37-Saffat


1- Andolsun sıra sıra duranlara .

2- Önlerindekini sürdükçe sürenlere .

3- Zikir okuyanlara .

4- Ki, ilahınız birdir.

5- Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. Doğuların da Rabb'idir.

Sıra sıra duranlar, sevk ve idare edip men edenler ve okuyanlara... Bunlar bir grup meleklerdir. Allah burada onları sadece kendisinin bildiği sadece kendisi tarafından bilinen davranışlarla zikreder. Bu melekler namazda ayakları ile saf tutmuş olabilecekleri gibi Allah'ın emrini beklemeden kanatları ile de saf tutmuş olmaları da mümkündür. Saf bağlayan melekler böyledir. Bağırıp azarlayarak men edenler ise mesele bağırıp çağırılarak men edilmeyi hak etmiş asilerin ruhlarını alırken, men edenler veya kıyamet günü toplanma ve cehenneme sevk etme sırasında bağırıp-çağırarak onları sürenler, yahut herhangi bir durumda ve yerde o asileri azarlayarak süren meleklerdir. Zikri okuyanlar... Kur'an'ı ya da başka bir Kutsal Kitab'ı okuyanlar yahut da Allah'ı anarak tesbih edenler olabilir...

Allah, meleklerin bu zümresi üzerine birliğine yemin etmektedir: "Ki, ilahınız birdir" Daha önce belirttiğimiz gibi, bu yeminin sebebi, cahiliye devri Arapları arasında yaygın olan meleklerin Allah'a nisbet edilmesi, onların -zanlarına göre- Allah'ın kızları olması dolayısı ile melekleri ilah edinmeleri masalıdır. Bu yeminden sonra Allah kendisini kullarına, birliğine uygun sıfatlarla tanıtır:

"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. Doğuların da Rabb'idir."

Şu gökler ve yeryüzü insanların gözleri önüne dikilmiştir. Onları yoktan var eden, yaratan ve şu müthiş kâinatı idare eden yaratandan söz etmektedirler. Bu, öylesine müthiş bir mülktür ki, hiç bir kimse onu yaratmaya ve idare etmeyi iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kimse onun yaratıcısının mutlak kudretini ve gerçek Rabb'lığını itiraf etmekten kaçınamaz.

Bunlar, göklerin ve yerin arasında olan, hava, bulut, ışık, nur ve insanoğlunun mahiyetleri hakkında peyderpey bilgi sahibi olabildiği ve bilmedikleri yanında mahiyetlerinden öğrenip ortaya çıkardıkları, çok az olan ince yaratıklardır.

Gökler, yeryüzü ve bunlar arasındaki korkunç uzaklık, büyüklük, çok hassas dengeler, çeşitlik; güzellik, ahenk... İnsanoğlu -eğer kalbi uyanıksa- bunlar karşısında derin bir etki duymaktan, son derece güzellik müşahede etmekten ve uzun bir düşünceye dalmaktan kendisini alamaz. İnsan ancak, kalbi ölmüş ve hayret verici şeylerle dopdolu olan şu kâinatın etkisi karşısında etkilenip tepki gösterme gücünü kaybetmişse, ancak bu takdirde şu büyük yaratma olayının karşısında etkilenip duygulanmadan ve düşünmeden geçip gidebilir.

Doğuların da Rabb'idir."

Her yıldızın doğduğu bir yer vardır. Her gezegenin doğduğu bir yer vardır. Şu engin göklerin her yöresinde birçok doğuş yerleri vardır. Bu ilahi ifadede, yaşadığımız şu yer küremizde meydana gelen bir realiteye de düşündürücü bir şekilde temas edilmektedir. Şöyle ki; yerküre güneşin karşısında ekseni etrafında dönerken dünyanın çeşitli yörelerinde ard arda "doğu"lar ve "batı"lar oluşmaktadırlar. Güneşin karşısında yer alan yörenin "doğu"su oluşurken, bunun karşısındaki yörenin de "batı"sı meydana gelmektedir. Sonra yerküre dönmesine devam ettiğinden, bir sonraki yörenin doğusu oluşurken, buna karşın diğer yörenin de "batı"sı oluşmakta böyle sürüp gitmektedir.

Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zamanlar insanlar bilmiyorlardı. İşte o eski zamanda bunu onlara Allah haber vermiş oluyordu. Şu yeryüzünde doğuların arka arkaya gelmesindeki çok hassas düzen, doğuların doğduğu yerlerde şu kainatı saran hayret verici güzellik... İşte bunların insanoğlunun kalbine etki etmesi doğaldır. Bunlar insanı eşsiz şekilde yaratıcısının sanat üzerinde düşünmeye ve yaratıcı ve idare edici Allah'ın birliğine imana çağırması da normaldir. Çünkü o "yaratıcı", güzel ve hassas yapısında farklılık göstermeyen tek bir sanatın meyveleri arasından ortaya çıkmaktadır.

Bir olan Allah'ın sıfatları arasında bu sıfatın burada zikredilmesi bu yüzdendir. Bu surede, bu ayetlerden sonra gelen ayetlerde, sema'dan ve "doğu" lardan bahsedilmesinin başka bir gerekçesi daha vardır. Onu da orada gezegenden, ateş almış yanan yıldızlardan, şeytanlardan ve yıldız mermilerinin atılmasından söz ederken göreceğiz.

 

6- Bize en yakın göğü, bir süsle ve yıldızlarla süsledik.

7- Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk.

8- O şeytanlar, yüce alemi (Mele-i A'la'yı) dinleyemezler; her yandan kendilerine mermi gibi yıldızlar atılır.

9- Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli azap vardır.

10- Ancak meleklerin konuşmalarından bir sözü kapan olursa, onu da delen ve yakan alevli yıldızlar takip eder.

Yüce Allah, surenin başında müşriklere uydurulan masalın meleklere ilişkin bölümüne temas ettikten sonra, burada da o masalın şeytanlara ilişkin ikinci yarısına değinmektedir. Cahiliye Arapları, Allah ile cinler arasında bir hısımlık olduğuna inanıyorlardı. İçlerinden bazıları gerek bu yüzden ve gerekse şeytanların seçkin melekler topluluğu (Mele-i A'la) ile ilişkileri olacağı varsayımı ile gaybı bileceklerini düşünerek şeytanlara tapıyorlardı.

Göklerin, yeryüzünün ve aralarında olanlarla "doğu"ların zikrinden sonra, "doğu"lar da ister yıldız ve gezegenlerin doğusu olsun, isterse yeryüzü bölgelerine arka arkaya gelen "doğu"lar olsun ister her ikisi birden olsun ve bunların nurları ve ışıklarından söz edildikten sonra söz sırası yıldızlara gelmektedir.

"Bize en yakın göğü, bir süsle ve yıldızlarla süsledik."

Bu süsü görmek ve bu kâinatın kuruluşunda ana unsurun "güzellik" olduğunu kavramak için gökyüzüne bir kez bakmak yeterlidir. Orada sanatkârın sanatında eşsiz bir var ediş, güzel bir ahenk görürsünüz. Orada "güzellik" derinde ve karakterdedir, yoksa gelip geçici ve yüzeysel değildir. Sanatkârın tasarımı, yaratmada güzellik ve aynı derecede "görevi eksiksiz yerine getirme" üzerine kuruludur. Gökte her şey bir ölçü üzeredir. Her şey görevini hassasiyetle yerine getirir. Gökyüzü her şeyi ile güzeldir.

Gökyüzü... Üzerine serpilmiş yıldızlar... Bu tablo, insanın gözünün görebileceği en güzel tablodur. Göz bu tabloya bakmaya doyamaz. Her yıldız ve her gezegen gözünü ışık-ışık büzüp sana dikmektedir. Sanki sana bir göz atan sevgi gözüdür o. Ona göz attığın zaman sanki gözünü yumup kaybolmakta, ondan yüzünü çevirdiğinde tekrar canlanmakta ve parlamaktadır. Gönüllere bir teselli olmak üzere geceden-geceye ve bir andan diğerine yerleri değişmekte, bulundukları yerler birbirini izlemektedir. Onların verdiği doyumdan gönüller asla usanmaz.

Sonra, bundan sonraki ayet bu yıldızların başka bir görevi daha olduğunu, bunların içinden şeytanlar, seçkin meleklerin topluluğuna (Mel-i A'la) yaklaşmasınlar diye onlara atılan alevli gök cisimleri olduğunu ifade etmektedir: "Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk." "O şeytanlar yüce alemi (mele-i A'la'yı) dinleyemezler; her yandan kendilerine mermi gibi yıldızlar atılır." "Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli azap vardır." "Ancak meleklerin konuşmalarından bir sözü kapan olursa, onu da delen ve yakan alevli yıldızlar takip eder."

Yıldızlar içinde, gökyüzünü azgın ve haddi aşan bütün şeytandan koruyan; onların arkasından atılan mermi gibi yıldızlar vardır. Bu yıldızlar, gökyüzünü korur ve seçkin meleklerin konuşmalarım duymalarına engel olurlar. Şeytan onları dinlemeye yeltendiğinde, atılan o yıldızlar her yönden şeytanı yakarlar ve derhal kovup uzaklaştırırlar... Ve o şeytana ahirette de sürekli, ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Şeytan bazen seçkin meleklerin toplumunda geçen konuşmaları aniden çalıp kapabilir. Onun peşine de alev almış yıldız takılır, Şeytan gökten inerken ona yetişir onu vurur ve adamakıllı yakıp kül eder.

Bizler azgın, sapkın şeytanın nasıl kulak verip dinlediğini, nasıl çalıp çarptığını ve atmosferi delen alevli yıldız ile nasıl kendisine ateş edildiğini bilmiyoruz. Çünkü bütün bunlar karşımızda olan şeyler değildir. Bunların nasıl olduğunu düşünmekten insan olarak aciziz. Bu tür konularda bizlerin yapacağı, Allah'tan bu konuda gelen açıklamaları tasdik edip inanmaktır. Zaten şu kainatta, bilgi namına dış kabuktan başka ne biliyoruz ki?

Allah ile aralarında akrabalık bağının olduğunu iddia ettiklerinden burada önemli olan seçkin meleklerin topluluğuna ulaşmalarına engel olunan ve orada olup bitenleri dinlemelerine set çekilen şeytanların bu şeytanlar olduğudur. Bu iddialarından bir parçası doğru olsaydı, onlara yapılan muamele değişik olurdu. Bu sözde hısım ve nesep akrabalarının sonucu asla kovulmak, ateşe tutulmak ve yakılmak olmazdı.

KÖR, SAĞIR VE ALAYCI KÂFİRLER

Yüce Allah, meleklerden söz ettikten sonra, göklerden, yeryüzünden ve bunların aralarında olanlardan bahsedip azgın şeytanlardan ve arkalarından yetişen mermilerden söz ettikten sonra, Resullullah'dan onlara "kendilerini yaratmak mı daha zordu, yoksa bizim yarattıklarımız mı?" diye sormasını ïstiyor. Şayet bu yaratıkları yaratmak daha zor ve daha güç ise, o halde öldükten sonra dirilme konusu karşısında, neden dehşete kapılıp bu konuyu alaya alıyorlar Olabilirliğini uzak görüyorlar. Çünkü öldükten sonra dirilmek bu büyük yaratıkları yaratmakla mukayese bile edilemez.

 

11- Şimdi sor onlara; "Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa, Bizim yarattıklarımız mı?"Aslında biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yarattık.

12- Ey Muhammed! Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seninle alay ediyorlar.

13- Onlara öğüt verildiği vakit düşünüp öğüt almazlar.

14- Bir mucize görseler onunla alay ederler.

15- "Bu apaçık büyüdür" derler.

16- "Yani biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı dirilecekmişiz?"

17- "Bizden önceki atalarımızda mı dirilecek?"

Onlardan haber vermelerini iste ve sor onlara: Melekler, gökler, yeryüzü ve bunların arasında bulunan her şey, şeytanlar, yıldızlar, alevli gök cisimleri, bütün bunlar Allah'ın yaratıklarıdır. O halde onların yaratılması mı daha zordur, yoksa şu kâinatın ve şu yaratıkların yaratılması mı?

Onların cevap vermesi beklenmez. Çünkü Allah'ın bu sorusu onların durumunun çirkin tuhaf olduğunu göstermek, çevrelerinde olanlardan ne kadar gaflet içinde olduklarını gözler önüne sermek ve bir şeyi, bir durumu değerlendirmede ne kadar gülünç olduklarını sergilemek içindir. Buradan hareketle yüce Allah, ilk yaratılmış oldukları ana maddeyi onlara sunuyor. Bu madde, yüce Allah'ın yaratıklarından biri olan, yeryüzünün bir parçası cıvık yapışkan çamurdur. "Aslında biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yarattık."

Onların yaratılışı bunca yaratıkların yaratılmasından asla zor değildir. O halde durumları çok tuhaftır. Çünkü onlar yüce Allah'ın ayetleri ile alay etmekte ve kendilerine yeniden dirilmeyi ve ikinci bir hayatı vaadeden kimseyi eğlenceye almaktadırlar. Onların umursamazlık içinde alaya almaları Resulullah'ı hayrete düşürmüştür:

"Ey Muhammed! Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seninle alay ediyorlar.

"Onlara öğüt verildiği vakit düşünüp öğüt almazlar." Bir mucize görseler onunla alay ederler."

Resulullah onların durumlarına hayret etmekte haklıdır. Çünkü Hz. Muhammed'in gördüğü gibi kalbin yüce Allah'ı gören ve Allah'ın ayetlerinin bu derece net ve bu kadar çok olduğunu temaşa eden bir mü'min hiç şüphesiz hayrete düşer ve kalpler nasıl olur da bu ayetlere karşı bu derece kör olabilir, nasıl olur da bunlar karşısında bu tuhaf tutuma girer diye dehşete düşer.

Resulullah onlara bu şekilde hayret ederken, kendilerine sunmuş olduğu ister Allah'ın bir bilinmesi konusu olsun, ister öldükten sonra kıyamet günü dirilme olsun, böylesine apaçık bir konuyu eğlenceye almalarına hayret ederken... Bir de ne görsün onlar kör değiller mi? Kalpleri öğüde kapalı değil mi? Bir de üstüne üstlük onlar yüce Allah'ın ayetlerini şiddetli bir alay konusu yapıp kendilerine göstermiş olduğu ayetlere hayret edip bu ayetleri (eğlenceye alırlar) ifadesinin de ilham ettiği gibi, birbirlerini çağırıp alaya almaya sebep saymazlar mı?

Buna ek olarak Kur'an'ı "sihir" diye nitelemeleri ve kendilerine öldükten sonra dirilmeyi vaad etmesine "hayret etmeleri" ni de ekleyelim. "Bu apaçık büyüdür derler. Yani biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı dirilecekmişiz? Bizden önceki atalarımız da mı dirilecek?"

Onlar gerek çevrelerinde, gerek bizzat kendi nefislerinde olan yüce Allah'ın kudret izlerinden gafildirler... Bu gücün, göklerin, yeryüzünün ve aralarında bulunanların yaratılmasındaki ve yıldızlarla alev almış gök cisimlerinin yaratılmasındaki izinden de gafildirler... Bütün bunlarda, kudretin izlerinden gafil olmuşlar ve bu gücün onlar öldükleri ve toprak ve kemik haline geldikleri zaman kendilerini ve daha önce yaşayan atalarını yeniden dirilteceğini imkânsız görmüşlerdir. Bu güce göre, bu yeniden diriltme ve yeniden hayat verme hiç de tuhaf değildir. Yeter ki, insan gerek kendi nefsinde ve gerekse etrafında kendini kuşatan bunca şeylerin ışığı altında, bu gerçeği azıcık düşünsün.

 

18- De ki; "Evet, hem de hor ve hakir olarak dirileceksiniz. "

19- O dirilme sahnesi korkunç bir çığlıktan ibarettir. Hemen o anda gözlerini birdenbire açıp etrafa bakacaklar.

20- "Vah bize, bu ceza günüdür" derler.

21- Onlara "İşte bu yalanladığınız hüküm günüdür" denir.

KUR'AN'DA KIYAMET SAHNESİ

Onlar şahit oldukları bunca şeylerden soğukkanlılık, güven, gönül huzuru içinde ibret almayınca, yüce Allah da onları şiddet ve sertlikle, ahiretteki diriliş tabloları ile onları uyarmaktadır. Kendilerine o sahne içinde, nasıl çırpınıp duracaklarını ve kıvranacaklarını tasvir etmektedir.

"De ki; "Evet, hem de hor ve hakir olarak dirileceksiniz."

Evet sizler de daha önce geçmiş atalarınız da diriltileceksiniz. Sizler zelil, hakir olarak, teslim bayrağını çekerek, karşı gelemeyerek ve isyan edemeyerek diriltileceksiniz. Evet... Sonra, yüce Allah, bunun nasıl olacağını sergilemeye geçiyor: Onlar ansızın,kendilerini çok yönlü, üslubu çeşit-çeşit ve birbirini izleyen hareketlerle ve canlı manzaralarla dopdolu sahnelerden birinin karşısında buluyor. Bu sahnede "niteleme" karşılıklı konuşma ile kucaklaşıyor. Üslup, bazen "düz anlatım" biçiminde gelişirken bazen de "karşılıklı konuşma" şekline bürünüyor. Bu olay ve hareketlerin arasına "yorum" ve "değerlendirme" giriyor. Böylece sahne hayatın bütün özelliklerini tamamlamış oluyor.

"O dirilme sahnesi korkunç bir çığlıktan ibarettir. Hemen o anda gözlerini birdenbire açıp etrafa bakacaklar."

İşte böyle bir haykırışlık sürede yıldırım hızı ile dirilecekler. Buna "çığlık" denmesi, içindeki "şiddet unsuru"na dikkat çekmek ve yöneltilmesindeki "sertlik" kaynağının "yüceliğini" anlatmak içindir. "Hemen o anda gözlerini birdenbire açıp etrafa bakacaklar." Birdenbire, hiçbir ön hazırlık olmaksızın gözlerini açıverecekler ve birdenbire dehşet içinde bağırmaya başlayacaklar.

"Vah bize, bu ceza günüdür" derler.

Onlar dehşet ve hayret içinde iken, bir de bakarlar ki bir ses... Bu ses onlara hiç beklemedikleri bir yerden azar ve kınama yağdırmakta.

"Onlara `işte bu yalanladığınız hüküm günüdür' denir."

İşte böylece ifade biçimi 3.ncü şahıstan 2.nci şahsa geçmektedir. Bu hitap, ceza gününü yalan sayanlaradır. Bu sadece kendilerine kesin bir azarlama yöneltmek içindir. Sonra emir, gerekli işlemleri yapmakla görevli olanlara yönelir:

 

22- Yüce Allah meleklerine emreder: "Zalimleri, onların aynı yoldaki arkadaşlarını ve taptıklarını

23- Allah'dan başka (taptıklarına) onlara cehennemin yolunu gösterin.

24- Durdurun onları, çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.

Zulmedenleri ve günahkârlardan onlara benzeyenleri, bir araya toplayın. Onlar birbirinin benzeridir. Bu emirde kesin bir ifade yanında "Onlara cehennemin yolunu gösterin" sözünde açık bir "alay" vardır. Sapıklıktan daha hayırlı ne güzel bir hidayettir bu... Bu söz, doğru hidayeti bırakıp da sapıklık içinde olmalarına denk düşen bir cevaptır. Çünkü onlar dünyada iken doğru yola girmediler. O halde bugün cehennemin yoluna girsinler.

İşte onlar "hidayete" erdiler... Cehennemin yoluna girdiler. Sorguya çekilmek üzere durduruldular.

25-Şöyle sorulur: ''Size ne olduki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?''

Ne diye kiminiz kiminize yardım etmiyorsunuz. Oysa hepiniz burada toplu haldesiniz ve hepiniz yardımcıya muhtaçsınız. Üstelik taptığınız tanrılarınız da yanınızda...

Tabii hiç bir ses yok...Bunu müteakip ilave ediliyor:

26-Hayır; bugün onların hepsi teslim olmuşlardır.

Tapanların, tapılanların hepsi...

Sonra tekrar hikaye faslına dönülüyor; birbiriyle mücadele edişleri şöylece sahneye konuluyor:

27-Onlardan kimi kimine yönelip birbirini mesul tutmaya kalkışırlar.

28-''Doğrusu siz bize sağdan gelirdiniz''derler.

Umumiyetle vesvese vermede adet olduğu üzere siz sağımızdangelerek bizi aldattınız. Sizsiniz bizim bu duruma düşmemizin sorumluları.

B u defa karşı taraf bu ithamı reddedip sorumluluğu ötekilere yüklemek isteyerek:

29- Onlar da şöyle derler: '' Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz.''

İmandan sonra sizi aldatan, hidayete erdikten sonra sizi sapıtan bizim vesvesemiz değildir.

30- '' Ve bizim size karşı bir hakimiyetimiz de yoktu.''

Fikrimizi zorla size kabul ettirecek, istemediğiniz halde sizi cebren kendi tarafımıza çekecek güç ve imkana sahip değildik.

''...Bilakis siz azgınlar güruhu idiniz.''

Hakkı çiğneyen,haddini bilmeyen zalimlerdiniz.

31- '' Bu sebeple, Rabbimizin sözü hepimizin üzerine hak olmuştur. Şüphesiz azabı tadacağız.''

Biz ve siz azaba müstehak olduk; azabı tadacağımızı bildiren tehdit haberi bize hak oldu.

Sapıklığa meyliniz sebebiyle bizimle sürüklenip gittiniz.Biz size bir şey yapmış değiliz. Yalnız siz bize uydunuz.

32- '' Çünkü biz sizi baştan çıkardık. Zira bizde azgın kimselerdik.''

Burada mülahaza edilmesi gereken  bir nokta daha var. Sanki şahitler huzurunda ilan edilen, sebepleri açıklanan bir hüküm var ortada. Bu hüküm Allah'ın aleyhlerindeki kesin sözü ahirette gerçekleştiren, dünyada işlediklerinin karşılığıdır:

33- O gün hepsi azab'da birleşirler.

34- İşte biz, suçlulara böyle yaparız.

35- Çünkü onlara `Allah'dan başka ilah yoktur' denildiği zaman büyüklük taslarlardı.

36- Deli bir şair için tanrılarımızı mı bırakalım? derlerdi.

37-Hayır! O gerçeği getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı. ·

38-Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız. ·

39- Sadece yaptığınız işlerle cezalandırılıyorsunuz. ·

40- Ancak Allah'a gönülden bağlı kulları bu cezanın dışındadır.

Acıklı azabı tatmaktan müstesna tutulan Allah'ın ihlaslı kullarından söz edilirken yüce Allah, hesaplaşma günü o kulların manzarasını da bizlere sunmaktadır. Ayetin ifadesi yalanlayanların acıklı azabına karşın, ihlasa erdirilmiş olanların içinde yüzdükleri nimeti tasvirli haber biçiminde sunuşa geçiyor:

41- Onlar için bilinen rızık vardır.

42- Çeşit-çeşit meyveler vardır.

43- Nimet cennetlerinde.

44- Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.

45- Önlerinden akan kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır.

46- Berraktır, içenlere lezzet veren bir içki.

47- O içkide ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar.

48- Yanlarında da bakışlarını yalnız kendisine çevirmiş iri gözlü eşler vardır.

49- Saklı yumurtalar gibi bembeyaz eşler.

Bu, gerçekten bütün nimetleri içeren katmerli bir refahtır. Öyle bir refah ki, bundan nefis yararlanır, duygu yararlanır. Bu nimette, her nefis arzuladığı nimeti bulur. Her şeyden önce, Allah'ın küfür ve şirke düşmekten korunmuş kullarıdır. Bu nitelemede ikramın en büyük mertebesine işaret vardır. İkinci olarak onlar Mele'i A'la (seçkin melekler topluluğu) da ağırlanmaktadır. Ne güzel bir ağırlamadır bu! Sonra onlar (karşılıklı tahtlar) üzerinde oturmakta ve (meyveleri) vardır. Kendilerine hizmet edilmekte, hoşnutluk, rahat ve nimet yurdunda, hiç çaba sarf etmeleri gerekmemektedir.

"Önlerinden akan kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır."

"Berraktır, içenlere lezzet veren bir içki."

"O içkide ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar."

Bu nitelikler şarap lezzeti veren, ondaki sakatlığı da yok eden şarabın en güzel nitelikleridir. Ne insanın bayı ağrıtır ve ne de yararlanmanın lezzetini giderecek tükenme ve mahrum kalma söz konusudur. "Yanlarında da bakışlarını yalnız kendisine çevirmiş iri gözlü eşler vardır." Yanlarında iffet ve utançtan eşlerinden başkasına bakmayan utangaç huriler vardır. Oysa onların güzel ve iri gözleri vardır. Yine böyle onlar incelik, naziklik ve yumuşaklıkları yanında korunmuşlardır. Saklı yumurtalar gibi bembeyaz eşler." Onlar, dikkatsizce el sürülmeyen ve göz önüne bırakılmayan, saklanmış yumurta gibidirler.

Ayetin ifadesi tasvirli anlatımına şöyle devam eder: Birden Allah'ın bu korunmuş kullarının -her türlü nimete kolayca erdikten sonra- sakin sohbetlerine tanık oluruz. Aralarında geçmişi ve şu anı değerlendirmektedirler... Bu sahne, ilk sahnede günahkârların arasında geçen çekişme ve kınamaya karşılıktır. Bu bahtiyar kullardan birisi geçmişini hatırlar ve kardeşlerine başından geçenlerden bir kesit anlatır:

50- Cennet ehli birbirine dönmüş sorarlar.

51- Onlardan biri: "Benim de bir arkadaşım vardı. "

52- Bana "Sende mi doğrulayanlardansın?"

53- "Biz ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman mı dirilip yaptığımız işlere göre cezalanacağız?"

Cennette söz alan o kişinin bu arkadaşı, ahiret gününü yalan sayar ve ona insanların öldükten sonra yeniden dirileceğine ve bir yığın kemik ve toprak olduktan sonra hesaba çekileceklerine inananlardan birinin kendisi mi olduğunu dehşet içinde sorarmış.

Bu kişi sohbetinde, kardeşlerine hikâyesini anlatmaya devam ederken, sözünü ettiği bu arkadaşının akıbetini öğrenmek için aklına onu araştırmak gelir. Doğal olarak onun cehenneme gittiğini bilmektedir. Başını kaldırıp bakar ve kardeşlerini de kendisi ile birlikte bakmaya çağırır. Sohbet arkadaşlarına der ki:

54- Yanındakilere; "Siz onu bilir misiniz?" der.

55- Bir bakar, onu cehennemin ortasında görür.

Tam o esnada cehennemin ortasında bulduğu arkadaşına yönelir ve ona: Arkadaş! Allah'ın bana nimeti olmayıp da beni sana kulak vermekten korumasaymış sen az kalsın beni de mahvedecekmişsin.

56- Ona der ki; "Yemin ederim ki, sen az daha beni helâk edecektin. "

57- "Rabb'imin lütfu olmasaydı şimdi ben de cehenneme götürülürdüm" dedi.

Yani Rabb'imin bana nimeti olmasaydı ben de hoşlanmadıkları yerlere götürülen kimselerden olurdum.

Bu kişinin dünyadaki arkadaşını cehennemin ortasında görmesi, kendisinin ve Allah'ın ihlaslı kullarından olan kardeşlerinin elde etmiş oldukları nimetin ne kadar büyük olduğunu hissetmelerini sağlar. Böylece kurtulan o kişi, o nimeti pekiştirmek ve gündeme getirmek ister. Çünkü onlardan zevk alır ve o nimetlerden daha fazla yararlanmak ister ve der ki:

58- Biz bir daha ölmeyecek miyiz?" der. ·

59- İlk ölümümüzden başka ölüm yok ve biz azaba da uğramayacağız ha!

60- İşte büyük başarı ve mutluluk budur. ·

61- Çalışanlar bunun için çalışsınlar.

Burada kalpleri uyandıran ve onları amele ve böyle bir akıbet için yarışa sevk eden bir değerlendirme gelmektedir. (Bunun gibi) elden çıkmaz, tükeneceğinden korkulmaz, arkasından ölüm gelmeyen ve azabın da tehdit etmediği bir nimet için, işte böyle bir nimet için çalışsın çalışanlar... Asıl törene layık nimet budur işte... İnsanoğlunun yeryüzünde uğrunda ömür tükettiği bunun dışında nimetler, şu ebediyet ile mukayese edilirse önemsizdir, hem de çok önemsiz...

Bu ebedi, güvenli ve hoş nimetle diğer grubu bekleyen akıbet arasındaki korkunç farkı ortaya çıkarmak için, ilahi ifadeler, eşsiz sahnenin başında yer alan mahşer günü ve hesaptan sonra onları bekleyen öteki ayrıntılara geçmektedir.

62- Cennet gibi konak mı hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?

63- Biz, o ağacı zalimler için fitne yaptık.

64- O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.

65- Tomurcukları, şeytanın başı gibidir.

66- İşte cehennemlikler bundan yer ve karınlarını bununla doldururlar.

67- Sonra, bu yemeğin üzerine kaynar su katılmış içki onlar içindir.

68- Sonra dönüşleri yine cehennemedir.

Kalacak ve duracak yer olarak şu ebedi cennetmi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Zakkum ağacı nedir? "O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları, şeytanın başı gibidir." İnsanlar, şeytanların başlarının nasıl olduğunu bilmezler. Ancak şüphe yok, başları korkunç olsa gerek. Şeytanların başını sadece tasavvur etmek bile insana korku ve ürperti veriyor. O halde, bir de bunun, yedikleri ve karınlarına doldurdukları meyve olduğunu düşünün.

Yüce Allah bu ağacı zalimler için bir deneme aracı kılmıştır. Çünkü ağacın adını duyduklarında eğlenceye dalmışlar ve "Cehennemde ağaç yanmadan nasıl yetişir? demişlerdir. Aralarından Hişamoğlu Ebu Cehil alay etmiş, şaşırmış ve "Ey Kureyş halkı! Muhammed'in size korku verdiği zakkum ağacının ne olduğunu biliyormusunuz? diye sormuştu. Onlar "Hayır" deyince, Ebu Cehil "Zebed'deki Medine hurmasıdır. Vallahi, onu elimize geçirirsek çiğner çiğner yutarız" demişti. Fakat burada söz konusu olan zakkum ağacı, onların bildikleri yemişten başka bir şeydir. "İşte cehennemlikler bundan yer ve karınlarını bununla doldururlar." Bu ağacın meyvesi, onların boğazlarına takılınca -çünkü şeytanların başları gibidir- içtiklerinde karınlarını yakıp kavurunca, çünkü cehennemin ortasından bitip çıkmakta yanmaktadır -çünkü ana maddesi cehennemdendir- işte bu esnada onlar susuzluğu giderecek ve susuzluğun alevini söndürecek bir içeceğin soğukluğunu ararlar. Ve onlara bu yemeğin üstüne bulanık, çok sıcak, kaynar bir sıvı içerler. "Sonra bu yemeğin üzerine kaynak, su katılmış içki onlar içindir."

Bu günlük öğünlerinden sonra, bu sofrayı terk edip devamlı kalacakları yerlerine giderler. Konakları ne fena bir konak ve akıbetleri ne fena bir akıbet! "Sonra dönüşleri yine cehennemedir." Bu eşsiz sahne, bunlarla bitiyor. Surenin birinci kısmı son buluyor. Sanki bu kısım gözle görülen gerçeğin parçası...

SAPIKLIK VE HİDAYETİN ÖYKÜSÜ

Bu derste ilahi ifadeler, ahiret alanında, nimet ve azap vadilerinde birinci bölümde yapılan ilk gezintiden sonra, bu dünyadan ilk zamanlarda göçüp gitmiş olanların arkasından, beşer tarihine başka bir gezinti düzenliyor. Bundan àmaç, bu gezinti esnasında ilk insanoğlunun azıp günaha dalmasından bu yana, "sapıklık ve hidayet öyküsünü" bizlere sunmaktır. Bu hikâyelere baktığımızda bir de ne görelim, bunlar bugün de işlenip tekrar-tekrar yapılan şeyler değiller mi?.. Resulullah'ın karşısına Mekke'de küfür ve sapıklıkla dikilen hemşehrileri işte eski zamanlarda sözü edilen ve ilahi mesajı yalan sayıp, sapıtan insanların kalıntıları değiller mi? İşte ilahi ifadeler bunlara, kendilerinden önce yaşamış olanlar için neler olup bittiğini açıklamakta ve tarihin derinliklerine dürülmüş olan bu sayfalarla onların kalplerine dokunmakta, öte yandan mü'minlere de geçmişte Allah'ın mü'min olanlardan asla yardımını esirgemediği mesajı vererek, kalplerine güven vermektedir.

Yüce Allah bundan sonra Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Musa, Harun, İlyas, Lût ve Yunus -selâm üzerlerine olsun- peygamberlerin öykülerinden birer kesit sergiliyor. Hz. İbrahim ve İsmail'in öyküsü üzerinde biraz daha uzun durmakta, bu öyküde imanın, fedakârlığın ve itaatin büyüklüğünü bizlere sunmakta, İbrahim ve İsmail'in gönüllerinde yeraldığı gibi, İslamın gerçek yüzünü başka bir surede ve bundan başka bir yerde- sunmadığı bir şekilde ele alıp sunmaktadır. Bu öyküler eşsiz ve şerefli dersin, dayanağıdır.

69- Çünkü onlar atalarını sapık yolda buldular.

70- Öyle iken yine de düşünmeden atalarının peşinden koşuyorlardı.

71- Andolsun onlardan öncekilerinin çoğu da sapmıştır.

72- Biz onların içine de uyarıcılar göndermiştik.

73- Bak, o uyarılanların sonu nice oldu.

74- Ancak, Allah'a gönülden bağlı kullar o azabın dışında kaldı.

Onlar sapıklıkta köklüdürler. Aynı zamanda taklid ederler, düşünmezler. Ölçüp biçmezler. Aksine düşünmeyen, kafalarını çalıştırmayan sapık atalarının izine girmek için, hızla uçarcasına onların yolunu tutarlar. "Çünkü onlar atalarını sapık yolda buldular. Öyle iken yine de düşünmeden atalarının peşinden koşuyorlardı." Onlar ve ataları, önce geçenlerin çoğunluğunun temsil ettiği sapıklığın bir örneğini teşkil ederler. "Andolsun onlardan öncekilerinin çoğu da sapmıştır." Onların sapması da ilahi uyarı ve sakındırmadan sonra olmuştu: "Biz onların içine de uyarıcılar göndermiştik." Fakat sonuç ne olmuştur? Yalanlayanların akıbeti nasıl olmuştu? Ve Allah'ın samimi kullarının akıbeti nasıl olmuştu? İşte bunlar, hikâyeler zinciri içinde sunulmaktadır. Öykülerin başında yer alan şu ilan uyarı içindir: "Bak, o uyarılanların sonu nice oldu. Ancak Allah'a gönülden bağlı kullar o azabın dışında kaldı."

HZ. NUH

Hikâyeler zincirinden, Hz. Nuh'un öyküsü, akıbeti açıklayan ve Allah'ın samimi kullarına verdiği önemi belirten, seri bir işaret içinde başlıyor.

75- Andolsun Nuh bize dua etmişti de ne güzel kabul etmiştik.

76- Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.

77- Ancak O'nun soyunu sürekli kıldık.

78- Sonra gelenler arasında O'na iyi bir ün bıraktık.

79- Alemler içinde Nuh'a selâm olsun.

80- İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

81- Çünkü O bizim, inanan kullarımızdandı.

82- Sonra ötekileri (inanmayanları) suda boğduk.

Bu işaretin içinde Nuh'un Rabb'ine seslenmesi, ve yüce Allah'ın onun duasına tam ve mükemmel olarak cevap vermesi vardır. Bu duaya, en hayırlı sonuçla yüce Allah'ın kabul etmesi vardır. "Ne güzel kabul etmiştik." Bu işaretin içinde, Hz. Nuh ve çocukları ile kendisine inananların, büyük sıkıntıdan kurtulmaları vardır. Ancak Allah'ın kurtulmalarını dilediği ve yaşamasını takdir ettiği kimselerin kurtulduğu tufan sıkıntısından... Bu işaretin içinde, yüce Allah'ın Nuh'un -selâm üzerine olsun- dünyanın sonuna kadar gelecek nesiller arasında adının anılmasını takdir etmesi vardır. Nuh'un -selâm üzerine olsun- dünyanın sonuna kadar gelecek nesiller arasında adının anılmasını takdir etmesi vardır. "Sonra gelenler arasında O'na iyi bir ün bıraktık." Bu işaret, ihsanına karşılık olmak üzere, Nuh'a yeryüzünde Allah'ın selâmını ilan ediyor. "Alemler içinde Nuh'a selâm olsun. İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız."

Allah'ın selâmından ve hayat boyu anıldıktan sonra geriye, mükafat olarak ne kalır ki? İhsanın ve mükafatın sebebi ise imandır. "Çünkü O bizim, inanan kullarımızdandı." Müminlerin akıbeti budur.

Nuh'un kavminden mü'min olmayanlara gelince: Yüce Allah onlar için helâk olup yok olmayı takdir etmiştir: "Sonra ötekileri (inanmayanları) suda boğduk." Bu ilahi öykünün başında özetlendiği gibi, çağlar ötesinden, insanlığın doğuşundan bu yana Allah'ın adeti hep böyle olagelmiştir. "Biz onların içine de uyarıcılar göndermiştik. Bak, o uyarılanların sonu ne oldu. Ancak Allah'a gönülden bağlı kullar o azabın dışında kaldı." (saffat Suresi, 72-74)

HZ. İBRAHİM

Sonra İbrahim -selâm ona olsun-in hikâyesi gelmektedir. Bu hikâye, iki ana bölüm halinde anlatılmaktadır. Birinci bölümde, İbrahim'in kavmine çağrıda bulunması, putları kırması, kavminin onu öldürmeye karar vermeleri ve yüce Allah'ın onu koruması ve kendisine kin besleyenleri yüzüstü bırakması yer alır. Bu bölüm, daha önce Kur'an surelerinde yer almış bir bölümdür. İbrahim'in hikâyesinde bir de yeni bir bölüm vardır ki, sırf bu surede anlatılmaktadır. Bu bölümde İbrahim'in rüya görmesi, oğlunu boğazlaması, oğluna bedel fidye verilmesi, olayları yer alır. Bunlar, bu bölümün etkileyici üslubu, müthiş ifade gücü içinde adım adım, merhale merhale açıklanır. Ve bizlere uzun insanlık tarihi içinde, akide dünyasında, itaatin, fedakârlığın, bedel vermenin ve teslimiyetin en yüce tablolarını sergiler!

83- İbrahim de Nuh'un milletindendi.

84- Çünkü tertemiz bir kalp ile Rabb'ine gelmişti.

85- Babasına ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz?" demişti.

86- Allah'dan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?

87- Alemlerin Rabb'i hakkındaki düşünceniz, zannınız nedir?

Hikâyenin giriş ve ilk sahnesi böyle... Nuh'dan İbrahim'e geçiş... İki peygamber arasında akide, davet ve yol bağı var. İki peygamber ve iki peygamberlik arasında uzun zamanlar geçmiş olmasına rağmen, Hz. İbrahim ile Nuh aynı davanın bağlılarındandır. Çünkü karşılaştıkları, ortak oldukları ve bağlısı oldukları, sistem aynı sistem. İbrahim'in sıfatlarından, temiz kalplilik, inanç sağlamlığı ve saf bir gönül ön planda ortaya çıkmaktadır!

" Çünkü tertemiz bir kalp ile Rabb'ine gelmişti."

Bu tasvir, Rabb'ine gelişinde şekillenen katıksız bir "teslimiyetin" ve kalp temizliği şeklinde beliren "duruluğun", temizliğin ve doğruluğun görüntüsüdür. "Temizlik" ifadesi, kendi anlamını da kalbi ilham eden bir ifadedir. Bu aynı zamanda basittir, anlamı kolay ve mefhumu açık bir ifadedir. Bununla birlikte temizlik, arınmışlık, samimiyet ve (doğruluk) gibi birçok nitelikleri de kapsar. Ancak şu kadar var ki, ayette geçen bu ifade basitliği karmaşık olmaması ile birlikte, sıraladığımız niteliklerin hep birden ifade ettikleri anlamdan daha geniş bir ifade gücüne sahiptir. İşte bu, Kur'an ifadelerinin eşsiz anlatım harikalarından biridir.

Hz. İbrahim, bu tertemiz kalp ile, kavminin yaptıklarını hoş görmemiş çirkin görmüştür. Sağlam bir sağduyunun tiksinmiş olduğu, her türlü düşünce ve tutumu çirkin görmesi gibi çirkin görmüştür. "Babasına ve kavmine `Neye tapıyorsunuz?' demişti. Allah'dan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkındaki düşünceniz, zannınız nedir?" Hz. İbrahim onların putlara taptıklarını görmekte ve sağlam bir fıtratın sesi ile şiddetli bir tiksinme ile seslenmektedir. "Neye tapıyorsunuz?" Nelere? Çünkü sizin taptıklarınızın ne tapılacak ve ne de kendisine ibadet edenlerinin olması uygundur. Ne de gerçeği bilmemekten kaynaklanan kuşkulu bir tapınmadır. Bu sadece katıksız bir yalan ve şüphesiz bir iftiradır. O halde siz bu iftiraya kasten mi, bilerek mi yöneliyorsunuz? "Allah'dan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?" Siz Allah ı ne zannediyorsunuz? Allah kavramının insan sağduyusunun ilk anda bile nefret ettiği bu seviyeye düşeceğini ve böylesine sapık olabileceğini mi zannediyorsunuz? "Alemlerin Rabb'i hakkındaki düşünceniz, zannınız nedir?" Bu ifade temiz ve sağlam insan sağduyusunun yadırgamasını yansıtmaktadır. Bu ifade, insanın hislerine, aklına ve vicdanına ters olan apaçık bir durumun üzerine gitmektir.

İlahi ifade burada, onların Hz. İbrahim'i cevaplamalarına, onunla konuşmalarına yer vermiyor, direkt olarak bunu izleyen sahneye geçiyor. Hz. İbrahim'in bu apaçık iftira karşısında,.içinden verdiği kararı sergilemeye geçiyor!

88- İbrahim yıldızlara bir baktı.

89- "Ben hastayım " dedi.

90- Bunun üzerine onun yanından kaçtılar.

91- İbrahim de; gizlice onların tanrılarına sokuldu. "Size sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz?"

92- "Neyiniz var konuşamıyor musunuz?" dedi.

93- Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle putlara kuvvetli bir darbe indirdi.

Rivayete göre, Hz. İbrahim'in kavminin o gün bayram günüdür. Bu -belki de nevruz bayramıydı- halk ilahlarının önüne kutsanmak ve hayır beklentisi ile yiyecek bırakır, bahçelere ve hoş vakit geçirecekleri yerlere çıkar, daha sonra eğlence ve dinlenme dönüşü, kutsanmak için bıraktıkları yiyecekleri almaya gelirlerdi. İbrahim artık bunların kendine uyacaklarından ümidi kesmiş ve kesinlikle bunların sapık fıtratlarının düzelmeyecek bir biçimde bozulmuş olduğunu kesinkes anlamıştı. Bunun üzerine bir karara varır, kararını uygulayabilmek için onların putlardan ve mabedlerden uzaklaştıkları bu bayram gününü bekleme e koyulur. İbrahim'in, onların bu sapıklıklarından duymuş olduğu sıkıntı artık dayanılmaz noktaya varmış, kalbini yormuş, artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Kendisini mabedden ayrılıp bayram şenliklerine katılmaya çağırdıkları zaman gözünü gökyüzüne çevirir ve ?"Ben hastayım" gezip eğlenceye çıkacak gücü kendimde bulamıyorum, oralara keyif ve eğlence arzusu içinde olup kalbinde sıkıntı ve keder olmayanlar gider. Oysa kendim rahat ve gönül huzur içinde değilim der. İbrahim, sıkıntı ve yorgunluğunu dile getirmek için böyle konuşmuştu. Onları kendileri ile baş başa bırakmak için bunları dile getirmişti, yoksa yalan söylemek için böyle konuşmamıştı. Bu söz, o günkü yaşamış olduğu gerçeklerin ta kendisi idi, çünkü sıkıntı, huzursuzluk insanı hasta eder.

Halk ise bu bayram günü adet, gelenek ve şenlikleriyle baş başa kalmak için acele ediyorlardı. İbrahim -selâm üzerine olsun- ne şikayeti olduğunu onlara anlatabilmesi için beklemediler. Aksine, geriye dönüp ondan uzaklaştılar. Kendi işlerine koyuldular. İşte bu, İbrahim'in beklediği fırsattı. İbrahim soydaşlarının düzmece ilahlarına doğru koşar. Putlarının önünde yiyeceklerinin en hoşu en tazesi vardı. İbrahim -selâm üzerine olsun- alay ederek onlara: "İbrahim de gizlice onların tanrılarına sokuldu: "Size sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz?" der. Doğal olarak putlar ona cevap vermezler. Alay ederek soruyu değiştirir, putlara, kinle: "Neyiniz var, konuşamıyor musunuz?" dedi. İnsanın aslını astarım bildiği, duyup konuşmadığından kesinlikle emin olduğu bir şeye hitap etmesi bilinen psikolojik bir durumdur. Asıl kızgınlık nedeni, düzmece ilahların gerisinden halkın tutumundan ve zayıf tasavvurlarından duyulan can sıkın-tısıdır. Bu soruya da putlar cevap vermezler. İşte bu noktada İbrahim, gizli kin yükünü söz halinde değil de, aksiyon olarak boşaltır: "Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle putlara kuvvetli bir darbe indirdi." Ve içini kin, keder ve sıkıntıdan yatıştırmış olur.

94- Bunun üzerine puta tapanlar koşarak İbrahim'in yanına geldiler.

95- İbrahim onlara "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

96- "Oysa sizi de, yaptığınız bu şeyleri de Allah yaratmıştır" dedi.

97- Puta tapanlar: "Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın" dediler.

98- İbrahim'e bir tuzak kurmak istediler, biz de onların tuzaklarını boşa çıkardık, onları alçalttık.

99- İbrahim dedi ki: "Ben Rabb'ime gidiyorum, O beni doğru yola iletecek. "

Halk eğlenceden dönmüş ve putların paramparça olmuş kırıntılarına rastlamıştır. İlahi ifadenin akışı burada, hikâyenin başka surede açıklandığı üzere, bu işi ilahlarına yapanın kim olduğunu sormaları ve sonunda bu cesur suçluyu ortaya çıkarmaları kısmına değinmiyor. Onların İbrahim ile yüz yüze gelmelerine geçiyor. "Bunun üzerine puta tapanlar koşarak İbrahim'in yanına geldiler." Haberi dinlerler, bu işi yapanın kim olduğunu anlarlar; koşar adımlarla üzerine giderler ve çevresini çabucak çevirirler. Onlar kızgın, heyecanlı büyük bir topluluk, İbrahim ise, bir tek kişidir... Fakat O, mü'min, inanmış bir tek kişi. Yolunu bilen bir kişi. İlahı hakkında açık tasavvurlu bir kişi... Akidesi kendince belli ve malum, onu kendi benliğinde özümlenmiş ve çevresindeki kâinatta onu görmüş bir kişi. İşte bu tek kişi o heyecanlı, azgın, akidesi bulanık tasavvuru çelişik olan bu çoğunluktan daha güçlüdür. Bundan dolayı Hz. İbrahim onların karşısına basit ve fıtri hak ile dikilmekte, onların çokluğuna, azgınlığına ve birbirlerine girerek üzerine gelmelerine hiç de aldırmamaktadır.

İbrahim onlara: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

Bu düşündüğünü yüzlerine dobra dobra vuran fıtrat mantığıdır. Gerçek ma'budun yaratıcı olması, yoksa yaratık olmaması gerekir.

"Oysa sizi de yaptığınız bu şeyleri de Allah yaratmıştır" dedi.

O, ma'bud olmaya lâyık yegâne yaratıcıdır. Bu mantık bu kadar açık ve yalın olmakla birlikte, İbrahim'in kavmi gafletlerine dalmış, O'nu dinlemiyorlar bile! -Zaten batıl,yalın olan hakkın sesine ne zaman kulak vermiştir ki-? İçlerindeki emredip yasaklayabilecek olanlar da en çirkin şekli ile azgınlıklarını sürdürüyorlar:

Puta tapanlar: "Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın" der. Zalimler apaçık güçlü hak söz karşısında sıkıştıklarında ve delil dayanaktan yoksun olduklarında bu mantıktan başkasını, ateş ve demir mantığından başkasını tanımazlar. Onların bu sözlerinden sonra ilahi ifadeler, Allah'ın samimi kullarına vaadi ve düşmanlarına tehdidini gerçekleştiren akıbeti sergile-. meye geçiyor :

"İbrahim'e bir tuzak kurmak istediler, biz de onların tuzaklarını boşa çıkardık, onları alçalttık."

Allah dilerse, kulların tuzakları neye yarar? Allah samimi kullarını kendi himayesine alınca, zayıf, çelimsiz olan azgınların, böbürlenenlerin, otorite sahiplerinin ve buralara yardım eden kibirli yardımcılarının,ellerinden ne gelir ki?

İSMAİL VE KURBAN

Bundan sonra İbrahim'in hikâyesinin ikinci bölümü gelmekte... Artık babası ve kavmi ile işi bitmiştir. Onu alevli ateş dedikleri ateşe atarak öldürmek isterler. Yüce Allah ise -aksine- onların kaybeden taraf olmalarını diler ve onu onların hilelerinden kurtarır.

İbrahim işte o anda, hayatından bir bölümü geride bırakır. Ve yeni bir merhaleyi kucaklayıp bir sayfayı kapatıp yeni bir sayfa açar.

"İbrahim dedi ki: Ben Rabb'ime gidiyorum, O beni doğru yola iletecek.

İşte böyle... Ben Rabb'ime gidiyorum. Bu bir hicrettir. Yer ve mekân hicretinden önce, bir iç alemi hicretidir. Bir hicret ki, bununla İbrahim hayatının tüm geçmişini terk edip bırakmaktadır. Babasını, kavmini, ailesini, evini, vatanını, kendini şu toprağa bağlayan her şeyi ve bütün şu insanları bırakmaktadır. Kendini engelleyen, kafasını meşgul eden, her şeyi arkasında bırakmakta, her şeyden sıyrılarak, her şeyi geride bırakarak Rabb'ine hicret etmektedir. Benliğinden hiçbir şeyi geri bırakmadan her şeyi ile, bütün benliği ile Rabb'ine teslim olmaktadır. Rabb'inin kendisine yol göstereceğinden kesinlikle emindir.

Bu bir hicrettir... Bir halden diğerine, bir durumdan ötekine, bu benliğinde başka bağların ortak olmadığı yalnız bir bağa hicrettir. Bu "soyutlanmanın, samimiyetin, teslimiyetin, iç huzurun ve kesin bir imanın" ifadesidir.

100- Rabb'im bana iyilerden olacak bir çocuk ver.

101- Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjde/edik.

102- Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince ona; "Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin? Çocuk; "Babacığım sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın " dedi.

103- İkisi de Allah'a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca.

Hz. İbrahim şu ana kadar gerçekten bitip tükenmez bir yalnızlık içinde idi. Akrabalık, arkadaşlık ve tanışıklık bağlarını geride bırakıyordu. Hayatının geçmişinde alıştığı her şeyi, üzerinde büyüdüğü şu toprağa kendisini bağlayan her şeyi, o toprak üstünde yaşayan ve kendisini ateşe atan kavmi ile yol ayrımına geldiği şu toprağa kendisini bağlayan her şeyi geride bırakıyordu. Kendisine gittiğini açıkladığı Rabb'ine yöneliyordu. O'na yöneliyordu, O'ndan imanlı bir nesil, iyi bir evlat dilemek için O'na yöneliyordu.

"Rabb'im bana iyilerden olacak bir çocuk ver."

Yüce Allah, her şeyi geride bırakıp her şeyden soyutlanan ve temiz bir kalp

ile kendisine gelen salih kulunun duasını kabul eder.

"Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik."

Sözün gelişi ve surenin akışına göre bu oğul İsmail'dir. Rabb'inin kendisini "oğul" diye nitelediği İsmail'in uysallığının örneklerini ileride göreceğiz. Şimdi biz zihnimizde yapayalnız, bir başına bütün yakınlarından ve ailesinden kopmuş ve hicret etmiş olan İbrahim'in sevincini canlandıralım. Rabb'inin "uysal" diye nitelediği bu "oğul" müjdesi ile ne kadar sevindiğini bir düşünelim.

Şimdi İbrahim'in hayatında yer alan eşsiz, büyük ve değerli bir tutuma göz atmamızın zamanı gelmiştir. Hatta bu tutum bütün insanlık hayatında eşsiz ve benzersiz bir tutumdur. Şu an, Kur'an'daki anlatılan hikâyenin eşsiz ifadesi ile, yüce Allah'ın müslüman ümmete vahy ettiği ve gözlerimizin önünde sergilediği, babaları İbrahim'in "örnek tutumu"nu öğrenmemizin zamanıdır.

"Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince İbrahim ona; `Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin?' Çocuk; `Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın' dedi."

Aman Allah'ım! Bu ne hoş bir iman, itaat ve teslimiyettir! Bu, ailesinden ve yakınlarından kopmuş, toprak ve vatanından hicret etmiş bu yaşlı İbrahim, işte bu kişiye ihtiyarlığında kendisine bir oğul veriliyor. Uzun zamandır ümitle beklemişti onun gelmesini. Bu çocuk dünyaya gelince, Rabb'inin "uysal" diye nitelediği meziyete sahip bir "oğul" olarak dünyaya geliyor. İşte İbrahim'i izliyoruz.

Tam oğluna alıştığında ve oğlu çocukluktan kurtulup da onunla birlikte koşma çağına eriştiğinde ve yaşantısında ona eşlik edebilecek çağa geldiğinde... Evet İbrahim ona tam alışıp bu biricik çocukla huzur bulduğu anda rüyasında oğlunu boğazladığını görür. Bu rüyanın Rabb'inden oğlunu kurban etmesi için bir işaret olduğunu anlar. Niçin? Tereddüt etmez. Aklına itaat ve teslimiyetten başka bir şey gelmez? Evet bu bir işarettir. Sadece bir işaret... Açık bir vahy değil, direkt bir emir de değil. Ancak Rabb'inden bir işaret... İşte bu yeter. Uymak ve boyun eğmek için bu yeterli. İtiraz etmeden, "Ya Rab! Biricik çocuğumu niçin boğazlayayım" diye Rabb'ine sormadan itaat için bu yeterli. Fakat İbrahim bu isteğe can sıkıntısı içinde uymuyor. Sabırsızlık göstererek teslim olmuyor. Gönül huzursuzluğu içinde boyun eğmiyor. Asla! Tutumunda görülen kabul, hoşnutluk, iç huzuru ve sükûnettir. Bütün bunlar, korkunç durumu acaip bir iç huzuru ve sükûnetle oğluna açtığı sözlerinde görülüyor.

"Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin?"

Bu sözler sinirlerine hakim, yüzyüze geldiği emrin hak olduğundan emin, görevini yaptığına güvenen bir insanın sözleridir. Aynı zamanda bu sözler, karşılaştığı emir kendini korkutup da, acele ve telaşla bir an önce ondan kurtulmaya ve işi bitirmeye çalışan ve işin sinirlerinin üzerindeki baskısını atıp rahata ermeye çabalayan bir kimsenin sözleri değildir.

Durum gerçekten zordur. -Bunda hiç şüphe yoktur- Kendisinden biricik oğlunu savaşa göndermesi istenmiyor. Ondan oğlunun hayatına mal olacak bir şeyi oğluna emretmesi de istenmiyor. Ondan bu işi bizzat kendisinin yapması isteniyor. Bizzat neyi yapacak? Oğlunu boğazlayacak. O -bununla birlikte- emri bu şekilde karşılamakta, oğluna bu teklifi götürmekte, oğlundan kendi durumunu iyice düşünmesini ve bu konuda görüşünü bildirmesini istemektedir.

İbrahim Rabb'inin işaretini yerine getirmek için oğlunu aldatmaya başvurmuyor. Aksine, oğluna bu emri alışılmış bir emir gibi sunuyor. Zaten bu emir, İbrahim e göre diğer emirler gibidir. Rabb'i istiyor... Rabb'inin istediği olsun. Baş ve göz üstüne... Oğlu bunu bilmeli. Emri zorla ve mecbur ederek değil itaat ve teslimiyet içinde kabullenmeli. Böylece o da, itaatin karşılığını elde etmeli, o da teslim olmalı ve teslimiyetin tadını tatmalı. İbrahim, kendisinin tatmış olduğu itaatin tadını oğlu da tatsın istiyor. Kendisinin görmüş olduğu hayrı, dünya hayatından daha baki ve daha kazançlı olan hayrı o da elde etsin istiyor. Babasının görmüş olduğu rüyayı tasdik etmek için boğazlanma teklif edilen çocuk ne durumdadır? Oğul, kendisinden önce babasının yükseldiği ufka yükselmekte. "Çocuk. Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın' dedi." Oğul, emri sadece itaat ve teslimiyetle kabullenmekle kalmıyor, fakat bunun yanında hoşnutluk ve kesin bir inançla karşılıyor. "Babacığım" bu sözde sevgi ve yakınlık var... "Boğazlanma" durumu, onu huzursuz etmiyor; korkutmuyor ve doğru yolu kaybetmesine yol açmıyor. Hatta terbiye ve sevgisini bile sarsmıyor. "Sana emredileni yap." Babasının kalbinin hissettiklerini o daha önceden hissediyor. Rüyanın işaret olduğunu hissediyor. Bu işaretin de bir emir olduğunun farkında. Bu kadarı tereddütsüz, hileye sapmadan ve şüpheye düşmeden emri yerine getirmek ve emre uymak için yeterli. Sonra bu söz Allah'a karşı edebtir. Bu, kendi gücünün sınırını ve dayanma gücünün hududunu bilmektir. Bu güçsüzlüğüne karşı Rabb'inden yardım dilemektir. Ve kurban olurken; itaat ederken bu gücü asıl verenin Allah olduğunu bilmektir. "İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın dedi." Oğul, kahramanlık, cesaret gösterisiné kalkışmamış, umursamaksızın tehlikeye atılmamıştır. Kendi şahsında ne gölge ne hacim ne de bir ağırlık görmemiştir. Bütün yaptığı, kendisinden yüce Allah'ın dilemiş olduğu şeylere, Allah'dan yardım görmüşse ve ona sabır gücü vermişse bütün üstünlüğü Allah'a bağlamaktır. "İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." Allah'a karşı ne güzel bir edeptir bu! Ne hoş bir iman, ne şerefli bir itaat ve ne büyük bir teslimiyettir bu!

İlahi sahne burada söz ve diyalogtan sonra bir adım daha atmaktadır. Emrin uygulanması adımını atmaktadır.

İkisi de Allah'a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca:

Bir kez daha, insanoğlunun adet edindiği şeylerin arkasından itaatin şerefi, imanın büyüklüğü, hoşnutluğun iç huzuru yükselmekte. Baba gidiyor, oğlunu şakağı üzerine yatırıp hazırlıyor, oğul teslim olmuş, yüz çevirmiş olmamak için kıpırdamıyor. Durumları apaçık ortaya çıkıyor. İkisi birden teslim olmuşlar. İşte "İslam" budur. İslamın aslı budur. Güven, boyun eğme, iç huzur, hoşnutluk, teslimiyet, uygulama... İkisinin birden içlerinde sadece bu duygular var. Ancak büyük imanın doğurduğu bu duygular.

Bu, cesaret ve kahramanlık değil. Atılganlık ve cüret değil. Savaş meydanında mücahit atılganlık yapabilir, ölürler ve öldürülürler. Bir fedai artık dönmeyeceğini bile bile atılganlık yapabilir. Fakat bütün bunlar başka, İbrahim ile İsmail'in burada yaptıkları şey başkadır. Ortada ne akan kan vardır, ne itici kahramanlık ve ne de geri dönme ve acizlik korkusu. Gizli olan acele ile atılganlık vardır. Bu ancak bilinçli, şuurlu, yönelen, arzu eden, ne yaptığını bilen, olup bitene karşı iç huzuru taşıyan bir teslimiyettir. Hayır, hayır! Aksine ortada, sakin bir hoşnutluk, tadı müjdelenmiş bir itaat ve onun hoş lezzeti vardır.

İşte burada İbrahim ve İsmail görevlerini yerine getirmişlerdi. Emir ve teklifi uygulamışlardı. Artık geriye, İbrahim'in İsmail'i boğazlaması, kanını akıtması ve canını alması kalmıştı. Bu da yüce Allah'ın ölçüsünde hiçbir şey ifade etmezdi. İbrahim ve İsmail o ölçüye Rabb'lerinin kendilerinden istemiş olduğu bütün ruhlarını, azimlerini ve duygularını koyduktan sonra bunun bir değeri yoktu.

İmtihan bitmişti. Gerçekleşmişti. Sonuçları ortaya çıkmıştı. Hedefleri gerçekleşmişti. Geriye sadece bedensel bir acı eksik kalmıştı. Sadece kan akmamıştı. Kesilmiş bir ceset yoktu. Allah'ın imtihan etmekteki hedefi insanların canını yakmak değildi. Onların kanlarından ve cesetlerinden bir beklentisi yoktu. Kullar Allah'a samimi olduklarında, bütün benlikleri ile görevlerini yapmaya hazır olduklarında o görevi yerine getirmiş olurlar. Teklifi gerçekleştirmiş olurlar ve imtihanları başarı ile vermiş olurlar.

Yüce Allah İbrahim ve İsmail'in doğruluklarını bilmişti. Böylece onları görevlerini yapmış, gerçekleştirmiş ve doğru olmuş saydı.

104- Biz ona "Ey İbrahim " diye seslendik.

105- Sen rüyayı doğruladın; biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

106- Gerçekten bu apaçık bir imtihan idi.

107- Ona fidye olarak büyük bir kurban verdik.

Rüyana sadakat gösterdin ve onu eylem halinde gerçekleştirdin. Yüce Allah'ın istemiş olduğu, ancak boyun eğmek ve kendisine samimi bağlılıktır. Ancak bunun, gönülde Allah'dan başkasına yer olmayacak şekilde olması, onun emrinden başkasına değer verilmemesi ve O'ndan başkasına sevgi beslenmemesi şeklinde olması istenir. Söz konusu insanın ciğerparesi oğlu, canı ve hayatı da olsa... Ve sen -ey İbrahim- bunu yaptın. Her şeyi ve en değerli varlığını cömertçe verdin. Ve onu hoşnutluk içinde, sükûnetle, gönül huzuru içinde ve kesin bir imanla cömertçe sundun. Geriye et ve kandan başka bir şey kalmadı. Bunun yerine kurbanlık geçerlidir. Yani et ve kandan ibaret olan kurbanlık bunun yerine geçer. Yüce Allah teslim olan ve görevini yerine getiren bu nefsi kurtarır. Evet bunu büyük bir kurbanlıkla kurtarır. Derler ki: "Bu kurbanlık bir koçtu. İbrahim onu Rabb'inin iradesi ve yaratması ile İsmail'in yerine bedel olarak kesmek için hazır halde bulmuştu." İbrahim'e şöyle denilir: "Sen rüyayı doğruladın; biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız." Onları böyle bir imtihana sokarak mükafatlandırırız. Onları, kalplerini yönlendirerek ve vefakârlık seviyesine çıkararak mükafatlandırırız. Onlara, görevlerini yerine getirirken sabır, güç vererek ödüllendiririz. Böylece onları, hakettikleri ödüllerle ödüllendiririz.

Böylece imanın gerçek yüzü, itaatin güzelliği ve teslimiyetin büyüklüğü için bir meşale olarak yükselen bu büyük olayın anısı olmak üzere, kurban kesme geleneği devam etmektedir. İslam toplumu, bu olayı inceleyip dinine uymuş oldukları, soyuna ve inanç sistemine mirasçı oldukları babaları İbrahim'in gerçek kimliğini tanır. Akidenin üzerinde durduğu veya dayandığı asıl karakterini kavrar... Akidenin asıl karakterinin, hoşnutluk içinde güvenle ve O'nun çağrısına uyarak Rabb'ine "Niçin?" diye sormadan, O'ndan ilk işaret ve ilk emir gelir gelmez O'nun iradesini gerçekleştirmede hiç tereddüt etmeden nefsinde kendine hiçbir pay çıkarmadan, Rabb'ine sunacağı şeyin "metod ve şekli"nin seçimini kendi yapmaksızın, Rabb'i kendisine nasıl sunulmasını istiyorsa, öyle davranarak "Allah'ın takdirine teslimiyet" olduğunu öğrenir... Sonra İslam toplumu, bu olayı inceleyerek, Rabb'lerinin "imtihan"la kendilerine azap vermek ve "bela" ile canlarını yakmak istemediğini, O'nun asıl hedefinin kendisine boyun eğerek, çağrısına uyarak, ahdine vefa göstererek ve görevini yaparak, O'nun huzurunda ne ileri giderek ne de gevşek davranarak "teslimiyet içinde huzuruna gelmek" olduğunu öğrenir... Onların bu konudaki samimiyetleri belli olunca, canlarını feda etmekten ve acı çekmeden bağışlayacağını, sözlerini yerine getirmiş, görevlerini yapmış kabul edeceğini, yaptıklarını kabul edeceğini öğrenirler... Kendi yerlerine bedel kabul edip, canlarını kurtaracağın, babaları İbrahim'e ikram ettiği gibi onlara da ikram edeceğini öğrenirler.

108- Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.

109- "İbrahim'e selâm olsun. "

110- İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

111- Çünkü o bizim mü'min kullarımızdandı.

İbrahim nesiller ve asırlar boyu anılmaktadır. O bir ümmettir. O peygamber babasıdır. O, şu müslüman milletin babasıdır. Bu müslüman millet, O'nun dinine mirasçıdır. Yüce Allah bu millet için ve onların üzerine İbrahim'in dini üzere insanlığın yönetimini farz kılmıştır. Ve bu yönetimi, kıyamete kadar İbrahim'in çocuklarına ve soyuna yüklemiştir.

"İbrahim'e selâm olsun."

Rabb'inden selâm ona... Rabb'inin ebedi Kitab'ında yazılı ve büyük varlığın her köşesine nakşedilen selâm ona...

"İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız."

Böylece onları, bela ve vefa ile, anılmakla ve selâmla ve ikram ile ödüllendiririz.

"Çünkü o bizim mü'min kullarımızdandı."

Bu, imanın karşılığıdır, öbürü ise açık bir imtihanla ortaya çıkan "aslı"dır. Sonra Rabb'i, İbrahim'e ihtiyarlık çağında İshak'ı bahşederek bir kez daha fazlı ve nimeti ile tecelli ediyor. Ona da İshak'a da hayır ve bereket veriyor... Ve İshak'ı salih peygamberler kafilesine katıyor...

112- Biz ona iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik.

113- Kendisini ve İshak'ı kutlu ve bereketli kıldık. Her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, açıkça kendisine zulmeden de olacaktır.

Bunların arkasından arka arkaya nesilleri gelir. Fakat bu nesillerin onlara varis olması kan ve nesep varisliği değil, ancak din ve inanç sistemi varisliğidir. Uyup tabii olan iyi hareket etmiş, uymayıp yüz çeviren ve dönen zalim olmuştur, kendisine ne yakın ne de uzak nesebi yarar sağlamaz.

"Her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi açıkça kendisine zulmeden de olacaktır."

MUSA VE HARUN'A SELÂM

114- Andolsun Musa'ya ve Harun'a da lütuflarda bulunduk.

115- Onları ve kavimlerini büyük sıkıntılardan kurtardık.

116- Onlara yardım ettik de üstün geldiler.

117- Onlara, apaçık anlaşılan bir Kitap vermiştik.

118- Ve onları doğru yola ilettik.

119- Sonra gelenler arasında onlara iyi bir ün bıraktık.

120- Musa'ya ve Harun'a bizden selâm olsun.

121- İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

122- Çünkü onların ikisi de bizim mü'min kullarımızdı.

Musa ve Harun'un hikâyelerinden bu kısa kesit, yüce Allah'ın onlara yapmış olduğu iyilikleri ön plana çıkarıp vurgulamaktadır. Bu iyilikler yüce Allah'ın kendilerini seçip tercih etmesi, kendilerini ve kavimlerini ayrıntılarını başka surelerin hikâyelerinin açıkladığı "büyük sıkıntı"dan kurtarmasıdır. Kendilerine cellatları Firavun ve kodamanlarına karşı yardım etmesi ve zafer nasip etmesidir. Bu iyilik kendilerine apaçık bir Kitap vermesi ve onları doğru yola, yüce Allah'ın mü'minleri ilettiği doğru yola iletmesidir. Ve nihayet bu iyilikler, yüce Allah'ın onların gelecek nesillerin ve son çağların dilinde anılmalarını sağlamaktır. Bu kısa kesit, yüce Allah'dan Musa ve Harun'a "selâm" ile son bulmakta ve bunu iyilik yapanların elde edecekleri ödülün cinsi ile mü'minlerin ikram görmesine neden olan imanın değerini vurgulamak için bu surede tekrarlanan final cümlesi izlemektedir.

İLYAS'A SELÂM OLSUN

Bu kısa kesiti, Hz. İlyas'a dair benzeri bir kısa kesit izlemektedir. Hz. İlyas'ın Kitab-ı Mukaddes'in eski ahid bölümünde anılan "İlya" adı ile bir peygamber olduğu ağır basmaktadır. İlyas, Suriye'de "Beal'e" adında puta tapan bir topluluğa gönderilmişti. Bugün "Balebek" şehri bu tapınmanın izlerini hala taşımaktadır.

123- İlyas da peygamberlerdendir.

124- Kavmine demişti ki; "Allah'ın azabından korkmaz mısınız?"

125- "Yaratanların en güzeli olan Allah'ı bırakıp da Beal'e putuna mı tapıyorsunuz?"

126- "Sizin ve babalarınızın Rabb'i olan Allah'ı terk mi ediyorsunuz?"

127- Onu yalanladılar, bunun üzerine hepsi cehenneme götürülecekler.

128- Yalnız Allah'a gönülden bağlı kulları bunun dışındadır.

129- Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.

130- İlyas'a selâm olsun. ·

131- İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.

132- Çünkü O bizim mü'min kullarımızdandı.

İlyas kavmini "Tevhid"e çağırmıştı. Onların kendilerinin ve daha önce geçmiş babalarının Rabbi olan "En güzel yaratıcı"yı bırakıp da, "Beal"e tapmalarını çirkin karşılamıştı. Nitekim İlyas'dan önce, İbrahim de kendi babasının ve kavminin putlara tapmalarını çirkin görmüşlerdi. Fakat sonuç; onların İlyas'ı yalanlamaları şeklinde idi. Yüce Allah yemin etmekte ve onların zorla getirileceklerini ve yalanlayanlara verilecek karşılığı göreceklerini kesinlikle ifade etmektedir. Bu kötü akıbetten ancak iman edenlerin ve yüce Allah'ın kulları arasından seçmiş olduğu kimselerin kurtulacağını belirtmektedir.

İlyas'a dair bu kısa kesit, bu surede tekrarlanması hedeflenen sonuç cümlesi ile bitiyor; yüce Allah, bununla İlyas'dàn önce peygamberlerine "selâm" ile ikram ettiğini, iyi hareket edenleri ödüllendirdiğini ve inananların imanının değerini vurgulamaktadır. İlyas'ın hikâyesi, böyle bir kısa kesitte ilk kez yer almaktadır. Burada bir an durup ayette "İlyas'a selâm" ifadesindeki teknik yönü tanıyalım. Burada ayetlerin fasılası (ayet sonlarındaki kafiye benzeri ses uyumu) ve bu fasılanın, "İlyas" adı geçtikten sonra, Kur'an'ın metoduna uygun olarak "İlyas'ın' şeklinde getirilerek, müzikal etkisi hedeflenmiştir. Çünkü

Kur'an'a göre ifadenin etkisi birbirine ahenkli olmalıdır. Sonra Lût'un hikâyesinden bir kesit gelmekte... Lût'un hikâyesi başka yerlerde İbrahim'in hikâyesini izler:

133- Lût da gönderilen peygamberlerdendi.

134- Onu ve ailesini kurtardık.

135- Yalnız azaba uğrayanlar arasında kalan ihtiyar bir kadın hariç.

136- Sonra diğerlerini yok etmiştik.

137 Ey insanlar! Sabahleyin onların yanından geçip gidiyorsunuz.

138- Ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?

Bu kısa kesit, Nuh'un hikâyesine dair kısa kesite benzemektedir. Bu kısa kesit, Lût'un peygamberliğine işaret etmektedir. Lût'un hanımı dışında yakınları ile birlikte kurtulmasını, sapık olan yalanlayıcıların yok olmalarını ifade etmektedir. Ve bu kısa kesit, Lût kavminin yaşadığı yerlerden sabah akşam geçip de uyumakta olan kalbi uyanmayan, o ıssız diyarın sesine kulak vermeyen ve onların hazin akıbeti bizlerin de başına gelir" diye korkmayan Araplar'ın kalbine bir dokunuş ile son bulmaktadır.

HZ. YUNUS

139- Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.

140- Dolu bir gemiye kaçmıştı.

141- Gemide olanlar arasında kura çekilmişti de yenilenlerden olmuştu, bu sebepten denize atılmıştı. ·

142- Yunus kendini kınarken, balık onu yutmuştu.

143- Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı. ·

144- İnsanlar yeniden dirileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.

145- Biz de onu halsiz bir durumda ağaçsız çıplak bir yere attık.

146- Üzerine gölge yapması için geniş yapraklı bitki yetiştirdik. ·

147- Ve onu yüzbin insan ya da daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.

148- İnandılar, biz de onları belli bir süreye kadar geçindirdik.

Kur'an'da Yunus'un kavminin nerede yaşadığı belirtilmiyor. Fakat anlaşılan; deniz kıyısına yakın bir yerde yaşamaktaydı. Rivayete göre; kavminin yalanlamasından üzülmüş ve canı sıkılmıştı. Onları yakında gelecek olan bir ceza ile korkutmuş ve hiddet içinde kaçarak aralarından ayrılmıştı. Kızgınlığı Yunus'u deniz kenarına götürmüş, orada dolu bir gemiye binmişti. Denize açıldıklarında, dalga ve rüzgârlar, gemiye hücum etmiş ve gemi batma tehlikesi göstermişti. Bunun anlamı, onlara göre, yolcular arasında, işlemiş olduğu günahtan dolayı Allah'ın gazabına uğramış birinin varolması anlamına geliyordu. Geminin batmaktan kurtulması için, o günahkârın denize atılması gerekirdi. Gemiden atılacak kişiyi belirlemek için kura çekerler. Kura Yunus'a çıkar. Yunus onların arasında iyi birisi olarak tanınıyordu. Fakat kura ona çıkmıştı. Bunun için gemidekiler onu denize atarlar. Veyahut Yunus kendisini denize atar. Ve hemen bir balık kendisini yutar. Yunus kınanmayı haketmişti. Çünkü O, Allah'ın kendisine vermiş olduğu görevden çekilmişti. Allah kendisine izin vermeden, öfkeli olarak kavmini bırakmış, aralarından ayrılmıştı. Balığın karnında sıkışınca, Allah'ı tesbih eder, O'ndan bağışlanmasını diler ve kendisinin "zalimlerden olduğu"nu hatırlar. Ve "Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben haksızlık edenlerden oldum" (Enbiya Suresi, 87) der. Cenab-ı Hak onun duasını işitir ve kabul eder. Bunun üzerine balık onu ağzından çıkarır. "Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı. İnsanlar yeniden dirileceği güne kadar balığın karnında kalırdı." Yunus, balığın karnından hasta ve çıplak olarak denizin sahiline çıkar. "Üzerine gölge yapması için geniş yapraklı bitki yetiştirdik." Bu bitki kabaktır. Bu kabak geniş yaprakları ile Yunus'u gölgeliyor ve O'na yaklaşan sineklere engel oluyordu. Söylendiğine göre sinekler bu bitkiye yaklaşmazmış. Bu olay, yüce Allah'ın tedbir ve lütfunun eseri idi. Yunus sağlığına kavuşunca, yüce Allah, O'nu öfke ile terk ettiği kavmine tekrar gönderir. Onlar, Yunus'un korkutmuş olduğu o cezadan onun arkasından korkmuşlar, iman etmişler, bağış dilemişler. Allah'dan af dilemişlerdi. Yüce Allah da onları işitmiş ve onlara yalanlayanlara vermiş olduğu cezayı vermemişti. "İnandılar, biz de onları belli bir süreye kadar geçindirdik." Ona inananlar yüzbinden çoklardı az değillerdi. Top yekün iman etmişlerdi.

Daha önce geçen hikâyeler iman etmeyenlerin akıbetini açıklarken bu kısa kesit, burada iman edenlerin akıbetini açıklamaktadır. Böylece Hz. Muhammed'in kavmi iki akıbetten hangisini diliyorlarsa onu tercih etsinler diye...

Böylece surenin ikinci bölümü de, Nuh'dan bu yana tarih boyu gerek mü'min ve gerek mü'min olmayan korkutulanlara geniş bir gezintiden sonra son bulur.

Bu surenin ikinci kesiminde yer alan hikâyeler ve bunların kapsamış olduğu "Allah ile kulları arasındaki bağ"ın gerçek yüzü ve bu gerçeğe göre Allah'dan başkasına tapanları veya yarattıklarından bazılarını kendisine şirk koşanları cezalandırması... İşte bunların ışığı altında, bu surede yer alan birinci dersin de içermiş olduğu aynı gerçeğin ışığı altında... Surenin bu son bölümünde, Resulullah'dan, uydurdukları meleklerin Allah'ın kızı olduğu safsatasını, Allah ile cinler arasında akrabalık olduğu düzmecesini tartışması istenmektedir. Ve kendilerine, peygamberlik gelmezden önce ve "eğer bir peygamber gelirse, hidayete ermeye hazır oldukları" şeklindeki sözleri ile karşılarına geçmesini ve kendilerine bir peygamber gelince niçin inkâr ettiklerini sormasını istemektedir. Ve sure, Allah'ın elçilerine "Asıl galip geleceklerin" kendileri olduğunu ve Allah'ın onların niteledikleri sıfatlardan yüce o1duğunu ifade ile ve alemlerin Rabb'i olan Allah'a hamd ile son bulmaktadır.

149- Ey Muhammed! Putperestlere sor bakalım kızlar Rabb'inin de erkekler onların mı?

150- Yoksa biz melekleri kız olarak yaratırken onlar yanında mıydı?

I51- Dikkat edin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki:

152- ".Allah doğurdu" onlar elbette yalancıdırlar.

l53- Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş?

154- Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz?

155- Hiç mi düşünmüyorsunuz?

156- Yoksa sizin açık deliliniz mi var?

157- Eğer doğru iseniz kitabınızı getirin.

Yüce Allah onların masallarını her yönünden kuşatma altına almakta, kendileri ile kendi mantıkları ve yaşamış oldukları toplumun mantığı ile mücadele etmektedir. Kendileri oğulları kızlara tercih ederler, bir kimsenin çocuğunun kız olarak dünyaya gelmesini bela sayarlar, kızları erkek çocuklardan daha aşağı bir yaratık kabul ederlerdi. Sonra onlar, meleklerin dişi olduğunu ve Allah'ın kızları olduklarını iddia edenler yine onlardı.

Burada yüce Allah onların mantığına uygun olarak onların karşısına geçmekte ve onları kendi mantıkları ile susturmakta, hatta aralarında yaygın olan ölçülerine göre bile tutarsız ve saçma olduğunu onlara göstermektedir.

"Ey Muhammed! Putperestlere sor bakalım, kızlar Rabb'inin de, erkekler onların mı?"

Eğer onların ileri sürdükleri gibi kızlar daha düşük bir mertebede ise, kızları Rabb'lerine veriyorlar ve kendilerine oğulları mı alıkoyuyorlar? Veya Allah kızları tercih etmekte ve oğulları onlara mı bırakmaktadır? Birinci de ikinci de tutarlı değildir. Şimdi bu sakat ve tutarsız görüşü sor onlara. Ve yine sor onlara, bütün masalları... Meleklerin dişi olduklarını nereden biliyorlar. Melekler yaratıldıkları zaman onlar da mevcutlardı da onların cinsiyetlerini oradan mı öğrenmişler? "Yoksa biz melekleri kız olarak yaratırken onlar yanında mıydı?" Ve yüce Allah, kendisine yalan ve iftira atarak söyledikleri sözü sergiliyor. "Dikkat edin onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki: "Allah doğurdu' onlar elbette yalancıdırlar." Onlar "Oğlanların kızlara tercih edilmesi" şeklinde yaygın olan adetleri ve mantıklarına göre bile yalancıdırlar. Peki o halde Allah neden kızları oğlanlara tercih etsin? "Allah, kızları oğlanlara tercih mi etmiş?" Ve yüce Allah onların kendi mantıklarını unutarak verdikleri hükmün tuhaflığını ortaya koymakta ve "Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" buyurmaktadır. Bu zanna dayanan hükmünüze delil ve dayanağı nereden elde ettiniz? "Yoksa sizin açık deliliniz mi var? Eğer doğru iseniz kitabınızı getirin." Öteki masal, yüce Allah ile cinlerin arasında akrabalık olduğu düzmece ise:

158- Allah'la cinler arasında soy bağı uydurdular. Andolsun cinler de, kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilir.

159- Naşa, Allah, onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir.

160- .4llah'a gönülden bağlı kullar, bunların dışındadır.

Cahiliye Arapları, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını söylüyorlar ve onları Allah'ın çocukları olarak cinlerin doğurduğuna inanıyorlardı. Bu hısımlık ve akrabalıktı. Oysa cinler, kendilerinin Allah'ın yaratıklarından biri olduklarını ve kıyamet günü Allah'ın izni ile huzuruna çıkarılacaklarını biliyorlardı. O halde akrabalık ve hısımlık muamelesi böyle olmazdı.

Burada, yüce Allah kendi zatını bu tutarsız iftiradan uzak kılmaktadır. "Haşa, Allah onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir." Yüce Allah azap için zorla getirilecek olan cinler zümresinden, mü'min olanlarını ayırmaktadır. Çünkü cinlerin arasında inananlar vardır.

Sonra ilahi sözler, müşriklere, onların taptıkları düzmece ilahlara ve taşıdıkları bozuk inançlarına yönelmekte ve ifade tarzından ortaya çıktığı gibi, onlara bu hitap meleklerden yöneltilmektedir.

161- Ey inkârcılar! Ne siz ne de taptıklarınız.

162- Kimseyi Allah'a karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız.

163- Ancak cehenneme girecek olanları kandırırsınız.

164- Melekler: "Bizim içimizden herkesin belli makamı vardır. "

165- "Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız. "

166-"Allah'ı tesbih edenleriz. "

Yani siz ve taptıklarınız, Allah'a karşı kullarının aklını çelemez, cehenneme girmesi takdir olunan cehennemliklerden sayılanlar hariç, kimseyi saptıramazsınız. Sizler, mü'min olarak yaratılmış ve boyun eğenler zümresinden olan bir kalbi saptıramazsınız. Cehennemin bilinen türden bir yakıtı vardır. O "yakıt''ın fitneye düşmeye ve fitnecilere kulak vermeye uygun bir mizacı vardır.

Melekler o masala şöyle cevap verir: İçlerinden her birinin daha ilerisine geçemeyeceği bir makamı vardır. Kendileri Allah'ın kullarından olup Allah'a itaatle görevlidirler. Namaz için saf saf dizilip Allah'a hamd ile tesbih etmektedirler. Her biri yine bir derecededirler. Ve hadlerini aşmazlar. Allah yine O Allah'dır.

İfadenin akışı bundan sonra, bu masalları öne süren müşriklerden söz etmeye başlar. Onların vaad ve sözlerini yüzlerine vurur. "İbrahim ve ondan sonra gelenlerden, öncekilerden bizim de yanımızda bir zikir olsaydı, bizler de imandan bir hayli derece elde eder ve o imanımız sayesinde Allah bizi seçer ve tercih ederdi" demişlerdi.

167- Putperestler şöyle diyorlardı.

168- Eğer yanımızda evvelkilere gelen bir uyarı kitabı olsaydı.

169- Elbette biz Allah'ın temiz kulları olurduk. ·

170- Ancak o uyarıyı inkâr ettiler, yakında inkârlarının sonucunu bileceklerdir.

Nihayet kendilerine kitap gelince hem de şu yeryüzüne inen kitapların en büyüğü inince, daha önce söylemiş oldukları sözlere sahip çıkmadılar. "İnkârlarının akıbetini ileride bilecekler" sözündeki gizli tehdit, temenni etmelerinden ve verdikleri sözden sonra inkârlarına uygundur. Bu tehdit münasebeti ile, yüce Allah peygamberlerine zafer ve galibiyet müjdesi vermektedir:

171- Andolsun ki, peygamber kullarımıza şu sözleri vermişizdir.

172-Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.

173- Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.

Verilen bu ilahi vaad gerçekleşmiş ve yüce Allah'ın sözü üstün gelmiştir. Tüm engellere, yalanlayanların olanca yalanlamalarına rağmen, akide yeryüzüne kök salmıştır. Kâfir ve müşriklerin inançları yeryüzünden silinmiş, galibiyet ve üstünlükleri gitmiştir. Peygamberlerin getirmiş oldukları inanç sistemi ayakta kalmış ve bu sistem, insanların gönül ve kalplerini ele geçirmiş, onların düşünce ve zihinlerine şekil verir olmuştur. Ve halâ her türlü engele rağmen, yeryüzünde insanoğluna egemen olan inanç sistemleri içinde bu ilahi sistem en üstünü ve en kalıcı olanıdır. Peygamberlerin getirmiş olduğu ilahi inanç sistemi (akaid)in ortadan kaldırmak ve başka fikir ve felsefeyi üstün kılmak girişimlerinin tümü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evet bu girişimler hatta doğduğu yerde bile yapılmaya fırsat bulamadan başarısızlığa uğramıştır. Yüce Allah'ın peygamberlerine vermiş olduğu söz gerçekleşmiştir. Onlar galip gelmişler ve yüce Allah'ın ordusu üstün olmuştur.

Bu söylediklerimiz, genel olarak, tüm yeryüzünde ve bütün çağlarda ortaya çıkan manzara ve kaidedir.

Ve bu, Allah'a yapılan çağrılarda; gönül erleri o çağrıda samimi olurlar ve davetçiler o dava için kendilerini verirlerse, yine gerçekleşecek bir görüntüdür. Bu ilahi inanç sistemi, (akaid) yoluna ne kadar set çekilirse çekilsin, önüne ne kadar engel çıkarsa çıksın, batıl güçler demir ve ateş gücü ile propaganda ve iftira gücü ile, savaş ve karşı mukavemet gücü ile ne kadar pusu kurarsa kursunlar, bu ilahi inanç sistemi üstün ve galip geleceklerdir. Bu savaş, sonuçları her zaman aynı olmayan bir savaştır. Fakat sonunda bu savaşlar Allah'ın peygamberlerine vaadinin gerçekleşmesi ile son bulur. Bu öyle bir vaaddir ki, yeryüzünün bütün güçleri yoluna dikilse, yine bozulmaz. Bu vaad üstünlük, zafer ve yardım vaadidir.

Bu vaad, Allah'ın kâinatta uyguladığı bir kanundur. Şu yıldızlar ve gezegenler nasıl yörüngelerinde hiç şaşmadan dönüyorlarsa, yeryüzünde zaman gece, ile gündüz nasıl birbirini izliyorsa, yağmur alan ölü topraktan hayat nasıl fışkırıyorsa, bu da böylesine devam eden ilahi bir kanundur. Fakat gerçekleşmesi yüce Allah'ın takdirine bağlıdır. Onu Allah dilediği zaman gerçekleştirir. Fakat açık neticeleri, insanoğlunun sınırlı ömrüne kıyasla yavaştır. Fakat asla bozulmaz, geri kalmaz, bazen de insanoğlunun hissedemeyeceği bir şekilde gerçekleşir. Çünkü insanoğlu, zafer ve galibiyeti kendi alışmış olduğu şekilde ister. Yüce Allah'ın kanununun yeni biçimi ile gerçekleşmiş olduğunu ancak bir süre sonra fark eder.

İnsanoğlu, Allah'ın erlerinin ve peygamberlerin izinden gidenlerin zafer ve galibiyetlerinin belli bir zafer biçimi ile gerçekleşmesini ister. Oysa yüce Allah, başka bir biçim, daha mükemmel, daha kalıcı olmasını ister. Bu, orduda bekledikleri daha çok çileye ve uzun bir zamana mal olmuş olsa bile, sonunda ardım Allah'ın dilediği şekilde gerçekleşir. Müslümanlar, Bedir savaşından hemen önce, Kureyş'in kervanını ele geçirmek istemişti. Oysa yüce Allah bu karlı ve kolay kafileyi kaçırmalarını ve güçlü kuvvetli zümre ile savaşmalarını dilemişti

Allah'ın onlar için dilemiş olduğu kendileri ve İslam için daha hayırlı idi. Yüce Allah'ın peygamberi için, onun ordusu ve çağrısı için, uzun vadede dilemiş olduğu şey "zafer" idi.

Allah erleri herhangi bir savaşta yenilebilir. Mağlup olabilirler. İmtihanları sert olabilir. Çünkü yüce Allah, kendilerine daha büyük bir savaşta zafer vaad etmiştir. Çünkü yüce Allah, çevrelerinde "zafer" meyvesini, daha geniş bir alanda, daha sürekli bir nasip içinde ve daha kalıcı bir neticede versin diye hazırlamıştır. Allah'ın vaadi önceden gerçekleşmiş, yüce iradesi vaadine yönelmiş, bozulmayan ve şaşmayan ilahi adeti sabit olmuştur. "Andolsun ki, peygamber kullarımıza şu sözleri vermişizdir. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." Bu kesin vaadin, bu daha önce geçmiş olan kelimenin ilanı esnasında yüce Allah peygamberine onlardan yüz çevirmesini, onları kendi vaadi ve sözü ile baş başa bırakmasını, onların akıbetlerini görmek için, onları gözetlemesini, akıbetleri nasıl olacakmış, ayan beyan kendileri de görsünler diye onları bırakmasını emretmektedir.

174- Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir. ·

175- Onlara inecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir. ·

176- Azabımıza uğramakta acéle mi ediyorlar?

177- Fakat o azap yurtlarına indiği vakit uyarılmış olanların hali ne kötü olur! ·

178- Bir süreye kadar onları kendi hallerine bırak.

179- Ve bekle de gör, onlar da göreceklerdir.

Sen onlardan yüz çevir. Yüz çevir onlarâ aldırma. Allah'ın senin hakkında ve onların hakkındaki vaadi nasıl sonuçlanacakmış, sen ve onlar göreceğiniz güne kadar bırak onları. Eğer onlar bizim azabımızın çarçabuk gelmesini istiyorlarsa, azabımız başlarına gelince vay onların haline. Çünkü azabımız bir kavmin üzerine indi mi, sabahları acı olacaklar. Çünkü kendilerine daha önce bir korkutucu gelmişti.

Ve yüce Allah, onlardan yüz çevirmeyi ve onları kendileri ile baş başa bırakmayı yeniden emretmekte, bu korkunç emirde gizli olan tehdidi tekrarlamaktadır. "Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir." Nitekim olacak şeylerin korkunçluğuna işaret de tekrar edilmektedir. "Onlara inecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir." Ve onları korkunç bir musibet ima eden kısa bir ifade ile baş başa bırakmaktadır.

Bu sure, yüce Allah'ın tenzihi ile kuvvet ve üstünlüğü O'na has kılarak, Allah'dan peygamberlerine selâm ile, hamd'in bir olan, ortağı olmayan alemlerin Rabbi olan Allah'a ilanı ile son bulmaktadır.

180- Kudret ve şeref sahibi Rabb'in, onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir, yücedir.

181- Selâm gönderilen peygamberlere.

182- Hamd, alemlerin Rabb'i Allah'a!

Bu bitiş, surenin konularına uygun ve ele almış olduğu konuları özetleyen bir bitiştir.

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net