54-Kamer


1- Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı.

2- Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve "Bu öteden beri gördüğümüz bir büyüdür" derler.

3- Yalanladılar, keyfi arzularına uydular; ama herşey yerinde duruyor.

4- Onlara bu tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak haberler geldi.

5- Bu haberler son derece anlamlı ve etkilidir, ama uyarılar yararlı olmuyor.

6- Sen de yüz çevir onlara. Görevli melek, o gün onları benzeri yaşanmamış olaya çağırdığında;

7- Mezarlarından donuk ve ürkek bakışlarla çıkarak çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.

8- Kendilerini çağıran görevliye doğru koşarlar. O zaman kafirler "Bu zor bir gündür" derler.

Evrensel bir olaya ilişkin çarpıcı, etkileyici ve aynı zamanda daha büyük bir olaya zihinleri hazırlayıcı bir giriş karşısındayız. Algılanmasına zihinlerin hazırlandığı olay o kadar büyük ki, ilk evrensel olay bütün çarpıcılığına rağmen onun yanında hiç kalıyor.

"Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı: '

Aman Allah'ım, ne ince bir meraklandırma taktiği, ne müthiş bir haber! Adamlar bu olayların ilkini gözleri ile gördükleri için ikinci ve daha büyük olayı beklemeye koyuluyorlar. Yapacakları başka birşey yok.

Ayın ikiye bölündüğüne ve Arapların bu olayı gözleri ile gördüklerine ilişkin bilgiler çeşitli kanatlardan geliyor. Bu bilgiler olayın meydana geldiği konusunda ortak noktada buluşurlar. Fakat bir kısmı olayı ayrıntılı biçimde anlatırken başka bir bölümü ona kısa biçimde değinmekle yetiniyor. Şöyle ki:

İmam-ı Ahmed'in Muammer yolu ile Katade'ye dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Enes b. Malik bu konuda şöyle diyor: "Mekkeliler Peygamberimizden bir mucize göstermesini istediler. Bunun üzerine ay, Mekke'de iki kez ikiye bölündü. Olay üzerine Peygamberimiz "Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı" ayetini okudu: '

Buhari'nin Abdullah b. Ebu Urve ve Katade kanalı ile verdiği bilgiye göre, aynı Enes b. Malik şunları söylüyor: "Mekkeliler Peygamberimizden bir mucize göstermesini istediler. O da onlara iki parça halindeki ayı gösterdi. Öyle ki adamlar bu iki parça arasından Hira dağını görmüşlerdi."

Buhari ile Müslim Katade ile Hz. Enes`den gelen bu bilgiyi başka bir kanaldan da nakletmişlerdir.

Yine İmam-ı Ahmed'in Muhammed b. Kesir, Süleyman b. Kesir, Hüseyin b. Abdurrahman ve Muhammed b. Cübeyr b. Mutim kanalı ile bildirdiğine göre bu onuncu zatın babası şöyle diyor: "Peygamberimiz zamanında ay parçalanıp ikiye bölündü. Bir parçası şu dağın, öbür parçası da şu dağın üzerinde göründü. Mekkeliler önce `Muhammed bizi büyüledi' dediler. Fakat sonra `Eğer bizi büyüledi ise bütün insanları büyüleyemez' dediler."

Bu bilgiyi bu kanaldan sadece İmam-ı Ahmed nakletmiştir. Beyhaki "Delâil" adlı eserinde bu bilgiyi Muhammed b. Kesir, kardeşi Süleyman b. Kesir ve Hüseyin b. Abdurrahman yolu ile naklediyor. İbn-i Cerir ve Beyhaki aynı bilgiyi başka yollardan yine Cübeyr b. Mutim'e dayandırarak nakletmişlerdir.

Öte yandan Buhari'nin Yahya b. Kesir, Bekir, Cafer, Erak b. Malik ve Ubeydullah b. Abdullah b. Atabe'ye dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Abbas "Peygamberimiz zamanında ay ikiye bölündü" demiştir. Buhari ve Müslim bu bilgiyi Erak'dan sonra aynı kanaldan Abdullah b. Abbas'a dayandırarak, fakat Erak'e kadar değişik yoldan nakletmişlerdir. İbn-i Cerir'de başka bir kanaldan Ali b. Ebu Talha'ya dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas "Bu olay hicretten önce meydana geldi. Ay ikiye bölündü. öyle ki, Mekkeli'ler onun iki parçasını görmüşlerdi" dedi. Avfi de İbn-i Abbas'a dayanarak buna benzer bir bilgi veriyor. Taberanî de başka bir yoldan İkrime'ye dayanarak Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediğini aktarıyor; "Peygamberimiz zamanında ay tutulmuştu. Mekkeli müşrikler `Muhammed aya büyü yaptı' dediler. Bunun üzerine "Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı. Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve `bu öteden beri gördüğümüz bir büyüdür' derler" ayetleri indi.

Bu arada Hafız Ebu Bekir Beyhakî'nin Ebu Abdullah Hafız, Ebu Bekir Ahmed b. Hasen Kadı, Ebu Abbas Esem, Abbas b. Muhammed Durî, Vehb b. Cerir, Şube ve Ameş kanalı ile Mucahid'e dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Ömer "Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye bölündü" ayeti hakkında şöyle diyor: "Bu olay Peygamberimiz zamanında meydana geldi. Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın (Hira dağının) berisinde, öbür yarısı da dağın arkasında göründü. Bu olay üzerine Peygamberimiz `Allah'ım şahid ol' dedi: ' Aynı bilgiyi Müslim ve Tirmizi değişik kanallardan Şube'ye, Ameş'e ve Mücahid'e dayandırarak aktarmışlardır.

Bunların yanısıra İmam-ı Ahmed Süfyan, İbn-i Ebu Nuceyh, Mücahid ve İbn-i Muammer'e dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Mesud "Peygamberimiz zamanında ay iki parçaya ayrıldı, bu olayı Mekke müşrikleri gördü, bunun üzerine Peygamberimiz `şahid olun' dedi "

Aynı bilgiyi Buhari ve Müslim de sahabilerden Süfyan b. Uyeyne'ye dayanarak aktarmışlardır. Aynı kaynaklar yine bu bilgiyi Ameş, İbrahim, Ebu Muammer Abdullah b. Sahire kanalı ile Abdullah b. Mesud'a dayandırarak nakletmişlerdir.

Öte yandan Buhari'nin Ebu Davud Tayalisi, Ebu Avane, Muğire, Ebu Duha ve Mesruk kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Mesud şöyle diyor: "Peygamberimiz zamanında ay ikiye bölündü. Kureyşli müşrikler `Bu İbn-i Ebu Kebişe'nin yaptığı bir büyüdür. Bakın bakalım o gelecek olan yolcular ne haber getirecekler? Çünkü Muhammed bütün insanları büyüleyemez' dediler. Ama yoldan gelenler de bu olayı gördüklerini söylediler."

Beyhaki de buna yakın bir bilgiyi başka bir kanaldan Mesruk'a ve Abdullah b. Mesud'a dayandırarak nakletmiştir.

Değişik yollardan gelen bu çok kanallı bilgiler şu noktaları kesinliğe kavuşturuyor: Her şeyden önce bu olay olmuştur. Meydana geldiği yer Mekke'dir. Yalnız burada sözünü etmediğimiz bir rivayete göre Abdullah b. Mesud, olayın Mina'da meydana geldiğini söylemiştir. Olay, Peygamberimiz zamanında hicretten önce meydana gelmiştir. Oluş biçimi de belirtilmiştir, elimizdeki bilgilerin tamamına yakın bir çoğunluğuna göre ay iki parçaya ayrılmıştır. Yalnız bu belgelerden birine göre olay, bir "ay tutulması" olayıdır. Kısacası olayın kendisi, yeri, zamanı ve biçimi bu çok kanallı bilgilere dayanmaktadır.

Ayrıca Kur'an-ı Kerim bu olayı, oluş anında müşriklere açıkladığı halde onların bunu yalanladıklarına ilişkin bir bilgi elimize geçmemiştir. Eğer bir açık kapı bulsalardı olayı yalanlarlar, hiç değilse ayetler konusunda yaptıkları türden bir demogoji yoluna başvurarak onu tartışma konusu yaparlardı. Böyle bir yola başvurmadıklarına göre olay, kendilerine hiç bir yalanlama bahanesi bırakmayacak somutlukta ve kesinlikte meydana gelmiş olmalıdır. Elimizdeki bilgilere göre başvurabildikleri tek mızıkçılık yolu olayın bir "büyü" sonucu olduğu itirazıdır. Fakat bir süre sonra kendi araştırmaları ile olayın büyücülükle ilgisinin olmadığını öğrenmişlerdir. Çünkü Peygamberimizin onları büyülediği farzedilse bile Mekke dışından gelen yolcuları da büyülemiş olamazdı. Oysa bu yolcular olayı görmüşler ve kendilerine sorulduğunda onun meydana geldiğine ilişkin tanıklık yapmışlardı.

Son olarak müşriklerin Peygamberimizden bir mucize göstermesini istemeleri üzerine ayın ikiye bölündüğünü öne süren rivayet konusunu ele almak istiyoruz. Bu rivayet Kur'an'daki bir ayetin anlamına ters düşüyor. Söz konusu ayete göre Peygamberimize kendisinden önceki peygamberlerin ellerinde görülen türden mucizeler gösterme yetkisi verilmemiştir. Bunun belli bir sebebi vardır. Sözünü ettiğimiz ayet şudur:

"Bizi somut mucizeler ortaya koymaktan alıkoyan sebep daha önceki milletlerin bu tür mucizeleri yalanlamaları (ve bu yüzden ağır cezaya çarpılmayı hakketmeleridir.)" (İsra Suresi, 59)

Bu ayetten anladığımıza göre eski milletler somut mucizeleri yalanladıkları için yüce Allah, bu tür mucizelerin yeni örneklerini ortaya koymaktan kaçınmayı uygun görmüştür.

Nitekim müşrikler ne zaman Peygamberimizden bir mucize göstermesini istediler ise Peygamberimiz onlara mucize göstermenin, görevinin sınırları dışında kaldığı, kendisinin sadece insan kökenli bir Allah elçisi olduğu biçiminde cevap vermiştir. Arkasından müşriklerin dikkatlerini Kur'an'a çekmiş, onunla bu dinin tek mucizesi sıfatı ile bu adamlara meydan okumuştur. Aşağıdaki ayetler-de görüldüğü gibi:

"De ki: `Eğer tüm insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak amacı ile biraraya gelseler, ne kadar birbirlerine yardım etseler de onun bir benzerini ortaya koyamazlar.

Biz bu Kur'an'da her türlü örneği verdik. Öyleyken onların çoğu kafirlikte direndi.

Bunlar dediler ki; `Bize yeraltından pınarlar fışkırtmadıkça kesinlikle sana inanmayız.

Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı, bunların arasından ırmaklar akıtmalısın.

Ya da iddia ettiğin gibi göğü parça parça başımıza indirmeli, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.

Ya da altın bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın. Gökten bize okuyabileceğimiz somut bir kitap indirmedikçe de oraya çıktığına kesinlikle inanmayız. Onlara de ki: `Suphanellah! Ben peygamberlikle gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki? " (İsra Suresi, 88-93)

Buna göre ayın ikiye bölünmesi olayının, müşriklerin somut mucize isteklerine verilmiş bir cevap olduğunu söylemek hem Kur'an'ın ayetlerinin açık anlamlarına hem de bu son peygamberlik misyonunun benimsediği tutuma uzak düşer. Bu son peygamberlik misyonu insan kalbine sadece Kur'an'la ve Kur'an'ın belirgin çarpıcılığı ile seslenmeyi, arkasından Kur'an'ın ayetleri aracılığı ile dikkatleri gerek insanın iç dünyasındaki, gerek dış alemdeki ve gerekse tarihin olaylarındaki olağanüstülüklere çekme metodunu benimsemiştir. Bu arada Peygamberimizin eli ile gerçekleşen bazı somut mucizeler de vardır. Fakat güvenilir belgelerle kanıtlanan bu mucizeler O'nun peygamberliğini kanıtlama amacını güden olaylar değil, yüce Allah'ın o sevdiği kuluna yönelik onurlandırıcı bağışlarıdır.

İşte bundan dolayı biz burada çok kanallı belgelerle yeri, zamanı ve biçimi belirlenen ayın ikiye bölünmesi olayın ayete ve o güvenilir belgelere dayanan kesinliğini tespit ediyor, bu belgelerin bazılarında açıklanan gerekçesine parmak basmakla yetiniyor, Kur'an'ın bu olayla birlikte kıyamet anının yaklaştığına dikkatleri çektiğini vurguluyor, Kur'an'ın bu olaydan insan kalbini uyarıcı ve gerçekleri onaylamasını sağlayıcı bir etken olarak yararlanmak istediğini hatırlatıyoruz.

Buna göre ayın ikiye bölünmesi olayı, Kur'an'ın kalpleri ve dikkatleri kendisine yönelttiği bir evrensel olaydır. Kur'an kalpleri ve dikkatleri herzaman başka evrensel olaylara da yöneltir. Bu olay karşısında insanların takındıkları tavır hayretle karşılanıyor. Tıpkı öbür evrensel mucizeler karşısındaki duyarsız tavırlarının hayretle karşılanışı gibi.

Somut olağanüstü olaylar çocukluk dönemini yaşayan kalpleri ürpertebilir. Bu kalpler evrenin sürekli mucizelerini kavrama ve bu mucizelerin gürültüsüz ve kesintisiz etkilerini algılama yeteneğinden henüz uzaktırlar. Oysa insanlığın henüz olgunluk dönemine ermemiş olduğu çağlarda peygamberlerin eli ile ortaya konulan tüm mucizelerin daha büyükleri ve daha çarpıcıları evrenin yapısında her zaman karşı karşıyayız. Fakat bu sürekli mucizeler ilkel duyguları, peygamberlerin ellerinde beliren sözkonusu somut mucizeler kadar etkileyip uyaramaz.

Farzedelim ki, ayın ikiye bölünmesi olağanüstü bir mucize olarak meydana gelmiştir. Fakat bilmeliyiz ki, ayın kendisi ondan daha büyük bir mucizedir. Dünyamızın bu uydusunun hacmini, konumunu, biçimini, yapısını, dönüşünü, safhalarını, insan hayatındaki etkilerini, direksiz olarak uzay boşluğunda dengede kalışını düşünelim. Ay, bütün bu nitelikleri ile gözlerin ve kalplerin karşısında duran sürekli bir büyük mucizedir. Bu mucizenin çarpıcı mesajı ve zihinde uyandırabileceği çağrışımlar kesintisizdir. Bu mucize kör inada ve demogojiye saplanmadıkça inkar edilmesi imkansız olan yaratıcı gücün somut bir kanıtı olarak gözler önünde durmaktadır.

Kur'an-ı Kerim, insanları bütün evreni, bu evrendeki sürekli ilahi mucizeleri dikkatle gözlemeye özendirmekte, insan kalbini her an evrenle ve evrendeki ilahi mucizelerle ilişki kurmaya çağırmaktadır. Bu kitap insanların belirli bir zamanda sadece bir kuşağın belirli bir yerde gördüğü çarpıcı bir olayı gözlemekle yetinmelerine razı değildir.

Evren, bütünü ile, yüce Allah'ın mucizelerine yönelik bir gözlem ve irdeleme alanıdır. Bu alan uçsuz bucaksızdır, sürekli ve kalıcıdır. Tümü ile bir mucize olduğu gibi içindeki irili-ufaklı tüm varlıklar da ayrı ayrı birer mucizedir. Kur'an, insan kalbini her an bu sürekli, bu kesintisiz mucizeleri görmeye, onların kesin ve tartışmasız tanıklıklarını dinlemeye, bu orjinal yaratma gücünün şaşırtıcı örneklerinden zevk almaya çağırır. Bu orjinal yaratmâ gücünün eserlerinde estetik ile mükemmellik bir aradadır. Bu ortaksız gücün harika eserleri dehşet ve şaşkınlık duygularını harekete geçirdiği gibi soğukkanlı ve köklü imanın, ikna olmuşluk duygusunu kalplerde pekişmesini sağlar.

Surenin başında yeralan kıyamet anının yaklaştığına ve ayın ikiye bölündüğüne ilişkin açıklama insan kalbini şiddetle sarsan çarpıcı bir mesaj niteliği taşır. Bu sarsıntıya tutulan insan kalbi yaklaşan kıyamet anını beklemeye koyuluyor, meydana gelen somut mucizeyi irdeliyor ve bu etkileyici mesaja muhatap olanların gözleri ile gördükleri sözkonusu evrensel olayın ışığı altında kıyamette cereyan edecek olan olayları düşünüyor.

İmam-ı Ahmed Hüseyin, Muhammed b. Mutavvıf ve Ebu Hazım kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Sehl b. Saad kıyametin yakınlığı konusunda şöyle diyor: "Bir keresinde Peygamberimiz şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek "Benim peygamber olarak gönderilmem ile kıyamet anı birbirine böylesine yakındır" buyurmuştur " (Bu hadisi Buhari ile Müslim, Ebu Hazım Seleme b. Dinar'a dayanarak aktarmıştır)

O korkunç buluşmanın anı hızla yaklaşıyor. Etkileyici bir doğa olayı olan ay bölünmesi meydana geliyor. Başka birçok mucizeler gözler önünde gerçekleşiyor. Fakat müşriklerin kalpleri bunların hiçbirini umursamıyor, kör inatları içinde yüzüyorlar, sapıklıkta ısrar ediyorlar, öğüt alıp yalanlamalara son vermek için yeterli olan büyük olayların çarpıcı mesajlarından etkilenmedikleri gibi bu ürkütücü tehditten de etkilenmiyorlar. Okuyoruz:

"Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve `bu öteden beri gördüğümüz sürekli bir büyüdür' derler.

Yalanladılar, keyfi arzularına uydular; ama herşey yerinde duruyor.

Onlara bu tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak haberler geldi.

Bu haberler son derece anlamlı ve etkilidir, ama uyarılar yararlı olmuyor."

Müşrikler yüce Allah'ın ayın ikiye bölünmesine ilişkin mucizesini gözleri ile gördükleri halde buna yüz çevirerek `bize büyü yapıldı' dediler. Onların Kur'an ayetlerine ilişkin görüşleri de bu idi. Bu ayetler hakkında da bir "Bu eski kuşaklardan aktarılmış geleneksel bir büyüdür" demişlerdi. (Müddessir Suresi, 24) Onlar yüce Allah'ın hangi ayetini görseler bu sözü söylerler. Bu ayetler sürekli ve kesintisiz olduğu için müşrikler onları "sürekli bir büyü" olarak niteliyorlar. Böyle derken bu ayetlerin özünü ve niteliğini araştırmaya yanaşmıyorlar, bu ayetlerin anlamlarına ve tanıklıklarına sırt dönüyorlar. Gördükleri ayetleri de bu ayetlerin dile getirdikleri gerçekleri de yalanlıyorlar. Bu yalanlayıcı tutumu sırf keyfi arzularına uyarak benimsiyorlar. Ne bir delile dayandıkları ne bir kanıta sığındıkları var. Ayrıca çevrelerini kuşatan şu evrenin bütün varlıklarında beliren değişmez ve sarsılmaz gerçeği de irdelemiyorlar. Okuyoruz:

"Ama herşey yerinde duruyor."

Yani şu koca evrende her nesnenin belirli bir yeri vardır. Herşey o kaymaz ve sarsılmaz yerinde durur. Şu evren bütünü değişmezliğe ve istikrara dayanır. Ne değişken arzuların ne oynak mizaçların ne geçici rastlantıların ve ne de saman alevi gibi parlayıp sönmesi bir olan uçucu heveslerin tutsağıdır. Herşeyin belirli bir yeri, belirli bir zamanı vardır. Herşey belirlenmiş yerine ve zamanına bağlıdır. Şu duyarsız müşriklerin çevrelerindeki herşeye istikrar ilkesi egemendir. Bu ilke bütün nesnelerde ve olaylarda belirir. Gök cisimlerinin dönüşleri, hayatın yasaları, bitkilerin ve hayvanların gelişim evreleri, maddelerin ve cisimlerin sabit nitelikleri bu ilkeye bağlıdır. Dahası var. Bu ilke sözkonusu müşriklerin vücut fonksiyonlarında ve organik etkinliklerinde de geçerlidir. Onların organik ve biyolojik fonksiyonları keyfi arzularına göre işlemez, bu düzende onların hiçbir egemenlik payları yoktur. İstikrar ilkesi onları çepeçevre kuşattığı, çevrelerindeki tüm varlıklara ve olgulara egemen olduğu, önlerindeki ve arkalarındaki her gelişmeye damgasını vurduğu halde bir tek onlar bu ilkeye yan çiziyorlar, arzularının salıncağında sallanıp duruyorlar. Oysa;

"Onlara bu tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak haberler geldi."

Onlara bu Kur'an'da anlatılan evrensel mucizelerin, bunların yanısıra kendilerinden önce yaşamış ve ilahi mesajı yalanlayan toplumların yok edilişlerinin ve yine Kur'an'da tasvir edilen ahiret serüvenlerinin haberleri geldi. Bütün bu haberler yanlış yolda olanların tutumlarını değiştirmelerini sağlayacak nitelikte uyarıcılardı. Yine bu haberler kalpleri yumuşatacak, onları yüce Allah'ın hikmetli plânını düşünmeye daldıracak derecede hikmet doluydu. Fakat körelmiş kalplerin bütün pencereleri Allah'ın ayetlerine karşı kapalıdır, gelen haberlerden yararlanmazlar, ardarda çınlayan uyarıcıların seslerine karşı kulakları duyarsızdır. Okuyoruz:

"Bu haberler son derece anlamlı ve etkilidir; ama uyarılar yararlı olmuyor."

Çünkü iman, yüce Allah'ın bunu kabul etmeye hazır olan, bu nimete lâyık olan kalbe yönelik bir bağışıdır.

Müşriklerin kör inatlarının, ısrarlı sırt çevirmelerinin, gelen haberlerden yararlanmayışlarının ve uyarılar karşısındaki aşırı duyarsızlıklarının tasvirine ilişkin bu noktada Peygamberimize dönülüyor; ona bu zavallılardan yüz çevirmesi," onları kendi hallerine bırakması telkin ediliyor. Onlar nasıl olsa o zor günle karşılaşacaklardır. Onlar o günün eşiğinde ayın ikiye bölündüğünü gördükleri halde onun yakın olduğunu bildiren uyarıcıların seslerine kulak asmıyorlar. Okuyoruz:

"Sen de yüz çevir onlara. Görevli melek o gün onları benzeri yaşanmamış olaya çağırdığında;

Mezarlarından donuk ve ürkek bakışlarla çıkarak çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.

Kendilerini çağıran görevliye doğru koşarlar. O zaman kafirler `bu zor bir gündür' derler."

Burada o "zor gün"ün bir sahnesi ile karşı karşıyayız. Bu sahnenin dehşeti ve çetinliği hem surenin bütününün gölgesi ile hem kıyamet anının yaklaştığını belirten alarm zili ile tam ayın bölündüğüne ilişkin haberle ve hem de surenin müzikal titreşimi ile uyum halindedir.

"Sahne, ardışık tablolu ve hızlı akışlıdır. Hızlılığı yanında somut ve hareketlidir de. Motifleri ve hareketleri bütünlük arz eder. İşte şu mezarlarından bir anda çıkan çekirge sürüsü gibi insan kalabalıkları. Bildiğimiz çekirge sürülerinin tablosu, sunulan bu görüntüyü zihnimizde canlandırmamıza yardım ediyor. Bu kalabalıkların bakışları dehşetten ve alçalmışlıktan dolayı donuk ve ürkektir. Bunlar hızlı adımlarla kendilerini çağıran görevliye doğru koşuyorlar. Bu görevli onları o güne kadar benzeri yaşanmamış, eşi görülmemiş, zor, bilmedikleri, tanımadıkları ve bu yüzden tedirgin bakışlarla gözledikleri bir sahneye çağırıyor. Bu toplanma, bu dehşet ve koşuşma sırasında kafirler "bu zor bir gündür" diyorlar. Bu cümle çetin ve ürkütücü bir sahne ile yüzyüze gelmek için yola çıkan yorgun ve bitkin insanların söyleyecekleri bir sözdür."

NUH TUFANI

Surenin başında yeralan bu çarpıcı mesajdan ilahi mesajı yalanlayanların kıyamet günü karşılaşacakları sıkıntıyı canlandıran sahneden sonra Mekke müşriklerinden önce yaşamış inkârcı toplumların çarpıldıkları cezanın somut sahnelerine geçiliyor, bu müşriklerin eski yoldaşları olan milletlerin somut yokoluş tabloları sunuluyor. Gözlerimizin önüne ilk serilen tablo Hz. Nuh'un inkârcı soydaşlarının tablosudur. Okuyalım:

 

9- Onlardan önce Nuh'un soydaşları da yalanlamışlardı. Onlar kulumuz Nuh'u yalanlayarak "Bu adam delidir" dediler, onu görevinden alıkoydular.

10- O da "Ben yenik düştüm"yardım et bana" diye Rabb'ine dua etti.

11- Göğün kapılarını açarak bardaktan su boşanır gibi bir yağmur yağdırdık:

12- Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Her iki yönden gelen su belirlenen bir görevi yerine getirmek üzere birleşti.

13- Onu çivilerle tutturulmuş tahtalardan yapılan bir gemiye bindirdik.

14- Mesajı inkar edilen kulumuza ödül olarak bu gemi gözetimimiz altında yüzüyordu.

15- Biz onu bir ibret dersi olarak geride bıraktık. İbret alan yok mu?

16- Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?

17- Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?

Evet "onlardan önce de Nuh'un soydaşları" peygamberlik mesajını ve yüce Allah'ın ayetlerini "yalanlamışlardı:' Bu adamlar "kulumuz"Nuh'u "yalanlayarak" onun için "bu adam delidir demişlerdi." Tıpkı şu zalim kureyşliler gibi. Onlar da O'nun için aynı sözleri söylemişler, O'nu taşa tutarak öldürmekle tehdit etmişler, O'nu alaya alarak üzmüşler, O'nu sert sözlerle azarlayarak kendilerine ilişmemesini istemişler, kabalıklarına son vererek gerçeğe teslim olacakları yerde "Onu görevinden alıkoymuşlar."

İşte o zaman Hz. Nuh, kendisini peygamber olarak gönderen, gerçeği duyurmakla görevlendiren Rabb'ine dönüyor. O'na soydaşları ile arasında olup bitenlerin, emeklerinin ve çabalarının sonucunun, gücünün ve kapasitesinin sınırının raporunu sunuyor. Harcayacak hiçbir gücünün kalmadığı, çarelerinin ve enerjisinin tükendiği bir noktada işi yüce Allah'a havale ediyor. Okuyoruz:

"O da `ben yenik düştüm, yardım et bana' diye Rabb'ine dua etti."

Tâkatım tükendi. Enerjim kalmadı. Gücüm bitti. Altta kaldım. "Yenik düştüm, yardım et bana". Sen yardım et bana, Rabb'im. çağrını zafere erdir, Hakk'ını zafere erdir, istemini zafere erdir. Sen yardım et bana. İş senin işin; dava senin davan. Benim fonksiyonum bitti.

Bu söz söylenir-söylenmez, başka bir deyimle peygamber işi yüce ve ezici iradeli sahibine teslim eder-etmez güçlü ve karşı durulmaz iradeli el, korkunç ve ezici evren çarkına işaret verir ve bu işaret üzerine evren çarkı gürültülü, gıcırtılı dönüşünü başlatır. Okuyoruz:

"Göğün kapılarını açarak bardaktan su boşanır gibi bir yağmur yağdırdık.

Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Her iki yönden gelen su belirli bir görevi yerine getirmek üzere birleşti:

Artık her tarafı saran, müthiş bir evrensel hareket karşısındayız. Bu hareket seçilmiş sözcükler ve deyimlerle dile getiriliyor. İfade bu eylemi doğrudan doğruya yüce Allah'a bağlayarak söze giriyor, "açtık" diyor. Böylece okuyucu "göğün kapılarını" açan güçlü eli hissediyor. Bunu "kapı" sözcüğünün somutluğunda ve sözcüğün "kapılar" şeklindeki, yani çoğul biçimindeki kullanımında hissediyor. "Bardaktan su boşanır gibi bir yağmur". Bol, sürekli, güçlü ve hızlı bir yağmur. "Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık." Yerden pınarın fışkırmasını somutlaştıran bu ifadeye göre su sanki yerin tümünden kaynıyor, sanki yeryüzünün tümü sayısız pınarlara dönüşüyor.

Gökten yağan yağmur suları ile yerden fışkıran pınar suları "belirli bir görevi gerçekleştirmek üzere" belirlenmiş bir sonucu meydana getirmek için "buluşuyorlar." Her iki yönden, gelen sular, aldıkları buyruk uyarınca akan ve yüce Allah'ın planını gerçekleştiren uysal sular, kesinleşmiş bir buyruğu yürürlüğe koymak için birbirlerine karışıyorlar.

Bu sular her yeri basan,,her yanı saran, tüm yeryüzünü kaplayan müthiş bir "'Tufan"a dönüşünce yeryüzünü kaplayan kirleri süpürüveriyorlar. Peygamber Nuh bu temizliği yapmaktan umudunu kesmişti, bu çevre kirliliği karşısında çaresiz kalmıştı. İşte şimdi peygamberinin çaresizliğine acıyan güçlü el gelmişti. Peygamber kendisine dua edince bütün evreni harekete geçirdi. Yardımına koşan bu el, aynı zamanda O'nu boğulmaktan kurtarıyor, O'nu onurlandırıyordu. Okuyoruz:

"Onu çivilerle tutturulmuş tahtalardan yapılan bir gemiye bindirdik.

Mesajı inkar edilen kulumuza ödül olarak bu gemi gözetimimiz altında yüzüyordu."

İfadenin gemiyi ne kadar yücelttiği, saygınlaştırdığı açıkca bellidir. Bir kere bu "çivilerle tutturulmuş tahtalardan yapılan" bir taşıma aracıdır. Yani nitelikleri anlatılıyor, ama değerine ve saygınlığına dikkatleri çekmek için "bu bir gemidir" diye adı konmuyor. Sonra bu taşıma aracı "mesajı inkar edilen" fonksiyonu reddedilen ve görevden alıkonan "kulumuza ödül olarak" Allah'ın gözetimi altında, gözleri önünde yüzüyor. Bu ödül O'nu gördüğü eziyetlere karşı şefkatle okşuyor, uğradığı alaylara ve aşağılamalara karşı onurlandırıyor. Bu ifade aynı zamanda Allah yolunda tüm gücünü harcadıktan sonra yenik düşen dava adamının çarelerin tükendiği bu noktada davayı asıl sahibine teslim edince, davasını zafere erdirsin diye O'na el açınca ne büyük bir güce kavuşacağını tasvir ediyor. Bu durumda evrenin bütün karşı durulmaz güçleri o dava adamının hizmetine girer, yardımına koşar. Yüce Allah da bütün gücü ve baş edilmez iradesi ile bu güçlerin arkasında olur.

Bu parlak, görkemli, kesin, düşmanlarını dize getirici ve geniş kapsamlı zafer sahnesinin arkasından Kur'an, bu sahneyi görmüş gibi bir somutlukla izleyen kalplere yönelerek onları bir değerlendirme açıklaması ile okşuyor. Amaç bu kalpleri etkilemek, onları gerçekleri kabul etmeye özendirmektir. Okuyoruz:

"Biz onu bir ibret dersi olarak geride bıraktık. İbret alan yok mu?"

Bilinen ayrıntıları ile bu olağanüstü olayı, ilerdeki kuşakların yararına sunduk. "İbret alan" bu olayı irdeleyip ondan gerekli dersleri çıkaran "yok mu?"

Sonra bir uyarıcı soru cümlesi geliyor. Sorunun amacı yüce Allah'ın azabının korkunçluğunu ve yapılan uyarıların doğruluğunu vurgulamaktır. Okuyoruz:

"Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"

Sonuç gerçekten de Kur'an'ın tasvir ettiği gibi oldu. Adamların başlarına gelen azap yakıcı ve karşı durulmaz bir azap olduğu gibi bu azaba ilişkin uyarı da doğru çıktı.

İşte Kur'an, önlerinde duruyor. Ellerinin altındadır, yararlanmalarına açıktır. Kolay anlaşılabilir. Okunmayı ve üzerinde düşünmeyi özendiren bir çekiciliği vardır. Ayrıca doğru ve sade olmanın çekiciliğine sahiptir. İnsan fıtratı ile uyumludur. Ruhu coşturur, duyguları harekete geçirir. Çarpıcı açıklamaları bitmez. İstediği kadar reddedilsin, bu yüzden yıpranmaz, değerini yitirmez. İnsan kalbi onu her irdeleyişinde yeni bir azıkla döner. İnsan ruhu onunla ne kadar kaynaşırsa onunla olan ülfeti ve dostluğu daha da artar. Okuyalım:

"Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"

Bu değerlendirme ayeti sure boyunca her somut sahnenin arkasından tekrarlanır. Böylece ilahi mesajı yalanlayanların tepelerine inen her acıklı azap halkasının tanıtılmasının arkasından insan kalbi bu değerlendirmenin önünde durdurularak soğukkanlı bir şekilde gerçekleri düşünmeye ve araştırmaya çağrılıyor.

 

AD KAVMİNİN BAŞINA GELENLER

18- Adoğulları da peygamberlerini yalanladılar. Ama benim azabım ve uyarmam nasılmış?

19- Baştan başa uğursuz bir günde üzerlerine sert ve dondurucu bir kasırga saldık.

20- Bu kasırga insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi havaya kaldırıp savuruyordu.

21- Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?

22- Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?

Bu ayet grubu ağır azaba ilişkin ikinci halkayı, başka bir deyimle ikinci azap sahnesini gözlerimizin önüne seriyor. Bu sahnede yokedilme cezasına çarptırılmış ilk toplumu oluşturan Hz. Nuh'un soydaşlarını izleyen yeni bir yokediliş tablosu ile yüzyüze getiriliyoruz.

Sahne, Adoğullarının Allah'ın ayetlerini inkar ettiklerini haber vererek başlıyor. Derken, bu haberi veren ayet daha bitmeden o bildiğimiz hayret uyandırma ve aşağılama-paylama içerikli soru ile karşılaşıyoruz:

"Ama benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"

Yani Adoğullarının inkarcı tutumlarının sonucu ne olmuş? Arkasından sorunun cevabı geliyor.

Sonuç şu sürpriz ve tüyler ürpertici tabloda tasvir edildiği gibi oldu. Okuyalım:

"Baştan başa uğursuz bir günde üzerlerine sert ve dondurucu bir kasırga saldık.

Bu kasırga insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi havaya kaldırıp savuruyordu."

Ayetin orjinalinde geçen "ruhen serseren" tamlaması "sert ve dondurucu kasırga" demektir. Sözcüklerin titreşimi kasırganın bu türünü somut olarak gözlerimiz önünde canlandırıyor. Yine ayette geçen "nahsın" sözcüğü ise "uğursuz" anlamına gelir. Adoğullarının başına gelen uğursuzluktan daha büyük bir uğursuzluk hangi toplumun başına gelebilir? Adamları kasırga yerden kaldırıyor, sürüklüyor, ezip parçalıyor ve tıpkı kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi yere çarpıyor. Sahne gerçekten korkunçtur, tüyler ürperticidir, son derece sert ve kökten kazıyıcıdır. Adoğullarının üzerlerine salınan bu kasırga yüce Allah'ın ordusunun birliklerinden biri" şu evrenin güçlerinden biri ve yüce Allah'ın bir yaratığıdır. O yüce Allah'ın belirlediği evrensel yasalar uyarınca işler. Yüce Allah bu gücü dilediği toplumların başlarına salar. Bu güç sözkonusu yasalarla uyumlu olarak işleyişini sürdürür. Onun evrensel işleyiş çizgisi ile yüce Allah'ın dilemesi uyarınca aldığı buyruğun gereğini yerine getirmesi arasında çatışma olmaz. Çünkü bu buyruğun da, o yasaların da sahibi yüce Allah'tır. Devam ediyoruz:

"Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"

Azap sahnesi sunulduktan sonra bu soru tekrar soruluyor. Cevabı ise tasvir edilen sahnenin kendisidir.

Arkasından surenin özel anlatım yöntemi uyarınca her azap sahnesinin sonunda tekrarlanan değerlendirme ayeti yine karşımıza çıkıyor. Okuyalım:

"Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"

Bunu izleyen ayetler grubu karşımıza yeni bir azap sahnesi getiriyor, okuyucuyu başka bir tarih yolculuğuna çıkarıyor. Görelim:

 

23- Semudoğulları da uyarıları yalanlamışlardı.

24- Dediler ki: "İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz."

25- "Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır:"

26- Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir.

27- Biz onları sınavdan geçirmek için dişi deveyi göndereceğiz. Sabret de gör bakalım, ne yapacaklar?

28- Onlara suyun deve ile aralarında bölüştürüldüğünü bildir. Kimin sırası ise gelir, su içer.

29- Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi.

30- Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?

31- Onların üzerine bir tek çığlık saldık da ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınlarına dönüştüler.

32- Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?

Semudoğulları, Adoğullarından sonra Arap yarımadasına egemen olan güçlü bir kabile idiler. Adoğullarının yurdu Yarımadanın güneyinde, Semudoğullarınki ise Yarımadanın kuzeyinde idi. Semudoğulları, tıpkı Adoğulları gibi peygamberlerinin uyarılarını yalanlamışlardı. Yarımadanın her tarafına yayılan Adoğullarının yokedilişlerine ilişkin afetten hiç ders almamışlardı. Okuyalım:

"Dediler ki; `İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz'.`

Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır."

Bu kuşaklar boyunca sürekli tekrarlanan ve inkarcıların kalplerini kemiren bir kuşkudur: "Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi?" Bu kuşkunun altında çağrının özüne, içeriğine değil de çağrıyı kimin seslendirdiğine bakan kof bir gurur yatar; "İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz?"

Yüce Allah kulları arasından birini seçer. O peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir ve belirlediği kişiye vahyi ve bu vahyin içerdiği düşündürücü ve irdeleyici direktifleri indirir. Peki yüce Allah tüm varlıkların yaratıcısı ve vahyin indiricisi olduğuna göre vahyi algılamaya hazırlık ve yetenekli olduğu bir kulunu seçmesinde ne gibi bir tuhaflık olabilir? Bu ancak sapık vicdanlarda belirebilecek olan saçma bir kuşkudur. Bu tür vicdanlar çağrının içeriğine bakıp onun doğruluk ve haklılık derecesini görmek istemezler. Bunun yerine çağrıyı seslendirenin kim olduğuna bakarak insanlardan birinin peşinden gitmeyi gururlarına yediremezler. Eğer o insanın peşinden giderlerse ona saygı göstereceklerinden, böylece bencilliklerinden fedakârlık edeceklerinden korkarlar. Bu yüzden o seçilmiş insana uymak, bağlanmak ağırlarına gider.

Bu gerekçe ile birbirlerine "İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz" derler. Yani eğer böyle tuhaf bir iş yaparsak, eğer bizim gibi bir insanın sözünü dinlersek sapıtmış, çılgınca bir tutum benimsemişiz demektir! Ne kadar tuhaf değil mi? Adamlar eğer doğru yola girseler kendilerini sapıtmış kabul ediyorlar; eğer imanın ışığına kavuşsalar kendilerini -bir tek çılgınlığın değil- "çılgınlıklar"ın pençesine düşmüş sayıyorlar.

Bundan dolayı kendilerini doğru yola, düz yola iletsin diye yüce Allah tarafından seçilmiş olan peygamberlerini yalancılıkla ve kişisel ihtiras sahibi olmakla suçluyorlar. Okuyoruz:

"Hayır, o şımarık bir yalancıdır.

"Yalancıdır", yani kendisine vahiy gelmiş değildir. "Şımarıktır", yani muhteristir, şöhret ve mevki peşinde koşmaktadır. Bu suçlama her dava adamına yöneltilir. Her hakikat önderinin davasını maske olarak kullandığı, aslında kişisel çıkarlarını ve şahsi amaçlarını gerçekleştirmek istediği ileri sürülür. Bu iddiayı vicdanları coşturan ve kalpleri harekete geçiren iç faktörlerden habersiz nasipsizler seslendirirler.

Ayetlerin akışı içinde tarihin derinliklerine gömülmüş bir hikaye anlatılırken birden bire sözün yönü değişiyor. Sanki şimdiki zamana dönülmüştür. Sanki şu anda olmakta olan olaylar anlatılıyor. Arkasından ilerde neler olacağı gündeme getiriliyor ve bu "ilerde olacak olanlar" tehdit üslubu ile sunuluyor. Okuyalım:

"Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir

Bu üslup Kur'an'ın hikaye anlatırken başvurduğu bir anlatım yöntemidir. Bu yöntemde hikayelere ruh üflenir, canlılık kazandırılır. Böylece hikayeler geçmişte olup biten işler olmaktan çıkarılarak gözler önüne serilen canlı olaylara dönüşürler. Öyle ki okuyucunun bakışları bu olayları okurken "şu anda ne oluyor?" ya da "ilerde ne olacak" diye beklemeye koyulur.

Evet "Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir." Yarınlar onlara gerçeği gösterecektir ve bu gerçeğin pençesinden yakayı kurtaramayacaklardır. Yakında şımarık yalancıların başlarına gelecek yokedici belâ ile, sınavla yüzyüze geleceklerdir. Devam edelim:

"Biz onları sınavdan geçirmek için dişi deveyi göndereceğiz. Sabret de gör bakalım, ne yapacaklar?

Onlara suyun deve ile aralarında bölüştürüldüğünü bildir. Kimin sırası gelir, su içer."

Yüce Allah, Semudoğullarını sınavdan geçirmek için, nasıl adamlar olduklarını ortaya çıkarmak amacı ile onlara dişi bir deve gönderdiğinde okuyucu neler olacağını merakla beklemeye koyuluyor. Aynı zamanda peygamberleri Hz. Salih de neler olacağını beklemektedir. Çünkü yüce Allah kendisine sabrederek beklemeyi, sınavın sonucunu görmeyi, imtihanın sonunu gözlemeyi emretmiştir. Sınava ilişkin talimat Salih Peygamberdedir. Bu talimata göre kabilenin suyu Semudoğulları ile dişi deve arasında bölüştürülmüştür. -Sözkonusu deve, mucize ve belirti olmasını sağlayacak özel nitelikleri olan farklı bir deve olmalıdır-. Su içme sırası birgün devenin, ertesi günü Semudoğullarının olacaktır. Onlar da deve de suyun başına sadece nöbet günlerinde gelecekler ve sadece o günlerde su içebileceklerdir.

Bunun arkasından, yine hikaye üslubuna dönülerek bundan sonra neler olduğu anlatılıyor. Okuyoruz:

"Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi."

Ayette sözü edilen "arkadaşları" o şehirde bozgunculuk yapan anarşist çetenin bir üyesi idi. Bu çeteden Neml suresinde "O şehirde toplumda kargaşa çıkaran, yapıcı hiçbir davranışları görülmeyen dokuz i vardı şeklinde sözedilirken Şems suresinde de "İçlerinden en azgını ileri atılınca" diye bahsediliyor.(Neml Suresi, 48 - Şems Suresi, 12) Verilen bilgiye göre bu azgın adam yapacağı kötü işe girişmeden önce cesaretini güçlendirmek amacı ile içki içip sarhoş olmuştu. Yapmaya hazırlandığı çirkin iş yüce Allah'ın Semudoğullarına bir mucize, bir sınav belirtisi olarak gönderdiği dişi deveyi ayaklarını keserek öldürmektir. Oysa Salih peygamber onları bu dişi deveye kötülük yapmamaları konusunda uyarmış, aksi halde acıklı bir azaba uğrayacaklarını haber vermişti. "Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi." Böylece sınav sonuçlanmış, belânın geleceği kesinleşmişti. Devam edelim:

"Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"

Burada Semudoğullarına yönelik uyarıları izleyen azabın anlatılmasından önce yine o hayret ve aşağılama-paylama içerikli soru soruluyor. Okumaya devam ediyoruz:

"Onların üzerine birtek çığlık saldık da ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınına dönüştüler."

Burada bu çığlığın niteliğine ilişkin ayrıntılı bilgi verilmiyor. Oysa Kur'an'ın başka bir yerinde, "Fussilet" suresinde bu çığlık "kasırga gibi" diye niteleniyor. Sözünü ettiğimiz ayette şöyle buyurulmuştu:

"Eğer sana yüz çevirirlerse onlara de ki: `Ben sizi Adoğullarının ve Semudoğullarının başlarına gelenin benzeri olan bir kasırga konusunda uyardım." (Fussilet Suresi, 13)

Bu ayetin orjinalinde geçen "saika (kasırga)" sözcüğü çığlığı niteleyen bir sıfat olabilir. O zaman deyimin anlamı "kasırga gibi bir çığlık" şeklinde olur. Ya da bu sözcük çığlığın özünü tanımlayabilir. O zaman da kasırga ve çığlık aynı şey demek olabilir. Ayrıca kasırga, sahibinin kim olduğunu bilmediğimiz çığlığın bir etkisi, bir sonucu da olabilir.

Her neyse, yüce Allah Semudoğullarının üzerine bir çığlık saldı ve bu çığlık onlara yapacağını yaptı, onları "ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınına dönüştürdü."

Ayetin orjinalinde geçen "muhtezir" sözcüğü hayvanlarına barınak olsun diye ağıl yapan çoban anlamına gelir. Çoban bu ağılı kuru otlardan ve çalılardan yapar. Buna göre o adamlar kuruyup kırılarak yere yığılmış çalı-çırpı birikimi haline gelmişlerdir. "Muhtezir" sözcüğü, bunun yanısıra güttüğü hayvanlara yedirmek üzere kuru ot ve dökülmüş ağaç yaprağı toplayan çoban anlamına da gelir. Bu durumda da o zavallılar sözkonusu tek çığlığın arkasından kuru ot ve yaprak yığınına dönüşmüşlerdir.

Sahne son derece dehşetli ve korkunçtur. Adamların büyüklenmelerine ve gururlanmalarına verilmiş bir karşılık biçiminde sunuluyor. Bir de bakıyoruz ki, o kendini beğenmişler, o burnundan kıl aldırmayan mağrurlar, yerde yatan ot yığını olmuşlar, hayvan yemine dönüşmüşlerdir.

Bu çarpıcı ve tüyler ürpertici sahnenin arkasından insanların dikkatleri hemen Kur'an'a çevriliyor, onun üzerinde düşünüp gerçekleri irdelemeye özendiriliyorlar. Okuyoruz:

"Bu Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"

Derken perde yere serilmiş ot yığınları üzerine iniyor. Bu sahnenin gözlerdeki imajı ve kalplerdeki izi silinmeden varlığını sürdürüyor. Zaten Kur an düşünenlere ve öğüt alanlara yönelik bir çağrı değil midir?

Arkasından perde yine açılıyor ve tarihin başka bir sahnesi ile yüzyüze geliyoruz. Sahnedeki olaylar yine Arap yarımadasında geçiyor. Okuyalım:

 

3- Lut'un soydaşları da uyarıları yalanlamışlardı.

34- Biz de üzerlerine taşları savuran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut'un taraftarları hariç. Onları sabahleyin erkenden kurtardık.

35- Tarafımızdan sunulmuş bir nimet olarak. Biz şükredenleri işte böyle ödüllendiririz.

Lut peygamberin soydaşlarına ilişkin hikaye Kur'an'ın başka yerlerinde ayrıntılı olarak anlatılır. Bu hikayenin burada sunulmasının amacı onu ayrıntılı biçimde anlatmak değildir, ilahi mesajı yalanlama eyleminin acı sonucu, yüce Allah'tan gelen ağır ve acıklı cezayı vurgulayarak bundan ders alınmasını sağlamaktır. Bundan dolayı Hz. Lut'un soydaşlarının kendilerine yöneltilen uyarıları yalanladıkları hatırlatılarak söze giriliyor. Okuyoruz:

"Lut'un soydaşları da uyarıları yalanlamışlardı:'

Bu hatırlatmayı izleyen ayette söz konusu inkarcıların çarptırıldıkları ceza tanıtılıyor. Okuyalım:

"Biz de üzerlerine taşları savuran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut'un taraftarları hariç. Onları sabahleyin erkenden kurtardık.

Tarafımızdan sunulmuş bir nimet olarak. Biz şükredenleri işte böyle ödüllendiririz."

Ayetin orjinalinde geçen "Hasib" sözcüğü "taşları savuran kasırga" anlamına gelir. Başka ayetlerde Lut'un soydaşlarının üzerine "balçıktan taşlar" yağdırıldığı belirtiliyor. "Hasib" sözcüğü, düşen taşların çarpmasını çağrıştıran bir ses titreşimi yansıtır. Bu sözcüğün titreşimleri sahnenin atmosferi ile uyumlu bir şiddet ve sertlik yayıyor. Bu afetten sadece Lut peygamberin taraftarları ile eşi dışında kalan aile bireyleri sağ olarak kurtulabilmişti. Bu kurtuluş onlara yönelik bir ilahi lütuftu ve imanlarına, şükrediciliklerine karşılık olarak sunulan bir ödüldü. Okuyalım:

"Biz şükredenleri işte böyle ödüllendiririz: '

Buraya kadar hikayenin iki yanı, Lut'un soydaşlarından kaynaklanan yalanlama yanı ile yüce Allah'tan gelen sert ceza yanı anlatıldı. Şimdi ise geri dönülüyor ve bu iki uç nokta arasında neler olup bittiğine ilişkin biraz ayrıntı veriliyor. Bu da Kur'an'ın hikaye anlatılırken kullandığı yöntemlerden biridir. Sadece belirli mesajları vermek için hikaye anlatıldığında bu yönteme başvurulur. Şimdi sözünü ettiğimiz ayrıntıları okuyoruz:

 

36- Lut onları bizim sillemiz konusunda uyarmıştı. Fakat,onlar bu uyarıları kuşku ile karşıladılar.

37- Onlar Lut'un konuklarını elde etmek istediler. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."

38- Sabah erkenden sürekli bir azaba yakalandılar.

39- "Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."

40- Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?

Lut peygamber, soydaşlarını alışkanlık haline getirdikleri iğrenç ve anormal sapıklık konusunda uzun zaman uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşku ile, umursamazlıkla ve inanmayarak karşılamışlar, bu kuşkucu duyguları birbirlerine aşılamışlar, bu konuda peygamberleri ile sürekli tartışmışlardır. Sonunda sapıklığı ve küstahlığı o kadar ileri boyutlara vardırdılar ki, peygamberlerinin melek kökenli konuklarına göz diktiler. İnsan kılığına girmiş bu melekleri tıfıl delikanlılar sandılar, bu yüzden o iğrenç, o tiksindirici, o anormal cinsel tutkuları harekete geçti, zaptedilmez oldu. Bu kör tutkunun dürtüsü ile Lut'un üzerine çullandılar, evindeki genç konuklarına tecavüz etmek istiyorlardı. Utanmadan, çekinmeden, arlanmadan peygamberlerine karşı küstahlık ediyorlar, kaba arzularını tatmin etmekten geri durmayacaklarını açık açık söylüyorlardı. Oysa peygamberleri bu iğrenç, bu anormal, bu patolojik alışkanlıklarının sonu konusunda onları ısrarla uyarmıştı.

Bu noktada yüce Allah işe el koydu, konuk melekleri gelişlerinin gerekçesi olan görevlerini yerine getirmek üzere harekete geçirdi. Okuyalım:

"Bunun üzerine gözlerini kör ettik."

Bunun üzerine o sapıklar hiçbir şeyi, hiç kimseyi göremez oldular. Bu yüzden artık ne Lut peygamberi sıkıştırmaya devam edebildiler ve ne de konuklarını yakalayıp alıkoyabildiler. Adamların gözlerinin kör edildiği sadece burada açık açık belirtiliyor. Başka bir ayette bu konuda konuk meleklerin ağzından şu açıklama yapılmıştı:

"Konuklar dediler ki; `Ey Lut, biz Rabb'inin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyeceklerdir." (Hud Suresi, 81)

Burada adamların Lut peygambere ilişmelerini engelleyen faktörün ne olduğu açıklanıyor. Sebep gözlerinin kör edilmiş olmasıdır.

Hikayenin anlatımı sürerken birdenbire sözün akışı değişerek şimdiki zamana dönüyoruz ve azaba çarpılan sapıklara yönelik bir seslenişle karşılaşıyoruz. Okuyalım:

"Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."

İşte sizi vaktiyle hakkında uyardığım azap ve işte tartışma konusu yaptığınız uyarıların sonucu!

Adamların gözleri gece kör edilmişti. O gecenin sabahında yüce Allah onları topyekün yoketmeyi planlamıştı. Okuyoruz:

"Sabahleyin erkenden sürekli bir azaba yakalandılar."

Bu azabın ne olduğu hikayenin ilk cümlelerinde açıklanmıştı. Bilindiği gibi bu azap taşları savuran sert bir kasırga şeklinde belirerek o yöreyi sözkonusu iğrenç alışkanlığın pisliğinden ve ahlâksızlığından arındırmıştı.

Bir sonraki ayette sözün akışı yine değişiyor. Sahne gözlerimizin önüne getiriliyor. Sanki olayları şu anda cereyan ediyormuş izlenimi veriliyor. Azaba çarpılanlara azabın pençesinde kıvranırlarken sesleniliyor. Okuyalım:

"Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."

Arkasından bu surede gösterilen her korkunç sahneden sonra okumaya alıştığımız değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz. İşte;

"Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"

Bu azap sahneleri Arap yarımadası dışında meydana gelen bir başka azap halkası ile noktalanıyor. Bu hikayesi dillerde dolaşan, herkes tarafından bilinen bir azap tablosudur. Burada bu olay kısaca hatırlatılıyor, üzerinden hızlıca geçiliyor.

 

41- Firavun yanlılarına da uyarılar gelmişti.

42- Fakat bütün ayetlerimizi yalanladılar. Biz de güçlü ve üstün iradeli birine yaraşacak bir sertlikle onların yakalarına yapıştık.

Görüldüğü gibi Firavun ile yandaşlarına ilişkin hikayenin her iki ucuna kısaca değiniliyor. Firavun ile yandaşlarına yöneltilen uyarılar ile onların Peygamberlerinin duyurmuş olduğu ilahi ayetleri yalanlamaları hikayenin bir ucunu, yüce Allah'ın bunun üzerine sert ve güçlü bir elle yakalarına yapışması hikayenin öbür ucunu oluşturur. Dediğimiz gibi burada bu uçların her ikisi de kısaca anlatılıyor. Yüce Allah'ın güçlülüğüne ve üstün iradesine işaret edilmiş olması, yakalarına yapışma işlemindeki şiddeti çağrıştırır. Bu vurgulama, aynı zamanda, Firavun'un kof gururunu, zulme ve baskıya dayalı iktidarına yönelik bir yergi, bir istihzadır. Çünkü artık o kof gurur sönmüş, o sözde iktidar düşmüştür. Yüce Allah, Firavun'un ve yandaşlarının yakasına gerçekten güçlü ve sahiden üstün bir iradenin eli ile yapışmıştır. Halka yönelik zulümlerine, baskılarına, acımazlıklarına ve zorbalıklarına denk düşen bir sertlikle yakalarından tutmuştur.

Zorba Firavun'un yokoluşunu canlandıran bu son azap tablosu üzerine perde iniyor.

Şu anda perde yeniden açılıyor. Azaba çarptırmaya ve cezalandırmaya ilişkin son sahne ile karşılaşıyoruz. Yüce Allah'ın uyarılarını yalanlayanlar bu sahneyi izliyorlar, sahnede olup bitenleri duyu organları ile algılıyorlar. Şimdi, yukarda izlediğimiz ardışık yokoluş sahnelerinin izleri henüz hayallerinde canlı dururken, başlıcalarını duyu organlarında halâ hissettirmeyi sürdürürlerken. İşte şimdi, kendilerine sesleniliyor. Bu ses kendilerini izlediklerimize benzer yokoluş sahneleri konusunda uyarıyor. Onlar bu sahnelerin daha acıklısından, daha korkuncundan sakındırılıyorlar. Okuyoruz:

 

43- Acaba sizin içinizdeki kafirler onlardan daha mı iyidir, yoksa kutsal kitaplarda size ilişkin bir suçsuzluk belgesi mi var?

44- Yoksa onlar "Biz karşımıza çıkacak herkesi yenen güçlü bir orduyuz " mu diyorlar?

45- Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir.

46- Asıl azaba kıyamet günü çarpılacaklardır. Kıyamet günü onlar için daha feci ve daha acıdır.

47- Suçlular şaşkınlık ve ateş içindedirler.

48- O gün onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılırlar; `Ateşin vücudunuza değişini tadınız" diye.

49- Biz her şeyi belirli bir plan uyarınca yarattık.

Bu ayetler hem dünya azabından ve hem de ahiret azabından sakındıran bir uyarı içerirler. Burada bu uyarının doğruluğuna ilişkin her türlü kuşku, her türlü şüphe çürütülüyor. Her türlü kaçamak yolu kapatılıyor. Kaçmaya, hesaplaşma sırasında demogoji yapmaya ve cezadan kaytarmaya ilişkin bütün umutlar söndürülüyor.

İzlediğimiz görüntüler peygamberlerini yalanlayan eski toplumların yokediliş sahnelerini canlandırıyordu. Peki, ey Mekke müşrikleri, sizin de onlarınkine benzer bir acı akıbete uğramanızın önündeki engel nedir? "Acaba sizin aranızdaki kafirler onlardan daha mı iyidir?" İçinizdeki kafirlerin onlar karşısındaki ayrıcalığı nedir? "Yoksa kutsal kitaplarda size ilişkin bir suçsuzluk belgesi mi var?" Gökten inen kitapların sayfaları sizin suçsuzluğunuz yolunda tanıklık ediyor da kafirliğin ve inkarcılığın töhmetinden kurtuluyor musunuz? Hayır; ne o, ne de bu. Sizler o eski kafirlerden daha iyi değilsiniz. Hiçbir kutsal kitabın sayfaları da sizin suçsuzluğunuzu kanıtlayan bir belge içermiyor. Buna göre sizden önceki kafirlerin karşılaştıkları acı sonla karşılaşmaktan başka bir alternatif yok önünüzde. Yalnız yüzyüze geleceğiniz bu acı sonun biçimini yüce Allah belirleyecektir.

Arkasından belirli bir gruba yönelik bu seslenişin yönü değiştirilerek herkese sesleniliyor. Bu seslenişte sözkonusu kafirlerin tutumu hayretle karşılanıyor.

"Yoksa onlar `Biz karşımıza çıkacak herkesi yenen güçlü bir orduyuz' mu diyorlar?"

Bu şaşkınlar kendilerini kalabalık görünce güçlerine hayran oluyorlar. Ordularının büyüklüğü yüzünden gurura kapılarak "Zafer bizimdir, bizi kimse yenemez, bizim ordularımızı hiç kimse bozguna uğratamaz" diyorlar.

Fakat nasıl bir akibete uğrayacakları kendilerine kesin, yüksek frekanslı ve kuşkusuz bir sesle ilan ediliyor. Okuyoruz:

"Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir."

Kalabalık orduları onları kurtaramayacak, güçleri işlerine yaramayacaktır. Bunu onlara ezici ve karşı konulmaz iradenin sahibi olan yüce Allah ilan ediyor. Bu geçmişte böyle olduğu gibi her zaman da kesinlikle böyle olacaktır.

Buhari'nin sahabilerden Abdullah b. Abbas'a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz Bedir savaşında çadırında "Allah'ım, seni taahhüdünü ve va'dini yerine getirmeye çağırıyorum; eğer senin dileğin işe el koymazsa bu günden sonra sana ibadet edecek bir kişi bile kalmaz" dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir, Peygamberimizin elini tutarak "Yeter, ya Resulallah, Rabb'ine çok ısrar ettin" dedi. Arkasından Peygamberimiz zırhını giyinerek çadırından çıktı, çıkarken "Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtülecekler" ayetini okuyordu.

Öte yandan İbn-i Ebu Hatem'in verdiği bilgiye göre sahabilerden İkrime şöyle diyor: "Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir" ayeti indiğinde Hz. Ömer, Peygamberimize `Hangi ordu bozguna uğratılacak? Hangi kalabalık birlik yenilecek?" diye sormuştu. Fakat sonraları bana Ömer şöyle dedi; `Bedir savaşı başlayınca Peygamberimizi zırhına bürünmüş olarak "Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir" ayetini okurken gördüm. İşte o gün bu ayetin ne anlama geldiğini kavramadım."

Müşriklerin Bedir savaşında uğradıkları bozgun, dünyada gördükleri bozgundu. Fakat bu bozgun karşılaşacakları son bozgun olmadığı gibi başlarına gelecek en ağır ve en dehşetli bozgun da değildi. İşte Kur'an, dünya bozgununu geride bırakarak onlara bu son bozgunu hatırlatmaya geçiyor. Okuyalım:

"Asıl azaba kıyamet günü çarpılacaklardır. Kıyamet günü onlar için daha feci ve daha acıdır."

Evet, ahiret azabı dünyada gördükleri ve görecekleri bütün azaplardan daha dehşetli ve daha acıdır. Ahiret azabı tufandan kasırgaya, şimşekten taşları savuran müthiş rüzgara ve Firavun ile yandaşlarının güçlü ve sert pençeli yakalanışlarına varıncaya kadar yukarıdaki ayetlerde canlandırılan bütün azap sahnelerinden daha korkunç ve tüyler ürperticidir.

Sonra ahiret azabının nasıl bütün dünya azaplarından daha acı ve dehşetli olduğu ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu açıklama son derece korkunç bir kıyamet sahnesinde gözlerimizin önüne seriliyor. Okuyoruz:

"Suçlular şaşkınlık ve ateş içindedirler.

O gün onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılırlar; `Ateşin vücudunuza değişini tadınız' diye."

Onlar o gün bir yandan akılların ve vicdanların işkencesi olan şaşkınlık içinde debelenirlerken öbür yandan derileri ve vücudları kavuran ateşler içinde yanarlar. Onlar ve onlar gibiler vaktiyle "Biz içimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşlere atmış oluruz" demişlerdi ya. İşte bu katmerli ceza sözlerinin karşılığıdır. Böylece sapıtmanın ve ateşe atılmanın nerede olacağını öğrenmiş olacaklardır.

Onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılacaklar; sürüklenirken itilip kakılacak, paylanacaklardır. Bu cezada dünyadaki böbürlenmelerinin, güçlerine güvenerek şımarmalarının, insanlara tepeden bakmalarının karşılığıdır. Ayrıca "Ateşin vücudunuza değişini tadınız" azarı ile psikolojik azaplarının acısı daha da şiddetlendiriliyor. Bu ifade o azabı adeta şimdiki zamana taşıyarak somutlaştırmakta, onu kulaklara ve gözlere şu anda sunulmuş gibi tasvir etmektedir.

Bu korkunç ve sarsıcı sahnenin ışığı altında genel olarak tüm insanlığı ve özel olarak Mekke müşriklerine yönelik bir açıklama ile karşılaşıyoruz. Bu açıklamanın amacı yüce Allah'ın her işinin bir plana, anlamlı bir maksada ve ön tasarıya dayandığı gerçeğini kalplere işlemektir. ,

Yüce Allah'ın günahkârları dünyada cezalandırması, ahirette azaba çarptırması, bunların öncesinde peygamberler göndermesi, uyarılar yapması, Kur'an'ı ve öbür kutsal kitapları indirmesi, bütün bunların yanında şu evrendeki canlı cansız varlıkları yaratması ve yönlendirmesi, bütün bunlar, irili-ufaklı bütün herşey belirli bir plan uyarınca yaratılmıştır belirli bir amaca göre yönlendirilmektedir ve anlam yüklü bir ön tasarının ürünüdür. Hiçbir şey boşuna, rastgele, amaçsız ve plansız değildir. Okuyoruz:

"Biz herşeyi belirli bir plan uyarınca yarattık: '

Herşeyi, irili-ufaklı her nesneyi, koşuşabilen ve dilsiz her varlığı, hareket edebilen ve edemeyen tüm yaratıkları, geçmişte ve şimdiki zamanda varolan tüm nesneleri, bilinen ve bilinmeyen bütün yaratıkları, kısacası herşeyi belirli bir plan uyarınca yarattık.

Bu plan her yaratığın öz varlığını, niteliklerini, miktarını,.zamanını, yerini, çevresini kuşatan varlıklar ile arasındaki ilişkileri ve evrenin yapısı üzerindeki etkisini belirler, sınırlandırır.

Bu kısacık ayet son derece geniş kapsamlı, görkemli ve büyük bir gerçeğe parmak basar. Bütün evren bu gerçeğin somut kanıtı niteliğindedir. Şu evren bütünü ile yüzyüze gelen, onunla iletişim kuran, ondan etkilenen, varlık bütününün uyumlu ve koordineli bir parçası olduğunun bilincinde olan kalp, bu gerçeği ana çizgisi ile kavramakta gecikmez. Evrendeki herşey bu mutlak uyumu gerçekleştiren bir plana bağlıdır. Bu evren bütünü ile yüzyüze gelen her kalp, bu kapsamlı planın gölgesinin ana çizgilerinin damgasını üzerinde taşır.

Sonra bilimsel gözleme, deneye ve araştırmaya başvurulur. Bu yöntemler aracılığı ile ve insan aklının kapasitesi oranında bu gerçek kavranmaya, bu yolla bilinebileceği kadar anlaşılmaya çalışılır. Bu gerçeğin daima büyük bölümü ve daha eksiksiz algısı bilimsel yöntemlerle kazanılabilen bölümünün ötesinde kalacaktır. O kalan bölümü insan sıfatı sezgi yolu ile algılar ve evrenin ahenkli korosunun etkisi bu gerçeği özümler. Çünkü insan fıtratının kendisi de her zerresi bir plana göre yaratılmış olan şu evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.

Modern bilim bu gerçeğin bazı yönlerini keşfetmiş, elindeki yöntemler aracılığı ile kavranabileceği kadarını kavramıştır. Bu arada gezegenlerin, yıldızların hacimlerini, kütlelerini, aralarındaki uzaklıkları ve karşılıklı çekim güçlerini belirleyebilmiştir. Bu sayede bilginler henüz görmedikleri yıldızların yerlerini doğru olarak tespit edebilmişlerdir. Çünkü evrene egemen olan uyum prensibi söz konusu yıldızın bilginlerce saptanan yerde olması gerekiyor. Sonradan o yıldızın gerçekten hesap yolu ile saptadıkları yerde olduğunu görmüşlerdir. Bu uyumluluk prensibi bilim adamlarının gözledikleri yıldızların hareketlerine ilişkin belirli verileri açıklamakta ve sonra da onların varsayımlarının doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu varsayımların doğruluklarının meydana çıkması gökcisimlerinin uzay boşluğuna son derece ölçülü ve planlanmış oranlara dayalı olarak dağılmış olduklarını gösterir. Bu oranların zaman için ne değişmeleri ve ne de bozulmaları sözkonusudur.

Öte yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer kürede egemen olan uyumu, yüce Allah'ın plânı uyarınca bu gezegeni belirli bir "hayat" türüne elverişli kılan şartlar arasındaki ahengi de keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki oranlardan herhangi birinin bozulduğunu farzedelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer ya da daha baştan ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu yeryuvarlağının hacmini, kütlesini, güneşten uzaklığını, güneşin ısı derecesini, dünya ile ekseni arasındaki eğimin açısal değerini, dünyanın kendi çevresindeki ve güneş etrafındaki dönüş hızını; ayın dünyadan uzaklığını, hacmini, kütlesini, dünya üzerindeki denizlerin ve karaların dağılımını birarada düşünelim. Bunlara burada sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün bu olgular ve şartlar arasında ince bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır. Eğer bu oranlardan bir teki bile bozulsa bütün dengeler alt-üst olur ve bu dengesizlik, yeryüzünde süren "hayat" olayının sona ermesini kaçınılmaz kılar.

Yine modern bilim, hayatı düzenleyen çok sayıdaki faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar arasında ve bu şartların kendileri arasında varolan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki, bu bilgiler, insanoğluna yukarıdaki kısa ayetin vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir ölçüde kavrama imkanı sağlamıştır.

Bu bulgulardan öğrendiğimize göre gerek doğal ortamda ve gerekse canlıların yapısında hayatı ve varolmayı sağlayan faktörleri ile ölüme ve yokolmaya yolaçan faktörler arasında sürekli korunan bir denge vardır. Bu denge hayatın doğuşunu, varlığını ve devamını sağlayacak oranda korunur. Fakat canlılık olayının herhangi bir zaman dilimindeki canlıların çoğalma ve beslenme şartlarının sınırlarını aşacak derecede yayılmasına da meydan verilmez, yani canlılığın yayılması bu sınırda durdurulur.

Canlılar arasındaki bu duyarlı dengeye burada kısaca değinmemizin faydalı olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi daha önceki birkaç sureyi açıklarken evrenin yapısına ve yeryüzündeki hayat şartlarına egemen olan uyumu, dengeyi oldukça ayrıntılı biçimde irdelemiştik." (Bu konuda geniş bilgi için "Furkan" Suresine ilişkin açıklamalarımıza başvurulabilir)

"Küçük kuşları yiyerek beslenen yırtıcı kuşların sayısı azdır. Çünkü bu kuşlar az yumurtlarlar ve az kuluçkaya yatarlar. Üstelik dünyanın sadece belirli bölgelerinde yaşarlar. Buna karşılık uzun zaman yaşarlar. Eğer yırtıcı kuşlar uzun ömürleri yanında bir de çok yumurtlayabilseler ve dünyanın her yöresinde yaşayabilseler küçük kuşların ya soylarını kurutanı kuruturlar ya da sayılarını büyük oranda azaltırlardı. Küçük kuşların sayıca çok olmaları ve sık sık yumurtlamaları bu sonucu önlemeye yetmezdi. Oysa küçük kuşların şu yeryüzünde başta yırtıcı kuşlara yem olmak, insanların beslenmesine katkıda bulunmak gibi daha birçok fonksiyonları vardır. Nitekim bir şair bu gerçeği şöyle dile getirir:

Küçük kuşların yavrusu çok olur

Buna karşılık ana şahin tek tek yumurtlar

Daha önce belirttiğimiz gibi bu olgu, yüce Allah tarafından plânlanmış bir hikmetin sonucudur. Amaç yırtıcı kuşlar ile küçük kuşlar arasında yaşama faktörleri ile yokolma faktörleri bakımından denge kurmaktır.

Kara sinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu yumurtalardan çıkan sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer bu yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl yaşasalardı yeryüzünün her yanını kara sinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının dünyada yaşaması imkansız olurdu. Fakat şu evreni plânlayıp yöneten güçlü "el"in işlettiği şaşmaz denge mekanizması üreme çokluğu ile ömür kısalığı arasında denge kurmuş ve bunun sonucu olarak gördüğümüz düzen meydana gelmiştir.

Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan ve en saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı zamanda en dayanıksız ve en kısa ömürlü canlılardır. Soğuğun, sıcaklığın, ışığın, asitlerin, kan salgılarının ve başka birçok faktörün etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az sayıdaki hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler. Eğer çok dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.

Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına karşı koruyan ve yok olmalarını önleyen silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar çeşitli türde ve birbirinden farklıdır. Sözgelimi sayı çokluğu bir silah olduğu gibi, güçlü vücud yapısı bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.

Küçük yılanlar zehir ya da düşmanlarından hızla kaçabilme silahları ile donatılmışlardır. Büyük yılanlar ise kas gücü silahı ile donatılmışlardır. Bu yüzden pek az türleri zehirlidir.

Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir madde ile donatılmıştır. Kendisine dokunan her canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından korunur.

Ceylanlar hızlı koşma ve çok yükseğe sıçrayabilme silahı ile donatılmışken arslanlar pazu gücü ve düşmanlarını parçalayabilme yeteneği ile donatılmışlardır. Kısacası küçük-büyük her canlının düşmanlarına karşı ayrı bir koruyucu silahı vardır.

Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından döllendikten sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş yumurtacık son derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak orada emmesine ve gelişmesine elverişli bir kan gölü oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve doğuma kadar beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının boyu gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun miktarda yaratılmıştır. Yani bu bağ taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine yol açacak kadar uzundur ve ne de bu besinin hızla akarak cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar kısadır.

"Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç aşamasında ana memesi sarıya çalan beyazlıkta bir sıvı salgılar. Yüce Allah'ın şaşırtıcı sanatının bir eseri olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde memede süt oluşmaya başlar. Yine yüce Allah'ın eşsiz plânı uyarınca ana memesinden akan sütün miktarı günden güne çoğalarak bir yılın sonunda iki buçuk litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu sütün miktarı birkaç yüz gramı geçmez. Ana sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun büyümesine paralel biçimde artması ile sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün bileşimine giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir. Ana sütü doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta ve şeker içeren su ağırlıklı bir sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta, şeker ve yağ oranı artar. Bu gelişme çocuğun dokularının ve sistemlerinin sürekli gelişimine ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir:

Eğer insan organizmasını oluşturan çeşitli sistemleri, bu sistemlerin görevlerini, çalışma tarzlarını, organizmanın yaşamasına ve sağlıklı olmasına ilişkin fonksiyonlarını incelersek nasıl dikkatle plânlandıklarını ve ne kadar ölçülü bir tasarlamaya dayandıklarını hayretle görür, yüce Allah'ın güçlü eli ile her canlı organizmayı, her organı, hatta her hücreyi yönettiğini, gözetimi ve denetimi altında bulundurduğunu belirleriz. Burada bu şaşırtıcı mekanizmaların hepsinin nasıl çalıştıklarını ayrıntılı biçimde anlatamayız. Bu sistemlerden sadece birindeki iç salgı bezleri sistemindeki son derece hassas plânlamaya kısaca değinmekle yetinelim. Bu bezlerin her biri birer küçük kimya ürünleri fabrikasıdır. Organizmaya gerekli kimyasal bileşimleri sağlarlar. Salgıladıkları kimyasal bileşimler o kadar etkili, o kadar güçlüdür ki, yüz milyonda birlik dozajı bile insan vücudunda son derece önemli etkiler meydana getirir. Bu bezler her birinin salgısı, diğerinin salgısının etkisini tamamlayacak düzende çalışırlar. Bu salgılar hakkında bütün bildiğimiz onların son derece karmaşık bileşikler olduğu, dozajlarında meydana gelebilecek herhangi kısa süreli bir oran değişikliğinin organizmanın yapısında tehlike derecesine varan bir yıkıma yol açacağıdır.")

Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve yaşama şartlarına bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. "Aslanların, kaplanların, kurtların, sırtlanların ve çölde yaşadıkları için ancak avladıkları öbür hayvanların etleri ile beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların ağızları kesici dişlerle ve sert azı dişleri ile donatılmıştır. Bunlar avlarına saldırdıklarında kas gücünden yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca bu bacakların uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler vardır. Bu hayvanların mideleri de etleri ve kemikleri sindirebilen asitler ve enzimler salgılar."

Buna karşılık geviş getiren, çayırlarda otlayarak beslenen evcil hayvanların organik sistemleri farklı donanımdadır:

"Bu hayvanların sindirim sistemleri yaşadıkları çevrenin şartlarına uyacak biçimde tasarlanmıştır. Bu hayvanların ağızları oldukça geniştir. Azı ve köpek dişleri sert yapılı ve güçlü değildir. Buna karşılık ağızları parçalayıcı, keskin dişlerle donatılmıştır. Bu sayede otları ve bitkileri çabuk yerler ve bir kerede yutarlar. Böylece yaratılış amaçları olan hisleri insana sunma imkanına kavuşurlar. Yüce Allah bu sınıfa giren hayvanların sistemlerini son derece şaşırtıcı nitelikte yaratmıştır: Bu hayvanların acele ile yuttukları otlar ve bitkiler önce "işkembe"ye iner. Burası besin deposu görevini görür. Gündelik çalışma bitip de hayvan istirahate geçince işkembede depolanan besinler midenin "börkenek" adlı gözüne iner, sonra da tekrar ağzına çıkar. Hayvan bu yutulmuş besinleri ikinci kez iyice çiğnedikten sonra midesinin üçüncü gözü olan "kırkbayır"a gönderir, besinler oradan da midenin dördüncü gözü olan "şirden"e iner.

Bu uzun sindirim işleminin amacı bu tür hayvanları korumaktır. Çünkü bunlar çayırda otladıkları sırada çoğu kere yırtıcı hayvanların saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bu yüzden bir an önce besinlerini elde edip hızla güvenli istirahat yerlerine çekilmek zorundadırlar.

Bilim diyor ki; geviş getirme işlemi bu tür hayvanlar için zaruri, hatta hayatidir. Çünkü otlar, selüloz zarı ile kaplı hücrelerden oluştuklarından dolayı sindirilmeleri zor bitkilerdir. Hayvan bu bitkileri sindirebilmek için oldukça uzun bir zamana muhtaçtır. Eğer geviş getirmese ve midesinde acele ile yuttuğu besinleri depo etmeye yarayacak "işkembe" denen göz olmasaydı, hayvan otlarken uzun zaman harcamak zorunda kalacaktı, bu zaman bir tam güne yakın olacak, fakat buna rağmen yeteri besini sağlayamayacaktı, üstelik çiğneyip yutma işlemleri sırasında kasları çok yorulacaktı. Oysa geviş getirme işlemi sayesinde acele ile ağzına aldığı besinleri "işkembe"sinde depoluyor, bu besinler orada biraz mayalanıp yumuşadıktan sonra hayvan tarafından tekrar ağza çıkarılarak çiğneniyor, öğütülüyor ve arkasından yutuluyor. Böylece hayvan kolayca otlamış, besinini almış ve aldığı besini sindirmiş oluyor. Bütün bu kolaylıkları tasarlayan Allah ne kadar yücedir."

"Baykuş ve delice kuşu gibi yırtıcı kuşların gagaları etleri parçalamaya yarasınlar diye çengel gibi kıvrık ve keskindir. Buna karşılık kazların ve ördeklerin gagaları geniş ve kepçe gibi yaygandır. Bu biçimleri ile çamurlar arasında ve sular içinde besin aramaya elverişli olmaktadırlar. Gagaların iki yanında sazları ve otları kesmeye yarayan testere gibi küçük dişler vardır.

Tavukların, güvercinlerin ve yerden tane toplayarak beslenen diğer kuşların gagaları ise tane toplamaya yarayacak biçimde kısa ve küttür. Oysa mesela martının gagası oldukça uzundur. Gaganın alt kısmında ise balıkçı ağını andıran bir torba sarkar. Çünkü martının temel besini balıktır.

Hudhud ve çavuş kuşlarının gagaları ise birazcık uzun ve küttür. Bu biçimleri ile çoğunlukla yeraltında yaşayan böcekleri ve kurtçukları aramaya elverişlidirler. Bilim adamlarının dediklerine göre eğer insan bir kuşun gagasına şöyle bir bakarsa hangi tür besin ile beslendiğini tesbit edebilir.

Kuşların sindirim sisteminin geriye kalan bölümü de son derece hayret verici bir yapıdadır. Dişleri olmadığı için besinlerini sindirsinler diye "kursak"la ve "taşlık"la donatılmışlardır. Kuşlar, "taşlık"larındaki besinleri sindirmelerine yardımcı öğeler olsunlar diye çakıl taşları ve sert maddeler yutarlar."

Eğer bütün hayvan cinslerini ve türlerini bu şekilde incelersek işimiz uzar ve bu tefsir kitabının yönteminden ayrılmış oluruz. O yüzden adımlarımızı hızlandırarak tek hücreli bir canlı olan "amip"in yanına varalım. Varalım da yüce Allah'ın bu hayvancığa yönelik elini, üzerine dönük gözetimini ve hayatını düzenleyen duyarlı plânını büyüteç altına alalım:

"Amip, minik gövdeli bir canlıdır. Göl kenarlarında ve bataklıklarda ya da akar suların taşıdığı taşlar üzerinde yaşar. Gözleri yoktur, "göz lekeleri" aracılığı ile görür. Kütlesi amarftur, yani ortamın şartlarına ve ihtiyaca göre biçim değiştirir. Hareket edince vücudundan bazı çıkıntılar uzar. Bu çıkıntıları ayak gibi kullanarak istediği yere doğru gider. Bu yüzden bu çıkıntılara "yalancı ayaklar" adı verilir. Besinini bulduğu zaman onu bu çıkıntıların biri ya da ikisi ile yakalar, üzerine sindirimi sağlayıcı bir salgı akıttıktan sonra besinin yararlı öğelerini emer, yararsız artıklarını vücudunun dışına atar. Bu minik canlı sudan aldığı oksijeni kullanır ve bütün vücudu ile solunumunu yapar.

Düşünelim ki, gözle görülmeyecek kadar küçücük olan bu minik canlı yaşıyor, hareket ediyor, besleniyor, solunum yapıyor ve besin artıklarını dışarıya atıyor. Gelişmesini tamamlayınca ikiye bölünüyor ve her iki bölümü de ayrı birer canlı oluyor.

Bitkilerin acayip yönleri insanlarda, hayvanlarda ve kuşlarda gördüğümüz acayipliklerden daha az şaşırtıcı, daha az hayranlık uyandırıcı değildir. Onlarda görülen ince ölçülü plân, diğer canlılardaki plândan daha az dikkat çekici ve daha az göze batıcı değildir. Kısacası "O herşeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir." (Furkan Suresi, 2)

Şunu hemen belirtelim ki, bu plânlama ve tasarlama konusu anlattıklarımızdan daha önemli ve daha geniş kapsamlıdır. Şu evrenin küçük-büyük bütün hareketleri, bütün gelişmeleri, bütün akımları belirli bir plâna ve ön-tasarıya bağlıdır. Tarihteki her olayın, insan vicdanındaki her duygusal reaksiyonun ve yine insanın verdiği her nefesin bu belirli plâna ve ön-tasarıda yeri vardır. Şu verdiğimiz soluğun zamanı, yeri, şartları tümü ile plânlanmıştır. Bu nefes tıpkı büyük ve önemli olaylar gibi vârlık düzeni ile ve evrenin genel hareketi ile ilişkilidir, evrensel uyum açısından hesaba katılmıştır.

Şu çöl ortasında yetişen ve tek başına duran ağaca bakalım. O da bu belirli plâna bağlı olarak orada duruyor ve yerden çıktığı andan beri varlık bütünü ile irtibatlı bir fonksiyonu yerine getiriyor. Şu yerde sürünen minik karınca, şu havada uçan kuş, şu suda yüzen tek hücreli canlı, plâna ve ön-tasarıya bağlılık açısından tıpkı büyük gezegen sistemleri ve iri gök cisimleri gibidirler.

Herşey zaman bakımından, yer bakımından, miktar bakımından, biçim bakımından plâna bağlıdır; bütün şartlar ve durumlar arasında uyum vardır. Mesela Hz. Yakub'un, Hz. Yusuf'un ve Bünyamin'in anası olan ikinci bir kadınla evlenmesi olayını düşünelim. Bu olay, ilk plânda sanıldığı gibi, kişisel ve bireysel bir olay değildi. Bir plâna bağlı olarak meydana gelmişti. Bu plânın aşamaları şöyle gelişecekti. Hz. Yusuf'un kardeşleri kendisini kıskanacaklar, onu götürüp kuyuya atacaklar, fakat öldürmeyecekler, yoldan geçen bir kafile onu kuyudan çıkarıp Mısır'a götürüp satacak. Böylece Hz. Yusuf başvezirin sarayında büyüyecek, başvezirin eşi onunla yatağını paylaşmak isteyecek, o bu baştan çıkarma girişimine pabuç bırakmayacak, zindana atılacak. Niçin? Orada kralın adamları ile tanışacak, onların rüyalarını yorumlayacak. Niçin? Öyle bir noktaya varılacak ki, bu soruya cevap verilemeyecek. Bazıları ısrarla soracaklar. Niçin? Ya Rabbi, niçin Hz. Yusuf ızdırap çekiyor? Niçin bu peygamber, çektiği acıların etkisi ile gözlerini kaybediyor? Niçin masum Yusuf bunca acıya katlanıyor? Niçin? Çeyrek yüzyıllık ızdırabın sonunda bu sorulara ilk cevap geliyor: Çünkü ilahi plân, Hz. Yusuf'u yedi kıtlık yılında Mısır halkının ve Mısır çevresindeki halkların beslenme sorumluluğunu üstlenmek üzere hazırlıyordu. Sonra niçin? Hz. Yusuf ana-babasını ve kardeşlerini yanına alsın diye. Çünkü bu ailenin soyundan İsrailoğulları türeyecek; Firavun, İsrailoğullarına baskı yapacak, sonra onların içinden Hz. Musa çıkacak. Onun hayatında yine ilahî plâna bağlı birçok gelişmeler olacak; arkasından günümüz dünyasının içinde yaşadığı, tüm dünya insanlarının hayat akışını etkileyen birçok olaylar, gelişmeler ve akımlar meydana gelecek.

Yine mesela Hz. Yakub'un atası, Hz. İbrahim'in Mısırlı bir kadın olan Hacer ile evlenmesini düşünelim. Bu olay da ilk plânda sanıldığı gibi kişisel ve bireysel bir olay değildi. Tersine gerek bu olay ve gerekse Hz. İbrahim'in başından geçen diğer bazı olaylar onun ana yurdu olan Irak'tan ayrılarak Mısır'a gitmesine yol açtı. Orada Hacer ile evlendi. Bu eşinden oğlu İsmail dünyaya geldi. İsmail ve anası bu gün Kâbe'nin bulunduğu yöreye yerleşti. Sonunda Hz. İbrahim'in soyundan bu yarımadada Hz. Muhammed dünyaya geldi. Bu yarımada islamın doğuşu için en elverişli ortam olarak belirdi. Tüm bunların sonunda bütün insanlık tarihinin en büyük olayı meydana geldi.

Her olayda, her başlangıçta, her sonda, her noktanın arkasında, her adımda, her değişiklikte, her yenilikte ipin uzak ucunun arkasında yüce Allah'ın plânı vardır. Yüce Allah'ın geçerli, geniş kapsamlı, ölçülü, duyarlı ve derin plânı.

İnsanlar bazan bu ipin yakın ucunu görürler, uzak ucunu göremezler. Bazan olayın başlangıç noktası ile sonucu arasındaki zaman insanların kısa ömürlerini aşar. Bu yüzden olayın plâna bağlı hikmeti göremezler. Bundan dolayı sabırsızlanırlar, "şöyle olmalı, böyle olmalı" diye öneriler ileri sürerler. Kimi zamanda öfkeye kapılırlar, ileri-geri konuşurlar.

Oysa yüce Allah bu Kur'an'da insanlara öğretiyor ki, herşey ana plâna bağlıdır, insanlar her işi, tüm işlerin sahibine bırakmalıdırlar. Arkasından huzur ve güven için yüce Allah'ın plan ile uyumlu ve ahenkli adımlarla yollarına devam etmelidirler. Bu plânın eşliğinde ve yoldaşlığında sağlam, güvenli ve sarsılmaz adımlar atmalıdırlar.

 

50- Bizim buyruğumuz göz kırpması kadar kısa sürede gerçekleşen bir tek sözdür.

51- Biz sizin gibi sapıkları daha önce yokettik. Öğüt alan yok mu?

52- Onların yaptıkları herşey defterlere geçmiştir.

53- Küçük-büyük bütün davranışları satırlara işlenmiştir.

Yüce Allah'ın bu duyarlı plânının ve ön-tasarlayıcılığının yanısıra, sınırsız gücü vardır ve sınırsız güç, en büyük gelişmeleri, en basit işaretlerle gerçekleştirir. "Bizim buyruğumuz göz kırpması kadar kısacık sürede gerçekleşen bir tek sözdür."

Bir tek işaretle ya da tek bir sözle her iş gerçekleşiverir. Sözkonusu iş büyük olmuş, küçük olmuş, fark etmez. Zaten aslında "büyük" ve "küçük" diye birşey yoktur. Bunlar insanoğlunun nesnelere ilişkin değer yargılarıdır. Ayrıca ortada "zaman" diye bir olgu da yoktur. "Zaman" denen şey insanların üzerinde yaşadıkları küçük gezegenin dönüşünden kaynaklanan "insanlara özgü" bir kavramdır. Yüce Allah'ın hesabında bu sınırlı kavramların yeri yoktur.

Birden bire bu görkemli varlık meydana gelir. Birdenbire değişir, başkalaşır. Yüce Allah dileyince birdenbire yokoluverir. O birdenbire bütün canlıları yaratır. Birdenbire onları oraya-buraya dağıtır. Birdenbire onları ölümün soğuk kucağına atar. Birdenbire onları şu ya da bu biçimde yeniden diriltir. Birdenbire bütün canlıları yeniden canlandırır. Birdenbire onları biraraya toplayarak hesaba çeker.

Evet birdenbire. Herhangi bir emek, bir çaba harcaması gerekmez. Zamana da ihtiyacı yok. Sınırsız güç bu tek sözde, plân bu tek sözün yanında. Bu tek sözün yanında her iş plânlı ve herşey kolaydır.

Tarih boyunca gelip geçen bütün ilâhi mesaj yalanlayıcılarının yok edilmeleri de bir tek söz sonucunda, birdenbire olmuştur. Burada Mekkeli müşriklere eski dönemlerdeki yoldaşları olan inkârcıların acı sonları hatırlatılıyor. Okuyalım:

"Biz sizin gibi sapıkları daha önce yokettik. Öğüt alan yok mu?

Onların yaptıkları herşey deftere geçmiştir.

Küçük-büyük bütün davranışları satırlara işlenmiştir: '

İşte eski inkârcıların yokediliş sahneleri. Bunlar bu surenin akışı boyunca daha önce halka halka gözler önüne serilmiştir.

"Öğüt alan yok mu?"

Yok mu gördüklerini düşünce süzgecinden geçirip ders alan?

Bu inkârcıların hesabı, acı yokedilişleri ile, kapanmış değildir. Önlerinde hiçbir ayrıntıyı ihmal etmeyen asıl hesaplaşma vardır:

"Onların yaptıkları herşey deftere geçmiştir:'

Bütün yaptıkları sayfalara kaydedilmiştir. Hesaplaşma günü karşılarına getirileceklerdir:

"Küçük-büyük bütün davranışları satırlara işlenmiştir."

Bütün davranışları defter satırlarına yazıldığı için hiç birinin unutulması sözkonusu değildir.

Bunca sunuşlardan ve değerlendirmelerden sonra dikkatlerimiz başka bir sayfaya çevriliyor. Bu sayfa yüce Allah'ın mesajını yalanlayanların sayfası değildir. Güvenli bir vedalaşma sahnesinin gölgesinde başka bir tablo ile yüzyüze geliyoruz. Kötülüklerden sakınanların tablosudur bu. Görelim:

 

54- Kötülüklerden sakınanlar cennetlerde ve ırmak kenarlarındadırlar.

55- Güçlü hükümdarın katında güvenli bir konutta ağırlanacaklardır.

Sakınanlar bu mutluluk içinde yüzerken günahkârlar "şaşkınlık ve ateşler içindedirler". Yüzüstü sürüklenerek, itilip kakılarak cehenneme atılırlar. Bir yandan azarlanırlarken öbür yandan "Ateşin vücudunuza değişini tadınız" diye cehennemin yakıcı kucağına bırakılırlar.

Bu iki ayetin çizdiği tablonun her iki yanı da mutluluktur; "Kötülüklerden sakınanlar cennetlerde ve ırmak boylarındadırlar." "Güçlü hükümdarın katında, güvenli bir konutta ağırlanacaklardır."

Bir yanda organizmalar aracılığı ile tadılan somut bir mutluluk geniş kapsamlı ve yaygın içerikli bir ifade içinde dile getiriliyor: "Cennetlerde ve ırmak boylarındadırlar." İfadeden buram buram nimet ve konfor tütüyor. Sözcükleri bile tatlı, gürül gürül akışlı. "Nehir (ırmak)" sözcüğün bu kalıpta kullanılmış olması, sırf kafiye ahengini sağlamak amacı ile değildir. Aynı zamanda sözcüğün titreşimi ve ifadenin ahengi ile zihinlerde konfor ve rahatlık imajı canlandırılmak istenmiştir.

Tâblonun öbür yanında kalplerin, ruhların tadacağı yüce Allah'a yakınlık ve O'nun tarafından ağırlanma mutluluğu vardır: "Güçlü hükümdarın katında, güvenli bir konutta..: '

Kötülüklerden sakınanların kalacakları barınaklar kalıcı, güvenlidir. Yüce Allah'a yakın ve onurlandırıcıdır. Bir yandan yüce Allah'ın yakınında olmalarının çekiciliğine, öbür yandan sürekli olmanın huzuruna sahiptirler. Böyledir bu. Çünkü bu barınaklarda ağırlanacak olanlar sakınanlar, korkanlar, çekinenlerdir. Yüce Allah, aynı kişiye iki korkuyu tattırmaz. Hiç kimseyi hem dünyada hem de ahirette korku ile yüzyüze getirmez. Dünyada kendisinden korkanları ahirette güven içinde yaşatır. Onları en korku dolu anların dehşetinden uzak tuttuğu gibi yakınına almanın ve onurlandırmanın deryasında yüzdürür.

Korku, acı, yakalanma ve yokedilme sahneleri ile dolup taşan bu sure işte bu huzur mesajı ile, bu güvenli gölgenin altında noktalanıyor. Meğer bu huzur mesajı, bu güvenli gölge ne kadar tatlı, ne kadar çekici, ne kadar sürekli ve ne kadar mutluluk bağışlayıcıymış! İşte eksiksiz terbiye yöntemi budur. Vicdanların gizli kanallarını ve kalplerin ince giriş yollarını iyi bilen ve her işi yerinde olan yüce Allah'ın eğitim sistemi karşısındayız. İşte her şeyi belirli bir plâna göre yaratan, hiçbir gizliliği dikkatinden kaçırmayan ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın ince ve duyarlı planı.

KAMER SURESİNİN SONU

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net