21-Enbiya


1- İnsanların hesap verme günü yaklaştığı halde onlar halâ gaflet içinde gerçeğe yüz çeviriyorlar.

2- Onlar Rabb'lerinden gelen her yeni uyarıyı kesinlikle alaya alarak dinliyorlar.

3- Kalpleri oyundadır. Bu zalimler gizlice şöyle fısıldaştılar; "Şu Muhammed, sadece sizin gibi bir insan değil mi? Gözünüz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?"

4- Peygamber dedi ki; "Benim Rabb'im, gökte ve yerde söylenen her sözü bilir. o işiten ve bilendir.

5- O zalimler dediler ki; "Hayır, Muhammed'in söyledikleri birtakım karmaşık, birbirinden kopuk hayallerdir. Hayır, bu sözler O'nun uydurmasıdır. Hayır, O bir şairdir. Öyle değilse bize daha önceki peygamberlerin gösterdiklerine benzer bir mucize göstersin. "

6- Oysa onlardan önceki helâk ettiğimiz kentlerin hiçbiri inanmamıştı. Şimdi onlar mı inanacaklar?

7- Biz senden önce de vahiy ile donattığımız erkekleri peygamber

olarak gönderdik. Eğer bu konuda bilginiz yoksa bilenlere sorunuz.

8- Biz onları yemek yemez organizmalar olarak yaratmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi.

9- Sonra sözümüzü tutarak onları ve dilediğimiz kimseleri kurtararak ölçülerimizi çiğneyen azgınları yokettik.

Gafilleri kuvvetle sarsan bir giriştir bu. Hesaplaşma zamanı yaklaştığı halde gaflet içinde yüzüyor onlar. Ayetler gözlerinin önüne serildiği halde doğru yola sırt çeviriyorlar. Durum oldukça ciddidir. Ama onlar ne durumun ne de tehlikenin farkında değiller. Kur'anın inen her bölümü kendilerine okundukça, eğlenerek alaya alarak karşılıyorlar. Oynayarak şakalaşarak dinliyorlar Kur'anı...

"Kalpleri oyundadır."

Oysa kalpler düşünme, ölçüp biçme ve etraflıca ele alma işlevini yerine getirirler.

Bu, ciddiyetten habersiz, boş ruhların tablosudur. Bunlar en tehlikeli anlarda bile işi eğlenceye verirler Ciddi olunması gereken yerlerde şaka yaparlar. Kutsal yerlerde laubali hareketler yaparlar. Kendilerine gelmiş bulunan uyarıcı kitap "Rabb'lerinden" geldiği halde, şaka ve oyun ile karşılıyorlar. Ne bir vakar ne de bir kutsallık... Ciddiyetten, önem verme duygusundan, kutsallıktan 'yoksun bir ruh, tutarsız, çorak ve dejenere olmuş bir ruhtur. Bir sorumluluk alamaz, bir görevi yerine getiremez, bir yükümlülük üstlenemez. İçindeki hayat basit, önemsiz ve uyuşuk bir hayattır!

Kutsal şeyleri alaya alan laubali ruh, hasta bir ruhtur. Laubalilik sorumluluk duygusunun tersidir. Sorumluluk duygusu güçtür, ciddiliktir, bilinçtir. Laubalilik ise, bilincin kaybolmasıdır, bunaklıktır.

Kur'an-ı Kerim'in tanıttığı bu kelimeler, bir hayat nizamı, bir hareket metodu, insanlar arası ilişkileri düzenleyen bir kanun olarak Kur'an ayetlerini, oynayarak, eğlenerek karşılıyorlardı. Hesaplaşma gününün yaklaşmasına aldırış etmiyorlardı. Bunlara benzer kimseler her çağda bulunur. Çünkü insan ruhu ciddilik, önemseme ve kutsallık duygularından yoksun oldu mu, Kur'anın çizdiği bu hastalıklı duruma düşer. Hayatı bir eğlenceye, eyleme, boş bir oyalanmaya dönüşür. Ne bir hedefi ne de bir dayanağı olur!

Öte taraftan mü'minler, gönülleri dünya ve içindeki zevklerden uzaklaştıran, onlara bu geçici nimetleri unutturan bu sureyi büyük bir ilgiyle karşılıyorlardı.

Amidi Amr b. Rabia'yı anlatırken şu rivayete yer verir: Bir gün Bedevilerden biri kendisine konuk olur Amr ona ikramda bulunur. Bir müddet sonra bu adam tekrar gelir, bu sefer bir arazi eline geçmiştir. Şöyle der; `Resulullah'tan -salât ve selâm üzerine olsun- çölde bir vadinin bir bölümünü aldım. Bir parçasını sana vermek istiyorum. Senden sonra da varislerine kalır. "Bunun üzerine Amr: "Senin arazine ihtiyacım yok" dedi. O gün bize dünya zevklerini, nimetlerini unutturan bu sure indi:

"İnsanların hesap verme günü yaklaştığı halde onlar balâ gaflet içinde gerçeğe yüz çeviriyorlar."

Canlı, algılayabilen ve etkilenen kalplerle, ölü, kilitli ve uyuşuk kalpler arasındaki fark budur. Bu kalpler ölmüşlüğünü eğlenceyle örter, uyuşukluğunu laubalilikle gizler. Uyarıdan etkilenmezler. Çünkü hayat unsurlarından yoksundurlar.

"Bu zalimler gizlice şöyle fısıldaştılar."

Onlar kendi aralarında gizlice toplanıyor, gizli planlar kuruyorlardı. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- hakkında "Şu Muhammed, sadece sizin gibi bir insan değil mi? Gözünüz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?" diyorlardı.

Onlar kalplerinin ölmüşlüğüne, hayat belirtilerinden yoksun oluşlarına rağmen bu Kur'anın etkisi ile sarsılmaktan, titremekten kendilerini alamıyorlardı. Etkisinin ezici gücü karşısında bahanelere sığınıyorlar ve "Muhammed bir insandır, kendiniz gibi bir insana nasıl inanacaksınız? O'nun getirdiği büyüden başka bir şey değildir, göz göre göre nasıl büyüye inanıp bağlanacaksınız?" diyorlardı.

Bu noktada Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kendisi ile onlar arasındaki meselenin çözümünü Rabb'ine bırakıyor. Yüce Allah kendisine onların, gizlice yaptıkları konuşmaları haber vermişti. Onları, Kur'andan ve onun güçlü etkisinden korunmak için düşündükleri hilelerden haberdar etmişti.

"Peygamber dedi ki; `Benim Rabb'im gökte ve yerde söylenen her sözü bilir: O işiten ve bilendir."

Yeryüzünün herhangi bir köşesinde geçen hiçbir gizli konuşma yoktur ki, Allah ondan haberdar olmasın. O göklerde ve yerde söyleneni bilir... Onların aralarında gizlice tasarladıkları her planı bilir ve peygamberine haber verir. Çünkü O, her şeyi bilir.

Bu Kur'anı nasıl tanımlarız, onun etkisinden ne şekilde korunuruz diye uğraşıp duruyorlardı. "Bu bir büyüdür" diyorlardı. "Muhammed'in görüp anlattığı karmaşık rüyalardır" diyorlardı. "Şiirdir" dedikleri de oluyordu. "Bunu kendisi uydurmuş sonra da kalkıp Allah katından vahyedildi iddiasında bulunuyor" diyorlardı.

"O zalimler dediler ki; `Hayır, Muhammed'in söyledikleri birtakım karmaşık, birbirinden kopuk hayallerdir. Hayır bu sözler O'nun uydurmasıdır. Hayır, O bir şairdir."

Bir tanım üzerinde karara varamıyorlardı, onun hakkında ileri sürdükleri bir görüşü uzun süre benimsemiyorlardı. Çünkü onlar kaypaklık yapıyorlardı. Kur'anın ruhları üzerindeki sarsıcı etkisini çeşitli bahanelerle izah etme çabası içindeydiler, ama beceremiyorlardı. Bu yüzden ikide bir görüş değiştiriyorlardı. Bir iddiadan diğerine, bir bahaneden öbürüne geçiyorlardı. Bir türlü karara varamayan şaşkınlar gibiydiler. İşte bu sıkıntıdan kurtulmak için, Kur'ana inanma karşılığında kendilerinden önceki milletlerinkine benzer bir mucize gösterilmesini istediler:

"Öyle değilse bize daha önceki peygamberlerin gösterdiklerine benzer bir mucize göstersin."

Daha önce mucizeler gelmişti. Ama kendilerine mucize gösterilenler inanmamışlardı. Bu yüzden, mucizeleri yalanlayanların yok edilmelerine ilişkin değişmez ilahi yasa uyarınca yok edilmişlerdi.

"Oysa onlardan önceki helak ettiğimiz kentlerin hiçbiri inanmamıştı."

Çünkü somut maddi mucizeye iman etmeyecek kadar inatçılığı ileri götüren birinin ileri sürebilecek bir mazereti kalmamış demektir. Islah olması da beklenemez. Artık yok edilmeyi haketmiştir.

Kuşkusuz sık sık mucizeler gönderilmiştir. Mucizeler gönderildikçe yalanlayanlar da olmuş, sonunda yok edilmeyi haketmişlerdir. O halde mucize gösterilecek olsa inanacaklarını söyleyen bu adamlara ne oluyor. Bu yok edilen milletlerden bir farkları mı var?

"Şimdi onlar mı inanacaklar?"

"Biz senden önce de vahiy ile donattığımız erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bu konuda bilginiz yoksa bilenlere sorunuz."

"Biz onları yemek yemez organizmalar olarak yaratmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi."

Allah'ın hikmeti peygamberlerin insan olmalarını, vahyi alıp insanları davet etmelerini gerektirmişti. Bundan önce gönderilen peygamberler birer insandılar, bedenleri, organları vardı. Yüce Allah onlara beşeri organlar verip de onları yemek yemez kimseler kılmamıştı. Yemek yemek bedensel bir ihtiyaçtır. Beden sahibi olmak da beşeri bir zorunluluktur. Onlar birer insan olduklarından dolayı ebedi de değïllerdi. Bu her zaman için geçerli olan ilahi bir yasadır. Eğer bilmiyorlarsa, daha önce gönderilen peygamberleri tanıyan ehl-i kitaba sorsunlar.

Peygamberler birer insandı, insanlar gibi yaşayacaklardı. Pratik hayatları, getirdikleri şeriatın doğrulayıcı kanıtı olacaktı. Onların pratik uygulamaları davet ettikleri insanlara örnek olacaktı. Çünkü canlı ve pratikle desteklenen söz daha etkilidir, daha güzel yol göstericilik yapabilir. Çünkü insanlar bu şeyleri, söylediklerinin canlı bir tercümanı olan bir kişinin uygulamalarında somutlaşmış olarak görürler.

Eğer peygamberler, birer insan olmayıp da yemek yemez, çarşılarda dolaşmaz, kadınlarla birleşmez, içlerinde beşeri duygular ve tepkiler uyanmayan başka yaratıklar olsalardı. Onlarla insanlar arasında bir bağ olmazdı. İnsanları harekete geçiren etkenlerin farkında olmazlardı. İnsanlar da onları örnek alıp arkalarından gitmezlerdi.

Herhangi bir davetçi davet ettiği insanların duygularını anlayamıyorsa, insanlar da onun duygularını anlamıyorlarsa, davetçinin onların hayatları üzerinde hiçbir etkinliği olmayacaktır. Birbirlerini anlayıp olumlu karşılık vermeleri mümkün olmayacaktır. İstedikleri kadar sözlerini dinlesinler, ama bu sözlerin etkisiyle harekete geçmeyeceklerdir. Çünkü davetçi ile aralarında duygu anlayış kopukluğu vardır.

Herhangi bir davetçinin hareketleri dediklerini doğrulamıyorsa, söyledikleri kulakların eşiğinde kalacak, kalplere nüfuz edemeyecektir. İstediği kadar parlak sözler söylesin, ifadeleri son derece güzel olsun. İnançla içtenlikle söylenen, pratik uygulama ile desteklenen sıradan bir söz daha verimlidir. Başkalarını harekete geçirebilecek güçtedir.

O gün peygamberin melek olmasını önerenler, bugün peygamberin beşeri tepkilerden soyutlanmış olması gerektiğini ileri sürenlere benziyorlar. Ama hepsi de inatçıdırlar, Bu gerçekten habersizdirler. Melekler yaratılışları itibarı ile insanlara özgü bir hayat yaşamazlar. Yaşamaları mümkün de değildir. Bedensel içgüdüleri ve bunların gerektirdiği davranışları anlamaları imkânsızdır. Özel bir organik yapıya sahip insan denen yaratığın duygularını bilmeleri mümkün değildir. Oysa peygamber içgüdülere ve bu duygulara bizzat kendisi sahip olmalıdır. Kendisini izleyen insanlara, yaşanan hayatın prensiplerini kendi hayatı ile belirlemesi için pratik olarak bunları yaşamalıdır.

Gözönünde bulundurulması gereken bir diğer nokta da şudur: İnsanlar peygamberin bir melek olduğunu fark ettikleri an, içlerinde hayatın herhangi bir alanında onu izleme duygusu uyanmaz. Çünkü peygamber diğer bir canlı türüne mensuptur. Kendilerinden farklı bir tabiata sahiptir. Günlük hayatlarında onun yöntemini izleme eğilimini göstermezler. Oysa peygamberlerin hayatı diğer insanlar açısından itici bir örnek olmamalıdır.

Bunların yanında ileri sürdükleri bu öneriler, yüce Allah'ın peygamberlerini onların arasından seçerek, yücelikler alemi ile ilgi kurmalarını, oradan direktif almalarını sağlayarak insan türüne bahşettiği onurdan habersiz olmaktan kaynaklanmaktadır.

Bütün bunlardan dolayı Allah'ın evrensel yasası, peygamberlerin insanlardan seçilmesini öngörmüştür. Onların da diğer insanlar gibi doğup ölmelerini duygu ve tepkilere sahip olmalarını, acı çekmelerini, bazı şeyleri arzulamalarını, yiyip içmelerini, kadınlarla birleşmelerini gerektirmiştir. Peygamberlerin en büyüğünün, en olgununun, içlerinde en kalıcı ve en son mesajı temsil edeninin, insanların yeryüzündeki hayatlarına eksiksiz bir örnek olmasını, insan hayatının gerektirdiği bütün özelliklere, deneyimlere ve davranışlara sahip olmasını gerektirmiştir.

Yüce Allah'ın peygamberlerin seçimi konusunda uyguladığı kanun budur. Bunun gibi peygamberlerin ve onların yanında yeralanların kurtulması, ölçüleri çiğnemiş zalim yalanlayanların yok edilmesi de onun belirlediği bir kanundur.

"Sonra sözümüzü tutarak onları ve dilediğimiz kimseleri kurtararak ölçülerimizi çiğneyen azgınları yokettik."

"Bu da tıpkı peygamberlerin seçilmesine ilişkin yasa gibi Allah'ın yürürlüğe koyduğu bir yasadır. Yüce Allah peygamberleri ve onların yanında yeralan mü'minleri; pratik hayatta doğrulanan gerçek imana sahip olanları kurtaracağına söz vermişti. Nitekim sözünü yerïne getirdi de. Ölçüleri çiğneyenleri, onlarla birlikte Allah'ın koyduğu sınırları aşanları da yoketti.

CAHİLİ ARAPLAR İNSANLIĞA NE VEREBİLİRLER?

Yüce Allah bu yasayı hatırlatarak peygambere karşı küstahça davranan, onu yalanlayan, ona ve yanında yeralan mü'minlere eziyet eden müşrikleri korkutuyor. Kendilerine yönelik rahmeti gereği, maddi bir mucize göndermediğini, maddi bir mucize gönderse ve onlar da öncekiler gibi yalanlamış olsalardı, onları kökten yok edeceği uyarısında bulunuyor. Onlara kendilerini onurlandıran bir kitap gönderdiğini hatırlatıyor. Çünkü bu kitap ana dilleri ile gönderilmiştir. Kendi hayatlarını düzenlemektedir. Onları yeryüzünde sözü geçen, insanlar katında saygı ile anılan bir millet haline getirmektedir. Bu kitap, kendisini inceleyecek akıllara her zaman açıktır. Ve onları insanlık düzeyinde evrensel barışa doğru yüceltir:

 

10- Andolsun ki, size namınızı yücelten, öğütler içeren bir kitap indirdik. Buna aklınız ermiyor mu?

Kur'an mucizesi bütün kuşaklara hitap eden bir mucizedir. Yalnızca bir kuşağa hitap eden, sonra da işlevi biten ve sadece bu kuşak içinde şahit olanları etkileyen maddi mucizeler gibi değildir.

Araplar bu Kur'anın içerdiği mesajı, yeryüzünün doğusuna, batısına taşıdıkları sıralarda, insanlar arasında bir üstünlükleri vardı, her yerde onlardan söz edilirdi. Bu Kur'an inmeden önce insanlar arasında sözü edilen bir millet değildiler. İnsanlara sunabilecekleri, öğretebilecekleri onunla ün salacakları bir üstünlükleri de yoktu. Bu Kur'ana sarıldıkları, onun öngördüğü hayatı yaşadıklar: sürece insanlar hep onlardan söz ettiler, bu Kur'an sayesinde asırlar boyu insanlığa önderlik yaptılar. Bu hitap sayesinde hem kendileri, hem de insanlık mutlu bir hayat yaşadı. Bu kitaptan onun öngördüğü hayattan vazgeçtikleri zaman insanlık da onları terketti. Artık onlardan söz edilmez oldu. İnsanlık kafilesinin peşine takılıp, başkaları tarafından sürüklenen sıradan bir millete döndüler. Oysa daha önce kendileri insanlığı peşlerinde sürüklüyor, güven içinde yaşıyorlardı!

Araplar bunun dışında insanlığa sunacakları bir zenginliğe sahip değiller İnsanlığa sunabilecekleri bunun dışında bir ideolojileri de yok. Eğer insanlığa bu kitabı sunacak olurlarsa, insanlar katında saygın bir konuma gelirler, onur sayesinde tanınır, her tarafta kendilerinden söz edilir, onunla yücelirler. Çünkü insanlar onlar katında, bu kitapta yararlanacakları şeyler bulurlar. Ama yalnızca bir Arap ırkı olarak, insanlığın karşısına çıkacak olurlarsa, ne olacak? Nedir değerleri?.. Bu kitap olmadan bu milletin ne gibi bir değeri olabilir ki?.. Çünkü insanlık onları kitapları ile, inanç sistemleri ile, bu kitap ve bu inanç sistemin den kaynaklanan hayat biçimleri ile tanıyor. Onları sırf Arap oldukları için tanımıyor. Arap ırkının insanlık tarihinde bir değeri yok. Çünkü uygarlık birikiminde bir katkıları yoktur, bir anlam ifade etmez Araplar.

Bunlar Kur'an-ı Kerim'in, her yeni gelen ayetlerini eğlenerek, yüz çevirerek, gafil davranarak, yalanlayarak karşılayan müşriklere seslenirken işaret ettiği gerçeklerdir.

"Andolsun ki, size namınızı yücelten, öğütler içeren bir kitap indirdik. Buna aklınız ermiyor mu?"

Yüce Allah'ın onlara bu Kur'anı indirmesi, buna karşın istedikleri türden maddi bir mucize göstermemesi, onlara yönelik rahmetinin belirtisidir. Çünkü yüce Allah, gösterilen mucizeleri yalanlayan, bu yüzden kökleri kurutulan beldeler gibi, her zaman yürürlükte olan yasası uyarınca onları bir musibetle cezalandırmıyor. İşte bu noktada, her tarafı kasıp kavuran felaketin, kökten yok edilmenin canlı bir sahnesi sunuluyor:

 

11- Halkları zalim olan nice şehri kırıp geçirdik de arkasından başka halklar ortaya çıkardık.

12- Bu zalimler azabımızın gelip çattığını farkettiklerinde derhal şehirlerinden kaçmaya koyuluyorlardı.

13- "Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz! "

14- "Eyvahlar olsun! Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz " dediler.

15- Onlar böyle vahlanıp dururken biz kendilerini biçilmiş ekinler gibi cansız yere sériverdik.

Ayette geçen "kasame" kelimesi en sert şekilde kırıp geçme hareketlerini ifade etmektedir. Zalim beldelerin üzerine azabı, onlar hakkında verilen kesin hükmün şiddetini, dayanılmaz felâketin kırıp döken gölgesini yaymaktadır. Toplumlar yerle bir edilmiş darmadağın edilmişler.

"Arkasından başka halklar ortaya çıktı."

Her tarafı kırıp geçiren felâket vurgulandığı zaman, ifadedeki fiil beldeler adına kullanılmaktadır. Amaç, oralarda yaşayan canlı cansız tüm varlıkları kapsamaktır. Yeniden inşa olayına değinilirken de fiil, toplumlar adına kullanılmaktadır. İnşa eden, beldeleri yeniden onaran toplumlardır çünkü. Bu bir gerçeğin ifadesidir de...

Felaket hem yurtları hem de o yurtlarda kalanları kırıp geçirir, yok eder. Ama yeniden inşa etme, yeniden var etme, önce insanlardan başlar, onlar da yurtları yeni baştan onarırlar. Ancak bu gerçeğin bu şekilde sunulması, kırıp geçme ve yerle bir etme operasyonunun dehşetini daha bir arttırmaktadır. İşte tasvir yöntemi uyarınca ifadeden algılanması istenen anlam budur.

Arkasından bakıyor ve bu beldelerde yaşayan toplumların hareketlerini ve onları kıskıvrak yakalayan Allah'ın azabını seyrediyoruz. Kendilerini yakacak ateş karşısında kapana kısılmış fareler gibi, bir bu yana bir o yana çırpınıp duruyorlar.

"Bu zalimler azabımızın gelip çattığını farkettiklerinde derhal şehirlerinden kaçmaya koyuluyorlardı."

Şehirden çıkmak için koşuşup duruyorlar. Bir koşuyorlar, bir geri dönüyorlar. Allah'ın azabının baskınına uğradıklarını anlamışlar çünkü. Sanki koşup durmak onları Allah'ın azabından kurtaracak. Ve sanki onlar çabuk davranırlarsa, ilahi azap onları yakalamayacak gibi. Ama. bu kapana kısılmış fareninki gibi, düşünmeden yapılmış bilinçsiz bi çırpınıştan başka bir şey değil.

Tam bu noktada acı bir alayı içeren ifade yer alıyor:

"Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!"

Şehrinizden kaçmayın. Bol nimetler içinde süren hayatınıza, konforlu yaşayışınıza dönün. Dönün, çünkü bütün bu nimetleri nerelerde harcadınız diye sorguya çekileceksiniz.

Burada herhangi bir soru sormaya yada cevap vermeye imkân tanınmıyor. Sırf onlarla dalga geçmek, alay etmek amaçlanıyor.

Bu noktada uyanıyor ve Allah'ın her tarafı kuşatan azabı karşısında bir yere kaçıp kurtulamayacaklarının, bir sığınak bulamayacaklarının farkına varıyorlar. Kaçmak yarar sağlamayacaktır. Kaçış kurtuluş değildir. Bu yüzden suçlarını itiraf etmeye, yaptıklarından pişman olmaya, Allah'dan bağışlanma dilemeye başlıyorlar:

"Eyvahlar olsun! `Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz' dediler."

Ne var ki, iş işten geçmiştir artık. İstediklerini söyleyebilirler. Onlar her şey bitip nefesleri tükenene kadar dilediklerini söylemek üzere serbesttirler:

"Onlar böyle vahlanıp dururken biz kendilerini biçilmiş ekinler gibi cansız yere seriverdik."

İnsanın bir ot gibi .biçilmesi, sönüvermesi ne enteresan bir olay. Oysa daha biraz önce hareket ediyordu. İçinde hayat belirtisi vardı.

AKİDE CİDDİYETİ GEREKTİRİR

Burada surenin akışı, az önce sözü edilen inanç sistemi ile, inanç sistemine göre devreye giren ve yalanlayanların aleyhine işleyen yasalar sistemi ile, bütün evrenin dayanağı olan gerçek ve ciddilik unsurlarını birbirine bağlıyor. Göklerin ve yerin yaratılışının özünde de bu iki unsur yatmaktadır.

Eğer müşrikler Kur'anın gelen her yeni ayetini oyun ve eğlence ile karşılıyorlarsa, işin gerçekliğinin ciddiliğinin farkında değillerse, çok yakında gelecek olan hesaplaşma gününden habersizlerse, ayetleri alaya alarak yalanlayan kimseleri bekleyen akıbetin farkında değillerse, bilmeleri gerekir ki, büyük gerçekle, evrenin özünde yer eden ciddilikle sıkı bir bağlantısı bulunan ilahi yasa her zaman yürürlüktedir ve işlevini yerine getirmektedir:

 

16- Biz göğü, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık.

17- Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, özümüzden kaynaklanan bir eğlence edinirdik. Yapacak olsak böyle yapardık.

18- Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın eğriliğin, başına çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir. Allah'a yakıştırdığınız uygunsuz sıfatlardan ötürü vay gele başınıza!

Yüce Allah bu evreni bir hikmete göre yaratmıştır. Oyun olsun, eğlence olsun diye değil... Evreni bir hikmete göre planlamıştır. Boşu boşuna gereksiz yere yaratmamıştır. Yüce Allah, göklerin, yerin ve her ikisi arasında yeralan varlıkların yaratılışının dayanağı kıldığı ciddilik unsurunun gereği olarak göndermiştir peygamberleri, buna göre indirmiştir kitapları, farzları buna göre belirlemiştir. Bu doğrultuda koymuştur yasaları.

Bu evrenin özünde, planında, ciddilik vazgeçilmez bir unsurdur. Yüce Allah'ın insanlar için öngördüğü inanç sisteminde, ölümden sonra gerçekleşecek hesaplaşma olayında da vazgeçilmez temel unsur ciddiliktir.

Şayet yüce Allah eğlence edinmek isteseydi, özünden kaynaklanan bir eğlence edinirdi. Bu da kendi zatına özgü bir eğlence olurdu ve sonradan yaratılmış, geçici yaratıklarla bir ilgisi bulunmazdı. Bu, sadece tartışma amacı ile söylenmiş bir varsayımdır:

"Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, özümüzden kaynaklanan bir eğlence edinirdik. Yapacak olsak böyle yapardık."

Dil bilginlerinin söylediği gibi "velev" edatı imkânsızın imkânsızlığını belirtmek için kullanılır. Cevaptaki fiilin meydana gelişinin imkânsızlığını, şarttaki fiilin meydana gelişinin imkânsızlığı ile ifade eder. Yüce Allah bir eğlence edinmek istememiştir, ortada bir eğlence de yoktur. Ne onun katında ne de ondan kaynaklanan herhangi bir şeyde... Böyle bir şeyin olması imkânsızdır, çünkü yüce Allah daha baştan böyle bir şey istememiştir, iradesi de kesinlikle böyle bir eğilim göstermemiştir.

Yapacak olsak böyle yapardık."

"İn", "Ma" anlamında olumsuzluk edatıdır. Cümlenin bu şekilde kurulması en başta böyle bir eyleme yönelik isteğin gerçekleşmediğini vurgulamak amâcına yöneliktir.

Bu, sadece soyut bir gerçeği vurgulamak amacı ile ve tartışma yöntemi ile dile getirilen bir varsayımdır. Buna göre yüce Allah'ın zatı ile ilgili bulunan her şey öncesizdir, sonradan meydana gelmiş değildir. Sonsuzdur, geçici değildir. Şayet yüce Allah eğlence edinmek isteseydi, bu sonradan yaratılmış bir şey olmayacaktı. Gökler, yer ve her ikisinin arasındaki varlıklarla da ilgili olmayacaktı bu eğlencenin. Çünkü bunların hepsi de sonradan yaratılmış varlıklardır. Bu eğlence, onun özünden kaynaklanacaktı. Bu yüzden öncesiz ve sonrasız olacaktı. Dolayısıyla öncesiz ve sonrasız zatı ile ilgili olacaktı.

Değişmez yasa, her zaman yürürlükte olan kanun, ortada bir eğlencenin olmamasını, ciddiliğin, gerçeğin olmasını, köklü gerçeğin köksüz batıla üstün gelmesini öngörmüştür.

"Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın, eğriliğin başına çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir."

Ayette géçen "bel" edatı, eğlence konusu ile ilgili açıklamayı kesip yerine herzaman için geçerli olan realiteden söz etmek amacı ile kullanılmıştır. Çünkü yürürlükte olan kanun bu realiteye göre işlemektedir. Evrensel yasa bunu gerektirmiştir. Bu da gerçeğin üstün gelmesi, batılın ise yok olup gitmesidir.

İfade, bu kanunu somut, canlı ve hareketli bir tablo şeklinde çizmektedir. Sanki gerçek, kudret elinde bir bombadır. Onu batılın üzerine atıyor, beynini parçalıyor! Böylece batıl, kaybolup gidiyor, toz duman olup yok oluyor.

İşte değişmez kanun budur. Evrenin tabiatında gerçek, köklü bir unsurdur. Varlıkların yapısında derin etkinliğe sahiptir. Batıl ise evrenin yaratılışının temelinden uzak bir unsurdur. Geçicidir, aslı yoktur. Bir etkinliğe de sahip değildir. Yüce Allah onu kovacak, hakkı onun üzerine atacak, beynini parçalayacaktır. Allah'ın karşı koyduğu bir şeyin kalıcılığı sözkonusu olamaz. Allah'ın eli tarafından atılan ve parçalanan bir şeyin varlığını sürdürmesi mümkün değildir.

İnsanlar zaman zaman hayatın realitesinin, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın vurguladığı bu gerçeğin tersine geliştiğini sanabilirler. Bu da batılın üstünlük sağlamış gibi kabardığı, gerçeğin de yenilmiş gibi köşesine çekildiği dönemlerde olur daha çok. Oysa bu durum sadece belli bir süre devam edecektir. Yüce Allah deneme ve sınama amacı ile dilediği kadar bu süreyi uzatır. Bundan sonra hem göklerle yer binasının dayanağı, hem de inanç sistemlerinin, davet hareketlerinin dayanağı olan öncesiz ve sonrasız ilahi yasa fonksiyonunu yerine getirmek üzere devreye girer.

Allah'a iman edenler, onun sözünün gerçekliğinden, varlık binası ve düzeni içinde gerçeğin vazgeçilmezliğinden, yüce Allah'ın batılın üzerine atıp onunla batılın beynini parçaladığı gerçeğin zaferinden kuşku duymazlar. Eğer yüce Allah, kimi zaman batılı galip getirmek suretiyle onları sınıyorsa, bunun bir fitne olduğunu bilirler, bunun bir imtihan olduğunu kavrarlar, içlerinde bulunan bir zaaf veya bir eksiklikten dolayı Rabb'lerinin onları eğittiğini farkederler. Rabb'leri onları, hakkın zafer kazandığı bir geleceğe hazırlamaktadır.

Onları kaderine perde yapmaktadır. İmtihan dönemini yaşamalarını, bu dönemde eksikliklerini tamamlamalarını, zaaflarını tedavi etmelerini istemektedir. Onlar ne kadar çabuk eksikliklerini giderirlerse, yüce Allah da imtihan dönemini o kadar kısa tutacaktır, onlar aracılığı ile dilediğini gerçekleştirecektir. Akıbete gelince, kesinlikle değişmez:

"Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın, eğriliğin başına çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir."

Allah dilediğini yapar.

Kur'an-ı Kerim bu gerçeği, Kur'an ve peygamber hakkında ileri geri konuşan, Kur'anı büyü, şiir ve uydurma olarak nitelendiren müşriklere bu şekilde açıklamaktadır. Oysa bu Kur'an her zaman üstün gelen, batılın beynini parçalayan, onu yok eden hakkın kendisidir. Bu açıklamanın ardından, ileri geri konuşmalarının akıbeti açıklanarak, uyarma amacı ile bir değerlendirme yer alıyor:

"Allah'a yakıştırdığınız uygunsuz sıfatlardan ötürü vay gele başınıza!"

Ardından, kendi serkeşliklerine, sırt çevirmelerine karşı uysallık ve kulluk örneklerinden biri sunuluyor. Bu, kendilerinden daha çok Allah'a yakın olanların örneğidir. Buna rağmen onlar Allah'a itaat etme tavrını sürdürüyorlar, O'na sürekli kulluk ediyorlar, gevşeklik göstermiyor, ihmalkârlık etmiyorlar.

 

19- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler.

20- Hiç ara vermeksizin, gece-gündüz O'nu noksanlıklardan tenzih ederler.

Göklerde ve yerde olan bütün canlı varlıkları Allah'dan başka kimse bilemez. Sayılarını hesaplayamaz. İnsan aklının, insan tecrübesinin ürünü bilimler sadece insanın varlığını tartışmasız kabul ederler. Mü'minler ise, Kur'anda sözü edildiklerinden dolayı meleklerin ve cinlerin varlığını da kesinlikle kabul ederler. Ama biz melekler ve cinler hakkında yaratıcılarının bildirdiklerinin dışında bir şey bilmiyoruz. Bunların dışında ve dünya gezegeninden başka gezegenlerde akıl sahibi varlıklar olabilirler. Bunlar da yaşadıkları gezegenlere uygun özelliklere ve şekillere sahip olabilirler. Hiç kuşkusuz bunun bilgisi Allah katındadır.

Biz, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur" ayetini okuduğumuz zaman, bildiğimiz canlıları anlıyoruz. Bilmediklerimize ilişkin bilgiyi de gökleri, yeri ve her ikisi arasındaki canlı varlıkları yaratan yüce Allah'a bırakıyoruz.

"Onun katındakiler" ifadesi ile öncelikle melekler kastedilmiş olabilir. Ama biz ifadeyi sınırlandırmaya, belli bir canlı türüne özgü kılmaya kalkışmıyoruz. Çünkü ifade geneldir, melekleri olduğu kadar başka varlıkları da içermektedir. İfadeden öyle anlaşılıyor ki, bunlar yüce Allah'a en yakın canlılardır. "Katında" kelimesi, Allah için kullanıldığı zaman yer ifade etmez, bir sıfatın açıklaması da sayılmaz.

"O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler."

Şu müşriklerin yaptığı gibi Allah'a kulluk etmekten kaçınmazlar, büyüklük taslamazlar, "bıkmaksızın O'na ibadet ederler", yani ibadette kusur işlemezler. Bütün hayatları ibadetten, gece gündüz bıkmadan, usanmadan, kesintiye uğratmadan Allah'ı eksikliklerden uzak tutmaktan, tesbih etmekten ibarettir.

İnsanlar da tıpkı melekler gibi hayatlarını ibadetten ibaret hale getirebilirler. Ara vermeden hep Allah'ı eksikliklerden uzak tutma ile, kulluk ile geçirebilirler hayatlarını. Çünkü kişi Allah'a yöneldiği sürece İslâm, onun her hareketini, her,nefesini ibadet olarak tanımlar. Hayatın güzelliklerinden kişisel olarak yararlanmak dahi olsa.

ÖLÜYÜ DİRİLTECEK OLAN KİMDİR?

Göklerin, yerin ve her ikisi arasındaki varlıkların sahibi, bir ve ortaksız Allah'a yönelik sürekli ve kesintisiz tesbihlerin etkinliği altında müşriklerin davranışlarını kınayan, düzmece tanrılara ilişkin iddialarını çürüten bir ifade yeralıyor. Surenin akışı, bir ve ortaksız planlayıcıyı gösteren evrenin, görülen düzeninden ve değişmez yasasından, bir de ehli kitabın elinde bulunan ve kuşaktan kuşağa aktarılan geçmiş kitaplardan, yüce Allah'ın birliğinin kanıtlarını bize sunmaktadır.

 

21- Yoksa müşrikler, ölüleri diriltebilecek yeryüzü kaynaklı ilahlar mı edindiler?

22- Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar olsaydı yerin ve göğün düzeni altüst olurdu. Arş'ın rabbi olan Allah, o müşriklerin asılsız yakıştırmalarından münezzehtir.

23- O yaptıklarından sorumlu değildir. Oysa onlar davranışlarından sorumludurlar.

24- Yoksa onlar O'nun dışında başka ilahlar mı edindiler? Onlara de ki; "Bu konudaki delilinizi ortaya getiriniz. Bu kitap, gerek benimle birlikteki mü'minlere yönelik direktifleri ve gerekse benden önceki peygamberlere ilişkin bilgileri içeriyor. " Hayır onların çoğunluğu gerçeğin ne olduğunu bilmeksizin ona sırt çevirirler.

25- Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere "Benden başka ilah yoktur, sırf bana kulluk ediniz" diye vahyettik.

Düzmece tanrılar edinmelerine ilişkin soru, yaptıkları tutumlarını kınama amacına yöneliktir. Bu düzmece tanrıların da topraktan ölüleri çıkarttıklarını, yani ölüleri kaldırıp can verdiklerini sözkonusu eden ifadede, bu düzmece tanrılara yönelik bir alay yatmaktadır. Çünkü gerçek bir ilahın en başta gelen sıfatı ölüleri topraktan çıkarıp diriltebilmesidir. Onların kulluk ettikleri bu düzmece tanrılar böyle bir şey yapabiliyorlar mı? Hayır. Kesinlikle yapamazlar. Bunlar hayatı yarattıklarını, yeniden hayat verme gücüne sahip olduklarını da iddia edemezler. O halde onlar ilahlığın sıfatlarından en başta gelenini kaybetmişlerdir.

Yeryüzünde gözlemlenen realitenin mantığıdır bu. Bir de varlığın realitesinden kaynaklanan evrensel bir kanıt vardır:

"Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar olsaydı yerin ve göğün düzeni altüst olurdu."

"Evren, bütün parçalarını birbirine bağlayan, tüm parçalarını bir ölçüye göre düzenleyen, bu parçalar ile düzenli bütünün hareketleri arasında bir ahenk oluşturan tek ve değişmez bir yasalar sistemine dayanmaktadır. Bu tek ve değişmez yasa, tek ve ortaksız bir ilahın biricik iradesinin ürünüdür. Eğer birden çok ilah olsaydı iradeler de birden fazla olacaktı. Bunun sonucu olarak da yasalar sistemi de birden fazla olacaktı. Çünkü irade, irade sahibi zatın belirtisidir. Yasa sistemi de etkin iradenin belirtisidir. Evrenin bütün parçaları arasında bir ahenk oluşturan, sistemini, hedefini ve hareket tarzını yönlendiren birlik unsuru olmasaydı, ahengin ortadan kalkmasından dolayı anarşizm ve bozulmuşluk egemen olacaktı. Bu ahengi en aşırı ateistler bile inkâr edemezler. Çünkü bu somut bir realitedir.

Hiç kuşkusuz varlık bütününü yönlendiren tek yasalar sisteminden gelen mesajları algılayabilen bozulmamış bir fıtrat, fıtratın gereği olarak bu yasalar sisteminin birliğine, bu sistemi oluşturan iradenin birliğine ve yapısında bir bozulmuşluk, hareket tarzında bir boşluk bulunmayan düzenli ve uyumlu evrenin planlayıcısının, yaratıcısının birliğine tanıklık edecektir:

"Arş'ın Rabb'i olan Allah, o müşriklerin asılsız yakıştırmalarından münezzehtir."

Onlar yüce Allah'ı birtakım ortakları olduğunu varsayarak nitelendiriyorlardır. Her şeyden üstün ve her şeye egemen, "Arş'ın Rabbi" olan Allah, onların bu nitelemesinden uzaktır. Arş; mülkün, egemenliğin ve yüceliğin sembolüdür. Yüce Allah onların dediklerinden uzaktır, yücedir. Nizamı ile, boşluk ve bozulmuşluktan uzak oluşu ile, varlık bütünü, onların bu sözlerini yalanlamaktadır.

"O yaptıklarından sorumlu değildir. Oysa onlar davranışlarından sorumludurlar."

Varlığın bütününe egemen olan bir ilah ne zaman sorguya çekilecektir? Kulları üzerinde ezici bir güce sahipken, başka bir irade tarafından, hattâ kendisinin belirlediği ve varlık düzenine egemen kıldığı yasalar sistemi tarafından sınırlandırılmayan serbest bir iradeye sahipken, kimmiş O'nu sorguya çekecek olan? Sorgulama ve hesaba çekme, belirli sınırlara konulmuş kriterlere dayanır. Sınırları ve kriterleri belirleyen serbest iradedir. Bu yüzden evren için dilediği gibi belirlediği sınırlar ve kriterler tarafından sınırlandırılamaz bu irade. Yaratıklar ise, kendileri için konulmuş olan bu kriterler doğrultusunda tutulup hesaba çekileceklerdir.

Kimi insanlar zaman zaman gurura kapılıp inkârcı bir eda ile, hayret ederek birtakım sorular sorarlar... Allah niye böyle yapmış?.. Bunu yaparken hangi hikmeti gözetmiştir? gibi.. Sanki şunu demek istiyorlar. Biz bunda bir hikmet görmüyoruz!

Bu tutumları ile onlar yüce ma'bud karşısında takınılması gereken zorunlu edep tavrının sınırlarını aşıyorlar. Bunun gibi insanın kapasitesi belli olan kavrama yeteneğinin sınırlarını da aşıyorlar. İnsanın kavrama yeteneği belli bir alanda sınırlı olduğu için nedenleri, gayeleri ve etkenleri bütünüyle kavrayamaz.

Her şeyi bilen, düzenleyen ve her şeye egemen olan kim ise O'dur planlayan, yöneten ve hükmeden.

"O yaptıklarından sorumlu değildir. Oysa onlar davranışlarından sorumludurlar."

Varlık bütününün tabiatından ve realitesinden kaynaklanan evrensel kanıtın yanısıra kendilerinden, hiçbir kanıta dayanmayan şirk iddialarını dayandırdıkları, geçmiş toplumlardan aktarılan bir kanıt istenmektedir.

"Yoksa onlar O'nun dışında başka ilahlar mı edindiler? Onlara de ki; `Bu konudaki delilinizi ortaya getiriniz. Bu kitap, gerek benimle birlikteki mü'minlere yönelik direktifleri ve gerekse benden önceki peygamberlere ilişkin bilgileri içeriyor."

Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- çağdaş olanların durumlarını içeren bu Kur'an işte buradadır. Ondan önceki peygamberlerin durumlarına ilişkin bilgiler de orada. Onların getirdiği kitaplarda Allah'ın ortaklarının olduğundan sözedilmiyor. Çünkü bütün dinler tevhid inancına dayanmaktadırlar. Peki evrenin tabiatının reddettiği, geçmiş kitaplarda doğrulayıcı bir kanıtın bulunmadığı bu şirk iddiasını nereden çıkarıyor müşrikler?

"Hayır, onların çoğunluğu gerçeğin ne olduğunu bilmeksizin ona sırt çevirirler."

"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere `Benden başka ilah yoktur, sırf bana kulluk ediniz' diye vahyettik."

Yüce Allah'ın insanlara peygamber göndermeye başlamasından bu yana inanç sisteminin temelini tevhid oluşturmaktadır. Bu ilkede bir değişiklik, bir farklılık sözkonusu değildir. İlahın, ma'budun birliği ilkesidir bu.

İlahlıkla Rabb'lığı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hem ilahlıkta hem de kullukta şirke yer yoktur. Bu ilke, evrensel yasalar sistemi gibi kalıcı ve değişmezdir. Bu yasalar sistemine bağlıdır, onun bir parçasıdır tevhid.

 

PUTPERESTLERİN DEDİKODUSU

26- Müşrikler "Rahman olan Allah evlat edindi" dediler. Haşa! O böyle bir şeyden münezzehtir. Tersine melekler, onurlu kullardır.

27- Onlar Allah'dan önce söz söylemezler ve ne yaparlarsa sırf O'nun emri ile yaparlar.

28- Allah, onların önlerindekini ve arkalarında bıraktıklarını (yapacaklarını ve yaptıklarını) bilir. Onlar sadece Allah'ın hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler ve Allah'ın korkusundan titrerler.

29- Eğer onlardan biri "Ben Allah'ın dışında ilahım derse onu cehennem ile cezalandırırız. Biz zalimleri böyle cezalandırırız.

Yüce Allah'ın oğul edindiğine ilişkin iddia değişik cahiliye toplumlarında değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Arap müşriklerinin, meleklerin Allah'ın çocukları olduklarına inandıkları bilinmektedir. Yahudi müşrikler de Üzeyir'in Allah'ın oğlu olduğunu söylemekteydiler. Bu inanç hristiyanlar arasında da İsa peygamberin Allah'ın oğlu olduğu iddiası şeklinde ortaya çıkmıştır. Hepsi de değişik çağlarda, değişik şekillerde ortaya çıkmış cahiliye sapıklıklarıdır.

Burada kastedilenin, Arap müşriklerinin meleklerin Allah'ın çocukları olduklarına ilişkin iddiaları olduğu anlaşılmaktadır. Bu iddiaya, meleklerin özellikleri açıklanarak cevap veriliyor. Buna göre müşriklerin iddia ettikleri gibi, melekler Allah'ın kızları değildirler. "Tersine melekler Allah katında onurlu kullardırlar." O'na karşı takındıkları edep tavrı, O'na ibadet etmeleri, O'nun heybetinden korkmaları gereği O'na herhangi bir şey önermezler. Allah'ın buyruklarını anında yerine getirirler ve tartışma çıkarmazlar. Allah'ın bilgisi onları kuşatmıştır. Yüce Allah'ın, hakkında aracılık edilmesini istediği kimseler için, onlardan aracılık yapmasını istediklerinin dışında aracılık yapmaya kalkışamazlar. Onlar tabiatları gereği Allah'dan korkarlar, onun heybetinden ürperirler. Allah'a yakın olmalarına, istisnasız ve belirlenen özelliklerinden sapmaksızın tertemiz ve itaatkâr olmalarına rağmen. Onlar kesinlikle ilahlık iddiasına kalkışmazlar. Söz gelişi böyle bir iddiaya kalkışacak olurlarsa, böyle bir iddiaya kalkışan herhangi bir yaratık gibi cezalandırılırlar, cehenneme atılırlar. Bütün gerçeklere, tüm fertlere ve varlık aleminde yeralan her şeye haksızlık ederek böylesine zalimce bir iddiaya kalkışanın cezası budur.

Böylece müşriklerin bu iddiası, bu haliyle çürük, yakışıksız ve hiç kimsenin ileri süremeyeceği imkânsız bir iddia olarak beliriyor. Ama biri böyle bir iddiada bulunacak olursa, bunun can yakıcı azabını da tadacaktır.

Böylece Allah'a itaat eden, O'nun korkusu ile ürperen meleklerin sahnesi ile vicdanlar uyarılıyor. Halbuki müşrikler bu konuda ileri geri konuşuyor, asılsız iddialar ileri sürüyorlar.

GÖKLER VE YERİ BİZ AYIRDIK

Gözlemlenen evrende tek bir ilahın varlığını gösteren kanıtların, ayrıca birden fazla ilahın varlığını çürüten geçmiş kitaplardan aktarılan kanıtların, bunun yanında insanın vicdanını uyaran psikolojik kanıtların sunulduğu bu aşama ile surenin akışı, insan kalbini evrenin uçsuz bucaksız alanlarında dolaştırmaya başlıyor. Kudret elinin bu evreni, bir hikmete göre yönlendirdiğini gösteriyor. Buna rağmen müşrikler, bakışların ve kalplerin istifadelerine sunulan evrensel mucizelerden yüz çeviriyorlar.

 

30- Kâfirler, gökler ile yer birbirine yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı? Onlar yine de iman etmiyorlar mı?

31- Yeryüzü dengede dursun da insanları sarsmasın diye orada köklü dağlar yarattık ve istedikleri yere gidebilsinler diye o dağlarda geçit veren yollar açtık.

32- Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık. Onlar ise gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar.

33- Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O'dur. Bunların herbiri kendi yörüngelerinde yüzerler.

Bu, gözler önüne serilmiş, evren boyutunda çıkılan bir gezintidir. Ama, kalpler evrende yeralan büyük mucizelerden habersizdirler. Açık bir basiretle, bilinçli bir kalple, uyanık bir duygu ile düşünüldüğü zaman, insan kalbini şaşırtan mucizeler vardır evrende.

Burada yeralan göklerle yerin bitişikken ayrıldıklarına ilişkin açıklama, üzerinde düşünülmesi gereken bir açıklamadır. Evrende meydana gelen olayları yorumlamak amacı ile ortaya atılan astronomi bilimine ilişkin teoriler, Kur'an-ı Kerim'in bin üçyüz sene önce dile getirdiği bu gerçeğin etrafında dönüp durmuşlardır.

Bugün için geçerli olan teori şudur: Güneş ile onun uyduları sayılan yer ve ayın oluşturduğu güneş sistemi gibi yıldız kümeleri bir kütle halindeydiler. Sonra birbirinden ayrılıp bu yuvarlak şekli almışlardır. Yeryüzü de güneşin bir parçasıydı. Ondan ayrılmış ve soğumuştur.

Ne var ki, bu astronomik bir teoriden başka bir şey değildir. Bugün geçerlidir, yarın çürütülebilir. Evrende meydana gelen olayları daha tutarlı yorumlayan başka bir teori ortaya çıkabilir, böylece önceki teoriyi geçersiz kılabilir.

İslâm inancına sahip olan bizler kesin olan Kur'an ayetini kesinliği sözkonusu olmayan, bugün kabul edilen, yarın çürütülen bir teori doğrultusunda açıklamaya kalkışamayız. Bu yüzden Fi Zilâl'il Kur'an'da, Kur'an ayetleri ile bilimsel diye adlandırılan teorileri uyuşturmaya çalışmıyoruz. Çünkü bilimsel diye adlandırılan teoriler, ısıda madenlerin genleşmesi, sıcakta suyun buharlaşması, soğukta ise donması gibi deneyle, kanıtlanmış değişmez ilmi gerçeklerden farklı şeylerdir. Daha önce Fi Zilâl'de değindiğimiz gibi, bu ilmi gerçekler varsayımlara dayalı teorilerden tamamen ayrıdırlar.

Kuşkusuz Kur'an, bilimsel teorileri içeren bir kitap değildir. Deneysel bir bilim olması için de gelmemiştir. Kur'an hayatın bütününü ele alan bir sistemdir. Aklın kendi sınırları içinde hareket etmesini ve toplumun kendi sınırları içinde hareket eden akla fırsat tanımasını sağlamak ve kesinlikle bilimsel ayrımlara müdahale etmemeyi öngören bir sistemdir. Çünkü bilimsel ayrıntı sayılan konular çalışma ve hareket etme özgürlüğü sağlandıktan sonra insan aklına bırakılmıştır.

Burada açıkladığı gerçek gibi Kur'an-ı Kerim zaman zaman evrensel gerçeklere işaret eder:

"Gökler ve yer yapışıkken biz ayırdık onları."

Sırf Kur'an-ı Kerim'de yeralıyorlar diye biz bu gerçekleri tartışmasız kabul ediyoruz. Ama göklerle yerin nasıl ayrıldıklarını ya da göklerin yerden ayrılış şeklini bilmiyoruz. Sadece Kur'an-ı Kerim'in genel bir ifade ile dile getirdiği bu gerçekle çelişmeyen astronomik teorileri kabul ediyoruz. Ama herhangi bir Kur'an ayetini bu teorilerden birine göre yorumlamaya kalkışmıyoruz. Kur'an-ı Kerim'den insanların ortaya attığı teorileri doğrulamasını da istemiyoruz. Çünkü tartışmasız kabul edilmesi gereken gerçek, Kur'an-ı Kerim'in içerdiği gerçeklerdir. En fazla şunu söylemek mümkündür! Bugün geçerli olan astronomik teori kuşaktan kuşağa aktarılan bu Kur'an ayetinin genel ifadelerle dile getirdiği anlamla çelişmiyor!

Ayetin ikinci bölümüne gelince, "Ve bütün canlıları su'dan meydana getirdik:" Bu da çok önemli bir gerçeği dile getirmektedir. Bilginler bu gerçeğin keşfini ve ortaya çıkarılmasını büyük bir olay sayıyorlar. Bu gerçeği ortaya çıkardığı ve hayatın ilk kaynağının su olduğunu belirlediği için Darwin'i göklere çıkarıyorlar.

Bu gerçeğe dikkatli bakmak gerekir. Bu gerçeğin Kur'an-ı Kerim'de yer alması bizi hayrete düşürmez ve bu Kur'anın doğruluğuna ilişkin inancımızı arttırmaz. Çünkü biz onun Allah katından geldiğine inandığımız için her açıklamasını kesinlikle doğru olarak kabul ediyoruz. Bilimsel teorilere ya da keşiflere uyduğu için değil. Burada da en fazla şunu söyleyebiliriz: Darwin ve arkadaşlarının ortaya attıkları, "hayatın ortaya çıkışı ve gelişmesi"ne ilişkin teori bu açıdan Kur'an ayetinin ifade ettiği anlamla çelişmiyor.

Onüç asırdan fazla bir süredir, Kur'an-ı Kerim kâfirlerin bakışlarını evrende yeralan ilahi sanatın olağanüstülüklerine çevirmekte ve bu olağanüstülüklerin varlıklar alemine serpiştirildiğini gördükleri halde inanmayışlarını ayıplamaktadır.

"Onlar yine de iman etmiyorlar mı?"

Çevrelerinde yeralan evrendeki her şey, onları yaratan, yarattıklarını hikmetle yönlendiren Allah'a inanmaya zorladığı halde halâ inanmıyorlar mı?

Ardından göz kamaştırıcı evrensel sahnelerin sunulmasına devam ediliyor.

"Yeryüzü dengede dursun da insanları sarsmasın diye arada köklü dağlar yarattık."

Bununla sarsılmaz dağların yeryüzünde dengeyi sağladıkları, böylece yeryüzünü sarsılmadan, çalkalanmadan korudukları vurgulanıyor. Yeryüzünde dengenin sağlanması çeşitli şekillerde olabilir. Dünyanın dışarıdan karşılaştığı basınçla, içindeki baskılardan gelen ve bölgeden bölgeye değişen basınç arasındaki dengenin korunması olabilir. Bir yerde dağların yukarı doğru yükselmeleri bir başka yerdeki çöküntüyü karşılamış olabilir. Her ne şekilde olursa olsun, bu ayet açıkça dağlar ile yerin dengesi ve istikrarı arasında bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Şu halde bu dengenin sağlanış biçimini bilimsel araştırmalara bırakalım. Çünkü burası bilimsel araştırmaların esas çalışma alanıdır. Biz de vicdanları uyaran, mesajları ile insanları düşünmeye sevkeden Kur'anın gerçeği ifade eden ayeti ile yetinelim ve bu olağanüstü evrende harikalar yaratan yarattıklarını yönlendiren kudret elinin faaliyetlerini izleyelim:

"İstedikleri yere gidebilsinler diye o dağlarda geçit veren yollar açtık."

Dağların yüksek kısımlarının arasındaki boşluklardan oluşan, yol ve güzergah olarak kullanılan dağların arasındaki geniş yollardan söz edilmesi... Evet burada bu geniş yollardan söz edilmesi, bunun yanında doğru yolu bulmaya işaret edilmesi, öncelikle pratik bir gerçeği tasvir etmekte, sonra da örtülü olarak inanç alemine ilişkin başka bir konuya işaret etmektedir. Belki kendilerini imana götürecek yolu bulurlar. Dağların arasındaki geniş yollarda yol aldıkları gibi.

"Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık."

Gök yüksek olan her şeyi kapsamaktadır. Biz üstümüzde tavana benzer bir ' şey görüyoruz. Kur'an da göğün korunmuş bir tavan olduğunu vurgulamaktadır. Evrenin bütün ayrıntıları en ince noktasına kadar içeren düzeni sayesinde boşluktan korunmuştur. Allah'ın ayetlerinin indiği yüceliğe sembol olması itibari ile pislikten korunmuştur.

"Onlar ise gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar." "Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O'dur. Bunların her biri kendi yörüngelerinde yüzerler."

Gece ve gündüz evrensel iki mucizedirler. Güneş ve ay insanın yeryüzündeki hayatı ile bütün hayatı ile sağlam ilişkileri bulunan önemli iki gök cismidirler. Gece ve gündüzün dönüşümü, güneş ve ayın hareketleri, hem de bir kez bile şaşmayan bir dikkatle, bir an bile duraksamayan bu süreklilikle. Evet bunlar üzerinde düşünmek, insan kalbini yasalar sisteminin birliğini, iradenin birliğini, her şeye gücü yeten ve her şeyi yönlendiren yaratıcının birliğini kavramaya iletecek son derece önemli etkenlerdir.

 

34- Senden önceki hiçbir insana ölümsüzlük imkânı vermiş değiliz. Sanki sen ölürsen onlar sonsuza dek yaşayacaklar mı?

35- Her canlı, ölümü tadacaktır. Nasıl davranacağınızı görelim diye sizi hem kötülükle ve hem de iyilikle sınavdan geçiririz. Sonunda bize döneceksiniz.

HİÇ KİMSE ÖLÜMSÜZ DEĞİLDİR

Bölümün sonunda ayetlerin akışı, yaratılışı, organik yapısı ve yönlendirilmesi bakımından evrene egemen olan yasalar sistemi ile özelliği, akıbeti ve varacağı yer bakımından insan hayatına egemen olan yasalar sistemini birbirine bağlıyor.

Senden önce hiçbir insanın sonsuza kadar yaşamasını öngörmedik. Sonradan yaratılan herkes fanidir. Başlangıcı olan her şeyin sonu da vardır. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ölecekse, onlar sonsuza kadar mı yaşayacaklar? Sonsuza kadar yaşamayacaklarına göre niye ölümlü kimseler gibi davranmıyorlar? Niye gözlerini açmıyorlar, etraflıca düşünmüyorlar?

"Her canlı, ölümü tadacaktır."

Hayata egemen olan bir yasadır bu. Bu hiçbir canlıyı dışarda bırakmayan genel bir kuraldır. Canlıların zorunlu olarak tadacakları bu olayı hesaba katarak davranmaları ne kadar gereklidir?

Hiç kuşkusuz ölüm her canlının sonudur. Yeryüzünde gerçekleşen kısa yolculuğun son durağıdır. Ve herkes Allah'a dönecektir. Yolculuk esnasında insanın başına gelen iyi, kötü olaylara gelince, bunlar fitne ve sınama amaçlı şeylerdir:

"Nasıl davranacağınızı görelim diye sizi hem kötülükle ve hem de iyilikle sınavdan geçiririz."

Kötülükle sınamak anlaşılır bir şeydir. Sınanan kişinin dayanma gücünü, sıkıntı anında sabretmesini Rabb'ine bağlılığının derecesini, O'nun rahmetine olan ümidinin boyutunu ortaya çıkarma amacına yöneliktir. İyilikle sınamaya gelince, bunu biraz açıklamak gerekir.

Kimi insanlar iyilikle sınamanın kötülükle sınamadan daha hafif olduğunu düşünseler bile, iyilikle, nimetle sınamanın ağırlığı daha fazladır.

Kötülükle sınanmaya katlanan çok olur ama, iyilikle sınanmanın zorluklarınà dayanan çok az kimse vardır.

İşkencelere, eziyetlere katlanan, korkuya kapılmadan sabreden çok kimse vardır. Savrulan tehditlere, gözdağı vermelere aldırmadan direnen çok insan vardır. Ama yeterli donatıma, güce ve silaha sahip olmak, bunun yanında güvenli bir hayat sürdürmek, başarma imkânı çok zor olan bir sınama şeklidir. Bu durumdayken insanları kendi ihtiraslarına kul-köle yapmadan insanı tembelliğe, bezginliğe sürükleyen konfora yenik düşmeden ayakta durabilen çok az kimse vardır.

Zorlukla sınama büyüklük duygusunu harekete geçirir. Direnci arttırır, sinirleri güçlendirir, insanın bütün gücünü geleceğin zorluklarına ve ona karşı koymaya hazırlar.

Ama rahatlık, sinirleri gevşetir, onları uyuşturur, uyanma ve direnme yeteneğini kaybettirir.

Bunun için birçokları sıkıntılı aşamaları başarıyla geçtikleri halde, biraz rahatlığa kavuşunca imtihana yenik düşerler. Bu, insanların temel özelliğidir. Yüce Allah'ın koruduğu kimseler hariç... Onlar hakkında Allah'ın peygamberi şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minin işleri hayret vericidir. Çünkü her işi iyiliktir onun. Ve mü'minden başkası da böyle değildir. Mü'min bolluğa erişecek olursa, şükreder bu onun için iyiliktir. Bir sıkıntıya düşecek olursa sabreder, bu da onun için iyiliktir." (Müslim, Zühd ve Rekaik bölümünde rivayet eder.) Ama sayları çok azdır bunların.

Kişinin iyilikle sınanırken kötülükle sınandığı zamandan daha çok uyanık olması gerekir. Her iki durumda da başarılı olmanın garantisi Allah'a bağlılıktır.

Evrenin uçsuz bucaksız köşelerinde, varlık yasaları alanında, tarih boyunca gelmiş geçmiş davet hareketlerine egemen olan kanunlar meydanında, insanlığın akıbeti ve yok olmuş milletlerin harap edilmiş yurtları etrafında dolaşan bu uzun bölümden sonra surenin akışı, müşriklerin Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindeki vahyi karşılayış biçimlerine, onu alaya almalarına, şirkte ısrar etmelerine ilişkin olarak surenin başında yeralan bir örneği yeniden sunuyor.

Sonra insanın aceleci tabiatından, azaba çarptırılmakta aceleci davranmasından söz ediyor ve aceleyle istedikleri şeyden onları sakındırıyor. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- alaya almanın akıbetinden korkutuyor. Onlara dünyada galip gelip egemenlik kuranların etkinliklerinin, gölgelerinin kısılmasına, gittikçe küçülmesine ilişkin bir sahne sunuyor. Ardından Allah'ın ayetlerini yalanlayanların ahiretteki azaplarının sergilendiği bir sahne yeralıyor.

Bölüm, kıyamet gününde gerçekleşen hesaplaşma ve dünyada yapılanların karşılığını bulması olaylarının ne denli özenle, dikkatle gerçekleştiğine ilişkin bir açıklama ile bitiyor. Hesaplaşma ve dünyada yapılanların karşılığını bulması olaylarını evrensel yasalara, insanın fıtratına ve yüce Allah'ın insan hayatına ve davet hareketlerine egemen olan kanunlarına bağlıyor.

 

KÂFİRLERİN PEYGAMBERİ VE VAHYİ ALAYA ALMASI

36- Kâfirler seni gördüklerinde birbirlerine "ilahlarınıza dil uzatan adam bu mu?" diyerek seni alaya almaktan geri durmazlar. Oysa kendileri "Rahman" olan Allah'ı hatırlamaya bile yanaşmazlar.

Şu kâfirler Hz. Peygamberin, tanrılarına dil uzatmasını önlemek için evrenin yaratıcısı ve planlayıcısı olan rahmanı inkâr ediyorlar. Üstelik Rahmanı inkâr ederken sıkılma, utanma nedir bilmiyorlar. Bu ise, hayret verici bir durumdur!

Onlar Peygamberle -salât ve selâm üzerine olsun- alay ediyorlar, şu düzmece tanrılarını diline dolamasını "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mudur"? diyerek orada burada anlatıyorlar ama, kendileri Allah'ın kulları oldukları halde onu inkar etmelerinden, onun indirdiği Kur'andan yüz çevirmelerinden söz etmiyorlar. Bu, fıtratlarında meydana gelmiş bozulmanın boyutunu ve olayları değerlendiriş biçimlerini ortaya koyan ilginç bir farklılıktır.

Sonra onlar, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini tehdit ettiği, sonucundan korkuttuğu azabın çabucak gelmesini de istiyorlar. Gerçekten insan tabiatı gereği son derece aceleci bir yaratıktır.

37- İnsanın yaratılışında "acelecilik " mayası vardır. Size ayetlerimi, mucizelerimi yakında göstereceğim; biraz sabırlı olunuz.

38- "Eğer söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?" dediler.

"İnsanın yaratılışında `acelecilik' mayası vardır."

Acelecilik insanın tabiatında ve yapısında vardır'. Her zaman bulunduğu anın ötesine gözlerini diker, onu ele geçirmek ister. Aklına gelen her şeyin o anda gerçekleşmesini ister. Zararına da olsa, kendisine karşı da olsa söz verilen her şeyin hemencecik meydana gelmesini ister. Allah'a bağlanmadığı, O'na dayanıp güven duymadığı, gerçekleşmesi için aceleye kapılmadan Allah'a dayanmadığı sürece bu özelliğini korur. Çünkü iman; bağlılıktır, sabır ve güvendir.

Şu müşrikler de azabın çabucak gelmesini istiyorlardı. "Bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?" diye soruyorlardı. Tehdit de ahiret ve dünya azabına ilişkindi. İşte Kur'an onlar için ahiret azabından bir sahneyi canlandırıyor, kendilerinden önce peygamberleri yalanlayan toplumların başına gelen dünya azabı ile onları uyarıyor:

"Eğer söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?" derler.

39- Kâfirler, cehennem ateşini yüzlerinden ve sırtlarından savamayacakları ve hiç kimseden yardım göremeyecekleri anın dehşetini eğer bilseler, böyle yapmazlardı!

40- Aslında o tehdit, apansız bir şekilde karşılarına çıkıverir de şaşkınlıktan donakalırlar. O zaman onu ne başlarından savabilirler ve ne de kendilerine mühlet verilir.

41- Senden önceki peygamberler de alaya alınmıştı. Fakat o alaycılar, alay konusu ettikleri azabın pençesine düştüler.

Eğer onlar ne olacağını bilselerdi, daha değişik bir tutum sergilerlerdi. Peygamberi alaya almaktan, kendilerine yönelik tehditlerin çabucak gerçekleşmesini istemekten vazgeçerlerdi. Şu halde neler olacağını seyretsinler...

Bakınız, işte onlar ateş tarafından kuşatılmış durumdadırlar. Kur'an ifadesinin, satırların ötesinden çizdiği şekliyle, ateşi yüzlerinden, sırtlarından uzaklaştırmak için çaresiz bir çırpınma içindedirler. Ama ellerinden bir şey gelmiyor. Sanki ateş onları her taraftan sarmış da, onu uzaklaştıramıyorlar, cezaları ertelenmiyor, az bir süre de olsa bekletilmiyorlar.

İşte azabın çabucak gelmesini istemelerinin, ansızın gerçekleşen cezasıdır bu. Çünkü "Eğer söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek derler." Bu sorunun cevabı da akılları oynatan, iradeyi darmadağın eden, insanı düşünmekten hareket etmékten alıkoyan bu anı yakalayıştır. Bekleme imkânı verilmeden, bir süre ertelenmeden cezalandırılmalarıdır.

Bu ahirette karşılaşacakları azaptır. Dünyadaki azaba gelince, bundan önce Allah'ın ayetlerini yalanlayanların başına gelmişti bu azap. Bu müşriklerin kökten yokedilme cezasına çarptırılmaları takdir edilmişse de öldürülme, tutsak edilme ve yenilgiye uğrama cezasına çarptırılmalarına bir engel yoktur. O halde peygamberlerini alaya almaktan sakınmalıdırlar. Yoksa peygamberi alaya alanların akıbeti bilinmektedir. Değişmez ilahi yasa bunu gerektirmektedir. Geçmişte peygamberleri yalanlayanların harap olmuş yurtları buna tanıklık etmektedir.

Yoksa Rahman'ın dışında gece gündüz onları koruyan birileri mi var? Allah'ın dışında dünya ve ahirette azaba uğramalarını önleyen bir ilah mı var?

 

42- De ki; "Gece-gündüz sizi `Rahman' olan Allah'ın azabından kim koruyabilir?" Fakat onlar Rabb'lerini hatırlamaya yanaşmıyorlar.

43- Yoksa onların, kendilerini koruyacak bizim dışımızda başka ilahları mı var? O sözde ilahlar kendilerine bile yardım edecek güçte olmadıkları gibi bizden de destek göremezler.

Gece gündüz herkesi koruyan Allah'dır. En büyük rahmet onun sıfatıdır. O'nun dışında bir gözetici, bir koruyucu yoktur. Sor onlara: O'nun dışında bir koruyucuları var mı?..

Bu soru olumsuzluk içermektedir. Allah'ın kitabından, onun mesajından habersiz oluşlarını kınama amaçlı bir sorudur. Oysa gece-gündüz onları koruyan Allah'dır. O'nun dışında bir gözeticileri yoktur.

"Fakat onlar Rabb'lerini hatırlamaya yanaşmıyorlar."

Bu sefer soru onlara déğişik bir üslupla yöneltilmektedir:

"Yoksa onların, kendilerini koruyacak bizim dışımızda başka ilahları mı var?"

Şu halde onları koruyan gözeten bu tanrılar mıdır? Kesinlikle hayır. Çünkü bu düzmece tanrılar "Kendilerine bile yardım edecek güçte değildirler." Onlar şu halde başkasına hiç yardım edemezler.

"Bizden de destek göremezler."

Dolayısıyla ilahi gücün dostluğundan güç kazanamazlar. Nitekim Harun ve Musa peygamberler -selâm üzerlerine olsun- güçlerini oradan almışlardı. Yüce Allah onlara şöyle seslenmişti.

"Ben sizinle beraberim, hem duyarım hem görürüm." (Taha Suresi, 46)

Bu düzmece tanrılar kendilerinden kaynaklanan bir güçten yoksundurlar. Ondan güç almalarını sağlayan Allah'la bir bağları yoktur. Şu halde bu düzmece tanrılar zavallının zavallısıdırlar.

Müşriklerin inançlarının saçmalığını, mantık ve kanıttan yoksunluğunu ortaya koyan bu alaylı tartışmanın ardından ayetlerin akışı tartışmaların kaynağını ifade ediyor. İnatçılıklarının nedenini ortaya koyuyor. Sonra kalpleri titreten bir uyarı ile vicdanlarına dokunuyor. Bu uyarı, kudret elinin faaliyetlerini düşünmeye yöneltiyor onları. Kudret elinin yeryüzünde galip gelenlerin ayaklarının altındaki toprağı dürdüğünü, yavaş yavaş onları dar bir alana sıkıştırdığını, ufacık bir parçada yalnızlığa ittiğini, geniş toprak parçalarına, caydırıcılığa ve egemenliğe sahipken, onları köşelerine çekilmeye zorladığını vurgulamaktadır.

 

44- Aslında biz onlara ve atalarına geniş geçim imkânları bağışladık da uzun yıllar refah içinde yaşadılar. Fakat bizim, kâfirlerin yurtlarını uçlarından kırptığımızı, müslümanlar lehine alanlarını daralttığımızı görmüyorlar mı? Acaba üstün gelen onlar mıdır?

Atalarından devraldıkları, öteden beri süren bol nimetli hayat onların fıtratlarını bozmuştur. Nimet içinde yüzmek, rahat bir hayat sürdürmek beraberinde vurdumduymazlığı, sorumsuzluğu getirir. Vurdumduymazlık ise kalbi bozar, duyguları köreltir. En sonunda insanın Allah'a karşı duyarsızlığına, basiretinin körelmesine, onun ayetleri üzerinde düşünemez duruma gelmesine kadar varır. İnsanın uyanık bulunmadığı, kendini kontrol etmediği, sürekli olarak Allah'la ilişki halinde bulunmadığı, O'nu unuttuğu zaman nimetler ile böyle sınanır işte.

Bu yüzden ayetlerin akışı, her gün dünyanın bir köşesinde meydana gelen bir realiteyi içeren bir sahne sunarak vicdanlarını uyarıyor. Şöyle ki: Yeryüzünde galip olan devletlerin egemenlikleri altında bulunan topraklar gün geçtikçe dürülüyor, ufalıyor, daracık bir alana dönüşüyor. Daha önce birer imparatorluk olan bu ülkeler, birer ufak devletçiğe dönüşüyorlar. Bundan önce galip birer devletken yenik duruma düşüyorlar. Daha önce kalabalık ve etkin bir nüfusa sahipken azınlık haline geliyorlar. Önceleri her yönden birçok zenginliğe sahipken şimdi az bir gelirle yetinmek zorunda kalıyorlar.

Kur'anın ifade tarzı kudret elinin, toprağı dürüşünü, çevresini daraltmasını, boyutlarını küçültmesini, o kadar canlı çiziyor ki, latif bir hareketin, ürpertici korkuların yeraldığı büyüleyici bir sahne beliriyor gözlerimizin önünde.

"Acaba üstün gelen onlar mıdır?"

Ötekilerin başına gelenler onların başına gelmeyecek mi?

45- De ki; "Ben vahyin mesajına dayanarak sizi uyarıyorum. " Fakat sağırlar, uyarıldıklarında çağrıyı işitemezler.

ÇAĞRIYA KULAK TIKAYANLAR

Kalplerin ürpererek seyrettiği bu sahnenin gölgesinde Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- uyarıcı sözü söylemesi emrediliyor:

Şu halde söylenenleri duymayan sağırlar olmaktan sakınmalıdırlar! Yoksa ayaklarının altındaki toprak dürülür. Kudret eli çevrelerini daraltır, geçmişte bol nimet içindeki hayatlarını düşünerek sızlanıp durdukları bir duruma düşürür.

Surenin akışı, kalpler üzerinde son derece etkili olan mesajını iletmeye devam ediyor ve onların azaba uğratıldıkları zamanki durumlarını tasvir ediyor:

46- Andolsun ki, Rabb'inin azabının en hafif bir fiskesi eğer onlara değse kesinlikle "Eyvahlar olsun! Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz " derler.

Esinti ifadesi genelde rahmet için kullanılır. Ama burada azap için kullanılıyor. Sanki, "Rabb'inin azabı ufaktan dokunacak olsa, hemen onları suçlarını itirafa zorlar" denmek isteniyor. Ama o zaman da itiraf bir şeye yaramayacak. Surenin akışı içinde, Allah'ın azabının baskınına uğrayan beldelerin durumunu gözler önüne seren sahneyi görmüştük. O şehirlerin halkları şöyle feryat etmişlerdi:

"Eyvahlar olsun! `Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz' dediler." "Onlar böyle vahlanıp dururken biz kendilerini biçilmiş ekinler gibi cansız yere seriverdik." (Enbiya Suresi, 14-15)

Şu halde iş işten geçtikten sonra suçlarını itiraf ediyorlar. Bununsa onlara bir yararı yok. Onlar için en yararlı olanı, azaptan bir esintiye uğramadan, vakit müsaitken, vahyin uyarsına kulak vermeleridir.

 

HESAP GÜNÜ

47- Kıyamet günü doğru tartan, duyarlı teraziler kurarız. Orada hiç kimseye haksızlık edilmez. İşlenen amel, bir hardal tanesi kadar bile olsa onu ortaya kovarız. Hesap görücü olarak biz yeteriz. "

Hardal tanesi gözlerin görebileceği en küçük, terazide de en hafif olan nesneyi tasvir etmektedir. Hesaplaşma günü bu bile terkedilmez, gözden kaçırılmaz. Son derece hassas ve dakik olan terazi onunla ya ağır bàsar ya da hafif kalır.

O halde herkes yarına ne hazırladığına baksın. Kalbini uyarıya açsın. Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren, onları alayla karşılayan ve onların içerdiği hak mesajdan habersiz olanlar, bu uyarı dünya veya ahirette gerçekleşmeden kendilerine gelmelidirler. Eğer dünya azabından kurtulacak olurlarsa, bir de ahiret azabı vardır. Orada teraziler kurulur ve hiç kimse haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi kadar bir şey bile gözden kaçırılmaz.

Böylece ahirette kurulan bu ince ve hassas teraziler, evrenin ince ve hassas yasalar sistemine, tarih boyunca gelmiş geçmiş davet hareketlerini yönlendiren ilahi kanunlara, hayat ve insanların tabiatlarına bağlanıyor. Hep birlikte tek ve ortaksız iradenin elinde ahenkli bir bütün oluşturup surenin ana ekseni olan tevhid meselesine tanıklık ediyorlar.

Bu üçüncü bölüm, peygamberler ümmetini sunuyor. Dar bir çerçevede değil elbette. Bazısına yalnızca işaret ediyor. Bazısından ayrıntılı olarak söz ediliyor, uzun uzun anlatılıyor, bazen de özetle değiniliyor.

Bu işaretler ve halkalar arasında yüce Allah'ın peygamberlerine yönelik rahmeti ve yardımı, buna karşın kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra peygamberleri yalanlayan toplumların uğradığı akıbetler belirginleşiyor. Ayrıca bazı peygamberlerin iyilik ve kötülükle denenmelerine ve bu imtihanı nasıl aştıklarına değiniliyor.

Aynı şekilde yüce Allah'ın peygamberlerini insanlardan seçip göndermesine ilişkin yasası, bütün peygamberlerin aynı inanç sistemini ve aynı yolu izledikleri, zaman ve mekân farklılığına rağmen tek bir ümmet oldukları vurgulanıyor.

İşte bunlar harikalar yaratan ilahlığın, her şeyi planlayan iradenin ve evrensel yasa sisteminin birliğinin kanıtlarıdır. Bu yasalar sistemi, Allah'ın evrene hükmeden kanunlarını birbirine bağlıyor, onları kaynaştırıyor, onları tek bir hedefe, tek bir mabuda yöneltiyor.

"Benden ,başka ilah yoktur, sırf bana kulluk ediniz."

 

PEYGAMBERLER ZİNCİRİ

48- Andolsun ki, biz Musa ile Harun'a doğru ile eğriyi ayırdeden ve takvalılar için ışık ve öğüt olan kitab'ı verdik.

49- Onlar Rabb'lerinden görmeden korkarlar ve kıyamet gününün dehşetinden ürkerler.

50- Bu Kur'an, tarafımızdan indirilmiş kutsal bir öğüttür. Siz onu inkâr mı ediyorsunuz?

Surenin akışı içinde müşriklerin bir insan olduğundan dolayı Hz. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- alaya aldıklarından, vahyi yalanladıklarından, "bu olsa olsa büyüdür ya da şiirdir veya kendisi uydurmuştur" dediklerinden söz edilmişti.

İşte burada onlara peygamberlerin insanlar arasından seçilip gönderilmesinin her zaman için yürürlükte olan bir kanun olduğunu gösteriyor. Bu kanunun geçmişte yaşanan örnekleri vardır. O halde peygambere kitapların gönderilmiş olması yadırganacak bir şey değildir. İşte bakın Musa ve Harun peygambere de yüce Allah kitap göndermiştir.

Bu kitap "Furkan" (Hak ile batılı birbirinden ayıran) olarak nitelendiriliyor. Bu aynı zamanda Kur'anın da niteliğidir. İki kitabın birliği isimlerinde bile kendini gösteriyor. Çünkü indirilen bütün kitaplar, hak ile batılı, hidayet ile sapıklığı, bir hayat sistemi ile ötekini, hayatta gözetilen bir amaç ile ötekini birbirinden ayırmak üzere indirilmişlerdir. O halde bu kitapların hepsi de "furkan"dırlar. İşte bu nitelik Tevrat ve Kur'anın ortak niteliğidir.

Tevrat'ın bir "ışık" kılınmasından, kalp ve inancı kaplayan karanlıkları, sapıklığın ve batılın karanlıklarını dağıtması kastediliyor. Bunlar içinde insan aklının ve vicdanının şaşkınlıkla bocaladığı karanlıklardır. İçinde iman aydınlığı parlamadıkça, her tarafı aydınlanmadıkça, hareket sistemi belirmedikçe, hedefi belirlenmedikçe, değerleri, anlam ve planlamaları birbirine karışmaktan kurtulmadıkça, insan kalbi hep karanlıklar içinde kalır.

Tevrat da Kur'an gibi "Allah'dan korkanlar için bir uyarı" kılınmıştır. Onlara Allah'ı hatırlatmaktadır. İnsanlar arasında bir saygınlık kazanmalarını, sözü dinlenir bir toplum olmalarını sağlamaktadır. Tevrat inmeden önce İsrailoğulları neydiler? Firavun'un kırbacı altında eziliyorlardı. Firavun, oğullarını öldürüp kadınlarını erkeksiz bırakıyordu. Çeşitli işkencelerle, horlamalarla onları aşağılıyordu.

Ayette kendilerinden söz edilen muttakiler, "Onlar Rabb"lerinden görmeden korkarlar" diye tanımlanıyorlar. Çünkü Allah'ı görmedikleri halde, kalpleri Allah'ın korkusu ile ürperenler "Kıyamet gününün dehşetinden ürken" kimselerdir. O gün için çalışırlar, bu özellikleri ile onlar aydınlıktan yararlanırlar. Bu aydınlığın kılavuzluğunda yol alırlar. Allah'ın kitab'ı da onlar için bir uyarı olur. Onlara Allah'ı hatırlatır. İnsanlar arasında kendilerinden söz edilmesini sağlar.

Bu Musa ve Harun'un durumu...

"Bu Kur'an, tarafımızdan indirilmiş kutsal bir öğüttür."

İlk defa meydana gelmiş, alışılmamış bir olay değildir. Daha önce benzeri yaşanmış ve bilinen bir kuraldır.

"Siz onu inkâr mı ediyorsunuz?"

Bu kitabın indirilmiş olmasını neden yadırgıyorsunuz, bundan önce de peygamberler gönderilmişlerdi.

Musa ve Harun'a ve ayrıca onlara verilen kitaba yönelik kısa bir işaretten sonra surenin akışı, İbrahim peygamberin kıssasının bir halkasını bir bütün olarak sunmaya başlıyor. Hz. İbrahim Araplar'ın büyük atasıdır, putlarla doldurdukları, içinde putlara ibadet ettikleri Kâ'be'nin kurucusudur. Oysa Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- daha önce putları kırmıştı. Surenin akışı burada Hz. İbrahim'i, şirk'e karşı çıkarken, putları kırarken tasvir etmektedir.

Burada bilinen halka peygamberlik misyonunun sunulduğu halkadır. Bu halka aralarında küçük aralıklar bulunan ardarda sıralanan sahnelere bölünmüştür. Bu halka, Hz. İbrahim'in daha önce olgunluğa, doğruluğa kavuşmuş olmasına işaret ederek başlıyor. Olgunluğa erişmekle tevhidi bulmak kastediliyor. Çünkü en büyük olgunluk tevhittir. Burada bir hikmetten dolayı "olgunluk" olarak tanımlanmaktadır.

 

51- Andolsun ki, daha önce de İbrahim'e doğru ile eğriyi ayırdetme yeteneği vermiştik. Onun peygamberliğe elverişli olduğunu biliyorduk.

Biz onu olgunlaştırdık. Biz onun durumunu, daha önceki peygamberlerin yüklendikleri peygamberlik emanetini yüklenebileceğini biliyorduk.

52- Hani O babasına ve soydaşlarına "Şu karşılarında saygı duruşu yaptığınız heykeller nedir?" dedi.

Bu sözleri, onun olgunlaştığının kanıtıdır. Ağaçtan ve taştan yontulmuş nesneleri gerçek isimleri ile tanımlıyor "Bu heykeller" diyor. Bunların "tanrılar" olduğundan söz etmiyor. Onlara ibadet edilmesini de kınıyor. Ayette geçen "Âkifûn" kelimesi sürekli bağlılığı, üzerine düşmeyi ifade etmektedir. Aslında onlar bütün vakitlerini putlara ibadet etmekle geçirmiyorlardı. Ama hayatın her alanında onlarla ilgiliydiler. Bu da manevi bir sürekliliktir, zaman açısından değil buradaki bağlılık. Hz. İbràhim, bu heykellere yönelik kesintisiz ilgilerini, iğrenç eğilimlerini kınamaktadır.

Verdikleri cevap, ileri sürdükleri gerekçe ise şundan ibaretti:

53- Onlar da "Babalarımızı onlara tapar bulduk " dediler.

Bu cevap, imanın sağladığı özgürlüğe, bakış ve düşünce serbestliğine, eşya ve olayları geleneğe göre değil gerçek değerleri ile değerlendirmeye karşılık ölü geleneğin kalıpları içinde meydana gelmiş, akli ve ruhsal taşlamaya kanıt oluşturmaktadır. Çünkü Allah'a inanmak, geleneksel kuruntulara dayanan kutsallıklardan, hiçbir kanıta dayanmayan donuklaşmış alışkanlıklardan kurtulmak, özgür olmak demektir.

54- İbrahim "Gerek siz, gerekse babalarınız gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüşsünüz" dedi.

Ataların onlara yönelik ibadetleri bu heykellere sahip olmadıkları bir değeri kazandıramaz. Haketmedikleri halde, üzerlerine kutsallık kisvesini giydirmeye neden oluşturamaz. Çünkü değerler, ataların geleneklerinden ve onların ileri sürdüğü kutsallıktan kaynaklanmaz. Özgür ve serbestçe yapılan bir değerlendirmeden kaynaklanır.

İbrahim bu ölçme serbestliği ile kesin hükümlülüğü ile onlara karşı koyunca, şu şekilde sormaya başlıyorlar.

55- Onlar "Ciddi mi söylüyorsun, söylediğin gerçek midir, yoksa

bizimle dalga mı geçiyorsun?" dediler.

İyice düşünmediğinden, gerekli araştırmayı yapmadığından inancının dayanaklarına güvenmeyen, bu yüzden sarsılmış bir inanca sahip birinin soracağı bir sorudur bu. Bununla beraber, kuruntulara dayalı geleneklerin etkisi ile düşünsel ve ruhsal olarak donuklaşmış biridir bu adam. Hangi sözlerin gerçek olduğunu bilmiyor çünkü. İbadet kesin bir bilgiye dayanır, hiçbir kanıta dayanmayan asılsız kuruntulara değil. İşte aklın ve vicdanın dengeli, kesin ve açık kararlar vermesini sağlayan tevhidi inanç sistemine uymayanlar böyle bir bataklık içinde yüzerler.

Ama İbrahim Rabb'ine kesinlikle inanmaktadır, O'na bağlıdır ve O'nu biliyor. Bu bilgi ve inanç aklında ve belleğinde somutlaşmıştır. Bunu inanan ve inandığına güvenen bir mü'minin üslubu ile ifade etmektedir.

 

56- İbrahim dedi ki; "Hayır, Rabb'iniz göklerin ve yerin Rabb'idir, onları yoktan vareden O'dur. Ben bu gerçeğin tanıklarından biriyim. "

O tek bir Rabb'tır. Hem insanların hem de göklerin ve yerin Rabb'idir. O'nun Rabb'lığı yaratıcı oluşundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bunlar, birbirlerinden ayrılmaz sıfatlardır.

"Hayır, Rabb'iniz göklerin ve yerin Rabb'idir, onları yoktan vareden O'dur."

Açık ve doğru inanç sistemi budur, müşriklerin birtakım tanrıların olduğuna inanmaları, aynı zamanda bu bunların herhangi bir şey yaratmadıklarını, her şeyi yaratanın Allah olduğunu söylemeleri değil... Ve halâ hiçbir şey yaratmadıklarını bildikleri bu düzmece tanrılara ibadet ederler.

Hz. İbrahim, içinde kuşkuya yer bulunmayan realiteyi bizzat gözlemleyen birinin güveni içindedir.

"Ben bu gerçeğin tanıklarından biriyim."

İbrahim Peygamber -selâm üzerine olsun- göklerin ve yerin, kendisinin ve milletinin yaratılışını görmüş değildir. Ama durum mü'minlerin güvenle şahitlik edecekleri kadar kesin ve gerçektir... Evrende olan her şey, her şeyi planlayan yaratıcının birliğini dile getirmektedir. İnsanın yapısındaki her şey, yaratıp planlayan yüce Allah'ın evreni yönetip yönlendiren yasalar sisteminin birliğini kabul etmeyi telkin etmektedir insana.

Sonra İbrahim kendisi ile bu tartışmayı yapanlara, tanrıları hakkında geriye dönülmez bir karar verdiğini açıkça duyurmaktadır:

57- "Vallahi siz arkanızı dönüp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım, bir komplo düzenleyeceğim. "

Ama putlara kurmayı planladığı komployu açıklamıyor, kapalı bırakıyor. Surenin akışı onların bu sözlere ne gibi bir tepki gösterdiğini de anlatmıyor. Belki de onlar İbrahim'in, düzmece tanrılarına herhangi bir komplo kuramayacağından emindiler. Bu yüzden kendi haline bırakıp gitmişlerdir.

58- Arkasından o putları kırıp parça parça etti, fakat bilgisine (!) başvursunlar diye en büyük putu sağlam bıraktı.

Kendilerine ibadet edilen düzmece tanrılar kırık dökük ağaç parçalarına, taş parçalarına dönüştüler. Büyükleri hariç... İbrahim -salât ve selâm üzerine olsun"bilgisine başvursunlar" diye ona dokunmamıştır. Olayın nasıl meydana geldiğini, kendisi de oradayken bu ufak tanrıları neden savunmadığını sorarlar diye onu kırmamıştır. Belki de o zaman meseleyi yeni baştan ele alırlar, doğruyu bulurlar. Bu putlara ibadet etmenin saçmalığını, tutarsızlığını kavrarlar diye.

Halk geri döndüğünde, bu putun dışındaki bütün düzmece tanrılarının paramparça edildiğini görmüş, ama ne ona ne de kendilerine şunu sormayı düşünmemişlerdir. Eğer bunlar tanrı iseler, neden başlarına böyle bir şey geldi? Ve neden kendilerini savunmadılar? Bu büyükleri niye onları savunmadı peki?... Ama bu soruyu kendilerine sormayı akıl etmediler. Hiçbir gerçekliğe dayanmayan, tamamen efsaneden kaynaklanan boş inanç sistemi akıllarının düşünme yeteneğini devre dışı bırakmıştı. Çünkü gelenekler, düşünme, düşündüğünü anlama, anladığını değerlendirme yeteneklerine zincir vurmuştu. Ama onlar, bu doğal soruyu, tanrılarının parçalayan, onları bu hale getiren kişiden intikam almak için soruyorlar.

59- Soydaşları "Bu işi ilahlarımıza kim yaptı? Kim yaptı ise o gerçekten bir zalimdir" dediler.

O zaman Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- babasının ve onunla birlikte bulunanların bu heykellere ibadet etmelerine karşı çıkışını "Gittiğinizde bu tanrılarınıza bir komplo düzenleyeceğim" dediğini duyanlar, bu konuşmaları hatırlıyorlar:

60- "Duyduğumuza göre `İbrahim adında bir delikanlı bu ilahlarımıza dil uzatıyordu' dediler. "

Onların bu sözlerinden anlaşılıyor ki, yüce Allah İbrahim'i putlara ibadet etmeyi ayıplayacak, onları kırıp parçalayacak bir olgunluğa eriştirdiğinde henüz çok gençti. Ama acaba o sıralarda yüce Allah ona vahiy göndermiş miydi? Yoksa peygamberlik göndermeden önce kendisini gerçeğe iletecek bir ilham mı bahşetmişti? Babasını buna dayanarak mı tevhide davet etmişti, kavminin hayat biçimini bundan dolayı mı iğrenç bulmuştu?

Tercih edileni ikinci ihtimaldir.

"Duyduğumuza göre `İbrahim' adında bir delikanlı bu ilahlarımıza dil uzatıyordu."

Bu sözleri ile belki de onu tanımazlıktan gelip fazla önemsemediklerini vurgulamak istiyorlar. Nitekim "İbrahim adında bir delikanlı" demeleri de bunu gösteriyor. Onun fazla önemli olmadığını, hiç kimsenin kendisini tanımadığını vurgulamak istemiş olabilirler. Ne var ki biz, bu sıralarda Hz. İbrahim'in henüz yaşı küçük bir delikanlı olduğunu kabul ediyoruz.

 

61- "O halde onu yakalayıp halkın karşısına getiriniz ki, herkes bu suçunun tanığı olsun" dediler.

Onu teşhir etmek, yaptıklarını halka göstermek istiyorlardı.

62- Soydaşları O'na "Ey İbrahim, bu işi ilahlarımıza sen mi yaptın?" dediler.

Paramparça edildikleri halde halâ onların tanrı olduklarında ısrar ediyorlar. Ama İbrahim onları hafifsiyor, kınayıcı ve iğneleyici konuşuyor. Halbuki İbrahim tek başınadır, onlarsa çokturlar. Çünkü O, açık aklı ile ve Allah'a bağlı kalbi ile bakıyor, bu yüzden onları alaya almaktan hor görmekten başka bir şey gelmiyor elinden. Akıllarının yuvarlandığı bu aşağılık,düzeye uygun bir cevap vermekten başka seçeneği yok.

63- İbrahim soydaşlarına dedi ki; "Aslında bu işi şu en büyükleri yapmıştır. Bunu onların kendilerine sorunuz. Tabii ki, eğer konuşabiliyorlarsa. "

Bu alaylı cevapta Hz. İbrahim'in onlarla dalga geçtiği açıkça görülmektedir. Dolayısı ile, bunu Hz. İbrahim'in söylediği bir yalan olarak nitelendirmek ve tefsircilerin üzerinde görüş ayrılığına düştükleri çeşitli meşru gerekçeler aramak yersizdir. Mesele bundan çok daha basittir. Hz. İbrahim onlara şunu söylemek istemiştir: Şu heykelleri kimin kırdığını bilmiyorsunuz. Ben mi, yoksa onlar gibi hareket edemeyen şu büyük put mu? Bu heykeller düşünme yeteneğinden yoksun katı cisimlerdir. Sizde onlar gibi düşünme yeteneğinizi yitirmişsiniz, normal ile anormali birbirinden ayırd edemiyorsunuz. Bu yüzden ben mi kırmışım yoksa bu heykel mi kırmış bilmiyorsunuz. O zaman "Kendilerine sorunuz. Tabii ki, eğer konuşabiliyorsalar."

Öyle anlaşılıyor ki, bu horlama amaçlı alay onları hafifçe sarsmış, birazcık düşünmeye, akıllarını kullanmaya yöneltmiştir.

64- Bunun üzerine vicdanlarına başvurarak birbirlerine "ası! zalimler sizlersiniz " dediler.

İçinde bulundukları durumun saçmalığını, şu heykellere yönelik kulluğun zulüm oluşunu, ilk kez basiretlerini açıp düştükleri komik durumu düşünmeleri; içinde yüzdükleri zulmü görmeleri iyi bir iyilik belirtisiydi.

Ama bu sadece bir parıltıydı ve arkasından yine her tarafı koyu bir karanlık basmıştı. Bu sadece bir kıpırdanma idi. Ardından kalpleri yine eski donukluğuna dönmüştü

65- Fakat sonra yine eski dik kafalılıklarına dönerek İbrahim'e "Sen de iyi bilirsin ki, bunlar konuşamazlar, dediler.

Önce ruhlarına dönmüş, vicdanlarının sesine kulak vermişlerdi. Sonra da baş üstü yere çakılır gibi eski inatçılıklarına dönmüşlerdi. Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü, tasvirli ifade tarzının dile getirdiği gibi. Birincisi bakmak ve düşünmek için insanın içinde uyanan bir hareketti. İkincisi ise, düşünmeden, aklını kullanmadan tepe üstü yuvarlanmaktır. Yoksa bu son sözleri onların aleyhine bir kanıttır. Bu putların konuşmamasından daha büyük bir kanıt mı vardı İbrahim'in elinde?

Bu yüzden bilinen sabırlılığının ve yumuşaklığının dışında alışılmamış bir sıkıntıyla sert çıkıyor. Çünkü içine düştükleri bu gülünesi durum yumuşak huylu İbrahim'in sabrını taşırıyor:

66- Bunun üzerine İbrahim dedi ki; "Allah'ı bırakıp size ne fayda ve ne de zarar dokunduramayan bu putlara mı tapıyorsunuz?"

67- "Yuh olsun size ve Allah'ı bir yana bırakıp taptığınız putlarınıza! Sizin hiç kafanız çalışmıyor mu?"

Bu sözler bir sıkılmanın, öfkelenmenin ve normal düzeyi aşmış bir gülünçlüğe düşenlerin durumuna şaşmanın ifadesidir. Bu noktada iğrençliklerini, onurlarını kurtarma duygusuna kapılıyorlar. Tıpkı bütün gerekçelerini yitirdiklerinde, ellerinde kendilerini savunacak bir kanıt bulunmadığında, kaba kuvvet kullanmaya, korkunç işkenceler uygulamaya başlayan tağutların her zaman yaptığı gibi.

68- O zaman soydaşları "Eğer ilahlarınızın tarafını tutacaksanız İbrahim'i ateşe atınız da böylece onları destekleyiniz" dediler.

Şu sözde tanrılara bakın! Kendilerine yararları ya da zararları dokunmuyor da, ne kendilerine ne de kendilerine kullukta bulunanlara yardım edemiyorlar da, kulları onlara yardım ediyor.

"İbrahim'i ateşe atınız."

"Ama bir diğer söz de söylenmiştir. Bu söz, bütün söylenenleri boşa çıkarmıştır. Bütün komploları bozmuştur. Çünkü bu, yüksek bir yerden gelen ve geri çevrilmesi mümkün olmayan bir sözdür.

 

69- Bunun üzerine biz dedik ki; "Ey ateş, İbrahim'e karşı yakıcılığını yitir, O'na zarar verme. "

Ateş de İbrahim'e karşı serin ve zararsız oldu...

Nasıl?..

Niye sadece bunu soruyoruz ki?.. Çünkü bütün varlıklar bu "ol" kelimesi ile varolmuşlar, alemler onunla meydana gelmişler, evrene egemen olan yasalar onunla yaratılmışlar.

"O'nun, bir şeyin olmasını istedi mi, ona sadece `ol' demektir, hemen oluverir." (Yasin Suresi, 82)

Bu yüzden, "Ateşin canlı bedenleri yaktığı her zaman görülen ve bilinen bir şeydir, peki nasıl oluyor da ateş İbrahim'i yakmaz?" diye sormuyoruz. Çünkü ateşe "yak" diyen bu sefer "serin ve zararsız ol" demiştir. Bu kelime söylenir söylenmez, kastettiği anlam ne olursa olsun hemen gerçekleşir, insanların bu anlamı bilip bilmemeleri, alışık olup olmamaları durumu değiştirmez.

Yüce Allah'ın yaptıklarını insanların yaptıkları ile karşılaştıranlar, "Bu nasıl olur", "Şu nasıl olabilir?" gibi sorular sorarlar. Ama her iki tabiatın farklılığını, her iki tabiatın başvurduğu araçların başkalığını bilenler, kesinlikle böyle sorular sormazlar, gerek bilimsel gerek bilimsel olmayan gerekçeler uydurmaya çalışmazlar. Mesele kesinlikle bu alanla ilgili değildir. İnsanların kullandıkları ölçülere ve kriterlere göre yüce Allah'ın yaptıklarını analiz etme, yorumlama ile ilgili değildir. Bu mucizeleri yüce Allah'ın sınırsız gücüne bırakmanın dışında bu mucizeleri yorumlamak amacı ile başvurulan bütün düşünce sistemleri temelden bozuk sistemlerdir. Çünkü yüce Allah'ın yaptıkları insanların kriterlerine, az ve sınırlı bilgilerine uymaz.

Bize düşen bunun olduğuna inanmaktır. Çünkü bunu yapanın böyle bir şeyi yapmaya gücü yeter. Ama, ne yaptı da ateş serin ve zararsız oldu? Aynı şekilde İbrahim'e ne yaptı ki ateş onu yakmadı?.. İşte Kur'an ayeti buna bir açıklık getirmiyor. Çünkü sınırlı insan aklı ile bunu kavramak mümkün değildir.

Elimizde de Kur'an ayetinden başka kanıt yoktur.

Ateşin İbrahim'e karşı serin ve zararsız olması, her gün değişik şekillerde yaşanan benzeri olaylara bir örnektir sadece. Ama bu geçici ve belirgin örnekte olduğu gibi, insanların duyguları bu olaylar karşısında o kadar sarsılmıyorlar. Fertleri ve toplumları zaman zaman kuşatan sıkıntılı anlar olur, krizler olur. Her şey altüst olur, darmadağın olur, böyle anlarda. Ama çok kısa bir anda, ansızın büyük değişiklikler olur. Ölecekken dirilir, uyuşacakken canlanır. Az önce her tarafı kaplayan bir kötülükten şimdi iyiliğe dönüşmüştür.

"Ey ateş, İbrahim'e karşı yakıcılığını yitir, ona zarar verme" mucizesi kişilerin toplumların ve milletlerin hayatlarında, düşüncelerin inançların ve davet hareketlerinin hayatlarında sık sık gerçekleşmektedir. Bütün söylenenleri geçersiz kılan, tüm planları altüst eden bu kelimenin bir sembolünden başka bir şey değildir. Çünkü bu yüce bir yerden gelen ve geri çevrilmesi mümkün olmayan bir kelimedir.

 

70- Onlar O'nu tuzağa düşürmek ïstedïler. Biz ise onları en ağır hüsrana uğrattık.

Hz. İbrahim'in çağdaşı olan kralın, Irak Haramilerinin kralı "Nemrut" olduğu, kurmaylarıyla birlikte Allah katından gelen bir azapla yok edildiği rivayet edilmektedir. Bu hikâyenin ayrıntılarına ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Ama bunları doğrulayacak bir kanıt yok elimizde. Önemli olan yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i aleyhinde kurulmak istenen tuzaktan kurtarmasıdır. Ona tuzak kuranları, eşi görülmemiş bir hüsrana uğratmasıdır.

"Onları en ağır hüsrana uğrattık."

Bu şekilde genel ve belirsiz bir ifadeyle...

71- Arkasından İbrahïm'i, Güt ile birlikte kurtararak onları insanlar için verïmli ve bereketli kıldığımız bïr bölgeye yerleştirdïk.

Burası Hz. İbrahim'in yeğeni Hz. Lût ile birlikte göç ettiği Şam bölgesidir.

Burası uzun bir süre vahyin indiği, İbrahim'in soyundan peygamberlerin gönderildiği bir bölgeydi. Kutsal topraklar, iki haremden biri bu bölgede yeralmaktadır. Kuşaklar boyu süren vahiy ve peygamberlik bereketinin yanında, bol verim ve rızık elde ediliyordu.

72- Üstelik İbrahim'e, İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak Yakub'u lütfettik ve hepsinï de salih kimseler yaptık.

73- Onları emrimiz uyarınca insanları doğru yola ileten önderler yaptık. Onlara yararlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi.

Hz. İbrahim, vatanını, ailesini ve milletini terketmişti. Yüce Allah bunun yerine vatanından daha hayırlı, bereketli bir yeri vatan olarak ona bahşetti. Ona daha iyi bir aile verdi, oğlu İshak'ı, torunu Yakub'u ona bahşetti. Onun soyundan, kavminden daha kalabalık büyük bir millet meydana getirdi. Onun soyundan, insanları Allah'ın buyruğu ile doğru yola ileten önderler gönderdi. Onlara çeşitli iyilikler yapmalarını, namazı kılmalarını, zekâtı vermelerini, Allah'a boyun eğip kulluk yapmalarını vahyetti. Ne güzel karşılık! Ne güzel öğüt! Yüce, Allah'ın İbrahim'e bahşettiği ne güzel bir akıbet! Yüce Allah onu darlıkla, meşakkatle sınamıştı, o dà bunlara sabretmişti. Akibeti de onun güzel sabrına yaraşır değerde bir akıbet olmuştu.

NUH VE LÛT KAVMİNİN HELÂKI

74- Lût'a da egemenlik ve bilgi verdik. Onu, halkı iğrenç işler yapan o kentten kurtardık. Onlar gerçekten çirkin davranışları huy edinmiş kötü bïr toplumdur.

75- Lût'u rahmetimizin kapsamına aldık. O gerçekten salih kullarımızdan biri idi.

Lût peygamberin hikâyesi daha önce ayrıntılı olarak anlatılmıştı. Burada ise bir işaretle yetinilmektedir. Amcası İbrahim'le birlikte Irak'tan Şam'a göçetmiş, Sodom şehrine yerleşmişti. Bu şehrin halkı iğrenç şeyler yapıyorlardı. Açıkça, utanmadan, saklamadan erkeklerle sapık ilişkiye girerlerdi. Bu yüzden yüce Allah, halkı ile birlikte bu şehri yok etmiştir:

"Onlar gerçekten çirkin davranışları, huy edinmiş kötü bir toplumdu."

Yüce Allah, karısı hariç Hz. Lût'u ve bütün ailesini kurtarmıştı.

"Lût'u rahmetimizin kapsamına aldık. O gerçekten salih kullarımızdan biri idi."

Sanki Allah'ın rahmeti, bir sığınaktır, bir korunaktır ve Allah dilediğini buraya almaktadır. Artık o, güvenliktedir, bol nimet içindedir, Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.

76- Nuh'a gelince hani O, daha önce bize yalvarmıştı. Biz de O'nun duasını kabul ederek kendisini ve yakınlarını o büyük afetten kurtardık.

77- Onu ayetlerimizi yalanlayan soydaşlarının şerrinden kurtardık. Onlar gerçekten kötü bir toplumdu. Bu yüzden hepsini sularda boğduk.

Bu da ayrıntıya girmeden yalnızca Hz. Nuh'un kıssasına çok kısa bir işaretten ibarettir. Burada Hz. Nuh'un çağrısına yüce Allah'ın verdiği cevabı ifade etmek için acele ediliyor. Bu olay, "daha önce" yani İbrahim ve Lût'tan önce meydana gelmişti. Bilindiği gibi yüce Allah, karısı hariç, Hz. Lût ve ailesini kurtarmıştı. Nuh kavmini de Tufan göndererek yok etmişti. Bu "büyük bir afetti." Hud suresinde Tufan detaylıca anlatılmaktadır.

 

HZ. DAVUD VE SULEYMAN

78- Davud ve Süleyman'a gelince, hani onlar geceleyin yabancı bir koyun sürüsünün içine dalarak ekinini mahvettiği bir tarlanın davasını hükme bağladıklarında verdikleri hükmün tanığı olmuştuk.

79- Davud'un verdiği bu hükmü, Süleyman'ın kavrayıp onaylamasını sağladık. Her ikisine de egemenlik ve bilgi verdik. Allah'ı noksanlıklardan tenzih etme konusunda dağları ve kuşları Davud'a boyun eğdirdik. Biz bunları yaparız.

80- Savaşta düşmanın darbelerinden korunasınız diye Davud'a zırh yapma sanatını öğrettik. Acaba buna şükredecek misiniz ki?

81- Verimli ve bereketli kıldığımız bölgeye doğru akan fırtınayı O'nun buyruğuna verdik. Her şey bizim bilgimizin kapsamı içindedir.

82- Ayrıca O'nun hesabına derin sulara dalan ve başka işler yapan bazı şeytanları da Süleyman'ın emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.

Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın hüküm verdikleri tarla hakkındaki rivayetler şu açıklamaları içermektedir: İki adam Davud peygamberin yanına gelir. Biri tarla, yani bahçe sahibidir. Söylendiğine göre üzüm bağı imiş. Diğeri de sürü sahibidir. Tarla sahibi, "Bu adamın sürüsü bir gece boyunca tarlamda kaldı ve geride bir şey bırakmadı" der. Davud peygamber tarla sahibinin, zararına karşılık sürüyü almasına karar verir. Bunun üzerine sürü sahibi Hz. Süleyman'a gider ve Hz. Davud'un verdiği kararı anlatır. Hz. Süleyman babasının yanına gelir ve "Ey Allah'ın peygamberi hüküm senin verdiğin gibi değildir" der. Hz. Davud "Peki nasıldır?" der. Hz. Süleyman "sürüyü tarla sahibine ver, tarlayı da sürü sahibine ver, ellerindekilerden yararlansınlar, ta ki eski durumlarına gelene kadar. Sonra onları sahiplerine geri ver. Tarla sahibi tarlasını, sürü sahibi de sürüsünü alsın" der. Hz. Davud "Doğrusu, senin verdiğin hükümdür" der ve Hz. Süleyman'ın hükmünü uygular.

Gerek Hz. Davud'un, gerekse Hz. Süleyman'ın verdiği hükümler kendi görüşlerinden kaynaklanan içtihatlardı. Yüce Allah her ikisinin de verdiği kararı görüyordu. Hz. Süleyman'a daha doğru bir karar ilham etti. Meselenin en doğru tarafını kavrayacak bir anlayış verdi.

Hz. Davud, karar verirken sadece tarla sahibinin uğradığı zararı gözönünde bulundurmuştur. Bu, adalettir kuşkusuz. Ama Hz. Süleyman'ın verdiği karar adaletin yanında, yapıcı olmayı, onarmayı da içermektedir. Bu kararda, adalet yapmak ve onarmak amacı ile başvurulan bir unsurdur. İşte bu, yapıcı ve sürükleyici şekliyle canlı ve pratik adalettir. Bu, yüce Allah'ın dilediğine bahşettiği sezgiden kaynaklanan bir ufuk genişliğidir.

Kuşkusuz hem Hz. Davud'a hem de Hz. Süleyman'a iktidar ve bilgi verilmişti.

"Her ikisine de egemenlik ve bilgi verdik."

"Hz. Davud'un verdiği kararda bir yanlışlık yoktu. Ama Hz. Süleyman'ın verdiği karar daha doğruydu. Çünkü bu karar yüce Allah'tan gelen ilhamdan kaynaklanıyordu.

Ardından surenin akışı onlardan herbirine bahşedilen nitelikleri sunuyor. Önce babadan başlıyor.

"Allah'ı noksanlıklardan tenzih etme konusunda dağları ve kuşları Davud'a boyun eğdirdik."

"Savaşta düşmanın darbelerinden korunasınız diye Davud'a zırh yapma sanatını öğrettik. Acaba buna şükredecek misiniz ki?"

Davud peygamber -selâm üzerine olsun- mezmurları ile bilinirdi. Bunlar Allah'ı eksikliklerden uzak tutma, onu tesbih etme amacı ile okunan ilahilerdi. Bunları yanık sesi ile okurdu ve sesi çevresinde yankılanırdı. Dağlar ve kuşlar ona katılırdı.

Kulun kalbi Rabb'ine bağlanınca, bütün varlıklarla ilişki kurduğunu hisseder, varlığın kalbi onunla birlikte çarpar. Türleri ve cinsleri birbirinden ayıran, aralarına sınırlar ve perdeler koyan farklılıkları ve ayrılıkları düşünmekten kaynaklanan engeller, perdeler ortadan kalkar. O zaman vicdanları ve gerçeklikleri evrenin vicdanı ve gerçekliği ile .buluşur.

Kimi coşkunluk anlarında insan ruhu bütünün içinde kaybolduğunu, bütünü kapsadığını hisseder. O zaman kendisinin, dışında da birtakım şeylerin var olduğunu, ya da kendisinin çevresinden ayrı bir varlık olduğunu hissetmez. Çünkü çevresinde yeralan her şeye kendi içinde erimiştir. O çevrenin varlığında kaybolmuştur.

Kur'an ayetinden, Davud peygamberin (Allah'ı tesbih etmeyi içeren) mezamirini okurkén düşünüyoruz. Ayrı, belirgin ve farklı varlığını unutmuş, kendinden geçmiştir. Ruhu, yüce Allah'ın evrene, evrenin safhalarına, içinde yeralan canlı cansız varlıklara yansıyan gölgesinde kaybolmuştur. O'nun titreşimlerini hissetmektedir. Karşılıklı iletişim içindedirler. Adeta bütün evren, koro halinde yüce Allah'ın ululuğunu dile getirmekte, onu tesbih edip övgüyle anmaktadır.

"Evrendeki her varlık O'nu överek tesbih eder, fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra Suresi, 44)

Evrende yeralan varlıkların yüce Allah'ı övgü ile tesbih etmelerini, ancak engellerden mesafelerden soyutlanan ve bütünüyle yüce Allah'a yönelen varlıkların ruhları ile birlikte hareket edenler anlar.

"Allah'ı noksanlıklardan tenzih etme konusunda dağları ve kuşları Davud'a boyun eğdirdik."

"Biz bunları yaparız."

Yüce Allah'ın yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Ve hiçbir şey O'nun isteğine karşı çıkamaz. İnsanların böyle bir şeye alışık olmaları ya da olmamaları durumu değiştirmez.

"Savaşta düşmanın darbelerinden korunasınız diye Davud'a zırh yapma sanatını öğrettik. Acaba buna şükredecek misiniz ki?"

Birbirine girmiş halkalar şeklinde zırh yapma sanatıdır bu. Bundan önce zırhlar, tek parça halinde ve içinde hareket etme imkânı kısıtlı olarak yapılırlardı. Bu şekilde birbirine girmiş halkalardan oluşan zırhlar hem daha kullanışlı hem daha hafiftirler. Bununla anlaşılıyor ki, yüce Allah'ın öğretmesi sonucu bu tür zırhları ilk icad eden Hz. Davud'dur. Yüce Allah, Davud peygambere, insanları savaşta koruyacak bu zırhların yapımını öğretmekle insanlara büyük iyilikte bulunmuştur.

"Savaşta düşmanın darbelerinden korunasınız diye."

Bu yüzden yüce Allah, insanlara yönelik bir direktif ve teşvik amacı ile bir soru soruyor:

"Acaba buna şükredecek misiniz ki?"

Uygarlık keşiflerden sonra adım adım gelişme kaydetmiştir. Aniden ortaya çıkmamıştır. Çünkü yeryüzünün halifeliği insana bırakılmıştır. Allah tarafından kendisine bahşedilen kavrama yeteneğine bırakılmıştır, her gün adım adım gelişsin diye. Hayatını bu adımlara uydursun diye... Yeni bir sistem uyarınca hayatı yeni baştan düzenlemek insan için kolay bir şey değildir. Çünkü insan bu durumlarda derinden sarsılır. Gelenekleri, alışkanlıkları değişiktir. Güven içinde ve huzurlu bir şekilde hareket edip üretim yapabileceği dengeli bir hayata kavuşması zaman gerektirir. Bu yüzden yüce Allah'ın hikmeti, her yeni düzenlemenin ardından uzun ya da kısa bir istikrar döneminin olmasını öngörmüştür.

Günümüzde insanların içinde bulunduğu stresin ilk kaynağı, peşpeşe ve hızlıca gelişen bilimsel ve toplumsal sarsıntılardır. Bu sarsıntılar o kadar hızlı gelişmektedirler ki, insanlara bir istikrar dönemi bırakmıyor, insan ruhuna yeni duruma göre şekillenme, yeni durumdan yararlanma fırsatı tanımıyor.

BOLLUKLA SINAMA.,

Bu Davud peygamberin durumu. Süleyman peygambere bahşedilen mucizeler ise daha olağanüstü şeylerdir. .

"Verimli ve bereketli kıldığımız bölgeye doğru akan fırtınayı O'nun buyruğuna verdik. Her şey bizim bilgimizin kapsamı içindedir."

"Ayrıca O'nun hesabına derin sulara dalan ve başka işler yapan bazı şeytanları da Süleyman'ın emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutuyorduk."

Hz. Süleyman hakkında çeşitli rivayetler, yorumlar ve söylentiler dilden dile dolaşmaktadır. Çoğu da İsrailiyattan (yahudi efsaneleri), hayal ürünü hikâyelerden ve dayanaksız vehimlerden kaynaklanmaktadır. Ama biz bu bataklığa girmiyoruz. Kur'an ayetlerinin bu konuda belirledikleri sınırda duruyoruz. Çünkü Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun- kıssası ile ilgili bunun dışında doğruluğu tartışılmaz bir kanıt mevcut değildir.

Burada Kur'an ayeti rüzgârın -kasırganın- Hz. Süleyman'ın emrine verildiğini ifade etmektedir. Yüce Allah'ın bereketli kıldığı bölgeye doğru onun emri ile estiğini vurgulamaktadır. Bu bölge büyük bir ihtimalle Şam bölgesidir. Nitekim İbrahim kıssasında Şam bölgesi bu nitelikle anılmıştı. Şu halde rüzgârın Süleyman peygamberin emrine verilişi nasıl gerçekleşmişti?

Rüzgârda uçan bir halı hikâyesi vardır; söylendiğine göre Hz. Süleyman yakınları ile birlikte bu halıya biner ve çok kısa bir zamanda Şam'a uçardı. Bu ise, aşağı yukarı bir aylık bir mesafe idi. Sonra aynı şekilde geri dönerdi. Bu rivayet "Sebe" suresinde yeralan "Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü bir aylık mesafe olan rüzgârı Süleyman'a boyun eğdirdi" (Sebe Suresi, 12) ayetine dayandırılmaktadır.

Ama Kur'an-ı Kerim'de, o rüzgârda uçan halıya ilişkin herhangi bir açıklama yeralmıyor. aynı şekilde doğruluğu tartışma götürmez herhangi bir eserde de bundan söz edilmiyor. Dolayısı ile uçan halı meselesini kabul etmemiz için elimizde bir kanıt yoktur.

Şu halde en iyisi, rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilişini, Allah'ın emri ile gidiş gelişi bir ay süren mübarek topraklara yöneltilişi şeklinde yorumlamamızdır. Peki nasıl? Daha önce de söylediğimiz gibi, dilediğini yapabilen ilahi gücün yaptıkları hakkında "nasıl" diye sorulmaz. Çünkü evrensel yasaların yaratılışı ve yönlendirilişi, dilediğini yapabilen ilahi güce özgü şeylerdir. Varlıklar alemine egemen olan evrensel yasaların çok azı insanlar tarafından bilinmektedir. Bu yüzden insanlar. tarafından bilinmeyen birtakım evrensel yasaların olması ve bu yasaların belirtilerinin Allah'ın izni ile ortaya çıkması ihtimal dahilindedir.

"Her şey bizim bilgimizin kapsamı içindedir."

Burada kastedilen sonsuz ilimdir, insanlarınki gibi sınırlı ilim değildir. Denizin ve karanın derinliklerine dalıp, gizli hazinelerini Süleyman için çıkarmak ve bunların dışında onun için daha başka işleri yapmak üzere cinlerin onun emrine verilmesi de öyle... Cinler tamamen gizli yaratıklardır. Kur'an ayetleri cin adı verilen ve bize görünmeyen bir varlık türünden söz etmektedir. İşte yüce Allah onların bir kısmını, onun adına denizin ve karanın derinliklerine dalsınlar ve bunun dışında daha başka işler de yapsınlar diye Hz. Süleyman'ın emrine vermiştir. Onları bozulmaktan ve kulunun buyruğunun dışına çıkmaktan korumuştur. Çünkü yüce Allah kulları üzerinde ezici güce sahiptir. Onları, dilediği zaman, dilediği gibi, dilediği kimselerin emrine verir.

Ayetlerin gölgesindeki bu güvenli noktada duruyor ve israiliyata dalmıyoruz.

Yüce Allah Davud ve Süleyman peygamberleri -selâm üzerlerine olsun- bollukla denemiş, nimetle onları imtihan etmişti. Hz. Davud'u yargı ile imtihan etmişti. Hz. Süleyman'ı ise, Sâd suresinde de değinileceği gibi, çalımlı atlarla imtihan etmişti. Şu halde yeri gelmeden bu imtihanın ayrıntısına geçmeyelim ve sonucu özetlemekle yetinelim. Kuşkusuz Hz. Davud ve Hz. Süleyman nimetle denenme karşısında sabretmişlerdi. İmtihan esnasında yaptıkları hatadan dolayı Allah'dan bağışlanma diledikten sonra, imtihanı başarı ile geçmişlerdï. Her ikisi de Allah'ın nimetlerine karşılık ona şükreden kimselerdi.

HZ. EYYÜP VE DARLIKLA SINAMA

Şimdi de Eyyüb peygamberin -selâm üzerine olsun- kıssasında somutlaşan darlıkla imtihana geçiyoruz.

 

83- Eyyüb'e gelince hani O "Bir derde yakalandım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin " diye Rabb'ine seslenmişti.

84- Biz de duasını kabul ederek pençesine düştüğü derdi giderdik. Ayrıca karşılıksız rahmetimizin bir eseri olarak ve bize kulluk edenlerin her zaman anacakları bir örnek olsun diye eski ailesini kendisine bir kat fazlası ile yeniden bağışladık.

Hz. Eyyüb'ün hikâyesi, sıkıntıyla imtihana ilişkin hikâyelerin en etkileyici olanı, en korkunç olanıdır. Kur'an ayetleri ayrıntıya girmeden genel çizgileri ile işaret ediyor. Burada da Hz. Eyyüb'ün duasını ve yüce Allah'ın duaya verdiği karşılığı sunuyor. Çünkü bu sureye egemen olan hava, yüce Allah'ın peygamberlerine yönelik rahmetinin, imtihan anında onları koruyuşunun yansıtıldığı havadır. Bu imtihanın, Hz. İbrahim, Lût ve Nuh peygamberlerin -selâm üzerlerine olsun- kıssalarında değinildiği gibi, milletlerinin onları yalanlaması veya Hz. Davud ve Süleyman'ın -selâm üzerlerine olsun- kıssalarında değinildiği gibi bol nimetin verilmesi ya da Hz. Eyyüb'ün -selâm üzerine olsun- durumunda olduğu gibi sıkıntı şeklinde olması farketmez.

Hz. Eyyüb -selâm üzerine olsun- burada dua ediyor ama, içinde bulunduğu durumu abartmıyor:

"Bir derde yakalandım."

Rabbini de sıfatı ile nitelendiriyor.

"Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin, diye Rabb'ine seslenmişti."

Yüce Allah'ın verdiği musibete sabrettiği için durumunu değiştirmesini istemiyor. Ona karşı takındığı edep ve haya tavrından dolayı bir şey önermiyor. Bu, musibetten dolayı içi sıkılmayan, asırlardır bir örnek olarak dilden dile dolaşan bir dertten duyduğu ızdırabı dışa vurmayan, sabırlı bir kulun örneğidir.

Hattâ Rabb'inden, başındaki musibeti kaldırmasını istemeye utanıyor. Onun kendi durumunu bildiğine güvenerek, bu yüzden istekte bulunmaya gerek olmadığını düşünerek işi O'na bırakıyor.

Hz. Eyyüb'ün Rabb'ine bu bağlılık duygusu ve bu edep tavrı içinde yöneldiği anda hemen karşılık veriliyor, o anda Allah ona rahmetini gönderiyor, imtihan sona eriyor.

"Biz de duasını kabul ederek pençesine düştüğü derdi giderdik. Ayrıca karşılıksız rahmetimizin bir eseri olarak ve bize kulluk edenlerin her zaman anacakları bir örnek olsun diye eski ailesini kendisine bir kat fazlası ile yeniden bağışladık."

Bedenindeki hastalık gideriliyor, eski sağlığına kavuşuyor. Ailesine yönelik musibet kaldırılıyor, kaybettiklerine karşılık yenileri bahşediliyor, benzerleri ile rızıklandırılıyor. Denildiğine göre, oğullarını kaybetmiş Allah da ona iki misli evlat bahşetmişti. Ya da ona oğullar ve torunlar vermişti.

"Karşılıksız rahmetimizin bir eseri olarak."

Çünkü her nimet Allah katından gelen bir rahmet, O'nun bahşettiği bir iyiliktir

"Bize kulluk edenlerin her zaman anacakları bir örnek olsun diye."

Bu olay onlara Allah'ı ve O'nun tabi tuttuğu imtihanı hatırlatır. Hem imtihan anında, hem de imtihandan sonra kullarına yönelik rahmetini hatırlatır. Kuşkusuz Hz. Eyyüb'ün tabi tutulduğu imtihan bütün insanlığa bir örnektir. Onun sabrında bütün insanlık için bir ibret dersi vardır. Kuşkusuz Eyyüb peygamber, bakışların hayranlıkla yöneldiği sabrın, edebin ve güzel akıbetin parlak ufkudur. (Hz. Eyyüb'ün başına gelen musibete ilişkin çeşitli söylentiler, değişik rivayetler vardır. Hattâ tiksindirici bir hastalığa yakalandığı, bu yüzden halktan tecrid edilip şehrin dışına çıkarıldığı da rivayet edilmektedir. Bunun hiçbir dayanağı yoktur. Peygamberlik görevi ile birlikte tiksindirici hastalık olmaz. Kur'an ayetinden anlaşılıyor ki, Hz. Eyyüb ailesi ve kendisi açısından bir sıkıntıya düşmüş, bu da bir imtihandır.)

İmtihan olayı sözkonusu edilmişken, "kulluk yapanlar"a işaret edilmesinin özel bir anlamı var. Çünkü imtihanlarla ve musibetlerle karşı karşıya kalanlar kulluk yapanlardır. İbadetin, inanç sisteminin ve imanın insana getirdiği yükümlülükler, ağır birer imtihandırlar. Bu ciddi bir iştir, oyun değildir. İnanç sistemi bir emanettir, onu koruyabilecek, yükümlülüklerini yerine getirmeye hazır güvenilir kişilerden başkasına verilmez. İnanç dudaklardan dökülen bir sözden ibaret değildir. Her dileyenin dilediği gibi ileri sürdüğü bir iddia değildir. Dolayısıyla ibadet edenlerin imtihanı başarıyla geçmeleri için sabretmeleri bir zorunluluktur.

 

85- İsmail'i, İdris'i ve Zülkifli de hatırla. Bunların her üçü de sabırlı kimselerdi.

86- Her üçünü de rahmetimizin kapsamına aldık. Onlar gerçekten salih kullarımızdandı.

Bu, peygamberlerin kıssalarındaki sabır unsuruna işaret ediyor.

Hz. İsmail, Rabb'inin kendisinin kurban edilmesi emrine karşı sabretmiş ve Rabb'inin emrine teslim olarak şöyle demişti:

"Babacığım sana emredileni yap, inşeallah beni sabredenlerden bulacaksın. (Saffat Suresi, 102)

İdris peygambere -selâm üzerine olsun- gelince. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ne zaman ve nerede yaşadığı bilinmiyor. Onun ölümünden sonra Mısırlılar'ın ibadet ettikleri insanlara ziraat ve sanatı öğreten ilk öğretmendir diye çeşitli efsaneler çıkardıkları "Oziris" olduğu söylenmektedir. Ama bu görüşü doğrulayacak bir kanıt yok elimizde. Şu halde onun da sabırda çeşitli örnekleri bulunan, örnek gösterilecek kişilerden olduğunu, bu yüzden Allah'ın kalıcı kitabında kendisinden söz edilmeyi hakettiğini bilmemiz gerekir.

Zülkifl'e gelince, onun da yaşadığı zamanı ve yeri belirleyemiyoruz. İsrailoğullarına gelen peygamberlerden biri olduğuna ilişkin görüş daha çok tercih edilmektedir. Ayrıca onun İsrailoğullarının salihlerinden olduğu, İsrailoğullarına gelen peygamberlerden biri ile, ölümünden sonra üç şarta bağlı olarak onun yerine İsrailoğullarının başına geçmek üzere sözleştiği söylenmektedir. Bu üç şart; geceleri namaz kılmak, gündüzleri oruç tutmak, hüküm verirken kızmamaktı. O da verdiği sözü tutmuş, bu yüzden -sözünün sahibi anlamında- "Zülkifl" adı verilmiştir. Ne var ki bu, dayanaksız bir söylentiden başka bir şey değildir. Şu halde Zülkifl için sabırlılık niteliğinin kesinlik kazanmasa için Kur'an ayetine bakmamız gerekir:

"Her üçünü de rahmetimizin kapsamına aldık."

Surenin akışı içinde onlardan söz edilmesinin maksadı da buydu.

 

BALIĞIN KARNINDAKİ HAYAT

87- Zunnun'a (Yunus'a) gelince hani o öfke içinde yurdundan ayrılırken artık bizim kendisini sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonra karanlıklar içinde "Senden başka ilah yoktur, sen her türlü noksanlıktan münezzehsin, ben gerçekten bir zalim oldum " diye bize seslendi.

88- Bunun üzerine duasını kabul ederek kendisini içine düştüğü sıkıntıdan kurtardık. İşte mü'minleri böyle kurtarırız.

Hz. Yunus'un kıssası da surenin akışı ile ahenk oluşturmak için kısa ve çarpıcı işaretler şeklinde yeralıyor. Kıssanın ayrıntıları ise Saffat suresinde sunuluyor. Ne var ki, bu işaretlerin anlaşılması için biraz açıklamada bulunmamız zorunludur.

Hz. Yunus'un -balık sahibi- diye adlandırılması, balık tarafından yutulup sonra dışarı atılmış olmasındandır. Hikâye şöyledir: Hz. Yunus Allah tarafından bir şehre peygamber olarak gönderilir. Halkı Allah'a çağırır. Halk bu çağrıya olumsuz tepki gösterir. Karşı çıkar. Bunun üzerine Hz. Yunus'un canı sıkılır öfkelenerek onları terkeder. Onları davet ederken karşı karşıya kaldığı zorluklara sabretmez. Ve yüce Allah'ın yeryüzünü ona dar etmeyeceğini sanır. Yeryüzü geniştir, şehirleri çoktur. Yeryüzünde birçok millet yaşamaktadır. Bunlar davete olumsuz tepki gösterip karşı çıkıyorlarsa, yüce Allah onu bir diğer topluma gönderecektir diye düşünür.

"Bizim kendisini sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı."

Yani "onu sıkmayacağımızı sanmıştı" sözünün anlamı budur.

Hz. Yunus'u -selâm üzerine olsun- kabaran öfkesi, boğulacak gibi artan can sıkıntısı, bir deniz kıyısına sürüklemişti. Orada demirlenmiş bir gemi bulur ve biner gemiye. Az sonra yükünün ağırlığından dolayı gemi batacak gibi olur. Bunun üzerine geminin tayfaları "diğer yolcuların boğulmaktan kurtulmaları için içlerinden birini denize atmaktan başka seçenek yoktur" derler. Kura çekerler, kura Hz. Yunus'a çıkar. Tutup atarlar veya kendisi atlar. Bu sırada bir balık tarafından yutulur. Böylece sıkıntısı kat kat artar, dayanılmaz bir sıkıntıya düşer. Karanlıklar içindeyken, balığın karnındayken, denizin ve gecenin karanlıkları içindeyken, "Senden başka ilah yoktur, sen her türlü noksanlıktan münezzehsin, ben gerçekten bir zalim oldum" diye Rabb'ine seslenmişti. Yüce Allah hemen duasına karşılık vermiş, içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmıştı. Balık onu denizin kıyısına atmış ve Saffat suresinde ayrıntılı olarak anlatılan olaylar meydana gelmişti. Bu surenin akışı için bu kadarlık bir açıklamayı yeterli buluyoruz.

Hz. Yunus'un kıssasının bu bölümünde dikkate alınması gereken uyarılar, yaklaşımlar vardır. Bunlara kısaca değinmek istiyoruz.

Hz. Yunus -selâm üzerine olsun- peygamberliğin yükümlülüklerine sabredememiş, milletinin inanmaması yüzünden canı sıkılmıştı. Davet sorumluluğunu bir kenara bırakmış, öfkeyle bulunduğu yeri terketmişti. Göğsü daralmış ve canı sıkılmış olarak çekip gitmişti. Bunun üzerine yüce Allah onu öyle bir sıkıntıya sokmuştu ki, yalanlayanların verdiği sıkıntılar bunun yanında çok basit kalırdı. Eğer Rabb'ine dönmeseydi, kendisine, davetine ve görevine karşı haksızlık ettiğini, zulüm işlediğini itiraf etmeseydi, yüce Allah onu bu sıkıntıdan kurtarıp düze çıkarmayacaktı. Ama ilahi güç onu korumuş ve kendisini kuşatan sıkıntılıdan kurtarmıştı.

Davetçilerin, insanları çağırdıkları inanç sisteminin yükümlülüklerine katlanmaları zorunludur. insanların bu inancı yalanlamalarına, bu inanç uğruna kendilerine eziyet etmelerine sabretmelidirler. Doğru ve güvenilir olduğu halde, insanın yalanlanması gerçekten de insanın zoruna gider. Ama bu da peygamberlerin gerektirdiği yükümlülüklerden birisidir. Bu yüzden davet yükünü omuzlayanların sabırlı olmaları, zorluklara katlanmaları bir kaçınılmazlıktır. Kararlı olmaları; direnmeleri zorunludur. Daveti tekrarlamaları, yeniden anlatmaları, tekrar baştan almaları gerekmektedir.

İstedikleri kadar reddedilsinler, yalanlansınlar, inatçılıkla, burun kıvırmakla karşılaşsınlar; ruhların ıslah olmasından, kalplerin olumlu tepki göstermesinden ümitlerini kesmeleri doğru değildir. Şayet yüz kere uğraştıkları halde insanların kalplerine ulaşamamışlarsa, yüz birinci kere de ulaşabilirler. Eğer bu bir kez de sabrederlerse, sürekli uğraşırlarsa, karamsarlığa düşmezlerse, kalplere giden yollar önlerine açılacaktır.

Davetin yolu kolay ve tehlikesiz değildir. Kalplerin davete olumlu karşılık vermeleri o kadar çabuk ve rahat olmaz. Çünkü kalpler üzerine çöreklenmiş yığınlarca ağırlık vardır. Batılın, sapıklığın, gelenek ve göreneklerin, düzen ve rejimlerin bir sürü kalıntısı vardır. Bu kalıntıları, bu artıkları bertaraf etmek, her türlü yolu deneyerek kalpleri diriltmek, kalplerde uyarılmaya müsait bütün noktaları uyarmak kaçınılmazdır. İletişimi sağlayacak kanallara yüklenmek zorunludur. Direnilirse, sabredilirse, ümitsizliğe düşülmezse, bu uyarıcı dokunuşlardan biri hedefe varabilir. Uyarıcı dokunuş hedefine varır varmaz, o bir anda insanın iç yapısını altüst edebilir, tamamen değiştirilebilir. Zaman zaman insan dehşete kapılabilir. Çünkü bir kere uğraştığı halde bir sonuç alamamıştır. Sonra birdenbire rastgele gerçekleşen dokunuşlardan biri insanın iç yapısındaki hedefine ulaşır ve en ufak bir çaba sonucu insanın duygularını harekete geçirebilir. Oysa daha önce ne zahmetler çekilmişti.

Bu durumu benim gözümde canlandıran en iyi örnek, verici istasyonu bulmak için uğraşılan radyo alıcısıdır. Çok kere ibreyi hareket ettirirsin, götürür getirirsin; buna rağmen bir türlü istasyonu bulamazsın. Oysa sen istasyonun yerini bulmak için büyük özen gösteriyorsun, yerini de doğru tespit ediyorsun, ama bulamıyorsun. Fakat rastgele yaptığın bir el hareketi sonucu, verici dalgayı yakalıyorsun, sesleri, nağmeleri alıyorsun.

İnsan kalbi radyo alıcısına benzer. Bunun için davetçiler, ufukların ötesinden, kalplerden gelen sinyalleri almak için, ibreyi sürekli çevirmelidirler. Çünkü bin kere denedikten sonra bir kere de uyarıcı dokunuş verici istasyona ulaşabilir.

İnsanlar çağrısına olumlu karşılık vermiyorlar diye davetçinin öfkelenmesi, insanlardan uzaklaşması son derece kolay bir şeydir. Bu, rahatlatıcı bir davranıştır. Öfkeyi dindirir, sinirleri yatıştırır. Peki davet ne olacak? Çağrıyı yalanlayan ve karşı çıkan insanları terkedip gitmenin sonucu ne elde edecektir davetçi?

Aslolan davadır, davetçinin şahsı değil. Davetçinin canı sıkılabilir. Ama sıkıntısını yenmeli ve yoluna devam etmelidir. En iyisi sabretmesi ve insanların sözlerinden dolayı sıkılmamasıdır.

Davetçi kudret elinde bir araç niteliğindedir. Allah, insanlara sunulmak üzere gönderdiği mesajını daha iyi gözetir, daha iyi korur. Şu halde davetçi her türlü şartlarda ve her ortamda görevini yapmalı, gerisini Allah'a bırakmalıdır. İnsanları gerçeğe iletmekse Allah'ın elindedir.

Kuşkusuz Hz. Yunus'un kıssasında, davetçiler için çıkarılması gereken dersler vardır.

Hiç kuşkusuz Hz., Yunus'un Rabb'ine dönmesinde, zulmettiğini itiraf etmesinde, dava adamları için üzerinde düşünülmesi gereken ibret noktaları vardır.

Kuşkusuz yüce Allah'ın Hz. Yunus'a yönelik rahmeti ve karanlıklar içinde pişmanlığını dile getirdiği duasına olumlu karşılık vermesi mü'minler için bir müjde niteliğindedir.

"İşte mü'minleri böyle kurtarırız."

 

RAHMETİN KUŞATICILIĞI

89- Zekeriyya'yı da hatırla. Hani O Rabb'ine "Ya Rabb'i, beni tek, evlatsız bırakma, gerçi en hayırlı mirasçı sensin, her şey sonunda sana kalacaktır" diye seslendi.

90- Biz de duasını kabul ederek kendisine Yahya'yı armağan etmiş, eşini geçimli ve doğurgan yapmıştık. Bütün bu peygamberler iyi işler yapmaya koşarlar, umut ve korku içinde bize dua ederler, bize gönülden saygı beslerlerdi.

Hz. Yahya'nın -selâm üzerine olsun- doğumu hikâyesi, Meryem ve Al-i İmran surelerinde ayrıntılı olarak yeralmıştı. Burada ise bu hikâye, surenin genel akışı ile ahenk oluşturacak şekilde sunuluyor. Hikâye Hz. Zekeriyya'nın duası ile başlıyor.

"Ya Rabb'i beni tek, evlatsız bırakma."

Arkasından hemen mabede geçiyor. Hz. Zekeriyya İsrailoğulları arasında Hz. İsa'nın doğumundan önce ibadet için ayrılan mabedin işleri ile uğraşırdı. Hz. Zekeriyya inancın ve malın gerçek varisinin yüce Allah olduğunu unutmuş değildir.

"Gerçi en hayırlı mirasçı sensin."

O sadece kendisinden sonra ailesinin dinini ve malının idaresini en güzel şekilde üstlenecek soyundan birini istiyordu. Çünkü yaratıklar yeryüzünde ilahi güce perde niteliğindedirler.

Hz. Zekeriyya'nın duasına doğrudan doğruya ve çabucak karşılık veriliyor:

"Biz de duasını kabul ederek kendisine Yahya'yı armağan etmiş, eşini geçimli ve doğurgan yapmıştık."

Çünkü karısı kısırdı, doğum yapacak durumda değildi. Surenin akışı bütün bu ayrıntıları özetliyor ve en kısa yoldan yüce Allah'ın duaya verdiği karşılığı sunuyor:

"Bütün bu peygamberler iyi işler yapmaya koşarlar."

Bu yüzden yüce Allah da dualarına çabuk karşılık veriyor.

"Umut ve korku içinde bize dua ederler."

Allah'ın hoşnutluğunu umarak, öfkesinden korkarak yalvarıyorlardı. Çünkü kalpleri yüce Allah'a sağlam bir şekilde bağlıydı. Sürekli onunla iletişim halindeydi.

"Bize gönülden saygı beslerlerdi."

Ne büyüklük taslarlardı, ne de zorbalık yaparlardı.

Zekeriyya da, eşinde ve Yahya da bulunan bu olumlu niteliklerden dolayı, ebeveyn, iyi bir oğulla ödüllendirilmeyi hakediyor. Bu mübarek aile yüce Allah'ın rahmetine kavuşuyor.

 

91- Irzına dokundurtmayan Meryem é gelince ona ruhumuzdan bir soluk üfleyerek kendisini ve oğlunu tüm insanlar için gücümüzün sınırsızlığını kanıtlayan bir mucize yaptık.

Ayetin orjinalinde Hz. Meryem'in adı geçmiyor. Çünkü amaç, peygamberlik zinciri içinde onun oğlunu anmaktır. O da surenin akışı içinde oğluna tabi olarak yeralmaktadır. Ve oğlu ile ilgisi bulunan, niteliklerine değinilmektedir.

"Irzına dokundurtmayan."

Onu koruyan ve her türlü ilişkiden sakınan... Ayette korumak anlamına gelen "ihsan" kelimesi genelde evlilik için kullanılır. Çünkü evlilik kadını fuhuştan korur. Ama burada ise asıl anlamında kullanılmıştır. Bu ise, meşru olsun gayri meşru olsun her türlü ilişkiden korunmak demektir. Bu, aynı zamanda yahudilerin, Hz. Meryem'in, kendisi ile birlikte mabedin işlerine bakan Yusuf en-Neccâr'la ilişki kurduğu yolunda çıkardıkları dedikoduları reddeden, Hz. Meryem'i temize çıkaran bir açıklamadır. Bugün elde bulunan İnciller de Hz. Meryem'in Yusuf en-Neccâr'la evlendiği ama ilişki kurmadığı yazılmaktadır.

Kuşkusuz Hz. Meryem mahrem yerini korumuştu.

"Ona ruhumuzdan bir soluk üfledik."

Buradaki üfleme geneldir ve tahrim suresinde olduğu gibi yeri belirlenmiyor. Bu konuda, Meryem suresinde açıklamada bulunmuştuk. Şu anda ele aldığımız ayetin gölgesindeki yolculuğumuzu sürdürmek için ayrıntıya girmiyoruz, sözü uzatmıyoruz. Ayetle birlikte, gerçekleştirmek istediği hedefe doğru yol alıyoruz.

"Kendisini ve oğlunu tüm insanlar için gücümüzün sınırsızlığını kanıtlayan bir mucize yaptık."

Daha önce bu mucizenin benzeri görülmemişti. Halen de görülmüş değildir. Bütün insanlık tarihinde sadece bir kere gerçekleşen bir mucizedir bu. Çünkü bunun gibi bir tek örnek, insanların kuşaklar boyu üzerinde düşünmeleri, evrensel kanunları yaratan ama hareketlerini bu kanunlarla sınırlı tutmayan ve dilediğini yapabilen kudret elini kavramaları için yeterlidir.

Peygamberlerden, onların tabi tutuldukları imtihanlardan ve yüce Allah'ın onlara yönelik rahmetinden örnekleri kapsayan bu açıklamanın sonucunda, bu örneklerin sunuluşu ile amaçlanan hedefe ilişkin geniş bir değerlendirme yeralıyor:

92- İşte bu oluşturduğunuz ümmet, tek bir ümmettir, Rabb'iniz de benim. Öyleyse sırf bana kulluk ediniz.

Sizin şu ümmetiniz, peygamberler ümmeti tek bir ümmettir. Tek bir inanç sistemine uymaktadır. Tek bir hareket metodunu izlemektedir. O da sadece Allah'a yönelmektir, başkasına değil.

Yeryüzünde tek bir ümmet. Gökte tek bir Rabb. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun dışında kulluk edilecek tanrı yoktur.

Tek bir kanun doğrultusunda hareket eden tek bir ümmet. Yerde ve gökte yürürlükte olan tek bir iradeye şahitlik eden tek bir ümmet...

Bu noktada sunduğumuz bu açıklama, bütün surenin etrafında döndüğü eksenle buluşuyor. Birlikte tevhid inancını vurguluyorlar. Evrene egemen yasalarla, varlıklar alemini yönlendiren kanunlarla birlikte tevhid inancına şahitlik ediyorlar.

Yaratıcının birliğine şahitlik eden evrensel yasalar ile, yüce Allah'ın ümmetin ve inanç sisteminin birliğine şahitlik eden peygamberleri davetçiler olmak üzere göndermesine ilişkin yasanın sunulmasından sonra yeralan surenin bu son bölümünde, ayetlerin akışı, kıyametin bir sahnesini ve şartlarını sunuyor. Bu sahnede, Allah'a ortak koşanların ve Allah'a ortak koşulan düzmece tanrıların akıbetleri gözlemleniyor. Yüce Allah'ın uygulama ve planlama açısından eşsizliği ön plana çıkıyor.

Sonra yeryüzüne varis olmaya ilişkin ilahi yasa açıklanıyor, bu arada Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğinde somutlaşan yüce Allah'ın rahmeti ifade ediliyor.

Bu noktada Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- onlardan uzak durması, onları akıbetleri ile başbaşa bırakması, haklarında verilecek hükmü Allah'a bırakması emrediliyor. Onların Allah'a ortak koşmalarına, getirdiği ayetleri yalanlamalarına, alaya almalarına karşı Allah'dan yardım istemesi, onları oyun ve eğlence bataklığında bırakması emrediliyor. Çünkü hesaplaşma günü yakındır.

 

TEVHİD TEMELİNE DAYALI ÜMMET

93- Fakat insanlar inanç birliğinden ayrılarak çeşitli gruplara bölündüler. Ama hepsi sonunda bize döneceklerdir.

Peygamberler ümmeti, tek bir inanç sistemine, tek bir millete dayalı tek bir ümmettir. Bu ümmetin temelini tevhid gerçeği oluşturmaktadır. Varlık alemini yönlendiren yasalar sistemi buna şahitlik etmektedir. Daha başlangıçtan itibaren gelmiş geçmiş bütün peygamberler herhangi bir değişiklik yapmadan, insanları bu gerçeğe davet etmişlerdir.

Ama, her milletin kapasitesi, her kuşağın gelişmişliği; insanlığın kavrayışının ve deneyiminin gelişmesi; yükümlülük alma ve kanunlara uyma olgunluğu, deneyimler, kuşaktan kuşağa gelişme kaydeden hayat ilişkileri ve araçları ile orantılı olarak tevhide dayalı hayat sistemlerinde bazı eklemeler, ayrıntılar olabilir.

Peygamberlerin tek bir ümmet olmasına, peygamberlerin insanlara sundukları mesajların temel dayanakları bir olmasına rağmen, peygamberleri izleyenler birbirleri ile ilişkilerini koparmış, herbiri bir tarafa çekilmiştir. Aralarında tartışmalar baş göstermiş, birçok konuda görüş ve inanç ayrılığına düşmüşler, aralarında bitmez tükenmez bir düşmanlık, bir kin almış yürümüştür. Bütün bunlar, aynı peygamberi izleyen toplumlar arasında meydana gelmiş, bu toplumlar inanç sistemi adına birbirlerini öldürecek duruma gelmişlerdir. Oysa inanç sistemi birdir. Bütün peygamberlerin ümmeti bir tek ümmettir.

Bunlar dünyada birbirleri ile ilişkilerini koparmışlar. Ama ahirette topluca Allah'ın huzuruna dönecekler.

"Ama hepsi sonunda bize döneceklerdir."

Çünkü dönüş sadece O'nadır. Onları hesaba çekecek O'dur. Doğru yolda ya da sapıklıkta oluşlarını O bilir.

94- Kim mü'min olarak yararlı ameller işlerse emeği gözardı edilmez. Biz onu mutlaka yazıya geçiririz.

İşte, iş ve karşılığı hakkında yürürlükte olan ilahi kanun budur. İman temeline dayandığı sürece yapılan hiçbir iyi iş inkâr edilemez, örtbas edilmez. Çünkü Allah katında yazılıdır bu. Ve orada olduğu gibi kaydedilir, bir tarafının zayi olması, kaybolması mümkün değildir.

Şu halde iyi bir işin değerinin olabilmesi için, daha doğrusu iyi bir işin varolabilmesi için iman kaçınılmazdır. İmanın meyve vermesi için, daha doğrusu imanın gerçekten varolabilmesi için iyi işler yapmak bir zorunluluktur.

İman hayatın temel dayanağıdır. Çünkü iman, insan ile varlık alemi arasında gerçek bir bağdır. İçinde yeralan canlı cansız yaratıklarlâ birlikte varlıklar alemini tek ve ortaksız yaratıcısına bağlamaktadır. Varlıklar alemini yüce yaratıcının istediği biricik yasaya döndürmektedir. Binanın kurulabilmesi için temelin atılmış olması bir kaçınılmazlıktır. Kastedilen bina salih ameldir. Salih amel de kendisi için kaçınılmaz olan temele dayanmadımı yıkılması kesindir.

Salih amel imanın meyvesidir. İmanın varlığının ve canlılığının vicdanda yer etmesi için salih amel gereklidir. İslâm özü itibariyle harekete dönük bir inanç sistemidir. Vicdanda varlığı gerçekleşince anında salih amel olarak dışa yansır. Vicdanda yereden imanın, gözlemlenen görüntüsüdür salih amel. Derinlere kök salmış bir gövdenin olgunlaşmış mevyesidir.

Bu yüzden Kur'an-ı Kerim ne zaman iş ve karşılığını sözkonusu etse, sürekli iman ile salih ameli birlikte ifade eder. Çünkü hareketsiz, uyuşuk, iş görmez ve meyve vermez bir imanın karşılığı olmaz. Başlı başına ve imana dayanmayan amel de olmaz.

İmandan kaynaklanmayan iyi bir hareket, tesadüfen gerçekleşmiş, köksüz bir harekettir. Çünkü bu hareket belirli bir sistemle ilişkili değildir, her zaman yürürlükte olan bir yasa ile bağlantısı yoktur. Bu hareket olsa olsa, varlık aleminde iyi bir iş yapmak için gerekli olan temel bir etkenden bağımsız bir arzudur, bir ihtirastır. Bu temel, salih amel işlenmesini isteyen ilaha iman etmektir. Çünkü bu, evrende sağlam bir yapı kurmanın, iyi bir iş becermenin aracıdır. Yüce Allah'ın bu hayat için belirlediği olgunluk noktasına ulaşmak için bir araçtır. Belli bir hedefi olan, bu hayatın hedefi ve gidiş yönü ile ilgisi bulunan bir harekettir bu. Geçici bir eğilim değildir. Beklenmeyen bir heyecan, rastgele savurulmuş bir söz, evrenin ve evrene hükmeden yasa sisteminin yöneldiği taraftan kopuk bir yöneliş değildir.

Dünyada adilce bir karşılık görmüş olsa da, işin gerçek karşılığı ahirette verilir. Dolayısı ile kökten yok edilme cezasına çarptırılan şehirlerin halkları, kesinlikle yaptıklarının karşılığını son olarak vermek üzere tekrar toplanacaklardır. Dönüp toplanmaları mümkün değildir. Kesinlikle döneceklerdir.

95- Yok ettiğimiz kentlerin halklarının hesap vermek üzere bize dönmemeleri imkânsızdır.

"Hepsi sonuçta bize döneceklerdir" dedikten sonra ayetlerin akışı bu şehirleri ayrıca sözkonusu etmektedir. Çünkü onların dünyada yok edilmeleri, artık işlerinin bittiği, hesaplarının bütünüyle görüldüğü düşüncesini uyandırabilir. Bu yüzden bu şehirlerin halklarının Allah'ın huzurunda toplanacakları, O'na dönecekleri kesin bir ifadeyle vurgulanmaktadır. Dönmeme olayının imkânsızlığı, kesin bir ifade ile ve böyle bir şeyin olması haramdır şeklinde dile getirilmektedir. Bu cümle oldukça ilginç ve alışılmadık bir yapıya sahiptir. Bu yüzden tefsirciler bunu yorumlamaya kalkmış ve cümledeki "Lâ" edatının fazla olduğunu söylemişlerdir. Buna göre ayet bu şehirlerin yok edildikten sonra tekrar kurulmalarının ya da kıyamet gününde battıkları yerden çıkmalarının imkânsızlığını ifade etmektedir. Bunların ikisi de dayanaksız yorumlardır. Ayeti açık anlamını gözönünde bulundurarak yorumlamak doğrudur. Çünkü bu durumda daha önce de söylediğimiz gibi, surenin akışı içinde belli bir hedefi olur ayetin.

 

YE'CUC İLE ME'CUC VE KIYAMET

96- Sonunda Ye'cuc ile Me'cuc'un önündeki set yıkıldığında bunlar bütün tepelerden akarak her tarafa yayılırlar.

97- Gerçek vaadin (kıyamet gününün) eşiğine gelindiğinde kâfirlerin bakışları dehşetten donakalır ve "Eyvah halimize! Biz bu anın geleceğinden gafil yaşadık, biz gerçekten zalimlerden olduk" derler.

98- Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar, cehennem odunusunuz. Hepiniz oraya gireceksiniz.

99- Eğer o taptıklarınız, gerçekten ilah olsalardı, cehenneme girmezlerdi. Oysa hepsi sürekli olarak orada kalacaklardır.

100- Onlar orada hırıltılı sesler çıkararak inleyeceklerdir ve kulakları hiçbir ses işitemeyecektir.

101- Daha önce akıbetlerinin iyi olacağını takdir ettiğimiz kimselere gelince, onlar cehennemden uzak tutulacaklardır.

102- Onlar cehennem ateşinin uğultusunu duymazlar ve ebedi olarak canlarının çektiği nimetler içinde kalırlar.

103- Onları o en büyük korku ürkütmez. Melekler kendilerini "Bugün, size vaktiyle vadedilen gündür" diyerek karşılarlar.

104- O gün göğü, yazılı sayfaların dürüldüğü gibi düreriz. Varlıkları ilk başta nasıl yarattıksa, onları aynı şekilde yeni baştan diriltiriz. Bu yerine getirmeyi üstlendiğimiz bir sözdür. Biz onu mutlaka yaparız.

Kehf suresinde yeralan Zülkarneyn hikâyesinde Ye'cuc ve Me'cuc 'dan söz ederken, şunları söylemiştik: Surenin akışının Ye'cuc ve Me'cuc'un ortaya çıkışı ile bağlantılı olarak ifade ettiği yüce Allah'ın vaadi yaklaştı. Belki de bu olay Tatarların saldırıları ve doğuyu batıyı istila etmeleri, ülkeleri ve tahtları yerle bir etmeleri ile gerçekleşmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yaşadığı günlerden beri "kıyamet yaklaştı" demektedir. Ne var ki, yüce Allah'ın vaadinin yaklaşması, kıyamet için belirli bir zamanı ifade etmez. Çünkü zamanın Allah katındaki hesabı insanlarınkinden farklıdır.

"Rabb'inin katındaki bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir." (Hacc Suresi, 47)

Amaç, o günün gelişini tasvir etmektir. Yeryüzünde yaşanan ve insanlarca seyredilen sahneler gibi basitleştirerek sunmaktır. Bu sahnede Ye'cuc ve Me'cuc her tepeden hızla ve büyük bir kargaşa ile boşalıyor gibi canlandırılmaktadır. Bu da Kur'an-ı Kerim'de insanların gözleriyle gördükleri sahneleri kullanarak, onları yeryüzü sahnelerinden yola çıkarak ahiret sahnelerini düşünmeye yöneltme amacı ile başvurulan bir yöntemdir.

Burada sunulan bu sahnede ani baskına uğrayanların şaşkınlıkları apışıp kalmaları özellikle belirginleşiyor:

"Kâfirlerin bakışları dehşetten donakalır."

Ansızın yakalandıkları bu korkudan dolayı hareketsiz kalmış, kıpırdamıyor bile gözleri. Manzaranın iyice canlandırılması ve belirginleştirilmesi için "şahısatün" yani "gözleri açıp hiç kıpırdamama" kelimesi kullanılıyor.

Sonra ayetlerin akışı durumlarını anlatıyor ve konuşmaları ön plana çıkarılıyor. Böylece sahneye bir canlılık katılıyor, öylece sunuluyor:

"Eyvah halimize! `Biz bu anın geleceğinden gafil yaşadık, biz gerçekten zalimlerden olduk, derler."

Bu, ansızın korkunç gerçekle karşı karşıya kalan şaşkın insanın panik halini tasvir etmektedir. Şaşırmış, gözleri faltaşı gibi açılmış kıpırdamıyor bile. Ahlıyor, vahlıyor, feryat ediyor. Suçunu itiraf ediyor, pişman oluyor. Ama iş işten geçtikten sonra...

Bu panik içinde bu dehşet anında suçlarını itiraf eder etmez, onlar hakkında geri çevrilmesi sözkonusu olmayan hüküm veriliyor:

"Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar, cehennem odunusunuz. Hepiniz oraya gireceksiniz."

Sanki hemen o anda hesaba çekilmek üzere yüce Allah'ın huzurunda toplanıyorlar. Düzmece tanrıları ile birlikte cehenneme sürükleniyorlar. Oraya adeta fırlatılıyorlar. Yumuşak davranma, acıma yok onlara. Tohum saçılır gibi cehenneme atılıyorlar adeta. Bu sırada düzmece tanrıları hakkında ileri sürdükleri görüşlerin yalan bir iddia olduğuna ilişkin bir kanıtla karşı karşıya getiriliyorlar. Onlara gözle görülen realiteden bir kanıt gösteriliyor.

"Eğer o taptıklarınız, gerçekten ilah olsalardı, cehenneme girmezlerdi." Ahirette meydana geliyormuş gibi dünyada gözler önüne serilen bu sahneden elde edilen bu kanıt, vicdanları harekete geçirmeye yönelik bir kanıttır. Sonra ayetlerin akışı onların fiilen cehenneme sürüklenişlerini anlatmaya devam ediyor ve oradaki yerlerini ve durumlarını tasvir ediyor. Çok zor bir durum içinde bulunduklarından durumu kavramaları mümkün değildir.

"Oysa hepsi sürekli olarak orada kalacaklardır."

"Onlar orada hırıltılı sesler çıkararak inleyeceklerdir ve kulakları hiçbir ses işitemeyecektir."

Mü'minlerin bütün bu akıbetlerinden kurtulmuş olduklarını görmek için bunları bir kenara bırakıyoruz. Daha önce yüce Allah mü'minlere iyilikte bulunmuş, kurtuluş ve başarı takdir etmişti.

"Daha önce akıbetlerinin iyi olacağını takdir ettiğimiz kimselere gelince onlar cehennemden uzak tutulacaklardır."

"Onlar cehennem ateşinin uğultusunu duymazlar ve ebedi olarak canlarının çektiği nimetler içinde kalırlar."

Ayette geçen "hasiseha" uğultusu kelimesi, musiki vurgusu ile anlamını tasvir eden kelimelerdendir. Bu kelime vurgusu ile ateşin alev alev yanarken çıkardığı sesi aktarmaktadır. O korkunç sesi canlandırmaktadır. Hiç kuşkusuz bu, insanı ürperten, tüyleri diken diken eden bir sestir. Bu yüzden daha önce kendilerine iyilik bahşedilenler, fiilen bu ateşi tatmak bir yana, yanarken çıkardığı sesten, müşrikleri dehşete düşüren bu büyük panikten kurtulmuşlardır. Canlarının istediği gibi güvenli bir ortamda ve her türlü nimet içinde yaşıyorlar. Melekler onları sevgi ile karşılıyorlar. Bu korkunç ve dehşet verici ortamda içlerine güven duygusunu akıtmak için onlara eşlik ediyorlar.

"Onları o en büyük korku ürkütmez. Melekler kendilerini `Bugün, size vaktiyle vaadedilen gündür' diyerek karşılarlar."

Sahne evrenin alacağı son şekli gözler önüne seren bir tablo ile son buluyor. Bu da böylesine zorlu bir günde hem kalplerin duyduğu dehşeti, hem de evrenin alacağı şekli tasvir ediyor:

"O gün göğü, yazılı sayfaların dürüldüğü gibi düreriz."

Sayfaları biriktirip onlara bekçilik yapan birinin, sayfalarını dürmesi gibi gökler dürülüveriyor. İş artık bitmiştir. Sahnenin sunulması da tamamlanıyor. İnsanın şimdiye kadar görüp alıştığı evren dürülüp bir kenara bırakılıyor. Yeni bir dünya, yeni bir evren kuruluyor.

"Varlıkları ilk başta nasıl yarattıksa, onları aynı şekilde yeni baştan diriltiriz. Bu yerine getirmeyi üstlendiğimiz bir sözdür. Biz onu mutlaka yaparız."

YERYÜZÜNÜN GERÇEK VARİSLERİ

Evrenin ve canlıların ahiretteki akıbetlerini tasvir eden bu sahneden sonra surenin akışı, yeryüzüne varis olmaya ilişkin yüce Allah'ın koyduğu kanunu, bunun yanında yeryüzü varisliğinin hayatta Allah'a kulluk yapanlara ait olduğunu açıklıyor. İki sahne arasındaki ilgi ve bağ gayet açıktır.

 

105- Andolsun ki, nezdimizdeki saklı belgelerden sonra peygamberlere indirdiğimiz kutsal kitaplara da "Ancak salih, yapıcı kullar yeryüzünün varisleri olabilirler" diye yazdık.

Ayetin orjinalinde geçen Zebur, bizzat Hz. Davud'a gelen kitaptır. Ki bu durumda da zikirden maksat, Zebur'dan önce indirilen Tevrat olur. Ya da her kitap için kullanılan bir niteliktir. Çünkü Zebur asıl kitabın bir bölümü anlamına gelir. Eksiksiz sistemi, kusursuz mercii, yüce Allah'ın varlık alemine egemen kıldığı tüm yasaları kapsamına alan zikrin, levh-i mahfuzun bir bölümü anlamına gelir.

Her neyse, yüce Allah'ın "Andolsun ki, nezdimizdeki saklı belgelerden sonra peygâmberlere indirdiğimiz kutsal kitaplarda da yazmıştık." sözünün amacı , yüce Allah'ın yeryüzüne varis olmaya ilişkin olarak belirlediği kanunu açıklamaktır.

"Ancak, salih, yapıcı kullar yeryüzünün varisleri olabilirler."

Şu halde nedir bu varislik? Allah'ın salih kulları kimlerdir?

Yüce Allah Hz. Adem'i -selâm üzerine olsun- yeryüzünü imar etmesi, islah etmesi, geliştirmesi, kalkındırması, içindeki değerli madenleri ve enerji kaynaklarını kullanması, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini çıkarması ve bunlar aracılığı ile yüce Allah'ın kendisi için belirlediği olgunluk derecesine ulaşması için halife tayin etmiştir.

Yüce Allah, bu dünyada onun doğrultusunda hareket etmesi amacı ile insan için eksiksiz bir hayat sistemi belirlemiştir. Bu sistem iman ve salih amel temeline dayanır. İnsanlara gönderilen söz ilahi mesaj da bu sistemin ayrıntılı şeklidir. Yüce Allah insana değer kazandıran, saygınlığını koruyan kanunlar koymuştur. Böylece adamları arasında denge ve ahenk sağlamıştır.

Bu sistemde sırf yeryüzünün imarı, zenginlik kaynaklarının çıkarılması ve enerji kaynaklarından yararlanılması hedeflenmez. Bunun yanısıra insanın bu dünya hayatında kendisi için takdir edilen kemal (olgunluk) noktasına erişmesi için insanın iç dünyasının da gözetilmesi bir hedeftir. Böylece insan, materyalist dış görünüşe önem veren uygarlığın kıskacında hayvanlık düzeyine inmekten, insanlığından ödün vermekten kurtulur. Aynı zamanda yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarından da en iyi şekilde yararlanır.

Bu dengeli ve uyumlu hayata ulaşmak için yol alındığında, terazinin kefelerinden biri ağır basarken, biri hafif kalabilir. Yeryüzüne zorbalar, zalimler ve tağutlar egemen olabilirler. Kan emiciler, barbarlar ve saldırganlar yeryüzünü istila edebilirler. Kimi zaman yeryüzünün enerji kaynaklarını ve güçlerini maddi açıdan iyi kullanan kâfirler, günahkârlar üstünlük sağlayabilirler. Ama bunlar, yolda karşılaşılan deneyimlerden başka bir şey değildirler. En sonunda yeryüzünün egemenliği iman ile salih amele birlikte sahip bulunan salih kulların eline geçecektir, yeryüzüne onlar varis olacaklardır. Onlar iç dünyalarında olsun, yaşayışlarında olsun iman ile salih amel unsurlarını birbirinden ayırmazlar.

Tarihin hangi döneminde olursa olsun kalpte yer eden iman ile onun dışa yansıması olan pratik hareket bir millette birlikte bulununca o millet yeryüzünde önderliği elde eder, şu yeryüzüne varis olur. Ama bu iki temel unsur birbirinden ayrılınca terazi sarsılır, denge bozulur. Maddi. araçları ellerinde bulunduranlar kimi zaman yeryüzünde üstünlük sağlayabilirler. Bu durum, mü'min görünenlerin maddi araçları ellerine geçirmeye eğilimli olmadıkları, mü'minlerin kalplerinin insànı salih amel işlemeye, yeryüzünü kalkındırmaya ve yüce Allah'ın insana yüklediği halifelik görevinin gereklerini yerine getirmeye iten gerçeklerden yoksun oldukları zamanlarda sözkonusu olur.

İman sahiplerinin imanlarının gereklerini yerine getirmekten başka seçenekleri yoktur. Bu da salih amel işlemektir. Allah'ın vaadini gerçekleştirmek ve O'nun konumunu uygulamak için halifeliğin gereklerini yerine getirmektir. Yüce Allah'ın konumu şudur.

`'Ancak salih, yapıcı kullar yeryüzünün varisleri olabilirler."

"İman edenler, imanlarının gereği olan davranışları sergileyenler. İşte onlar salih kullardır.

 

KUR'ANIN MÜ'MİNLERE MESAJI

106- Hiç kuşkusuz bu Kur'an'da Allah'a kulluk edenler için yeterli olacak nitelikte bilgi ve mesaj vardır.

107- Biz seni tüm alemlere rahmet olarak gönderdik.

108- Müşriklere de ki; "Bana ilahınızın tek Allah olduğu vahyolundu. Siz bu ilkeyi benimseyip müslüman oluyor musunuz "

109- Eğer bu çağrına sırt çevirirlerse onlara de ki; ' `Bana gelen mesajı duyurarak bu konuda sizi kendimle eşit bilgi düzeyine erdirdim. Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa uzak mıdır, onu bilemem. "

110- "Hiç kuşkusuz Allah, açıkça söylediğiniz sözleri bildiği gibi içinizde sakladığınız duyguları da bilir. "

111- ' `Bilemem; belki de azabınızın ertelenmesi sizin sınavdan geçirilmeniz ve belirli bir sürenin sonuna kadar dünya nimetlerinden yararlandırılmanız içindir. "

112- Peygamber dedi ki; "Ya Rabb'i, benim ile müşrikler arasındaki davayı hak ilkesi uyarınca hükme bağla. Sizin düzmece iddialarınız ve asılsız yakıştırmalarınız karşısında tek sığınağım, son derece merhametli olan Rabb'imin yardımıdır. "

"Hiç kuşkusuz bu Kur'anda, Allah'a kulluk edenler için yeterli olacak nitelikte bilgi ve mesaj vardır."

Kuşkusuz bu Kur'anda ve onun evren ve hayattan, insanların dünya ve ahiretteki akıbetlerinden, iş ve karşılığı kurallarından gözler önüne serdiği ilahi kanunlar... Evet bunda, Allah'ın yol göstericiliğini algılayacak kapasiteye sahip kimseler için bir açıklama ve yeterli bir kanıt vardır. Yüce Allah bunları "Kulluk edenler" diye isimlendiriyor. Çünkü ibadet eden biri, Allah'dan korkan ve algılamaya; düşünmeye ve yararlanmaya hazır bir kalbe sahiptir.

Kuşkusuz yüce Allah, tüm insanları doğru yola iletsin diye onlara yönelik bir rahmet olaràk göndermiştir peygamberini. Ama doğru yolu bulmaya hazır ve yetenekli olanlardan başkası da hidayete eremez. Ama Allah'ın rahmeti hem mü'minler hem de mü'min olmayanlar için gerçekleşir.

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği hayat sistemi, tüm insanlık için mutluluk kaynağı, onları bu hayatta kendileri için belirlenen kemal noktasına ulaştıran bir sistemdir.

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- sunduğu bu mesaj insanlığın akli olgunluğa eriştiği bir dönemde gelmiştir. Her kuşaktan, gelecek her nesilden akılların anlayacağı, insanlık hayatının değişmez temellerin kapsayıcı ve değişen ihtiyaçlara cevap veren bir kitap olarak gelmiştir. Kuşkusuz insanların değişen ihtiyaçlarını ancak yüce Allah bilebilir. Çünkü yarattıklarını en iyi o bilir. O latiftir, her şeyden haberdardır.

Bu kitap değişen insanlık hayata için kalıcı bir sistemin temellerini koymuştur. Sürekli gelişen ve değişen hayatın ihtiyaç duyduğu ikinci derecede hükümlerin çıkarılmasını, aynı şekilde bu hükümlerin hayat ve ortamın koşullarına uygun şekilde uygulama yöntemlerini belirlemeyi de insana bırakmıştır. Ama belirlenen bu hüküm ve yöntemler kalıcı sistemin ilkeleri ile çelişmemelidir.

Kur'an-ı Kerim düşünme hakkını ve akla düşünme imkânı tanıyan bir toplumu garanti etmekle, insan aklına hareket özgürlüğü tanımıştır. Hayat için belirlediği sistemin sınırları içinde özgürlüğünü kullanmasını öngörmüştür. İnsan hayatının gelişmesi, ilerlemesi ve insan hayatı için bu dünyada belirlenen kemal noktasına erişmesi için bu husus gereklidir.

Bugüne kadar insanlığın geçirdiği deneyimler, yüce Allah'ın koyduğu bu sistemin insanlığın her alanda attığı tüm adımlardan önde olduğunu, bundan böyle de önde olacağını göstermiştir. Tüm bağlantıları ile birlikte insan hayatının bu sistemin gölgesi altında sürekli gelişme kaydetmesi mümkündür. Bu sistem her zaman insanlığa yol göstericilik yapar. Onu geriden izlemez. Onu durdurmaz, geride kalmaya zorlamaz. Çünkü bu sistem her zaman insanlığın adımlarını geride bırakır. İnsanlığın en mükemmel gelişmesini dahi kapsayacak genişliğe sahiptir.

Bu sistem, insanlığın gelişme ve ilerleme isteklerine olumlu karşılık verirken ne şekilde olursa olsun bireysel ya da toplumsal açıdan hiçbir enerjiyi baskı altında tutmaz. İnsanlığı emeğinin ürünlerinden ve kendi çabası ile geliştirdiği hayatın güzelliklerinden yararlanmaktan yoksun bırakmaz.

Bu sistemin değeri, dengeli ve uyumlu oluşundan kaynaklanmaktadır. Ruhsal açıdan yükselmek için bedene işkence etmeyi öngörmez. Bedensel arzuları tatmin etmek için de ruhu ihmal etmez. Toplumun yada devletin çıkarı uğruna bireyin enerjisini, bozulmamış fıtri arzularını sınırlandırmaz. Toplumsal hayatı olumsuz yönden etkileyecek ya da toplumu bir ferdin veya fertlerin arzularını tatmin aracı kılacak şekilde ferdi, azgın ihtirasları, sapık istekleri ile başbaşa bırakmaz.

İslâm sisteminin insanın omuzlarına yüklediği bütün yükümlülüklerde insanın enerjisinin kapasitesi ve yararı gözönünde bulundurulmuştur. Ayrıca insan bu yükümlülükleri yerine getirmesinde kendisine yardımcı olacak yetenek ve güçlerle donatılmıştır. Ayrıca bu yükümlülükler insana çekici ve sevimli gelecek niteliklere sahip kılınmışlardır. Zaman zaman insan bu yükümlülükler uğruna çeşitli sıkıntılara, acılara katlansa da bu yükümlülükler onun isteklerinden birini karşılamaktadır, onun sahip olduğu enerjilerden birinin işler hale gelmesini sağlamaktadır.

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği bu din, toplumu için ondan sonra da tüm insanlık için rahmet kaynağı olmuştur. Bu dinin ilkeleri ilk önceleri insanlığın vicdanına yabancı gelmişti. Çünkü bu ilkelerle pratik hayatın ve ruhsal hayatın realitesi arasında büyük bir mesafe vardı. Ama insanlık bu dinin geldiği günden itibaren adım adım bu ilkelerin ufuklarına doğru yol almıştır. Bu ilkelere olan yabancılığı duygularından silinmiştir. Başka isimler altında da olsa bu ilkelere göre hayatını biçimlendirmiş, bu ilkeleri uygulamıştır.

İslâm, ırk ve bölgesel farklılıkların potasında eridiği insanlığın birliği ilkesine çağırmak için gelmiştir. Tüm insanlığı tek bir inanç ve tek bir toplumsal düzen etrafında birleştirmek için gelmiştir. İşte bu, o gün için insanlığın vicdanına, düşüncesine ve pratik yaşayışına yabancı bir çağrıydı. Eşraf takımından olanlar kendilerini kölelerinkinden farklı bir tabiata sahip kişiler sayıyorlardı. Ama aynı insanlık onüç küsur asırdır İslâmın belirlediği çizgiye ulaşma çabasındadır. Fakat ikide bir ayakları kayıp yoldan sapıyor. Bunun nedeni eksiksiz İslâmın aydınlığında yok olmasıdır. Şu da var ki, kuru bir iddia ve sözde de kalsa İslâm sisteminin kimi yönlerini benimsemiş bulunmaktadırlar. Buna rağmen Avrupa ve Amerika'da toplumlar halâ İslâmın bin üçyüz küsur senedir savaş açtığı ırkçılığı ısrarla sürdürmektedirler.

İslâm, tüm insanların kanun ve yargı önünde eşitliklerini sağlamak için gelmiştir. İslâmın bu çağrıyı, yaptığı günlerde insanlar birtakım sınıflara ayrılmışlardı, her sınıfın da ayrı bir kanunu vardı. Daha doğrusu kölelik ve derebeylik dönemlerinde efendinin arzusu bir kanundu. İşte bu ilerici ve çağlar üstü sistemin insanları yargı önündeki mutlak eşitlik ilkesine çağırması insanlığa tuhaf geliyordu. Ama bakın aynı insanlık, teorik de olsa İslâmın bin üçyüz küsur seneden beri pratikte uyguladığı bu ilkeyi adım adım benimseme çabası içindedir.

Bunların dışında Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği dinin insanlık için rahmet kaynağı olduğunu ve Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- alemlere rahmet olarak gönderildiğini gösteren birçok kanıt vardır. Bu rahmet, ona inanan ve inanmayan herkesi kapsamaktadır. Çünkü bütün insanlık, isteyerek veya istemeyerek bilinçli ya da bilinçsiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği sistemden etkilenmiştir. Bu rahmetin gölgesi halâ devam etmektedir. Gölgesinde dinlenmek, kavurucu dünya çölünde, özellikle günümüzde huzur veren meltemlerin esintisini, kokusunu almak isteyenler bu rahmete koşabilirler:

Bugün insanlık her zamankinden çok bu rahmeti ve esenliği duyumsamaya muhtaçtır. Çünkü insanlık, büyük bir bunalım ve şaşkınlık içinde yaşamaktadır. Materyalizmin bataklığında savaşların cehenneminde kıvranıp durmaktadır. Kalpler ve ruhlar kaskatı kesilmiştir.

KUR'ANIN MÜŞRİKLERE MESAJI

Rahmetin anlamı iyice belirginleştirilip vurgulandıktan sonra Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- kendisini yalanlayan ve alaya alanlara karşı, alemlere rahmet kaynağı olan mesajını açıklaması emrediliyor:

"Müşriklere de ki; "Bana ilahınızın tek Allah olduğu vahyolundu. Siz bu ilkeyi benimseyip müslüman oluyor musunuz?"

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- insanlığa sunduğu mesajda yeralan ve insanlık için bir rahmet olan unsur budur. Bu, insanlığı cahiliye kuruntularından, putçuluğun ağırlıklarından, vehim ve hurafenin baskısından kurtaran mutlak tevhittir. Hayat bu sağlam temele dayandırılır. Böylece varlık alemi ile insan hayatı arasında ilişki kurulur. Apaçık evrensel yasalar ve değişmez ilahi kanunlar uyarınca. Arzular, ihtiraslar ve sınırsız isteklere göre değil. Bu sayede insanların başlarının dik olmaları, bir ve ezici güce sahip Allah'dan başkasının önünde eğilmemeleri garantilenmiş olur.

İşte rahmete giden yol:

"Müslüman oluyor musunuz?"

Hz. Peygamberin, -salât ve selâm üzerine olsun- kendisini yalanlayan ve alaya alanlara yöneltmesi istenen tek soru budur.

"Eğer bu çağrına sırt çevirirlerse, onlara de ki; `Bana gelen mesajı duyurarak bu konuda sizi kendimle eşit bilgi düzeyine erdirdim."

Yani getirdiğim mesajın içeriğini artık biliyorsunuz. Dolayısıyla ben ve siz bilgi açısından aynı durumdayız. "İlan etmek" kelimesi barış dönemini bitirip savaşı başlatmak, karşı tarafa savaşın başladığını ve artık barışın sözkonusu olmadığını ifade etmek için kullanılır. Burada ise; -Bu sure Mekki olduğu ve henüz savaş emri verilmediği için- kastedilen Hz. Peygamberin onlardan vazgeçtiğini, onları bildikleri akıbetleri ile başbaşa bıraktığını, bu tavırlarının sonucundan korkuttuğunu bildirmesidir. Artık bir mazeretleri kalmamıştır. Şu halde ne olduğunu çok iyi bildikleri tutumlarının cezasını çekmelidirler.

"Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa uzak mıdır, onu bilemem."

Ben size her şeyi açıkladım. Ama tehdit edildiğiniz azabın ne zaman gerçekleşeceğini bilemem. Bu, yüce Allah'a özgü gaybın, kapsamında olan bir şeydir ve Allah'dan başlıcası bilemez bunu. Çünkü dünya ve ahirette uğrayacağınız azabı ancak O bilir. O sizin gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir. Sizin hiçbir şeyiniz O'na gizli değildir.

"Hiç kuşkusuz Allah, açıkça söylediğiniz sözleri bildiği gibi içinizde sakladığınız duyguları da bilir."

Sizin durumunuz her yönüyle O'na açıktır. Size azap edeceği zaman, durumunuzun gizlisini de açığını da bildiğinden dolayı azap edecektir. Azabımızı ertelerse, bu ertelemenin hikmetini de ancak O bilir.

"Bilemem; belki de azabınızın ertelenmesi sizin sınavdan geçirilmeniz ve belirli bir sürenin sonuna kadar dünya nimetlerinden yararlandırılmanız içindir."

Bu geciktirme ile yüce Allah'ın neyi irade ettiğini bilemem. Belki de, O, bu geciktirmenin sizin için bir imtihan ve deneme aracı olmasını diliyor. Sizi bir süre oyalanasınız diye bırakıyor. Sonra o güçlü ve etkin yakalayışı ile yakalar sizi.

Bu şekilde bilmediğini ifade etmekle son derece etkileyici bir uyarı yöneltmektedir gönüllerine. Böylece her türlü ihtimali düşünmelerini, ansızın kendilerini yakalayacak dehşetin korkusunu içlerinde taşımalarını sağlıyor. Gönüllerini nimetlerle oyalanmanın getirdiği boş vermişlikten uyarıyor. Belki de bunun ötesinde bir imtihan ve deneme unsuru yatmaktadır fikrini uyandırıyor. Ne zaman geleceği ve nasıl geleceği belli olmayan bir azabı düşünmek, insan ruhunun sürekli korku içinde bulunması, sinirlerin gergin olması ve her an için perdenin kalkıp örtülü gaybın ortaya çıkacağı beklentisi içinde olması için yeterlidir.

İnsan kalbi, Allah'a özgü gaybın kapsamında kendisini bekleyen akıbetten habersiz olabilir. Dünya nimetleri, oyun eğlence insanı aldatabilir. İnsan gözü önüne çekilmiş perdenin ötesinde kendisini bekleyen bir akıbetin olduğunu ve ne zaman gerçekleşeceği bilinmeyen bu akıbeti ancak yüce Allah'ın bildiğini, ancak. O'nun bu akıbeti ortaya çıkaracağını unutabilir.

İşte bu uyarı kalpleri uyanıklığa çağırmakta ve iş işten geçmeden, henüz zaman varken kendilerine bir fırsat vermektedir.

Bu noktada Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Rabb'ine yönelmektedir. Emaneti yerine getirmiş ve mesajı ulaştırmıştır. Her şeyi açıkça duyurmuş, musibetin ansızın gelip çatmasından sakındırmıştır... Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- burada Rahman olan Rabb'ine yöneliyor ve kendisi ile akıbetlerinden habersiz alaya alanlar arasındaki meseleyi hakka göre çözümlemesini istiyor. Onların tuzaklarına ve yalanlamalarına karşı Rabb'inin yardımını istiyor. Çünkü sadece O'ndan yardım istenir.

"Peygamber dedi ki; `Ya Rabb'i, benim ile müşrikler arasındaki davayı hak ilkesi uyarınca hükme bağla. Sizin düzmece iddialarınız ve asılsız yakıştırmalarınız karşısında tek sığınağım, son derece merhametli olan Rabb'imin yardımıdır."

Büyük rahmet sıfatının burada anılmasının, özel bir anlamı vardır. Çünkü peygamberi alemlere rahmet olarak gönderen O'dur. Ama yalanlayanlar onu yalanladılar, alaycılar onunla dalga geçtiler. Şu halde O, peygamberine rahmet etmeyi, onların nitelendirmelerine karşılık O'na yardım etmeyi üzerine almıştır.

Bu etkileyici bölümle sona eriyor sure. Nitekim bunun gibi etkileyici bir girişle başlàmıştı. Böylece surenin başı ile sonu, etkileyici, güçlü ve derin bir musiki vurguya sahip olmakla birbirlerini bütünlemektedirler.

ENBİYA SURESİNİN SONU

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net