Bütün Kuran'da benzeri bulunmayan bir giriş... Bu başlangıç ifadesinde yeni olan (farz kıldığımız) kelimesidir. Bundan amaç -bildiğimiz kadarıyla- surede yer alan tüm kuralların aynı düzeyde ele alınmalarını vurgulamaktır. Buna göre surede yer alan davranış ve ahlak kurallarının farzlığının derecesi, yaptırım ve cezaların farzlığının derecesi ile aynıdır. Bu davranış ve ahlak kuralları fıtratın özünde mevcutturlar. Ama insanlar aldatıcı ve saptırıcı duyguların etkisi ile bunları unutmuşlardır. İşte bu apaçık ayetler onlara bu kuralları hatırlatmakta, onları fıtratın açık ve yalın mantığına döndürmektedir.
ZİNA VE CEZASIBu kuvvetli, açık ve kesin girişi, zina suçunun cezasının açıklanması, bu eylemi yapanla müslüman ümmet arasındaki tüm bağları ve ilişkileri koparan bu eylemin iğrençliğinin vurgulanması izliyor
2- Zina eden kadın ve erkeğin herbirine yüzer sopa vurunuz. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, O'nun dini konusunda onlara acımayınız. Onların ceza görmesine mü'minlerden bir grup da şahit olsun. 3- Zina eden erkek, ancak zina eden ya da Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da ancak zina eden ya da Allah'a ortak koşan bir erkek evlenebilir. Bu tür evlilikler mü'minlere yasaklanmıştır.Zina eden erkek ve kadının cezası İslâm'ın ilk dönemlerinde Nisa suresinde belirtildiği şekilde idi. ·
"Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde dört kişinin şahitliklerine başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları ölünceye kadar ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden dışarı salmayınız" (Nisa Suresi, 15)
O zaman zina eden kadının cezası, eve hapsedilmek ve kabahatini yüzüne vurmak suretiyle eziyet etmekti. Zina eden erkeğin cezası ise, kabahatini yüzüne vurup utandırmaktı.
Sonra yüce Allah Nur suresinde zina suçunun cezasını belirten ayeti indirdi. Bu, yüce Allah'ın daha önce Nisa suresinde işaret ettiği "çözüm yolu" idi. Celde; değnekle vurma, zina eden bekar erkek ve kadınların cezasıdır. Bunlar evlilik aracılığı ile korunmamış kimselerdir. Müslümanlar, ergenlik çağına ulaşmış, akıllı ve özgür oldukları sürece bu ceza uygulanır kendilerine. Muhsan ise, geçerli bir nikah sonucu daha önce cinsel ilişkide bulunmuş özgür ve erginlik çağına ulaşmış müslümandır. Böyle biri zina yaptığında cezası, taşlanarak öldürülmedir. (Recimdir).
Zina edenin taşlanarak öldürülmesi (Recm edilmesi) peygamberimizin salât ve selâm üzerine olsun- fiili uygulaması ile kesinleşmiştir. Değnekle vurma ise Kuran ayetiyle kesinleşmiştir. Kur'an ayeti genel ve toplu bir ifadeye sahip olmakla beraber, peygamberimizin sadece zina eden iki evli insanı taşlatarak öldürttüğü (Recm ettirdiği) için bununla değnekle dövme cezasının evli olmayanlara özgü olduğu anlaşılmıştır.
Zina eden evlilere (muhsan olanlara) hem değnekle dövme, hem de taşlayarak öldürme 'cezalarının birlikte uygulanması konusunda fıkhi bazı görüş ayrılıkları mevcuttur. Fıkıhçıların çoğunluğuna göre, değnekle dövme ve taşlayarak öldürme cezaları birlikte uygulanmaz. Bunun gibi, evli olmayan biri zina ettiğinde değnekle dövme cezası ile birlikte sürgün edilip edilmeyeceği, yine özgür olmayanlara uygulanacak zina cezası etrafında fıkıhçılar arasında birtakım görüş ayrılıkları vardır. Bunlar uzun görüş ayrılıklarıdır, biz bunların ayrıntısına girmiyoruz. Fıkıh kitaplarındaki yerlerine bakılabilir. Fakat biz konulan bu kanunun hikmeti ile birlikte yolumuza devam ediyoruz. Görüyoruz ki,bekârın cezası değnekle dövme, evlininki ise, taşlanarak öldürülmedir. Çünkü geçerli bir nikah sonucu daha önce cinsel ilişkide bulunmuş özgür ve ergenlik çağına ulaşmış bir müslüman, doğru ve temiz yolu tanımış ve denemiş birisidir. Böyle birinin bu doğru ve temiz yolu bırakarak zinaya yeltenmesi fıtratının bozulmuşluğunu, sapıklığını göstermektedir. Bu kişi, deneyimsiz, aldanmış, cinsel arzunun baskısı ile bunalmış bekarın aksine sert bir şekilde cezalandırılmayı haketmiştir. Sonra eylemin tabiatında bir başka farklılık daha vardır. Çünkü başından evlilik geçmiş birisi bu konuda deneyim sahibidir. Bu yüzden daha çok zevk alır, bekarın aldığı zevkten kat kat fazlası ile tatmin olur. Bu açıdan da daha şiddetli cezalandırılmayı hakeder.
Kuran-ı Kerim burada -az önce değindiğimiz gibi- yalnızca bekara uygulanacak cezadan söz ediyor, bu cezanın kesinlikle uygulanmasını, hoşgörülü ve gevşek davranılmamasını belirtiyor.
"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer sopa vurunuz. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, O'nun dini konusunda onlara acımayınız. Onların ceza görmesine mü'minlerden bir grup da şahit olsun."
Bu ayet, cezanın uygulanmasını, bu suçu işleyenlere uygulandığında acıma duygusuna yer verilmemesini, Allah'ın dininin hükümleri ve hakkı yerine getirilirken yumuşak davranılmamasını, cezaları uygulamamaya yeltenilmemesini, hem bu suçu işleyenler hem de seyredenler üzerinde daha etkili ve caydırıcı olması için bu cezanın bir grup mü'minin huzurunda herkese açık bir yerde uygulanmasını son derece kesin bir şekilde ifade etmektedir.
Sonra bu eylemin iğrençliğini, tiksindiriciliğini daha bir arttırmakta ve bu suçu işleyenlerle müslüman toplum arasındaki tüm bağları kesip atmaktadır.
"Zina eden erkek, ancak zina eden ya da Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden ya da Allah'a ortak koşan bir erkek evlenebilir. Bu tür evlilikler, mü'minlere yasaklanmıştır.
Şu halde bu suçu işleyenler mü'minken işlemezler. Olsa olsa imandan veya imani duygulardan uzak bir psikolojik durumda olabilirler. Bu suçu işledikten sonra da, mü'min bir nefis, bu iğrenç işi yapmak suretiyle imanın dışına çıkmış bir nefisle nikah bağı ile bir arada bulunmak istemez. Bu bağdan nefret eder, tiksinir. Bu yüzden İmam Ahmed, bu iğrenç pisliği temizleyen tevbe olay gerçekleşmediği sürece zina eden bir erkekle, iffetli bir kadının, aynı şekilde iffetli bir erkekle zina eden bir kadının nikah bağı ile biraraya gelmelerinin haram olduğunu söylemiştir. Her halukârda bu ayet, mü'min bir erkeğin tabiatının zina eden bir kadınla nikahlanmaktan, yine mü'min bir kadının tabiatının da zina eden bir erkekle nikahlanmaktan iğrendiğini ifade etmektedir. Nitekim nikàh bağının gerçekleşmemesi istenirken kullanılan " yasak edilmiştir' kelimesi bu yasağın şiddetini, kesinliğini vurgulamaktadır.
"Bu tür evlilikler mü'minlere yasaklanmıştır."
Bununla, insanlar arasında yer alan bu kirli zümre ile tertemiz müslüman toplum arasındaki tüm bağlar kesilip atılıyor.
Bu ayetin indiriliş sebebi ile ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır: Mersed b. Ebi Mersed adında biri Mekke'den Medine'ye bazı esirler taşıyordu (Esirlerden maksat, kendi imkânları ile hicret edemeyen ve müşrikler tarafından Mekke'de alıkonulan güçsüz mü'minler olabilir.) Mekke'de Inak adında bir fahişe vardı. Bu kadın Mersed'in dostuydu. Mersed Mekke'de bir esire, kendisini Medine'ye taşımaya söz vermişti. Mersed diyor ki, mehtaplı bir gecede Mekke'deki duvarlardan birinin gölgesine gelmiştim. O sırada Inak geldi ve duvarın dibindeki karartıyı farketti. Biraz daha yaklaşınca beni tanıdı. "Sen Mersed misin?" dedi. "Evet dedim. "Merhaba, hoş geldin, haydi geceyi bizde geçirelim" dedi. Ben de "ey Inak, Allah zinayı haram etti" dedim. Bunun üzerine "Ey çadırdakiler, bu adam esirlerinizi kaçırıyor" diye bağırdı. Sekiz adam peşime düştü. Ben bir bahçeye girdim,bir mağara veya oyuk karşıma çıktı. Ben de girdim. Beni kovalayanlar da geldiler, hatta başımda dikildiler. Sonra üstüme işediler, sidikleri başıma dökülüyordu. Fakat yüce Allah beni görmelerine engel oldu. Sonra geri döndüler. Ben de arkadaşımın yanma döndüm ve onu götürdüm. Ağır birisiydi Izhır denilen yere gelince iplerini çözdüm. Nihayet onun da yardımıyla kendisini Medine'ye getirebildim. Daha sonra Hz. peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına gidip "Ya Resulullah Inakı nikahlayayım mı?" dedim. Bu soruyu iki defa sordum. Resulullah sustu ve herhangi bir şey söylemedi. Sonra şu ayet indi:
"Zina eden erkek, ancak zina eden ya dâ Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da ancak zina eden ya da Allah'a ortak koşan bir erkek evlenebilir. Bu tür evlilikler mü'minlere yasaklanmıştır."
Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- "Zina eden bir erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadınla evlenebilir. Onunla evlenme" buyurdu. (Ebu Davud, Nesai ve Tumizi rivayet etmişlerdir.)
Bu rivayet tevbe etmediği sürece bir mü'minin zina eden bir kadınla, aynı şekilde mü'min bir kadının zina eden bir erkekle evlenmesinin yasak olduğunu ifade etmektedir. İmam Ahmed bu düşüncededir. Onun dışındakiler başka görüşleri benimsemişlerdir. Fıkıh kitaplarından bu ihtilaflı mesele araştırılabilir. Kısacası zina suçu, işleyenin müslüman toplumdan uzaklaştırılmasına, onunla müslüman toplum arasındaki tüm bağların koparılmasına neden olmuştur. Bu bile son derece acı, değnekle döver gibi hatta ondan daha etkili toplumsal bir cezadır.
İslam, bu iğrenç ve pis eylem için son derece katı ve caydırıcı cezalar belirlerken insanın fıtratından kaynaklanan içgüdüleri gözardı etmiyor; onlara savaş açmıyor. İslâm, insanların bu eğilimleri önleme gücüne sahip olmadıklarını, üstelik bu eğilimleri köreltip öldürmenin insana bir yarar sağlamadığını gözönünde bulundurur. Yüce Allah'ın insanların bünyelerine yerleştirdiği, hayata hükmeden büyük yasanın bir parçası kıldığı,hayatın sürmesi ve insanın halife seçildiği dünyanın kalkınması için bir araç kıldığı doğal görevlerini durdurmaya çalışmaz.
İslâm, bir bedeni diğerinden ayırmayan, bir aile ve bir yuva kurmayı düşünmeyen kaba bedensel arzunun tatmin olması ile birlikte son bulan bir hayatı kurmay hedefleyen hayvansal eğilimlere savaş açar. İslâm, cinsel hayatı yüce insani duygulara dayandırmak ister. Bununla iki bedeni, iki nefsi, iki kalbi, iki ruhu daha kapsamlı bir ifadeyle iki insanı buluşturur, kaynaştırır. Bu iki insanı birbirine bağlayan ortak hayatları, ortak istekleri, ortak acıları ve ortak gelecekleridir.-Bu iki insan beklenen nesilde buluşurlar, birbirlerinden ayrılmayan anne-babanın himayesindeki ortak yuvada yetişen yeni kuşakla bütünleşirler.
Bu yüzden İslâm, hayvansal bir sapma olan zinayı sert bir şekilde cezalandırır. Bu sapma yukarıda saydığımız tüm anlamları bir kenara atar, tüm hedefleri yok eder. İnsanı; dişiler ve erkekler arasında bir fark gözetmeyen hayvana dönüştürür. Artık bütün düşüncesi bir süre için et ve kanın açlığını gidermektir. Tatmin olup ayrıldıktan sonra, bu zevkin ötesinde hayatın sürmesi için bir yapıcılık, yeryüzünü kalkındırmak sözkonusu değildir. Ne bir üreticilik ne de üretim arzusu yoktur. Hatta gerçek ve yüce bir sevgi duygusu da yoktur bu eylemin gerisinde. Çünkü sevgi sürekliliği gerektiren bir karaktere sahiptir. Bu, birçoklarının bir terane gibi tutturup aşk sandıkları bireysel ve kopuk bir heyecandır. Daha doğrusu bu, kimi zamanlarda insani sevgi kisvesine büründürdükleri hayvansal bir heyecandır.
İslâm, insanın fıtri isteklerine savaş açmaz, onları iğrenilmesi gereken bir şey olarak da görmez. Yalnızca onları bir sisteme oturtur, temizler. Onları hayvansallık düzeyinin üstüne çıkarır. Kişisel ve toplumsal davranış kurallarının bir çoğunun etrafında döndüğü bir eksen olacak kadar yüceltir. Fakat zina -özellikle fuhuş- bu fıtri eğilimi ruhsal inceliğinden yüce arzulardan, insanlığın uzun tarihi boyunca cinsellik üzerine oluşturulmuş tüm edep kurallarından soyutlayıp, hayvanlardaki gibi çıplak, kaba ve çirkin hale sokar. Hatta hayvanlarınkinden daha çok iğrençleştirir. Çünkü birçok hayvan ve kuş çiftleri,düzenli eşleşme hayatı içinde birbirlerinden ayrılmadan, kimi insan topluluklarında yaygın olan zinanın -özellikle fuhuşun- azdırdığı cinsel anarşizmden uzak bir hayat yaşarlar.
İşte, İslâmı zina suçunu sert bir şekilde cezalandırmaya iten etken, insan hayatında meydana gelen bu cinsel yozlaşmadır. Bunun yanında, bu suçtan söz edilir edilmez insanların aklına gelen; neslin karışması, kin ve nefretin yayılması, huzurlu ve güvenli aile ortamının tehdit olması gibi birçok toplumsal zarar da bu hususta etkili olmuştur. Bu sebeplerden herbiri zina cezasının son derece sert olması için yeterlidir. Fakat en büyük sebep; insan fıtratının yakalandığı bu hayvansal sapmayı bertaraf etmek; cinsellik üzerine oluşmuş insani edep kurallarını korumak; süreklilik ve kalıcılık esasına dayalı ortak evlilik hayatı gibi insan hayatının üstün hedeflerini korumaktır. Benim düşünceme göre, en önemli neden budur. Çünkü bu neden arka planda kalan diğer nedenlerin tümünü kapsar niteliktedir.
Bununla beraber İslâm, bu eylemin gerçekleşmesine engel oluşturacak cezanın da ancak, şüpheden uzak, kesin durumlarda gerçekleşmesini sağlayacak koruyucu önlemler almadıkça şiddetli ceza uygulamasına gitmez. Çünkü İslâm eksiksiz bir hayat sistemidir. Sadece cezai yaptırımlara dayanmaz. İslâm, tertemiz bir hayatın nedenlerini yaygınlaştırma esasına dayanır. Bundan sonra bu kolaylaştırıcı nedenlere sarılmaktansa, zorlanmadan, kendi isteğiyle çamura batmayı tercih edenleri cezalandırır.
İşte bu surede, değindiğimiz koruyucu önlemlerden birçok örnek yer almaktadır. Surenin akışı içinde yeri geldikçe bunları ele alacağız.
Bütün bu önlemlere rağmen yine de bu suç işlenecek olursa, İslâm çıkış yolu olduğu sürece cezayı uygulamama yönüne gider. Bunun dayanağı da Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- şu sözüdür: "Elinizden geldiğince müslümanlara ceza uygulamamaya bakın. Eğer bir çıkış yolu varsa bırakın gitsin. Çünkü İmamın suçu bağışlayarak yanılması, cezayı uygulayarak yanılmasından daha iyidir." (Tirmizi, Hz. Aişe (Allah ondan razı olsun)'nin hadisinden almıştır.) Bu yüzden İslâm, bu suçun işlendiğini gözleriyle gördüklerini söyleyen dört güvenilir şahidin şahitlik etmesini ya da doğruluğunda şüphe bulunmayan samimi bir itirafı zorunlu görür.
Uygulama imkanı olmadığı için bunların hiç kimseyi suç işlemekten caydırmayan hayalı cezalar olduğu düşünülebilir. Fakat az önce de söylediğimiz gibi İslâm binasını cezai yaptırımlara dayandırmaz. Suça iten nedenlerden korunma, nefislerin arındırılması, vicdanların temizlenmesi, ayrıca kalplerde uyandırdığı duyarlılık esasına dayandırır. Bu sayede insanlar, suçu işleyen kişi ile müslüman toplum arasındaki tüm bağların kopmasına neden olan bu suçu işlemekten sakınırlar. Bu yüzden işledikleri suçla övünen, bu suçu son derece kaba ve iğrenç bir yöntemle birçok kişinin görebileceği bir şekilde işleyenleri cezalandırır. Ya da kendilerine ceza verilmesi suretiyle arınmak isteyenlere uygular bu cezayı. Nitekim Maiz ve dostu Gamidiye'ye kendi istekleri ile bu ceza uygulanmıştır. Bunlardan herbiri Hz. Peygamber'e gelerek ısrarla kendilerini cezalandırmak suretiyle temizlemesini istemişlerdir Peygamberimiz defalarca duymazlıktan gelerek bunlardan yüz çevirdiği halde, dört defa bu suçu işlediklerini itiraf etmişlerdi. Bundan sonra cezayı uygulamaktan başka seçenek kalmamıştı. Çünkü suçu üstlenme hiçbir şüpheye yér kalmayacak şekilde Peygamberimiz'e ulaşmıştır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur:Cezaları kendi aranızda bağışlayın. Çünkü bana ulaşan cezayı uygulamak gerekir." (Ebu Davut, Kitabul Hudud (Cezalar Kitabı), Devlet başkanının bilgisine ulaşmamış cezaları bağışlamaya ilişkin bölüm.)
Mesele kesinlik kazanınca ve hakim durumdan haberdar olunca, cezayı uygulamak zorunlu hale gelir. Gevşek davranmak, Allah'ın dininin hükümlerini uygularken suçluya acımak olmaz. Bu durumda zina suçunu işleyenlere acımak, topluma, insani edep kurallarına, insanlığın vicdanına haksızlık olur. Bu acıma, yapmacık bir acımadır. Çünkü yüce Allah kullarına daha çok acır. O bunu seçmiştir onlar için. Allah ve peygamberi bir hüküm koyunca, artık mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için bu konuda seçme hakkı kalmaz. Çünkü yüce Allah kullarının çıkarını, onların tabiatlarını daha iyi bilir. Şu halde bilir bilmez konuşan ukalaların cezaların ağırlığından, sertliğinden söz etmeleri anlamsızdır. Bu ceza ne kadar sert ve ağır olsa da, içinde zinanın yaygınlaştığı, fıtratın bozulduğu, çamura battığı, ilkel hayvanlık düzeyine yuvarlandığı bir toplumu bekleyen akıbetten daha yumuşaktır.
Sadece zina suçuna verilecek cezayı ağırlaştırmak, toplumsal hayatın korunması, toplumun teneffüs ettiği havanın temizliği için yeterli değildir. Ayrıca İslâm -daha önce de söylediğimiz gibi- tertemiz bir hayat meydana getirmek için cezai yaptırımlara dayanmaz. İslâm bu konuda koruyucu önlemler almaya hayatın tüm havasını suç kokusundan arındırmaya önem verir.
Bu yüzden zina cezasından sonra, zina edenlerin müslüman ümmetin bünyesinden koparılmaları hükmünü getiriyor. Arkasından, toplumsal atmosferden suçun gölgesini uzaklaştırmak amacı ile bir diğer adım daha atarak yoluna devam ediyor ve kesin bir kanıt olmaksızın hiçbir şeyden habersiz iffetli kadınlara iftira atıp zina suçu isnat edenleri ağır şekilde cezalandırıyor.
4- İffetli kadınlara zina etmekle suçladıktan sonra, bu konuda dört şahit gösteremeyenlere seksen sopa vurunuz ve artık şahitliklerini hiç kabul etmeyiniz. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.
İffetli, köle olmayan evli, dul veya bekar kadınları kesin bir kanıt olmaksızın zina etmekle suçlayan dilleri serbest bırakmak, suçsuz bir erkek veya suçsuz bir kadını bu iğrenç suçla lekelemek isteyen, sonuçta da elini kolunu sallayarak gezen iftiracılara geniş bir imkan hazırlar. Bir süre sonra toplum ırzı kirletilmiş, adı lekelenmiş olarak günlerini geçirir. Toplumda yer alan her fert zina etmekle suçlanmış ya da suçlanma tehditi ile karşı karşıya bırakılmış olur. Her eş eşinden kuşkulanır hale gelir. Her erkek soyundan kuşku duyar. Aileler çökme tehdidi ile karşı karşıya kalır. Bu ise, dayanılmaz bir kuşkunun, stresin, yiyip bitiren bir şüphenin egemen olduğu bir durumdur.
Sonra zina ile suçlamanın sık sık duyulması, bu suçu işlemekten çekinenleri toplumsal atmosferin bütünüyle kirlendiği sonucuna götürebilir. Bu yüzden çekinenler bu suçu işlemeye yeltenirler, sık sık duyulmasından dolayı suçun iğrençliği hafifler duygularında. Kendisinden başka daha birçok kimsenin bu suçu işlediğini düşünür.
Bu yüzden toplum bu kirli, bu kötülüğü işlemeye teşvik eden ortamda günlerini geçirirken yalnızca zina suçunu cezalandırmak bu suçun meydana gelmesini önlemek için yeterli değildir.
İşte bunun için ve ırzları tecavüzden sahiplerini de başlarına gelen bu iğrenç felaketten korumak için... Kur'an-ı Kerim zina yapmakla suçlamanın cezasını da oldukça ağırlaştırmış, zina suçuna verilen cezaya yakın bir durum olarak öngörmüştür. Böyle bir şeyi yapmaya yeltenenlere seksen sopa vurulmasını, bunun yanında şahitliklerinin geçersiz sayılmasını, fasıklıkla damgalanmalarını emretmiştir. Birincisi bedensel bir cezadır.. İkincisi ise, toplumsal düzeyde bir uslandırma yöntemidir. Bu iftirayı atanın sözünün boşa gitmesi şahitliğinin kabul edilmemesi, toplum içinde itibarının düşmesi, sözüne güvenilmeyen biri olarak halk arasında gezmesi yeterlidir. Üçüncüsü ise, dinidir. Böyle birisi imandan sapmış, doğru yoldan çıkmıştır. Ancak birini zina yapmakla suçlayan kişi, suçun işlendiğini gören dört şahit getirirse, veya kendisi görmüşse eğer üç şahit daha getirirse, o zaman söylediği doğru kabul edilir ve suçu işleyene zina cezası uygulanır.
Müslüman toplumun, gerçekleşmemiş, zina yaptı suçlaması karşısında sessiz kalmakla uğradığı zarar, bu suçlamanın yaygınlaşması, buna müsaade edilmesi, gittikçe yaygınlaşmasından çekinilmemesi, toplum içinde bu suçun yasak olduğunu en azından çok sık işlenmediğini sanan birçok iftiracının bu suçu işlemeye teşvik edilmesi durumunda uğradığı zarar kadar değildir. Bunun yanında onurlu özgür erkeklerle onurlu özgür kadınların uğradığı iğrenç iftiralar, insanlık hayatına ve ailelerin güvenliğine yönelik yıkıcı etkenler de cabası...
Birine zina suçlamasında bulunan iftiracı maddi cezaya çarptırılmakla beraber, tevbe etmediği sürece cezai yaptırım hep tepesinin üstünde asılı kalır:
5- Yalnız bu iftira suçunun arkasından tevbe ederek tutumlarını düzeltenler bu hükmün kapsamı dışındadırlar. Çünkü Allah affedicidir, merhametlidir.
Fıkıh bilginleri, bu ayetin hangi durumları verilen hükmün dışında tuttuğu konusunda birbirlerinden farklı görüşlere sahiptirler. Bu, sadece son cezayı mı kapsıyor ve sadece fasıklık sıfatını mı kaldırıyor? Buna rağmen şahitliğinin kabul edilmemesi sürecek mi? Yoksa tevbe etmesiyle birlikte şahitlikleri geçerli mi olacak? İmam Malik, Ahmed ve Şafii, iftiracı tevbe ettiği andan itibaren şahitliği geçerli olur ve fasıklık sıfatı kalkar düşüncesindedirler. İmam Ebu Hanife ise; "Bu ayetteki istisna eydatı son cümleye yöneliktir, bu yüzden zina suçlamasında bulunan kişi tevbe ettiği zaman fasıklık niteliği kalkar ama şahitliğinin geçersizliği devam eder" demiştir. Şâ'bi ve Dahhak: Tevbe etse bile şahitliği kabul edilmez. Ancak zina suçlamasında bulunurken iftira attığını itiraf ederse, bu durumda şahitliği kabul edilir, düşüncesindedirler.
Ben bu sonuncu görüşü tercih ediyorum. Çünkü burada tevbenin yanında, iftiraya uğrayanın iftiracının açık itirafı ile aklanmasının duyurulması zorunluluğu getiriliyor. Ancak bununla zina suçlamasının son etkisi de silinmiş olabilir. Zina suçlamasında bulunan kişi delil yetersizliğinden dolay cezaya çarptırılmıştır denemez. Bu suçlamayı duyan hiç kimsenin içinde "Bu söylenti belki de doğrudur ama suçlayan geri kalan şahitleri bulamamıştır" düşüncesi uyanmaz. Bu şekilde iftiraya uğramış kişinin ırzı aklanmış ve yasal açıdan sonra düşünce açısından da itibari iade edilmiş olur. Sonra, yaptığı iftirayı itiraf ederek tevbe eden ayrıca cezasını da çeken iftiracının itibarına zarar verecek bir durumda kalmamış olur.6- Eşlerini zina etmekle suçlayan ve bu konuda kendilerinden başka şahit gösteremeyen erkekler, eğer Allah hakkı için doğru söylediklerine ilişkin dört kez yemin ederlerse, tek başlarına yaptıkları bu şahitlik, dört şahitlik yerine geçer. 7- Beşinci keresinde de "Eğer yalan söylüyorsam, Allah'ın lanetine uğrayayım" demeleri gerekir. 8- Fakat suçlanan kadının "Allah hakkı için kocam yalan söylüyor" diye kendi adına dört kez şahitlik etmesi, kendisini cezaya çarpılmaktan kurtarır. 9- Böyle bir kadının beşinci defasında da "Eğer kocamın söylediği doğru ise Allah'ın laneti üzerime olsun "demesi gerekir. 10- Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, eğer O tövbelerin kabul edicisi ve hikmet sahibi olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu?
Bu ayetlerde durumun dikkat etmeyi gerektiren özelliği, konunun özenliliği gerektiren kaygan zemini gözönünde bulundurularak eşler için kolaylıklar getirilmiştir. Koca,karısının bu suçu işlediğini gördüğü halde kendisinden başka şahit getiremezse, bu durumda dört defa karısının zina ettiğine ilişkin iddiasının doğru olduğuna Allah adına yemin eder. Bu yeminler şahitlik olarak nitelendirilmiştir, çünkü kendisi tek şahittir. Bunu yaptıktan sonra karısının mihrinin tutarını öder ve kararından dönmemek üzere boşar. Kadın da zina cezasını yani taşlanarak öldürülmeyi hakeder. Ancak kadın kendisine zina cezasının uygulanmamasını isterse, bu durumda kocasının hakkında söyledikleri şeyler de yalan söylediğine dört kere Allah adına yemin eder. Beşincisinde de eğer kocası doğru kendisi de yalan söylüyorsa Allah'ın öfkesinin üzerine olması hususunda yemin eder. Böylece kadına zina cezası uygulanmaz ve karşılıklı lanetleşme ile kocasından kesin şekilde boşanır. Eğer hamile ise çocuk kocasının değil, kendisinin adını alır. Bundan sonra çocuğa zina suçlamasında bulunulamaz, kim böyle bir suçlamada bulunursa cezalandırılır.
Böyle kolaylaştırma ve yumuşatma, durum ve şartların gözönünde bulundurulması hususu üzerinde şu değerlendirme yapılıyor:
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, eğer O tövbelerin kabul edicisi ve hikmet sahibi olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu?"
Bu yumuşatmalarda ve günaha bulaştıktan sonra gerçekleşen tevbe olayında somutlaşan Allah'ın rahmeti ve onlara yönelik iyiliği olmasaydı ne olacaktı. Bu hususta bir açıklama yer almıyor. Allah'tan korkanlar sakınsın diye mesele bu tarzda kapalı ve ürkütücü bir durumda bırakılıyor. Ama ayet, bu durumda büyük bir kötülüğün olacağına işaret etmektedir.
Bu hükmün indiriliş sebebine ilişkin doğruluğundan şüphe edilmeyen çeşitli rivayetler mevcuttur.
"İffetli kadınları zina etmekle suçladıktan sonra, bu konuda dört şahit gösteremeyenlere seksen sopa vurunuz ve artık şahitliklerini hiç kabul etmeyiniz" ayeti indiği zaman Ensarın önderi Sa'd b. Ubade -Allah ondan razı olsun- "Bu ayet bu şekilde mi indi ey Allah'ın Peygamberi"? dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz "Ey Ensar topluluğu, önderinizin ne dediğini duymuyor musunuz?" dedi. Onlar da şu karşılığı verdiler: "Ey Allah'ın Peygamberi, onun kusuruna bakma. Çünkü o kıskanç bir adamdır. Allah'a andolsun ki, bugüne kadar sadece bakire kadınlarla evlenmiştir. Ayrı derecede kıskanç birisi olduğundan dolay onun boşadığı bir kadınla bizden hiç kimse evlenmeye cesaret edememiştir." Ardından Sa'd şöyle dedi: "Vallahi, ya Resulullah, ben bu ayetin, bu hükmün doğru olduğunu ve bunun Allah'tan geldiğini biliyorum. Fakat ben bir adamın kınanmış kötü bir kadınının bacaklarını ayırıp üstüne abandığını gördüğün halde, dört şahit getirmeyene kadar ona dokunamayacağıma, karışamayacağıma hayret ediyorum. Oysa Allah'a andolsun ki, ben şahit getirene kadar adam işini bitirir." İbni Abbas diyor ki, bunun üzerinden çok zaman geçmemişti ki, Hilal b. Ümeyye (Hilal b. Umeyye Tebük seferine katılmayan üç kişiden biridir.) geldi. Hilal yatsı zamanı tarlasından dönmüş evine gelmişti. O sırada karısının yanında bir adam bulmuş, cinsel ilişkide bulunduklarını gözleriyle görmüş, kulaklarıyla işitmişti. Sabaha kadar bu adama ilişmemişti. Sabah olunca erkenden Hz. Peygambere gelip: "Ya Resulullah, ben yatsı zamanı karımın yanına geldiğimde yanında bir adam buldum, cinsel ilişkide bulunduklarını gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim" dedi. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- dediklerinden hoşlanmadı ve bu durum onun canını sıktı. Bunun üzerine Ensar toplanarak "Sâ'd b. Ubade'nin dedikleri başımıza geldi. Şimdi Resulullah Hilali cezalandıracak ve insanlar içinde onun şahitliğini geçersiz sayacak" dediler. Hilal ise, "Allah'a andolsun ki, ben yüce Allah'ın bir çözüm yolu göstereceğini umuyorum" dedi. Sonra da gelip Resulullah'a şöyle dedi: "Ya Resulullah, ben söylediklerimden dolay canının sıkıldığını görüyorum, fakat Allah biliyor ki, ben doğru söylüyorum... Allah'a andolsun ki, Hz. Peygamber Hilal'e seksen sopa vurulmasını istemek üzereyken vahiy geldi. Vahyin gelişini renginin kaçmasından anlamışlardı. (Yani vahiy kesilene kadar onunla konuşmadılar) O sırada şu ayet inmişti: "Eşlerini zina etmekle suçlayan ve bu konuda kendilerinden başka şahit gösteremeyen erkekler, eğer Allah hakkı için doğru söylediklerine ilişkin dört kez yemin ederlerse, tek başlarına yaptıkları bu şahitlik, dört şahitlik yerine geçer."
Bunun üzerine Hz. Peygamber sevindi ve "Müjdeler olsun ya Hilal yüce Allah seni kurtardı ve sana bir çözüm yolu gösterdi" dedi. Hilal "Ben her şeyden üstün ve ulu olan Rabbimden bunu umuyordum" dedi. Daha sonra Hz. Peygamber "O kadını çağırın" dedi. Kadını çağırdılar o da geldi. Hz. Peygamber bu ayeti kendilerine okudu, onları uyardı, ahiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu haber verdi. Bunun üzerine Hilal:"Ya Resulullah ben onun hakkında doğru söylüyorum" dedi. Kadın ise, "Hayır, yalan söylüyor" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Arkadaşlarına "Bunları aralarında' lanetleştirin" dedi. Hilal'e "şahitlik et" dediler. Hilal dört defa, doğru söylediğine Allah adına yemin ederek şahitlik etti. Beşincisinde de "Ey Hilal, Allah'tan kork. Çünkü dünya azabı ahiret azabına göre hafiftir. Bu söylediklerin ise sana azabı gerektirecek şeylerdir" dedi. Hilal ise, "Allah'a andolsun ki, yüce Allah bunun için dayak cezasını vermediği gibi, ahirette de azap etmez" dedi. Ve beşinci seferde, eğer yalan söylüyorsam Allah'ın laneti üzerime olsun, dedi. Sonra kadına "Onun yalan söylediğine ilişkin dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik et" denildi. Beşincisinde "Allah'tan kork. Çünkü dünya azabı ahiret azabına göre daha hafiftir. Çünkü bu söylediklerin, sana ahirette azap edilmesini gerektirecek şeylerdir" denildi. Kadın bir süre durakladı suçunu itiraf edecek gibi oldu. Sonra "Vallahi akrabalarımı utandıramam" dedi. Ve beşinci kere "Eğer yalan söylüyorsam ve o da doğru söylüyorsa Allah'ın laneti üzerime olsun" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları birbirinden ayırdı. Ayrıca çocuğun bir babaya nispet edilmemesine, boşanma ve ölüm dışındaki bir nedenden dolay ayrıldıkları için Hilal'in kadına ev ve nafaka temin etmek zorunda olmadığına karar verdi. Sonra şöyle buyurdu: "Eğer kadının doğurduğu çocuk kızıl saçlı, kalçaları zayıf ve ince bacaklı ise, çocuk Hilal'dendir... Eğer esmer, kıvırcık saçlı, iri cüsseli kalın bacaklı ve dolgun kalçalı ise çocuk sözü edilen kişidendir·. Daha sonra kadın esmer, kıvırcık saçlı, iri cüsseli, kalın bacaklı ve dolgun kalçalı bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Eğer yeminler olmasaydı bu kadına başka türlü davranırdım" buyurdu.
Böylece bu hüküm, fiilen yaşanmış pratik bir durumu karşılamak için inmiştir. Hem olaya muhatap olmuş kişiyi hem de müslümanları zor durumda bırakmış bir sorunu çözümlemiştir. Nitekim bu olay Peygamberimizin de canını sıkmış ve bir çözüm yolu bulamamıştı. Buhari'nin rivayetinde de denildiği gibi, Hilal b. Ümeyye'ye "Ya bunu kanıtlarsın, ya da sırtına sopa vururum" demişti. Hilal de "Ya Resulullah birimiz karısının üstünde bir adam görse, şahit aramaya mı koşar?" demişti.
Biri çıkıp da şöyle bir soru sorabilir: Yüce Allah zina suçlamasına ilişkin genel hükmünü koyarken böyle bir problemin çıkacağını bilmiyor muydu? Yüce Allah bu istisnai hükmü neden böylesine zor ve içinden çıkılmaz bir durumdan sonra indirdi?
Bu soruya verilecek cevap şudur: Evet yüce Allah biliyordu. Ne var ki, onun hikmeti, bir hükmü ihtiyaç duyulduğu zaman indirmeyi öngörmüştür. Böyle bir durumda insanlar indirilen hükmü daha istekli karşılarlar. Bu hükümde somutlaşan yüce Allah'ın hikmetini, kendilerine yönelik lütfunu daha iyi kavrarlar. Bu hükümden sonra şu değerlendirmenin yer alması da bu yüzdendir:
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, eğer O tövbelerin kabul edicisi ve hikmet sahibi olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu?" İslâm'ın ve Peygamberin eğitim yönteminin bu Kur'an aracılığı ile insanlığa neler kazandırdığını, onları hangi yüce ufuklara çıkardığını son derece heyecanlı kıskanç, galeyana gelmeden önce uzun boylu düşünmeyen gayretkeş arap insanını ne hale getirdiğini görmemiz için, bu olay üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Birine zina suçlamasında bulunan ve bunu da dört şahit göstererek kanıtlayamayan kişiyi cezalandırmayı öngören bu hüküm indiği zaman bu, tipik Arap insanının zoruna gidiyor, kabullenemiyor. Öyle ki Sâ'd b. Ubade "Ya Resulullah, ayet bu şekilde mi indi?" diye sorma gereğini duyuyor. Aslında Sa'd bu soruyu sorarken ayetin o şekilde indiğinden kesinlikle emindir. Ne var ki, O, bu soruyu, yatağında bilinen bir durum karşısında bu ayetin içerdiği hükme boyun eğmede nefsinin ne kadar zorlanacağını ifade etmek için soruyor. O bu düşüncenin acılığını, dayanılmazlığını şu şekilde ifade ediyor: "Vallahi, ya Resulullah, ben bu ayetin, bu hükmün doğru olduğunu ve bunun Allah'tan geldiğini biliyorum. Fakat ben, bir adamın kınanmış, aşağılık bir kadının bacaklarını ayırıp üstüne abandığını gördüğüm halde, dört şahit getirmedikçe ona dokunamayacağıma, karışamayacağıma hayret ediyorum. Oysa Allah'a andolsun ki, ben şahit getirene kadar adam işini bitirir."
Çok geçmeden Sa'd b. Ubade'nin düşünmek bile istemediği bu acı olay... Evet çok geçmeden bu düşünce gerçekleşti... İşte şu adam karısının biriyle yattığını gözleriyle gördüğü, kulaklarıyla duyduğu halde, Kur'an'ın bu hükmünden kaynaklanan bir engelden dolay bir şey yapamıyor. Duygularına, törelerine, Arap toplumunun katı ve köklü mantığına galip geliyor; kanında baş gösteren galeyanı, duygularında kopan fırtınayı, kabaran sinirlerini frenliyor. Bütün bunlara karşılık Allah'ın ve Peygamberinin hükmünü bekleyerek sabrediyor. Ve bu hiç kuşkusuz dayanılmaz, zor bir durumdur. Ne var ki, islâmi eğitim, hem kişisel hem de hayata ilişkin meselelerde hükmün Allah'a ait olması için kişileri bu zor ve dayanılmaz duruma katlanmaya hazırlamıştır.
Peki bu nasıl mümkün olmuştur?.. Onlar yüce Allah'ın kendileri ile beraber olduğunu, O'nun himayesinde olduklarını, yüce Allah'ın kendilerini gözettiğini, O'nun zor ve dayanılmaz bir yükümlülük yüklemeyeceğini, kesinlikle bildikleri için bu durumun gerçekleşmesi mümkün olmuştur. Onlar her zaman Allah'ın gölgesinde yaşıyorlardı. O'nun ruhundan teneffüs ediyorlardı. Çocukların merhametli ve sorumlu bir aile reisine baktıkları gibi O'na bakarlardı, onun hükümlerini beklerlerdi.
İşte, Hilal b. Ümeyye, karısının bir adamla yattığını gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyor, ama yalnızdır. Gelip Resulullah'a şikayet ediyor. Fakat Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ona Allah'ın verdiği cezayı uygulamaktan başka çıkar yol bulamıyor ve "Ya bunu kanıtlarsın, ya da sırtına sopa vururum" diyor. Ama Hilal b. Ümeyye yüce Allah'ın kendisine sopa vurulmasına müsaade edeceğini düşünmüyor, çünkü iddiasında doğrudur. Evet, işte yüce Allah eşlerin durumunu ilgilendiren istisnai hükmünü indiriyor. Hz. Peygamber de Hilal'i bununla müjdeliyor. O da Rabbine güvenen ve doğruluğundan emin bir edayla: "Ben her şeyden üstün ve ulu olan Rabbimden bunu umuyordum" di yor. Bu yüce Allah'ın rahmetinden, gözetiminden ve adaletinden emin olmanın ifadesidir. En çok da yüce Allah'ın kendileri ile beraber olduğunun, oları kendi başlarına bırakmadığının, O'nun yanında, O'nun himayesinde olduklarının bilincinde olmanın verdiği güven duygusunun ifadesidir. İşte onları Allah'ın hükmüne uymaya, O'na teslim olmaya, O'nu benimsemeye yönelten iman budur.
İLK OLAYI VE İFTİRABirine zina suçlamasında bulunmanın hükmü açıklandıktan sonra, zina suçlamasında bulunmaya bir örnek veriliyor, bu davranışın iğrençliği, adiliği ortaya konuyor. Bu suçlama, Peygamberin tertemiz ve saygın ailesine yöneliktir. Suçlanan, Allah katında insanların en saygını Hz. Peygamberin ırzıdır, şerefidir, Allah'ın Peygamberinin yanında insanların en saygını arkadaşı Ebubekir Sıddık'ın (Allah ondan razı olsun)namusudur. Allah Peygamberinin,hakkında "sadece iyiliğini biliyorum" şahitliğinde bulunduğu Safvan b. Muattal'ın namusudur, şerefidir... Ve bu olay müslümanları tam bir ay uğraştırır.
Bu sözünü ettiğimiz,ulu ve üstün düzeyde ele alınan olay ifk (iftira)olaydır:
11- O ağır iftirayı ortaya atanlar, sizden bir gruptur. Bu olayı kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir. O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır.
12- O iftirayı işittiğinizde erkek-kadın bütün mü'minlerin, kendileri hakkında hüsnü-zan besleyerek, özlerine leke kondurmaya yanaşmayarak '`Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi? 13- Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri gösteremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların ta kendileridirler. 14- Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, yoğun dedikodu yaptığınız bu iftiradan dolayı büyük bir azaba çarpılırdınız. 15- Hani bu iftirayı dilden dile yayıyordunuz. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz. Yaptığınız kötülüğü önemsiz sanıyordunuz. Oysa o, Allah katında ağır bir suçtu. 16- Onu işittiğiniz zaman "Bu konuda konuşmak bize yakışmaz. Haşa Allah'a! Bu ağır bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi? 17- Allah size öğüt veriyor ki, eğer mü'min iseniz böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz. 18- Allah, aynı zamanda, size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklıyor. Allah her şeyi bilir ve her yaptığını yerinde yapar. 19- Mü'minler arasında ahlâksızlığın ve edepsizliğin yayılmasını isteyenleri gerek dünyada ve gerekse ahirette acıklı bir azap beklemektedir. Allah bilir, oysa siz bilmezsiniz. 20- Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, eğer o son derece esirgeyen ve acıyan olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu? 21- Ey mü'minler, sakın şeytanın izinden gitmeyiniz. Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o edepsizliği, ahlâksızlığı ve çirkin davranışları emreder. Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı hiçbiriniz asla kötülüklerden arınamazdı. Ama Allah dilediği kimseleri kötülüklerden arındırır. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir. 22- Aranızdaki erdemli ve varlıklı kimseler yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçedenlere yardım etmeyeceklerine yemin etmesinler. Allah sizi affetsin istemez misiniz? Allah affedicidir, merhametlidir. 24- O gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri kötülük konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir. 23- Zinadan haberi bulunmayan iffetli mümin kadınlara, zina isnad edenler, dünyada ve ahirette lanete uğramışlardır. Onlara büyük bir azap vardır. 25- O gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın, apaçık "gerçek" olduğunu anlayacaklardır. 26- Kötü kadınlar, kötü erkeklere ve kötü erkekler, kötü kadınlara yakıştıkları gibi, temiz kadınlar, temiz erkeklere ve temiz erkekler, temiz kadınlara yakışırlar. Temizler, kötülerin kendilerine yönelik dedikodularından uzaktırlar. Bunları, Allah'ın bağışlayıcılığı ve onurlu rızık beklemektedir.Bu olay... İftira olay... Tüm insanlık tarihinin en temiz ruhlarına dayanılmaz acılar çektirmiş; uzun tarihi boyunca müslüman ümmetin geçtiği deneyimlerin en meşakkatlisini tattırmış; Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kalbini, sevdiği eşi Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- kalbini, Hz. Ebubekir Sıddık ve karısının -Allah onlardan razı olsun- kalbini ve Safvan b. Muattal'ın kalbini tam bir ay dayanılmaz .kuşkuların, sıkıntı ve acıların ipine bağlamış, onlara ızdırap çektirmiştir.
Şu halde bırakalım da Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun- bu acıların hikayesini anlatsın, bu ayetlerin sırlarını ortaya koysun.
Zühri, Urve ve başkalarına dayanarak Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun şöyle dediğini rivayet eder:
"Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- bir yolculuğa çıkmak istediğinde kadınları arasında kura çekerdi. Kura kime çıkarsa onu birlikte götürürdü. Yine bir sefere (Bu, tercih edilen görüşe göre Hicri beşinci senede meydana gelen Beni Mustalik savaşıdır.) çıkmak üzereyken aramızda kura çekti. Kura bana çıktı. Ben de örtünme ayetinin inmesinden sonra gerçekleşen bu sefere onunla beraber katıldım. Ben bir hevdec içinde deveye bindirilip indiriliyordum. Yola devam ettik. Hz. Peygamber bu savaşı bitirdikten sonra geri döndü. Medine'ye yaklaşmıştık. Bir gece yola çıkma emrini verdi. Yolculuk emri verildiği sırada ben kalktım, ordunun konakladığı yeri geçip ihtiyacımı giderdim. İşimi bitirince ordunun yanına döndüm o sırada göğsüme dokundum. Gerdanlığımın kopup düştüğünü farkedince üzüldüm, geri dönüp aramaya koyuldum. Gerdanlığı aramak epey zamanımı aldı. Bu sırada bana yardımcı olanlar gelip hevdecimi deveye yüklerler ve beni hevdecin içinde sanırlar. O zamanlar kadınlar hafiftiler, vücutları etli ve ağır değildi. Çünkü o zamanlar az yemek yerdik. Bu yüzden onlar da hevdeci kaldırıp deveye yüklerken, hafifliğine şaşırmamışlardı. Üstelik ben oldukça gençtim. Deveyi kaldırıp yola çıkarlar. Ben de o sırada gerdanlığımı buldum. Ama ordu hareket etmişti artık. Ben konaklama yerine geldiğimde kimseyi bulamadım. Daha önce bulunduğum yerde tek başıma beklemeye koyuldum. Onların benim kaybolduğumun farkına varıp geri döneceklerini sanıyordum. Orada öylece oturuyorken uyku ağır bastı ve uyudum. Safvan b. Muattal es-Selemi (elzekvani) ordunun gerisinden gelirdi. Bütün gece yol almıştı. Benim bulunduğum yere gelince uyuyan bir insan karartısı görmüştü. Yanıma gelmiş, görünce de beni tanımıştı. Beni örtünme ayeti inmediği zamanlarda görürdü. Beni tanıyıp şaşkınlıktan "innalillah ve inna ileyhi raciun"demesiyle uyandım. Hemen başörtümle yüzümü örttüm. Allah'a andolsun ki, benimle bir tek kelime konuşmadı. Beni gördüğü zaman şaşırmışlığın ifadesi olarak söylediği "innalillahi ve inna ileyhi raciun"dan başka ondan tek bir söz duymadım. Devesinden indi ve onu çöktürdü. Ön ayaklarına basarak binmemi sağladı. Deveyi önden çekerek yola koyuldu. Nihayet orduya konakladığı bir yerde yetiştik. Bundan sonra benim hakkımda çıkardıkları dedikodudan helak olanlar oldu. Günahın büyüğünü de Abdullah b. Ubey b. Selul üstlendi. Sonra Medine'ye geldik. Orada bir ay hasta yattım. Halk iftiracıların sözleriyle kaynıyordu. Benimse, hiçbir şeyden haberim yoktu. Acılar içindeyken beni kuşkulandıran olay, hastalandığım zamanlarda Hz. Peygamber'den-salât ve selâm üzerine olsun- gördüğüm iltifatı göremeyişimdi. Hz. Peygamber yanıma gelir, selâm verir ve "Hastanız nasıl?" deyip çıkar giderdi... Sadece bu tavrı beni kuşkulandırırdı. Ben, iyileşmekle beraber henüz tam kendime gelemediğim bir sırada olup bitenden haberdar oldum. Bir ara ben ve Ümmü Mistah Menasi denen yere doğru yola çıktık. Burası ihtiyacımızı gidermek amacı ile kullandığımız bir yerdi. Ancak geceleri oraya gidebilirdik. O zamanlar henüz tuvalet edinmemiştik. Tıpkı açık arazide ihtiyacını gideren ilk Araplar gibi davranıyorduk. Ben ve Ümmü Mistah oraya doğru yol aldık. -Bu kadın Ebu Rahm, b. Muttalib, b. Abdimenafın kızıydı. Annesi de Sahr b. Amüin kızıydı ve Ebubekir Sıddık'ın -Allah ondan razı olsun- teyzesiydi.- ihtiyacımızı giderip dönünce, Ümmü Mistah'ın ayağı eteğine takılıp sendeledi. Bunun üzerine "Mistah kahrolsun" dedi. Ben de: Ne kötü söz söyledin. Bedir savaşına katılmış birine mi beddua ediyorsun?" dedim. O da "Vay başıma gelenler, onun ne söylediğini duymadın mı?" dedi. Ben "Ne söylüyor?" diye sordum. Bunun üzerine çıkarılan o asılsız dedikoduyu (ifk) dillerine dolayanların sözlerini bana anlattı. Bunları duyunca hastalığım bir kat daha arttı. Evime döndüğüm zaman Resulullah da eve geldi ve "Hastanız nasıl?" dedi. Ben de "İzin ver anne-babamın yanına gideyim"dedim. Ben bu haberi bir de onlardan duymak istiyordum. Bana izin verdi. Kalktım anne-babamın yanına gittim. Anneme: "Anneciğim, insanlar neler konuşuyorlar?" dedim. Annem "Yavrum, aldırma. Allah'a andolsun ki, kocası tarafından sevilen durumu parlak olan, bununla beraber çekemeyenleri olan çok az kadın vardır ki, hakkında dedikodu çıkarılmasın" dedi. "Subhanallah, insanlar böyle mi konuşuyor' dedim. O gece sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarım hiç dinmedi, gözüme uyku girmedi. Sonra hep ağlamaya devam ettim. Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- Ali b. Ebu talip ve Usame b. Zeyd'i -Allah ondan razı olsun- çağırıp eşinden ayrılması hususunda görüşlerine başvurdu. Usame bildiği şekliyle Hz. Peygamber'in ailesinin temizliğini, onlar hakkında beslediği derin sevgiyi belirterek olumlu yönde görüş bildirdi ve "Ya Resulullah eşini bırakma, Allah'a andolsun ki, onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz" dedi. Ali b. Ebutalip ise; "Ya Resulullah, Allah seni sıkıntıya sokmaz. Onun dışında birçok kadın vardır. Cariyeden sor, o sana bildiklerini anlatır" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Berire'yi çağır ( İmam Kayyım el-Cevziye araştırmış ve görüşüne başvurulan cariyenin Berire olmadığını belirlemiştir. Çünkü Berire bu olaydan sonra uzun bir süre özgürlüğü karşılığında sözleşme. yapmış ve özgür bırakılmıştır. imam Ali (K.V.) "Cariyeden sor. O sana bildiklerini anlatır" demiş. Rivayet edenler de cariyeyi Berire sanmış ve onun adını vermişler.) ve "Ey Berire, onda seni kuşkulandıracak bir şey gördün mü?" diye sordu. Berire: "Hayr, seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a andolsun ki, henüz çok genç olduğu için hamur yoğururken uyuklamasından ve bu yüzden hamurunu evin içindeki koyunlara yedirmesinden başka ayıplanacak bir davranışına rastlamadım" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kalktı ve Abdullah b. Ubey b. Selul'un kendisine eziyet ettiğini belirterek bu sıkıntıdan kurtarılmasını istedi . Minberde iken şöyle dedi: "Eşim hakkında dedikodular çıkararak bana eziyet eden bu adamı kim başımdan savacak? Allah'a andolsun ki, eşim hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum. Sözünü ettikleri adamın da sadece iyiliğini biliyorum. Bensiz evine girmiş değildir."Bunun üzerine Sa'd b. Muaz -Allah ondan razı olsun- kalktı ve "Ya Resulullah, Allah'a andolsun ki, ben seni ondan kurtarırım. (İbn-i İshak'ın rivayetinde bu ve önceki sözleri söyleyenin Useyd b. Hudeyr olduğu belirtilmektedir. İmam İbn-i Kayyım el-Cevziye "Zadul mead" adlı eserinde Sâ'd b. Muaz'ın Beni Kureyza savaşından sonra vefat ettiğini yazmaktadır. Bu ise İfk olayından önce gerçekleşmiştir. Buna göre o sözleri söyleyen Useyd b. Hudeyr'dir. İmam İbn-i Hazm da Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'nin Hz. Aişe'den yaptığı rivayete dayanarak aynı şeyleri söylemektedir. Bu rivayette Sâ'd b. Muaz'ın adı geçmiyor.) Eğer bu adam Evs kabilesine mensup biri ise, boynunu vururuz. Eğer Hazreçli kardeşlerimizden biri ise, ne emredersen, emrini yerine getiririz" dedi. Bu sözlerden sonra Hazreç kabilesinin büyüğü Sa'd b. Ubade -Allah ondan razı olsun- kalktı. Sâ'd b. Ubade iyi bir insan olmàsına rağmen bu sefer tarafgirlik duygusuna yenik düştü ve öfkeyle, Sa'd b. Muaz'a şöyle dedi: "Allah'a andolsun ki, yalan söylüyorsun. Ne onu öldürebilirsin ne de buna gücün yeter." Sonra Sa'd b. Muaz'ın amca çocuğu olan Usayd b. Hudayr -Allah ondan razı olsun- kalktı ve "Allah'a andolsun ki, asıl sen yalan söylüyorsun. Onu mutlaka öldürürüz. Sana gelince, sen bir münafıksın ve münafıkları savunuyorsun"dedi. Bunun üzerine iki taraf -Evs ve Hazreç- ayaklandılar ve neredeyse savaşacak hale geldiler. Resulullah da minberde onları susturmaya çalışıyordu. Sonunda sustular. Resulullah da minberden indi. O gün gözyaşlarım dinmeden hep ağladım. Gözüme uyku girmedi. O gece de hep ağladım, gözyàşlarım hiç dinmedi, gözüm uyku tutmadı. Anne ve babam da hep yànımdaydılar. İki gece ve bir gündüz durmadan ağlamıştım. Öyle ki, ağlamakla ciğerimi parçalayacak sanmıştım. Annem ve babam yanımda iken ve ben de ağlamaya devam ediyorken Ensar'dan bir kadın eve girmek için izin istedi. İzin verdiler. O da gelip, benimle beraber ağlamaya başladı. Biz bu durumdayken Resulullah içeri girdi. Selam verdi, oturdu. Hakkımda çıkarılan dedikodudan bu yana yanımda hiç oturmamıştı. Bir ay beklemiş, ama hakkımda kendisine vahiy inmemişti. Otururken şehadet getirdi ve şöyle dedi: "Senin hakkında şöyle şöyle sözler bana ulaştı. Şayet suçsuz isen, kuşkusuz yüce Allah seni temize çıkaracaktır. Ama eğer bir günaha yeltenmişsen Allah'dan af dile, O'na tövbe et. Çünkü kul günahını itiraf edip Allah'a tövbe ederse, yüce Allah'da onun tövbesini kabul eder." Resulullah sözlerini bitirince gözyaşlarım kurudu, bir damla bile kalmadığını hissettim. Babama "Benim yerime Resulullah'a cevap ver" dedim. Babam da "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a ne diyeceğimi bilmiyorum" dedi. Bu sefer Annem'e söyledim, "Benim yerime Resulullah'a ne diyeceğini bilmiyorum" dedi. Ben o zaman henüz çok genç olduğum için Kur'an'dan çok ayet ezbere bilmezdim. Şöyle dedim: Allah'a andolsun ki, insanların konuştuğu şeyi sizin de duyduğunuzu biliyorum. Bu, içinizde yer etmiş, size "Ben suçsuzum" desem, bana inanmayacaksınız. Yok, eğer Allah'ın işlemediğimi bildiği günahı işlediğimi söylersem bana inanacaksınız. Vallahi sizinle kendim için Yusuf'un babasından başka örnek bulamıyorum. Şöyle demişti Yusuf'un babası:
"Bana düşen yaman bir sabırdır. Anlattıklarınız karşısında Allah'ın yardımına sığınıyorum." (Yusuf Suresi 18)
Sonra yüzümü döndüm ve yatağıma uzandım. Allah'a andolsun ki, ben suçsuz olduğumu biliyordum ve yüce Allah'ın suçsuzluğumu bildireceğinden emindim. Ama ben, yüce Allah'ın hakkımda okunan bir vahiy indireceğini sanmazdım. Durumumun, yüce Allah'ın hakkımda okunacak bir vahiy indirmeyecek kadar önemsiz olduğunu düşünüyordum. Fakat ben, Resulullah'ın Allah tarafından suçsuzluğumu gösteren bir rüya göreceğini umuyordum. Vallahi daha Hz. Peygamber yerinden kalkmamıştı ve evde bulunanlar daha dışarı çıkmamışlardı ki, yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- vahiy indirdi. Vahiy gelirken ortaya çıkan belirtiler yine başgösterdi. Sonra yüzü sevinçten parladı ve güldü. "Ey Aişe, Allah'a hamdet. Kuşkusuz Allah seni temize çıkardı" dedi. Annem de "Kalkıp Resulullah'ın yanına git" dedi. Ben de "Allah'a andolsun ki kalkıp gitmem. Ve Allah'tan başkasına da hamdetmem. Çünkü benim suçsuzluğumu vahiyle bildiren O'dur" dedim. Yüce Allah "O ağır iftirayı atanlar, sizden bir gruptur" diye başlayan on ayeti indirmişti. Yüce Allah benim suçsuzluğumu ortaya koyan bu ayetleri indirince, akrabalıktan ve fakir oluşundan dolay Mistah b. Esase'ye malı yardımda bulunan babam Ebubekir -Allah ondan razı olsun- "Allah'a andolsun ki, Aişe'ye -Allah ondan razı olsun- attığı iftiradan sonra Mistah'a hiçbir zaman malı yardımda bulunmayacağım" dedi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Aranızdaki erdemli ve varlıklı kimseler yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göç edenlere yardım etmeyeceklerine yemin etmesinler. Affetsinler, işlenen kusurları görmezden gelsinler. Allah sizi affetsin, istemez misiniz? Allah affedicidir, merhametlidir."
Bunun üzerine babam Ebubekir -Allah ondan razı olsun- "Evet; vallahi ben, Allah'ın beni affetmesini isterim" dedi. Mistah'a yaptığı yardımı tekrar başlattı ve "Bu yardımı hiçbir zaman kesmeyeceğim" dedi. Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun- devamla diyor ki, Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- benim hakkımda ne düşündüğünü Zeynep binti Cahş'a şu sözlerle sormuştu: "Ya Zeyneb ne biliyorsun, ne gördün?" O da "Ya Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- ben kulağımı ve gözümü korurum. Vallahi onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum" demişti. Zeynep Hz. Peygamber'in eşleri arasında benimle rekabet eden biriydi. Allah onu günaha bulaşmaktan korumuştu. Kardeşi Himne ise,onun adına mücadele ediyordu. O da ağır iftirayı dillerine dolayanlar içinde helâk oldu. (İbn-i şihab diyor ki:Bu gruba ilişkin haberler bundan ibarettir. Buharî ve Zehri'den rivayet ettiler. Aynı şekilde ibn-i ishak da ufak bir değişiklikle yine Zehri den rivayet etmiştir.)
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- aile fertleri, Ebubekir -Allah ondan razı olsun- ve aileleri, Safvan b. Muattal ve diğer müslümanlar tam bir ay boyunca böylesine boğucu bir havada, hakkında bu àyetlerin indiği bu büyük iftira yüzünden korkunç acıların gölgesinde yaşamışlardı.
İnsan, Hz. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- hayatındaki bu acı dönemin korkunç tablosu ile en yakın eşi Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- çektiği derin ve iç yakıcı acıları karşısında büyük üzüntüye kapılıyor, hüzünleniyor. Üstelik iftiraya uğrayan Hz. Aişe henüz onaltı yaşında genç bir kadındır. Ayrıca bu yaştaki insanlar son derece ince bir duyarlılığa, berrak ve şeffaf bir duygusallığa sahip olurlar.
İşte bu iyi yürekli, bu tertemiz Aişe... Suçsuzluğuna, vicdanının parlaklığına, düşüncesinin temizliğine rağmen... Evet işte bu Aişe, en üstün varlığı hususunda iftiraya uğruyor, şerefine dil uzatılıyor. Üstelik Aişe, Ebubekir Sıddık'ın kızıdır, temiz ve ulu bir yuvada yetişmiştir. Emanetine dil uzatılıyor, ama kendisi Haşimoğullarının zirvesi Muhammed b. Abdullah'ın eşidir. Esine olan bağlılığı noktasında, sadakatı noktasında, iftiraya uğruyor. Ve o ulu kalbin nazlı ve yakın sevgilisidir İmanına dil uzatılıyor. Halbuki o, gözünü bu hayata açtığı andan itibaren islâmın kucağında yetişmiştir. Üstelik Allah'ın Peygamberinin eşidir.
İşte o iftiraya uğruyor. Halbuki suçsuzdur, tertemizdir, hiçbir şeyden haberi yoktur. Hiçbir tedbire başvuramıyor, hiçbir taraftan bir beklentisi de yok. Allah'tan başka suçsuzluğunu ortaya koyacak hiç kimse bulamıyor. Hz. Peygamberin rüyasında, kendisinin atılan iftiradan uzak ve suçsuz olduğunu görmesini bekliyor. Ne var ki vahiy, yüce Allah'ın dilediği bir hikmetten dolay tam bir ay gecikiyor. Ama Aişe -Allah ondan razı olsun- bu dayanılmaz acılar içinde kıvranıyor.
Aman Allah'ım, hele haberi Ümmü Mistah'tan duyduğu zamanki hali.. O hasta haliyle, ateşler içinde kıvranırken annesine dayanılmaz bir ıstırapla "Subhanallah, insanlar böyle mi konuşuyorlar?"derken ki durumu...Bir diğer rivayete göre, annesine "babam bunu biliyor mu?"diye sorar. Annesi "Evet" diye cevap verir. sonra "Ya Resulullah da biliyor mu?"deyince, annesi yine "Evet" diye cevap verince dünyası yıkılır.
Ne dayanılmaz bir acı!İman ettiği peygamberi, sevdiği kocası Resulullah gelmiş, kendisine şöyle diyor: "Senin hakkında şöyle şöyle sözler ulaştı bana. Suçsuz isen; kuşkusuz yüce Allah seni temize çıkaracaktır. Ama eğer bir günaha yeltenmişsen Allah'tan af dile, O'na tövbe et: Çünkü kul günahını itiraf edip Allah'a tövbe ederse, yüce Allah da onun tövbesini kabul eder." Peygamberin kendisinden kuşkulandığını, suçsuzluğundan emin olamadığını, ama suçlamada da bulunmadığını bilir. Çünkü Rabbi henüz kendisine haber vermemiştir. Aişe'nin bildiği ve fakat kanıtlayamadığı suçsuzluğunu ortaya koyamamıştır.
Kendisini seven ve baş köşesine oturtan bu ulu kalp tarafından suçlanmış bir durumda günlerini geçiriyor.
İşte Ebubekir Sıddık -Allah ondan razı olsun-vakarlılığı, duyarlılığı ve iyi yürekliliği ile birlikte acılar içinde kıvranıyor. Namusuna dil uzatılıyor, kendisini seven ve kendisine güvenen arkadaşı, inandığı ve sıkı sıkıya bağlı bir kalple doğruladığı, ona inanmak için bunun dışında bir kanıta ihtiyaç duymadığı peygamberi Muhammed'in eşi olan kızına büyük bir iftira atılıyor. İçinde duyduğu bu dayanılmaz acı dilinden dökülüyor. Aslında sabırlı, Allah'a bağlı ve acılara karşı dayanıklı bir kişidir:"Allah'a andolsun ki, biz cahiliye döneminde bile böyle bir suçlamâya uğramadık. islâmda mı bu suçlamayı kabulleneceğiz?" diyor. Bu sözler, alabildiğine acı yüklüdür. Öyle ki, acılar içinde kıvranan hasta kızı "benim yerime Resulullah'a cevap ver" dediğinde, sessiz ve derin bir acıyla şöyle demişti. "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a -salât ve selâm üzerine olsun- ne diyeceğimi bilmiyorum."
Ümmü Ruman (Ebubekir Sıddık'ın eşi) -Allah ondan razı olsun- büsbütün yıkılmış, hasta ve ağlamaktan neredeyse ciğeri parçalanacak olan kızının karşısında duygularınà hakim oluyor ve "Yavrucuğum, aldırma, Allah'a andolsun ki, kocası tarafından sevilen, durumu parlak olan, bununla beraber çekemeyenleri olan çok az kadın vardır ki, hakkında dedikodu çıkarılmasın" diyor. Ama Aişe "Benim yerime Resulullah'a cevap ver" dediğinde bu kararlılıktan eser kalmıyor, o da kocası gibi "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a ne diyeceğimi bilemiyorum" diyor.
Sonra iyi kalpli, Allah yolunda cihad eden tertemiz bir müslüman olan Safvan b. Muattal, o da Peygamberinin karısına hıyanet etmekle suçlanıyor. Bununla da müslümanlığına, güvenirliliğine, şerefine ve itibarına kısacası bir sahabinin değer verdiği her şeye dil uzatılıyor. Üstelik kendisi tamamen suçsuzdur. Böylesine zalim, böylesine haksız bir suçlama ile karşı karşıyadır. Oysa böyle bir şeyi düşünmek istemez. "Sübhanallah, asla bir kadının omuzunu açmış değilim diyor. Hasan b. Sabit'in bu ağır iftirayı yaydığını biliyor. Bu yüzden kafasına bir kılıç indirip neredeyse öldürecek şekilde yaralamaktan kendini alamıyor. Bu durum yasak olduğu halde, müslüman bir kişiye kılıç çekmesine neden oluyor. Demek ki, duyduğu acı gücünü aşıyor. Yaralı nefsini kontrol edemiyor.
Sonra Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ın peygamberi, Haşimoğullarının zirvesi... Evet işte onun eşine dil uzatılıyor. Hem de hangisine? Kalbinde bir kız, bir eş ve bir sevgili olarak baş köşeye oturmuş Aişe'ye... Yatağının temizliğine iftira atılıyor. Oysa o temizdir ve temizlik her davranışına yansımaktadır. İşte onun çiğnenmesi yasak olan iffetine dil uzatılıyor. Halbuki o, ümmetinin iffetini korumakla yükümlüdür. Ve O Rabbinin kendisini koruması hususunda iftiraya uğruyor. Halbuki o, her türlü kötülükten korunmuş bir peygamberdir.
İşte, bu peygamberin her şeyine dil uzatılıyor. Aişe'ye iftira atıldığı zaman; yatağına namusuna, kalbine ve peygamberliğine dil uzatılıyor. Bir Arabın, bir peygamberin değer verdiği her şeye dil uzatılıyor. İşte o, bütün bu hususlarda iftiraya uğramışken, Medine'de tam bir ay insanlar bu konuyu konuşuyor. Ama bütün bunlara dur diyemiyor. Yüce Allah da gördüğü bir hikmetten dolay, hakkında hiçbir açıklama indirmeden bu işin bir ay sürmesini diliyor. Ama Hz. Muhammed bir insandır. Bu acı durum karşısında her insanın duyduğu ızdırabı o da duyuyor. Utanç duyuyor, kalbinin acılarla kıvrandığını hissediyor. Bunun da ötesinde elem verici bir yalnızlık çekiyor.
Yolunu aydınlatmasına alışık olduğu Allah'ın nurundan uzak bulunmanın verdiği yalnızlık duygusunun acısını çekmektedir. Eşinin suçsuzluğunu gösteren birçok belirtiye rağmen şüphe kalbini kemirmektedir. Ama o, bu belirtilerle tatmin olmuyor. Medine'deki bu dedikodu furyası da almış başını gidiyor. Küçük eşini seven ama insan olmanın gerektirdiği duyguları bir tarafa atamayan kalbi şüphelerden acı duyuyor. Fakat bu şüpheleri kovamıyor. Çünkü o da nihayet bir insandır. Yatağına dokunulmasına tahammül edemeyen bir kocadır. Kalbine yerleşen en ufak bir şüpheyi son derece önemseyen bir erkektir. Bu konuda bir insanın kapılacağı duygulara o da kapılıyor, o da her insan gibi tepki gösteriyor.
İşte, bu yük ağır geliyor kendisine, yalnız başına çekemiyor. Bu yüzden sevgisi kalbine yakın olan Usame b. Zeydi ve amcası oğlu, destekçisi Ali b. Ebu Talib'i çağırıyor. Bu özel işi için onların göçüşlerine başvuruyor. Ali'ye gelince, o Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- soyundandır. Bu yüzden sorun karşısında çok duyarlıdır. Ayrıca amcası oğlu ve güvencesi olan Hz. Muhammed'in kalbini sıkan acı ve sıkıntıdan da etkilenmektedir. Bu yüzden Allah seni sıkıntıya sokmaz şeklinde görüş bildiriyor. Ayrıca Hz. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun-kalbinin huzura kavuşması ve kararsızlık derdinden kurtulması için bir de cariyeden sorması yönünde görüş belirtiyor. Hz. Usame ise, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- eşine duyduğu sevgiyi ve ayrılık düşüncesinin ne kadar zor geleceğini bildiği için, bildiği şekliyle mü'minlerin anasının temizliği ve utanmaz iftiracılığını yalancılığı doğrultusunda görüş bildiriyor.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir insanın hırsı ile, yine bir insanın sıkıntısı ile Usame'nin sözlerinden ve cariyenin şahitliğinden destek buluyor, güç alıyor. Bu güçle mescitte insanların karşısına çıkıyor. Namusuna dil uzatanları, eşine iftira atanları, hiç kimsenin bir kötülüğünü görmediği üstün nitelikli müslümanlardan birine iftira atanları şikayet ediyor... Bunun üzerine, Peygamberin mescidinde, Peygamberin huzurunda oldukları halde Evs ve Hazreç kabileleri arasında küfürleşmeler, sataşmalar başlıyor. Bu da o garip dönemde müslüman toplumu kuşatan havanın niteliğini gösteriyor. Önderliğin kutsallığı yara almıştır. Bu durum Hz. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- son derece etkiliyor. İşini kolaylaştıran nur da bir türlü yolunu aydınlatmıyor. Sonra kalkıp bizzat Aişe'ye gidiyor, halkın konuştuklarını ona açıyor, doğru ve rahatlatıcı cevabı ondan istiyor.
Acılar bu şekilde zirveye ulaşınca, Rabbi kendisine acıyor; tertemiz ve doğru sözlü Aişe'nin suçsuzluğunu bildiren ayetleri indiriyor, Peygamberin temiz ve üstün ailesini aklıyor. Bu ağır iftirayı dillerine dolayan münafıkları ortaya çıkarıyor, böylesine önemli bir meselede müslüman toplumun izleyeceği doğru yolu gösteriyor.
Nitekim Aişe -Allah ondan razı olsun- indirilen bu ayetler hakkında şöyle demişti: "Allah'a andolsun ki, ben suçsuz olduğumu biliyordum ve yüce Allah'ın suçsuzluğumu bildireceğinden emindim. Ama ben yüce Allah'ın hakkımda okunan bir vahiy indireceğini sanmazdım. Yüce Allah'ın hakkımda okunacak bir vahiy indirmeyecek kadar durumumun önemsiz olduğunu düşünüyordum. Fakat ben, Resulullah'a Allah tarafından suçsuzluğumu kanıtlayan bir rüya gösterileceğini umuyordum."
Ne var ki, olayın akışından da anlaşılacağı gibi bu mesele Hz. Aişe'nin meselesi değildir, sırf onun şahsını ilgilendiren bir olay değildir. Bu olay onu aşmış, Hz. Peygamberin şahsını ve o günkü toplum içindeki görevini ilgilendirmiştir. Daha doğrusu Rabbine olan bağlılığını ve peygamberliğini ilgilendirmiştir. Bu büyük iftira olay, sadece Hz. Aişe'ye yönelik bir iftira değildir. Peygamberinin ve kurucusunun şahsında inanç sistemine yönelik bir iftiradır. Bu yüzden yüce Allah bu asılsız sorunu çözümlemek, planlı komployu başarısız kılmak, İslâma ve İslâm'ın peygamberine karşı başlatılan savaşa müdahale etmek, ayrıca bütün bunların ötesinde yer alıp da yüce Allah'dan başkasının bilmediği yüce hikmeti ortaya koymak için ve vahiy gönderiyor, ayet indiriyor:
"O ağır iftirayı ortaya atanlar sizden bir gruptur. Bu olay kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir. O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır."
Bu iftirayı ortaya atan bir kişi ya da birkaç kişi değildir. Onlar aynı amaç için örgütlenmiş bir "grup"tur. Bu büyük iftirayı ortaya atan sadece Abdullah b. Ubey b. Selul değildir. O sadece işin önemli kısmını üstlenmiştir. O yahudi veya münafık grubun temsilcisidir. Bu grup İslâma karşı açıkça savaşamadığı için İslâm perdesinin arkasına saklanıp gizlice İslâma komplolar düzenliyordu. Bu iftira olay ise, öldürücü komplolarından sadece biridir. Sonra müslümanlar da oyunlarına geldiler. Mihne binti Cahş, Hassan b. Sabit ve Mistah b. Esase gibi bazı müslümanlarda bu iftira olayına bulaştılar. Fakat planın aslı, kişisel olarak çarpışma alanında gözükmeyen uyanık komplocu ibni Selul'un başını çektiği gruba aitti. Kendisini sorumlu kılacak ve cezalandırılmasını gerektirecek şekilde açıktan açığa konuşmuyordu. Bunu, güvendiği ve aleyhinde şahitlik etmeyeceğini bildiği kişilere gizlice söylüyordu. Bu plan, Medine'yi tam bir ay boyunca sarsacak ve en temiz, en muttaki bir toplumda dillerde günlerce dolaşacak kadar ustaca ve profesyonelce hazırlanmıştı.
Ayetlerin akışı, olayın önemini ortaya koymak, köklerinin derinliğini, bunun da ötesinde İslâm ve müslümanlara bu denli ince düşünülmüş sağlam ve aşağılık komplolar düzenleyen komplocu grubu ortaya çıkarmak için bu gerçeği vurgulamakla başlıyor.
Arkasından beklemeden, müslümanlârın bu komplonun akıbetinden, emin olmalarını sağlayan bir ifade yer alıyor:
"Bu olay kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir."
İyidir. Çünkü, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ve aile fertlerinin şahsında İslâma komplo kuranları ortaya çıkarmıştır... Çünkü zina suçlamasında bulunmayı yasaklamanın ve bu suçlamada bulunanı Allah'ın belirlediği cezaya çarptırmanın zorunlu olduğunu müslüman topluma göstermiştir... Çünkü şayet suçsuz ve iffetli mü'min kadınlara serbestçe zina suçlamasında bulunulacak olursa, toplumu saracak olan tehlikenin, boyutlarını ortaya koymuştur. Aksi taktirde bunlar bir noktada durmayacak en şerefli makamlara ulaşacak, en üstün değerlere uzanacaklardır. Artık toplumun korunacak bir tarafı, sakınılacak bir yönü kalmaz. Toplum utanma duygusunu yitirir.
Şu halde yüce Allah'ın -bu münasebetle- bunun gibi önemli bir olay karşısında müslüman toplumun izleyeceği doğru metodu göstermesi bir iyiliktir.
Hz. Peygamberin, aile fertlerinin ve bütün müslümanların çektiği acılar ise, deneyimden geçmenin ücreti, imtihanın vergisi ve görevi yerine getirmenin gereğidir.
Bu büyük iftiraya bulaşanlar ise olaydaki payları oranında cezaya çarptırılacaklardır
"O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını görecektir."
Herbiri, günahları oranında, Allah katında kötü bir akıbetle karşılaşacaklardır. Ne kötü bir kazançtır bu. Şu halde bu, hem dünyada, hem de ahirette cezalandırılmalarını gerektiren bir günahtır:
"Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır."
Bu büyük azap, onun bu büyük iftiradaki büyük payına karşılıktır.
Suçun büyük kısmını üstlenen, bu girişime öncülük eden, büyük çapta olayın yaygınlaşmasını sağlayan, münafıklığın başı, entrikanın bayraktarı Abdullah b. Ubey b. Selul'dur. Eğer yüce Allah onun hareketlerini kontrol etmeseydi, dinini korumasaydı, peygamberini sakınmasaydı, müslüman toplumu gözetmeseydi Selul öldürücü noktayı iyi seçmişti. Rivayete göre Safvan b. Muattal mü'minlerin anasının içinde bulunduğu hevdeçle önlerinden geçerken, önde gelen taraftarları arasında bulunan İbni Selul, "Bu kadın kim?" diye sormuş. Onlar da "Aişe'dir" demişler. Bunun üzerine "Vallahi ne Aişe ondan kurtulmuş, ne o Aişe'den kurtulmuştur. Peygamberinizin karısı bir adamla sabaha kadar beraber olmuş, şimdi de o adam onun devesini çekiyor" demiş.
Bu son derece iğrenç bir sözdür. Abdullah b. Selul bu sözü münafık grubu aracılığı ile ve türlü dolambaçlı yollarla yaymaya başladı. Doğrulanmadığı ve tüm belirtiler böyle bir şeyi yalanladığı halde Medine bu iğrenç söylentiyle çalkalanmaya başladı. Hatta çekinmeyen bazı müslümanlar bile bu olayı dillerine doladılar. Tam bir ay bu konuyu konuştular. Oysa daha duyulur duyulmaz itibar edilmemesi, reddedilmesi gereken iğrenç bir yalandı bu.
İnsan dehşete kapılıyor -bugün bile- nasıl olur da o günkü müslüman toplum havasında böyle bir yalan ilgi görebiliyor, gündemde kalabiliyor? Toplumun bünyesine nasıl bu kadar büyük bir etki yapabiliyor, tartışmasız olarak yeryüzünün en temiz ve en büyük kişileri olan insanlara büyük acılar çektirebiliyor?
Hiç kuşkusuz bu, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- o günkü müslüman toplumun ve İslâmın giriştiği bir savaştı. Bu savaş son derece çetindi. Belki de Hz. Peygamberin zaferle çıktığı, büyük acılarının üstesinden geldiği, kişiliğinin vakarını, kalbinin yüceliğini ve sabrının güzelliğini koruduğu en çetin savaştı bu. Bu büyük iftiranın gündemde olduğu süre içinde sabrının tükendiğini, dayanma gücünün zayıfladığını gösteren tek bir söz işitilmemişti kendisinden. Oysa bu sırada çektiği acılar belki de hayatı boyunca karşılaştığı acıların en büyüğüydü. Bu iftiranın yayılması ile İslâmın karşı karşıya kaldığı tehlike tüm tarihi boyunca atlattığı en şiddetli tehlikeydi.
Şayet o gün her müslüman kalbine danışsaydı, işin içinden çıkacak, olumlu bir sonuç alacaktı. Fıtratının mantığına başvursaydı takınılacak doğru tavrı bulacaktı. İşte Kur'an, müslümanların sorunları karşılarken, o konuda hüküm vermek için ilk adım atılırken bu yönteme başvurmaları direktifini veriyor.
"O iftirayı işittiğinizde erkek-kadın bütün mü'minlerin kendileri hakkında hüsnü-zan besleyerek özlerine leke kondurmaya yanaşmayarak 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi"
Evet uygun olanı buydu... Erkek-kadın bütün mü'minlerin kendileri hakkında hüsnü-zan beslemeleri, böyle bir bataklığa gireceklerine ihtimal vermemeleri daha doğru bir tutumdu. Peygamberlerinin tertemiz karısı ile kardeşleri mücahid sahabi de onlardandılar. Şu halde onlar hakkında hüsnü-zan beslemeleri daha iyi olacaktı. Çünkü kendilerine yakışmayan bir tavır Hz. Peygamberin karısına, hakkında iyilikten başka bir şey bilinmeyen arkadaşına da yakışmazdı. Nitekim Ebu Eyyüb halid b. Zeyd el-Ensari ve karısı -Allah onlardan razı olsun- böyle yapmışlardı. İmam Muhammed b. İshak'ın rivayetine göre: Ebu Eyyub'un karısı Ümmü Eyyüb "Ya Ebu Eyyüb., insanların Aişe -Allah ondan razı olsun- hakkında neler söylediklerini duydun mu?" der. Ebu Eyyub "Evet, duydum, ama yalandır. Sen böyle bir şey yapar mıydın ey Ümmü Eyyub?" der. Ümmü Eyyub "Hayr vallahi böyle bir şey yapmazdım" der. Bunun üzerine Ebu Eyyub "Oysa Allah'a andolsun ki Aişe senden hayırlıdır" der. İmam Mahmud b. Ömer ez-Zemahşeri "el-Keşşaf" adlı tefsirinde Ebu Eyyub el-Ensarinin Ümmü Eyyub'a şöyle dediğini nakleder: "Neler konuşuluyor görüyor musun?" Ümmü Eyyub "Şayet sen Safvan'ın yerinde olsaydın, Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- ırzına, namusuna kötü gözle bakar mıydın?"diye sorar. Ebu Eyyub "Hayır" der. Ümmü Eyyub: "Ben de Aişe'nin, -Allah ondan razı olsun- yerinde olsaydım Resulullah'a ihanet etmezdim. Oysa Aişe benden, Safvan da senden hayırlıdır" der.
Bu iki rivayet,bazı müslümanların kendilerine gelip, kalplerine çözüm için başvurduklarını, Aişe'ye ve müslümanlardan birine tartışmaya bile değmeyen ufak bir kuşkudan dolayı yakıştırılan Allah'a isyan, peygamberine ihanet ve fuhuş bataklığına yuvarlanma cürmünün işlenmiş olmasına ihtimal vermediklerini göstermektedir.
Olaylar karşısında Kur'an'ın uygulanmasını istediği yöntemin ilk adımı budur. Subjektif ve vicdani delille ilgili bir adım. Bu yönteme göre atılacak ikinci adım ise, objektif bir delil ve pratikte değeri olan bir belge istemektir:
"Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri gösteremediler o halde onlar, Allah katında yalancıların ta kendileridirler."
Makamların en üstünü, ırzların en temizi aleyhinde ortaya atılan bu furya bu kadar kolay, bu kadar rahat geçmemeliydi. Ortada bir kanıt bir tesbit yokken bu şekilde yayılmamalıydı. Bir gören, bir delil olmaksızın dillerde dolaşmamalıydı, ağızlarda gevelenmemeliydi?
"Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi?"
Bunu yapmadıklarına göre, yalancıdırlar onlar. Katında hiçbir sözün çarpıtılmadığı, hiçbir hükmün değişmediği, hiçbir kararın bozulmadığı yüce Allah nezdinde yalancıdırlar. Bu, onların hiçbir zaman aklanamayacakları, cezasını çekmekte kurtulamayacakları kalıcı, gerçek ve sürekli bir damgadır.
Bu iki adımdan... İşi kalbe havale etme, çözüm için vicdana başvurma adımı ile belge ve kanıtla ispat etme adımından... Evet o büyük iftira olayında müslümanlar bu iki adımdan habersizdiler. Hz. Peygamberin ırzını dillerine dolayanları kendi hallerine bıraktılar. Oysa bu büyük ve korkunç bir olaydı. şayet yüce Allah'ın onlara yönelik lütfu olmasaydı bütün toplum büyük bir felakete uğrayacaktı. İşte yüce Allah, bu acı dersten sonra bir daha asla böyle bir şey yapmamaları konusunda onları uyarıyor:
"Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, yoğun dedikodu konusu yaptığınız bu iftiradan dolay büyük bir azaba çarpılırdınız."
Yüce Allah bu olayı yeni oluşmuş müslüman toplum hesabına acı bir ders olarak saydı. Onlara lütfunu ve merhametini göstererek çetin azabına çarptırmadı çünkü bu büyük bir azabı gerektiren bir eylemdir. Hz. Peygambere eşine, dostuna ve hakkında iyilikten başka bir şey bilmediği arkadaşına çektirdikleri azaba uygun bir azap. Müslüman toplum içinde yaylan ve yaygınlaşan kötülüğe, toplum hayatının dayanağı olan tüm kutsal değerlere bulaşan kötülüğe uygun bir azap. Münafık grubun bir ay boyunca mü'minlerin Rabblerine, peygamberlerine ve sıkıntıyla, kararsızlıkla ve bir türlü tatmin olmayan bir şaşkınlıkla kıvranan şahıslarına olan güvenlerini sarsmak suretiyle İslâm inanç sistemini temelinden sökmek için kurdukları iğrenç komploya uygun bir azap. Ne var ki, yüce Allah'ın lütfu acı bir dersten sonra yeni oluşmuş topluma ulaşıyor, rahmeti bu hatayı işleyenleri kuşatıyor...
Kur'an-ı Kerim dizginlerin koptuğu, ölçülerin bozulduğu, değerlerin karıştığı, temellerin ortadan kaybolduğu bu dönemin bir tablosunu çiziyor:
"Hani bu iftirayı dilden dile yayıyordunuz. Hakkında hiçbir bilgiye, sahip olmadığınız bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz. Yaptığınız kötülüğü önemsiz sanıyordunuz. Oysa O, Allah katında ağır bir suçtu."
İçinde hafïfliğin şımarıklığın, sakınmazlığın, en önemli ve en tehlikeli konuları laubalilikle özensizlikle ele alma unsurlarının ön plana çıktığı bir tablodur bu.
"Hani bu iftirayı dilden dile yaşıyordunuz."
Düşünmeden, ölçüp biçmeden, doğruluğunu araştırmadan, dikkatle bakmadan bir dil diğerinden alıyordu Sanki sözler kulaklara uğramıyordu, kafalarına girmiyordu, kalplerde değerlendirilmiyordu. "Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz."
Ağzınızla söylüyordunuz, bilincinizle, aklınızla ve kalbinizle değil. Zihinlerde yer etmeden, akıllar tarafından algılanmadan ağızlarda gevelenen sözlerdir bunlar. "Yaptığınız kötülüğü önemsiz sayıyordunuz."
Resulullah'ın namusuna dil uzatmâyı onun eşinin ve ailesinin kalbini acılarla kıvrandırmayı, cahiliye döneminde bile namusuna dil uzatılmayan Ebubekir Sıddık'ın -Allah ondan razı olsun- ailesini lekelemeyi, mücahid bir sahabeyi suçlamayı, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- masumluğuna, Rabbi ile olan bağlılığına ve Rabbinin ona yönelik gözetimine dokunmayı, bunları itham etmeyi "Önemsiz sanıyordunuz"... "Oysa O Allah katında ağır bir suçtur." Allah katında ağır ve önemli olan şeylerse, dağları yerinden oynatan yeri-göğü titreten ulu ve korkunç şeylerdir.
Aslında kalpler duyar duymaz bu dedikodudan kaçmalıydılar, bunu konuşmaktan bile kaçınmalıydılar, böyle bir şeyin sözkonusu edilmesine karşı çıkmalıydılar, peygamberini böyle bir duruma düşürmekten Allah'ı tenzih etmeliydiler, bu iftirayı bu temiz ve ulu atmosferden uzak bulundurmalıydılar.
"Onu işittiğiniz zaman 'Bu konuda konuşmak bize yakışmaz. Haşa Allah'a! Bu ağır bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?"
Bu mesaj kalplerin derinliklerine kadar nüfuz edince onları iyice sarsıyor; yeltendikleri suçun büyüklüğünün, yaptıkları işin iğrençliğinin farkına varmalarını sağlıyor. Tam bu sırada bir daha böylesine korkunç bir eyleme yeltenmemelerine ilişkin bir uyarı yer alıyor.
"Allah size öğüt veriyor ki, eğer mü'min iseniz, böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz."
"Size öğüt veriyor." Etkin bir terbiye metoduyla... Hem de dinleyip itaat etmeye, önemsemeye son derece uygun bir ortamda...Bunun yanında bir daha böyle bir şeye yeltenilmemesine ilişkin ifade de uyarı anlamını içermektedir. "Böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor."
Bunun yanında imanlarını bu öğütten yararlanmaya bağlamayı da gözardı etmiyor: "Eğer mü'min iseniz."
Çünkü bu işin iğrençliği bu şekilde kendilerine gösterilmişken ve bu tarzda uyarılmışlarken mü'minlerin böyle bir suçu yeniden işlemeleri buna rağmen mü'minlik sıfatını korumaları mümkün değildir: "Allah, aynı zamanda size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklıyor."
Ortaya atılan bu büyük iftira olayında açıkladığı, bu olayın arka planındaki komployu ortaya çıkardığı ve bu olay esnasında işlenen suç ve hataları gözler önüne serdiği gibi: "Allah her şeyi bilir ve her yaptığını yerinde yapar."
Nedenleri, niyetleri amaç ve hedefleri bilir. Kalplere giden yolları, nefislerin dönemeçlerini bilir. Bunları tedavi etmeyi, işlerini planlamayı, kendileri için yararlı olan düzenleme ve sınırlandırmaları hikmetle ve yerinde yapar.
İFTİRANIN KALINTILARISonra ayetlerin akışı bu iftira olay ve geride bıraktığı izleri üzerine bir değerlendirmeyle sürüyor; böyle bir şeye bir daha yeltenilmemesi uyarısını yineleyerek, Allah'ın lütfunu ve rahmetini hatırlatarak hiçbir suçları bulunmayan iffetli mü'min kadınlara zina suçlamasında bulunanları tehdit ederek yoluna devam ediyor. Bunun yanında ruhları bu savaşın bıraktığı izlerden arındırıyor, onları dünyanın değişik koşullarından uzaklaştırıyor, yeniden eski saflığına ve parlaklığına kavuşturuyor. Nitekim bu durum, o iftirayı dillerine dolayanlarla birlikte hareket eden akrabası Mistah b. Esase'ye karşı Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı olsun- tutumunda somutlaşmaktadır.
"Mü'minler arasında ahlaksızlığın ve edepsizliğin yayılmasını isteyenleri gerek dünyada ve gerekse ahirette acıklı bir azap beklemektedir. Allah bilir oysa siz bilmezsiniz."
İffetli kadınlara zina suçlamasında bulunanlar -özellikle Hz. Peygamberin saygın ailesine dil uzatmaya cüret edenler- mü'min kitlenin iyiliğe, iffet ve temizliğe olan bağlılığını sarsmak; fuhuş yapmaktan sakınma duygusunu ortadan kaldırmak için çalışıyorlar. Bunu da fuhşun toplumda yaygın olduğu havasını meydana getirmek yoluyla önce nefislerde daha sonra da pratikte fuhşu yaygınlaştırmak için yapıyorlar.
Bu da eğitim sisteminin bir yönüdür, korunma amaçlı uygulamalardan biridir. Hiç kuşkusuz bu, insan ruhundan her yönüyle haberdar olmaya,duygu ve yönelişlerini ortaya çıkaracak yolu bilmeye dayalı bir yöntemdir: Bu yüzden şu değerlendirme yer alıyor: "Allah bilir oysa siz bilmezsiniz."
İnsanı yaratandan başka onun ruhunun özelliklerini kim bilebilir? İnsan denen varlığın davranış ve özelliklerini kim planlayabilir onu var edenden başka? Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'tan başka kimdir görülen, görülmeyen her şeyi bilen ve bilgisinden gizli hiçbir şey bulunmayan?
Bir kez daha mü'minlere yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfu ve rahmeti hatırlatılıyor.
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, eğer o son derece esirgeyen ve acıyan olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu?"
Çünkü olay büyüktür, işlenen suç, ağır bir suçtur, bu olayın özünde taşıdığı kötülük bütün müslüman topluma zarar verecek boyuttadır. Ama Allah'ın lütfu ve rahmeti, onlara yönelik şefkati ve gözetimi onları bu kötülükten korumuştur. Bu yüzden yüce Allah'ın bu lütfu ve merhameti tekrar tekrar hatırlatılıyor. Böylece Allah (C.C), müslümanların hayatını kapsayan bu önemli deneyimle onları eğitiyor..
Şayet yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfu ve rahmeti olmasaydı, bu büyük kötülüğün bütün topluma bulaşacağı somut olarak anlatıldıktan sonra, bu davranışların şeytanın adımlarını izleme olarak tasvir edileceği belirtiliyor. Oysa, hem kendilerinin hem de babalarının ezeli düşmanının adımlarını izlememeleri gerekirdi. Bu arada şeytanın kendilerini sürüklemek istediği benzeri bir gizli kötülüğe karşı uyarılıyorlar:
"Ey mü'minler, sakın Şeytanın izinden gitmeyiniz. Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o edepsizliği, ahlaksızlığı ve çirkin davranışları emreder. Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, hiçbiriniz asla kötülüklerden arınamazdı. Ama Allah dilediği kimseleri kötülüklerden arındırır. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."
Şeytanın önden gidip mü'minlerin de onun adımlarını izlemesi gerçekten kınanacak bir tablodur. Kaldı ki; insanlar arasında şeytandan kaçmaları, onun uğursuz yolundan başka bir yol izlemeleri gerekenler kendileridir. Bu tablo oldukça çirkindir, mü'minin tabiatı böyle bir şeyi reddeder, kaçar, vicdanı böyle bir durum karşısında sarsılır, hayali titrer. Bu tablo ve mü'minin bu tablo ile karşı karşıya kalırken ki durumu içlerinde uyanıklık, sakınma ve duyarlılık unsurlarını harekete geçirecek şekilde canlandırılıyor:
"Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o edepsizliği, ahlâksızlığı ve çirkin davranışları emreder."
Bu büyük iftira olay da, şeytanın bu işe bulaşan mü'minleri sürüklediği çirkin davranışların bir örneğidir. Son derece tiksindirici ve iğrenç bir örneğidir. Hiç kuşkusuz insan zayıf bir yaratıktır. Çeşitli ihtirasların, iç dürtülerin çekişmesine açıktır. Bu yüzden her zaman, kirli işlere bulaşır. Ama Allah'ın lütfu ve merhameti kendisine ulaşırsa bu durumdan kurtulur. Bu ise, Allah'a yönelip onun belirlediği hareket sistemine uyduğu zaman mümkündür.
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, hiç biriniz asla kötülüklerden arınamazdı. Ama Allah dilediği kimseleri kötülükten arındırır."
Çünkü kalbi aydınlatan Allah'ın nuru onu temizler, kötülüklerden arındırır. Eğer Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı hiç kimse arınamaz, kötülüklerden temizlenemezdi. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir. Bu yüzden arınmayı hakedeni arındırır, içinde iyilik ve hakka yatkınlık olduğunu bildiği kimseyi kötülüklerden temizler. "Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."
Kötülüklerden arınma ve temizlenmeden söz edilmesi üzerine, işledikleri suç ve günahlardan dolay Allah'tan bağışlanma diledikleri gibi bazı mü'minlerin diğer bazı mü'minleri hoşgörülü davranmasına ve hatalarını bağışlamasına ilişkin bir çağrı yeralıyor!
"Aranızdaki erdemli ve varlıklı kimseler yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçedenlere yardım etmeyeceklerine yemin etmesinler, affetsinler, işlenen kusurları görmezden gelsinler. Allah sizi affetsin, istemez misiniz? Allah affedicidir, merhametlidir."
Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun-suçsuzluğunu ifade eden ayetlerin inişinden sonra bu ayet, Hz. Ebubekir -Allah ondan razı olsun- hakkında inmiştir. Hz. Ebubekir, aynı zaman akrabası olan Mistah b. Esase'nin bu iftirayı yayma işine bulaşanlardan olduğunu öğrenmişti. Mistah muhacirlerin fakirleri arasında yer alıyordu. Hz. Ebubekir de kendisine yardım ediyordu. Bu olay üzerine bir daha Mistah'a yardımda bulunmayacağına yemin etmişti.
Bu ayet, hem Ebubekir'e, hem de diğer mü'minlere kendilerinin hata işlediklerini sonra da Allah'ın kendilerini bağışlamasını arzuladıklarını hatırlatıyor. Şu halde, kendileri için arzuladıkları şeyi aralarındaki ilişkilerde de uygulasınlar. Suç işlemiş olsalar bile, kötülük yapsalar bile hakeden birine yönelik iyiliği kesmeye yemin etmesinler.
Bu noktada, Allah'ın nuru ile arınmış tertemiz ruhların ulaştığı yüksek ufuklardan birine yükseliyoruz. Bu, Ebubekir Sıddık'ın -Allah ondan razı olsun- ruhunda parlayan bir ufuktur. İftira olayının kalbinin derinliklerine etki ettiği
, Ebubekir... Ailesine ve namusuna yönelik suçlamanın acısına katlanan Ebubekir... Evet bu Ebubekir, Rabbinin bağışlamaya ilişkin çağrısını duyar duymaz, vicdanı bu imalı soruyu algılar algılamaz!..
"Allah sizi affetsin, istemez misiniz?" Hem en acıların üstüne çıkıyor, insanın duygularına ve toplumun mantığına baskın çıkıyor. Ruhu şeffaflaşıyor, Allah'ı çağrısını eksiksiz bir iç huzuru ve onay ile olumlu karşılıyor: "Evet, vallahi yüce Allah'ın beni bağışlamasını isterim" diyor ve daha önce Mistah'a yaptığı mali yardımı tekrar başlatıyor. Daha önce "Bir daha ona asla yardım etmeyeceğim" diye yaptığı yemine karşılık "Vallahi bu yardımı hiç kesmeyeceğim" diye yemin ediyor.
Böylece yüce Allah bu büyük kalbin acılarını dindiriyor, savaşın geride bıraktığı lekeleri çıkıyor, temizliyor, hep temiz arı, duru ve Allah'ın nuru ile aydınlansın diye.
BAĞIŞLAMANIN NİTELİĞİYüce Allah'ın mü'minlere hatırlattığı bu bağışlama, iffetli kadınlara zina suçlamasında bulunma ve edepsizliğin mü'minler arasında yaygınlaşmasına neden olacak davranışlarda bulunma suçundan pişmanlık duyup tövbe edenler içindir. Ama İbni Ubeyye gibi iğrenç bir tutumla ve ısrarla iffetli kadınlara zina suçlamasında bulunanlara hoşgörülü davranılmaz, bunlar bağışlanmazlar da. Şahitsizlik yüzünden dünyada ceza yemekten yakalarını kurtarsalar bile, ahirette onları Allah'ın azabı beklemektedir. O gün azaba çarptırılmaları için şahide de gerek yoktur.
"Namuslu, saf ve mü'min kadınları zina etmekle suçlayan iftiracılar dünyada ve ahirette Allah'ın lanetine uğrarlar. Onlar ağır bir azaba çarpılacaklardır."
"O gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri kötülük konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir."
"Ö gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın apaçık, "gerçek" olduğunu anlayacaklardır."
Ayetin ifade tarzı bunların suçlarını son derece ağır ve iğrenç bir suç olarak nitelendiriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan, iftiraya karşı kendilerini koruyamayan iffetli mü'min kadınlara iftira atmak şeklinde tasvir ediyor. Oysa bu kadınlar suçsuzluğun verdiği güvenle tedbir alma gereğini duymuyorlar. Çünkü onlar sakınmaya gerektirecek bir suç işlemiş değiller. Bu suçta iğrençlik ve kalleşlik somutlaşmaktadır. Bu yüzden suçlular lanetle cezalandırılıyorlar. Allah'ın laneti üzerlerinedir. Allah hem dünyada hem de ahirette onları rahmetinden kovmuştur. Arkasından bu çarpıcı sahne canlandırılıyor: "O gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri kötülük konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir." Bir zamanlar suçsuz, iffetli ve mü'min kadınları zina yapmakla suçladıkları gibi, o zamanında birbirlerini hakka göre suçlayacaklar. Kur'an'ın tasvirli ifade tarzındaki edebi ahenk yöntemi uyarınca bu iki olgu etkin sahnede birbirlerine karşılık olmak için yer alıyorlar.
"O gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak verecektir." Onları adil bir cezaya çarptıracaktır. O gün daha önce kuşkulandıkları şeyden emin olacaklardır. "Onları Allah'ın apaçık "gerçek" olduğunu anlayacaklardır."
Yüce Allah'ın fıtrata yüklediği ve insanların pratik hayatında gerçekleştirdiği iradesinin ne kadar adil olduğunun açıklanması ile Hz. Aişe'ye yönelik büyük iftira olayını konu alan bölüm sona eriyor. Yüce Allah'ın bu adil iradesine göre kötü nefisle kaynaşır. Eşler arasındaki ilişkiler bu temele dayanır. Eğer Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun- onların suçladıkları tipten bir kadın olsaydı, yeryüzündeki en temiz nefsi, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- payına düşmezdi
"Kötü kadınlar, kötü erkeklere ve kötü erkekler kötü kadınlara yakıştıkları gibi, temiz kadınlar temiz erkeklere ve temiz erkekler temiz kadınlara yakışırlar. Temizler kötülerin kendilerine yönelik dedi dokularından uzaktırlar. Bunları, Allah'ın bağışlayıcılığı ve onurlu rızık beklemektedir."
Kuşkusuz Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Hz. Aişe'yi -Allah ondan razı olsun- büyük aşkla sevmişti. Şayet Hz. Aişe bu büyük sevgiyi hakedecek temiz bir kadın olmasaydı, yüce Allah onu kötülüklerden koruduğu peygamberine sevdirmezdi.
Şu temiz erkeklerle temiz kadınlar, fıtratları ve özellikleri bakımından "kötülerin kendilerine yönelik dedikodularından uzaktırlar" söylenen şeylerin onlara bulaşması mümkün değildir.
"Bunları, Allah'ın bağışlayıcılığı ve onurlu rızık beklemektedir." Yaptıkları hatalardan sonra bağışlanma ve onurlu rızıkla rızıklandırılmaları, onların yüce Allah'ın katındaki onurlu makamlarını göstermektedir.
Böylece Hz. Aişe'ye yönelik büyük iftiraya ilişkin konu sona eriyor. Bu olay, müslüman toplumun, sıkıntıların en büyüğünü, imtihanların en etkileyicisini çekmelerine neden olmuştu. Bu, peygamberin yuvasının temizliğine, yüce Allah'ın onu koruyacağına, evinde temiz ve onurlu unsurlardan başkasını barındırmayacağına güvenme konusunda yaşanan bir imtihandı. Yüce Allah bunu müslüman toplumun eğitimi için kullanmıştı. Böylece toplum şeffaflaşmış, incelmiş ve nur suresinde somutlaşan nurdan ufuklara yükselmişti.
İSLAMIN EGİTİM METODUDaha önce de söylediğimiz gibi İslâm, tertemiz toplumunu kurarken sırf cezai yaptırımlara dayanmaz. Her şeyden önce korunma ilkesine dayanır. İslâm fıtri içgüdülere karşı savaş açmaz. Tersine, onları düzene koyar, onlar için suni, tahrik edici etkenlerden uzak, temiz bir ortam garantiler.
Bu açıdan İslâmın eğitim sistemine egemen olan fikir, sapma imkânlarını en aza indirme, fitneye sürükleyen nedenleri bertaraf etme, insanı tahrik eden, baştan çıkaran sebeplerin önüne geçme, bunun yanında yasal ve temiz yollarla doğal tatminin önündeki engelleri de ortadan kaldırmadır.
Buradan hareketle islâm, evlere çiğnenmesi doğru olmayan bir dokunulmazlık getirmiştir. Böylece insanlar, izin vermedikçe, girmelerine müsaade edilmedikçe yabancı kimselerin aniden evlerine girme durumu ile karşı karşıya kalmazlar. Yabancı gözlerin, kendilerinden habersiz evlerin gizliliklerini ve evde bulunan kimselerin ayıp yerlerini görmeleri korkusunu yaşamazlar. Bunun yanında erkek ve kadınların gözlerini haramdan sakınmalarını, şehevi duyguları tahrik etmemek için süslerini göstermemelerini öngörür.
Yine buradan hareketle İslâm, yoksul erkek ve kadınların evlenmelerini kolaylaştırır. Çünkü evlenmek suretiyle oluşan korunma, yetinmenin gerçek garantisidir. Aynı şekilde İslâm, zinanın kolay ve rahatça işlenmesinin önüne geçmek için kölelerin fuhşa yöneltilmelerini yasaklar. Çünkü bu kötü eylemin kolay ve rahatça işlenmesi yüzünden fuhuş yaygınlaşır.
Şu halde İslâmın koyduğu koruyucu garantilere ayrıntılı olarak bir gözatalım.
EVİN FONKSİYONU 27- Ey mü'minler kendi evlerinizin dışındaki evlere izin alıp halkına selam vermeden girmeyiniz. Böyle davranmak sizin için daha hayırlıdır. Ola ki düşünür sebebini anlarsınız. 28- Eğer kapısını çaldığında evde hiç kimse yoksa size izin verilmedikçe içeriye girmeyiniz. Eğer size "geri dönün" denirse geri dönünüz. Böylesi, sizin için daha onurlu bir harekettir. Hiç kuşkusuz Allah, ne yaparsanız onu bilir. 29-Şenlik olmayan ve içinde eşyanızın bulunduğu evlere izinsiz girmenizin hiçbir sakıncası yoktur. Allah sizin gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizli tuttuğunuz bütün duygularınızı bilir.
Yüce Allah, evleri, insanları sığındığı, ruhların huzura kavuştuğu nefislerinin tatmin olduğu, ayıp ve görülmesi yasak olan yerlerinin açığa çıkması bakımından güven duydukları sinirleri tahrip eden sakınma ve korunma yükünü üzerlerinden attıkları meskenler kılmıştır.
Herhangi bir kimsenin ancak ev halkının bilgisi ve izni ile, yine onların istedikleri bir zamanda ve insanları karşılamak istedikleri bir durumda girebildiği güvenli ve dokunulmaz yerler olmadıkları sürece evler bu özelliklerini koruyamazlar.
Çünkü yabancı kimselerin izinsiz girip evlerin dokunulmazlıklarını çiğnemeleri, ev halkından bazı kimselerin ayıp yerlerini görmelerine neden olabilir. Şehevi duyguları tahrik eden durumlarla karşılaşabilirler. Bu da;ani karşılaşmalar ve kısa bakışların tekrarlanıp kasıtlı bakışlara dönüşmesinden kaynaklanan günahı işlemek için bir fırsat oluşturur. Beklenmeyen ve kasıtlı olmayan karşılaşmaların uyandırdığı eğilimlerin harekete geçirdiği bu duygular, birkaç adım sonra günahkar ilişkilere ya da psikolojik komplekslere ve sapıklıklara kaynaklık eden yasak şehevi tatmin yollarına dönüşür.
Cahili Araplar döneminde evlere pervasızca ve adeta saldırarak girerlerdi. Bir ziyaretçi eve girer sonra da "Girdim" derdi. O sırada ev sahibi ile eşi başkasının görmemesi gereken bir durumda olabilirlerdi. Kadın çıplak olabilirdi veya ayıp yerleri açıkta olabilirdi: Erkekde öyle. Bu ise, can sıkıcı ve yaralayıcı bir davranıştı. Evlerin güvenliğini ve huzurunu bozardı. Ayrıca baştan çıkarıcı şeyleri görmesi sonucu nefisleri şurda burda fitneye düşürürdü.
Bütün bunlardan dolay yüce Allah, müslümanları bu yüksek edep kuralı ile edeplendirmiştir. İzin isteyerek evlere girmeleri, ev halkına selam verip güven ortamını oluşturmaları; evlere girmeden önce içerdekilerin endişelerini giderme kuralını getirmiştir:
"Ey mü'minler kendi evlerinizin dışındaki evlere izin alıp halkına selam vermeden girmeyiniz."'
Ayetin orijinalinde izin isteme ifadesi yerine yakınlık oluşturma ifadesi kullanılıyor. Bu ise, izin istemedeki kibarlığı ve gelenin giriş nezaketini ima etmektedir. Böylece ev halkında ona karşı bir yakınlık ve onu karşılamaya hazırlanma isteği uyanır. Kuşkusuz bu, ruhların durumlarını gözetmeye, insanların kendi evlerindeki koşullarını ve bu koşullara eşlik eden zorunlu durumları değerlendirmeye ilişkin son derece nazik ve kibar bir yaklaşımdır. Çünkü evlerde öyle durumlar olur ki, bu yüzden ev halkının gece veya gündüz gelenler karşısında zor duruma düşmeleri ve mahcup olmaları doğru değildir.
İzin istendikten sonra evde, ev halkından bir kimse bulunabilir de, bulunmayabilir de. Eğer evde kimse yoksa, izin istendikten hemen sonra eve dalmak doğru değildir. Çünkü evlere izinsiz girilmez.
"Eğer kapısını çaldığınız evde hiç kimse yoksa size izin verilmedikçe içeriye girmeyiniz."
Kapısını çaldığınız evde ev halkından birisi varsa bile sadece kapıyı çalmakla eve girmek doğru değildir. Çünkü kapıyı çalmak, girmek için izin istemektir. Ev halkı izin vermezse yine de girilmez, oyalanmadan ve beklemeden geri dönmek gerekir.
"Eğer size geri dönün' denirse geri dönünüz. Böylesi sizin için daha onurlu bir harekettir."
Kırılmadan ve ev halkının size kötü davrandıklarını, sizden nefret ettiklerini düşünmeden geri dönünüz. Çünkü insanların birtakım sırları ve mazeretleri olur. Bu yüzden her zamanki koşulların ve durumların değerlendirilmesi kendilerine bırakılmalıdır.
"Hiç kuşkusuz Allah,ne yaparsanız onu bilir."
Allah, kalplerin gizli yönlerinden haberdardır, kalplerdeki itici ve tahrik edici duyguları bilir.
Fakat otel; pansiyon ve misafirlere ayrılmış evlere, izin istediğinizde bu sizin ihtiyacınızı gidermenize engel oluşturacaksa, o zaman bu tür yerlere izinsiz girmenizde bir sakınca yoktur.
"Şenlik olmayan ve içinde eşyanızın bulunduğu evlere izinsiz girmenizin hiçbir sakıncası yoktur. Allah sizin gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizli tuttuğunuz bütün duygularınızı bilir."
Şu halde mesele, yüce Allah'ın gizli açık tüm duygularınızı bilmesi ve, gizli açık sizi gözetmesi ile ilişkilidir. Bu gözetim kalplerin itaatinin ve üstün edep kuralını örnek edinmelerinin garantisidir. Yüce Allah bu kuralı, insanın her eğilimi için eksiksiz bir sistem belirleyen kitabında vurgulamıştır.
Kur'an hayat sistemidir. Bu yüzden sosyal hayatın ayrıntı sayılan bu yönünü de kapsar, özenle ele alır. Çünkü Kur'an insan hayatını hem bütün hemde parça olarak düzenler. Bu düzenleme, hayatın ayrıntıları ile yüce ve bütünsel düşünce arasında bir ahengin oluşması içindir. Evlere izin alarak girmek bir mesken,bir barınak olarak evlerin dokunulmazlıklarını gerçekleştirir. Bu ev halkı üzerinde ani baskına uğrama endişesini, sürpriz gelişlerin meydana getirdiği sıkıntıyı ve ayıp yerlerinin ortaya çıkması ile yaşanacak korkuyu giderir. Hiç kuşkusuz, avret (görünmesi istenmeyen ayıp şeyler) kavramı oldukça geniştir. Bununla, söylenir söylenmez zihinde uyanan olguların dışındaki şeyler de kastedilmiştir. Burada sadece bedensel ayıp kastedilmiyor, bunun yanında ev halkının, hazırlanmadan, süslenmeden, etrafa çeki düzen vermeden insanların sürpriz gelişleri ile görmelerini istemedikleri yiyecek, giyecek ve eşyalara ilişkin ayıplar da kastediliyor. ayrıca insanların gizli kalmasını istedikleri psikolojik duygular ve durumlar da sözkonusudur. Hangi biriniz, etkin bir duygulanmadan dolayı ağlayacak kadar zayıf bir durumdayken ya da tahrik edici bir nedenden dolayı son derece öfkeliyken yahut yabancılardan sakladığı bir demen acı çekiyorken insanların kendisini görmesini ister?
İşte Kur'an'ın belirlediği hayat sistemi bu yüce davranış kuralını, evlere izin isteyerek girme kuralını. koyarken bütün bu incelikleri gözetmiştir. Bunun yanında elde olmayan sürpriz bakışların, ani karşılaşmaların gerçekleşme imkanın da en aza indirmiştir. Çünkü bu, bakış ve karşılaşmalar gizli şehvet ve arzuları uyandırır. İlişkiler ve buluşmalar onlardan kaynaklanır. Hiç kuşkusuz bunları şeytan planlar ve koruyucu gözlerin ve uyanık kalplerin gaflet anında insanı, orada burada bu tür sapık ilişkilere yöneltir.
Bu ayetlerin inmesi ile birlikte ilk defa bu edep kuralına muhatap olan mü'minler bunun bilincine varmış ve en başta da Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu kuralı uygulamıştır.
Ebu Davud ve Nesai, Ebu Amr el-Evzai'nin Kays b. Sâ'd b. Ubade'den rivayet ettiği şu hadisi naklederler: "Resulullah bizi evimizde ziyaret etti ve "Es selamu aleyküm ve rahmetullah" dedi. Sâ'd sessizce selamını aldı. Kays diyor ki: "Resulullah'a izin vermeyecek misin?" dedim. Sâ'd "Bırak bize çok selam versin" dedi. Resulullah tekrar "Es-selamu aleyküm ve rahmetullah" dedi. Sâ'd yine sessizce selamını aldı. Resulullah bir daha "Es-selamu aleyküm ve rahmetullah" dedi ve geri döndü. Sâ'd hemen arkasından koşup "ya Resulullah ben senin selamını duyuyor ve sessizce cevap veriyordum. Amacım bize çok selam vermeni sağlamaktı" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sâ'd'la birlikte geri döndü. Sâ'd yıkanmasını istedi, Peygamberimiz de yıkandı. Sonra Sâ'd ona zaferan (sarı) ya da Vers (kırmızı) renkli bir elbise verdi. Peygamberimiz elbiseye büründü, sonra ellerini kaldırıp şöyle dedi: "Allah'ım salat ve selamını Sa'd b. Ubade'nin soyu üzerine indir."
Ebu Davud Huzeyl'den şöyle rivayet eder: Bir adam geleli -Osman diyor ki, "o adam Sâ'd idi"- Resulullah'ın kapısının tam karşısında durdu ve içeri girmek için izin istedi. O sırada kapının karşısında duruyordu. -Osman diyor ki, "kapının tam karşısında dikilmişti"- Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun"Böyle mi yaparsın?" veya "Böyle mi? Asıl bakmak için izin istenir" dedi.
Ebu Davud Rabi'den şöyle rivayet eder: Amiroğullarından bir adam Resulullah'a gelip eve girmek için izin istedi ve "gireyim mi?" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- hizmetçisine "Git şu adama nasıl izin isteyeceğini, "esselamu aleyküm, girebilir miyim?" demesini öğret" dedi. Adam Peygamberimizin sözlerini işitti ve "Esselamu aleyküm, girebilir miyim?" dedi. Peygamberimiz izin verdi o da eve girdi.
Muğire'nin, Muğire de mücahid'in şöyle dediğini anlatır. İbn-i Ömer bir işten geliyordu. Susuzluktan kavrulmuştu. Kureyşli bir kadının çadırının yanına geldi ve "Esselamu aleyküm, girebilir miyim?" dedi. Kadın "güvenle gir" dedi. İbn-i Ömer sözlerini tekrarladı, kadın da aynı cevabı verdi. Bu arada İbn-i Ömer ileri geri gidip geliyordu. Kadına "gir de" dedi. Kadın da "gir"dedi. O da girdi.
Ata b. Rabah İbni Abbas'tan şöyle rivayet eder. Dedim ki: Aynı evde benimle beraber kalan ve aynı odada kalan yetim kız kardeşlerimin yanına girmek için izin istemem gerekiyor mu? "Evet" dedi. Bana ruhsat vermesi için tekrar sordum, kabul etmedi ve "onları çıplak görmek ister misin"? dedi. "Hayr"dedim. "O halde yanlarına girerken izin iste" dedi. Tekrar sordum. Bu sefer "Allah'a itaat etmek ister misin" dedi. "Evet" dedim. "O halde izin iste" dedi.
Bir sahih hadiste Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- erkeğin ansızın evine gelmesini yasakladığı anlatılır. Bir rivayete göre de "Geceleyin haber vermeden evine girmesini yasaklamıştır."
Bir başka hadiste Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bir yolculuktan dönerken Medine'ye gündüz geldiği, ama şehre girmeyip dışında konakladığı ve "yatsıya kadar -yani gündüzün sonuna kadar- bekleyin, dağınık saçlar taransın, görünmeyen yerlerdeki kıllar da temizlensin öyle girelim" dediği anlatılır.
İşte yüce Allah'ın kendilerine öğrettiği ve Allah'ın nuru ile aydınlanan parlak ve yüce edep kuralı sayesinde Hz. Peygamberin ve arkadaşlarının duyguları bu kadar kibar, bu kadar ince bir düzeye ulaşmıştı.
Bu gün, biz de müslümanız, ne var ki, bu inceliklere karşı duyarlılığımız kalmamış,kabalaşmıştır. Adam kalkar gündüzün veya gecenin herhangi bir saatinde kardeşinin evine gelir,kapıyı çalar, çalar, çalar. Ev halkı kapıyı açmak zorunda kalana kadar asla geri dönmez. Evde telefon da olabilir. Gelmeden önce, bu yolla izin isteyebilir veya durumun gelmesine uygun olup olmadığını öğrenebilir. Ama o buna aldırmaz, zamansız ve yersiz baskın yapmayı tercih eder. Sonra gelenekler de misafirin geri çevrilmesini hoş karşılamaz. Çünkü gelmiştir artık. Ev halkı bu béklenmeyen ve habersiz gelişten hoşnut olmasalar bile içeri almak zorunda kalırlar.
Bugün biz de müslümanız, ama herhangi bir yemek saatinde kardeşimizin kapısını çaldığımızda, şayet bize yemek verilmeyecek olursa, bozuluruz. Aynı şekilde gece geç saatte kapılarını çaldığımızda eğer yatıya alıkoymazlarsa yine bozuluruz. Hiçbir zaman özürlerini takdir etmeyi, onlara hak vermeyi düşünmeyiz.
Bunun nedeni İslâm edebi ile edeplenmemiş olmamızdır, arzularımızı Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği davranış kurallarına uydurmamamızdır, yüce Allah'ın doğruluklarını belgeleyecek hiçbir kanıt indirmediği yalan yanlış geleneklere kul-köle olmamızdır
Bazan bizim dışımızda; İslâm inancını benimsemeyen birtakım insanlar görürüz. Bunlar dinimizin kişisel edep olması, hayat tarzında uyulacak kurallar olması için getirdiği görgü kurallarına benzer davranışları korudukları zaman bu gördüklerimiz bazen hoşumuza gider, bazen de onları yadırgarız. Ama köklü dinimizi öğrenmeye, ona güven içinde sığınmaya çalışmayız.
FİTNENİN YOKEDiLiŞİEvlere izin isteyerek girme kuralından sonra -ki bu duyguların arınması ve beklenmeyen fitne nedenlerinden sakınılması için kural haline getirilmiş korunma amaçlı bir uygulamadır- fitnenin önü alınıyor, yolu kapatılıyor. Tahrik edici fitne yerlerine bakmanın ve baştan çıkarıcı anlamlı hareketlerin etkisiyle oluşan fitnenin önüne geçiliyor.
30- Mü'min erkeklere gözlerini harama bakmaktan sakındırmalarını ve mahrem yerlerini korumalarını söyle. Bu onlar için en güvenceli arınma yoludur. Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan haberdardır. 31- Mü'min kadınlara de ki; gözlerini harama bakmaktan sakındırsınlar, mahrem yerlerini korusunlar. Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini teşhir etmesinler. Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar. Süslerini ve cazibelerini kocalarından, babalarından, kayınbabalarından, öz oğullarından, üvey oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, müslüman kadınlardan, elleri altındaki kölelerden, cinsel arzuları sönmüş erkek hizmetçilerden, kadınların avret yerlerinin henüz farkında olmayan erkek çocuklarından başka hiç kimseye göstermesinler. Yabancı bakışlardan gizledikleri süsleri ve cazibeleri belli olsun diye ses çıkaracak adımlarla yürümesinler.
Ey mü'minler, hepiniz tövbe ederek Allah'a yöneliniz ki, kurtuluşa eresiniz.
İslâm, şehevi duyguların tahrik olmadığı kan ve etten kaynaklanan dürtülerin galeyana gelmediği tertemiz bir toplum kurmay hedefler. Çünkü sürekli baştan çıkarılma, tahrik edilme durumları ile karşı karşıya kalma; giderilmeyen, hiçbir durumda tatmin olmayan şehevi doyumsuzlukla sonuçlanır... Davet-kâr bir bakış, baştan çıkarıcı bir hareket, gösterişli bir takı ve çıplak bir beden... Bütün bunlar bu çılgın hayvani doyumsuzluğu azdırmaktan, sinir ve irade dizgininin elden çıkmasına neden olmaktan başka sonuç doğurmazlar. Bundan sonra, ya hiçbir sınır tanımayan cinsel anarşizm, ya da baştan çıkarılmasına, tahrik edilmesine rağmen tatmin olmasına engel olmanın doğurduğu sinirsel hastalıklar, psikolojik kompleksler... Bu ise hiç kuşkusuz işkence kadar acı verir insana...
Her türlü pislikten arınmış bir toplum kurmak için islâmın başvurduğu yöntemlerden biri, bu kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı davranışların önüne geçmek, iki cins arasındaki derin fıtri arzuyu, doğal gücünde ve yapay kışkırtmalarla harekete geçirmeksizin sağlıklı halinde bırakmak ve bu arzuyu güvenilir ve temiz bir yerde tatmin etmektir.
Bir zamanlar, karşı cinslerin serbestçe bakışıp konuşmalarının, rahatça birarada bulunmalarının, zevkle oynaşmalarının, baştan çıkarıcı gizli yerleri kolaylıkla görebilmelerinin, insanların deşarj olmalarını, rahatlamalarını, tutsak arzularının serbestçe tatmin olmalarını, onların içe kapanmaktan, ruhsal komplekslerden korunmalarını, cinsel baskının şiddetinin ve onun ötesinde güven vermeyen olumsuz tepkilerin hafiflemesini sağlayacağı düşüncesi yaygınlaşmıştı.
Bu düşünce özellikle Freud'inki insanın kendisini hayvandan ayrılmasını sağlayan özelliklerden soyutlanması, çamura batmış hayvansallık düzeyine indirilmesi temeline dayalı bazı materyalist teorilerin yayılmasının ardından yaygınlaşmıştı. Ne var ki, bu düşünceler teorik birer varsayımdan öteye geçememişlerdir. Her türlü toplumsal, ahlaki, dini ve insani bağdan soyutlanmışlığın, serbestliğin son noktasına kadar sağlandığı ülkelerde bu teorilerle çelişen, onları temelden çürüten olayları bizzat gözlerimle gördüm.
Evet, açılıp saçılmaya, bütün şekil ve görünümleri ile karşı cinslerin beraberliğine tek bir engellemenin sözkonusu olmadığı ülkelerde, bütün bu uygulamaların cinsel isteklerin düzene girmesini, terbiye edilmesini sağlamadığını gördüm. Tersine bütün bu serbestliklerin,dinmeyen, tatmin olmayan çılgın bir doyumsuzluğa, cinsel saldırganlığa, cinsel açlığa dönüşmüş olduğuna şahit oldum. Cinsel ilişkilerin sınırlandırılmasından, yasaklanmasından, karşı cinse duyulan ilginin engellenmesinden kaynaklandığı kabul edilen psikolojik hastalıklara, komplekslere şahit oldum. Her türlü cinsel sapıklığın rahatça sergilenmesine rağmen, bu tür hastalıkların çok yaygın olduğunu gördüm. Hiç kuşkusuz bu, herhangi bir bağ kabul etmeyen, bir sınır tanımayan, karşı cinslerin tam anlamıyla birbirlerine karışmış olmalarının, her şeyin serbest olduğu iki cins arasındaki arkadaşlığın, yollarda gezinen çıplak vücutların, baştan çıkarıcı hareketlerin, davetkâr bakışların, uyarıcı sürtünmelerin ürünüdür. Ancak gözle görülen realitenin temelden yalanladığı bu teorileri yeniden gözden geçirme gereğini dile getiren olayları ve kanıtları bütün çıplaklığı ile burada sergileme imkanına sahip değiliz.
Erkek ve kadın arasındaki fıtri eğilim, bedenin organik yapısında yer alan köklü bir eğilimdir. Çünkü yüce Allah, yeryüzündeki hayatın devamını ve insanın yeryüzündeki halifeliği gerçekleştirmesini bu eğilime bağlamıştır. Bu, sürekli bir eğilimdir, bir süre tatmin olsa da tekrar kendini gösterir. Bu eğilimi her zaman kışkırtmak azgınlığını arttırır, onu tatmin etmek için somut bir saldırganlığa iter. Eğer tatmin olmazsa tahrik olmuş sinirler yorulur. Bu ise, sürekli işkence etmek kadar acı verir insana. Davetkâr bir bakış insanı tahrik eder, baştan çıkarıcı bir hareket tahrik eder, bir gülücük tahrik eder, erkekle kadın arasındaki bu eğilimi çağrıştıran bir sözlü vurgu tahrik eder... Güvenli yol ise, bu eğilimi doğal sınırları içinde bırakacak şekilde bu tür tahrik edici davranışları azaltmak sonra da bu eğilimi doğru yoldan tatmin etmektir. İşte İslâmın seçtiği yöntem budur. Bunun yanında karakteri terbiye etme, insan enerjisini hayat için gerekli olan başka alanlarda harcama, tek çıkış yolunun bu tatmin şekli olmaması için sırf et ve kanın dürtülerine cevap vermek amacı ile kullanılmaması da islâmın bu konuda seçtiği yöntemin bir gereğidir.
Sunulan şu iki ayette, iki yönlü baştan çıkarılma, sapma ve fitneye düşme olasılığını en aza indirmenin örnekleri yer almaktadır.
"Mü'min erkeklere gözlerini harama bakmaktan sakındırmalarını ve mahrem yerlerini korumalarını söyle. Bu, onlar için en güvenceli arınma yoludur. Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan haberdardır."
Erkekler açısından gözleri harama bakmaktan sakındırmak ruhsal bir edeptir. Yüzlerde ve bedenlerdeki güzellikleri ve baştan çıkarıcı unsurları görme arzusunu yenme girişimidir. Sonra, tahrik olma ve günaha girme pencerelerinden ilkini kapatma eylemidir. Zehirli okun hedefine ulaşmasını önleme amaçlı pratik bir çabadır.
Mahrem yerleri korumak da gözleri harama bakmaktan sakındırmanın doğal sonucudur. Ya da iradeyi kontrol altında tutmanın, denetim mekanizmasını uyarmanın ve daha ilk aşamasında olan cinsel arzuyu yenmenin ikinci adımıdır. Bu yüzden iki adım, sebep ve sonuç olmaları ya da hem vicdan aleminde hem de pratikte birbirlerini izleyen ve birbirlerine son derece yatkın iki adım olmaları itibariyle bir ayette birlikte sözkonusu ediliyorlar.
"Bu onlar için en güvenceli arınma yoludur." Duygularının temizlenmesi için en güvenceli yoldur. Bu duyguların yasal ve temiz yolun dışında şéhevi azgınlıklarla kirlenmemesi, aşağılık hayvani düzeye yuvarlânmaması için en garantili yoldur. Bu yol toplum için, saygınlığının ve şerefinin ayrıca teneffüs ettiği havanın korunması için en temiz yoldur.
Onlara bu korunma yöntemini gösteren yüce Allah, onların ruhsal ve fıtri birleşimlerini bilir, ruhlarının ve organlarının hareketlerinden haberdardır. "Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan haberdardır."
"Mü'min kadınlara da de ki; gözlerini harama bakmaktan sakındırsınlar, mahrem yerlerini korusunlar."
Erkeklerin içlerindeki gizli fitne unsurlarını uyaracak cezb edici kaçamak ya da baştan çıkarıcı anlamlı bakışlarını göndermesinler. Tertemiz bir ortamda fıtri isteklere cevap vermek için gerekli olan helal ve iyi yolun dışında mahrem yerlerini açmasınlar. Böylece bu yolla dünyaya gelen çocuklar toplum ve hayatla karşı karşıya kalırken utanç duymazlar.
"Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini teşhir etmesinler." Kadın için süslenmek helaldir. Bu kadının fıtratından gelen bir isteğe cevap niteliğindedir. Bütün kadınlar güzel olmaya, güzel görünmeye meraklıdırlar. Süslenme kavramı ise, çağdan çağa değişir. Ama süslenmenin fıtrattaki esası tek ve değişmezdir. O da güzel olma, güzelliği tamamlama ve bunu erkeklere gösterme isteğidir.
İslâm bu fıtri isteğe karşı çıkmaz. Sadece onu düzene koyar, kontrol altına alır. Onu hayatı paylaştığı erkeğe doğru yöneltir, başkasının göremediği şeyleri sadece ona gösterir. Bir sonraki ayette sözkonusu edilen ve bu süsleri görmekle içlerinde şehevi duygular uyanmayan, mahrem olmayan akrabalarında bu erkekle birlikte bazı şeyleri görmelerinde bir sakınca yoktur.
Fakat yüz ve ellerde, kendiliğinden görünen süslerin açıkta olmaları caizdir. Çünkü Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Hz. Ebubekir in -Allah ondan razı olsun- kızı Esma'ya "Ya Esma, bir kadın hayız (aybaşı hali) görmeye başlayınca (Buluğ çağına gelince) -yüz ve ellere işaret ederek- bunların dışında herhangi bir yerinin görünmesi doğru değildir" (Ebu Davud rivayet etmiş ve "mürsel" bir hadistir demiştir.) demekle el ve yüzün görünmesinin caiz olduğunu vurgulamıştır.
"Başörtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar.
Ayette geçen "Ceyb" elbisenin göğüs kısmındaki açıklıktır.
"Khimar "ise; baş boyun ve göğüs örtüsüdür. Bu, kadınların baştan çıkarıcı yerlerini örtmeleri, aç bakışları sunmamaları içindir. Kasıtsız ve ani bakışlar da bunun içindedir. Şayet kadının baştan çıkarıcı ve uyarıcı yerleri açıkta olursa, Allah'tan korkanlar bu kasıtsız ve ani bakışın devam etmesinden veya tekrarlanmasından sakınsalar bile, meydana gelişinden sonra içlerinde gizli bir arzu kalır.
Kuşkusuz yüce Allah, kalplerin bu tür bir bela ile denenmesini, sınanmasını istemez.
Süs ve güzelliği göstermeye ilişkin fıtri isteklerine râğmen bu yasaklamayla karşı karşıya kalan ve kalpleri Allah'ın nuru ile aydınlanan mü'min kadınlar yasağa uyma hususunda hiçbir tereddüt göstermediler. Cahiliye döneminde kadın -bugünkü modern cahiliyede olduğu gibi- göğsünü pervasızca açarak erkekler arasında dolaşırdı. Çoğu zaman boynu saç uçları ve kulaklarındaki küpeleri de görülürdü. Yüce Allah kadınların baş örtülerinin uçlarını boyun ve göğüslerinin üstüne kadar sarkıtmalarını, kendiliğinden görünen kısmı dışındaki süslerini göstermemelerini emredince Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- anlattığı durumu aldılar. "Allah ilk hicret eden kadınlara rahmet etsin. "Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar" ayeti inince fistanlarını parçalayıp onunla örtündüler" (Buhari) Safiye binti Şeybe şöyle der: Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- yanında bulunduğumuz bir sırada, bazı kadınlar Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettiler. Bunun üzerine Hz. Aişe, şöyle dedi. "Kureyş kadınlarının üstünlüğü inkâr edilmez, ama Allah'a andolsun ki, Ensar kadınlarından daha iyi Allah'ın kitabını tastik edene, indirilen hükümlere daha iyi inanana rastlamadım. Nur suresindeki "Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar" ayeti inince kocaları, yanlarına dönüp yüce Allah'ın indirdiği ayeti okudular. Her koca, karısına, kızma, bacısına ve yakınlarına, bu ayeti okuyordu. Onlardan hiçbiri, Allah'ın kitabında indirdiği ayetleri tastik etmek ve imanım vurgulamak için fistanını başına sarmadan yerinden kalkmadı. Sanki başlarında bir karga varmış gibi örtünerek Hz. Peygamberin arkasında yer aldılar." (Ebu Davud)
Kuşkusuz İslâm, müslüman toplumun zevkini yükseltmiş, güzelliğe karşı olan duyarlılığını arındırmıştı. Artık güzellikle istenen hayvansal özellik değildi. istenen ve anlaşılan insani yöndü. Bedensel çıplaklığın güzelliği, hayvansal bir güzelliktir. Her ne kadar bir ahenk ve bir bütünleşme sözkonusu olsa da, insan bu güzelliğe hayvansal bir duyguyla saldırır. Ama haya unsurunun egemen olduğu güzellik ise, tertemiz bir güzelliktir. Bu, güzelliği zevkini yücelten, onu insana yaraşır bir duruma getiren, algıda ve hayalde onu temizlik ve arınmışlık duygulan ile kuşatan bu haya duygusudur.
Bugün, genel zevkin büyük düşüş kaydetmesine, hayvansal karakterin açık saçıklık, çıplaklık ve hayvanlar gibi azgınlaşma eğiliminin bu zevke galip gelmesine rağmen, İslâm mü'min kadınların saflarında aynı yüceliği yaşatmaktadır. Çünkü onlar açılıp saçılan, hayvanın hayvana kur yaptığı gibi kadınların erkeklere kur yaptığı bir toplumda kendi istekleri ile vücutlarındaki baştan çıkarıcı yerleri örtüyorlar.
Hiç kuşkusuz bu utanma, bu sakınma duygusu fert ve toplumun korunma yöntemlerinden biridir. Bu yüzden Kur'an, fitneden emin olunduğu durumlarda bu korunma yönteminin terkedilmesinde bir sakınca görmez. Bu yüzden cinsel bir arzuyla yaklaşmayan, şehevi duyguları uyanmayan, yakın akrabaları bu yasaklamanın dışında tutar. Kur'an'ın genel yasaklamanın dışında tuttuğu yakın akrabalar şunlardır:
Babalar ve oğullar, eşlerin babalan ve oğulları, kardeşler ve onların oğulları, kız kardeşlerin oğulları... Mü'min kadınlar da yasaklamanın dışındadırlar: "müslüman kadınlardan..." Fakat müslüman olmayan kadınlar güzelliklerini ve cazibelerini görmemelidirler. Çünkü bu kadınlar eğer müslüman kadınların tahrik edici yerlerini ve ayıp yerlerini görürse gidip kocalarına, kardeşlerine ve yakınlarına anlatırlar. Buhari ve Müslim'de yer alan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır. "Bir kadın kocasına bir başka kadının güzelliklerini görüyormuş gibi anlatmasın." Müslüman kadınlar ise güvenilir kimselerdir. Kocalarına, bir müslüman kadının bedenini ve süslerini anlatmalarına dinleri engel olur. Aynı şekilde "elleri altındaki köleler" de bu yasaklamanın dışında tutuluyor. Bununla sadece cariyeler kastediliyor denmiştir. Erkek köleler de buna dahildir. Çünkü erkek köle efendisi olan kadına karşı cinsel arzu duymaz diyenler de olmuştur. Birincisi daha tutarlıdır. Çünkü erkek köle bir dönem özel bir statüye sahip olsa bile bir insandır, onun da içinde insana özgü şehevi duygular uyanır. Ayrıca "cinsel arzuları sönmüş erkek hizmetçiler" de bu yasağın dışında tutuluyor. Bunlar delilik, bunaklık, erkeklikten mahrum bulunma iktidarsızlık gibi erkeğin kadını arzulamasına engel olan birtakım nedenlerden dolayı kadınlara karşı cinsel istek duymayan erkeklerdir. Bu durumda baştan çıkarılma, günah işleme korkusu olmaz. Bir de "kadınların avret yerlerinin henüz farkında olmayan erkek çocuklar" bu yasağın dışında tutuluyor. Bunlar, kadınların bedenlerini görmekle cinsel istekleri uyanmayan, çocuklardır. Ama her şeyin farkında oldukları zaman, erginlik çağına ulaşmamış olsalar bile cinselliğin bilincine varınca onlar da yasağın kapsamına alınıp, istisna edilen grubun dışında tutulurlar.
Eşlerin dışında sayılan bu grupların, göbek altından diz kapağının altına kadar olan kısmın dışında kadının vücudunu görmelerinde ne kendileri ne de kadın için bir sakınca yoktur. Çünkü örtünmeyi gerektiren fitne unsuru ortadan kalkmıştır. Koca ise karısının tüm vücudunu istisnasız görebilir.
Bu uygulamanın amacı korunma olduğu için, ayet fiilen türlerini göstermeseler bile mü'min kadınların saklı süslerini açığa çıkaracak, gizli cinsel istekleri harekete geçirecek, uyuyan duyguları uyaracak davranışlarda bulunmalarını da yasaklıyor:
"Yabancı bakışlardan gizledikleri süsleri ve cazibeleri belli olsun diye ses çıkaracak adımlarla yürümesinler."
Hiç kuşkusuz bu, insanın psikolojik yapısına, etki ve tepkilerine ilişkin derin bilginin ifadesidir. Çünkü kimi zaman şehvetin uyanması bakımından hayal kurmak gözle görmekten daha etkili olur. Kadının ayakkabısını, elbisesini ya da takısını görmekle, bizzat kadının vücudunu görmekten daha çok şehevi duyguları uyanan birçok insan vardır. Yine karşılarındaki kadından çok, hayallerinde canlandırdıkları kadının sureti karşısında cinsel istekleri uyanan birçok insan vardır. Bunlar günümüzde psikiyatristlerce bilinen psikolojik hastalıklardır. Kadının takılarının çıkardığı sesleri duymak, süründüğü kokuları uzaktan almak, birçok erkeğin duygularını galeyana getirir, sinirlerini harekete geçirir, karşı koyamadıkları azgın bir fitneye düşürür. İşte Kur'an bütün bunların önüne geçiyor, yollarını tıkıyor, çünkü Kur'an yüce yaratıcının katından inmiştir. O bilir, yarattıklarını . O latiftir, her şeyden haberdardır.
En sonunda bütün kalpler Allah'a döndürülüyor; bu ayetler inmeden önce işle-dikleri suçlara karşılık tövbe kapısı açık tutuluyor.
"Ey mü'minler hepiniz tövbe ederek Allah'a yöneliniz ki, kurtuluşa eresiniz."
Bununla, Allah'ın gözetimine, şefkat ve himayesine, Allah bilinci ve Allah korkusu gibi hiçbir şeyin kontrol edemediği bu derin fıtri eğilim karşısındaki zayıflıklarından ötürü yüce Allah'ın insanlara yönelik yardımına ilişkin duyarlılık harekete geçiriliyor.
CİNSEL EGİLİMİN DOĞAL TATMİNİBuraya kadar mesele psikolojik açıdan ve korunma amaçlı olarak ele alınıyordu. Ne var ki, cinsel eğilim gerçek ve reel bir eğilimdir. Bu yüzden bu eğilimin yapıcı ve pratik bir çözümle tatmin edilmesi kaçınılmazdır. Bu pratik çözüm; evliliği kolaylaştırmak ve bu amaçla karşılıklı yardımlaşmadır. Bunun yanında cinsel birleşmeye giden diğer yolları son derece daraltmak veya tamamen kapatmaktır:
32- Aranızdaki bekârlar ile iyi davranışlı köle ve cariyelerinizi evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah'ın lütfu ile zenginleşirler. Allah'ın nimeti boldur ve O herşeyi bilin 33- Evlenme imkanı bulamayanlar, Allah'ın lütfu ile kendilerini zenginleştirene kadar namuslu kalmaya özen göstersinler, zinadan kaçınsınlar. Ödeyecekleri belirli bir bedel karşılığında özgürlüklerine kavuşmak üzere sizinle sözleşme yapmak isteyen elinizin altındaki köleler ile, kendilerinde iyi insan olma belirtileri gördüğünüz taktirde sözleşme yapınız. Allah'ın size bağışladığı servetinizden onlara yardım ediniz. Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi dünyalık çıkarlarınız uğruna fuhuşa zorlamayınız. Kim onları zorlarsa bilsin ki, uğradıkları zorlamadan sonra Allah onlar hakkında affedicidir ve merhametlidir.
Ödeyecekleri belirli bir bedel karşılığında özgürlüklerine kavuşmak üzere sizinle sözleşme yapmak isteyen elinizin altındaki köleler ile, kendilerinde iyi insan olma belirtileri gördüğünüz takdirde sözleşme yapınız. Allah'ın size bağışladığı servetinizden onlara yardım ediniz.
Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi dünyalık çıkarlarınız uğruna fuhuşa zorlamayınız. Kim onları zorlarsa bilsin ki, uğradıkları zorlamadan sonra Allah onlar hakkında affedicidir ve merhametlidir.
Hiç kuşkusuz evlilik, fıtri, cinsel eğilimleri tatmin etmenin doğal yoludur. Bu derin eğilimlerin tertemiz hedefidir, evlilik. Bu yüzden hayatın kendi doğallığı ve kolaylığı içinde akıp gitmesi için evliliğe giden yoldaki engelleri bertaraf etmek gerekir. Ailenin kurulmasına,nefislerin korunmasına giden yolda yer alan en önemli engel mali engeldir. İslâm, her şeyi, her yönüyle ele alan bir düzendir. Bu yüzden ortamını oluşturmadan, sebeplerini hazırlamadan ve normal yapıya sahip fertler için kolaylaştırıcı önlemler almadan iffeti koruma zorunluluğunu getirmemiştir. Bunu sağladıktan sonra artık zorlama olmaksızın, bilerek, temiz ve kolay yoldan sapandan başkası fuhuş işleme gereğini duymaz.
Bunun için yüce Allah müslüman topluma, helal nikaha giden yoldaki mali engelleri ortadan kaldırmalarını emrediyor:
"Aranızdaki bekarlar ile iyi davranışlı köle ve cariyelerinizi evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah'ın lütfu ile zenginleşirler."
Ayette geçen Eyama kelimesi her iki cinsten bekar olanlar anlamına gelir. Burada özellikle, köle olmayan erkek ve kadınlar kastediliyor. Çünkü bundan sonra köleler de ayrıca sözkonusu,ediliyorlar. "iyi davranışlı köle ve cariyelerinizi evlendiriniz."
Bundan sonraki ifadeden de anlaşılacağı gibi hepsinin sorunu yoksulluktur:
"Eğer bunlar fakir iseler Allah'ın lütfu ile zenginleşirler."
Bu toplumun onları evlendirmesine yönelik bir emirdir. Ancak çoğu alimler buradaki emrin teşvik amaçlı olduğu görüşündedirler. Bunun için de Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde birçok bekarın olmasını, buna rağmen evlendirilmemelerini delil göstererek "şayet bu ayetteki emir bir zorunluluğu ifade etseydi Hz. Peygamber bu bekarları evlendirirdi" derler. Biz bu ayetteki emrin yerine getirilmesi gereken bir görev olduğu düşüncesindeyiz. Kuşkusuz devlet başkanının bekarları evlenmeye zorlaması anlamında değil. Bu görev, evlenmek isteyenlere yardım etmeyi üstlenmesi ve pratik korunma, ayrıca İslâm toplumunu fuhuştan arındırma yöntemlerinden biri olması bakımından korumalarını sağlaması anlamındadır. Hiç kuşkusuz İslâm toplumunu fuhuştan arındırmak, yerine getirilmesi zorunlu olan bir vaciptir. Vacibi yerine getirmek için gerekli olan yöntem de vaciptir.
Bununla beraber, şu noktayı da vurgulamamız gerekir: Her şeyi her yönüyle çözümleyen bir düzen olması nedeniyle İslâm, ekonomik (zorluklar) temelden çözümler, normal fertlerin, para kazanmalarını, rızıklarını elde etmelerini, devlet bütçesinden yardıma ihtiyaç duymayacak duruma gelmelerini sağlar. ancak bazı özel durumlarda devlet bütçesinden bazı yardımlarda bulunmayı zorunlu görür. İslâm ekonomik düzeninde aslolan her ferdin kendi geliri ile kendi kendine yeterli duruma gelmesidir. İslâm ekonomi düzeni bu yardımlar esasına dayanmaz.
Bundan sonra İslâm toplumunda yine de kişisel gelirleri evlenmeleri için yeterli olmayan fakir bekarlar bulunursa, toplumun onları evlendirmesi gerekir. Erkek köle ve cariyeler de öyle... Şu kadarı var ki, köle ve cariyelerin evlenmelerini sağlama işi güçleri yettiği sürece efendilerine aittir.
Kadın ve erkekler evlenecek durumda olduktan, ayrıca buna istekli de olduktan sonra fakirlik unsuru evlilik için engel oluşturmamalıdır. Çünkü rızıklar
Allah'ın élindedir. Onlar,tertemiz iffetlilik yolunu tercih ettikleri sürece yüce Allah onları zenginleştirmeyi garantilemiştir. "Eğer bunlar fakir iseler Allah'ın lütfu ile zenginleşirler." Bu doğrultuda Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Üç kişiye yardım etmeyi yüce Allah üzerine almıştır. Allah yolunda cihad eden kişi, karşılığını ödemek koşulu ile özgürlük için sözleşme yapan köle, bir de iffetini koruyarak evlenmek isteyen bekar?" (Tirmizi ve Nesai)
Toplumun bekarları evlendirme beklentisi içinde olunduğu sıralarda, yüce Allah evlilikle onları zenginleştirene kadar ne kadar namuslu kalmaya özen göstermeleri emrediliyor:
"Evlenme imkanı bulamayanlar, Allah lütfu ile kendilerini zenginleştirene kadar namuslu kalmaya özen göstersinler, zinadan kaçınsınlar."... "Allah'ın nimeti boldur ve O her şeyi bilir." İffetli kalmak isteyeni sıkıntıya sokmaz Çünkü O, onun niyetini ve iyi davranışlı olanı bilir.
İşte İslâm problemi bu şekilde pratik olarak karşılıyor, evlenecek durumda olan kişiye, mali bakımdan yetersiz de olsa evlenmesi için uygun bir ortam hazırlıyor. Bilindiği gibi mal, çoğu zaman evliliğin önünde ayılması son derece güç olan bir engeldir.
Toplumda kölelerin varlığı, ahlaki düzeyin düşüklüğüne uygun bir husus olması, yine kölenin insanlık onuruna ilişkin duyarlılığının zayıf olması nedeniyle zinanın rahat ve serbestçe işlenmesine yardımcı bir konuda olması, ayrıca İslâm düşmanlarının müslüman esirleri köleleştirmelerine karşılık olarak o toplumda kölelerin varlığının bir zorunluluk olması nedeniyle, İslâm fırsat doğdukça kölelerin özgür olmaları için ortam oluşturmaya çalışıyordu. Dünya düzeyinde köleliğin kalkmasını sağlayacak koşullar oluşana kadar... Bu yüzden özgürlüğünü elde etmek için sözleşme yapmak isteyen köleye olumlu karşılık verilmesini zorunlu kıldı. Köle, belli bir miktar mal ödeyip özgürlüğünü satın alabilir böylece.
"Ödeyecekleri belirli bir bedel karşılığında özgürlüklerine kavuşmak üzere sizinle sözleşme yapmak isteyen elinizin altındaki köleler ile, kendilerinde iyi insan olma belirtileri gördüğünüz taktirde sözleşme yapınız.
Bu işin zorunluluğu (vacipliği) konusunda fıkıh bilginleri arasında görüş ayrılıkları vardır. Biz köle ile sözleşme yapılmasının zorunluluğu düşüncesindeyiz. Çünkü İslâmın özgürlüğe, insanlık onuruna ilişkin başlıca hareket çizgisine paralel bir görüştür bu. Sözleşme yapıldıktan sonra artık kölenin malı kendisine aittir. Ödemesi gereken bedeli biriktirebilmesi için yaptığı işin ücretini de alır. Ayrıca zekât gelirinden de kendisine bir pay vermek gerekir. "Allah'ın size bağışladığı servetinizden onlara yardım ediniz." Ama bu, efendisinin kölede iyi bir nitelik görmesi şartına bağlıdır. Bu iyi nitelik öncelikle müslümanlıktır, sonra da para kazanabilme yeteneğidir. Özgür kaldıktan sonra insanlara yük olmaması içindir bu şart. aksi takdirde köle, yaşayabilmek için, istediğini alabilmek için, en aşağılık yollara başvurur. İslâm karşılıklı dayanışmaya dayalı bir düzendir, aynı zamanda gerçekçi bir düzendir de. önemli olan "köle özgürlüğüne kavuştu" demek değildir. İsimlerin, ünvanların değişmesi önemli değildir. Önemli olan pratikte yaşanan gerçek durumdur. köle serbest kaldıktan sonra, mal kazanma yeteneğine sahip olmadığı, insanlara yük olmaktan kurtulmadığı, yani biçimsel özgürlükten daha pahalı, daha ağır şeyleri satmak suretiyle yaşamak için pis yollara düşmekten kurtulmadığı sürece gerçek anlamda özgür olamaz. İslâm, toplumu arındırmak için köleyi serbest bırakır, yeniden ve daha şiddetli, daha tehlikeli bir şekilde kirletmek için değil. ( Kölelik düzeni, savaş esirlerinin köleleştirilmesini yasaklayan uluslararası anlaşmalarla birlikte ortadan kalkmıştır. Çünkü İslâmda kölelik düzeni geçiciydi ve benzeri ile karşılık verme ilkesinden kaynaklanıyordu.)
Bazı kölelerin fuhuş bataklığına düşmesi, toplumda kölelerin bulunmasından daha tehlikelidir. Cahiliye döneminde herhangi bir adamın cariyesi olsaydı, onu zina yapmaya gönderirdi, bunun karşılığında ondan belli bir miktar haraç alırdı. -İşte bu günümüzde de bilinen fuhuş şeklidir- İslâm, müslüman toplumu arındırmak isteyince genel anlamda zinayı yasakladı. Bu durumu da özel bir ifadeyle özel olarak hükme bağladı.
"Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi dünyalık çıkarları uğruna fuhuşa zorlamayınız. Kim onları zorlarsa bilsin ki, uğradıkları zorlamadan sonra Allah onlar hakkında affedicidir ve merhametlidir."
Cariyelerini bu kötülüğü işlemeye zorlayanların böylesine iğrenç bir yolla dünya malı kazanmak amacı ile fuhuş işlemek için onları tehdit edenlerin bu davranışı yasaklanıyor. Kendi istekleri dışında zorlanmaları durumunda zorlanan cariyelere bağışlanma ve merhamet sözü veriliyor.
Süddi diyor ki, "Bu ayet münafıkların elebaşısı Abdullah b. Ubeyy b. Selul hakkında inmiştir. Abdullah b. Ubeyy b. Selul'un Muaze adında bir cariyesi vardı. Kendisine misafir geldiği zaman onları onurlandırmak için cariyenin misafirlerle cinsel ilişkide bulunmasını isterdi. Cariye gidip bu durumu Hz. Ebubekir'e şikayet etti. Hz. Ebubekir de durumu Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- açtı. Bunun üzerine Peygamberimiz cariyenin alıkonmasını emretti. Abdullah b. Ubeyy b. Selul bağırıp çağırarak: "Bizi kim Muhammed'den kurtaracak, cariyelerimizi elimizden alıyor?" dedi. İşte yüce Allah bu ayeti onlar hakkında indirdi."
İffetli kalmak istedikleri halde, basit bir dünyalık karşılığı cariyelerin fuhuşa zorlanmasına ilişkin bu yasaklama, Kuran'ın İslâm toplumunu arındırma, cinsel birleşmenin iğrenç yollarını kapatma stratejisinin bir parçasıdır. Çünkü fahişelerin varlığı, kolaylığından dolay çoğu insanı zinaya sürükler. Ama insan eğer fuhuş yoluyla tatmin olmazsa, temiz ve insana yaraşır yolda tatmin olmaya yönelecektir.
Fahişelerin, emniyet subapı olduğuna, onurlu aileleri koruduğuna, çünkü evlilik zorlaştığı zaman bu fıtri ihtiyacı, bu iğrenç yöntemle karşılamaktan başka çözüm olmadığına, aksi taktirde doyumsuz kişilerin aç kurtlar gibi temiz ırzlara saldıracaklarına ilişkin söylentilerin hiçbir değeri yoktur.
Hiç kuşkusuz bu tür bir düşünce sebep ve sonuçların yerlerini değiştirmenin ürünüdür. Çünkü cinsel eğilim temiz, arı yeni kuşaklar aracılığı ile hayatın sürekliliği amacına yönelik olmalıdır. Bunun için toplumlar, fertlerin makul bir hayat sürmesine ve evlenmesine elverecek şekilde ekonomik sistemlerini düzeltmelidirler. Bundan sonra yine de kural dışı durumlar baş gösterecek olursa, bunlar da özel yöntemlerle çözümlenmelidir. Bunun içinde fahişelere ihtiyaç olmadığı gibi, toplumun duyup görebileceği bir şekilde cinselliğin ağırlığını hafifletmeye ya da fazlalıkları atmak isteyen herkesin istediği zaman uğrayabildiği iğrenç yerler açmaya gerek yoktur.
Böyle bir pisliğin yayılması için ekonomik sistem ıslah edilmelidir. Böylece ekonominin bozukluğu, insanlığın aşağılık birer portresi şeklinde olan genel iğrenç yerlerin açılmasına neden oluşturmamış olur.
Yeri göğü bağlayan, insanlığı Allah'ın nuru ile aydınlanan parlak ufuklara yükselten İslâmın, her şeyi her yönüyle çözümleyen tertemiz ve iffetlilik unsurunu ön planda tutan sistemiyle yaptığı budur işte.
Bu bölüm üzerine, Kuran'ın konu ve atmosferle uyum oluşturan bir niteliğinin vurgulanması suretiyle bir değerlendirme yapılıyor:
34- Biz size gerçekten ayrıntılı açıklamalar içeren ayetler, sizden önce yaşamı, milletlerin hayatlarından alınmış örnekler ve kötülükten uzak durmak isteyenler için öğütler indirdik."
Bu Kur'an ayrıntılı açıklamalar içeren ayetlerden oluşur. Kapalılığa kasıtlı yoruma ve belirlenmiş hareket metodundan sapma eğilimlerine yol verilmez Kur'an'da.
Bu Kur an, Allah'ın hayat sisteminden sapan,böylece de uğursuz bir akıbete uğrayan geçmiş toplumların akıbetlerinden örnekler içerir.
Bu Kur'an Allah'ın gözetiminin bilincinde olan, bu yüzden korkup dosdoğru hayat sistemine uyan, böylece de kötülüklere bulaşmayan müttakiler için öğütler içerir.
Bu bölümün içerdiği hükümlerle, kalpleri bu Kur'an'ı indiren Allah'a bağlayan bu değerlendirme birbirleri ile güzel bir ahenk oluşturmaktadır.
Surede yer alan bundan önceki iki derste, ayetlerin akışı, insanın en katı,en kaba yönlerini inceltmek, arındırmak ve nurlu ufuklara yükseltmek için ele alıp tedavi etmek şeklinde idi. Et ve kanın ihtirasını, göz ve cinsel organların şehvetini, tahrik ve teşhircilik eğilimini, öfke ve kin dürtüsünü tedavi ediyordu. Fuhuşun nefiste, hayatta ve günlük konuşmalarda yaygınlaşmasını önlüyordu. Zina cezasını, mesnetsiz zina suçlamasında bulunmanın cezasını sert ve sıkı uygulamakla, hiçbir şeyden haberi olmayan iffetli mü'min kadınlara zina suçlamasında bulunmanın en iğrenç, en aşağılık örneklerini sunmakla tedavi ediyordu. Çeşitli korunma yöntemlerini devreye sokarak; evlere girmek için izin istemek, bakışları harama bakmaktan sakındırmak, süsleri saklamak, baştan çıkarıcı ve şehevi duygulan uyarıcı davranışları yasaklamak suretiyle tedavi ediyordu. Sonra evlilikle, fuhuşu önlemekle, kölelere özgürlük kazandırmakla tedavi ediyordu. Bütün bunlar kan ve etten kaynaklanan dürtülerin önünü kapamak, nefislere iffet, üstünlük, şeffaflık ve aydınlık yöntemlerini hazırlamak içindi.
Yine surenin akışı, geçen iki derste Hz. Aişe'ye yönelik o büyük iftira olayından sonra geride kalan kin ve öfkeleri, kriterlerin karışmışlığını ve ruhların içine düştüğü sıkıntıları tedavi ediyordu. Artık Peygamberimizin Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- nefsi tatmin olmuş, sakinleşmiştir. Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- nefsi durulmuş, memnun olmuştur. Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı olsun- nefsi daha hoşgörülü, bağışlayıcı ve arınmıştır. Safvan b. Muattal'ın -Allah ondan razı olsun- nefsi yüce Allah'ın şahitliği ve aklaması ile huzur bulmuştur, ikna olmuştur. Müslümanların nefisleri böyle bir iftiraya bulaşmaktan pişman olmuş, tövbe etmişlerdir. Çünkü içine düştükleri bataklığı görmüş, ondan kurtulmuşlardı. Rabblerinin kendilerine yönelik lütfuna, rahmetine ve yol göstericiliğine karşılık şükrederek ona dönmüşlerdi.
İşte bu eğitimle, bu donatımla, bu yönlendirme ile insanın bünyesi tedavi edilmiştir. Bu sayede nurla aydınlanmış, aydınlık ufuklara yükselmiştir. Göklerin ve yerin ufuklarındaki o büyük nuru görmüştür. Bütünüyle aydınlık, bütünüyle nur olan o alemdeki her tarafı kaplayan her tarafı bürüyen bol nimetleri algılayacak yeteneğe sahip olmuştur.
35-Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde kandil yanan bir projektöre benzer, kandil bir fanus iğindedir ve bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdın Bu kandil yakıtını, bereketli bir zeytin ağacının yağından sağlar. Ağaç, ne doğuya ve ne de batıya bakmayan ve bu yüzden sürekli güneş alan bir arazide yetiştiği için yağın, hiç ateşe değmese bile kendiliğinden tutuşup ışıyacak kadar saftır. O nur üzerine nurdur. Allah dilediği kimseleri bu nura iletir. Allah insanlara somut örnekler verir. Allah herşeyi bilir.
Bu dehşet verici ayet, adeta insana huzur veren, insanı aydınlatan bir nur fışkırıyor. Bu nur bütün evreni kaplıyor; bütün duyguları, bütün organları etkiliyor, bütün köşelere, bütün dönemeçlere akıyor: Koskoca evren göz kamaştırıcı bir nur denizinde yüzüyor, yudumluyor, bütün perdeler kalkıyor, kalpler şeffaflaşıyor, ruhlar kanatlanıyor. Her şey bu engin okyanusta yüzüyor; her şey bu nur denizinde temizleniyor, her şey kirinden ve ağırlıklarından arınıyor. Bu bir serbestlik, dilediğince kanat çırpmadır. Bakışma ve bilişmedir. Kaynaşma ye yakınlaşmadır. Sevinç ve coşkudur. İçindeki canlı cansız tüm varlıklarla evren artık her türlü bağdan ve sınırdan kurtulmuş bir nur haline gelmiştir. Baştan başa nur olan bu evrende gökler yerle, canlılar cansız varlıklarla, uzaklar yakınlarla birleşmiştir. Bu evrende vadiler yollarla, gizlilikler açıklıklarla,duygular kalplerle buluşmuştur.
"Allah göklerin ve yerin nurudur."
Göklerin ve yerin yapısı ve düzeni bu nura dayanır. Varlıklarının özünü bahşeden, onların hareket tarzlarını belirleyen sistemi koyan bu nurdur. Son zamanlarda insanlar-atomun parçalanmasından sonra- ellerindeki maddenin, ışık enerjisinden başka hiçbir dayanakları, ışık enerjisinden başka bir "madde"likleri bulunmayan hareketli ışınlara dönüşmesi ile birlikte bu büyük gerçeğin bir yönünü kavrama imkanına kavuştular. Çünkü maddenin özünü oluşturan atom, nötron ve elektronlardan oluşur. Atomun parçalanması ile birlikte bu nötron ve eléktronlar özü itibariyle nur olan ışın dalgaları halinde dağılırlar. Oysa insan kalbi bilimden asırlar önce bu büyük gerçeği kavramıştı. Şeffaflaşıp kanatlandığı, nurdan ufuklara doğru yol aldığı her seferinde kavramıştı bu gerçeği. Hiç kuşkusuz Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kalbi bu gerçeği tam ve her yönüyle kavramıştı. Taiften dönerken ellerini insanlardan silkeleyip ve Rabbine yönelirken bu nuru ifade etmişti:
"Allah'ım karanlıkları aydınlattığın, dünya ve ahiret işlerini onunla düzenlediğin yüzünün nuruna sığınırım." İsra ve Miraç yolculuğu dönüşünde de bu nuru ifade etmişti. Hz. Aişe "Rabbini gördün mü?" diye sorduğunda "O nurdur, nasıl görebilirim ki?" diye cevap vermişti.
Ne var ki insanın bünyesi uzun süre bu sürekli kaynayan, her tarafı bürüyen nuru algılamaya güç yetiremez. Uzun süre bu uzak ufku seyredemez. Bu yüzden ayeti kerime bu engin gösterdikten sonra mesafesini yaklaştırmaya başlıyor. Yakın ve somut bir örnekle onu insanın sınırlı kavrama yeteneğini ilgi alanına yaklaştırıyor:
"Onun nuru, içinde kandil yanan bir projektöre benzer, kandil fanus içindedir ve bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır. Bu kandil yakıtını, bereketli bir zeytin ağacının yağından sağlar. Ağaç ne doğuya ne de batıya bakmayan ve bu yüzden sürekli güneş alan bir arazide yetiştiği için yağı, hiç ateşe değmese bile kendiliğinden tutuşup ışıyacak kadar saftır. O nur üzerine nurdur."
Bu, sınırsız bir tabloyu insanın sınırlı kavrama yeteneğine yaklaştırmak amacıyla verilen bir örnektir. Özünü kavramaktan yoksun olana algıladığı şeyin küçük bir örneğini çizmektir bu. İnsanın boyutlarını ve çaresiz kavrama yeteneğini aşan engin ufukları izleyememesi gerçeği karşısında bu örnek, nurun mahiyetini, özelliğini insanın kavrayışına yaklâştırmaktadır.
Göklerin ve yerin genişliğinden ışık sızdırmayan bir duvarda, projektör işlevi gören küçücük oyuğa geçiliyor. Bu oyuğa kandil konur, böylece, ışığı yoğunlaşır, sıklaşır, daha güçlü ve daha parlak olur.
"İçinde kandil yanan bir projektör gibi."
"Kandil bir fanus içindedir."
Bu fanus onu rüzgârdan korur, yığını parlatır, daha aydınlık ve daha gür görünür.
"Bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır."
Bizzat kendisi de şeffaf ince, parlak ve aydınlatıcıdır. Burada düşünce, küçük bir modele takılıp kalmasın diye; küçük bir fanustan büyük bir yıldıza yükselirken örnekle gerçek, modelle asıl birleşiyor. Çünkü bu model, zihinleri büyük ve asıl gerçeğe yaklaştırsın diye gösterilmiştir. Bu kısa ayrılıktan sonra ayetin akışı tekrar modele, yani kandile dönüyor..
"Bu kandil yakıtım bereketli bir zeytin ağacının yağından sağlar."
Zeytin yağının ışığı, bu ayete ilk defa muhatap olanların bildiği en parlak yıktı. Ancak sırf bunun için seçilmemiştir bu örnek. Aynı zamanda bu bereketli ağacın yaydığı kutsallık havası da ön planda tutulmuştur. Bu Tur dağındaki vadinin kutsallığıdır ve burası Arap yarımadasına zeytin ağacının yetiştiği en yakın bölgedir. Kur'an-ı Kerim'de buna ve çevresine yaydığı kutsallık havasına işaret edilir:
"Asıl kaynağı Tur-i sina olan ve yiyenlere yağ ve katık sağlayan ağacı da yarattık."
Zeytin ağacı oldukça verimli ve uzun ömürlü bir ağaçtır. İnsanlar bu ağacın her şeyinden yağından, odunundan, yapraklarından ve meyvesinden yararlanırlar. Bir kez daha asıl ve büyük gerçeği hatırlatmak için küçük modelden uzaklaşılıyor. Bu ağaç bilinen anlamda bir ağaç değildir. Bir yere ve bir yöne bağlı değildir. Ve sırf yaklaştırma amaçlı soyut bir örnektir.
"Bu ağaç ne doğuya ne de batıya bakar."
Yağı da görülen ve bilinen yağlardan değildir. Bu, değişik ve ilginç bir yağdır.
"Yağı hiç ateşe değmese bile kendiliğinden tutuşup ışıyacak kadar saftır."
Şu halde bu yağ bizzat şeffaflıktır, başlı başına bir parlaklıktır, bu yüzden neredeyse yakmadan tutuşup ışıyacaktır.
"Ateşe değmese bile"
"O nur üzerine nurdur."
Ve biz yolculuğun sonunda derin ve engin nura yeniden dönüyoruz.
Bu, göklerin ve yerin karanlıklarını aydınlatan Allah'ın nurudur. Ve biz bu nurun mahiyetini ve boyutunu kavrayamayız. Sadece kalpleri ona bağlama, onu görmelerini sağlama çabasıdır bizimki.
"Allah dilediği kimseleri bu nura iletir."
Kalplerini açıp onu görenleri bu nura iletir. Çünkü bu nur gökleri ve yeri kaplamıştır. Göklerde ve yerde her zaman fışkırmaktadır. Bu nur hiç eksik olmaz göklerde ve yerde. Kesilmez, sınırlandırılmaz ve gizlenmez bu nur: Bir kalp ne zaman bu nura yönelmek isterse onu görür. Bir yol şaşkını, ne zaman bu ışığın farkına varırsa yolunu bulur, bu nura bağlanırsa Allah'ı bulur.
Yüce Allah'ın kendi nuru için verdiği örnek, insanların kavrayışlarını bu nur yaklaştırmanın bir yoludur. Çünkü yüce Allah insanların kapasitelerini bilir. "Allah insanlara somut örnekler verir. Allah her şeyi bilir."
Bu engin nur, gökleri ve yeri kaplayan, göklerde ve yerde çağlayan bu nur, kalplerin Allah'la buluştuğu, O'na kavuştuğu, O'nu anıp korktuğu, O'nun için her şeyden soyutlandığı, onu hayatın tüm nimetlerine tercih ettiği Allah'ı evlerinde belirginleşir, billurlaşır.
36- Bu projektör; Allah'ın yüceltilmelerini ve içlerinde adının anılmasını emrettiği evlerde yanar. Bu evlerde birtakım kimseler sabah ve akşam Allah'ı her tür noksanlıktan tenzih ederler. 37- Bu kimseleri ne ticaret, ne alış-veriş,Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin hoplayacakları ve gözlerin donakalacağı bir günün dehşetinden korkarlar. 38- Amaçları, Allah'ın kendilerini işledikleri amellerin en güzel karşılığı ile ödüllendirmesi ve lütfu ile bundan da daha fazlasını vermesidir. Allah dilediği kimselere hesapsız rızık bağışlar.
Kur'an'ın birbirinin aynısı ya da yakın özelliklere sahip sahneleri sunmada başvurduğu uyumlu hale getirme yöntemi uyarınca, oradaki kandil sahnesi ile buradaki Allah'ın evleri sahnesi arasında tasviri bir bağ kuruluyor. Bir projektör içinde nura parlayan kandil ile Allah'ın evlerinde nurla parlayan kalpler arasında da benzeri bir bağ vardır.
"Allah bu evlerin yüceltilmesini emretmiştir."
Allah'ın izni uygulanması gereken bir emirdir. Dolayısıyla bu evler, yüceltilmiş, onarılmışlardır. Temiz ve yücedirler. Bu evlerin yüceltilmelerine ilişkin sahne ile göklerde ve yerde parıldayan nur, ifade içinde birbirlerine uygun düşüyor. Aynı şekilde bu evlerin üstün mahiyetleri, nurun parlak ve aydınlık mahiyetiyle anlam itibariyle uygunluk oluşturmaktadır. Bu evler yücelik .duygusu ile, yüceltme ile, içlerinde Allah'ın adı anılsın diye kurulmuşlardır.
"Allah bu evlerde adının anılmasını emretmiştir."
Bu evlerde, aydınlık, temiz, titreyerek Allah'ı tesbih eden, ürpererek namaz kılan kalpler toplanır. Bu evlerde buluşan, biraraya gelen "kimseleri ne ticaret, ne alış-veriş Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz."
Ticaret ve alışveriş para kazanma ve servet biriktirme içindir. Fakat onlar bunlarla uğraşmakla beraber, namaz kılmak suretiyle-Allah'ın hakkını, zekât vermek suretiyle de kulların hakkını ödemekten geri kalmazlar.
"Onlar kalplerin hoplayacakları ve gözlerin donakalacağı bir gücün dehşetinden korkarlar."
Korkudan, sıkıntıdan ve ızdıraptan dolayı bir türlü sakinleşmezler, yerlerinden fırlarlar. Onlar böylesine dehşetli bir günün azabından korktukları için ne ticaret ne de alı,-veriş onları Allah'ı anmaktan alıkoyamaz.
Bu etkin korkuya rağmen onlar Allah'ın sevabına umut bağlarlar. "Amaçları Allah'ın kendilerini işledikleri amellerin en güzel karşılığı ile ödüllendirmesi ve lütfu ile bundan da daha fazlasını vermesidir."
Onların Allah'ın lütfuna yönelik bu ümmetleri karşılıksız kalmayacaktır. "Allah dilediği kimselere hesapsız rızık bağışlar."
Sınırsız ve de kayıtsız lütfundan bağışlar.
Göklerde ve yerde belirginleşen, Allah'ın evlerinde billurlaşan ve iman ehlinin kalplerinde parıldayan bu nura karşılık surenin akışı bir diğer ortamı gözler önüne seriyor. İçinde hiçbir aydınlık bulunmayan kapkaranlık bir ortamdır bu. Burası güvenlikten yoksun, korkunç bir ortamdır. Bu ortamda her şey boşunadır hiçbir fayda sağlamaz. İşte burası kâfirlerin yaşadığı küfür ortamıdır.
39- Kâfirlerin amelleri ise engin çöllerdeki serap gibidir. Susuz kimse onu su zanneder, fakat oraya varınca hiçbir şey bulamaz. Kâfir karşısında Allah'ı bulur. O da hesabını eksiksiz olarak görür. Zaten Allah'ın hesaplaşması çabuktur. 40- Kâfirlerin amellerinin bir başka benzeri engin bir denizin karanlıklarıdır. Bu denizi üstüste binen dalgalar ve dalgaları da bulut örter. Orada karanlıklar üstüste binmiştir. Öyle ki insan elini uzatsa onu farkedemez bile. Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olamaz.
İfade kâfirlerin durumlarını ve akıbetlerini hareket ve canlılık dolu iki ilginç sahnede canlandırıyor.
Birinci sahne onların amellerini geniş ve açık bir arazide yanıltıcı bir şekilde parıldayan bir serap şeklinde canlandırıyor. Bu serap susuz kişiyi kendine doğru çekiyor. O da kendisini bekleyen akıbetten habersiz olarak oraya doğru koşuyor. Aniden sahne hareketleniyor. Şu serabın peşinde koşan adam, su içmek umuduyla yola düşen susuz... Orada kendisini bekleyen akıbetten habersiz kişi... İstediği yere ulaşıyor ama beklediğini bulamıyor... Aniden aklına bile getirmediği şaşırtıcı, tüm bağları koparan, insanı iliklerine kadar titreten korkunç bir şeyle karşılaşıyor.
"Kâfir karşısında Allah'ı bulur."
İnkâr ettiği,reddettiği hasım kesildiği, düşmanlık yaptığı Allah'ı orada kendisini bekler durumda bulur. İnsanoğlundan bir düşmanı bile bu şekilde karşısına çıksaydı yine de çok korkacaktı. Peki şu şaşkın gafil ve hazırlıksız adam güçlü öç alıcı ve her şeye gücü yeten Allah'ı karşısında bulunca ne yapar? "O da hesabını eksiksiz görür."
Bu sürpriz ve ani buluşmaya uygun düşecek şekilde, beklemeden ve çabucak görür hesabını.
"Zaten Allah'ın hesaplaşması çabuktur."
Bu ifade insanı şaşkına uğratan korkunç sahneye uygun bir değerlendirmedir.
İkinci sahnede, az önceki yanıltıcı parıltıdan sonra ortalığı karanlık kaplıyor. Engin bir denizdeki dehşet verici korku somutlaştırılıyor. Üstüste binen dalgalar, onları da örten bulut... Böylece karanlıklar birbirine biniyor. Öyle ki, insan elini gözünün önüne uzatsa korku ve karanlığın şiddetinden onu farketmez bile.
Hiç kuşkusuz küfür yüce Allah'ın evrende çağlayan nurundan kopuk bir karanlıktır. Kalbin en yakın, en basit bir hidayet belirtisini göremediği bir sapıklıktır. Huzur ve güvenin bulunmadığı korkulu bir ortamdır.
"Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz."
Allah'ın nuru kalp için hidayettir, basiret açıklığıdır,.fıtratın Allah'ın göklere ve yere egemen kıldığı evrensel yasalar sistemine bağlanmasıdır, yine fıtratın gökleri ve yeri bürüyen Allah'ın nuru ile buluşmasıdır. Kim bu nura bağlanmamışsa o, dağılması sözkonusu olmayan bir karanlık içindedir, huzur ve güvenden yoksun karanlık bir ortamdadır, dönüşü olmayan bir sapıklık içindedir. İşin sonu insanı yok olmaya, azaba sürükleyen boş bir seraptır. Çünkü inanç sistemine dayanmayan amelin geçersiz olması sonucu, imansız iyilik de olmaz. Gerçek yol göstericilik, Allah'ın yol göstericiliğidir. Esas nur Allah'ın nurudur.
İnsanlık alemindeki küfrün, sapıklığın ve karanlığın canlandırıldığı bu sahneyi, uçsuz bucaksız evrendeki imanın, hidayet ve aydınlığın gözler önüne serildiği sahne izliyor. Bu sahnede canlısı ve cansızıyla tüm varlıklar; insanlar, cinler, melekler, yıldızlar, canlılar, cansızlar Allah'ı tesbih eder durumda sunuluyorlar. Birden varlıklar alemi karşılıklı tesbih sesleri ile çınlıyor, hém de derin düşünüldüğü zaman vicdanı titreten son derece etkileyici bir sahnede...
41- Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve havada süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musun? Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceğini, O'nu nasıl noksanlıklardan tenzih edeceğini bilir. Allah da onların ne yaptıklarını bilir.
Şu uçsuz bucaksız evrende insan tek başına değildir. Çevresinde sağında, solunda, üstünde, altında,bakışının ve hayalinin uzandığı her yerde, farklı özelliklere, değişik görüntü ve şekillere sahip yüce Allah'ın yarattığı kardeşleri, yoldaşları vardır. Bu varlıklar farklı özellik ve yapılara sahip olmakla beraber Allah'ı anma noktasında buluşurlar, O'na yönelirler. O'nu överek noksanlıklardan tenzih ederler.
"Allah da onların ne yaptıklarını bilir."
Kuran insanı, çevresinde yer alan Allah'ın sanatına, göklerde ve yerde yarattıklarına bakmaya yöneltiyor. Çünkü bu varlıklar Allah'ı överek noksanlıklardan tenzih ediyorlar, ondan korkuyorlar. Yine Kuran insanların özellikle her gün gördükleri bir sahneye dikkatlerini çekiyor. Bu, havada saf tutarak süzülen ve Allah'ı överek noksanlıklardan tenzih edén kuşların sahnesidir.
"Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceğini, O'na nasıl noksanlıklardan tenzih edeceğini bilir."
Sadece insandır, Rabbini noksanlıklardan tenzih etmeyen. Oysa varlıklar içinde öncelikli olarak Allah'a inanması, O'nu noksanlıklardan tenzih etmesi O'na yalvararak dua etmesi gereken insanoğludur.
Evren tümüyle bu sahnede ürpererek yaratıcısıysa yönelen, onu överek tesbih eden, O'na dua eden bir durumda canlandırılıyor: Aslında evren özü, yapısı itibariyle, kendisine hükmeden yasalarda somutlaşan yüce yaratıcının iradesine uyması itibariyle de sahnede canlandırıldığı durumdadır.
İnsan şeffaflaştığı zaman, duygulanışla algıladığı bu sahneyi görür gibi kavrar. Bu evrenin Allah'ın tesbih edişinin yankılarını, çınlamalarını işitir. Bütün varlıkların bu duaya, bu fısıltıya katıldığını işitir. İşte Muhammed b. Abdullah -salât ve selâm üzerine olsun- yürürken ayaklarının altındaki çakıl taşlarının Allah'ı tesbih edişlerini bu şekilde işitirdi. Bu yüzden Hz. Davud -salât ve selâm üzerine olsun- zeburu okurken dağlar ve kuşlar koro halinde ona katılırdı.
42- Göklerin ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir ve herkes Allah'a dönecektir.
O'ndan başkasına yönelinmez. O'nun dışında sığınak yoktur, O'nunla buluşmaktan kaçmak mümkün değildir, O'nun cezasından kurtuluş yoktur. Ve dönüş Allah'adır.
İnsanların farkına varmadan geçip gittikleri evrensel sahnelerden biri daha. Bu sahnede göz zevkine hitap eden, kalplere yönelik ibret dersleri vardır. Allah'ın sanatını ve ayetlerini nur, hidayet ve iman kanıtlarını etraflıca düşünmeye uygun bir ortam.
43- Görmüyor musun ki, Allah bulutları oradan oraya sürüyor, sonra birleştiriyor, Sonra üstüste yığıp yoğunlaştırıyor. Arkasından aralarından yağmur yağdığını görürsün. Yine Allah gökten dağlar gibi dolu yüklü bulutlar indiriyor. Bu doluyu dilediklerinin başına yağdırıyor ve dilediklerinden uzak tutuyor. Bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı, gözleri kamaştırır.Sahne yavaş yavaş ve uzatılarak sunuluyor. Birleşip toplanmadan önce parçalar etraflıca düşünülsün isteniyor. Bütün bunlar, kalbe dokunmayâ, onu uyarmaya, düşünüp ibret almaya, gördüklerinin ötesinde Allah'ın sanatını algılamasını sağlamaya ilişkin hedefi gerçekleştirme amacı ile sunuluyorlar.
Kuşkusuz Allah'ın eli bulutları toplar ve onları bir yerden başka bir yere sürükler. Sonra onları birleştirip yoğunlaştırır. Böylece üstüste yığılırlar. Ağırlaştığı zaman sular çıkar, sağanak ve iri taneli yağmurlar yağdırır. Bu halleriyle dağlar kadar görkemli, onlar kadar heybetlidirler. İçlerinde küçük sert kar taneleri (dolu) vardır. Bulutların dağlara benzediğini en iyi uçak yolcuları görür. Uçak yükselip bulutların üstünden veya arasından geçtiği zaman, iriliğiyle, uçurumlarıyla, iniş ve çıkışlarıyla gerçek bir dağ manzarasıyla karşı karşıya kalınır. Hiç kuşkusuz bu, uçağa binmediği sürece insanın göremeyeceği bir gerçeği tasvir eden bir ifadedir.
İşte bu bulut dağları, Allah'ın evrene egemen kıldığı yasası uyarınca Allah'ın emrine boyun eğerler. Yüce Allah bu yasası uyarınca dilediğinin üstüne yağmur yağdırır, dilediğini de bundan yoksun bırakır. Bu büyük sahnenin sonu ise şöyle bağlanıyor:
"Bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı, gözleri kamaştırır."
Hiç kuşkusuz bu ifade, tasvirde uygunluk yöntemi uyarınca uçsuz bucaksız evrendeki büyük nurun oluşturduğu atmosferle ahenk sağlamak için yer alıyor.
KAİNATIN İSLEYİŞİNDEKİ DÜZENLİLİK 44- Allah, geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştürür. Hiç kuşkusuz dikkatli gözlemcilerin bu olaydan alacakları dersler vardır.
Gece ve gündüzün bu şaşmaz ve değişmez düzen içinde dönüşümünü, evreni yönlendiren yasanın çalışma şeklini ve Allah'ın sanatını düşünmek kalbi uyandırır, duyarlılığını arttırır. İşte Kur'an alışkanlığın derin etkisini giderdiği bu sahnelere kalbi yöneltiyor. Amaç, kalbin her zaman taze bir duyarlılıkla, her zaman zinde bir heyecanla evrene dikkatle yönelmesini sağlamaktır. İnsanoğlu gece ve gündüz mucizesini ilk defa düşününce kimbilir ne duygulara kapılmıştır. Ve bu mucize hiç değişmeden sürmektedir. Güzelliğinden ve göz alıcılığından hiçbir şey kaybetmemiştir. Fakat paslanan ve uyuşan insan kalbidir. O'dur heyecanını yitiren. Onlar tazeyken ya da bizim duygularımız henüz pörsümemişken karşılaştığımızda kalbimizin tarifsiz duygulara kapılmasına neden olan nice mucizenin farkında olmadan geçip gittiğimizde hayatımızın ne kadar önemli bir yönünü yitirmiş oluruz, nice güzellikler kaçırmış oluruz?
Kur'an uyuşmuş duyarlılığımızı canlandırıyor, uyumuş duygularımızı uyandırıyor. Sıcaklığını yitirmiş, donmuş kalplerimize dokunuyor. Yorgun vicdanımızı harekete geçiriyor, evreni ilk defa' gözlemlediğimizde içinde bulunduğumuz duyarlılığı taze tutarak gözlemleyelim diye. Evrende meydana gelen her olayı etraflıca düşünelim diye. Ötesindeki gömülü sırrı, gizli büyüyü araştıralım diye. Çevremizdeki her şeyde faaliyet gösteren Allah'ın elini gözetleyelim diye. Onun sanatındaki hikmeti düşünelim, varlığın katmanlarına yerleştirilmiş ayetlerinden ibret dersleri alalım diye.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, varlık alemine her baktığımızda onu bizim için hazırlamakla, bizi de ilk defa görüyormuş gibi duygulanacak, zevk alacak yeteneklere sahip kılmakla bize lütufta bulunmuştur. Biz sayısız kere evrenle karşı karşıya kalırız. Her seferinde de sanki ilk defa görmüş gibi oluruz. Onu görmenin verdiği zevki her seferinde de taptaze hissederiz.
Hiç kuşkusuz varlık alemi güzeldir, göz kamaştırıcıdır, görkemlidir. Bizim fıtratımızla varlık aleminin fıtratı birbirleriyle uyuşmaktadır. Çünkü bizim fıtratımız da onun geldiği kaynaktan alır varlığını, O'nun dayandığı yasalar sistemine o da dayanır. Bu yüzden varlık aleminin vicdanı ile ilişki kurmak bize bir yakınlık, güven, bağlılık, tanışıklık ve kayıp ya da görülmeyen bir yakınla buluşmanın verdiği sevince benzer bir sevinç duygusunu bahşeder.
Varlık aleminde Allah'ın nurunu buluruz. Çünkü Allah göklerin ve yerin nurudur. Açık bir duygu ile, uyanık bir kalp ile ve planın özüne nüfuz eden derin bir düşünce ile varlık alemini gözlemlediğimizde, aynı anda hem dış alemde hem de içimizde Allah'ın nurunu görürüz.
Bu yüzden Kuran bizi defalarca uyarıyor. Bunca güzelliğin farkına varmadan gözü kapalı geçip gitmeyelim diye duygularımızı ve ruhumuzu değişik göz kamaştırıcı varlık sahnelerine yöneltiyor. Ki şu yeryüzündeki yolculuğumuza asılsız ya da gülünç sayılacak kadar az bir azıkla çıkmayalım...
HAYATIN KAYNAĞISurenin akışı evrensel sahneleri sunmaya ve dikkatimizi bu sahnelere çekmeye devam ediyor. Bu amaçla hayatın tek bir kaynaktan ve aynı tabiattan meydana gelişini, kaynak ve tabiat birliğine rağmen değişik şekillerde ortaya çıkmasını sunuyor.
45- Allah bütün canlıları sudan yarattı. Bu canlıların kimi karnı üzerinde sürünür. Kimi iki ayakla yürür. Kimisi de dört ayakla yürür. Allah dilediği gibi yaratır. Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeye yeter.
Kuran-ı Kerim'in bu denli basit bir şekilde dile getirdiği bu önemli gerçek·, yani bütün canlıların sudan yaratıldığı gerçeği, tüm canlıların organik yapılarındaki temel unsurun birliğini,onun da su olduğunu ifade ediyor olabilir. Ya da modern bilimin kanıtlamaya çalıştığı şekliyle hayatın denizde başladığı, sözü itibariyle sudan kaynaklandığı, sonra çeşitli şekillere ve türlere ayrıldığı düşüncesini ifade ediyor olabilir.
Ne var ki, biz, Kuran'ın ifade ettiği kesin gerçekleri değişmeye ve çürütülmeye açık, bilimsel teorilerle yorumlamamaya ilişkin tutumumuz uyarınca Kur'an'ın verdiği bu işarete herhangi bir şey eklemek istemiyoruz. Kur'an'ın dile getirdiği tartışılmaz gerçeğin doğruluğunu kabul etmekle yetiniyoruz. Buna göre, yüce Allah canlıların tümünü su'dan yaratmıştır. Bu yüzden tüm canlılar aynı kaynaktan gelirler. Yine -gözle de görüldüğü gibi- tüm canlılar değişik şekillere sahiptirler, karnı üzerinde sürünen sürüngenler, iki ayak üzerinde yürüyen kuşlar ve insanlar, dört ayak üzerinde yürüyen hayvanlar gibi. Bütün bunlar kuşkusuz Allah'ın koyduğu yasalar ve onun iradesi ile meydana gelmektedir, tesadüfen ya da kendiliğinden olmuş değildir.
"Allah dilediği gibi yaratır."
Bir şekle ya da bir modele bağlı değildir. Çünkü evreni yönlendiren yasa ve düzenlemeler, serbest iradenin sonucu ve hoşnutluğu ile yerleştirilmişlerdir: "Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeye yeter."
Şekilleri ve hacimleri soy ve türleri, biçim ve renkleri birbirinden farklı olan, bununla beraber tek bir kaynaktan gelen canlıları etraflıca düşünmek, insanı amaçlı bir planın, ne yaptığını bilen bir iradenin sözkonusu olduğunu kabullenme, tesadüf ve kendi kendine varolma düşüncesini reddetme sonucuna götürür. Yoksa hangi rastlantıdır, bütün bu planları düzenleyen? Bunca ölçüyü ve dengeyi belirleyen hangi tesadüftür? Hiç kuşkusuz her şeyi yaratan sonra da her yaratığa yolunu gösteren, her şeyden üstün ve her yaptığını yerinde yapan ulu Allah'ın sanatıdır bu.
Büyük evrensel sahnelerdeki nur ortamında çıkılan bu görkemli gezintiden sonra surenin akışı asıl konusuna; Kur'an-ı Kerim'in kalplerini arındırmak parlatmak, Allah'ın göklerdeki ve yerdeki nuruna bağlamak amacı ile müslüman toplumu eğittiği insanlar arası davranış kurallarını belirleme konusuna dönüyor.
Geçen derste ne ticaretin ne de alış-verişin Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerden bir de kâfirlerden onların amellerinden, karşılaşacakları akıbetten ve içinde bulundukları üstüste binmiş karanlıktan söz edilmişti.
Şimdi de bu derste, Allah'ın ayrıntılı biçimde açıklanmış ayetlerinden yararlanmayan, onlar aracılığı ile gerçeği kavramayan münafıklardan söz ediliyor. Bunlar müslüman görünüyorlar ama, Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- uyma, onun verdiği hükümden hoşnut olup benimsemeye ilişkin mü'minlerin takındığı edep tavrını takınmıyorlar. Bunlarla gerçek mü'minler arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Bu mü'minlere yüce Allah yeryüzü halifeliğini, dinlerinin egemenliğini vadetmiştir. Onlara güvenli bir yurt sözü vermiştir. Bu, onların Allah ve Hz. Peygambere karşı takındıkları edep tavrının, Allah ve Peygambere itaat etmelerinin karşılığıdır. Kâfirlerin amansız düşmanlıklarına rağmen bu durum gerçekleşecektir.
46- Biz gerçekten ayrıntılı açıklamalar içeren ayetler indirdik. Allah, dilediği kimseleri doğru yola iletir."
Allah'ın gözler önüne serilmiş ve ayrıntılı biçimde açıklanmış ayetleri, Allah'ın nurunu belirginleştiriyor, onun yol göstericiliğinin kaynağını ortaya koyuyor, iyiyi-kötüyü, temizi-pisi belirliyor. Hiçbir karışıklığa, hiçbir kapalılığa meydan vermeyecek şekilde İslâmın eksiksiz ve incelikli hayat sistemini açıklıyor, Allah'ın yeryüzündeki hayat için koyduğu hükümleri kuşkudan ve anlaşılmazlıktan uzak bir şekilde belirliyor, insanlar bu hükümlere uydukları zaman, açık sağlam ve tutarlı bir kanuna uymuş olurlar. Bu kanun karşısında haklı hakkının kaybolacağından korkmaz. Bu kanunun egemenliği sırasında hak ile batıl, helal ile haram birbirine karışmaz.
"Allah dilediği kimseleri doğru yola iletir."
Allah'ın iradesi serbesttir ve hiçbir şekilde sınırlandırılamaz. Bununla beraber yüce Allah doğru yola girmek için bir metod belirlemiştir. Bu metoda yönelen, onu izleyen Allah'ın yol göstericiliği ve nuru ile karşılaşır. Buna sarılır ve Allah'ın iradesiyle- belirlenen hedefe ulaşana kadar bu yalda yürür. Kim de bu metodun dışına çıkar, ona sırt verirse yol gösterici nuru kaybeder, sapıklık yoluna dalar gider. Tabii ki, yüce Allah'ın hidayet ve sapıklığa ilişkin iradesi uyarınca.
Bu ayrıntılı açıklamalar içeren ayetlere rağmen, insanlar arasında bu gruba, münafık grubuna, rastlanır. Bunlar müslüman görünmekle beraber İslâmın belirlediği davranış kurallarına uygun bir edep tavrını takınmayan kimselerdir:
47- Bazı kimseler "Allah'a ve Peygamber'e inandık ve direktiflerine uymayı kabul ettik" derler. Fakat bazıları bu sözlerinden sonra sırt çevirirler. Bunlar mü'min değildirler. 48- Aralarındaki davalarda Allah'ın ve Peygamberin vereceği hükme uymaya çağırıldıklarında bir bölümünün bu çağrıya yüz çevirdiğini görürsün. 49- Eğer davanın haklı tarafı iseler, Peygamber'e tam bir teslimiyetle koşa koşa gelirler. 50- Acaba kalplerinde hastalık mı var? Yoksa Peygamber'in gerçekten peygamber olup olmadığı hususunda kuşkulu mudurlar? Yoksa Allah'ın ve Peygamber'in kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar. Hayr, aslında onlar zalimdirler.
Gerçek iman kalbe yerleşince, etkisi anında davranışlara yansır. İslâm harekete dönük bir inanç sistemidir, edilgenliğe katlanamaz. Bu yüzden bilinç dünyasında gerçekleşir gerçekleşmez, anlamını dış alemde gerçekleştirmek, kendisini hareket ve pratik alemde amel olarak göstermek için derhal harekete geçer. İslâmın açık ve anlaşılır eğitim sistemi; inanca ve inancın öngördüğü davranış kurallarına ilişkin gizli bilincin pratik ve uygulamalı harekete dönüşmesi; bu hareketin de değişmez bir alışkanlığa veya kanuna dönüşmesi esasına dayanır. Bununla beraber, sürekli canlı ve asıl kaynağa bağlı kalması için, her davranışta baştaki itici bilincin canlı tutulmasını öngörür.
Bu münafıklar da "Allah'a ve Peygambere inandık ve direktiflerine uymayı kabul ettik" diyorlardı. Bunu ağızlarıyla söylüyorlardı ne var ki, bu sözlerin içerdiği anlam davranışlarına yansımıyordu. Tam tersine bir davranış sergileyerek hareketleriyle söylediklerini yalanlıyorlardı. "Bunlar mü'min değildirler."
Çünkü mü'minlerin hareketleri sözlerini doğrular. Aynı zamanda iman, kişinin eğleneceği. sonra da iddia edip yoluna devam edeceği bir oyun değildir. İman; ruhun şekillenmesi, kalbin bir özellik kazanmasıdır. Ve iman, pratik alemde hareket demektir. İmanın gerçeği vicdanda yer edince nefsin geri dönmesi mümkün olmaz.
Şu mü'minlik iddiasında bulunanlar, Allah'tan getirdiği şeriat uyarınca Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hükmüne başvurmaya çağrıldıkları zaman iddialarının tam tersi bir tavır takınıyorlardı.
"Aralarındaki davalarda Allah'ın ve Peygamberin vereceği hükme uymaya çağrıldıklarında bir bölümünün bu çağrıya yüz çevirdiğini görürsün."
Aslında onlar Allah ve Peygamberinin hak'tan ayrılmayacaklarını, ihtirasların peşinde gitmeyeceklerini, sevgi ve kızgınlıklardan etkilenmeyeceklerini biliyorlardı. Fakat insanlardan bu gruba mensup olanlar, hakkın gerçekleşmesini istemezler, adaletin yerine getirilmesinin doğuracağı sonuca katlanmazlar. Bu yüzden Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hükmüne başvurmaktan kaçınıyorlardı, sorunu ona götürmek,istemiyorlardı. Bununla beraber, başgösteren sorunda haklı taraf kendileri olsaydı, isteyerek ve boyun eğerek Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hükmüne koşarlardı. Çünkü onlar Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hiçbir zaman haksızlığa meydan vermeyen, kimsenin hakkını yemeyen Allah'ın şeriatı uyarınca haklılıkları doğrultusunda karar vereceğinden emindirler.
Mü'min olduğunu iddia eden sonra da bu kaypak tutumu sergileyen grup her zaman ve her yerde karşılaşılan münafıkların tipik bir örneğidir. Bu münafıklar, açıktan açığa kâfir olduklarını söylemezler, müslüman görünürler. Ancak aralarında Allah'ın şeriatının yürürlükte olmasından Allah'ın kanununun hükmetmesinden memnun olmazlar. Bu yüzden Allah'ın ve Peygamberinin hükmüne başvurmaya çağırıldıkları zaman burun kıvırırlar, mazeretler uydururlar:
"Bunlar mü'min değildirler."
İman kalplerinde yer etmemiştir. Allah'ın ve Peygamberinin hükmünü içlerine sindirememişlerdir. Ancak Allah'ın şeriatına başvurmada, O'nun kanununu uygulamada bir çıkarları varsa o zaman seve seve buna razı olurlar.
Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden memnun olmak, gerçek imanın kanıtıdır. İman gerçeğinin kalbe yerleştiğini haber veren göstergedir. Allah ve Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takınılması zorunlu olan edep tavrıdır. Çünkü İslâm edebi ile edeplenmemiş, kalbi de iman nuru ile aydınlanmamış, içi kapkaranlık edepsiz kimselerden başkası Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden kaçmaz.
Bunun için bu davranışlarının üzerine kalplerindeki hastalığı tescil eden, kuşku duymalarını şaşırtıcı bulan, tuhaf tutumlarını kınayan sorularla bir değerlendirme yapılıyor.
"Acaba kalplerinde hastalık mı var? Yoksa Peygamberin gerçekten peygamber olup olmadığı konusunda kuşkulu mudurlar? Yoksa Allah'ın ve Peygamberin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?"
Birinci soru tescil etmek, vurgulamak içindir. Çünkü hasta bir kalbin bu tür bir tutum sergilemesi her zaman beklenir. Fıtratı dejenere olmadığı sürece bir insanın bu kadar derin bir sapıklığa yuvarlanması mümkün değildir. Fıtratı doğal eğiliminden uzaklaştıran, imanın gerçeğinden zevk almasını ve kendisi için belirlenen hareket çizgisini izlemesini önleyen kalpteki bu hastalıktır.
İkinci soru, tutumun şaşırtıcılığını vurgulamak içindir. Acaba onlar, inandıklarını iddia ettikleri Allah'ın hükmünden mi şüphe duyuyorlar?Acaba bu hükmün Allah'dan geldiğinden mi şüphe duyuyorlar? Yahut bu hükmün adaleti yerine getirme yeterliliğine sahip olup olmadığı konusunda mı kuşku içindedirler? Her iki durumda da bu mü'minlerin yolu değildir.
Üçüncü soru, bu tuhaf tutumlarını kınamak ve duyulan şaşkınlığı vurgulamak içindir. Acaba onlar Allah ve Peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun kendilerine haksızlık yapacaklarından mı korkuyorlar? Kuşkusuz bir insanın içinde böyle bir endişenin yer etmesi şaşırtıcı bir şeydir. Çünkü her şeyin yaratıcısı ve her şeyin Rabbi Allah'tır. Peki yüce Allah'ın hükmederken yarattığı herhangi birine karşı diğer birini kayırması mümkün müdür?
Hiç kuşkusuz, birilerine karşı bazılarını kayırma kuşkusundan uzak tek hüküm Allah'ın hükmüdür. Çünkü Allah adildir ve hiç kimseye haksızlık etmez. Bütün yaratıklar onun katında eşit durumdadırlar. Onlardan birisine bir diğerinin çıkarı için haksızlık etmez. Onun hükmü dışındaki bütün hükümler haksızlık edebilirler, zannı altındadırlar. Çünkü insanlar kanun koyarlarken ve hükmederlerken çıkarlarını gözönünde bulundurma eğiliminden kurtaramazlar kendilerini. Gerek fert, gerek sınıf, gerek devlet olarak hükmetmeleri bu gerçeği değiştirmez.
Bu fert kanun koyduğu zaman, bir fert bir konuda hükmettiği zaman, koyduğu kanunla, verdiği hükümle kendini ve çıkarını korumayı gözönünde bulundurması kaçınılmazdır. Bir sınıf diğer bir sınıf için, bir devlet diğer bir devlet için, bir pakt için kanun koyduğu zaman da durum bundan ibarettir. Ama Allah kanun koyduğu zaman herhangi bir kimsenin korunması, herhangi bir kimsenin çıkarının gözönünde bulundurulması, sözkonusu olamaz. Ve bu, mutlak adaletten ibaret olur? Allah'ın kanun koyuculuğu dışında hiçbir kanun koyucu buna güç yetiremez, onun hükmünden başka hiçbir hüküm bunu gerçekleştiremez.
Bu yüzden Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden memnun olmayanlar zalim kimselerdir. Adaletin gerçekleşmesini, hakkın egemen olmasını istemezler. Aslında onlar Allah'ın hükmü ile haksızlığa uğrayacaklarını düşünmezler ve O'nun adaletinden de kesinlikle kuşku duymazlar.
"Hayır, aslında onlar zalimdirler."
Gerçek mü'minlere gelince, onlar Allah'a ve Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- karşı bundan farklı bir edep tavrı takınırlar. Aralarında başgösteren sorunların çözümü için Allah'ın ve Peygamberin hükmüne başvurmaya çağrılınca daha değişik bir şey, mü'minlere yakışan, kalplerin nurla aydınlandığını gösteren bir söz söylerler:
51 - Aralarındaki davalarda Allah'ın ve Peygamberin vereceği hükme uymaya çağırılan mü'minlerin söyleyebilecekleri tek söz "Duyduk ve uyduk" sözüdür. İşte mutlu sona erenler onlardır.
Bu tereddütsüz, tartışmasız ve kıvırmasız duyup itaat etmenin ifadesidir. Gerçek hükmün Allah ve Peygamberin hükmü olduğuna, gerisinin ihtiraslardan kaynaklandığına olan kesin inancın oluşturduğu duyup itaat etmenin ifadesidir. Bu tavır Allah'a kaytsız şartsız teslim olmaktan kaynaklanır. Hayatı bahşeden ve hayat üzerinde dilediği uygulamada bulunma yetkisine sahip Allah'a... Mü'minlerin sergilediği bu tavır, yüce Allah'ın insanlar için dilediği şeyin, onların kendileri için istedikleri şeyden daha hayırlı olduğuna olan güvenin ifadesidir. Çünkü yaratan Allah yarattığını daha iyi bilir.
"İşte mutlu sona erenler onlardır."
Evet, onlar mutlu sona ulaşırlar, çünkü işlerini planlayan, ilişkilerini düzenleyen, ilmine ve adaletine göre aralarında hükmeden yüce Allah'dır. Dolaysıyla bunların; işlerini kendileri gibi insanların planladığı, ilişkilerini düzenlediği, aralarında çok az bir bilgiye sahip yetersiz kimselerin hükmettiği insanlardan daha iyi bir durumda olmaları kaçınılmazdır. Evet onlar mutlu sona ulaşırlar. Çünkü onlar, eğrilik büğrülük bulunmayan biricik hayat sistemine uyarlar, bu sistemin gerçekliğinden emindirler, onu izler, belirlediği sınırları çiğnemezler. Bu sisteme uymaları sayesinde enerjilerini boşuna tüketmezler, çeşitli ihtiraslar peşinde güçlerini, enerjilerini dağıtmazlar, doymak bilmeyen şehvetlerin, dinmeyen arzuların peşinde sürüklenmezler. İşte Allah'ın koyduğu hayat sistemi önlerinde değişmeden,net ve anlaşılır bir şekilde duruyor.
52- Allah'a ve Peygambere itaat edenler, Allah'dan korkup buyruklarım çiğnemekten kaçınanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlarda.Önceki ayette hükümlere teslim olmaktan, bu hükümlere kayıtsız şartsız uymaktan söz ediliyordu. Şimdi ise, tüm emir ve yasaklamalara topluca uyulmasından söz ediliyor. Bunun yanında Allah korkusundan, takvadan söz ediliyor. Takva, korkudan daha geneldir. Takva, Allah'ın gözetimidir. Büyük küçük her işte, Allah'dan korkmanın yanında O'nun bilincinde olmak, zatının vakarı adına O'nun hoşlanmadığı şeyden sakınmak, O'nu yüceltmek ve O'ndan utanmaktır. Allah'a ve Peygamberine itaat edenler, Allah'dan korkup O'ndan sakınanlar varya, işte kurtuluşa erenler onlardır. Hem dünyada hem de ahirette kurtulmuşlardır. Bu sözü Allah vermiştir ve Allah sözünde,n dönmez. Onlar kurtuluşu haketmişlerdir. Pratik hayatlarında bunun nedenleri vardır. Çünkü Allah'a ve Peygamberine itaat etmek yüce Allah'ın sonsuz bilgisi ve hikmeti doğrultusunda insanlar için belirlediği sağlam ve tutarlı hayat sistemine uymayı gerektirir. Bu da doğal olarak dünya ve ahiret kurtuluşuyla sonuçlanır. Allah korkusu ve takva, Allah'ın sistemine uyulmasını garantileyen bekçilerdir. Bu bekçiler, insanları kendilerine çeken saptırıcı yolları gösterir, insanların sapmalarına, bu yollara girmelerine engel olur.
Allah'dan korkmak ve O'ndan sakınmakla beraber Allah'a ve Peygamberine ibadet etmek üstün nitelikli bir edep tavrıdır. Kalbin Allah'ın nuru ile aydınlanmışlığının, O'na bağlanmışlığının, O'nun görkeminin bilincine varmışlığının boyutunu gösterir. Bu aynı zamanda mü'min kalbin onurunu ve üstünlüğünü gösterir. Çünkü Allah'a ve Peygambere itaat ilkesine dayanmayan, O'ndan kaynaklanmayan her uyma hareketi onurlu kişinin reddedeceği, mü'min karakterin kaçınıp, mü'min vicdanın tepeden bakacağı aşağılayıcı, onur kırıcı bir zillettir. Çünkü gerçek mü'min tek ve ezici güce sahip Allah'dan başkasının önünde baş eğmez.
MÜNAFİKLARIN DÖNEKLİĞİ 53- Ey Muhammed, münafıklar kesin kesin bir dille yemin ederek kendilerine emir verecek olursan savaşa çıkacaklarım söylerler. Onlara de ki; "Yemin etmeyiniz. İtaatkârlığınız bellidir. Hiç kuşkusuz Allah, ne yaptığınızdan haberdardır." 54- Onlara de ki, "Allah'a itaat ediniz, Peygambere itaat ediniz. Eğer bu çağrıya yüz çevirirseniz, biliniz ki, Peygamber kendi görevinden sorumlu olduğu gibi, siz de kendi görevinizden sorumlusunuz. Peygambere düşen, sadece ilahi mesajı açık bir dille duyurmaktır."
Münafıklar Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- eğer kendilerine savaşa çıkma emrini verecek olursa mutlaka savaşa çıkacaklarına yemin ederlerdi. Allah da onların yalan söylediklerini biliyordu. Bu yüzden ayıplayarak, yeminlerini alaya alarak şöyle buyuruyor.
"Onlara de ki: Yemin etmeyiniz, itaatkârlığınız bellidir."
Yemin etmeyiniz, çünkü nasıl itaat ettiğiniz bellidir. Bu sözleriniz ciddiye alınmaz, bu yüzden yemine veya pekiştirmeye gerek yoktur. Tıpkı yalancılığı ile ünlü birinin yalan söylediğini gördüğünüzde "Doğru söylediğin konusunda bana yemin etme. Çünkü hiçbir delile gerek olmadan her şey apaçık ortadadır" demeniz gibi.
Alay ve kınamanın üzerine şu değerlendirme yapılıyor. "Allah ne yaptığınızdan haberdardır."
Yemine, pekiştirmeye gerek yok. Allah sizin itaat etmeyeceğinizi, savaşa çıkmayacağınızı biliyor.
Bu yüzden ayetlerin akışı dönüyor ve onları itaate, gerçek itaate çağırıyor, bilinen sözde davranışlara değil.
"Onlara de ki:"Allah'a itaat ediniz, Peygambere itaat ediniz."
"Eğer bu çağrıya yüz çevirirseniz."
Burun kıvırırsanız, münafıklığınızı sürdürürseniz,doğru yola girmezseniz.
"Biliniz ki, peygamber kendi görevinden sorumludur."
Peygamber Allah'dan aldığı mesajı insanlara ulaştırmaktan sorumludur. Nitekim bu görevini yerine getiriyor da.
"Siz de kendi görevinizden sorumlusunuz."
Sizin göreviniz de Allah'a ve Peygambere itaat etmeniz, samimi olmanızdır. Ama siz yan çizdiniz, görevinizi yerine getirmediniz.
"Eğer O'na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz."
Mutluluğa ve kurtuluşa ulaştıran dengeli ve tutarlı hayat sistemini bulursunuz.
"Peygambere düşen, sadece ilahi mesajı açık bir dille duyurmaktır."
O sizin imanınızdan sorumlu değildir. Sizin yan çizmenizin suçu ona ait değildir. Tersine yaptığınızdan siz sorumlusunuz, yan çizmenizden, isyan etmenizden, Allah'ın ve Peygamberinin emrine muhalefet etmenizden dolay siz cezalandırılacaksınız.
GERÇEKLEŞECEK OLAN VAADMünafıkların durumu sunulduktan ve bu sonuçlandırıldıktan sonra surenin akışı onları kendi hallerine bırakıyor ve itaatkâr mü'minlere dönüyor, içten gelen itaatkârlıklarının, harekete dönüşen imanlarının kıyametteki hesaplaşmadan önce bu dünyadaki mükâfatını açıklıyor.
55- Allah, aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki mü'minler gibi yeryüzünde egemen kılacağım, kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştüreceğini vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bu a,amadan sonra kâfir olanlara gelince, onlar yoldan çıkmışların ta kendileridirler."
Bu, yüce Allah'ın Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- ümmetinden iyi ameller işleyen mü'minlere kendilerini yeryüzüne egemen kılacağına, kendileri için seçtiği dinlerini, hayat sistemlerini sarsılmaz temellere oturtacağına ve korkularını güvene dönüştüreceğine ilişkin vaadidir. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah'ın vaadi ise, gerçektir. Allah'ın vaadi yerine gelir. Ve Allah vaadinden dönmez. Peki bu imanın ve yeryüzüne egemen olmanın gerçek mahiyeti nedir?
Kuşkusuz Allah'ın vaadinin gerçekleşmesine gerekçe olan iman gerçeği, insanın tüm hareketlerini içine alan, tüm hareketlerini yönlendiren büyük bir gerçektir. Bu iman bir kalbe yerleşir yerleşmez tümü de Allah'a yönelik olmak üzere derhal çalışma, hareket, onarma ve inşa etme şeklinde kendini açığa vurur. Bunu yapan kişi Allah'dan başkasını memnun etmeyi düşünmez. Bu, Allah'a itaat etmenin, büyük-küçük her konuda onun emrine kayıtsız şartsız teslim olmanın ifadesidir. Bu durum gerçekleştikten sonra nefiste bir arzu, kalpte bir ihtiras ve Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'dan getirdiği mesaja uymaktan başka fıtratta bir eğilim kalmaz.
Bu iman; nefsin düşüncelerinden, kalbinin duygularından, ruhun özlemlerindén, fıtratın eğilimlerinden, bedenin faaliyetlerinden, organların işleyişlerinden, ailesinde ve insanlar arasında Rabbinè yönelik tavırlarına kadar, insanı her yönüylé kaplar. Bütün bunlarda insanın Allah'a yönelmesini sağlar. Bu hu$us yüce Allah'ın mü'minleri yeryüzüne egemen kılmasının, dini sağlam temellere oturtmasının ve korkuların güvene dönüşmesinin gerekçesi olarak aynı ayetteki şu cümlede somutlaşmaktadır.
"Bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar."
Çirkin farklı şekilleri ve türleri vardır. Bir hareket veya bir düşünceyle Allah'dan başkasına yönelmek Allah'a ortak koşmanın türlerinden biridir.
Bu iman eksiksiz bir hayat sistemidir. Allah'ın emrettiği her şeyi içerir. Sebepleri oluşturma, hazır bulunmak, sebeplere sarılma, yeryüzündeki büyük emaneti, yeryüzüne egemen olma emanetini yüklenmeye hazırlıklı olmak gibi yüce Allah'ın emrettiği hususları kapsamına alır.
Peki yeryüzüne egemen olmanın gerçek mahiyeti nedir?..
Kuşkusuz bu, salt bir hükümranlık, üstünlük, galiplik ve hakimiyet değildir. Bu egemenlik saydığımız tüm unsurları ıslah etme, onarma, yapma, yüce Allah'ın insanların uyması için belirlediği hayat sisteminin gerçekleşmesi ve bu yolla yeryüzünde kendisi için takdir edilen ve yüce Allah'ın kendisine bahşettiği onura yaraşan olgunluk düzeyine ulaşma uğruna kullanılması şartına bağlıdır.
Yeryüzüne egemen olma; onarma ve ıslah etme gücüne sahip olmadır, yıkma ve bozmaya değil. Adalet ve huzuru sağlama imkânına sahip bulunmadır, zulüm ve baskıya değil. İnsanlığı ve insanlık düzenini üstün bir düzeye ulaştırmaktır, fert ve toplum olarak insanlığın hayvanlık düzeyine yuvarlanmasına neden olmak değil.
İşte bu egemenlik, yüce Allah'ın iyi işler yapan mü'minlere vaadettiği bir husustur. Yüce Allah'ın istediği sistemi kursunlar, O'nun dilediği adil düzeni uygulasınlar ve yüce Allah'ın yarattığı günden itibaren kendilerine belirlediği olgunluk düzeyine insanlığı ulaştırsınlar diye onları da yeryüzüne egemen kılacağını söz vermiştir. Sırf bir hükümranlık kurup. yeryüzünde bozgunluk yapan, yeryüzünde fuhuş ve zorbalığı yaygınlaştıran, insanlığı hayvanlık düzeyine indirenler, yeryüzüne Allah tarafından egemen kılınmış kimseler değildirler. Onlar elde ettikleri bu yetki ile sıvanmaktadırlar. Ya da yüce Allah'ın planladığı bir hikmet uyarınca başlarına musallat oldukları kimseler onların hükümranlıklarına girmekle sıvanmaktadırlar.
Yeryüzüne egemen olmanın gerçek mahiyetine ilişkin bu anlayışın delili arkasından gelen yüce Allah'ın şu sözüdür:
"Kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını vaadetti."
Dinin yeryüzünde sağlam temellere oturması; kalplere yerleşmesi, hayatı düzenleyip yönlendirecek konuma gelmesi ïle gerçekleşir. Şu halde yüce Allah onları yeryüzüne egemen kılmayı ve kendileri için seçtiği dinin hükümran olmasını vaadetmiştir. Dinleri ise; ıslah etmeyi emrediyor, yeryüzü kaynaklı ihtirasların üstüne çıkmayı emrediyor, yeryüzünün imar edilmesini emrediyor. Bütün eylemlerde Allah'a yönelmeyi emretmekle beraber, yüce Allah'ın yeryüzüne yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden ve enerji kaynaklarından yararlanmayı emrediyor.
"Korkularını güvene dönüştüreceğini vaadetti."
Önceleri müslümanlar çok korkuyorlardı, can güvenlikleri yoktu. Silahlarını hiç bırakmıyorlardı. Bu durum Hz. Peygamberin, -salât ve selâm üzerine olsun İslâm toplumunun ilk temelini oluşturan, Medine'ye hicret edişinin sonrasına kadar devam etti.
Bu ayet hakkında Reb'i b. Enes, Ebu Aliye'den şöyle rivayet eder: Peygamber efendimiz ve arkadaşları on yıl kadar insanları bir ve ortaksız ilah olan Allah'a, sadece O'na kulluk. sunmaya çağırıyorlardı. Bu işi de büyük bir gizlilik içinde yürütüyorlardı. Çünkü korkuyorlardı ve henüz savaşmakla da emr olunmamışlardı. Daha sonra Medine'ye hicret emri verildi. Medine'ye gidince yüce Allah savaşmalarını emretti. Çünkü orada da korku içindeydiler ve sabah akşam silahlarını beraberlerinde taşıyorlardı. Yüce Allah'ın dilediği kadar bu duruma sabrettiler. Sonra arkadaşlarından biri Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Ya Resulullah, hep böyle korku içinde mi yaşayacağız? Güven içinde dolaştığımız, silahlarımızı bıraktığımız bir gün görmeyecek miyiz?" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Biraz daha sabredeceksiniz, ondan .sonra herhangi biriniz, tek bir demir parçası bile bulunmayan büyük bir kalabalık arasında oturabilecektir" buyurdu. Daha sonra yüce Allah bu ayeti indirdi. Allah Peygamberini Arap Yarımadası'na egemen kıldı. Böylece güvenli bir ortama kavuşup silahlarını bıraktılar. Sonra yüce Allah Peygamberini -salât ve selâm üzerine olsun- katına aldı. Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman dönemlerinde de güven içinde yaşadılar. Daha sonra ne olduysa oldu, Allah tekrar içlerine bir korku saldı. Güvenlik amacıyla korumalar ve bekçiler edindiler. Tutumlarını değiştirdiler, Allah da durumlarını değiştirdi."
"Bu aşamadan sonra kâfir olanlara gelince onlar yoldan çıkmışların ta kendileridirler."
Allah'ın belirlediği şartın, verdiği sözün, yaptığı sözleşmenin dışına çıkmışlardır. Kuşkusuz Allah'ın verdiği söz bir kere gerçekleşti. Müslümanlar Allah'ın ,koştuğu şartı yerine getirirlerse Allah'ın verdiği söz her zaman için gerçekleşir yerine gelir. Allah'ın koştuğu şart şudur:
"Bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar."
Ne bir düzmece tanrıyı ne de bir istek ve arzuları bana ortak koşarlar. Gereği gibi inanır, iyi işler yaparlar. Yüce Allah'ın bu vaadi, kıyamete kadar bu ümmetten Allah'ın belirlediği şartı yerine getiren herkes için geçerlidir. Allah'ın koştuğu veya yüklediği sorumluluklardan herhangi birinin gecikmesi yüzünden zafer, yeryüzüne egemen olma, dinin, hayat sisteminin sağlam temellere dayanması ve korkuların güvene dönüşmesi uzun zaman alabilir. Böylece İslâm ümmeti musibetlerden yararlanır, imtihanı başarıyla geçer. Korku duyar, bu yüzden güvenlik ister. Aşağılanır, bu yüzden onur ve üstünlük ister. Başkalarının hükümranlığına maruz kalır bu yüzden Allah adına yeryüzüne egemen olmayı arzular... Bütün bunlar yüce Allah'ın dilediği yöntemlerle, yine yüce Allah'ın koştuğu şartlara bağlı olarak gerçekleşir. Böylece yüce Allah'ın değişmez vaadi yerine gelir. Yeryüzü menşeli güç odaklarının hiçbiri bu vaadin gerçekleşmesine engel olamaz.
Bunun için, yüce Allah'ın vaadi üzerine namaz kılmaya, zekât vermeye ve itaat etmeye·ilişkin bir emirle, bir de Peygamberimiz ve ümmetinin, kendilerine ve yüce Allah'ın kendileri için seçtiği dine karşı savaşan kâfirlerin gücünü abartmamalarına ilişkin bir değerlendirme yer alıyor:
56- Namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Peygambere itaat ediniz ki, Allah'ın rahmetinden pay alabilesiniz. 57- Kâfirlerin yeryüzündeki güçlerinin karşı konulmaz olduğunu sanmayınız. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varılacak yerdir!..
İşte hazırlık budur... Allah'a bağlanarak, namaz kılmakla kalbi güçlendirmek, cimriliği aşarak, zekât vermek suretiyle de nefis ve toplumu arındırmaktır. Peygambere itaat etmek, verdiği hükümden memnun olmaktır. Büyük-küçük her işte Allah'ın şeriatını uygulamaktır. Yüce Allah'ın insan hayatı için seçtiği sistemi yürürlüğe koymaktır.
"Ki, Allah'ın rahmetinden pay alabilesiniz."
Yeryüzünde bozulmaktan, düşkünlükten, korkudan, bunalımdan ve sapıklıktan ahirette de ilahi kızgınlıktan, azap ve cezadan kurtulmak suretiyle Allah'ın rahmetinden pay alabilesiniz.
Siz Allah'ın belirlediği hayat sistemine uyduğunuz ve O'na bağlı kaldığınız sürece kâfirlerin hiçbir gücü size üstünlük sağlayamaz. Onlar yeryüzünde egemenlik kurmanıza engel olamazlar. Onların görünürdeki güçleri yolunuza dikilemez. Siz imanınız sayesinde güçlüsünüz. Toplumsal düzeniniz ve sahip olduğunuz sayınızla güçlüsünüz. Gerçi maddi açıdan onlar kadar kalabalık olmayabilirsiniz ama, cihad eden mü'min kalpler harikalar, olağanüstülükler başarırlar.
İslâm, hiç kuşkusuz büyük bir gerçektir. Bu ayetlerde yer alan Allah'ın vaadinin gerçekliğini görmek isteyenler bu gerçeği olanca derinliği ile algılamalıdırlar. İnsanlık tarihine bakıp yüce Allah'ın bu vaadini doğrulayan örnekleri araştırıp görmelidirler. Onun hakkında kuşkuya düşmeden ve herhangi bir durumda bu vaadin gecikmesi yüzünden sarsılmadan, bu vaadin tüm şartlarını gerçek mahiyetiylé kavrarlar.
Bu ümmet ne zaman Allah'ın belirlediği hayat sistemine uymuşsa, bu sistemi hayatına egemen kılmışsa, her işte onun egemenliğini kabul etmişse, o zaman yeryüzüne egemen olmaya, dinin ve hayat sistemïnin sağlam temellere' oturmasına ve korkuların güvene dönüşmesine ilişkin Allah'ın vaadi gerçekleşmişti: Ne zaman da bu sistemden ayrılmış, mutlaka kafilenin gerisine düşmüştür, aşağılanmıştır. Dinin insanlık üzerinde kurduğu egemenliğine son verilmiş, hayattan uzaklaştırılmıştır. Her yönden korkulu bir hayata mahkûm olmuş, düşmanlara yem olmuştur.
Dikkat edin, Allah'ın vaadi her zaman geçerlidir ve Allah'ın koyduğu şart bellidir. Şu halde, vaadin gerçekleşmesini isteyen Allah'ın koştuğu şartı yerine getirsin. Allah'dan daha iyi sözünde kim durabilir:
AİLE İLE İLGİLİ HÜKÜMLERİslâm eksiksiz bir hayat sistemidir, insan hayatının tüm evrelerini, tüm aşamalarını, tüm ilişkilerini ve bağlantılarını, tüm hareket ve durgunluklarını düzenler. Bu yüzden genel ve büyük yükümlülüklerin açıklanmasını üstlendiği gibi, küçük günlük davranış kurallarının açıklanmasını da üstlenir. Bunlar arasında bir uyum oluşturur ve son aşamada hepsini yüce Allah'a yöneltir.
Bu sure, sözünü ettiğimiz uyuma bir örnek oluşturmaktadır. Evlere girmek için izin istenmesi kuralının yanında bazı cezai yaptırımları da içerir. Öte yandan varlık aleminde çıkılan büyük bir gezintiye yer verir. Sonra surenin akışı dönüp Allah ve Peygamberinin hükmüne başvurma konusunda müslümanların takındıkları güzel ve örnek tavırla, münafıkların takındıkları kötü tavırdan söz eder. Bir yandan da yüce Allah'ın yeryüzüne egemen kılmaya, korkularını güvene dönüştürmeye ve egemenliklerini pekiştirmeye ilişkin mü'minlere yönelik gerçek vaadine değinir. İşte bu derste de Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- meclisinde izin isteyerek konuşmaya başlamanın yanında ev içinde odalara girmek için izin isteme kuralına dönülüyor. Peygamber éfendimize hitap ederken veya kendisini çağırırken takınılması zorunlu olan edep tavrının yanında akraba ve arkadaşlar arasındaki ziyaret ve yemek adabını düzenliyor. Bütün bunlar büyük-küçük,. hayatın her alanında Kuran tarafından eğitilen müslüman cemaatin uyguladığı ve ilişkilerini ona göre düzenlediği davranışlardır.
58- Ey Mü'minler, elinizin altındaki köleler ve hizmetçiler ile aranızdaki henüz ergenlik çağına girmemiş gençler, günün şu üç vaktinde, yani sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz saatlerde ve yatsı namazından sonra odanıza girerken sizden izin istesinler. Bu vakitler mahrem yerlerinizin açık olabileceği vakitlerdir. Bu vakitler dışında ne sizin için ve ne de onlara bir sakınca yoktur. Birbirinizin odalarına rahatça girebilirsiniz İşté Allah size ayetlerini böylesine ayrıntılı biçimde açıklar. Allah her şeyi bilir ve O'nun her işinin, her buyruğunun mutlaka bir gerekçesi vardır. 59- Çocuklarınız ergenlik çağına girince günün saydığımız vakitlerinde odanıza girerken tıpkı kendilerinden büyüklerin yaptıkları gibi izin istesinler. İşte Allah size ayetlerini böylesine ayrıntılı biçimde açıklar. Allah her şeyi bilir ve O'nun hiçbir işi hiçbir buyruğu sebepsiz değildir.
Surede daha önce evlere girmek için izin istemeye ilişkin hükümler yer almıştı. Burada ise ev içinde odalara girmek için izin istemeye ilişkin hükümlere yer veriliyor. Çünkü kölelerden oluşan hizmetçiler ve henüz büluğ çağına ermemiş gençlerin evlere girmek için izin istemeleri gerekmez. Ancak evdekilerin avret yerlerinin ortaya çıkabileceği üç vakitte izin istemeleri gerekir. Bu vakitler; birincisi, sabah namazı öncesidir. Bu sırada insanlar gece elbisesi içinde olurlar ya da bu elbiseleri çıkarıp normal elbiselerini giymektedirler. İkincisi, öğle uykusuna daldıkları zamandır. Bu sırada insanlar normal elbiselerini çıkarıp rahatlamak için uyku elbisesini giyerler. Üçüncüsü, yatsı namazı sonrasıdır. Aynı şekilde insanlar o sırada günlük elbiselerini çıkarıp gece elbiselerini giyerler.
Bunlar avret yerlerinin ortaya çıkabildiği vakitler olarak nitelendirilmişlerdir. Bu üç vakitte hizmetçiler ve henüz büluğ çağına girmemiş çocuklar ev halkının avret yerlerini görmemeleri için evlere girerken izin istemelidirler. Birçokları, ev hayatlarında bu edep kuralından habersizdirler. Bunun psikolojik, sinirsel ve ahlaki etkilerini önemsemezler. Hizmetçilerin efendilerinin avret yerlerine ilgi duymadıklarını, erginlik çağından önce çocukların bu tür görüntülerin farkına varmadıklarını sanırlar. Oysa günümüzde psikoloji biliminin ilerleme kaydetmesinden sonra psikologlar, küçük yaşta çocukların gördüğü bazı sahnelerin, onların tüm hayatlarını etkilediğini, tedavisi güç, psikolojik ve sinirsel hastalıklara yakalanmalarına neden olduğunu söylemektedirler.
İşte her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah mü'minleri bu edep kuralları ile eğitirken; sinirleri sağlam, içi huzurlu, duyguları edepli, kalpleri arınmış, düşünceleri kötülüklerden uzak bir ümmet oluşturmak istiyor.
Ayet özellikle bu üç vakti belirliyor çünkü, bu vakitler her zamandan çok mahrem yerlerin açık olabilecekleri vakitlerdir. Ayrıca zorluk çıkarmamak için hizmetçi ve çocukların her zaman için izin istemeleri zorunluluğunu da getirmiyor. Çünkü yaşlarının küçüklüğü, ya da hizmet görmeleri nedeniyle evlére sık sık girip çıkmak durumunda kalırlar.
"Birbirinizin odalarına rahatça girebilirsiniz."
Böylece hem mahrem yerlerinin görünmesi önlenmiş oluyor, hem de büyüklerde olduğu gibi her zaman için izin isteme zorunluluğu getirilmeyerek evin iç düzeninde bir zorluğun, bir meşakkatin oluşmasına meydan verilmemiş oluyor.
Ancak küçükler erginlik çağına girince, daha önce geçen izin isteme kuralını içeren ayetin genel hükmü uyarınca her zaman için izin istemeleri gereken yabancıların durumuna düşerler.
Bunun üzerine de şu değerlendirme yapılıyor
"Allah her şeyi bilir ve O'nun her işinin, her buyruğunun mutlaka bir gerekçesi vardır."
Çünkü burası yüce Allah'ın insan ruhuna ve onu ıslah edecek davranış kurallarına ilişkin sonsuz bilgisinin; yine ruhların ve kalplerin tedavisine yönelik hikmetinin geçerli olduğu bir alandır.
Aynı şekilde fitne ve şehevi duyguların harekete geçmesini önlemek amacıyla bundan önce kadınların süslerini gizlemelerine ilişkin bir emir yer almıştı. Burada ise, surenin akışı dönüyor ve içlerinde erkeklerle birleşme arzusu kalmayan, şehevi duyguları sönmüş bulunan yaşlı kadınları bu kuralın dışında tutu.
60- Evlenme ümidi olmayan, doğurganlık çağını geride bırakmış yaşlı kadınların, süslerini göstererek erkeklerin ilgisini çekme amacı taşımamak şartı ile ev dışında giyilecek elbiselerini giymemelerinin sakıncası yoktur. Fakat kapalı giyim konusunda titiz davranmaları kendileri için daha iyidir. Allah her sözü işitir ve her şeyi bilir.
Şu halde mahrem yerlerinin ortaya çıkmaması, süslerinin görünmemesi şartıyla evlenme ümidi kalmamış, doğurganlık yaşını geride bırakmış yaşlı kadınların ev dışında giyilmesi gereken bol elbiselerini giymemelerinin sakıncası yoktur. Ne var ki, ev dışında giyilen bol elbiselerini giymeleri daha iyidir. Bu ise, iffetli kalmaya özen gösterme şeklinde tanımlanıyor. Yani iffetliliği istemek ve onu tercih etmek olarak nitelendiriliyor. Çünkü açıklıkla fuhuş arasında bir bağ vardır. Bu husus, fuhuş işleme imkanını en aza indirgemeye, nefislerle tahrik edici unsurları birbirinden uzak bulundurmaya ilişkin İslâmın bakış açısının bir gereğidir.
"Allah her sözü işitir ve her şeyi bilir."
İşitir ve bilir... Dillerin söylediklerini, kalplerde depreşen duyguları işitir, bilir... Buradaki sorun vicdandaki niyet ve duyarlılık unsurudur çünkü.
TOPLUMSAL İLİŞKİLER 61- Körlerin, topalların ve hastaların anahtarları kendilerine emanet edilmiş evlere girip yemek yemekten çekinmeleri gereksizdir. Sizler de evlatlarınızın, babalarınızın, atalarınızın, erkek kardeşlerinizin, kız kardeşlerinizin, amcalarınızın, halalarınızın, dayılarınızın, teyzelerinizin, arkadaşlarınızın evlerinin veya anahtarları yanınızda bulunan evlerin yemeklerinden yiyebilirsiniz. Gerek birarada ve gerekse ayrı ayrı yemek yemenizin sakıncası yoktur. Şenlikli evlere girdiğinizde Allah tarafından yasallaştırılmış kutlu ve hoşnutluk uyandırıcı bir esenlik dileği olmak üzere içerdeki dindaşlarınıza selâm veriniz. Allah size ayetlerini düşünesiniz diye böyle açıklar.Rivayete göre önceleri müslümanlar sözü edilen evlerde izin istemeye gerek duymadan yemek yerlerdi, aralarındaki fakirlerden kör, topal ve hastalar da kendilerine eşlik ederdi. Daha sonra "birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin" (Bakara, 138) ayeti inince bu evlerde yemek yemekten sakındılar, kör, topal ve hasta fakirler de ev sahipleri çağırmadıkça ya da izin vermedikçe onlarla birlikte yemekten çékindiler, çünkü yüce Allah'ın emirlerine uyma konusunda son derece duyarlıydılar. Yüce Allah'ın yasakladığı bir şeyi işlemekten daima kaçınırlardı. Uzakta da olsa sakıncalı bir şeye eğilim göstermekten korkarlardı. Bunun. üzerine yüce Allah bu ayeti indirdi ve kör, hasta, topal, akraba ve benzeri ihtiyaç sahiplerinin bir akrabanın evinde yemesi konusunda duyulan endişeyi kaldırdı. Ancak bu, ev sahibinin karşı çıkmamasına, ayrıca "ne zarar ver ne de zarara uğra" ile "Gönül hoşnutluğu olmadığı sürece bir müslümanın malını yemek helal değildir" (Şafii rivayet etmiş ve kölenin özgürlüğünü elde etmesi için efendisi ile yaptığı sözleşme konusunda söylediği bir sözde bu hadise dayanmıştır.) genel kuralları uyarınca ev sahibinin zarara uğramaması şartlarına bağlıdır.
Bu ayet yasa koyan bir ayet olduğu için, sözlü ifadenin, konu düzenlemesinin ve sıralamasının hiçbir kuşkuya ve kapalılığa yer vermeyecek şekilde özenle seçildiğini ayrıca sözkonusu edilen akrabaları yakınlık derecesine göre sıralandığını görüyoruz. Ayet oğulların ve eşlerin evlerinden başlıyor, ama bunları sözlü olarak ïfade etmiyor. Tersine ayetin orijinalinde "Evleriniz" diyor. Bu ifadenin kapsamına oğul ve eşlerin evleri girer: Çünkü oğulun evi babanın evidir, eşin evi de kocasınındır. Bunu babaların sonra anaların evleri izliyor. Sonra kardeşlerin, sonra kız kardeşlerin, sonra amcaların, sonra halaların, sonra dayıların, sonra teyzelerin evleri sıralanıyor. Bunlara bir de kişinin malını korumakla görevli bekçi ekleniyor. O da anahtarını yanında bulundurduğu evlerde normal bir şekilde ve yemek ihtiyacını aşmayacak oranda yemek yiyebilir. Bunlara arkadaşların evleri de ekleniyor. Amaç, arkadaşlar arasındaki bağı, akrabalık bağına katmaktır. Ama karşı .tarafa eziyet vermemek, onları zarara uğratmamak şartıyla. Bilindiği gibi arkadaşlarının kendi yiyeceklerinden izin istemeye gerek . duymadan yemeleri diğer arkadaşı memnun eder.
Yemek yenebilecek evler açıklandıktan sonra, yemek yenebilecek durum açıklanıyor.
"Gerek bir arada ve gerekse ayrı ayrı yemek yemenizin sakıncası yoktur."
Cahiliye döneminde bazıları yalnız başına yemek yememeyi gelenek haline getirmişti. Adam beraber yemek yiyeceği birisi olmasaydı yemeğini yemezdi. Yüce Allah bu ağır ve sıkıntı verici durumu ortadan kaldırdı. Meseleyi her türlü zorlamadan kurtararak basitleştirdi. Ayrı ayrı ya da beraber yemek yenebileceğini bildirdi.
Yemek yenebilecek durumun açıklanmasından sonra da yemek yenebilecek evlere giriş kuralları açıklanıyor:
"Şenlikli evlere girdiğinizde Allah tarafından yasallaştırılmış, kutlu ve hoşnutluk uyandırıcı bir esenlik dileği olmak üzere içerdeki dindaşlarınıza selâm veriniz."
Bu, ayette sözü edilen kimseler arasındaki bağın güçlülüğünü dile getiren son derece latif bir ifadedir. Çünkü akrabalık ve arkadaşlık adına onlara selâm veren kişi aslında kendisine selâm vermektedir. Onlara yönelik olarak dile getirdiği kutlu ve hoşnutluk uyandırıcı dilek Allah katından bir esenliktir. O ruhu taşımakta, o kokuyu yaymaktadır. Onları kopması mümkün olmayan sağlam bir iple birbirine bağlamaktadır.
Böylece büyük-küçük her konuda mü'minlerin kalpleri Rabblerine bağlan-maktadır.
"Allah size ayetlerini düşünesiniz diye böyle açıklar."
İlahi hayat sisteminin dayandığı ince planı ve hikmeti kavrayasınız diye...
HZ. PEYGAMBERİN KONUMUSurenin akışı akraba ve arkadaşlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinden, başkanı ve önderi Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- olan büyük ailenin, yani müslümanlık ailesinin iç ilişkilerini düzenlemeye ve aile başkanı Hz. Peygamberin meclisinde müslümanların takınacağı edep kurallarını açıklamaya geçiyor.
62- Mü'minler öylé kimselerdir ki, Allah'a ve Peygambere inanırlar; bunun yanısıra herhangi bir kamu görevini yerine getirmek üzere Peygamberin yanında bulunduklarında O'ndan izin almaksızın bir yere gitmezler.
Ey Muhammed, ortak görev yerinden ayrılacakları zaman senden izin isteyenler var ya, onlar Allah'a ve Peygambere inanan kimselerdir. Öyleyse böyleleri herhangi bir işleri için senden izin istediklerinde içlerinden dilediklerine izin ver ve onlar adına Allah'dan af dile. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.
63- Peygamberi çağırırken O'na, birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz. (Ya da Peygamber sizi çağırdığında O'nun çağrısını, aranızda bir-birinize yönelttiğiniz çağrılarla bir tutmayınız.) Allah, arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir. O'nun emrini çiğneyenler ya başlarına bir bela gelmesinden ya da acıklı bir azaba çarpılmaktan korkmalıdırlar. 64- Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir. O, kullarının ne yaptıklarını ve ne düşündüklerini bilin O'nun huzuruna çıkarıldıkları gün herkese yaptıklarını haber verecektir. Allah her şeyi bilir.İbn-i İshak bu ayetlerin indiriliş sebebi hakkında şunları rivayet eder: "Hendek savaşında Kureyşliler'in ve diğer müşrik kabilelerin toplanıp Medine'ye saldırma kararını işitince Peygamberimiz, Medine'nin çevresinde hendek kazılmasını kararlaştırdı. Müslümanları sevap kazanmaya teşvik etmek için bizzat kendisi dé çalıştı. Onunla birlikte diğer müslümanlar da yoğun bir tempoyla çalıştılar. Ve çalışmalarını aksatmadan sürdürdüler. Ancak münafıklar Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanların bu çalışmasında ağır davranıyorlardı, kaytarıyorlardı. Kolay işlerle oyalanıyorlardı. Peygamberimizin salât ve selâm üzerine olsun- haberi ve izni olmadan evlerine gidiyorlardı. Öte yandan müslümanlardan birinin de mutlaka yerine getirmesi gereken bir işi olsaydı gidip Peygamberimizden izin alır, işini görürdü. İşini gördükten sonra da, iyiliğe, olan arzusu ve sevap düşüncesi ile eski işine dönerdi.
Bunun üzerine yüce Allah onlar hakkında bu ayeti indirdi. Daha sonra yüce Allah, işten kaytaran ve Hz. Peygamberin izni olmadan evlerine giden münafıkları kastederek: "Peygamberi çağırırken ona birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz." ayetini indirdi.
İndiriliş sebebi ne olursa olsun bu ayetler toplum ile önderi arasındaki kişisel ve emir komuta ile ilgili davranış kurallarını içermektedir. Bu kurallar, toplumun sım sıcak duygularından ve vicdanının derinliklerinden coşkunlukla kaynaklanmadıkları sürece toplumsal hayat düzenli bir şekilde yürümez. Bu şekilde toplumun sıcak duygularından ve vicdanının derinliklerinden kaynaklanan davranış kuralları toplumun hayatında yer edip vazgeçilmez bir geleneğe, her zaman uygulanan bir kanuna dönüşürler. Aksi taktirde hiçbir sınır tanımayan bir başı bozukluk, bir anarşizm egemen olur topluma.
"Mü'minler öyle kimselerdir ki, Allah'a ve Peygambere inanırlar." Ağızları ile inandıklarını söyleyen, ancak söyledikleri sözün gereği olan davranışları pratik hayatlarında gerçekleştirmeyen, Allah'a ve Peygamberine itaat etmeyen kimseler mü'min değildirler.
"Bunun yanısıra herhangi bir kamu görevini yerine getirmek üzere Peygamberin yanında bulunduklarında O'ndan izin almaksızın bir yere gitmezler."
Kamu görevi, toplumun genelini ilgilendiren bir iş, bir savaş, bir danışma gibi toplumsal katılımı gerektiren önemli görevlerdir. Bu yüzden önderleri müsaade etmedikçe mü'minler bu görevi bırakıp bir tarafa gitmezler. İş çığırından çıkıp ciddiyetten uzak, düzensiz bir başıbozukluğa dönüşmesin diye.
Bu şekilde inanan ve bu tür bir edep tavrı takınan mü'minler zorunlu olmadıkları sürece kamu görevini bırakıp izin istemezler. Çünkü onların imanı ve edebi toplumun zihnini uğraştıran ve genel dayanışmayı gerektiren bir kamu görevini terketmeye engeldir. Bununla beraber Kur'an, izin verip vermeme yetkisini toplumun önderi olan Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bırakı-yor. Bu arada izin istemeyi serbest bırakmasını da istiyor:
"Herhangi bir işleri için senden izin istediklerinde: dilediklerine izin ver."
Bundan önce münafıklara izin verdiği için yüce Allah Peygamberimizi salât ve selâm üzerine olsun- azarlamış ve şöyle buyurmuştu.
"Allah affetsin seni, kimlerin doğru söylediği belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduğunu belirleyinceye kadar niçin onlara izin verdin." (Tevbe, 43)
Böylece izin yetkisini bütünüyle ona bırakıyor, dilerse izin verir, dilemezse vermez. Aynı zamanda izin verememenin neden olduğu sakıncaları da bertaraf ediyor. Çünkü bazı sorunlu durumlar baş gösterebilir. İzin verip vermeme arasındaki yararı dengelemek için değerlendirme yetkisi öndere kalıyor. Toplumsal yönetimle ilgili bu meselede, düşüncesi doğrultusunda son sözü söylemek ona bırakılıyor.
Bununla beraber zorlukların üstesinden gelmenin ve kamu görevini bırak-mamanın daha uygun olduğuna işaret ediliyor. İzin istemenin veya çekip gitmenin; özür belirtenler için Peygamberin Allah'dan onlar için bağışlama dilemesini gerektiren bir husus, bir hata olduğu vurgulanıyor.
"Onlar adına Allah'dan af dile. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir."
Böylece mü:minin vicdanı bir kayda bağlanıyor. Kendisini izin istemeye zorlayan nedenlerin ağır baskısı ile karşı karşıya kalsa bile izin istemez. Buradan hareketle izin istenirken ve her durumda peygambere saygı gösterilmesi gerektiği vurgulanıyor. Müslümanların birbirlerine seslenirken yaptıkları gibi ona adi ile "Ya Muhammed" veya künyesi ile "Ya Ebal'Kasım" diye seslenmemeleri isteniyor. Yüce Allah'ın onu onurlandırdığı, saygın kıldığı gibi "Ya Nebiyallah, Ya Resulullah" diye seslenmelidirler.
"Peygamberi çağırırken O'na birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz. Ya da Peygamber sizi çağırdığında onun çağrısını, aranızda birbirinize yönelttiğiniz çağrılarla bir tutmayınız."
Kalplerin Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik saygı duygusu ile dolması bir zorunluluktur. Bu saygı onunla ilgili her söze, ona yönelik her hitaba yansımalıdır. Bu hususa dikkat çekilmesi gereklidir. Çünkü eğiticiye saygı duyulmalıdır. Ve önderin heybeti olmalıdır. Onun son derece alçak gönüllü ve yumuşak, biri olması onların onun eğiticiliğini unutup, birbirleri-ne seslenir gibi ona seslenmeleri ayrı ayrı şeylerdir. Eğitimcinin eğittiği kişilerin duygularında üstün bir yeri olmalı ve onunla konuşurken, yanında bulunurken bu saygı ve büyüklük sınırını aşmamalıdırlar.
Ardından ayet kaytaran ve izinsiz çekip giden münâfıkları uyarıyor. Bunlar birbirlerinin arkasına saklanarak birbirlerini işten alıkoyuyorlardı. Oysa Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- görmese bile Allah onları görüyordu.
"Allah arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir."
Bu, saklanarak meclisten sıvışmayı, kaytarmayı tasvir eden son derece ince bir ifadedir. Bu ifadede, biriyle karşılaşmaktan duyulan korku, davranışın bayağılığı ve bu harekete eşlik eden duygular somutlaşmaktadır.
"O'nun emrini çiğneyenler ya başlarına bir belâ gelmesinden yada acıklı bir
azaba çarpılmaktan korkmalıdırlar."
Bu, korkunç bir uyarıdır, dehşet verici bir tehdittir. Şu halde Hz. Peygamberin salât ve selâm üzerine olsun- emrini çiğneyenler, onun izlediği hayat sisteminden başka bir sisteme uyanlar, bir yarar elde etmek ya da bir zarardan sakınmak amacı ile mü'minlerin safından gizlice sıvışıp gidenler korkmalıdırlar. Ölçülerin karışmasına, dengelerin bozulmasına, toplumsal düzenin altüst olmasına, hak ile batılın, iyi ile kötünün, birbirine karışmasına, toplumsal hayatın ve kurumların dejenere olmasına, can güvenliğinin kalmamasına, kişileri bağlayan bir sınırın bulunmamasına, iyiliğin kötülükten ayırd edilmemesine neden olan bir belânın başlarına gelmesinden korkmalıdırlar. Kuşkusuz bu, toplumun tüm fertleri açısından bedbahtlığın egemen olduğu bir dönemdir.
"Ya da acıklı bir azaba çarptırılmaktan korkmalıdırlar."
Hem dünyada hem de ahirette, Allah'ın emrini çiğnemenin, O'nun insanlık hayatı için seçtiği sisteme uymamanın cezası olarak büyük bir azaba çarptırıl-maktan korkmalıdırlar.
Bu uyarı, beraberinde de bu süre, mü'min kalplere ayrıca sapık kalplere yönelik yüce Allah'ın kendilerini gördüğüne, yaptıklarını gözettiğine, içlerinde saklayıp dışa vurmadıkları duygu ve düşünceleri bildiğine ilişkin bir hatırlatma ile son buluyor.
"Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir. O kullarının ne yaptıklarım ve ne düşündüklerini bilir. O'nun huzuruna çıkarıldıkları gün herkese yaptıklarını haber verecektir. Allah her şeyi bilir."
Böylece nur suresi kalpleri ve gözleri Allah'a bağlamakla; O'ndan duyulan korku ve takvayı hatırlatmakla son buluyor. Çünkü en son güvence budur. Budur yüce Allah'ın bu surede yerine getirilmesini zorunlu kıldığı ve hepsinin aynı düzeyde olduğunu vurguladığı emir ve yasakların, ahlâk ve davranış kurallarının gözetleyicisi,bekçisi...
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
mucahid dizayn: info@mucahid.net