52-Tur


1- Andolsun Tur'a.

2- Satır satır yazılmış Kitab'a;

3- Yayılmış ince deri üzerine.

4- Ma'mur bir ev olan Ka'be'ye.

5- Yükseltilmiş tavan gibi göğe.

6- Kaynatılmış denize

7- Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir.

8- Ona engel olacak bir şey yoktur.

9- O gün gök, sarsıldıkça çalkalanacak.

10- Dağlar bir yürüyüş yürür ki...

11- O gün, yalanlayanların vay haline.

12-- Ki onlar o daldıkları batı! içinde oyalanıp duranlardır.

13- O gün şöyle denilerek cehennem ateşine itilirler:

14- "İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur!"

15- "Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?"

16- "Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın"' sizin için birdir. Anlattıklarımıza göre cezalandırılacaksınız."

Bu kısa kısa ayetler, name ve ahenk dolu duraklar (fasıllar), kesin etkiler daha surenin başında sureye eşlik etmektedir. Önce sure bir tek sözcük ile başlamakta, sonra iki olmakta, sonra yavaş yavaş uzayarak paragrafın (bölümün) sonunda on iki kelimeye ulaşmaktadır. Ama etki gücünden hiçbir şey kaybetmemektedir.

''Tur'' ormanlı dağ demektir. Ancak ağır basan görüşe göre burada geçen Tur sözcüğü ile, Hz. Musa -selâm üzerine olsun- hikayesinde geçen ve üzerinde O'na kutsal sayfaların indirildiği ve Kur'an'da bilinen bir dağıdır. Surenin başındaki atmosfer kutsal şeylerin atmosferidir. Bundan dolayı yüce Allah bu kutsal şeyler üstüne yemin etmekte ve ilerde büyük bir olay olacağını beyan etmektedir.

"Yayılmış ince deri üzerine yazılmış kitap"tan maksat ne olabilir? En yalın ihtimale göre, bu kutsal sayfalarda yazılı Hz. Musa'nın kitabıdır. Çünkü onunla Tur dağı arasında bir ilişki vardır. Bazı alimler ayetin ilerisinde yer alan, mamur olan ev yükseltilmiş tavan ifadelerine uygun olarak bunun levh-i mahfuz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buradaki "yazılmış kitap" deyimi ile "levh-i mahfuz 'un kastedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. .

"Mamur olan ev" ise Kabe olabilir. Ancak Buhari ve Müslim'de yeralan Mirac hadisesinde yer aldığı üzere, gökteki meleklerin ibadet evi olması ağır basmaktadır. Nitekim İsra hadisinde şöyle yer almaktadır: "Sonra beyt-i ma'mura (mamur eve) yükseltildim. Bir de ne göreyim oraya hergün yetmiş bin melek giriyor ve yaşadıkları müddetçe bir daha geri dönmüyorlar." Yani, melekler orada ibadet ediyorlar ve insanlar nasıl Kabe'yi tavaf ediyorlarsa onlar da o evi öyle tavaf ediyorlar.

Yükseltilmiş tavan ise gökyüzüdür. Bunu Süfyan es-Sevri, Şu'be, Ebul Ahvas, Semmak babası Halit, babası Arara o da Hz. Ali'den naklederler. Süfyan der ki: Hz. Ali ayete bu anlamı verdikten sonra "Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık, onlar ise, gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar" (Enbiya 32) ayetini okudu. Dolu deniz ise, engin, dopdolu ve upuzun bir gökyüzü tablosu ile zikredilebilecek en uygun motiftir. Gökyüzü de insana korku ve dehşet veren bir delildir. Bundan dolayı gökler ve denizler, büyük olayın olacağı pekiştirilmek için üzerine yemin edilen şeylerin tabloları arasında zikredilmeye çok uygun düşüyor. Belki de dolan deniz değil de yanan denizdir. Nitekim bir başka surede, "Denizler tutuştuğu zaman" (Tekvir suresi, 6) buyurulmaktadır. Yani denizler ateş alıp tutuştuğu zaman demektir. Ayrıca "Yükseltilmiş tavan"da olduğu gibi, yüce Allah'ın bildiği başka yaratıklar da ima edilmiş olabilir.

Allah Teala, bu muazzam Yaratıklarının üstüne yemin ederek, büyük bir olayın olacağını açıklamaktadır. Ve bu büyük olayı, insanın duygularını bu etkileyiciler aracı ile etkileyerek onu karşılamaya hazır hale getirdikten sonra açıklamaktadır.

Bu büyük olay, "Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Ona engel olacak birşey yoktur" gerçeğidir. Bu kesinkes olacaktır ve hiç kimse önleyemeyecektir. Bu iki ayetin gerek vurguları gerekse duraklarının etkileri kesindir ve susturucudur. Ve insana, Allah'ın azabının birden geleceğini, mahvedici olduğunu ve ona karşı hiçbir koruyucu ve engelleyicinin bulunmayacağını anlatmaktadır. Bu vurgulama, insanın duygularına arada hiçbir engel olmadan ulaştığı zaman insanı derinden sarsar, lime lime eder ve ona yapacağını yapar. Hafız Ebu Bekr İbn-i Ebi'd-Dünya der ki: Bana babam, ona Davud oğlu Musa, ona Salih el-Murri, ona Abd kabilesinden Zeyd oğlu Cafer nakletmiş. Demiş ki: Hz. Ömer bir gece Medine'de şehrin güvenliğini denetlemek için dışarı çıkar. Şehirde dolaşırken bir müslümanın evine rastlar. Hz. Ömer'in geldiği esnada o adam namaz kılmaktadır. Hz. Ömer durup adamın Kur'an okuyuşunu dinlemeye başlar. Adam bu Tur suresini okumaya başlar. "Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Engel olacak bir şey yoktur" ayetine gelip de bu ayetleri okuyunca, Hz. Ömer der ki: "Kabe'nin Rabbine andolsun bu yemin gerçektir." Sonra bineğinin sırtından iner, bir duvara yaslanır ve orada epeyce kalır sonra evine döner, bir ay evinde yatakta kalır. Herkes hasta diye onu ziyarete gelir ama hastalığının ne olduğunu bilmezler. Allah kendisinden razı olsun."

Hz. Ömer bu sureyi daha önce birçok kez duymuş, okumuş ve onunla namazlar kılmıştı. Resulullah bu sure ile akşam namazı kıldırmış. Hz. Ömer ise her seferinde O'nun arkasında bu sureyi öğrenmiş ve O'na uymuştu. Ancak ne varki, o gece bu sure, açık gönüllü ve engin duygulu bir Ömer'le karşılaşmış, onun iliklerine kadar işlemiş ve bütün ağırlığın şiddeti ve gönüllere özel bir anda ulaşan kutsal ve vasıtasız gerçeği ile iç alemine ulaşmış, onda yapacağını yapmıştı. Böyle özel anlarda Kur'an ayetleri Hz. Ömer'in kalbine dokunduğu gibi direkt bir dokunuşla kalplere girer ve derinliklerine işlerse, kalpler (o dokunuşta) ayetleri Resulullah'ın kalbi gibi ilk kaynağından alır. Ancak Resulullah'ın kalbi ayetleri almaya hazır hale getirildiği için onların etkilerine dayanabilmişti. Resulullah'tan başkaları ise ayetler kalplerine ilk andaki gerçek gücü ile işlediğinde Hz. Ömer'in başına gelenler onların da başlarına gelir. Bu korkunç uyarıyı kendisine eşlik eden korkunç bir tablo izliyor:

"O gün gök sarsıldıkça çalkalanır, dağlar bir yürüyüş yürür ki..."Sağlam yapılı ve sallanmaz gökyüzünün yerinde kararsız olarak bir gelip bir giderek kıyıya vuran deniz dalgaları gibi sallanıp alt üst olması... Şu kaskatı ve yerinden kımıldamayan dağların şimdi yerinde duramayıp hafif ve tüy gibi bir o yana bir bu yana gitmesi... Evet bu manzaralar gerçekten de son derece sarsıcı ve insanı kendinden geçirici bir haldir. Bu durum kendi öz dili ile, gökleri sarsan ve dağları yürüten korkuyu ifade etmektedir. O sapasağlam gökyüzü ve sarp dağlar böyle olursa, o korkunç ve dehşet dolu günde güçsüz ve cılız küçücük insan denilen yaratığın hali acaba ne olur?

Hiçbir şeyin yerinde duramadığı bu dehşet karmaşasında, herşeyi yerinden sarsıp oynatan bu korku atmosferinde yalancıların yakasına ondan çok daha dehşetlisi ve çok daha korkuncu yapışıyor. Derhal Aziz ve Cebbar olan yüce Allah'ın kendilerine yönelik şiddetli azap felaket ve bedduası ile karşılaşıyorlar:

"O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar o daldıkları batıl içinde oyalanıp duranlardır."

Yüce Allah'ın felaket bedduası, felakete hüküm vermesi ve hemen yerine getirmesi demektir. O halde bu hüküm çaresiz yerini bulacaktır, onu geri çevirecek hiçbir güç yoktur. Göğün sarsıldıkça sarsıldığı, dağların yürüdükçe yürüdüğü gün bu hüküm mutlaka yerini bulacaktır. Bu korku ile o felaket birbirine son derece uygun düşmektedir. Ve bunların tümü "Daldıkları batıl içinde oyalanıp duran" yalanlayıcıların üstüne yağmur gibi yağacaktır.

Bu nitelik, daha başta o müşriklere onların çelişik inançlarına ve tutarsız düşüncelerine ve sonra da bu inanç ve düşünce üzerine kurulu hayallerine uygun düşmektedir ki Kur'an-ı Kerim birçok yerde bunları anlatır ve canlandırır. Onların hayatları ciddiyetten uzak bir oyundur. Suya dalıp oynamaktan başka bir hedef veya sahil (kıyı) gözetmeksizin suya dalan oyuncu gibi hayatları hedefsiz bir eğlencedir onların.

Şu kadar var ki, nitelik islam düşüncesinden başka bir düşünce sistemi içerisinde yaşayan herkes için geçerlidir. Bu gerçeği insan, ancak yeryüzünde şöhret bulan düşünce sistemlerini -bu sistem, ister düşünce alanında, ister mitolojide isterse felsefi alanda olsun fark etmez- islamın insan ve sonra da bütün varlık alemine bakışının ışığı altında inceleyip tahlil ettiği zaman, evet ancak o zaman fark edebilir. Çünkü diğer düşünce sistemleri -hatta insanlık tarihinin kendileri ile övündüğü büyük filozofların düşünce sistemleri- gerçeğe ulaşma yolunda bilinçsizce Yürüyen ve gayesiz suya dalan çocuk girişimleri gibi görünmektedir. Halbuki islam düşüncesinde özellikle de Kur'an'da gayet rahat, net, güçlü, basit ve derin olarak sunulan bu gerçekler, insanın fıtratı ile, herhangi bir zorluk, çaba ve kargaşa olmaksızın direkt olarak birleşebilir. Çünkü Kur'an insanın fıtratına derin ve köklü gerçeği bildirir. Ve ona varlığı ve varlığın o gerçekle olan ilgisini yorumladığı gibi, varlık aleminin yaratıcısı ile olan ilişkisine de yorum getirir. Bu yorum fıtratta yer alan gerçeğe benzemekte ve uygun düşmektedir.

Ne kadar hayret ettim büyük filozofların düşünce sistemini inceleyip onların şu varlık alemini ve ilişkilerini yorumlamak için öldürücü ve mahvedici çabalarını görünce! Onlar tıpkı bir çocuğun korkunç bir matematik denklemini çözmek için bocaladığı gibi bocalıyorlardı. Halbuki karşımda duran Kur an düşüncesi son derece açık, net, kolay, sade, duru ve doğaldı. İçinde ne bir eğrilik, ne kaçamak, ne karmaşıklık ve ne de zikzak vardı. Bu da çok doğaldır. Çünkü Kur'an'ın varlık alemini yorumu, bu varlık alemini yaratan yaratıcının o alemin kimliği ve ilişkileri üstüne getirdiği yorum idi. Filozofların düşünce sistemleri ise, bu varlık aleminde yer alan küçücük parçaların kalkıp bütün varlık alemi üstüne yorum getirme çırpınışları idi. Elbette bu gibi zavallı çırpınışların sonuçlarının nasıl olacağı bellidir, malumdur!

Onların yaptıkları çalışmalar, Kur'an'ın insanlara sunduğu tam, olgun ve fıtrata uygun yorumlarla karşılaştırılınca boş, karmakarışık ve bilinçsiz bir girişim olarak kalır. Ama insanların bazıları bu mükemmel şekli bırakıp da şu eksik, verimsiz, mükemmel ve olgun olması imkansız olan çırpınışlara düşüyor. Gerçekten olaylar insanın duygu ve düşüncesinde sapık düşüncelerden ve insanlığın eksik çabalarından etkilenmiş olarak, istikrarsız ve kararsız bir konumda olur. Sonra insan, yorumunu yapmaya çalıştığı konuda Kur'an-ı Kerim'den birkaç ayet duyar. Bir de ne görsün yol gösteren ışık ve değişmez ölçü ile karşı karşıya değil mi(!) O andan itibaren herşeyi yerli yerinde, bulur. Her olayı yerli yerinde ve her gerçeği sakin, değişmez ve sarsılmaz olarak karşısında bulur. Ve ondan sonra, ruhunun huzura kavuştuğunu, kafasının sakinleştiğini, aklının apaçık olan Hakkı görerek rahata erdiğini hisseder. Artık bu insandan karanlık ve endişe uzaklaşmış herşey istikrara kavuşmuştur.

Yine bunun gibi, islamın ruhlara ilham ettiği, kalbi bağladığı, tahlil edilip hayata geçirilmesi için insanların dikkatlerini çektiği değer ölçüleri insanların kendi hayatlarında önem verip oyalandıkları değerler ile karşılaştırılırsa onların bir havuzda boş bir oyun içinde oyalanıp durdukları anlaşılır. İnsanların oyalandıkları şeylerin basitliği ve zayıflığı ortada görünmektedir. Müslüman ise, o boş şeyleri büyük görmelerine, ondan sanki büyük bir kainat olayı imiş gibi söz etmelerine bakar durur. Onlara, tatlıdan gelinler ve cansız bebeklerle oyalanan ve bunları birer canlı sanan ve bütün zamanlarını bunlarla şakalaşarak onları nazlayarak ve onlarla birlikte ve onların vasıtası ile oynayarak geçiren çocuk gözü ile bakar.

Gerçekten islam, insanın kendi varlığı ve bütünü ile varlık alemi karşısındaki düşüncesini yükselttiği, dünyaya gelişinin nedenini, varlığının içyüzünü ve akibetini ona açıkladığı, herkesin kafasına takılan "Nereden geldim?", "Niçin geldim? ", "Nereye gideceğim?" gibi sorulara açık, doğru cevaplar verdiği ölçüde, beşerin önem vermesi gereken nesneleri de yüceltir ve yükseltir.

İslamın bu sorulara verdiği cevaplar, insanın varlığı ve bütünüyle varlık alemi için gerçekçi düşünce sistemini belirler. Çünkü insan, bütün yaratıklar içerisinde, orjinal ve benzersiz değildir. O da bu varlıklardan birisidir. Onların geldiği yerden gelmiştir, onların varlık nedeni kendisinin de varlık nedenidir. Ve insan bütünü ile varlık aleminin yaratıcısının hikmeti nereye gitmeleri gerektiriyorsa onlarla birlikte oraya gidecektir. İşte bu soruların cevabı, bütünü ile varlık alemi, birbiri ile ilişkileri ve insanın onlarla ilişkileri ve tüm yaratıkların da yaratıcıları ile ilişkileri üstüne mükemmel bir yorum içermektedir.

Bu yorum, insanın hayatta değer verdiği şeylerde kendini gösterir ve onları kendi seviyesine çıkarır. Bundan dolayı oynayanların içine daldıkları şu küçüklük ve basitlikleri bırakıp, şu kainatta var oluşunun en büyük görevini hayata geçirmekle meşgul olan bir müslümanın duygusunda, başkalarının (müslüman olmayanların) değer verdiği şeyler çok zayıf ve cılız kalır.

Elbette müslümanın hayatı son derece büyüktür. Çünkü müslümanın hayatı bu muazzam varlık alemi ile ilişkisi ve varlık alemindeki hayata etkisi olan büyük bir görevi yerine getirmek için vardır. Bundan dolayı müslümanın hayatı boş işlerde, oyuna, eğlenceye, lüzumsuz şeylere dalarak geçirilmeyecek kadar değerli ve yücedir. Müslümanın varlık aleminin içyüzü ile ilgili bu büyük görev düşüncesinden doğan değer ölçüleri ile karşılaştırıldığı zaman yeryüzünde insanların değer ölçülerinin birçoğunun, boş, eğlence, oyalanma ve anlamsız işlere dalmadan ibaret olduğu görülmektedir.

Vay batıl içinde oyalanıp eğlenenlere. "O gün şöyle denilerek cehennem ateşine itildiler." Dehşetli bir tablo bu. Ayette yer alan "Da" sözcüğü, bir kimsenin arkasından öne doğru itilmesi demektir. Arkadan itilip kakılma cezası, ciddiyetten uzaklaşan, oyun ve eğlenceye dalan sonra da çevrelerinde olup bitenlere dikkat etmeyen kimselere uygun bir cezadır. Bundan dolayı onlar oraya itile kakıla sürülürler ve götürülürler.

Nihayet bu itiş kakışla ve sürülüşle ateşin kenarına varınca kendilerine denilir ki: "İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur."

Onlar bu çilenin içinde kıvranıp, kendi arzuları dışında önlerinden cehennem arkalarından itilme kıskacında iken, bir de başlarına rezil edilme, azarlanma gelir ve daha önceki yalanlamalarına da bir îmâ olarak "Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?" denir onlara. Hani onlar Kur'an için "bir büyüdür" diyorlardı ya, işte şu anda gördükleri ateş de bir büyü müdür? Yoksa korkunç ve dehşetli gerçeğin ta kendisi midir? Yoksa onlar Kur'an-ı Kerim'deki gerçekleri görmedikleri gibi, bunu da bu ateşi de mi görmüyorlar?

Bu acı ve alay dolu azarlamadan sonra, kendilerine hemen kötü bir ümitsizlik ile ödül veriliyor:

"Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız: '

Böyle bir felakete uğramış birisi için sıkıntıya katlanmanın da katlanmamanın da bir olduğunu bilmekten daha zor bir şey yoktur. Çünkü azap başa gelmiştir. Onu engelleyecek kimse de yoktur. Sabredilse de çığlık atılsa da aynı acılar çekilecektir. İster dayansın ister sızlansın orada kalması kesin ve kararlaştırılmıştır. Bunun nedeni, yapılmış olanların karşılığı olmaktan başka birşey değildir. Bu cezanın nedeni, daha önce yapılmış olanlardır. Artık değiştirilmesi sözkonusu değildir.

Böylece ilk bölümde olduğu gibi, bu korkunç tablo şiddetli etkileri ile son buluyor.

İkinci bölüme gelince, o da aynı şekilde duyguları coşturuyor, harekete geçiriyor. Ama bu harekete geçirme azaptan ötürü değil de rahattan, bolluktan, karşı konulmaz nimetlere çığlıktan ve özellikle de o iç karartıcı azap sahnesini izledikleri için daha da etkili olmaktadır.

 

17- Allah'a karşı gelmekten sakınanlar da cennetlerde, nimet içindedirler.

18- Rabblerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rabbleri onları, cehennem azabından korumuştur.

19- "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için; "

20- "Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak." Onları, iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir.

21- İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.

22- Cennette olanlara diledikleri meyve ve etten bol bol veririz.

23- Orada bir kadehi kapışırlar fakat onda ne saçmalama vardır, ne de günaha sokma.

24- Sedefteki inciler gibi olan gençler yanlarında dolaşırlar.

25- Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar:

26- Derler ki: "Daha önce biz, ailemiz içinde korkardık."

27- `Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azabtan korudu."

28- "Biz bundan önce yalnız O'na yalvarırdık. Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur O."

Bu sahne, somut nimet sahnelerine çok benzer imajlardan oluşan bir sahnedir. Duyguların çocukluk dönemine seslenirler. Vicdanları saf haldeki somut hazlarla cezbederler. Bu tablo kupkuru kaskatı ve eğlenceye dalan kalplerin karşılaştığı şiddetli azaba karşılıktır.

"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar da cennetlerde, nimet içindedirler." "Rabblerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rabbleri onları, cehennem azabından korumuştur."

Bu surede sahneleri gösterilen cehennem azabından kurtuluş bile tek başına bir nimet ve lütuftur, bir de yanında "Cennetlerde nimet içindedirler" müjdesi olursa, Rabblerinin kendilerine verdiğini tadarak, beğenerek yemek olursa nimet ne de katmerlenir?

Bir de nimetlerin ve lezzetlerinin yanında şereflendirme ve afiyet olsun dilekleri vardır:

"Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için."

Başlıbaşına en şerefli bir nimettir. Çünkü böylesi gerekli bir seslenişe muhatap oluyorlar ve içinde yüzdükleri nimetleri hak ettikleri ilan olunuyor. "Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak." Düzgün olarak dizilmiş bu tahtlara yaslanmakla nimetler içerisinde arkadaşları ile toplanmanın zevkini tadıyorlar. "Onları iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir." Huri, insanın aklından geçen en güzel eğlenceyi simgelemektedir.

Onlara yapılan şereflendirme bir adım daha ileri gidiyor. Çünkü bir de bakıyorlar ki, kendi soylarından gelen mü'minler de bu nimetler içerisinde kendileri ile bir aradadırlar. Bu da gözetme ve önem vermeyi bir kat daha artırıyor. Kendi soylarından gelenlerin amelleri müttakilerin seviyesinden az olsa bile madem ki bunlar da imanlıdırlar bir şey fark etmez. Ayrıca bu babaların amel ve mertebelerinden hiçbir şeyi eksiltmeyecektir. Sorumluluğun kişisel olması ve herkesin kazandığı amellerle hesaba çekilmesi prensibini de zedelemeyecektir. Bu ancak ve ancak yüce Allah'ın hepsine lütfü ve ihsanıdır.

Burada tablo, sözü yine önceki nimetler yurdundaki çeşitli nimet ve zevkleri sergilemeye getiriyor. İşte istedikleri cinsten meyveler ve etler onlara. Ve işte orada kadehler kaldırıyorlar. Ama bu dünya içkilerinden değil. Çünkü dünya içkileri dudak ve dillerden boş ve yakışık almayan sözler çıkmasına yol açar. Duygulara ve organlara günah ve isyan tohumları eker. Ama bu öyle mi? Bu ancak ve ancak arınmış ve temizlenmiştir. "Onda ne saçmalama vardır ne de günaha sokma". Onlar şarabı birbirlerine veriyor ve topluca içiyorlar. Bu da aralarında kaynaşmayı, lezzeti ve nimeti bir kat daha artırıyor. Öte yandan, tertemiz masum ve parlak yüzlü genç çocuklar (gılman) hizmetlerinde bulunuyor, kâselerini doldurmak için aralarında dolaşıyorlar. Ki bu çocuklar temiz mi temiz, her türlü kirden uzaktırlar. Bunlar öyle çocuklar ki temizlik onlarda, masumluk onlarda, cömertlikte onlarda... Onlar "Sedefteki inciler gibi"dirler. Bu da bu hoş meclisin organlarda ve kalplerde zevk ve tadını daha da katmerleştirir.

Bu tatlı ve sevimli sahnenin atmosferini tamama erdirmek için yüce Allah, aralarında geçen sohbetlerini, geçmişlerini yad etmelerini ve gark oldukları nimet, güzellik, bolluk, rahatlık, hoşnutluk ve emniyetin sebeplerini birbirlerine sıralamalarını yansıtmakta ve canlandırmaktadır. Ve gönüllere bu nimetin sırlarını açıklamakta ve onlara bu nimete götüren yolu göstermektedir.

"Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar."

"Derler ki: `Daha önce biz, ailemiz içinde korkardık."

"Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu."

"biz bundan önce yalnız O'na yalvarırdık. Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur O': '

O halde bu nimetlerin sırrı, onların bu günden sakınarak hayat sürdürmüş olmalarıdır. Rabbleri ile karşılaşmanın korkusunu içlerinde duyarak hayat sürmeleridir. Rabblerinin hesaba çekmesinden korkarak yaşamalarıdır. Ve nihayet insana aldatıcı emniyet hissi veren, insanı oyalayıp meşgul eden ailelerinin arasında yaşamakla birlikte bunlara aldanmayıp, onlarla meşgul olmamalarındandır. İşte o zaman yüce Allah kendilerine lütfetmiş ve kendilerini yakıp kavurucu zehir gibi vücuda sızan semum azabından korumuştur. Yüce Allah kendilerinin takvalarını, korkularını ve huşularını bildiği için kendi katından bir lütuf ve ihsan olmak üzere onları korumuştur. Onlar bunu bilmektedirler. Onlar ulu Allah'ın fazlı ve ihsanı olmadan sadece amelin insanı cennete sokamayacağını bilmektedirler. Amelin, insanın olanca gücünü harcadığına, kulun yüce Allah'ın katındaki şeyleri arzu etmiş olduğuna tanıklık etmekten öte bir fonksiyonunun olmadığını da bilmişlerdir. İnsanı Allah'ın ihsanına layık kılan da budur işte.

Onlar Allah'tan çekinip korkmalarının yanında O'na dua ediyorlardı:

"Biz bundan önce yalnız O'na yalvarırdık."

Ve onlar, Allah'ın kullarına karşı ihsan ve rahmetinin olduğunu biliyorlardı.

"Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur O."

Böylece nimet diyarında, ikrama eren kurtulmuşlar zümresinin kendi aralarındaki fısıltılı konuşmalarından, oraya ulaşma yollarının sırrı ortaya çıkmış oluyor.

Şimdi, insanın hissi birinci bölümde şiddetli azab kamçılarını yedikten ikinci bölümde ise bol nimetlerin seslerini işittikten ve gerek birinci gerek ikinci gerçekleri almak üzere hislerini tam hazır hale getirdikten sonra şimdi, ayetin akışı, insana çok hızlı etkiye sahip bir hücumda bulunuyor. Bu hücumda insanı haykıran gerçeklerin bombardımanına tutuyor. İnsanın ruhunun derinliklerinden geçen vesveseleri, güçlü meydan okumalar ve soru şeklinde kınama ifadeleri ile izliyor. Ki meydan okumalar herhangi bir noktadan yol bulur da insanın benliğine ulaşırsa o benlikte istikrar kalmaz.

 

29- Ey Muhammed! Sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen, ne kahinsin ne de delisin.

30- Yoksa onlar: "Muhammed bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz" mu diyorlar?

31- De ki: "Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim."

32- Onların akılları mı bunu emreder, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur?

33- Yoksa "Onu uydurdu" mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar.

34- İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.

35- Yoksa kendileri, hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar. Yoksa yaratanlar kendileri midir?

36- Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp te inanmazlar.

37- Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?

38- Yoksa onlar, üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse, dinleyenleri açık bir delil getirsin.

39- Yoksa kızlar Allah'a, oğullar size mi?

40- Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?

41- Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi istediklerini yapıyorlar?

42- Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, o inkar edenlerin kendileridir.

43- Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrısı mı var? Allah'ın şanı onların ortak koştuklarından yücedir.

44- Gökten bir parçanın düştüğünü görsek "Üstüste yığılmış bulutlardır" derler.

"Sen hatırlat, öğüt ver." Bu kutsal hitap yüce Peygamberedir. Öğüt vermesine devam etmesi ve müşriklerin kendisine karşı edepsizliklerine ve suçlamalarına aldırmaması için bu çağrı kendisinedir. Müşrikler ona bazen, kahin bazen de deli diyorlardı. Peygambere attıkları bu iki iftiranın ortak noktası, aralarında yaygın olan "Kahinlerin şeytanlardan haber aldıkları" yolundaki inanışları idi. Bir de şeytanların bazı kimseleri çarptığı ve böylece o kişileri delirttiği inancı idi. O halde her iki nitelikte (kahin ve deli niteliğinde) şeytan ortak etken olmaktadır. Müşrikleri Resulullah'ı kahin veya deli, şair veya büyücü nitelikleri ile nitelemeye iten, Kur'an'ın i'cazi (başkalarını aciz bırakıcı niteliği) karşısındaki şaşkınlıkları, söyleyecek söz bulamamalarıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim onlar söz sanatında usta olmalarına rağmen karşılarına hiç de alışık olmadıkları bir söz türü ile çıkmıştı. Kendi ruhlarındaki bir hastalık dolayısı ile, bu kitabın Allah katından olduğunu kabullenmek istemeyince, bu sefer onun insanüstü kaynağını bazı nedenlere bağlamak ihtiyacını hissettiler. Ve "Bu Kur'an cinlerin vahyidir veya onların yardımı ile gelmiştir. Bunu getiren Peygamber ya cinlerden haber alan kahindir, ya da onlardan yardım alan bir büyücüdür, veyahut da cinlerle görüşen bir şair ya da şeytanın çarptığı bir deli olup bu acayip sözleri kendisine şeytan söyletmektedir" diyorlardı.

Bu sözler çok çirkin ve çok iğrenç sözlerdi. İşte Allah, bu sözlerden dolayı Peygamberini teselli ediyor ve o sözleri Peygamberin gönlünde etkisiz hale getiriyor. Ve O'nun Rabbinin nimeti ile çepeçevre kuşatılmış olduğunu, böylesi bir nimete eren kimsede ne kahinlik ve ne de delilik olmayacağını belirtiyor. "Rabbinin nimeti ile sen, ne bir kahinsin, ne de bir deli."

Sonra yüce Allah onların Resulullah'a şair demelerini de çirkin görüyor: "Yoksa onlar: `Muhammed bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz' mu diyorlar?" Gerçekten de bunu demişlerdir. Birbirlerine "Sabredin, dayanın, tavrınızdan caymayın, kendi kendine ölünceye kadar bekleyin, ölüm onu alır böylece bizi ondan kurtarır" diyorlardı. Birbirlerine kendilerini rahata kavuşturacak olan ölümün Hz. Peygambere gelmesi için beklemeyi tavsiye ediyorlardı. Bundan dolayı yüce Allah, Peygamberine üstü kapalı bir tehdit ile onlara cevap vermesini telkin ediyor: "De ki: Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim." Ve sizler, sonunda kim kârlı çıkacak ve bu bekleme döneminin sonunda zafer ve galibiyet kim için gerçekleşecek, göreceksiniz, bileceksiniz.

Kureyşin ileri gelenleri, kafalarının çalışması ve işleri bilgelikle çekip çevirmeleri sebebiyle "zevil ahlam" (akıl sahipleri) diye lakaplanmışlardı. İşte yüce Allah, islama karşı takındıkları tutumlarından dolayı onların kendileri ile hem de akılları ile alay ediyor. Çünkü onların Resulullah'a karşı tutumları, hem akıla ve hem de "bilgelik"e ters ve aykırıdır. Bunun için Allah 'Teala, alaylı bir üslupla onlara soruyor: Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- yakıştırdıkları bu nitelikler ve peygamberliğine karşı takındıkları bu tutumlar akıllarının kendilerine bir ilhamı mı yoksa, onlar akıl ve düşüncenin ilham ettiği şeyleri kabul etmeyecek kadar zalim ve azgın insanlar mıdır?

"Onların akılları mı bunu emreder, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?"

Birinci soruda yakıcı ve iğneleyici bir alay var, ikincisinde ise, müşriklere yönelik bir tehdit vardır. Bunlardan herhangi birisi onlara, şüpheci tutumlarından dolayı uygun düşmektedir.

Onlar Hz. Peygamber'e karşı daha da dil uzatmışlar ve O'nun sözlerinin uydurmadan başka bir şey olmadığını belirtmişlerdir. İşte burada yüce Allah bu tutumlarını da çirkin görerek soruyor: "Yoksa `onu uydurdu mu' diyorlar?" Sonra da Allah Teala bu garip sözün nedenini açıklamaya koyuluyor: "Hayır, onlar inanmıyorlar kalplerin imanı kabullenmeyişi, Kur'an'ın gerçek yüzünü anlamalarına engel olduğu gibi bir de onlara bu çeşit çirkin sözler söyletmektedir. Onlar Kur'an'ın gerçek yüzünü görebilselerdi, Kur'an'ın insan yapısı olmadığını ve onu, ancak doğru ve emin birisinin taşıyabileceğini anlarlardı."

Mademki onların kalpleri bu indirilen kitabın gerçek niteliğini kavrayamıyor o halde onlara hiçbir şüpheye yer bırakmayan gerçeğin delili ile meydan okumalıdır: "İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler."

Bu meydan okuma, Kur'an-ı Kerim'de tekrarlanıp durmuş ve inanmayan bu meydan okuma karşısında çaresiz kalarak aşağılık ve rezil duruma düşmüşlerdir. Kıyamet günü de herkes bu meydan okuma karşısında aynı kalacaktır.

Doğrusu bu Kur'an'ın özel bir sırrı vardır. Ayetleri ile karşı karşıya gelen herkes o ayetlerdeki başkalarını benzerini getirmekten aciz bırakan noktaların ifadelerinde özel bir etki olduğunu sezer. İnsan aklının o ifadelerden algılamış olduğu anlamların gerisinde bir şeyler olduğunu hisseder. Bu ayetleri yalnızca dinlemekle bile, insanın hislerine birtakım şeylerin aktığını hisseder. Bunu bazıları açıkça sezerken, bazıları da belli-belirsiz şekilde anlar. Ama ne şekilde olursa olsun vardır bu. İnsanın duygularına akıp dalan bu etkenin kaynağını belirlemek çok zordur. Acaba bu ifadelerin bizzat kendisi mi? Yoksa ifadelerde gizli olan onlar mı? Yoksa ifadelerin oluşturduğu tablolar ve çağrışımlar mı? Yoksa Arap dilindeki bilinen ifade kalıplarının etkisinden bambaşka ve kendine özgü ifadeleriyle Kur'an'ın etkisi mi? Yoksa bütün bu etkenlerin tümü mü? Veyahut da bütün bunlarla birlikte belirlenemez başka bir şeyler daha mı?

Kur'an'ın her ayetinde vardır bu sır. Kur'an ayetleri ile yüzyüze gelen bir kimse bunu daha baştan farkeder. Sonra bunun arkasından, Kur'an'ın yapısını derinden derine düşünmek, tahlil etmek ve kafa yormakla anlaşılan sırlar gelir.

Kur'an'ın kalpte, duyanlarda ve akılda kurmuş olduğu sağlıklı ve mükemmel düşünce sistemini, insanı hemen şu varlığın gerçek kimliğini belirleyen düşünce sistemini, tüm varlık aleminin içyüzünü ve tüm gerçeklerin kendisinden kaynaklandığı ilk gerçek, Allah gerçeği, üzerine getirdiği düşünce sistemi derinden derine düşünmek, irdelemek ve araştırmakla anlaşılan sırlar gelir.

Kur'an'ın insan düşüncesine şu olağanüstü ve sağlıklı düşünce sistemini kurmak için izlemiş olduğu metodu derinden derine düşünmek, hissetmek ve onunla yoğrulmakla anlaşılan sırlar gelir. İnsan fıtratına, hiçbir ifade kalıplarında benzerine rastlanamayan özel bir üslup ile seslenirken, insan kalbini tüm yönleri ile ve tüm giriş noktaları ile altını üstüne getirip içindeki her köşeyi ve her sırrı bilen bir uzman gibi tedavi ediş metodunu incelerken anlaşılan sırlar gelir.

Kur'an'ın yönlendirmedeki kuşatıcılığı, uyumu ve bu yönlendirmedeki olağanüstü düzeni düşünerek anlaşılan sırlar gelir. Ki hareket ve davranışlarda aynı seviyeyi tutturmak kesinlikle duyulmamıştır. İnsanların hareketleri hep aynı çizgi ve aynı seviyede asla olamaz. Kur'an'da olduğu gibi insanların hareketleri her yönden aynı seviyeyi tutturamaz. İçinde ne fazlalık ne eksiklik, ne ayrılık ne de kusur olmayan mutlak dengeden yoksundur insanların hareketleri. Ve yine insan hareketleri ister ana prensiplerde olsun isterse ayrıntılarda olsun çelişme ve çatışma olmayan mutlak ahenkten de yoksundur.

Çağlar boyu bu Kitaba mucizelik özelliğini veren yalanlanması olanaksız şu gizemli sırrın yanısıra, düşünmeyle anlayabilen şu Kur'an özellikleri... Evet bu özellikler, Kur'an ile sağlıklı ve samimi bir kalple ilişki kurduğunda hislerine, benliğine ve kalbin ta derinliklerine apaçık olarak haykıran şu gerçeğe saygısı olan kimsenin kuşku duymayacağı bir konudur bu:

"İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler."

Onların bizzat kendilerinin dünyaya gelişlerine dair yöneltilen ve yukardaki soruyu izleyen bu soru, yüzyüze gelmeleri kaçınılmaz olan ve Kur'an'ın söylediğinden başka şekilde açıklama getirmeleri imkansızdan bir gerçektir. Ki Kur'an'ın getirdiği açıklamaya göre onları yoktan var eden yaratıcı Allah'tır ve O bizzat mevcuttur ve onlar O'nun tarafından yaratılmışlardır.

"Yoksa, kendileri hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri mi?"

Onların bir planlayıcı olmadan dünyaya gelmelerini varsaymaları, herşeyden önce fıtrat mantığına terstir. Bunun az veya çok tartışılmasına bile gerek yoktur. Onların kendi kendilerini yaratmış olmaları varsayımı ise ne onların ne de herhangi bir yaratığın ileri sürebileceği bir görüştür. Bu iki varsayım fıtrat mantığına vurulunca temelden yoksun olduğuna göre, kala kala geriye Kur'an'ın söylemiş olduğu gerçek kalıyor. Bu gerçeğe göre, onların tümü, yaratma ve varetmede hiçbir eşi ve ortağı olmayan ve tek olan yüce Allah'ın yaratması ile var olmuşlardır. O halde hiçbir kimse O'na ne ibadette ve ne de Rabblıkta ortak olamaz. En sade ve açık mantık da budur zaten...

Yüce Allah aynı şekilde onları, gözlerinin önünde bulunan göklerin ve yerin var edilmeleri ile yüzyüze getiriyor. Yoksa bunları onlar mı yaratmıştır? Bu adamlar kendi kendilerini yaratmadıkları gibi doğal olarak gökler ve yeryüzü de kendilerini var etmemişlerdir. Okuyalım:

"Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de inanmazlar."

Ne onlar ve ne de fıtrat mantığı ile konuşan herkes, göklerin ve yerin kendi kendini yaratmış olduğunu veya, bir yaratıcı olmadan kendi kendilerine var olduklarını söyleyebilir. Onları yaratanın kendileri olduğunu da söylemiyorlar. O zaman bu gökler ve yeryüzü karşılarında duran canlı bir sorudur ve nasıl var olduklarına ilişkin cevabı beklemektedirler. Kendilerine göklerin ve yerin yaratıcısı sorulduğunda o Allah'tır diyorlardı. Ancak ne varki bu gerçek, onların zihinlerinde, kesin bilgi derecesine varacak kadar açıklık kazanıp netleşmemiştir. Ki kesin bilgi insanın kalbinde etkisini gösterir ve insanı apaçık ve tutarlı bir inanca doğru harekete geçirir:

"Hayır onlar düşünüp de inanmazlar."

Sonra yüce Allah onları bir basamak aşağıya, kendilerini, gökleri ve yeri yaratma ve yoktan var etme seviyesinden bir basamak aşağıya indiriyor ve soruyor: Yoksa Allah'ın hazineleri onların ellerinde de vermeyi, vermemeyi, zararı ve faydayı kontrol mu ediyorlar? Okuyoruz:

"Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?"

Böyle olmadıklarına ve böyle bir iddiaları da olmadığına göre, kimdir öyleyse hazineleri elinde tutan ve kimdir herşeyin anahtarını kontrol eden? Bu soruya Kur'an cevap veriyor ve diyor ki; Mahrum eden de veren de, idare eden de çekip çevirip de kuşkusuz Allah'tır. Ve evrende olan kısıtlamanın, verme, çekip çevirme ve idare etme olaylarının tek açıklaması da budur. Çünkü hazineleri elinde bulunduranların ve işleri çekip çevirmeyi kontrol edenlerin kendileri olmadığı tamamen ortaya çıkmış ve bu olasılık tamamen reddedilmiştir.

Sonra yüce Allah onları bir basamak daha aşağıya indiriyor ve Kur'an'ın indirildiği kaynağı dinleyecek bir araçları olup olmadığını soruyor kendilerine:

"Yoksa onların üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri açık bir delil getirsin: '

Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- onlara bir peygamber olduğunu, kendisine vahiy geldiğini ve bu Kur'an'ın yücelerin yücesinden indirildiğini söylüyor. Onlar Resulullah'ın dediğini yalanlıyor. Öyleyse kendilerinin üzerine çıkıp dinledikleri ve Hz. Muhammed'e vahiy gelmediğini anladıkları ve gerçeğin de onun dediklerinden başka olduğunu öğrendikleri bir merdivenleri mi var? "Öyleyse dinleyicileri açık bir delil getirsin." Yani onu dinleyenler güçlü ve insanları tasdik etmeye zorlayan bir etkiye sahip delil getirsinler. Bu ifadede, müşrikler delillerinin karşısına geçmiş diretirken ve karşı koyarken kendilerine belirtilerini ve kanıtlarını gösteren Kur'an'ın gücüne işaret vardır.

Sonra yüce Allah onların tutarsız sözlerinden birisi olan Allah hakkındaki görüşlerini tartışmaya açıyor. Buna göre onlar dişi şeklinde uydurdukları melekleri Allah'ın çocuğu kabul ediyorlardı. Burada Allah Teala, onları daha fazla rezil edip utandırmak için sözünü direkt olarak kendilerine yöneltiyor.

"Yoksa kızlar Allah'ın, oğullar size mi?"

Onlar kız çocuklarını oğlanlardan çok daha aşağı görüyorlardı. O derece ki birisine kızı doğduğu haber verilince üzüntü ve kızgınlıktan yüzü kapkara kesiliyordu. Fakat bununla birlikte kızları Allah'a yakıştırmaktan utanmıyorlardı. Burada Allah Teala, onları kendi adet ve gelenekleri ile bağlayıp bu iddialarından dolayı hedefliyor. Yoksa aslına bakılırsa bu düşünceleri zaten tutarsız ve asılsızdır.

Hz. Muhammed'in kendilerini hidayete çağırması onların zoruna gidiyordu. Halbuki o, hidayeti onlara samimi ve art niyetsiz olarak sunuyordu. Buna karşılık onlardan bir ücret istemiyor ve kendilerine bir borç yüklemiyordu. Bu art niyetsiz sunuşun en makul gereği, bunu getiren kişinin iyilikle karşılanması ve kendilerine sunmuş olduğu ve teklif etmiş olduğu şeyleri eğer kabul etmezler ise, ona iyilikle cevap vermeleridir. Oysa yüce Allah burada onların hiçbir geçerli nedeni olmayan tutumlarını çirkin görüyor ve diyor ki:

"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun onlar ayrı bir borç altında mı kalıyorlar?"

Yoksa onlar, söylediklerine karşılık ağır bir borç yüklediğinde onun altında mı eziliyorlar? Madem ki gerçekten onlardan ücret ve karşılık istemiyorsun öyleyse ne kadar çirkin ve aşağılık bir harekettir yaptıkları. Bu, yaptıkları ile yüzyüze geldikleri zaman çok utanacakları bir durumdur.

Ve Allah Teala dönüp onları tekrar dünyaya gelişlerinin asıl gerçek yüzü ile ve bu varlık alemindeki gerçek durumları ile yüzyüze getiriyor. Buna göre onlar birer kuldurlar ve belli bir kapasiteleri vardır. Bu varlık alemi kendilerine belli bir ölçü içerisinde gösterilmiştir. Gerisi şu varlık aleminin sahibi olan yüce Allah'a has olmak üzere onlara kapalı tutulmaktadır. Gerçekten kulların önünde gelip durdukları kul oldukları için bilgi edinemedikleri bilinmezlikler alemi vardır.

"Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi istediklerini yazıyorlar?"

Onlar, bilinmezlikler aleminin kendi yanlarında olmadığını ve kendilerinin , o aleme dair bilgilerinin bulunmadığını ve bilinmeyen aleme güçlerinin yetmediğini biliyorlardı. Ve yine onlar gayb defterine hiçbir şey yazamıyacaklarını oraya ancak ve ancak yüce Allah'ın kulları için planladıklarından dilediklerini yazacağını da biliyorlardı.

Kuşkusuz gayb aleminin işine sahip olan, orada planlama yapıp idare edebilen kişi orayı idare edebilir ve hileleri boşa çıkarabilir. Onların nesi var ki? Onlar bilinmezlikler aleminin bilgisinden mahrumdurlar. O alemin defterine yazı yazamazlar. Sana karşı hile yapıyorlar, önlemler alıyorlar ve böylece geleceğe dair bir şeye güç yetireceklerini sanıyorlar ve "Muhammed şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz mu?" diyorlar.

"Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar o inkar edenlerin kendileridir."

Onlar o kimselerdir ki gayb sahibinin planları başlarına iner. Gaybı bilenin hile ve tuzağına tutulacak olanlar onlardır. Ve Allah'tır onların kendilerini en güzel biçimde başlarına çevirecek olan.

"Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrısı mı var?"

Kendilerini koruyan, işlerinin idaresini üzerine alan ve yüce Allah'ın hileye karşı cezasını kendilerinden savacak olan Allah'tan başka tanrıları mı vardır onların? "Allah'ın şanı onların ortak koştuklarından yücedir." Onların batıl ve sakat düşüncelerinden de münezzehtir.

Yüce Allah'a şirk koşmaktan ve ortaklardan tenzih ifadeleri ile birlikte güçlü, etkili ve hızlı adımlı hücum da son buluyor. Artık her kuşku aydınlanmıştır, her delil çürütülmüştür ve herkes, apaçık gerçek karşısında her türlü mazeret ve delilden soyutlanmış olarak bulmuştur kendisini. İşte tam o esnada yüce Allah onların gerçek kimliklerini, inatçı böbürlenen apaçık gerçekten kuşkulanan ve uzaklardan en küçük bir kuşkuya bile sarılan karekterlerini ortaya çıkarmıştır.

"Gökten bir parça düştüğünü görseler `Üstüste yığılmış bulutlardır' derler."

Yani, üzerlerine gökten düşen bir parça halinde içinde ölüm olan azap gönderilecek olsa düştüğünü görürken bile bu içinde su ve hayat olan "Birbiri üstüne yığılmış bulut yığınıdır" derler.

Hakkı kabul etmeme inatları uğruna onların deyimi ile boyunlarında kılıcın buz gibi soğukluğunu hissetseler bile gerçeği kabul etmezler ve üstüste yığılmış buluttur derler. Belki de bu ifade ile yüce Allah Ad kavminin hikayesine ölüm ve felaket bulutunu gördükleri zaman söyledikleri "Bu bize yağmur indirecek olan bir buluttur." (Ahkaf suresi, 24) şeklindeki sözlerine işaret etmektedir. Onlar bu sözlerine yüce Allah'tan şu cevabı almışlardır: "Hayır o sizin çabucak istediğiniz Rabb'inin emriyle herşeyi mahveden elim bir azabın bulunduğu yeldir." (Ahkaf suresi, 24)

RABBİNİN HÜKMÜNE SABRET

Felaket başlarının tepesinde olsa bile Hakkı kabul etmeyip inat etmeleri canlandırıldıktan sonra, yüce Allah sözünü Peygamberine çeviriyor ve elini onların üzerinden çekmesine ve onları surenin başında anlatılıp nitelenen güne ve kendilerini o günden önce bekleyen azaba havale etmesini tavsiye ediyor. Kendini şereflendiren, koruyan ve gözeten Rabbinin hükmüne sabretmesini, sabahleyin kalktığında, geceleyin ve yıldızlar battıktan sonra hamd ile Rabbini tesbih etmesini bildiriyor.

 

45- Korkudan bayılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak onları.

46- O gün, tuzakları kendilerine hiçbir yarar sağlamaz ve onlara yardım da edilmez.

47- Zulmedenlere, şüphesiz bundan başka da azab vardır; Fakat onların çoğu bilmezler.

48- Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen, gözlerimizin önündesin, kalktığın zaman Rabbini övgü ile an. ,

49- Gecenin bir kısmında ve yıldızların ardından da Allah ı tesbih et.

Bu o korkunç günle tehdide başlayan yepyeni bir hamledir. Yeniden dirilme ve mahşere gelme olaylarının hemen öncesi sura üfürüldüğü gün hepsinin çarpılıp ölecekleri günle tehdit dolu yepyeni bir hamledir bu. O gün onlara hiçbir önlem ve çare fayda vermeyecektir. Onlar bugün tuzak kurup önlem alıyorlarsa, o gün hiçbir önlem ve tuzağın yararı olmaz kendilerine. Üstelik bugün gelmezden önce bir de bilinmez bir azap daha vardır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

Bu son tehdit ile, baştan beri uzun ve şiddetli bombardımana tutulan zalim yalanlayıcılardan yüz çevriliyor. Gerek uzak gerek yakın kendilerini bekleyen azapla tehdit edilmiş pozisyonuna getirilip bırakılmışlardır artık. Yüce Allah şimdi onları bırakıp, kendisine dil uzatılan ve iftira edilen Hz. Peygambere dönüyor. Kendisine bunca zorluklara, yalanlamalara, dil uzatmalara karşı sabrı tavsiye ediyor.

Herşeyi dilediği gibi yapan yüce Allah'ın hükmüne bırakarak meşakkatlerle dolu uzun çağrı yolu boyunca sabrı tavsiye ediyor ona: "Rabbinin hükmüne sabret: '

Sabır tavsiyesi ile birlikte, kutsal şereflendirme, ilahi esirgeme, ve yolda karşılaşılan meşakkatleri silip süpüren ve onlara sabrı sevimli hale getiren sevimli kutsal yolculuk müjdesi vardır. Zaten bu sabırdır bu yüce şereflendirmeye vesile olan.

"Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen gözlerimizin önündesin: '

Aman Allah'ım bu ne güzel bir ifade... Ne güzel bir canlandırma... Ne güzel bir takdir...

Tüm Kur'an ifadeleri içinde, hatta onlar bir yana buna benzer ifadeler için de bile eşsiz ve bambaşka olan şu ifadenin canlandırdığı bu derece hiçbir insanın erişemediği bir derecedir.

Hz. Musa'ya "Seni ben peygamber seçtim, şimdi vahyedilecek mesajı dinle." (Taha suresi, 13) Bir başka kez de "Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım." (Taha suresi, 39) Bir diğer ayette ise "Şimdi seni sırf kendime ayırdım." (Taha suresi, 17) buyrulmuştu.

Bütün bu ifadeler Hz. Musa için yüksek makamlar demekti. Ancak Hz. Muhammed'e "Sen bizim gözümüz altındasın" buyruluyor. Bu ifade Resulullah'a ayrı bir şeref vermekte ve özel bir yakınlık bahşetmektedir. Bu ifade her çağrışımdan apayrı, ince ve şeffaf bir çağrışım taşımaktadır... Bu orjinal ifadeyi dile getirip açıklamaya hiçbir beşer ifadesinin gücü yetmez. Biz bu ifadenin uyandırdığı çağrışımlara işaret etmekle ve çağrışımlarla içiçe yaşamakla yetinelim yeter bize!

Bu yakınlık ve dostlukla birlikte, yüce Allah ile sürekli bir bağ kurma yolu gösterilmektedir:

"Kalktığın zaman Rabbini övgü ile an."

Gecenin bir kısmında ve yıldızların ardından da Allah'ı tesbih et.

Gün boyunca, uykudan uyanınca, geceleyin ve tan yeri ağarıp yıldızlar battığı zamanlar. Bu zamanlar cana yakın dostluğun tadına varıldığı zamanlardır. Allah'ı tesbih edip onun yüce ve her türlü eksikten uzak olduğunu itiraf etmek, azıktır, insana yoldaştır ve gönüllerin yakarışlarıdır. Bu zamanlar normal insanlar için yüce Allah ile başbaşa olmanın tadına varılan vakitler olduğuna göre, acaba seven ve sevilen ve O'na son derece yakın olan Hz. Muhammed'in kalbi nelerin tadına varır kim bilir?

TUR SURESİNİN SONU

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net