısından gerçekleşmesidir. Hayattaki gerçeklik açısından baktığımızda ise Allah'ın vaadi bir kere gerçekleşmiş ve bu din bir güç, bir geçeklik ve bir idare biçimi olarak bütün dinlere üstün gelmiştir. Yeryüzünün büyük bir bölümü bir asır içinde ona boyun onun hükmü altına girmiştir. Sonra bu din barışçı bir yolla Asya ve Afrika'nın içine doğru açılmış ve bu dine sırf çağrı yoluyla ilk cihad hareketlerinin süresi boyunca islama girenlerin beş katı onunla müşerref olmuştur. Dünya siyonizmi ve dünya haçlı zihniyetinin ....... deki son halifeliği kendilerinin türettiği kahramanlar vasıtası ile ortadan kaldırmasından bu yana islam halâ hiçbir devlete dayanmadan ve dünyanın dört bir yanında aleyhinde sergilenen savaşlara ve tuzaklara rağmen yayılmaya devam etmektedir. Bu yayılmasına dünya siyonizmi ve dünya haçlı zihniyetinin elbirliği ile ortaya çıkardıkları sözde "kahramanlar" vasıtasıyla islam ülkelerinden herhangi birinde meydana gelen islami diriliş hareketlerini yok etme çabalarında islamın yayılışına engel olmamaktadır

Bu din hala insanlık tarihinde tarihi misyonunu ve gücünü korumaktadır. Allah'ın sözünün bir gereği olarak bu din tüm dinlere karşı üstün gelecektir. İnsanlar güç, tuzak ve saptırma konusunda ne kadar ileri giderlerse gitsinler islamın bu yükselişini insanların basit çabaları ile durdurmak asla mümkün olmayacaktır

Bu ayetler kendileri ile muhatap olan müminler için itici bir güç niteliğindeydi. Yahudi ve hristiyanların artık gereğini yerine getirmedikleri emaneti taşımaya Allah'ın kendilerini seçtiği bu göreve sarılmaya bir teşvik niteliğindeydi Yine bu ayetler onların kalplerini huzura kavuşturuyordu. Gönül huzuru ile Allah'ın üstün kılmayı dilediği dinin yüceltilmesine ilişkin Allah'ın kaderini gerçekleştiriyorlardı. Onlar bu kaderin gerçekleşmesinde bir araç oluyorlardı. Yine bu ayetler bu günde Rabbinin sözüne güvenen müminlerin gönüllerine huzur vermekte, onlar için itici bir güç olmaktadır ve bu ayetler gelecek nesiller içinde aynı duyguları diriltme kaynağı olacaklardır. Allah´in izniyle Allah'ın sözü hayatta bir kere daha gerçekleşinceye kadar bu ayetler mesajlarını vermeye devam edecekler.

İnanç davasının tarihi süreci içinde ve Allah'ın bu son dinin yeryüzüne hakim kılınacağına dair sözü doğrultusunda Kur'an-ı Kerim inananlara seslenmektedir. Bu hitapla ilk defa karşılaşan inananlara ve onlardan sonra kıyamet gününe kadar gelecek imanlı nesillere çağrıda bulunmaktadır. Onlara dünya ve ahiretin en kârlı ticaretinin Allah'a iman ve Allah yolunda cihad ticaretinin olduğunu göstermektedir.

 

10- Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mı.

11- Allah'a ve Resulüne inanır, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için en iyi yoldur.

12- Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından akan cennetlere Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar İşte en büyük kurtuluş budur.

13- Seveceğiniz bir şey daha var Allah'tan bir zafer ve yakın bir fetih, müminleri müjdele!

Bu ayetlerdeki ifade biçimi ayırma ve bitiştirme soru ve cevap, ileri alma ve geriye alma. yöntemleri ile bilinen bir anlatım üslubudur. İfade gücünün tüm etkileme araçlarını kullanarak bu çağrının kalpler üzerinde daha fazla etki yapmasını amaçlamaktadır.

Bu bölüm iman adı ile yapılan bir çağrıyla başlamaktadır. "Ey iman edenler." Bunun ardından anlamlı bir soru gelmektedir. Burada onlara soru yönelten ve onları cevaba teşvik eden yüce Allah'tır:

"Sizi acıklı azaptan kurtaracak bir ticareti size gösteriyim mi?"

Yüce Allah'ın böyle bir ticareti kendisine göstermesini kim istemez ki? İşte burada birinci ayet sona eriyor. Araya, dikkat çekilen şiddetli bir bekleyişle cevabı duymaya teşvik eden iki cümle giriyor. Sonra cevap geliyor. Kalpler ve kulaklar ona pür dikkat kesilmiş durumdadır: "Allah'a ve Peygamberine inanırsınız?" Onlar zaten Allah'a ve Peygamberine inanmışlardır. Böylece kalpleri cevabın bu ilk yarısını duyduğunda bunun kendilerinde bulunduğu sevinci ile parlamaktadır! "Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz." Bu, surenin ele aldığı temel konudur. Burada bu üslupla verilmektedir, böyle tekrar edilmektedir, ve bu tür bir anlatım içinde değinilmektedir. Çünkü yüce Allah insanın iç dünyasının böyle bir tekrara, böyle bir çeşitlemeye ve böyle bir hatırlatmaya ihtiyacı olduğunu bilmektedir. İlahi sistemin yeryüzünde kurulması ve bunun bekçiliğini yapması için; böyle zorunlu ve kaçınılmaz bir görevi yüklenmesi için sürekli teşviklere ihtiyacı olduğunu .bilmektedir. Süsleyip güzel gösterdiği bu ticaretin ardından şöyle demektedir: "Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." Gerçek bir bilgi, bilenleri bu köklü ve değerli iyiliğe götürür. Sonra bu iyiliği ardından gelen başka bir ayette açıklanmaktadır. Çünkü önce özet halinde verip sonra ayrıntılara girmek kalbi sözü edilen iyiliğe teşvik etmekte, onu duygulara yerleştirmekte ve orada pekiştirmektedir. "Günahlarınızı bağışlar." Bu bile yalnız başına yeterlidir. Kim insanlara günahlarının bağışlanacağını garanti edebilir ki? İnsan bunun ötesinde başka şeyleri niye arasın? Ya da onun yolunda birtakım azıklar niye hazırlamasın? Fakat Allah'ın lütfu sınırsızdır. "Sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Adn cennetlerinde güzel evlere yerleştirir." Hiç şüphesiz bu müminlerin şu kısacık hayatları boyunca yapabilecekleri en kârlı ticarettir. İsterse bu ticaret onların hayatlarına mal olsun. Ardından onlara bunun yerine güzel cennetler ve güzel evler verilecektir. Sürekli nimetler içinde. Ve gerçekten "bu en büyük kurtuluştur."

Sanki burada kazançlı ticaretin son sınırına ulaşmaktadır. Bu gerçekten çok büyük ve önemli bir kazançtır. Mümin dünyasını vermekte ahiretini satın almaktadır. Pazarda bire on kazanan tüccarlara pazardaki herkes gıpta eder. Bu yeryüzündeki sayılı birkaç gününü ve bu dünya hayatının sınırlı bazı nimetlerini eğlencelerini vererek bunlarla Allah'ın dilemesi dışında hiç kimsenin bir sonu olacağını bilemediği ebedi bir hayatı, sınırsız ve bitmez tükenmez nimetleri elde eden insana nasıl gıbta edilmez?

Akabe gecesinde Hz. Peygamber ve Abdullah İbni Revaha -Allah ondan razı olsun- arasındaki bey'atlaşma tamamlanmıştı. O Hz. Peygambere şöyle demişti: "Rabbin ve kendin için şartlar ileri sür." Hz. Peygamber: "Rabbim için şartım, O'na kulluk etmeniz ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızdır. Kendim için şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz gibi beni de korumanızdır." dedi. Abdullah: Böyle yaptığımız zaman bize ne var? diye sordu. Hz. Peygamber: "Cennet" karşılığını verdi. Hep beraber: "Bu alış-veriş mübarek olsun. Artık ne bunu bozar ne de bozulmasına müsaade ederiz" dediler.

Fakat Allah'ın lütfu büyüktür ve O biliyor ki insanların gönülleri sınırlı beşeri yapılarına uygun olarak bu yeryüzündeki yalan şeylere takılırlar. Bunun içindir ki O, gizli olan ilmindeki takdirini müjdeleyerek onların bu isteklerini karşılıyor. Bu dinin yeryüzünde hakim olacağını, sisteminin gerçekleşeceğini ve kendi nesillerinde onun hayata hakim olacağını haber veriyor: "Diğeri sevdiğiniz bir şeydir. Allah katından gelen yardım ve yakın bir fetih. Müminleri müjdele!"

İşte, burada kazanç zirveye ulaşıyor. Bu kazancı Allah'tan başkası veremez. Çünkü O'nun hazineleri tükenmez ve kimse O'nun rahmetini sınırlayamaz. Ahirette günahların bağışlanması, cennetlere, güzel evlere yerleştirilme ve sürekli nimetler bu kazancın içindedir. Bunlardan başka kazançlı alış-veriş ve kazançlı anlaşmadan başka Allah'ın yardımı ve yakın vadeli zafer var. Kim Allah'ın gösterdiği bu ticareti görür de ondan geri kalır veya başka tarafa yönelebilir?

Burada gönüllere yönelik bu teşvik ve sevdirme yanında birde hatırlatma yapılıyor. Evrene ve hayata ilişkin imana dayalı düşüncenin gerçeğini anlayan ve kalbiyle bu düşüncenin atmosferinde yaşayan, bu alemin ufuklarına, derinliklerine ulaşan bir mümin, bundan sonra hayata imansız bir şekilde küçük ve dar sınırları içinde, düşük ve alçak düzeyi içinde, basit ve değersiz uğraşları içinde ona baktığında bu kalp sözkonusu iman olmadan bir an dahi yaşayamaz. Adı geçen geniş kapsamlı yüce düşünceyi gerçekler dünyasında ortaya koymak, bu dünyada yaşamak ve insanlarında orada yaşamasını sağlamak için cihad etmekte bir an dahi tereddüt etmez ve herhalde o bu cihadına karşılık ondan ayrı bir mükafat istemez. Çünkü bu cihad, onun gönüllere doldurduğu sevinç ve hoşnutluk kendi başına bir mükafattır. İşte bu mümin imansız bir dünyada yaşayamaz. İmanın egemen olduğu bir dünyayı kurmak için cihad etmeden oturamaz. Sonucu ne olursa olsun o kendisini hep cihad arzusu içinde bulur. Ona doğru atılır.

Fakat yüce Allah gönüllerin zaafa düşeceğini bu arzuların sönebileceğini, çabaların tükenebileceğini ve rahatlık sevgisinin tüm bu duyguları bastırabileceğini ve onları alçak bir hayata razı olmaya götürebileceğini bilmektedir.

İşte bu nedenle Kur'an-ı Kerim sözkonusu gönüllere cihad aşkını aşılamaya ve onları bu şekilde tedavi etmeye çalışır. Çeşitli vesilelerle defalarca pekiştirdiği çağrılarda bulunur. Değişik mesajlar ve etkileyici çağrılarla onları beslemeye çalışır. Onları sadece imanları ile başbaşa bırakmaz. Bu iman adıyla yaptığı bir çağrı ile yetinmez.

İşte yine Kur'an, sureyi yeni bir çağrı ile sona erdiriyor. Bu çağrı yeni bir karakter, yeni bir teşvik ve yeni bir mesaj taşıyor:

 

14- Ey iman edenler Allah'ın yardımcıları olun. Tıpkı Meryem oğlu İsa'da havarilere: `Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?" dediğinde Havariler: "Allah yolunun yardımcıları biziz" demeleri gibi İsrail oğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkar etti. Biz de inananları, düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler.

Havariler Hz. İsa'nın öğrencileridir. Rivayete göre bunlar on iki kişiydi. Sürekli etrafını sarmış ve onu dinlemek için herşeylerini bırakmışlardı. Onun göğe çıkarılmasından sonra öğrettiklerini yayan, öğütlerini koruyanlar da bu öğrencilerdi.

Burada ayet, bir tutumu tasvir etmeyi hedef alıyor, kıssayı detaylı açıklamayı değil. Ve biz de ayet-i kerimenin amaçladığı amaca doğru onunla birlikte yürüyoruz. Surenin bu yerinde ayetin gelmesi bizi de etkiliyor.

Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun."

Yüce Allah'ın sizi arındırıp yücelttiği bu güzel yerinde ona yardımcı olun. Kulun Rabbine yardımcı olduğu bir makamdan daha yücesi olabilir mi? Bu sıfat cennetten ve nimetlerinden daha büyük bir onurlandırma mesajı taşıyor. Allah'ın yardımcıları olun. "Tıpkı Hz. İsa'nın havarilere `Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?" dediğinde Havarileri `Biz Allah yolunun yardımcılarıyız' demeleri gibi." Aynen onların bu işe gönüllü sarılarak bu ikrama kavuştukları gibi. Zaten Hz. İsa yeni peygamberi ve son dini müjdelemek için gelmişti. Havarilerin kısa süreli olarak gönüllü fedailiğini yaptıkları bu işe Hz. Muhammed'in peşinde gidenlerin sürekli olarak kendilerini vermeleri ne de güzel olur! Bu diyaloğun surenin akışı içinde burada sergilenişi ile amaçlanan en açık dokunuş ve amaç ta budur zaten. Peki sonuç ne olmuştu?

"Havariler: `Allah yolunun yardımcıları biziz' demeleri gibi İsrail oğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkar etti. Bizde inananları, düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler."

Bu ayetin yorumunu iki şekilde yapmak mümkündür. Hz. İsa'nın peygamberliğine inananlar tüm hristiyanlardır. Doğru inanca sahip olanları ile inancına birtakım sapıklıklar bulaşan tüm hristiyanlar. İşte Cenabı Allah bunları Hz. İsa'ya hiç inanmayan yahudilere karşı desteklemiştir. Nitekim onu tarihte de böyle olmuştur. Ya da Hz. İsa'ya iman edenler; onu ilahlaştıranlara, üç ilah inancına ve tevhidden sapmış diğer inançlara kendilerini kaptıranlara karşı tevhid çizgisinde yer edenlerdir. Bunların üstün gelmesinin anlamı delil ve belgelerle üstün gelmeleridir. Ya da onların bağlı olduğu tevhid inancının bu son din ile Allah tarafından üstün kılınmasıdır. Yeryüzünde son hakimiyetin ona bahşedilmesidir. Nitekim tarihte de böyle olmuştur. Bu son yorum surenin akışı içinde gerçeğe daha yakın ve tercih edilmeye daha uygundur.

Bu işaretten ve bu çağrıdan alınması gereken ibret ise az önce değindiğimiz konulardır. Bu da müminlerin son dine sımsıkı sarılmalarını teşvik etmektir. Çünkü bu müminler yeryüzünde Allah sisteminin bekçileri, ilahi inancın ve mesajın varisleri ve bu büyük görev için seçilmiş kimselerdir. İşte bu işaret ile onların Allah'ın yardımına ve dininin yardımına bütün güçleri ile koşmaları teşvik edilmek istenmiştir. "Tıpkı Meryem oğlu İsa'nın havarilere `Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?' dediğinde havarilerin `Allah yolunun yardımcıları biziz' demeleri gibi." Nihai zafer Allah'ın yardımcıları olan müminlerindir.

İşte bu, surenin son konusu ve anlatım içindeki son dokunuşudur. Bu dokunuş da surenin havasına ve akışına uygun düşen bir ses tonuna ve bir tada sahiptir. Bununla beraber tonda bir yenilik, zevkte bir zenginliğin olduğu da muhakkaktır.

SAF SURESİNİN SONU

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net