Mekke müşrikleri Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- başlarına dünya veya ahiret azabını yıkmasını ve bunun hemen gerçekleşmesini istiyorlardı. Zaman uzadıkça ve başlarına inecek olan azap geciktikçe, onlar da bu azabın daha çabuk gelmesine ilişkin aceleci ve alaylı isteklerinde ileri gidiyor ve daha da şımarıyorlardı. Hz. Muhammed'in, iman etmeleri ve teslim olmaları için kendilerini aslı ve gerçekliği olmayan şeylerle korkuttuğunu sanıyorlardı. Allah'ın onlara zaman tanımasının hikmetini ve onlara süre tanımakla ilgili rahmetini kavrayamıyorlardı. Bu nedenle yüce Allah'ın evrene serpiştirdiği işaretlerini ve Kur'an ayetlerini düşünüp anlamaya çalışmıyorlardı. Halbuki bu ayetler, azapla korkutarak insanlara hitap etmekten çok, onların akıllarına ve kalplerine hitap ediyorlardı! Allah'ın kendisine akıl, bilinç ve düşünme yeteneği, irade ve düşünce özgürlüğü vererek onurlandırdığı insana en uygun yöntem de buydu.
Surenin baş tarafı şüphe götürmez kesin bir haberle başlıyor: "Allah'ın hükmü yakında gerçekleşecektir." Emrin verildiğine ve iradenin gerçekleştiğine işaret eden bir ifade... Sadece bu ayet bile emrin zamanının ve uygulanacağının kesinliğine kanıt olarak yeterlidir. "Buna göre onun bir an önce gerçekleşmesini boşu boşuna isteyip durmayın." Çünkü Allah'ın yasası onun iradesine uygun şekilde işler. Başkalarının onu öne almak istemesi, bu yasayı öne alamaz. Ricası da onu geciktiremez. Allah'ın azaba veya kıyamete ilişkin emri belirlenmiş ve sona ermiştir artık. Bunların meydana gelişi ve bu emrin infazı ise belirlenmiş zamana bırakılmıştır. Ne bir an ileri alınabilir, ne de bir an geciktirilebilir.
Bu kesin ve değişmez ifade, ne kadar böbürlense de ne kadar sabit fikirli olsa da insanın ruhu üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Bu aynı zamanda pratik gerçeğe de uygun düşmektedir. Çünkü Allah'ın emri mutlaka gerçekleşir. O'nun sadece hüküm vermesi bile o hükmün anında yürürlüğe girmesi anlamındadır. Bu emrin oluşu bile O'nun iradesinin gerçekleşmesi için yeterlidir. Yani ifade şeklinde bir abartma yoktur. Gerçeğe aykırı bir tarafı bulunmamaktadır. Ve aynı zamanda insanın şuuru ve bilinci üzerinde derin etki bırakmaya ilişkin amacına da ulaşmaktadır.
Tek olan Allah'a ortak koşmalarına ilişkin uygulama ve bu şirkten kaynaklanan düşüncelere gelince yüce Allah bunlardan uzak olduğunu belirtmiştir: "Allah, onların kendisine yakıştırdıkları ortaklardan uzaktır, yücedir." Düşünce ve anlayıştaki düşüklükten kaynaklanan şirkin her şeklinden ve her çeşidinden uzaktır.
Şirkten münezzeh olan ve onların ortak koştuklarından uzak bulunan Allah'ın hükmü geldi. Allah, insanları kuruntuları ve faydasız arzularıyla başbaşa bırakmaz. Onlara gökten kendilerini diriltecek ve kurtaracak olan vahyi gönderir. "Dilediği kullarına kendi iradesince melekler ile ruhu gönderir."
Bu Allah'ın en başta gelen büyük nimetidir. İlerde de geleceği gibi yüce Allah gökten su indirerek yeryüzünü ve bedenleri diriltmekle yetinmeyip, ruhu diriltmek için kendi katından melekleri de gönderir. Burada ruh kavramının kendine özgü bir çağrışımı ve anlamı vardır. Ruh burada hayattır. Hayatın kaynağıdır. Nefislerde, vicdanlarda, akıllarda ve duygularda bir hayat. Toplumu bozulmadan, çözülmeden ve yıkılıştan koruyan bir hayat. Bu hayat, Allah'ın insanlara gökten indirdiği rahmetin ilki ve kullarına bahşettiği nimetin en değerlisidir. Onu Allah'ın temiz yaratıkları olan melekler, Allah'ın seçkin kulları olan peygamberlere indirirler. Bu mesajın özü ve esası şudur:
Allah "benden başka ilah yoktur, sırf benden korkunuz" uyarısını, mesajını insanlara duyursunlar diye'...
İşte bu, ilahlığın bir ve ortaksızlığıdır, inancın ruhudur, nefsin hayatıdır. İnsanı dirilten yöneliş ile yok edici yöneliş arasındaki yol ayırımıdır. Bir tek ilaha bağlanmayan bir nefis, bir ruh şaşkın ve yıkılmış bir ruhtur. Çeşitli eğilimler onu kendine çeker. Kuruntular onu etkisi altına alır. Çelişkili düşünceler onu paramparça eder. Tereddütler ve şeytanî telkinler kemirir onu. Bir bütün olarak derli toplu bir halde herhangi bir hedefe yönelemez!
Ayetteki "ruh" kavramı bütün bu anlamları kapsamına alıyor. Ve pek çok nimetleri içeren surenin girişinde, bunlara işaret ediyor. Böylece Allah'ın tüm nimetlerinin ancak onunla ortaya çıkacağı anlaşılıyor. Gerçekten de bu en büyük niméttir. Bu nimet olmadan diğerlerinin hiçbir değeri yoktur. İnsanlığı diriltecek olan akide nimeti kendisine bahşedilmedikten sonra insanlık ruhu, yeryüzünün bütün nimetlerinden güzel şekilde yararlanma imkânını elde edemez.
Burada sadece korkutmaya, uyarıya yer veriliyor. Ve bu vahyin ve peygamberliğin özü olarak değerlendiriliyor. Zira surenin akışının çoğunluğu yalanlayıcılar, müşrikler, Allah'ın nimetlerini inkâr edenler, Allah'ın helâl kıldıklarını haram sayanlar, Allah ile yapmış oldukları sözleşmeyi bozanlar ve imandan dönüş yapanlar etrafında dönüp dolaşmaktadır. Dolayısıyla bu bağlamda sadece uyarmayı ve korkutmayı gündeme getirmek, daha uygun olmaktadır. Yine bu esnada takvaya, sakınmaya ve Allah korkusuna çağrıda bulunulması daha yerinde olmaktadır.
GÖKLER, YER VE İNSANSonra ayetleri sunmaya geçiyor. Yaratıcının birliğini gösteren yaradılış ayetlerini, nimeti verenin birliğini gösteren nimet ayetlerini, öbek öbek, demet demet sunuyor. Önce göklerin, yerin ve insanların yaradılışıyla başlıyor:
3- Allah, gökleri ve yeri haklı bir gerekçe uyarınca yarattı; O, onların kendisine yakıştırdıkları ortaklardan uzaktır. 4- O insanı bir meni damlacığından yarattı; fakat o birdenbire pervasız bir tartışmacıya dönüştü.
"Allah, gökleri ve yeri haklı bir gerekçe uyarınca yarattı."
Her ikisini de yaratmanın ana direği haktır. Onları idare etmenin ana direği de haktır. Onları ve onlarda bulunan nesneleri kullanmada hak, köklü temel bir unsurdur. Bunların hiçbiri başıboş ve anlamsız değildir. Her şey hak temeli üzerine kurulmuştur. O'nunla şekillenmiş, O'na bağlanmış ve eninde sonunda O'na varacaktır. "O onların kendisine yakıştırdıkları ortaklardan uzaktır." Yeri ve göğü yaratan ve bu ikisinde bulunan canlı ve cansız tüm varlıkları yaratan Allah, onların ortak koştuğu her türlü yaratıktan da münezzehtir. Hiç kimse ve hiçbir şey O'nun ortağı değildir. O ortaksız olan tek yaratıcıdır.
"O insanı bir meni damlacığından yarattı; fakat o birdenbire pervasız bir tartışmacıya dönüştü."
İnsanın başlangıcı ile sonucu arasında ne korkunç mesafe var aman Allah'ım! Basit bir damla su ile yaratıcısına karşı gelen, onu inkâr eden, varlığı veya birliği konusunda tartışmalara, sürtüşmelere giren düşmanca tavır takınan insan arasındaki korkunç uzaklık. Bir nütfe olarak başlangıcı ile tartışmaya ve düşmanlığa dönüşmesi arasında hiçbir ayırıcı özellik ve zaman dilimi yoktur. İfade olayı bu şekilde tasvir etmektedir. Başlangıç ile sonuç arasındaki uzaklığı böylece kısaltmaktadır. Ta ki, bu ayrılış tam olarak ortaya çıksın, geçişin ne kadar uzak boyutlara ulaştığı farkedilsin. İnsan burada birbirine bakan iki sahne ve iki zaman arasında durmaktadır. Basit, değersiz nütfe sahnesi ile apaçık bir düşman olan insan sahnesi... Bu, tasvirde kasıtlı olarak tercih edilmiş özlü bir ifadedir.
İNSANA HİZMET EDEN YARATIKLARSurenin akışı içinde yerden ve göklerden oluşan evren sahasında, evet insanın içinde durduğu, bu geniş sahada Allah'ın insanların hizmetine verdiği yaratıklarına yer veriliyor. Ve önce dört ayaklı hayvanlardan söz ediyor:
5- Allah hayvanları da yarattı. Bunlar size soğuktan koruyucu yünler, kıllar ile başka birçok yararlar sağlarlar ve etlerini de yersiniz. 6- Bu hayvanlar, onları sabahleyin otlağa salarken ve akşam geri getirirken, size göz zevki sağlarlar. 7- Bu hayvanlar, ancak ağır sıkıntıya katlanarak varabileceğiniz uzaklıktaki beldelere yüklerinizi taşırlar. Hiç kuşkusuz Rabbiniz pek şef katli ve merhametlidir. 8- Allah atları, katırları, e,şekleri, binek ve süs hayvanı olarak yarattı. O sizin bilmediğiniz daha nice canlıları yarattı.
Kur'an'ın ilk olarak inmeye başladığı buna benzer bir toplumda -ki bu toplumların benzerleri pek çoktur- çiftçilikle uğraşan her toplum -ziraat ile geçimini sağlayanlar- o gün bugündür dünyada çoğunluğu oluştururlar...- İşte böyle bir toplumda dört ayaklı evcil hayvanların sağladığı nimetler somutlaştırılıyor. Bunlar öyle hayvanlardır ki, onlar olmadan insanoğlunun hayatı da olmaz. Arap Yarımadası'nda o gün bilinen bu hayvan türleri, deve, sığır, koyun ve keçiydi. At, katır ve eşek binek hayvanı olarak kullanılırdı. Bunların eti yenmezdi. (Atların eti konusunda fıkıhta görüş ayrılıkları vardır. Ebu Hanife onları sadece binek ve ziynet hayvanı olarak belirleyen bu ayete ve bazı hadislere dayanarak etlerini haram saymıştır. Bilginlerin çoğunluğu ise, sahih hadislere ve yaşayan sünnete dayanarak etlerini helal saymışlardır..) Kur'an-ı Kerim bu nimetleri sergilerken, dikkatimizi bu hayvanların insanlığın zorunlu ihtiyaçlarına cevap verişlerine dikkat çektiği gibi, insanların zevklerine de cevap verdiklerine dikkat çekmektedir. Bu hayvanların derilerinden, yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından sıcak tutan elbiseler yapılır. Ayrıca onların etlerinden, sütlerinden ve diğer ürünlerinden de birtakım yararlar elde edilir. Onların etleri, sütleri ve yağları yenmektedir. Kendi kendinize zar-zor varabileceğiniz uzak yerlere yüklerinizin taşınmasında kullanılmaktadırlar. Ayrıca bunları akşamleyin toplayıp getirirken, sabahleyin de meraya salarken zevk alırsınız. Onların alımlı, gösterişli, semiz ve tatlı hallerinin manzaraları size ayrı bir zevk verir. Köylüler, bu olguyu ruhlarının ve duygularının tüm derinlikleriyle şehirlilerden daha iyi kavrarlar.
At, katır ve eşekler insanın zorunlu olan binek ihtiyacını karşılarlar. Ayrıca güzellik ve ziynet de zevkleri doyurur.
"Allah atları, katırları, eşekleri binek ve süs hayvanı olarak yarattı."
Bu kadarcık bir yaklaşım bile Kur'an'ın ve İslâmın hayata bakış açısını açıklaması açısından büyük bir önem taşımaktadır. Bu bakış açısından güzellik vazgeçilmez bir özelliktir. Nimetlerden amaç, sadece insanın zorunlu ihtiyaçları olan yeme-içme ve binek değildir. Zorunlu ihtiyaçların dışında kalan zevklerine cevap verilmesi de bir nimettir. Güzellik duygusunu, iç sevincini, hayvani eğilimleri ve yine hayvani ihtiyaçları aşan yüksek insani duyguları tatmin etmek de bir nimettir.
"Hiç kuşkusuz Rabbiniz pek şefkatli ve merhametlidir." Kendi başlarına kaldıkları zaman ancak zar-zor kavuşabilecekleri memleketlere ağır yüklerinin taşınmasına ilişkin açıklamanın hemen ardından bu hayvanların yaradılışındaki nimete ve bu nimetteki Allah'ın rahmetine dikkat çekilmektedir.
"O sizin bilmediğiniz daha nice canlıları yarattı."
Hayvanların yeme, taşıma ve güzellik için yaratıldığı at, katır ve eşeğin ise binek ve ziynet için yaratıldığı bu şekilde vurgulanıyor. Böylece insan düşüncesinde bu sahanın kapısı açık bırakılmış oluyor. Ta ki, insanın kendisi taşıma, ulaştırma, binek ve ziynet eşyası araçlarına yenilerini ilave edebilsin. Düşünceleri, çevrelerinin sınırını taşıyarak içinde yaşadıkları zaman dilimini aştığında, donuklaşmasın. Her zaman ve her yerde varolanların ötesinde başka tablolar vardır. Allah bu tabloların insanlar tarafından ortaya çıkarılıp, düşüncelerinin ve anlayışlarının bu şekilde genişlemesini dilemektedir. Yüce Allah bu araçların, ortaya çıktıklarında insanların onlara ilgi duymasını, karşı çıkmamasını, kullanmakta ve yararlanmaktan kaçınılmamasını istemektedir'. Meseleyi "bizim atalarımız, koyun, keçi, sığır, deve gibi evcil hayvanları, at, katır ve eşek gibi binekleri kullandılar, biz de bunlardan başkasını kullanmayız. Kur'an-ı Kerim sadece bu hayvanları belirlemiştir. Bunların dışında kalanlara yanaşmayız" şeklinde değerlendirmemelerini istemektedir!
İslâm, hayatın tüm enerjilerini ve hayata ilişkin tüm planlamaları karşılayacak özelliklere sahip, açık ve esnek bir inanç sistemidir. Bu nedenle Kur'an zihinleri ve kalpleri, insanın gücünü, bilgisini artıracak, geleceğini bayındır hale getirecek her türlü gelişmeyi algılamaya hazırlar. Yaratılış, ilim ve hayatın, olağanüstü evrelerinden ortaya çıkan her yeniliği algılamaya müsait, açık ve dini bir vicdana sahip olmalarını sağlar.
Yük, taşıma, binek ve süs araçları oldukça gelişmiştir. Bu gelişmeleri o zamanın insanları bilmiyorlardı. İlerde de birtakım gelişmeler olacak ve günümüz insanlarının bilmediği bir dizi yeni araçlar bulunacaktır. Kur'an-ı Kerim hiçbir donukluğa ve taşlaşmaya yer vermeden kalpleri ve zihinleri bu yeni gelişmelere hazırlamaya çalışır.
"O sizin bilmediğiniz daha nice canlıları yarattı."
Yeryüzünde somut amaçlara ulaşabilmek amacıyla yük ve taşımacılık, binek ve seyahat konularına değinilirken bu bağlamda bir de manevi amaçlar, manevi bir yürüyüş ve manevi yollara da değiniliyor. Ortada bir de Allah'a giden yol vardır. Bu yol amacına varan dosdoğru bir yoldur. Eğrilmez, amacından uzaklaşmaz. Yine birtakım yollar vardır ki, hedefe götürmez ve insanı düze çıkarmaz. Yüce Allah, hakikate giden yolu bizzat kendisi gösterme ve açıklamayı garanti etmiştir. Bu yolu evrendeki ayetler ve insanlara gönderdiği peygamberleriyle ortaya koymuştur.
9- Yolun doğrusunu göstermek Allah'ın tekelindedir. Kimi yollar eğridir. Eğer o dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi. "
Amaca ulaştıran yol dosdoğru olup, eğriliği, büğrülüğü olmayan yoldur. Bu yol hiç şaşmadan insanı direkt amacına götürmektedir. Eğri yol ise, hedefe götürmeyen, hedefi aşan veya hedefe vardığında sona ermeyen, sapık ve sınırı aşan yoldur:
"Eğer O dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi."
Fakat yüce Allah insanı doğruluğu ve sapıklığı kabullenebilecek bir yeteneğe sahip halde yaratmayı dilemiştir. Doğru yolu seçmeyi veya sapık yolu tercih etmeyi O'nun iradesine bırakmıştır. Bu nedenle bazı insanlar doğru yolda yürümeyi tercih etmiş bazı insanlar da yanlış yolda yürümeyi seçmiştir. Bu her iki tercih de insanı, ona seçim özgürlüğü veren Allah'ın dilemesinin dışına çıkarmaz.
10- Size gökten su indiren O'dur ve hayvan otlattığınız çayırlar O'nun sayesinde gelişir. 11- Allah su aracılığı ile sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve çeşit çeşit meyvalar bitirmektedir. Bunda düşünen kimseler için ibret dersi vardır.Yağmur yüce Allah'ın şu evrende belirlediği yasalara uygun olarak gökten yeryüzüne iner. Bu sistemin hareketleri bu değişmez yasalara göre düzenlenir. Yine bu yaratıcının iradesi ve düzenlemesine uygun olarak sonuçlarını ortaya çıkarır. Her hareketin ve her sonucun kaynağını oluşturan Allah'ın özel belirlemelerinden ve takdirinden direktif alır. İşte yağmur burada Allah'ın nimetlerinden biri olarak anılmaktadır:
Su aracılığı sunulan nimetler, bu alanda sözkonusu edilen suyun özelliğidir. Sonra otlağın özelliğine değiniyor: "Hayvan otlattığınız çayırlar O'nun sayesinde gelişir." Bu da içinde hayvanlarınızı otlattığınız meralardır. Bu özelliğin sözkonusu edilişi daha önce hayvanlardan söz edilmiş olmasındandır. Böylece otlaklar ile hayvanlar arasındaki genel havaya bir uyum sağlanmış olmaktadır. Sonra insanları besleyen ekinler, zeytin, hurma, üzüm ve diğer meyva ağaçlarıyla beraber veriliyor.
"Bunda düşünen kimseler için ibret dersi vardır." Allah'ın bu evrendeki idaresini ve insanın hayatına elverişli olan evrensel yasalarını düşünenler için... Eğer evrenin yasaları insanın hayatı için elverişli olmasaydı, onun yaradılışına uygun düşmeseydi ve ihtiyaçlarına cevap vermeseydi insan bu dünya gezegeni üzerinde yaşayamazdı. Bu dünya gezegeninde insanın yaradılışı bir tesadüfün eseri değildir. Yine bu gezegen ile diğer yıldız ve gezegenler arasındaki oranlama rastlantıyla gerçekleşmiş olamaz. Atmosferde ve uzayda meydana gelen olayların bu şekilde gerçekleşmesi, insanın hayatına elverişli gördüğümüz şekilde onun tüm ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde düzenlenmesi tesadüf değildir.
Evrenin idaresindeki hikmeti kavrayacak olanlar bu olgular üzerinde düşünenlerdir. İşte ancak bu düşünenler evrende meydana gelen yağmur gibi bir olayı, olay ile varlığın yüce ilkeleri arasında bir bağ kurabilirler. Yağmurla yeryüzünde gerçekleşen hayat, ağaç, ekin ve meyveler ile bunların yaratıcının varlığına kanıt oluşturduğunu düşünenler; O'nun zatının, iradesinin ve idaresinin eşsizliğini kavrayabilirler. Düşünmeyen gafiller ise bu tür ayetlerin önünden sabah akşam, yaz-kış geçip gittikleri halde bu ayetler onların merak duygularını uyandırmaz ve onların öğrenme dürtülerini ve kalplerini bu eşsiz düzenin sahibini araştırmaya doğru harekete geçirmezler.
12- Allah gece ile gündüzü, güneş ile ayı yararınıza sundu. Yıldızlar da O'nun buyruğu ile canlılara hizmet sunmaktadırlar. Bunlarda düşünen kimseler için ibret dersi vardır.Allah'ın evrendeki idaresinin ve O'nun aynı zamanda insanlığa sunduğu nimetlerinin görüntülerinden bazıları gece, gündüz, güneş, ay ve yıldızlardır. Bunların hepsi yeryüzünde yaşayan insanın ihtiyacına cevap vermektedir. Bunlar insanın tekeline girsinler, malı olsunlar diye yaratılmamıştır. Fakat insanın yararlanması için yalnızca emrine verilmişlerdir. Mesela gece ve gündüz olayı bu insan denen yaratığını hayatında önemli bir etkiye sahiptir. Dileyen, gecesi olmayan bir gündüzü veya gündüzü olmayan bir geceyi düşünüp zihninde canlandırsın, sonra da bununla beraber bu yeryüzünde insanların ve bitkilerin nasıl yaşayacaklarını düşünsün.
Güneş de, ay da böyledir. Yer gezegeni üzerindeki hayatın onlarla doğrudan ilişkisi vardır. Hayatın asıl varlığı ve gelişmesi de onlarla ilintilidir. "Yıldızlar da O'nun buyruğu ile canlılara hizmet sunmaktadırlar." İnsan için ve Allah'ın bildiği insanın dışındaki varlıklar için.
Bunların hepsi Allah'ın idaresindeki hikmetin sadece bir yönüdür. Bütün bir evrende işleyen yasaların ahengini, düşünen, aklını kullanan ve olayların arka planında işleyen kanunları, yasaları kavrayan akıl sahipleri anlayacaklardır.
"Bunlar da düşünen kimseler için ibret dersleri vardır."
13- O yeryüzünde yarattığı çeşitli türdeki varlıkları da sizin yararınıza sundu. Bunda öğüt alan kimselere ibret dersi vardır.
İşte bu varlıklar Allah'ın yeryüzünde yarattığı ve kullanmasını insanlara bıraktığı kimi zaman insan hayatının ana temelini de oluşturan değişik nedenlerdir. Yer altında gizli olarak saklı bulunan bu zengin kaynaklarına bir göz attığımızda bunların gün geçtikçe daha da olgunlaşan insanların hizmetine sunulduğunu görürüz. Bunlar bu zenginlik kaynaklarını zamanı geldikçe ve ihtiyaç duydukça çıkarıp kullanacaklardır. Her ne zaman yeryüzünün bir zenginlik kaynağının tükendiği söylense, hemen ardında yeni bir zenginlik kaynağı ortaya çıkarılmaktadır. Bunların hepsi yüce Allah'ın kullarına sakladığı rızıklardır.
"Bunda öğüt alan kimselere ibret dersi vardır."
Düşünen insanlar kendileri için bu zenginlik kaynaklarını hazırlayıp saklayan kudret elini unutmazlar.
Yaradılış ve nimet çeşitleri ile ilgili beşinci bölüm içilmeyen ve toprağın sulanmasında kullanılmayan tuzlu deniz suyudur. Bununla beraber bu tuzlu su da Allah'ın insanlara bahşettiği pek çok nimetlerini kapsamaktadır.
14- O denizi de yararınıza sundu ki, oradan elde edilen taze etler yiyesiniz ve diplerinden süs olarak kullanacağınız takılar çıkarasınız; gemilerin, dalgalan yara yara denizde süzüldüklerini görürsün. Nimetlerini araştırasınız ve ola ki, kendisine şükredesiniz diye Allah, denizi yararınıza sundu.Deniz ve denizdeki canlılar nimeti de insanın zorunlu ihtiyaçlarına ve zevklerine karşılık vermektedir. Bu nimetlerden biri taze balık eti ve başka yiyeceklerdir. Bunların yanısıra inci ve mercan gibi süs eşyaları da bir nimet olarak insanlığa sunulmuştur. Günümüze kadar bazı toplulukların süs eşyası olarak kullandıkları sedef ve mücevherat da bu nimetler kapsamına girer. Denizde yüzen gemiden söz eden ifade, sırf binek ve taşıma aracı olarak ondan söz etmemekte, güzellik ve estetik duygusuna karşılık veren bir çağrışımı andırmaktadır.
"Gemilerin, dalgaları yara yara denizde süzüldüklerini görürsün."
Bu ifade göz zevkine ve manzaranın görkemine dikkat çekmektedir. Yani suda yüzen gemi manzarasına:
"Dalgaları yara yara süzülürler."
Suyu ikiye bölen ve enginden izi yarıp geçen... Bir kez daha kendimizi evrendeki güzelliklere ve olaylara bakmamızı isteyen Kur'an'ın yüce direktifi karşısında buluyoruz. Bu olaylar ve güzellikler zorunluluklar ve ihtiyaçların yanında yeralmaktadır. Amaç bu güzelliğe yönelmemiz ve ondan yararlanmamız, kendi ruhlarımızı zaruret ve ihtiyaçların sınırları içinde hapsetmemizdir.
Aynı şekilde deniz ve onun engin sularını yara yara geçip giden gemi manzarası önünde Kur'an-ı Kerim, konunun akışı içinde bizi Allah'ın lütfuna ve rızkına yönelmeye ve O'nun bu tuzlu sular içinde bize sunduğu güzel yiyecek, ziynetlere karşılık ona şükretmeye teşvik etmektedir:
"Nimetlerini araştırasınız ve ola ki, kendisine şükredesiniz diye Allah, denizi yararınıza sundu."
Surenin nimetlerini dile getiren bu bölümün son kısmı şöyledir:
15- Allah, yeryüzünde sarsılmayasınız diye köklü dağlar, yolunuzu şaşırmayasınız diye nehirler ve yollar meydana getirdi. 16- Çeşitli yol işaretleri de varetti. İnsanlar yıldızlar aracılığı ile de yönlerini belirler.Modern bilim yere çakılmış sabit dağların varoluş sebeplerini açıklıyor. Fakat Kur'an-ı Kerim'in ifade ettiği, bu görevini dile getirmiyor. Dağların varlığını birbirleriyle çelişkili birçok teorilerle açıklıyor. Bu teorilerin en önemlisi şudur: "Buna göre yeryüzünün iç kısmındaki bölüm sıcaktır. Bu yavaş yavaş soğumakta ve büzülmektedir. Onun üzerindeki yeryüzü kabuğu da gittikçe küçülmekte ve girintiler oluşmaktadır. Bunun sonucunda dağlar, yükseklikler ve alçaklıklar meydana gelmektedir... Fakat Kur'an-ı Kerim dağların yeryüzünün dengesini koruduğunu ifade etmektedir. Modern bilim henüz bu görevi keşfedebilmiş değildir.
Yeryüzüne çakılmış bu sabit dağların karşısında dikkatlerimiz, akıp giden nehirlere ve süzülüp giden yollara yöneltilmektedir. Tabiat sahnesinde nehirlerin dağlarla ilişkisi açıktır. Çünkü genellikle dağlar nehirlerin kaynaklarını oluştururlar. Zira dağlar daha çok yağış alırlar. Yolların, dağlar ve nehirlerle olan ilgisi de bellidir. Yollar hayvanlar, taşınan mallar ve göçetme faaliyetleriyle de ilgilidir. Bunun yanında yeryüzünde yolculuk eden insanların kendisiyle yollarını belirledikleri dağlar, yükseklikler ve geçitler gibi yol işaretlerinin de yollarla ilgisi bellidir. Ayrıca hem kara, hem de deniz yolcularına yol gösteren gökteki yıldızlar da bu yollarla ilgilidir.
YARATICININ YÜCELİĞİ
Surenin bu bölümündeki yaradılış ayetleri, nimet ayetleri ve bütün bir evrenin düzenlenişine ve idaresine ilişkin ayetlerin sergilenişinden sonra bütün bunların neden burada dile getirildiğine değinilmektedir. Bunların hepsi yüce Allah'ı tanıtma, birleme ve onların şirk koştuklarından tenzih etme amacına yönelik olarak ele alınmışlardı:
17- Yaratan, yaratamayan gibi olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz? 18- Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız bitiremezsiniz. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. 19- Allah, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir. 20- Müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları düzmece ilahlar hiçbir şey yaratamazlar: tersine kendileri birer yaratıktırlar. 21- Onlar cansızdırlar, canları yoktur. Kendilerine tapanların ne zaman yeniden diriltileceklerini bilmezler.
Bu, tam zamanında yetişen bir değerlendirme, bir yorumdur. Zira bu sırada ruh onun içeriğini kabullenmeye hazır hale gelmiştir:
"Yaratan yaratmayan gibi olur mu?"
Bu soruya sadece tek bir cevap verilebilir: "Hayır ve Asla" bir insan bütün bu varlıkları yaratan ile büyük-küçük hiçbir şeyi yaratamayanı algılayışında ve değerlendirmesinde bir tutabilir mi? "Hiç düşünmüyor musunuz."
Bunlar bir sayılabilir mi? Burada konu uzun uzadıya hatırlatmaya bile uygun değildir. Çünkü her şey açıktır. Her şey kesinlik kazanmıştır. Bir dizi nimet sergilendikten sonra şöyle bir ilave yapılıyor:
"Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız bitiremezsiniz."
Bırakın onlara karşı şükretmeyi... Nimetlerin çoğunun insanlar farkında bile değildir. İnsan, elindeki nimetlerin değerini zamanla unutmaktadır. Onların varlığını ancak yitirdiğinde farkedebilmektedir... İşte insanın organik vücudu ve bunun pek çok işlevleri... Bunların ne denli büyük nimetler olduklarını insan ancak hastalandığında anlar. O zaman bir eksiklik hisseder. Zaten eksiklikleri bulunduğundan zayıf olan insanı, Allah'ın bağış ve rahmeti kuşatmıştır:
"Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Yaratıcı, yarattığını en iyi bilendir. Gizli-açık her şeyi bilir.
"Allah gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir."
Öyleyse onlar anlayış ve değerlendirme olarak Allah ile bu sahte tanrıları nasıl bir kabul edebilirler? Bunların hiçbir şeyi yaratmadıkları ve hiçbir şey bilmedikleri, hatta, hayata kesinlikle müdahale yeteneği olmayan ölüler oldukları halde... Allah'la bunları bir tutmak olur mu?
"Müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları düzmece ilahlar, hiçbir şey yaratamazlar; tersine kendileri birer yaratıktırlar."
"Onlar cansızdırlar, canları yoktur. Kendilerine tapanların ne zaman yeniden diriltileceklerini bilmezler."
Burada dirilişe ve onun zamanına işaret edilmesi, yaratıcının diriliş zamanını da bilmesi gerektiğini belirtmek içindir. Zira diriliş yaradılışın tamamlayıcı bir parçasıdır. Bu diriliş ile canlılar daha önce yaptıklarının cezasını veya mükafatını alacaklardır. Kullarını ne zaman dirilteceklerini bilmeyen tanrılar sahte tanrılardır. Hatta onlar maskaraların maskaralarıdırlar. Yaratıcı yaratıklarını diriltir ve onları ne zaman dirilteceğini de kesin olarak bilir!
ALLAH'IN KUŞATICILIĞIBundan önceki dersimizde, yüce Allah'ın yaradılışla ilgili ayetleri, kullarına bahşettiği nimetleri ve O'nun bilgisinin gizli-açık her şeyi kuşattığını... Öte yandan sahte ilahların hiçbir şeyi yaratmadıkları gibi, kendilerinin de yaratılmış varlıklar olduklarını, hiçbir şey bilmediklerini, aksine hayat sahibi olmayan ölüler olduklarını, mükafat veya ceza için kullarını ne zaman dirilteceğini bilmediklerini anlatan ayetler üzerinde durduk. İşte Allah'ın kudretinden söz eden ayetler ile bu sahte tanrılardan söz eden ayetler, bu putlara tapmanın saçmalığını ve bütün şirk inancının boş ve temelsiz olduğunu kesin biçimde ortaya koymaya yeter. Bu bölüm, surede yeralan tevhid meselesine ilişkin ilk bölüm idi. Burada diriliş meselesine de bir ölçüde değinïlmiştir.
Şimdi geçen dersin sonuna gelmiş ve yeni bir derse başlamış bulunuyoruz.
Yeni bir bölüme geçiyoruz. Bu bölüm ilahlığın birliğini belirterek açılıyor. Ahirete inanmayanlarını imansızlıklarını kalplerinin kötülüğüne bağlıyor. İnkârcılık onların kalplerinde gizli bir özellik olarak yer etmiş olduğundan, onları apaçık ayetleri kabullenmekten alıkoymaktadır. Ayrıca onlar büyüklük taslayan kimselerdir. Dolayısıyla bu böbürlenme onları boyun eğmekten ve teslim olmaktan alıkoymaktadır. Bu bölüm etkili bir sahne ile sona ermektedir. Bu sahne yeryüzündeki bütün gölgelerin, insanlığın Allah'a secde ediş sahnesidir. Bunlarla beraber göklerdeki ve yeryüzündeki her şey, hayvanlardan tutun da, meleklere varıncaya kadar her şey onlarla birlikte secdeye kapanmaktadır. Hepsinin ruhları ve nefisleri büyüklük taslamaktan arınmış, Allah korkusu ve tartışmasız onun emrine itaat ile dolmuştur... Bu itaatkâr ve inanan insanların sunulduğu sahne, bu bölümün giriş kısmında yeralan kötü kalpli, büyüklük taslayan inkârcıların sahnesine karşılık yeralmaktadır.
Giriş ile sonuç arasında konunun içeriği bağlamında bu büyüklük taslayan inkârcıların vahye ve Kur'an'a ilişkin görüşleri gözler önüne serilmektedir. Onlar bu hakikatleri eski milletlerin efsaneleri olarak değerlendirmektedirler. Ayrıca Allah'a ortak koşmalarının ve haramları helal saymalarının nedenleri hakkındaki görüşlerine yer verilmektedir. Zira onlar Allah'ın kendilerinin kötülük işlemelerini ve buna razı olduğunu iddia etmektedirler. bunun yanında diriliş ve kıyamet konusundaki görüşleri eleştirilmektedir. Onlar var güçleriyle yemin ederek Allah'ın ölenleri diriltmeyeceğini ileri sürmektedirler. Ayetler onların bu görüşlerini teker teker ele alıp hepsini çürütmektedir. Bu konuda onların ölüm hallerine ve diriliş hallerine ilişkin sahneler, manzaralar sunmaktadır. Bu tablolarda inkârcılar dünyadaki sapık görüşlerinden vazgeçip uzaklaşıyorlar. Ayrıca ayetler tarihte daha önce yaşamış bu müşrikler gibi vahyi ve dirilişi yalan sayan önceki milletlerin akıbetlerine de değinmektedir. Gecenin veya gündüzün herhangi bir saatinde onlar hiç farkında değilken, şehirlerde dolaşırken veya korku ve endişe içinde azabı beklerken, Allah'ın aniden kendilerini kıskıvrak yakalaması ile tehdit edilmektedirler. Bunun yanında takva sahibi inanmışların görüşlerine, ölüm ve diriliş günü kendilerini bekleyen güzel mükafata ilişkin tablolara da yer verilmektedir. İşte böylece yerdeki ve gökteki gölgelerin, hayvanların ve meleklerin itaatkâr ve ürpertici sahneleri sona ermektedir.
TEVHİD 22- İlahınız tek ilahtır. Ahirete inanmayanların kalpleri inkârcıdır, onlar gerçeğe set çevirmiş, kendini beğenmişlerdir. 23- Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir; O gerçeğe sırt çeviren kendini beğenmişleri kesinlikle sevmez.
Burada Allah'ın birliğine iman ile ahirete iman, anlatım içinde birlikte verilmektedir. Hatta biri diğerinin varlığı için bir delil olarak kullanılmaktadır. Zira tek olan Allah'a kulluk ile diriliş ve iyi-kötü yaptıklarının karşılığını görme inancı arasında yakın bir ilgi vardır. Tek olan yaratıcının hikmeti, ceza ve mükafat vermedeki adaleti ancak ahire: ile yerini bulur.
"İlahınız tek ilahtır."
Surenin akışı içinde şu ana kadar ele alınan yaradılış ayetleri, nimet ayetleri ve ilimle ilgili ayetler, bu apaçık ve büyük gerçeğe ulaşma amacına yöneliktir. Evrenin yasalarında ve bu yasaların ahengi ve yardımlaşmasında bu gerçeğin etkileri apaçık olarak görülmektedir. Nitekim daha önce bu nokta üzerinde durmuştuk.
Bu gerçeğe teslim olup kabullenmeyen ve yaratıcının varlığı, hikmeti ve adaleti inancının bir gereği olan ahirete inanmayan bu insanların inanmama nedenleri, ayetlerin eksikliği ve kesin delillerin bulunmayışı değildir. Asıl neden, onların yapılarında ve karakterlerinde gizlenmiş bulunmaktadır. Onların kalpleri kötü ve inkârcıdır. Gözleri önündeki ayetleri kabullenmeye yanaşmamaktadır. Üstelik onlar büyüklük de taslayanlardır. Delillere teslim olmayı, Allah'a ve elçisine bağlanmayı istemeyenlerdir. Dolayısıyla onların hastalığı köklüdür. Hastalık onların karakterlerinde ve kalplerinde gizlidir!
Onları yaratan Allah, bu hallerini de bilmektedir. Onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da görmektedir. Evet hiç kuşkusuz ve tereddütsüz bu gerçeği bildiği için onların bu özelliklerinden nefret etmektedir:
ALLAH'IN NEFRETİNE UĞRAYANLAR"O, gerçeğe sırt çeviren kendini beğenmişleri kesinlikle sevmez."
Büyüklük taslayan kalbin ikna olması ve teslim olması beklenemez. İşte bu nedenle onlar Allah'ın nefretine uğramışlardır. Zira onların gerçek durumlarını bilen, gizli ve açık bütün hallerinden haberi olan Allah, onların büyüklük tasladıklarını da bildiğinden, kendilerinden nefret etmektedir.
24- Kendilerine "Rabbiniz ne indirdi" diye sorulduğunda "Bunlar eskilerin masallarıdır" dediler. 25- Böylece kıyamet günü hem kendi günahlarını tümü ile, hem de hiçbir bilgiye dayanmaksızın sapıklığa sürükledikleri kimselerin günahlarının bir bölümünü yüklenirler. Hey! Ne fena bir yükün altına giriyorlar!
Kendilerine "Rabbiniz ne indirdi?"
diye sorulduğunda, cevap vermeyen ve ikna olmayan kötü kalplere sahip büyüklük taslayanlar, bu sorunun cevabını doğrudan doğruya vermezler. Kur'an'ın bir kısmını okuyarak içeriğini özetleyen inkârcılar, bu ciddiyetsiz yorumlarının sonucunda güvenilir kesin cevaptan saparak:
"Bunlar eskilerin masallarıdır."
derler. Ayeti kerimede geçen "esatir" kurguya dayalı saçmalıklarla dolu hikâyeler demektir. Onlar ruhları ve akılları ile ilgili durumları hayat şartlarını ve insanların yaşayış biçimlerini, toplumun ilişkilerini, insanlığın geçmişi, şu andaki ve geleceği ile ilgili durumlarını bir bir ele alıp düzenleyen, problemlerini çözüme kavuşturan Kur'an hakkında böyle bir yakıştırmada bulunuyorlar. Kur'an'ı bu şekilde nitelemelerinin sebebi, onun eski milletlerin hikâyelerini içermesidir. Bu da onları inkâra ve şımarıklığa sürüklemiştir. Böylece hem kendi günahlarını, hem de bu sözlerle yoldan çıkardıkları, Kur'an ve imandan alıkoydukları cahil ve gerçeği bilmeyen insanların bir kısım günahlarını yüklenmişlerdir. İfade bu günahları gayet ağır yükler olarak tasvir etmektedir. Aman ne kötü bir yük, ne kötü bir ağırlık! Bu günah yükleri insanın belini büktüğü gibi, ruhlarını da çökertmektedir. Bu günah yükleri, boyunlarda ağırlık meydana getirdiği gibi kalplerde de ağırlık meydana getirmektedir. Ağırlıklar, taşıyan kimseyi yorduğu gibi, kendilerini de yormakta ve daha ağır ve daha beter bir şekilde bellerini bükmektedir!
İbn-i Ebi Hatem, Süddi'den rivayet ediyor ki: Kureyş bir ara toplanıp: "Muhammed tatlı dilli bir adamdır. Bir adamla konuştuğunda aklını çeler. Bu nedenle içinizden seçkin, soylu, ileri gelen bazı adamlarınızı belirleyin ve onları Mekke'nin tüm yollarına her gece ya da iki gecede bir salın. Onunla görüşmeye gelen birini gördüklerinde onu bu işten vazgeçirsin" dediler. Bunun üzerine görevlendirdikleri insanlar yollara döküldüler. Dışardan Mekke'ye gelmiş, kavminin adına Muhammed'in neler söylediklerini öğrenmek isteyen herkesi yolda yakalıyorlardı. Kendilerine ulaşan bu yabancı adama yaklaşarak; `ben falan oğlu falanım' diyerek soy kütüğünü ona bildirir ve `ben sana Muhammed hakkında bilgi vereyim' derdi. `O yalancı bir adamdır. Onun peşinde gidenler sadece beyinsizler, köleler ve hiçbir işe yaramayanlardır. Kavminin ileri gelenleri ve seçkinleri ise ondan ayrılmış bulunmaktadır' der, gelen elçi de geri dönerdi. İşte Allah Tealâ buyuruyor ki:
"Kendilerine "Rabbiniz ne indirdi?" diye sorulduğunda "Bunlar eskilerin masallarıdır" derler."
Eğer bu elçi yüce Allah'ın kendisine doğru yolu nasip ettiği birisi ise kendisine aynı şeyi dediklerinde, o da şu karşılığı verirdi: "Eğer ben bir günlük uzaklıktan gelir ve bu adamı görmeden dönersem, geri döndüğümde kavmimi aydınlatacak bilgi elde etmeden gidersem milletime çok kötü bir elçilik örneği vermiş olurum" der ve Mekke'ye girerdi. Mü'minlerle karşılaşır ve Muhammed'in ne dediğini onlara sorarlardı. Onlar da iyi bir adamdır.. derlerdi."
DÜZENLENEN KOMPLOLARİşte bu şekilde Kureyş, davaya karşı planlı olumsuz bir propaganda savaşı başlatmıştı. Kureyş bunu programlı şekilde yapıyordu ve aynı şekilde gerçeğe ve hakikate boyun eğmek istemeyen, her yer ve her zamandaki benzerleri de Kureyş gibi bu taktiği kullanmaktadırlar. Zirâ onların büyüklük taslamaları gerçeğe ve delile boyun eğmelerini engellemektedir. Kureyş'in bu büyüklük taslayanları inkârcıların ve tuzak kuranların ilki değillerdi. Surenin akışı içinde kendilerinden önceki düzenbazların sonu ve kıyamet günündeki akıbetleri gözler önüne serilmektedir. Hatta ruhlarının bedenlerinden ayrıldığı andan, ahiret gününde cezalarını buluncaya kadar ki sonları dile getirilmektedir. Tüm bunlar, onlara sunulurken, Kur'an'ın etkili metoduna bağlı olarak canlandırılmış sahnelerde sergilenmektedir.
26- Onlardan öncekiler de peygamberlerine tuzaklar kurdular da, Allah kurdukları yapının temellerini çökerterek tavanını başlarına indirdi; Allah'ın azabı, hiç ummadıkları taraftan başlarına iniverdi. 27- Sonra kıyamet günü, Allah onlara "Uğurlarında peygamberler ile çatıştığınız ortaklarım hani nerede? diyerek kendilerini rezil eder. Bilgi sahipleri de "Bugün rezillik ve kötü akıbet, kâfirleri kuşatmıştır"derler. 28- Kendilerine zulmederken canları alınan kâfirler "Biz hiçbir kötülük yapmamıştık" diyerek ölüm meleklerine kolayca teslim olurlar. "Hayır, öyle değil. Allah sizin neler yaptıklarınızı bilir. " 29- Bunun için ebedi olarak cehennemde kalmak üzere oranın kapılarından içeri giriniz. Kendini beğenmişlerin barınağı ne kötü bir yerdir. "
"Onlardan öncekiler de peygamberlerine tuzaklar kurdular."
Bu ifade onların kurdukları düzeni temelleri, duvarları ve tavanı bulunan bir bina şeklinde tasvir ederek bu oyunun ne kadar planlı, sağlam, metin ve büyük olduğuna işaret ediyor. Ama onların bütün bu çabaları Allah'ın kudreti ve iradesi karşısında asla duramaz:
"Allah, kurdukları yapının temellerini çökerterek tavanını başlarına indirdi."
Bu sahne tam ve kapsamlı bir yıkılışı ifade etmektedir. Hem altlarından, hem de üstlerinden yıkılmaktadır başlarına. Binayı taşıyan sütunlar temellerinden yıkılıyor. Üstten de tavan çöküp geliyor. Üzerlerine kapanıyor ve onları buraya gömüyor.
"Allah'ın azabı hiç ummadıkları taraftan başlarına iniverdi."
Bir de bakmışsın ki, son derece sağlam biçimde inşa ettikleri ve içine girip huzur ve güvene kavuşacaklarını sandıkları bina, kendilerinin gömüldükleri mezara, alttan ve üstten kendilerini kıskıvrak yakalayan felaket yurduna dönüşmüştür. Halbuki onlar bu binayı korunmak için yapmışlardı ve tehlikenin bu taraftan geçeceğini hiç düşünmemişlerdi!..
Allah'ın davası önünde duran ve bu amaçla oyunlar peşinde koşan, sürekli planlar yapan ve tuzaklarından kurtuluşun mümkün olmadığını, planlarının boşa çıkmayacağını sananların gülünç halini, yıkılışlarını ve yokoluşlarını mükemmel biçimde sergileyen bir sahnedir bu. Yüce Allah onları çepeçevre kuşatmıştır çünkü!
Bu, zaman süreci içinde Kureyş'ten önce de sonra da yer yer tekrarlanmış bir sahnedir. Düzenbazlar ne kadar sistem kurarlarsa kursunlar, plan yapanlar ne kadar plan yaparlarsa yapsınlar, Allah davası yoluna devam edecektir. İnsanlar zaman zaman etraflarına bakar ve Kur'an-ı Kerim'in çizmiş olduğu bu etkili sahneyi hatırlarlar:
"Allah, kurdukları yapının temellerini çökerterek tavanını başlarına indirdi; Allah'ın azabı hiç ummadıkları taraftan başlarına iniverdi."
Dünyada ve yeryüzündeki cezaları budur:
"Sonra kıyamet günü, Allah onlara "Uğurlarında peygamberler ile çatıştığınız ortaklarım hani nerede? diyerek kendilerini rezil eder."
Burada bir kıyamet sahnesi canlanıyor. Büyüklük taslayan ve tuzaklar peşinde koşan bu inkârcılar orada rezil, rüsvay olmuşlardır. Artık büyüklük taslamanın ve komplo kurmanın zamanı geçmiştir. Yaratan ve idare edenin huzuruna gelmişlerdir. Yüce Allah azarlama ve tehdit için sorular yöneltiyor onlara:
"Uğurlarında peygamberler ile çatıştığınız ortaklarım hani nerede?"
Hani benim ortaklarım? Onların yüzünden peygamber ve mü'minlerle düşman olduğunuz, onlar hakkında sadece bir ilahın varolduğunu savunan muvahhitlerle tartıştığınız ortaklar nerede?
Bütün bir topluluk rezillikten sus pus olmuştur. Ki kendilerine ilim verilen melekler, peygamberler ve mü'minlerin dili açılsın. Yüce Allah bugünde onların konuşmalarına ve üstün gelmelerine izin vermiştir:
"Bilgi sahipleri de "Bugün rezillik ve kötü akıbet, kâfirleri kuşatmıştır" derler."
"Bugün rezillik ve kötü akıbet kâfirleri kuşatmıştır"...
"Kendilerine zulmederken canları melekler tarafından alınan kâfirleri..."
Surenin akışı içinde onlar, kıyamet adımından bir adım önce ele alınıyor. Onları ölümün gerçekleştiği zamana götürüyor. Melekler, onların canlarını alırken, onlar kendilerini iman ve kesin görüşten mahrum ettikleri, felâketin kucağına attıkları ve sonunda kendilerini ateşe ve azaba sürükledikleri için kendilerine zulmetmiş olduklarının farkına vardılar.
Burada onların ölüm anındaki halleri sahneleniyor. Aslında onlar henüz yeryüzünden zaman ve mekan olarak uzaklaşmış değiller. Dünyada tezgahladıkları yalan, hile ve tuzaklara da yakın bulunuyorlar:
"Biz hiçbir kötülük yapmamıştık diyerek ölüm meleklerine kolayca teslim olurlar"
Hemen teslim olurlar. Bu büyüklük taslayanlar. Bir de bakmışsın ki, onlar hiçbir tartışmaya ve sürtüşmeye girmeden tam teslim olmuşlardır. Sadece teslim bayrağını çekiyorlar ve teslimiyetlerini sunuyorlar. Bu halleriyle de dünyada sürekli yaptıkları numaranın bir devamı olarak suçları reddedip yalanlıyorlar ve tam bir teslimiyet içinde diyorlar ki:
"Biz hiçbir kötülük yapmamıştık."
İşte o büyüklük taslayanlar için alçaltıcı bir sahne, aşağılayıcı bir durum. Onlara verilen cevap:
"Hayır, öyle değil"
Onların ne yaptıklarını eksiksiz bilenin cevabıdır bu: "Allah sizin neler yaptıklarınızı bilir."
Şu halde yalana, demagojiye ve sözü yaldızlamaya gerek yoktur. Ve onlara verilen ceza, büyüklenenlerin cezası geliyor:
"Bunun için ebedi olarak cèhennemde kalmak üzere oranın kapılarından içeri giriniz. Kendini beğenmişlerin barınağı ne kötü bir yerdir."
TAKVA SAHİPLERİ 30- Kötülükten sakınanlara "Rabbiniz ne indirdi?" diye sorulduğunda "İyilik indirdi" derler. Bu dünyada iyi davrananlar iyilik görürler. Ahiret ise onlar için daha hayırlıdır. Kötülükten sakınanların yurdu ne güzel bir yerdir. 31- Onların girecekleri yer, altından çeşitli ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada diledikleri her şey kendilerine verilir. İşte Allah kötülükten sakınanları böyle ödüllendirir. 32- Melekler iyi kulların canlarını alırken kendilerine "Selam üzerinize olsun, yapmış olduğunuz iyiliklerin karşılığı olarak cennete giriniz " derler.
Hiç şüphesiz Allah'tan korkanlar, bu davanın ana temelinin ve yüce Allah'ın gönderdiği yasaların, direktiflerin, emirlerin ve yasakların temelde iyiliğe dayandığını biliyorlardı. Bu nedenle direktiflerin hepsini özlü bir ifade ile özetliyorlardı:
"İyilik indirdi."
Ardından Allah'ın kendilerine vahiy ile bildirdikleri doğrultusunda bu iyiliği genişçe tanımlıyorlar:
"Bu dünyada iyi davrananlar iyilik görürler."
Güzel bir hayat, güzel bir yaşam ve güzel bir yer vardır.
"Ahiret ise onlar için daha hayırlıdır."
Bu dünya yurdundan.
"Kötülükten sakınanların yurdu ne güzel bir yerdir."
Sonra özet olarak verdiğini açıyor. Ahiret yurdunu açıklıyor. Birden yurtların en güzeli ile karşılaşıyoruz.
"Adn cennetleridir."
Orada kalıp yerleşmek için.
"Altlarından çeşitli ırmaklar akar."
Tam anlamı ile bolluk var.
"Orada diledikleri her şey kendilerine verilir."
Mahrumiyet yok. Yorulma yok. Rızıklar dünya hayatında olduğu gibi sınırlı da değil.
"İşte Allah kötülükten sakınanları böyle ödüllendirir."
Surenin akışı içinde daha önce bir adım geri atılarak büyüklük taslayanların hali sergilendiği gibi burada da bir adım geriye dönülerek takva sahiplerinin durumlarına ışık tutuluyor. Bakıyoruz ki, onlar ölüm sahnesinde. Fakat bu sahne sıcak, yumuşak ve onurlu bir sahnedir:
"Melekler iyi kulların canlarını alırlarken..."
Allah'ın huzuruna gönül huzuru ile çıkıyorlar. Ölüm sıkıntısından ve azabından muaftırlar.
"Selam üzerinize olsun, derler."
Onların kalplerine huzur vermek ve gelişleriyle sevindiklerini ifade etmek için:
"Yapmış olduğunuz iyiliklerin karşılığı olarak cennete giriniz derler."
Öncelikle müjdeleri kendilerine ulaşsın diye. Onlar daha ahiretin kapısındayken bu müjdelerini alıyorlar. Yaptıklarının eksiksiz karşılığı olarak.
İBRET ALMAYAN AKILSIZLARSurenin akışı içinde ölüm manzarası ve diriliş tablosu ile bu sahnenin her iki yönü gözlerin önüne serildikten sonra, bunun ışığı altında Kureyş müşriklerine bir soru yöneltiyor. Ve ne beklediklerini soruyor. Meleklerin gelip canlarını almasını mı bekliyorlar! Yoksa Allah'ın emrinin gelip, kendilerini diriltmesini mi istiyorlar? Ölüm sırasında onları bekleyen budur zaten. Allah'ın onları dirilteceği gün kendilerini bekleyen de budur! Şimdi onlar kendilerinden önceki inkârcıların yolunda değil midirler? Halbuki onlar bu iki sahnede onların hallerini izlediler. Bundan hiç mi ibret almadılar? Hiç mi faydası olmadı kendilerine!
33- Kâfirler, kendilerine ölüm meleklerinin gelmesinde ya da Rabbinin ani azabına uğramaktan başka bir şey mi bekliyorlar. Kendilerinden öncekiler de öyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmiş değildi, tersine onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdi. 34- Sonunda yaptıkları kötülüklerin acı akıbeti ile yüzyüze geldiler, alay konusu ettikleri ilahi azabın pençesine düştüler.
İnsanların işlerine akıl ermez. Kendilerinden öncekilerin izledikleri yolun nereye vardıklarını görürler de yine aynı yolu tutup giderler. Onların başına gelenlerin kendilerinin de başına gelebileceğini hiç düşünmezler. Allah'ın yasasının belirlenmiş bir ilkeye uygun biçimde işlediği, sebeplerin her zaman aynı sonuçları doğurduğu, her eylemin mutlaka karşılık bulacağı, Allah'ın yasasının kendilerini kayırmayacağı! Sıra kendilerine geldiğinde de bu yasanın durmayacağını ve onlara da mutlaka uygulanacağını ezmekten sapmayacağını anlamıyorlar.
"Allah olara zulmetmiş değildi, tersine onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdi."
Allah onlara düşünme, değerlendirme ve seçme özgürlüğü vermiş, hem içe hem de dışa yönelik ayetlerini kendilerine sunmuş, kendilerini sonuç konusunda uyarıp onları yaptıkları eylemlerle ve işleyen yasası ile başbaşa bırakmıştır.
Dolayısıyla Allah onlara bu kesin akıbetleri konusunda haksızlık etmemiş, aksine onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.
Herhangi bir cezayı vermede onlara katı davranmamış, aksine onlara katı davranan yaptıkları kötü işler olmuştur. Zira onlar sadece yaptıklarının doğal sonuçları ve akıbetleri ile karşılaşmaktadırlar.
"Sonunda yaptıkları kötülüklerin acı akıbeti ile yüzyüze geldiler, alay konusu ettikleri ilahi azabın pençesine düştüler."
Bu ve benzeri ifadelerin yüklü bir anlamı vardır. Yani onlar kendi kişisel eylemlerinin meyvesi dışında kalan bir şeyle cezalandırılmıyorlar. Onlar yaşayışlarının cezasını görüyorlar. Yaptıkları ile insanlığın en aşağı seviyesine iniyorlar. Aşağılayıcı yerde ve acıklı azap içinde insanlığın en adi cezasına çarptırılıyorlar.
ASILSIZ KURUNTULAR 35- Allah'a ortak koşanlar "Eğer Allah dileseydi, ne biz ve ne de atalarımız O'nun dışında hiçbir ilaha tapmaz ve O'nun izni olmaksızın hiçbir şeyi yasak saymazdık" derler. Kendilerinden önceki müşrikler de böyle yapmışlardı. Peygamberlerin, ilahi mesajı açıkça duyurmaktan başka bir görevleri mi var ki? 36- Biz her millete "Allah'a kulluk ediniz, tağuta (şeytana) tapmaktan sakınınız" diyen bir peygamber gönderdik. Kimini Allah doğru yola iletti, kimi de sapıklığı haketti. Yeryüzünde geziniz de peygamberlerini yalanlayanların sonunun ne olduğunu görünüz.
Onlar ortak koşuşlarını, kendilerinin ve atalarının Allah'tan başka tanrılara ibadet edişlerini, Allah'ın yasalarının dışında bazı hayvanların etlerini ve birtakım yemekleri haram kılarak işlemiş oldukları putperestlikten kaynaklanan kuruntularını Allah'a havale ediyorlar. Anlayışlarına göre eğer Allah onların böyle işleri yapmalarını dilememiş olsa idi, kendilerini bunların yapmaktan alıkoyarmış.
Bu ise, Allah'ın dilemesini yanlış anlamak ve bu konuda kuruntuya kapılmaktır. İnsanı, Allah'ın bu dünya hayatında kullanması için bahşettiği en önemli özelliğinden soyutlamaktır.
Yüce Allah kullarının ortak koşmalarını dilemez. Kendilerine helal kıldığı temiz nesneleri, haram saymalarına razı olmaz. O'nun bu iradesi apaçıktır. Belirlemiş olduğu yasalarda ve hükümlerde net olarak yalnız tebliğ ile görevlendirilmiş, bu görevi üstlenmiş ve onu hakkıyla yerine getirmiş peygamberlerin dili ile ifadesini bulmuştur.
"Biz her millete "Allah'a kulluk ediniz, tağuta (şeytana) tapmaktan sakınınız" diyen bir peygamber gönderdik."
İşte Allah'ın kullarına emrettiği budur. Kulları için dilediği de budur. Hem yüce Allah, insanlara yaradılıştan yapmaları mümkün olmadığını bildiği veya zorunlu olarak tersini yapmak durumunda bıraktığı bir şeyi emretmez. Allah'ın emrine aykırı davranmaya Allah'ın razı olmayacağını gösteren delil de, onun mesajını yalanlayanların cezalandırılmasına dikkat çeken şu ayettir:
"Yeryüzünde geziniz de peygamberlerini yalanlayanların sonunun ne olduğunu görünüz."
Her şeyi bir hikmete bağlı olarak yaratan Allah'ın iradesi, insanı hem doğru yolu hem de sapıklığı tercih edebilecek bir yetenekte yaratmayı dilemiştir. Onlara iki yoldan birini seçme özgürlüğü vermeyi uygun görmüştür. Ayrıca onlara akıl vermiştir. İki yönelişten birini bununla tercih etsinler diye... Yanısıra evrene, göze, kulağa, duygulara, kalbe ve akla hitap eden ayetler yerleştirdi. Gece ve gündüz boyunca hangi tarafa yönelirse yönelsin insanın bu delillerle karşılaşmasını sağlamıştır. Bütün bunlardan sonra Allah'ın kullarına olan şefkat ve merhameti onları sadece bu akılla başbaşa bırakmayı yeterli bulmadı. Peygamberlerle gönderdiği yasaları ile bu akla değişmez bir kriter belirledi. Nerede işin içinden çıkamaz olursa, orada bu ilkelere dayanmasını, böylece arzu ve isteklere göre şekil almayan bu değişmez kriter ile yapılan değerlendirmenin doğru veya yanlış olduğunu pekiştirmesini istedi. Peygamberler ise, insanların zorla imana boyun eğmelerini sağlayan zorbalar değildir. Onlar sadece uyarırlar. Onların görevi duyurmaktır. İnsanlara yalnız Allah'a kulluk yapmalarını ve bunun dışındaki her şeyin, puta tapıcılıktan, arzu ve isteklere uymaktan, ihtiraslara kapılmaktan ve otoriteye bağlılıktan kaçınmalarını söylerler.
"Biz her millete "Allah'a kulluk ediniz, tağuta (şeytana) tapmaktan sakınınız" diyen bir peygamber gönderdik."
İnsanlardan bir kesim bu çağrıya uymuştur:
"Kimini Allah doğru yola iletti."
Bir kesim de sapıklığın yolunu seçmiştir:
"Kimi de sapıklığı haketti."
Sözü edilen her iki grup da Allah'ın dilemesi dışına çıkmış değildir. Her iki kesimi de Allah herhangi bir tarafa; yani ne doğru yola ne de sapıklığa zorla itmiş değildir. Herkes Allah'ın iradesi tarafından kendisine bahşedilen hayatındaki özgün iradesini kullanarak yolunu seçmiş bulunmaktadır. Tabii ki, Allah ona daha bu tercihini yapmadan hem iç dünyasında, hem de dış dünyasında kendisine yol gösterecek işaretler de vermiştir.
İşte bu açıklama ile Kur'an-ı Kerim, müşriklerin tutunmak istedikleri ve pek çok isyankârların ve sapıkların yaslanmak istedikleri "zorlama" kuruntusunu kökten silip atıyor. Bu noktada İslâm inancı apaçık ve nettir. Allah kullarına iyiliği emretmiş ve kötülüğü de yasaklamıştır. Yer yer günahkârları dünyada bile apaçık cezalarla cezalandırmıştır. Bu da Allah'ın onlara öfkelendiğini göstermektedir. Artık bundan sonra: Allah'ın iradesi devreye girerek onları sapmaya zorluyor, sonra da bu sapıklık yüzünden onları cezalandırıyor" denmesinin bir anlamı olmaz. Gerçek odur ki, onlar kendi yollarını seçmekle başbaşa bırakılmışlardır. Allah'ın iradesi de budur. İşlemiş oldukları tüm iyilikler veya kötülükler, izlemiş oldukları doğru yol veya sapık yol açıkladığımız gibi bu anlamı ile Allah'ın iradesine ve dilemesine uygun olarak gerçekleşmektedir.
İşte bu nedenle Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- hitap edilerek yüce Allah'ın doğru yola ve sapıklığa ilişkin yasası belirtiliyor:
37- Ey Muhammed, sen onların doğru yola gelmelerini ne kadar ısrarla istesen de Allah, saptırdığı kimseleri kesinlikle doğru yola iletmez. Onlar hiçbir yardımcı bulamazlar.
Buna göre doğru yol veya sapık yol, peygamberin toplum hakkındaki istek ve tercihine bağlı değildir. Onun görevi açıklamaktır. Sapıklık veya doğru yol ise Allah'ın yasasına uygun olarak gerçekleşir. Bu yasa ise gecikmez ve sonuçları değişmez. Sünnetullah'a (Allah'ın yasasına) göre sapıklığı hakettikten sonra Allah'ın saptırdığı kişiyi artık Allah doğru yola iletmez. Çünkü yüce Allah'ın her zaman aynı sonuçları veren yasaları vardır. Çünkü o böyle dilemiştir. Ve o dilediğini yapandır:
"Onlar hiçbir yardımcı bulamazlar."
Ki kendilerine Allah'dan başkası yardım etsin.
DİRİLİŞ KONUSU 38- Onlar en pekiştirici ifadeleri kullanarak "Allah, ölüleri yeniden diriltmez" diye yemin ettiler. Hayır, öyle değil. Ölüleri diriltmek, Allah'ın üstlendiği kesin bir vaaddir. Fakat çoğu insanlar bunu bilmezler. 39- İnsanlar arasındaki tartışmalı konular Allah tarafından açıklığa kavuşturulsun ve kâfirler, yalan söylediklerini öğrensinler diye ölüler tekrar diriltilecektir. 40- Biz bir şeyin olmasını isteyince söyleyeceğimiz tek söz ona "ol " dememizdir, o da hemen oluverir.Yüce Allah'ın insanlara peygamberlerini gönderip onlara iyiliği emretmeleri, kötülükten sakındırmaları, diriliş ve hesap gününde Allah'a verecekleri hesaptan korkmaları gerektiğini söyledikleri günden beri, diriliş meselesi pek çok toplum tarafından inanç problemi yapılmıştır.
İşte bu Kureyş müşrikleri de var güçleriyle Allah'a yemin ederek Allah'ın ölenleri diriltmeyeceğini iddia ediyorlardı! Onlar Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Fakat Allah'ın ölüleri kabirlerden kaldırıp diriltmesini reddediyorlardı. Öldükten, toprak olup kemikleri ve kemiklerinin yapısında yeralan hücreler dağıldıktan sonra dirilmeyi çok güç bir iş olarak görüyorlardı!
Bunlar, ilk hayat mucizesinden habersiz... İlahi kudretin yapısından habersiz... Bu kudretin insanın düşünceleri ve güçleri ile karşılaştırılamayacağını, bir şeyi yaratmanın bu kudrete zor gelmeyeceğini, ilahi iradenin o nesneye yönelmesinin, olması için yeterli olduğunu bilmiyorlar.
Aynı şekilde Allah'ın diriliş konusundaki hikmetinden de habersizdirler. Bu dünyada her şeyin tamamlanmadığını anlamıyorlar. İnsanlar hak-batıl, doğruluk-sapıklık, iyilik-kötülük konusunda değişik tutumlar benimsemektedirler. Yeryüzünde ayrılığa düştükleri bu konularda kesin bir sonuç alamadıkları da olmaktadır. Çünkü Allah'ın iradesi bazı insanlara uzun süre tanımış ve kesin azabının bu dünyada verilmemesini dilemiştir. Cezasının ahirette verilmesini ve orada her şeyin tamamlanmasını istemiştir.
Surenin akışı içinde bu inkârcı düşünce reddediliyor. Onların kalplerinde bu düşünceyi kuşatan şüpheleri de ortaya koyup, önce şu gerçeği yerleştiriyor:
"Hayır öyle değil. Ölüleri diriltmek, Allah'ın üstlendiği kesin bir vaaddir."
Allah ne zaman vadetmişse, vadettiği şey, hiçbir şekilde geri kalmamıştır:
"Fakat çoğu insanlar bunu bilmezler."
Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bilmezler. Bunun da bir hikmeti vardır:
"İnsanlar arasındaki tartışmalı konular Allah tarafından açıklığa kavuşturulsun ve kâfirler, yalan söylediklerini öğrensinler diye ölüler tekrar diriltilecektir."
Doğru yolda olduklarını iddia edişlerinde, peygamberlerin yalan söylediklerini ileri sürmelerinde ve ahireti inkâr edişlerinde kısaca bütünüyle içinde bulundukları inançlarında yalancı idiler. Bozguncu idiler.
Bundan sonra iş kolaydır:
"Biz bir şeyin olmasını isteyince söyleyeceğimiz tek söz ona "ol"dememizdir, o da hemen oluverir."
Diriliş de işte bu basit işlerden biridir. Allah'ın iradesi ona yönelir yönelmez gecikmeksizin hemen meydana gelir.
Burada inkarcı kâfirlerin karşısında yeralan, ilahi mesajı doğrulayan mü'minlerden bir nebze söz ediliyor. Bunlar Allah'a ve ahirete ilişkin kesin inançlarından dolayı yurtlarını ve mallarını Allah için ve Allah'ın yolu İslâm için feda edenlerdir:
41- Zulme uğratıldıktan sonra Allah uğruna hicret edenleri dünyada güzel yurtlara yerleştireceğiz. Ahirette alacakları ödül ise daha büyüktür. Keşke bunu bilseler! 42- Onlar ki, sabrederler ve sırf Allah'a dayanırlar. "
Mallarını ve yurtlarını bırakıp göç edenler, sahip olduklarından ve sevdiklerinden özveride bulunanlar, yurtlarını, yakın akrabasını ve tatlı hatıralarını, sevgililerini feda edenler... İşte bunlar feda ettikleri ve geri bıraktıkları her şeyin karşılığını ahirette alacaklardır. Onlar,zulme uğramış, bu yüzden sahip oldukları şeylerden ayrılmışlardı. Eğer onlar kendi yurtlarından olmuşlarsa:
"Onları dünyada güzel yurtlarına yerleştireceğiz."
Onları yitirdiklerinden daha iyi yurtlara yerleştireceğiz:
"Ahirette alacakları ödül ise daha büyüktür."
Keşke insanlar bunu bilselerdi. İşte bunlar sabredenlerdir. Ve üzerlerine verilen sorumluluğa katlananlardır:
"Allah'a dayanırlar."
Dayanmada, yönelmede ve güvenmede hiç kimseyi O'na ortak koşmayan kimselerdir.
KİTAP VE MİSYONUSurenin akışı içinde, müşriklerin kendilerinin ve atalarının Allah'a ortak koşmalarının Allah'ın iradesinden kaynaklandığına ilişkin görüşleri eleştirilirken, kısaca işaret edilen peygamberlerin görevleri tekrar ele alınıp açıklanıyor. Bu konuya tekrar dönülüyor. Peygamber Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte gönderilen kitabın görevi açıklansın diye...
43- Senden önceki peygamberlerimiz de kendilerine vahiy indirdiğimiz birer insandı. Eğer bilmiyorsanız, daha önce kendilerine kitap verilenlere sorunuz.
44- O peygamberleri açık deliller ile ve kitaplar ile göndermiştik. Sana da, insanlara indirilen ilahi mesajı açıklayasın da ola ki, düşünürler diye Kur'an-ı indirdik.
Senden önce de gönderdiğimiz peygamberler birer insandı. Melekleri peygamber olarak göndermedik. Başka bir varlığı da insanlara peygamber yapmadık. Onları hep seçkin insanlar arasından çıkardık.
"Kendilerine vahiy gönderirdik."
Tıpkı sana vahyettiğimiz gibi. Sana tebliğ görevini verdiğimiz gibi onlara da tebliğ görevini yükledik:
"Eğer bilmiyorsanız, daha önce kendilerine kitap verilenlere sorunuz."
Daha önce kendilerine peygamberler gönderilen yahudilere ve hristiyanlara sorun bakalım, kendilerine gönderilen peygamberler insan mıydı? Yoksa melek veya başka yaratıklar mıydı? Eğer:
"Bilmiyorsanız."
Onlara sorun. Onları apaçık deliller, belgeler ve kitaplarla birlikte gönderdik. Ayette geçen "Zebur" kavramı değişik kitaplar demektir.
"Sana da insanlara indirilen ilahi mesajı açıklayasın da ola ki, düşünürler diye Kur'ana indirdik."
İnsanlara gerçeği açıklama noktasında peygamber, her iki kesime de aynı görevi yapmak durumundadır. Kendi kitaplarında ayrılığa düşen önceki kitap ehline Kur'an, bu ayrılık noktalarını açıklamaya ve bu konulardaki gerçeği açıklamaya gelmiştir. Ayrıca Kur'an ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun kendilerine gönderildiği çağdaşları da aynı durumdaydı. Peygamber onlara da sözleri ve fiilleriyle kendilerine gönderilen vahyi açıklayıp izah ediyordu:
"Ola ki düşünürler."
Belki Allah'ın ayetleri ve Kur'an'ın ayetleri üzerinde düşünürler. Çünkü Kur'an sürekli olarak düşünmeye, değerlendirmeye, düşünce ve bilinç uyanıklığına çağrıda bulunmuştur.
HİLEBAZ KÂFİRLERİN GÜÇSÜZLÜĞÜ
Büyüklük taslayanlar ve birtakım hilelerin peşinde koşanlara değinerek başlayan bu ders ardarda gelen vicdani dokunuşlarla sona eriyor. Bu birinci dokunuş, hiç kimsenin gecenin veya gündüzün herhangi bir anında geleceğinden emin olamayacağı Allah'ın tuzağının endişesini yerleştirmeye yöneliktir. İkinci dokunuş, bütün bir evrenin Allah'a kulluğu ve O'nu noksan sıfatlardan arındırmaya katıldığını dile getirmeye çalışmaktadır. Sadece insan büyüklük taslayabilmekte ve hilelere başvurabilmektedir. İnsanın etrafını kuşatan her şey ise, Allah'ın birliğine ve yüceliğine secde etmektedir:
45- Peygamber'e iğrenç tuzak kuranlar, Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden ya da beklemedikleri taraftan gelecek ilahi bir azaba uğramayacaklarından emin midirler? 46- Ya da ilahi azabın gezilerinden biri sırasında kendilerini yakalamayacağından emin midirler? Onların Allah'ın yapacağını engellemeleri sözkonusu değildir. 47- Ya da ilahi azabın korkulu bir bekleyiş halindelerken başlarına gelmeyeceğinden emin midirler? Hiç şüphesiz Rabbiniz, şefkatli ve merhametlidir. 48- Kâfirler, Allah'ın yarattığı her şeyin gölgesinin uzayıp kısalarak sağdan sola döndüğünü ve böylece O'na boyun eğerek secde ettiğini görmüyorlar mı? 49- Göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar ve melekler, büyüklük taslamaksızın, Allah'a secde ederler. 50- Çünkü onlar üstlerindeki Rabblerinden korkarlar ve kendilerine emredileni yaparlar.
İlginçtir ki, Allah'ın eli insanları çepeçevre kuşatmışken ve bazı insanları güçlü ve onurlu bir şekilde kıskıvrak yakalamışken yine de bu, onları tuzak ve planlarından alıkoymamaktadır. Güçlerinin, çalışmalarının ve mallarının kéndilerine bir fayda sağlamadığını gördükleri halde tuzak peşinde koşanlar yine de oyunlarına devam ediyorlar. Azaptan kurtulanlar Allah'ın yakalamasından emin olarak hareket ediyorlar. Kendilerinin ne öncekiler ve ne de etrafındakiler gibi kıskıvrak yakalanıvereceklerini hiç de beklemiyorlar. Allah'ın elinin uyanık iken veya uyku halindeyken kendilerine uzanmasından korkmuyorlar. Kuran'ı Kerim bu açıdan onların vicdanlarına dokunarak bu beklenen tehlikeye karşı duyarlılıklarını harekete geçirmek istemektedir. Zira bu tehlikeye ancak hüsrana uğrayanlar aldırmayabilirler:
"Peygamber'e iğrenç tuzak kuranlar, Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden ya da beklemedikleri taraftan gelecek ilahi bir azaba uğramayacaklarından emin midirler?"
Ya da onlar ticaret ve seyahat için bir ülkeden bir ülkeye geçerken, bir bölgeden diğerine seyahat ederken, Allah'ın kendilerini yakalamasından emin gibidirler. Onlar Allah'ı "aciz bırakamazlar." durup dinlendikleri veya yolda iken bulundukları yer Allah'dan uzak değildir.
"Ya da korkulu bir bekleyiş halinde."
Zira onların uyanık bulunmaları ve böyle bir şeyi beklemeleri Allah'ın elini kendilerinden savamaz. Onlar, Allah'ın bu yakalamasına hazırlıklı oldukları veya hiç farkında olmadıkları bir anda onları kıskıvrak yakalamasından emin midirler? Onlar tuzaklarına gömülmüşler. Kazdıkları kuyularına düşmüşlerdir. Ne debelenip kurtulabilirler ne de korunabilirler.
Halbuki çevrelerini kuşatan bütün bir evren, yasaları ve işleyişi ile insanı dehşete düşürmekte, Allah'dan korkmayı telkin etmektedir:
"Kâfirler, Allah'ın yarattığı her şeyin gölgesinin uzayıp kısalarak sağdan sola döndüğünü ve böylece O'na boyun eğerek secde ettiğini görmüyorlar mı?" Uzayıp kısalan, dik uzanan ve kırılan eğilim, gösterip giden gölgelerin manzarası ile dolu sahne, kalbini açan, duygularını uyandıran, etrafını kuşatan, evrenle diyalog içine girenler için etkili bir sahnedir.
Kur'an varlıkların ve eşyanın ilahi yasalara boyun eğişini -boyun eğişin en belirgin görüntüsü olan- "secde" ifadesi ile vermektedir. Dikkatleri -uzadıktan sonra geri dönen- gölgelerin hareketine çekmektedir. Gölgelerin hareketi gerçekten de gizli, saf duygular üzerinde etkili olan, köklü ve derin bir harekettir. Burada bütün yaratıklar gönülden boyun eğmiş, teslim olmuş ve itaatkâr olmuş biçimde çizilmektedir. Ayrıca bunlara yerde ve göklerde bulunan her canlı ilave edilmiştir. Bu evrendeki tüm varlıklara bir de melekler ekleniyor. Sonra bakmışız ki sahne, nesneler, gölgeler, hayvanlar ve meleklerle dolup taşmıştır. Hepsi boyun eğmiş, itaate yönelmiş, ibadete ve secdeye kapanmıştır. Allah'a kulluk yapmaya karşı büyüklük taslamıyorlar ve O'nun emrine aykırı hareket etmiyorlar. Bu ilginç ve hayret verici ortamda kural dışı kalanlar, sadece büyüklük taslayan ve inkâra kalkışan insanlardır.
İşte bu sahne ile, büyüklük taslayan ve inkâra kalkışanlara değinerek başlayan ve onları sonuçta koca evren sahnesinde büyüklük taslamak ve inkâra kalkışmakta yalnız bırakmayı amaçlayan bu ders de sona ermiş oluyor...
İLAHİ KUDRETTEN EVRENSEL DOKUNUŞLARASurenin gelecek bölümü tek olan ve çoğalması mümkün olmayan ilahlık meselesini ele alıyor. Her şeyden önce ilahın birliğini, koruyucunun birliğini ve nimet verenin birliğini yerleştirerek başlıyor. Bu arka arkaya sıralanan üç ayette veriliyor. Ve konuyu iki örnekle noktalıyor. Birincide mülk sahibi, rızık veren bir efendi örnek olarak veriliyor. İkincisinde hiçbir gücü bulunmayan ve hiçbir şeye sahip olmayan kul, köle örnek veriliyor... Bunların her ikisi bir midir?.. Her şeyin sahibi ve her şeye rızık veren Allah, nasıl oluyor da hiçbir şeye sahip olmayan ve rızık vermeyen kul ile eşit tutulabilir? Bu da ilahtır, o da ilahtır denebilir mi?
Ders arasında, sıkıntıya, dara düşen insanların yalnız Allah'a yöneldiklerini, bu sıkıntıdan kurtulduktan sonra ise, O'na başkalarını ortak koşmaya yöneldiklerini dile getiren insanlık karakterine ilişkin tipolojik bir örnek veriliyor...
Ayrıca puta tapıcılığın kuruntularından ve saçmalıklarından da bazı tablolar sunuluyor. Bu konuda onların sahte ilahlarına Allah'ın kendilerine bahşettiği rızıklardan bazılarını ayırırken, mallarından kölelerine ayırmamalarına ve onlar ile paylaşmalarına dikkat çekiliyor! Kendilerinin kız çocukları olmasını istemedikleri halde Allah'a kızları nisbet etmelerine parmak basılıyor!
"Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verildiğinde üzüntüden yüzü simsiyah kesiliyor."
Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a izafe ederken, güzel şeyleri kendilerine ayırarak bunları ikide bir gündeme getirmelerine, yaptıklarına karşılık iyiliğe kavuşacaklarına umut bağlamalarına (!) değiniliyor. İşte Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Hz. Muhammed'in kendilerine gerçeği açıklamak amacıyla gönderildiği inkârcıların, önceki müşriklerden devr aldıkları kuruntular da bu türden saçmalıklardı. Bu gerçeğin açıklanması özellikle mü'minler için bir doğru yol kılavuzu ve rahmet olmaktaydı.
Daha sonra gerçek ilahlığın sanatlarından, olağanüstülüklerinden örnekler veriliyor. Bunlar üzerinde düşünülüp öğüt ve ibret alınacak gerçeklerdir. Ancak Allah'ın gücü yeter onlara. Ancak o bunları yapabilir. Bunlar aynı zamanda ilahlığını da delilleridir. Başkasının değil. Gökten su indiren ve onunla, öldükten sonra toprağı diriltèn O'dur. İnsanlara sudan ayrı olarak -hayvanların karınlarından, kan ve dışkı arasından süzülüp gelen- tertemiz bir süt içiren de O'dur. Yine insanlara hurma ve üzüm meyvalarını yaratıp sunan, onlardan sarhoşluk veren, veya güzel bir rızık olan şeyler elde etme imkânı veren de Allah'tır. Arıya dağlarda, ağaçlarda ve hazır kovanlarda barınak yapmalarını öğreten, orada insanların sağlığına yarayan bal yapma yeteneği veren de Allah'dır...
İnsanları yaratan, onları öldüren, bazılarını yaşlanıp bildiklerini unutuncaya ve hiçbir şeyi bilmeyen basit yaratıklar oluncaya kadar ecellerini erteleyip geciktiren de Allah'tır. Rızık yönünden insanları birbirinden farklı kılan Allah'dır. Yüce Allah insanlara kendilerinden eşler yaratmıştır. Ve onların eşlerinden kendilerine, çocuklar ve torunlar vermiştir... İnsanlar bütün bunlara rağmen ne yerde ne de göklerde kendilerine bir rızık verme imkânına sahip olmayan ve hiçbir şeye gücü yetmeyen Allah dışındaki varlıklara tapıyorlar... Allah'ın benzerleri ve denkleri olduğuna inanıyorlar!
Kendi düşünsel dünyasında ve dış çevrelerinde yeralan bütün bu dokunuşlar onların gözleri önüne getiriliyor ki, bu ilahi kudreti hissedip kavrayabilsinlér. Bünyelerinde, rızıklarında, yiyeceklerinde, içeceklerinde, ve etraflarını kuşatan her şeyle, işleyen bu kudreti idrak etsinler... Sonra bu dokunuşlar az önce değindiğimiz iki net ve açıklayıcı örnekle sona eriyor. Bunlar insanın hem vicdanına hem de aklına yöneltilmiş derin ve köklü etkileri bulunan, titreşmemeleri, etkilenmemeleri ve karşılık vermemeleri imkânsız olan, insan ruhunun hassas tellerine dokunuyorlar.
51- Allah "iki ilah edinmeyiniz, o tek bir ilahtır, yalnız benden korkunuz" dedi.
52- Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. İtaat mercii sürekli olarak hep O'dur. Siz Allah'dan başkasından mı korkuyorsunuz? 53- Yararlandığınız her nimet Allah'dandır. Sonra başınıza bir sıkıntı gelince yalnız O'na yalvarırsınız. 54- Arkasından sıkıntınızı giderince, içinizden bazıları hemen Rabblerine ortak koşarlar. 55- Böylece, kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük ederler. "Dünya nimetleri ile oyalanın bakalım, yakında gerçeği öğreneceksiniz. "Yüce Allah insanların iki ilah edinmemelerini istemiştir. O sadece tek bir ilahtır. İkincisi yoktur O'nun. Buradaki ifade ve tekrar ile pekiştirme yöntemini kullanarak "iki ilah" kavramından sonra "iki" kavramını tekrarlamıştır. Yasaktan sonrâ bir de "ancak" kavramını kullanmıştır. "O ancak bir ilahtır" yasaktan ve "ancak"tan sonra bir "ancak" daha gelmektedir.
"Yalnız benden korkunuz."
Benden başkasından değil. Eşsiz ve ortaksız olarak yalnız benden... Burada sakındırmayı iyice pekiştirmek için korku kelimesi kullanılıyor... Zira bu korku bütün bir inanç sistemi içinde köklü bir meseledir. Bu olmadan inançtan söz edilemez. Bu mesele insanın ruhunda gizli-kapaklı ve karışık hiçbir tarafı kalmadan tam, açık ve güzel bir biçimde yerleşmediği sürece inancın varolması beklenemez.
O sadece tek bir ilahtır. Aynı şekilde tek bir mülk sahibidir: "Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur."
Boyun eğilen tek varlıktır...
"İtaat mercii sürekli olarak hep O'dur."
(Din olgusunun ortaya çıkışından bu yana sürekliliğini sürdüren din O'nun dinidir. O'nun dininden başka din yoktur.) Nimet veren, nimet sahibi sadece O'dur:
"Yararlandığınız her nimet Allah'dandır."
Zorluk ve sıkıntı anında fıtratınız O'na yönelir. Bu arada müşrikliğin ve puta tapıcılığın kuruntularını reddeder, ortaksız olarak sadece O'na yönelir:
"Sonra başınıza bir sıkıntı gelince yalnız O'na yalvarırsınız."
İçinde bulunduğunuz halde sizi kurtarması için O'ndan yardım istersiniz. Böylece noksan sıfatlardan uzak ve ulu Allah, ilahlık, sahiplik, egemenlik, yöneliş ve nimet vermede eşsiz bir varlık olarak kabul edilmiş olur. Sıkıntıya düştüğünde ve şirkin tortularından kurtulduğunda insan fıtratı bu olguların herbirini teker teker doğrulamaktadır... Buna rağmen insanlardan bir kesim, sıkıntı anında Allah'ı birlemesine rağmen bu korkunç felaketi atlattığında Allah'a ortak koşabilmektedir! Allah'ın kendilerine verdiği nimeti inkâra kalkışmaktadır. Göstermiş olduğu doğru yolu bir kenara itmektedir... Öyleyse onlar bu kısa dönemlik yararlanmadan sonra başlarına nelerin geleceğine baksınlar:
"Dünya nimetleri ile oyalanın bakalım, yakında gerçeği öğreneceksiniz."
Buradaki ayetin sergilediği örnek insanlığın her zaman karşılaştığı bir örnektir.
"Sonra başınıza bir sıkıntı gelince yalnız O'na yalvarırsınız. Arkasından sıkıntınızı giderince içinizden bazıları hemen Rabblerine ortak koşarlar."
Dara düştüğünde kalpler Allah'a yönelir. Doğal yaratılışları gereği olarak, bu sırada Allah'dan başka kurtarıcıları olmadığını hissederler. Rahatlayınca ise, nimet ve varlık içinde eğlenmeye başlarlar. Allah ile bağını zayıflatır. Çeşit çeşit sapıklıklara dalar. Bu sapıklık şirk şeklinde ortaya çıkabildiği gibi, değişik şekillerde de meydana çıkabilir. Birtakım değerlerin veya rejimlerin tanrılaştırılması gibi... İsterse bunlara ilah adı verilmesin farketmez.
Fıtratın sapıklığı ve bozukluğu daha da ileri gidebilir. Bu durumda insanların bir kesimi sıkıntı zamanlarında bile Allah'a sığınmaz. Birtakım yaratıklarına sığınır. Yardım, kurtarma ve kurtuluş için onları çağırırlar. Delil olarak da: "Bunların Allah katında bir makam veya derece sahibidirler" yaklaşımını ileri sürerler. Bazan da başka deliller ileri sürerler. Kendilerini hastalık, sıkıntı veya beladan kurtarmaları için velileri çağıranlar gibi... Bunlar sapıklık açısından Kur'an'ın kendilerine şu gördüğümüz örneği sunduğu cahiliye müşriklerinden daha sapıktır! ,
56- Onlar haklarında hiçbir ciddi bilgiye sahip olmadıkları düzmèce ilahlara kendilerine verdiğimiz rızıklardan pay ayırırlar. "
Bir de bakmışsın ki, kendilerine bazı hayvanları haram kılmışlardır. Onlara binmezler ve etlerinin tadına bile bakmazlar. Hatta daha önce En'am suresinde gördüğümüz gibi, bu hayvanları erkeklere helal, kadınlara haram sayarlardı. Bunu yaparken de sahte tanrılarının adına hareket ediyorlar. Halbuki onlar bu tanrılar hakkında hiçbir şey bilmezler. Bunlar ancak eski cahiliyeden kalmış ve miras alınmış olan kuruntulardır. Halbuki onların hiçbir şeyden haberi olmayan tanrılar adına pay ayırdıkları bu nimetleri, onlara rızık olarak veren sadece Allah'dır. Bunlar sahte ilahların verdikleri rızıklar değildir ki, onlara pay ayrılsın. Bu nimetler, kendilerini tevhide çağıran, onların başka varlıkları kendisine ortak koştukları Allah'ın verdiği rızıklardır!
Böylece onların hem düşüncelerinde, hem de uygulamalarında ikilik ortaya çıkmış olur... Rızkın tamamını Allah verir. Allah kendisinden başka kimseye kulluk yapılmamasını ister. Onlar ise, Allah'ın emrine aykırı davranarak başka ilahlar edinirler. Allah'ın kendilerine verdiği rızkı alıp, yasakladığı bu kimselere ayırmaktadırlar! İşte bu şekilde onların içinde bulunduğu çifte standart, bütün açıklığı, çıplaklığı, ilginçliği ve çirkinliğiyle ortaya çıkmaktadır!
Tevhide dayalı inanç sisteminin köklü biçimde yerleşmesinden sonra bile hala birtakım insanlar, Allah'ın kendilerine verdiği rızkın bir kısmını cahiliye ilahlarına benzer, yaratıklara adamaktadırlar. Bugün insanlar hala bir buzağıya "Seyyid Bedevi'nin buzağısı" adını vererek serbest bırakıyorlar. Buzağı canının istediği şekilde yiyip-içiyor, kimse ona engel olmuyor. Kimse ondan yararlanmıyor. Bu buzağının hayatı, Allah'ın adı anılarak değil, Seyyid Bedevi'nin adı anılarak kesilinceye kadar böyle sürüyor! Bugün hala insanlar, velilere kurbanlar adamaktadırlar. Bunları Allah içir:, Allah'ın adı ile değil, bu velinin adı ile kurban etmektedirler! Tıpkı cahiliye dönemindeki insanların Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği nimetlerden bir kısmını sahte tanrılarına ayırmaları gibi. Halbuki bu şekilde adakta bulunmak haramdır. Allah'ın adı anılarak kesilse dahi, eti de haramdır. Çünkü bu hayvan Allah'dan başkası adına adanmıştır!
"Allah'a andolsun ki, asılsız yakıştırmalarınız konusunda sorguya çekileceksiniz."
Yeminle ve kesinleştirilmiş bir pekiştirme ile. Çünkü bu söyledikleri inanç sistemini kökten, yerle bir eden bir iftiradır. Bu düşünceler tevhid düşüncesini yıkmaktadır.
KIZ ÇOCUĞU VE MÜŞRİKLER 57- Onlar, Allah'a kız çocuklarını mal ederler ki, O bu yakıştırmadan uzaktır, canlarının istediği erkek çocuklarını ise kendilerine ayırırlar. 58- Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdesi verildiğinde, üzüntüden yüzü simsiyah kesilir. 59- Aldığı kara haberden dolayı tanıdıklarına görünmekten kaçınır. Aşağılanmaya katlanarak onu alıkoysun mu, yoksa toprağa mı gömsün diye düşünür. Baksana, ne kötü hüküm veriyorlar!
İnanç sistemindeki sapıklığın etkileri sadece inançla ilgili konularla sınırlı kalmaz... Hayat düzenine ve toplumsal geleneklere de yansır. Çünkü inanç sistemi hayatın birinci derecedeki dinamosudur. İster açık olsun, ister gizli olsun, hayatı harekete geçiren birinci güç inançtır. Cahiliye Arapları kendilerinin kız çocukları olmasını istemedikleri halde Allah'ın kızları olduğunu ve bunların da melekler olduğunu ileri sürüyorlardı. Kızlar Allah'ındı. Sevdikleri erkek çocukları ise kendilerinindi.
Sağlıklı inanç sisteminden sapmaları yüzünden, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi veya zillet ve aşağılanmış bir biçimde onları sağ bırakarak onlara kötü muamele yapmalarını, onlara başka gözle bakmalarını kendilerine güzel göstermiştir! Çünkü onlar kız çocukları olduğu için yadırganmaktan ve fakirlikten korkuyorlardı. Zira kız çocukları ne savaşabilir ne de kazanç getirebilirlerdi. Bazen bir düşman saldırısı sırasında esir düşerler ve utanç aracı olurlardı. Veya ailelerine bir yük olarak yaşar, fakirliğe neden olurlardı!
Sağlıklı inanç sistemi bütün bunlardan korur insanları. Çünkü rızık Allah'ın elindedir. Herkese rızık verir. Herkes ancak kendisi için rızkını elde edebilir. Sonra insan tür olarak Allah katında onurludur, şereflidir. İslâmın belirttiği şekliyle kadın, insanlığı açısından erkeğin kardeşi ve onun bir parçasıdır.
Surenin akışı içinde cahiliye geleneklerinin çirkin bir tablosu da tasvir edilmektedir.
"Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdesi verildiğinde üzüntüden yüzü simsiyah kesilir."
Üzüntü, sıkıntı ve kederden yüzü simsiyah kesilmiştir. Buna rağmen o üzüntüsünü içine atmıştır. Öfkesini ve kederini gizlemiştir. Sanki başına bir bela gelmiş. Halbuki kadın da erkek gibi Allah'ın bir lütfudur. Rahimde kadın veya erkeği şekillendirmek, kimin haddine düşmüş! Bu rahimde ona hayattan bir salık üflemek kimin işidir? Basit bir su damlasından güzel bir insan yapmaya kimin gücü yeter! Bir su damlasından Allah'ın izniyle -bir insan oluncaya kadar, hayatın gelişimini ve evrelerini düşünmek bile- cinsi ne olursa olsun doğân çocuğu sevinç ve mutlulukla karşılamamız için yeterlidir. Çünkü bu Allah'ın tekrarlanan mucizesidir. Her an tekrarlanmasına rağmen, önemini yine de yitirmeyen mucizesidir! Bu durumda nasıl olur da, kız çocuğu olduğunu duyunca üzülebilir, onur kırıcı olarak algılanan bu müjde yüzünden insanlardan saklanabilir? Halbuki yaratan ve şekil veren kendisi değildir ki! Bu apaçık mucizenin meydana gelişinde ilahi kudretin bir aracı olmaktan öte bir fonksiyonu yoktur onun.
Allah'ın hikmeti ve hayatın kuralı, hayatın kadın-erkek iki eşten meydana gelmesini öngörmüştür. Kadın da hayat düzeninde erkek kadar köklü bir fonksiyona sahiptir. Hatta erkeğin rolünden daha önemli bir işleve sahiptir. Zira hayatın karargâhı kadındır. Buna göre nasıl olur da kız çocuğu olduğu müjdelenen biri üzülebilir? Aldığı kötü müjde nedeniyle insanlardan gizlenebilir? Halbuki hayatın düzeni sürekli olarak iki eşin varlığı ilkesine dayanmaktadır.
Böylece anlaşılıyor ki, inanç sistemindeki sapıklık toplumun düşüncelerinin ve geleneklerinin sapmasına da yolaçmaktadır.
"Baksana, ne kötü hüküm veriyorlar."
Hem de ne kötü hüküm ve değerlendirme!
İşte böylece İslâm inanç sisteminin, sosyal düşünceleri ve sistemleri düzeltip sağlam temellere oturtmadaki değeri ortaya çıkmış oluyor. İslâmın kadına, hatta insana ilişkin gönüllere ve toplumlara yayıp yerleştirdiği değerli ve onurlu bakış açısı aydınlanmış oluyor. Puta tapıcı cahili toplumlarda haksızlığa uğrayan sadece kadın değildi. En geniş anlamlarıyla bütün bir "insanlık"tı hakları ellerinden alınan. Kadın bütün insanlığın sadece bir parçası idi. Onu aşağılamak ve hor görmek onurlu biçimde yaratılmış insanı hor görmek demekti. Onu canlı canlı toprağa gömmek, insanlığa karşı işlenmiş bir cinayetti. Hayatın yarısını yitirmekti. Yaratılışın asıl gayesi ile çelişmekti. Zira bu hikmetin gereği olarak sadece insan değil, bütün canlılar dişi ve erkekten yaratılmıştı.
Her ne zaman toplumlar sağlıklı inanç sisteminden sapmışlarsa, cahiliye düşünceleri geri dönmüş ve boynuzlarını uzatmıştır... Bugün de, toplumların çoğunda bu cahiliye düşünceleri ortaya çıkmaya devam etmektedir. Pek çok çevrelerde, doğan bir kız çocuğu sevinç oluşturmaz, pek çok insanlar onun doğuşunu hoş karşılamazlar. Erkek çocuğuna gösterdikleri ilgi ve özeni, kız çocuğu için göstermezler. Bu putperest cahiliyenin kalıntılarından biridir. Bütün bu olumsuzluklar, İslâm inancına isabet eden sapmadan kaynaklanmıştır.
Ne garip ve ilginçtir ki, bazı gruplar çevrelerindeki sapık toplumlara bakıp, kadın meselesinde İslâm inancını ve İslâm hukukunu eleştirerek çeşitli spekülasyonlara neden olmaktadırlar. İslâmı eleştirip karalamalara girişen insanlar, zahmet edip İslâmın bu konudaki görüşüne bile müracaat etmiyorlar. İslâm düşüncesinin kadın konusunda yaptığı devrimleri araştırıp oluşumlarda, sosyal sistemlerde, duygularda ye vicdanlarda meydana getirdiği devrimleri inceleme zahmetine katlanmıyorlar. İslâm düşüncesi bugün de hala üstün bir görüş olarak varlığını sürdürmektedir. İslâmın bu diriliğinin sebebi realiteye dayalı pratik bir zorunluluk, coğrafi bir çağrı, sosyal veya ekonomik birtakım ihtiyaçlar değildir. İslâm düşüncesi, insanı onurlandıran, Allah'dan kaynaklanan ilahi inanç sisteminden oluşmuştur. Dolayısı ile Allah'ın katındaki bu iki onurlandırılmış parça arasında ayırım yapmak ve birini üstün görmek sözkonusu değildir.
Cahiliyenin görüşü ile İslâmın görüşü arasındaki yapısal fark ne ise, ahirete iman etmeyenlerle Allah'ın sıfatları arasındaki fark da odur. Allah ise yüceliğin örneğidir.
60- Ahirete inanmayanlar her konuda kötülüğün örneğini oluştururlar. Allah ise yüceliğin örneğidir. O üstün iradelidir vs her işi yerindedir.
İşte burada Allah'a ortak koşmak meselesi ile ahireti inkâr problemi örtüşmektedir. Çünkü her ikisi de aynı kaynaktan ve aynı sapıklıktan kaynaklanmaktadır. İnsanın vicdanında birbirine karışıyor. İnsanın ruhunda, hayatında, toplumunda ve yönetim biçimlerinde etkilerini gösteriyor. Bu nedenle eğer ahirete inanmayanlar için bir örnek verilmesi gerekirse, bu kötü bir örnek olacaktır. Her şeyi ile sınırsız bir kötülük. Bilinçte, ahlâkta, inanç sisteminde, uygulamada, düşüncede ve karşılıklı ilişkilerde kötülük... Yerde ve gökte kötülük...
"Allah ise yüceliğin örneğidir."
Onunla kimse arasında bir karşılaştırma ve tartışma sözkonusu olamaz. Hatta ahirete inanmayan şu insanlarla bile...
"O üstün iradelidir ve her işi yerindedir."
Güç sahibidir, hikmet sahibidir. Her şeyi yerli yerince, koyması için hakem tutulan O'dur. Her şeyi hak, hikmet ve doğrulukla yerine yerleştirecek hükmü veren de O'dur.
O insanların yaptıkları zulümlerle onları yakalayıp cezalandırma gücüne sahiptir. Eğer böyle yapacak olursa, dünyalarını başlarına geçirir. Fakat O'nun hikmeti zalimlere belli bir süre tanımayı uygun görmüştür.
"Güç ve hikmet sahibi olan O'dur.
61- Eğer Allah, zalimce davranışlarından ötürü insanların, hemen yakasına yapışsa yeryüzünde bir tek canlıyı sağ bırakmazdı. Fakat o insanlara belirli bir sürenin sonuna kadar mühlet tanır. Süreleri dolunca onu, ne bir an erteleyebilirler ve ne de öne alabilirler.Yüce Allah, insan denen şu varlığı yaratmış ve onu nimetleri ile donatmıştır. Yeryüzünde bozgunculuk yapan ve zulmeden, Allah'ın yolundan sapıp O'na ortaklar koşan, birbirlerine zulmedebilen, kendileri dışındaki yaratıklara eziyet edebilen tek varlıktır... Yüce Allah bütün bunlara rağmen onlara yumuşak ve merhametli davranır. Onlara acıyarak biraz zaman tanır. Bu, kuvvetle birlikte olan hikmetin, adaletle birlikte olan rahmetin gereğidir. Ne var ki, insanlar kendilerine tanınan bu süreye aldanıyorlar. Kalpleri Allah'ın rahmetini ve hikmetini kavrayıp hissetmiyor. Sonuçta ilahi adalet ve kuvvet yüce Allah'ın bir hikmete göre belirlediği ve rahmetinden dolayı onlara tanımış olduğu süre dolunca, belirlenen ecel gelince onları kıskıvrak yakalıyor:
"Süreleri dolunca onu ne bir an erteleyebilirler ve ne de öne alabilirler."
İlginç ve tuhaftır ki, müşrikler bu konuda hoşlanmadıkları kız çocukları ve buna bènzer bazı şeyleri Allah'a yakıştırıyorlar, sonra bu yaptıklarına ve inançlarına karşılık birer yalancı olarak iyilik ve güzelliğe kavuşacaklarını sanıyorlar! Kur'an onları bekleyen şeyi açıkça ifade ediyor. Bu onların beklentilerinden çok farklıdır:
62- Hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah'a yakıştırırlar. Buna rağmen en güzel akıbet kendilerinin olacak diye asılsız kuruntular gevelerler. Oysa, hiç kuşku yok ki, yerleri cehennemdir, oraya öncelikle gireceklerdir.Ayeti kerimede kullanılan ifade biçimi, onların dillerinin sanki yalanın kendisi olduğunu veya yalanın bir tablosu olduğunu vurgulamaktadır. Yani onların dilleri yalanı hem anlatmakta, hem de sıfatlarını sergilemektedir. Nitekim şöyle denilir: "Duruşu bir serendamı andırıyor, gözü ise huriyi andırıyor." Bu ifade ile bizzat duruşun serendamın ifadesi olduğu, onu andırdığı, gözün de tek başına huriyi ifade ettiği ve onu açıkladığı belirtilmek isteniyor... Aynı şekilde buyuruluyor ki; "Dilleri yalanı tasvir eder" yani bizzat dilleri yalanın ifadesidir. Onu açıklamakta ve onu tasvir etmektedir. Zira bu dil uzun zaman yalan söylemiş ve onu ifade etmeye çalışmıştır. Sonuçta yalanın sembolü ve işareti haline gelmiştir!
Onların "En iyi akıbet bizimdir." demeleri dillerinin anlatmaya çalıştığı bu yalan türünden başka bir şey değildir. Çünkü onlar hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a veriyorlar. Ayetin daha sona ermeden onların yüzlerine vurduğu gerçek ise, kuşkusuz ve tereddütsüz olarak onların cehennemlik olduklarıdır. Zaten onlar bunu çoktan haketmişler ve ona lâyık olmuşlardır:
"Oysa hiç kuşku yok ki yerleri cehennemdir.
Onlar oraya çabucak götürülecekler, geciktirilmeyeceklerdir:
"Oraya öncelikle gireceklerdir."
Ayeti kerimede geçen "ifrad" kavramı öne geçmeyi ifade eder. Müfrid ise, öne geçmek için ilerleyendir. Geri kalmayandır.
YOL GÖSTERİCİ KİTAPAnlatılan bu insanlar yoldan sapanların ilki değiller. İlk defa gerçeklerden kaçanlar da değiller. Onlardan önce şeytanın kendilerini aldattığı, sapık düşüncelerini ve işlerini kendilerine süslediği, böylece kendilerine hükmeden ve işlerini idare eden dostları olduğu nice sapıklar ve gerçekten kaçanlar vardı. Yüce Allah'ın kendi elçisi olan Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- onlara göndermesinin amacı, onları şeytanın ağzından kurtarmak, onlara doğruyu ve yanlışı açıklamak, inançlarında ve yaşantılarında meydana gelen ve birbirlerine düşmelerine neden olan ayrılık konularını aydınlatmak ve iman edenler için bir doğru yol kılavuzu ve rahmet olmaktı:
63- Allah'a andolsun ki, senden önce de çeşitli ümmetlere de peygamberler gönderdik. Şeytan onlara yaptıkları kötülükleri güzel gösterdi. O, bugün de onların dostudur. Onları acıklı bir azap bekliyor. 64- Biz sana bu kitabı, insanlara anlaşmazlığa düştükleri meseleleri açıklayasın, mü'minlere ise yol gösterici ve rahmet kaynağı olsun diye indirdik.
Son kitabın ve son peygamberliğin görevi, daha önceki kitap sahipleri ve gruplar arasındaki meydana gelen ihtilafları çözmek ve ayrılıklara son vermekti. Zira her şeyin temeli tevhiddir. Tevhide bulaşan her tür şüphe ve Allah'ın bir şeye benzetilmesi, bir şekilde gösterilmesi gibi şirkin bütün türleri asılsızdır. Kur'an bu tür konuları aydınlatmak ve yanlışları düzeltmek için gelmiştir. Ayrıca kalplerini imana hazırlayan ve onu kabul etmek için açan insanlara, doğru yol kılavuzu ve rahmet olmak amacı ile inmiştir.
OLAĞANÜSTÜ DELİLLERBu çizgiye gelindikten sonra surenin akışı içinde Allah'ın evrende yaratmış olduğu ayetlere, insanın bünyesine yerleştirdiği sıfatlara ve yeteneklere, ona bahşettiği nimetlere ve bağışlara ilişkin yaratıcının ilahlığını, birliğini gösteren ayetler sunuluyor. Bunlar Allah'dan başka kimsenin güç yetiremeyeceği ayetlerdir.
Geçen ayette kitabın indirilişinden söz edilmişti. Bu kitap, Allah'ın insanlara gönderdiği en değerli nimettir. Ruhun hayatı ondadır. Şimdi de Allah'ın göklerden suyu indirmesi olayı anlatılıyor. Bunda ise bedenlerin hayatı vardır:
65- Allah gökten su indirerek, onunla yeri, ölümünden sonra diriltti. Gerçekleri işitebilecek kulakları olanlar için bunda ibret dersi vardır.Su, her canlının hayatıdır. Ayeti kerime suyu bütün yeryüzü için hayatın kaynağı olarak gösteriyor. Yeryüzünde bulunan her nesnenin ve her canlının hayatı. İşte ölümü hayata çeviren, gerçekten ilah olmayı haketmiştir.
"Gerçekleri işitebilecek, kulakları olanlar için bunda ibret dersi vardır." İşittiklerini düşünenlere... Bu problemin yani ilahlık probleminin işaretlerini ve ölümden sonraki hayatta yeralan kanıtlarını Kur-an'ı Kerim pek çok yerde ele almış ve çoğu zaman bu noktaya dikkatleri çekmiştir. Bunda söylenen söze kulak veren, onu anlayıp düşünenler için ibret dersi vardır.
Bir diğer ibret ise, yaratıcının olağanüstü sanatını gösteren ve bu hayret verici sanat ile Allah'ın ilahlığını gösteren hayvanlardır:
66- Sizin için süt hayvanlarında da ibret dersi vardır. Onların karınlarındaki (bağırsaklarındaki) posa ile kan arasından size halis ve tatlı içimli bir besin kaynağı olan sütü içiririz.Hayvanların memelerinde biriken bu süt neden, nasıl meydana gelmektedir? Bu kan ile dışkı arasından süzülüp gelmektedir. Dışkı ise, gıdaların, midede sindirilmesinden ve bağırsaklarda kana dönüşecek olan öz suyun emilmesinden sonra arta kalan şeylerdir. Vücutta bulunan her hücreye kadar ulaşan bu kan, memelerdeki süt bezlerine ulaştığında yüce Allah'ın hayret verici üstün sanatı ile süte dönüşür. Bu öyle bir sanattır ki, kimse onun nasıl meydana geldiğini bilemez.
Bedende sindirilen gıda maddeleri, özlerinin kana dönüşmesi ve her hücrenin ihtiyaç duyduğu maddeleri bu kanın içinde seçerek beslenmesi gibi işlemler gerçekten son derece ilginç ve hayret verici işlemlerdir. Bu işlem, bedende her saniye devam edip gitmektedir. Aynı şekilde alınan gıdaların yakılıp enerjiye dönüştürülmesi de sürekli devam eder. Her an bu ilginç cihazda, sürekli devam eden bir yapma ve yıkma işlemi bulunmaktadır. Ve bu iki işlem, ruhun bedenden ayrılışına kadar hiç durmadan devam eder. Akli dengesi yerinde olan bir insanın bu hayret verici işlemler karşısında durup bu insan vücudunu yapan, yüce yaratıcının gücünün önünde eğilmemesi, bütün varlığıyla ve zerreleri ile titrememesi mümkün değildir. Yüce yaratıcı tarafından yaratılan insan vücudu, insan tarafından yapılmış en karmaşık aygıtlardan daha karmaşıktır ve onlarla kıyas bile edilemez. Hatta insanın vücudunda bulunan sayısız hücrelerden biri ile bile karşılaştırılamaz.
Emilme, dönüşme ve yakma işlemlerinin ana hatlarına ilişkin özelliklerin ötesinde akılları durduran detaylar bulunmaktadır. Bu işleyişde vücuttaki tek bir hücrenin çalışması bile gerçekten hayret vericidir. İnsan O'nun yaptıklarını düşünmekle bitiremez.
Bütün bunlar yakın bir zamana kadar bir sır olarak kalmışlardı. Burada Kur-an'ı Kerim bilimsel bir gerçeğe parmak basarak sütün kan ile dışkı arasından süzüldüğünü ifade etmektedir. Bu gerçekte yakın bir zamana kadar bilinmiyordu. Kur'an'ın bu gerçekleri tesbit ettiği dönemde, değil onları, böyle bilimsel bir şekilde tam ve eksiksiz olarak tesbit etmek, onu düşünebilmek bile mümkün değildi. Aklına saygı duyan bir insanın bu konuda kuşkuya düşmesi veya tartışmaya girmesi mümkün değildir. Bütün bu gerçeklerden biri bile bu Kur'an'ın Allah tarafından gönderilen vahiy olduğunu isbat için yeterlidir. Çünkü Kur'an'ın bu gerçeği bütün çıplaklığı ile ortaya koyduğu sırada insanlık ondan habersiz bulunuyordu.
Kur-an'ı Kerim bu apaçık bilimsel gerçeği de geçerek Allah tarafından gönderilen vahyin delillerini başka özelliklerinde de göstermektedir. Bütün amaç, bu özellikleri anlayacak ve onları takdir edeceklere sunmaktadır. Fakat bu türden bir gerçeğin mükemmel bir şekilde sunulması bile inatçı tartışmacıları susturmaya yeterlidir.
67- Hurma ağaçlarının meyvaları ile üzümlerden içki ve yararlı besin elde edersiniz. Düşünenler için bunda ibret dersi vardır.
Gökten inen yağmurun serpiştirdiği hayattan oluşan bu meyvalardan, sarhoşluk verici şeyler yapıyorsunuz. (Ayette geçen sekr; içki demektir. Bu sırada daha içki haram kılınmamıştı) Güzel bir rızık da yapıyorsunuz. Ayeti kerime güzel rızkın içkiden başka bir şey olduğuna ve içkinin güzel bir rızık olmadığına işaret etmektedir. Bu da daha sonra gelecek olan haram kılmanın bir girişidir. Ayet bu sırada yaşanan realiteyi tasvir etmektedir. Onların hurma ve üzüm meyvalarından içki yaptıklarını açıklamaktadır. Yoksa içkinin helal olduğunu ifade etmemekte aksine, onun haramlığına bir giriş yapmaktadır.
"Düşünenler için bunda ibret dersi vardır."
Aklını kullananlar, bu rızkı yapanın kulluk yapılmaya layık olduğunu anlarlar. Bu rızık veren de Allah'dır...
BAL ARISI 68- Rabbin bal arısına ilham etti ki; "Dağ oyuklarında, ağaç kovuklarında ve asma yaprakları arasında petek ör. " 69- Sonra her meyvadan ye, Rabbinin önüne aştığı bütün yolları aş. " Arının karnından değişik renkli ve insanlar için şifa kaynağı olan bir içecek (bal) çıkar. Bu olayda düşünen kimseler için ibret dersi vardır.Arı Allah'ın kendisine bahşettiği içgüdülerinin direktifleriyle çalışır. Bu da bir çeşit vahiydir. Arı bu direktiflere göre çalışır. Gerçekten öyle hayret verici bir titizlikle çalışır ki, düşünebilen akıl bile, bu çalışma karşısında aciz kalır. İnsan aklı, arının yaptığı petekler, kozalar, kendi aralarındaki iş bölümü, saf balı yapma yöntemi konusunda açıklama yapmaktan aciz durumdadır.
Arı, kendi yaratılışının gereği olarak, yuvalarını dağlarda, ağaçlarda ve yükseltilen yerlerde, yani asma ağacı ve benzerlerinde yapar. Yüce Allah onun fıtratına yerleştirdiği yetenekler ve etrafını kuşatan çevrenin uyum sağlamasıyla ona hayatın yollarını kolaylaştırmıştır. Balda insanlar için şifa olduğunu belirten ifadeyi bazı uzmanlar teknik açıdan açıklamışlardır. Bu gerçek sırf Kur'an'ın açıkça bildirmesiyle de sabit bir olgudur. Müslümanın Allah'ın kitabında sabit olan bu köklü gerçeğe dayanarak böyle inanması zorunludur.
Buhari ve Müslim, Ebu Said Hudri'den rivayet ederler ki: Bir adam Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- geldi ve: "Kardeşim ishal oldu" dedi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Ona bal içir" buyurdu. Adam gitti. Bal içirdi. Sonra yine geldi ve "Ya Resulullah; bu da onun ishalini arttırmaktan başka işe yaramadı" dedi. Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- bu sefer "Allah doğru söylemiştir, kardeşinin karnı ise yalan söylüyor. Git, ona bal içir" dedi. Adam gitti bal içirdi ve kardeşi iyileşti.
Bu haberde Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gözler önündeki bir realite karşısında takındığı kesin tavır bizi dehşete düşürmektedir. Çünkü kardeşi ona bal içirdikçe adamın ishali de artmıştır. Bu kesin inanç sonunda realitenin de onu desteklemesi ve doğrulaması ile neticelenmiştir. İşte Allah'ın kitabında yeralan her konuda ve her gerçek hakkında müslümanın kesin inancı da böyle olmalıdır... Realite diye adlandırılan dış görünüş istediği kadar ona aykırı olsun farketmez. Allah'ın kitabındaki bir gerçek, dış görünüşteki bir realiteden daha doğrudur. Eninde sonunda dış görünüşten ibaret olan realite de onu doğrulayacaktır.
Burada bir nebze de sergilenen nimetlerin uyum ve ahengi üzerinde duralım: Gökten suyun indirilişi, kan ile dışkı arasından sütün çıkarılışı, hurma ve üzüm meyvalarından hem sarhoş edici, hem de güzel rızıkların çıkarılmak istenmesi, arının karnından balın çıkarılışı... Evet bunların hepsi şekil bakımından birbirlerinden farklı yerlerden çıkarılan içeceklerdir. Buradaki hava, içeceklerin havası olduğundan, hayvanların sadece sütleri sözkonusu edilerek sahnenin tüm birimleri arasında bir uyum sağlanmıştır. Gelecek dersimizde hayvanların derilerinden, yünlerinden ve kıllarından da yararlanıldığını göreceğiz. Zira buradaki konular, çadırlar, normal evler ve giyim kuşam ile ilgilidir. Dolayısıyla hayvan ürünlerinden sahnenin birimleriyle uyum sağlayanların verilmesi, bütünün parçalarıyla uyumunun gereği olarak tercih edilmiştir... Bu da Kur'an'daki edebi ahengin ufuklarından biridir.
BÜNYELERE KAZINMIŞ GERÇEKLERHayvanlardan, ağaçlardan, meyvelerden, arıdan ve baldan söz eden ayetlerden sonra, şimdi de insan ruhunun derinliklerine daha yakın olan, bizzat onların bünyelerinde yeralan yaşamları, rızıkları, eşleri, çocukları ve torunlarından bahseden ayetlere geçiliyor. İnsanlar bu konuları büyük bir titizlikle ele alıyorlar, daha derin biçimde etkileniyorlar ve daha rahat karşılık veriyorlar:
70- Allah sizi yarattı, sonra canınızı alır; kiminizin ömrü en rezil, en güçsüz yaşlara kadar uzatılır da adam vaktiyle bildiklerinin hiçbirini bilmez olur. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her şeyi yapabilir. 71- Allah rızık alanında bir bölümünüzü diğerlerinizden üstün kıldı. Üstün konumdakiler rızıklarını, buyrukları altındaki yoksullarla paylaşmıyorlar ki, herkes eşit geçim düzeyine kavuşsun. Acaba Allah'ın nimetlerini inkar mı ediyorsunuz? 72- Allah size kendi türünüzden eşler sundu; bu eşlerinizden size çocuklar, torunlar verdi, size temiz rızıklar bağışladı. Durum böyleyken, onlar batıla inanıp Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar? 73- Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine göklerden ya da yerden hiçbir rızık veremeyen buna asla gücü yetmeyen düzmece ilahlara taparlar. 74- Allah'a benzerler yakıştırmaya kalkışmayınız. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Birinci dokunuş hayat ve ölümle ilgilidir. Bu konu herkesi ve her canlıyı yakından ilgilendirmektedir. Hayat sevimlidir. Hayat hakkında düşünmek katı kalpleri bile bir ölçüde yumuşatır, Allah'ın elini, nimetini ve kudretini daha bir duyarlıkla algılamasını sağlar. Hayatı yitirmekten korkmakla da hayatı verene karşı takva, sakınma ve sığınma duyguları ferdin vicdanını harekete geçirebilir. İnsanın yaşlanıp ihtiyarlaşmasına, daha önce bildiklerini unutmasına, acizlik, unutkanlık ve düşkünlük açısından tekrar çocuklaşmasına ilişkin yaşlılık tablosu, evet bu tablo insanın ruhunu hayatın evreleri üzerinde düşünmeye sevk edebilir. İnsan ruhunu hayatın değişimiyle etkilenmeye sevkedebilir. İnsanın büyüklük taslamasını, gücü, bilgisi ve imkânları ile üstünlük taslamasını önleyebilir. Ardından;
"Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter."
denilmektedir ki, insanın ruhunu bu büyük gerçeğe çevirir. Sürekli ve kuşatıcı ilim Allah'ındır. Zamandan etkilenmeyen, eksiksiz güç ve kudret Allah'ındır. İnsanın ilmi, eksiksiz güç ve kudret sahibi Allah'ındır. İnsanın ilmi gücü de belli bir zamanla sınırlıdır. Ayrıca her ikisi de eksik, sınırlı ve cüzidir.
İkinci dokunuş, rızıkla ilgilidir. Rızık konusunda herkesin farklı durumda olduğu ortadadır. Ayeti kerime, bu farklılığı, Allah'ın rızık konusunda bir kesimi diğer bir kesime üstün kılmasına bağlamaktadır. Rızık konusundaki bu farklılığın Allah'ın yasasına bağlı bulunan sebepleri vardır. Bu konuda hiçbir şey başıboş ve gereksiz değildir. Bir insan akıllı, bilgin ve düşünür olduğu halde, rızık elde etme ve onu geliştirme yeteneği sınırlı olabilir. Zira onun yetenekleri başka alanlardadır. Aynı şekilde bir insan da cahil, basit ve fazla akıllı olmaz, fakat mal elde etme ve onu geliştirme yeteneği fazla olabilir. Her insanın kendisine göre enerjisi ve yetenekleri vardır. Bu konuyu derinlemesine incelemeyenler, rızkın güç ve imkânlarla hiç ilgisi olmadığını sanırlar. Halbuki rızık da hayatın diğer alanlarındaki konular gibi özel bir güç ve yetenekle tamamen ilgilidir. Rızkın bolluğu, Allah tarafından sınanma vasıtası da olabilir. Rızkın kısıtlanması da Allah'ın dilediği bir hikmet ve bunun sonucunda gerçekleşen bir sınama olabilir... Hangi açıdan bakarsak bakalım, rızık konusundaki farklılıklar, gözle görülen bir olaydır ve bu farklılıklar insanların yeteneklerinin farklılıklarına bağlıdır. Doğal olarak bu tezin tutarlı olabilmesi için, değişik toplumlarda bulunan zulüm esasına dayalı yapay ilkelerin ortadan kaldırılması gerekir. Nitekim ayeti kerime bu olayın, o zamanki Arap toplumunun realitedeki uygulamasına değinmektedir. Ayeti kerime bu olayı o zaman Araplarda sürdürülen puta tapıcı cahiliyenin bazı kuruntularını ortadan kaldırmak için kullanıyor. Sözkonusu kuruntulara daha önce değinmiştik. Şöyle ki: onlar Allah'ın kendilerine verdiği rızkın bir kısmını sahte tanrılarına ayırıyorlardı. Burada onlar hakkında diyor ki; "Onlar sahip oldukları malların bir kısmını elleri altında bulunan kölelerine vermiyorlardı. (Bu İslâmdan .önce fiilen yaşanan bir olaydı) Yani rızık konusunda köleleriyle eşit olmak istemiyorlardı. Peki ne diye Allah'ın kendilerine verdiği rızkın bir payını sahte ilahlarına ayırıyorlar?
"Acaba Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorsunuz."
Nimeti verene, bağışta bulunana, rızıklarını arttırana şükredeceklerine, nimete ortak koşmak suretiyle karşılık veriyorlar. Öyle mi?
Üçüncü dokunuşun zemini, kendileri, eşleri, çocukları ve torunlarıdır. Burada öncelikle erkek ile kadın arasındaki güçlü bağın yerleştirilmesi ile söze girilmektedir:
"Allah size kendi türünüzden eşler sundu."
Onlar sizin kendinizdendir, sizin bir parçanızdır onlar. Onlar aşağılık bir tür değillerdir. Ki doğduklarını müjde aldığınızda saklanıp üzülesiniz!
"Bu eşlerinizden size çocuklar, torunlar verdi."
Geçici olan insan, çocukları ve torunları vasıtası ile varlığının sürdürüldüğünü rahatça algılar. İnsanın içindeki bu arzuya dokunulması duyarlılığını daha bir körükler... Ardından şöylece olumsuzluk ifade eden soru sorulur:
"Durum böyleyken onlar batıla inanıp Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar?"
Ki O'na ortak koşuyorlar ve onun emrine karşı geliyorlar. Bu nimetlerin hepsi O'nun bağışıdır. Ve bunlar, onların hayatlarında her an gözlerinin önünde bulunan realiteler. olgular olarak Allah'ın ilahlığını gösteren ayetlerdir...
"Onlar batıla mı inanıyorlar?"
Allah'ın dışındaki her şey batıldır. Bu sahte tanrılar ve uydurma kuruntular da tümden batıldır. Realitede varlıkları yoktur. Onların içinde hiçbir gerçek de yoktur. Onlar Allah'ın nimetini inkâr ediyorlar. Halbuki bu onların somut olarak algıladıkları, güzel görüp faydalandıkları bir nimettir. Buna rağmen onu inkâr ediyorlar.
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine göklerden ya da yerden hiçbir rızık vermeyen, buna asla gücü yetmeyen düzmece ilahlara taparlar."
İnsan fıtratının bu kadar bozulmuş olması şaşırtıcı bir durumdur. İnsanların kendilerine rızık verme gücüne sahip bulunmayan ve hiçbir zaman ve ortamda bu güce sahip olamayacak birine ibadet kasdı ile yönelmeleri tuhaf bir tutumdur. Yaratan ve yarattıklarının rızkını veren Allah'ı çağırdıkları, Allah'ın birliğini gösteren kanıtlar gözlerinin önünde olduğu halde; O'nun benzerlerinin ve O'na denk birilerinin olduğunu ileri sürmeleri hayret vericidir.
"Allah'a benzerler yakıştırmaya kalkışmayınız. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Allah'ın bir benzeri yoktur ki, siz O'nun gibilerinden söz edebilesiniz, örnek veresiniz.
GERÇEĞİN KAVRATILMASISurenin akışı içinde onlara iki örnek verilir. Birincisinde rızık veren ve mülkün sahibi bir efendiden söz ediliyor. İkincisinde hiçbir şeye sahip bulunmayan ve hiçbir kazancı olmayan aciz bir köleden bahsediliyor. Amaç kendisinden habersiz oldukları büyük gerçeğin, Allah'ın bir benzerinin olmadığı gerçeğinin kavratılması, ibadet edilmede Allah ile yaratıkların bir tutulmasının doğru olmadığının belletilmesidir:
75- Allah, özgürlüğünden yoksun, hiçbir şey yapmaya gücü yetmeyen, bir köle ile kendisine bağışladığımız güzel nimetlerin bir bölümünü başkalarına veren kimseyi size örnek veriyor. Hiç bunlar bir olur mu? Allah'a hamdolsun ki, gerçek meydana çıktı. Fakat onların çoğu bunu bilmez. 76- Allah bir de şu iki adamı örnek verir: Adamlardan biri dilsizdir, hiçbir;ey yapamaz efendisine yüktür, gönderildiği hiçbir yerden başarı ile dönmez. Şimdi bu adam hiç doğru yolda olan ve adalete uygun emirler veren bir kimse ile bir olur mu?
Birinci örnek onların günlük hayatlarından alınmıştır. Onların hizmetçileri, köleleri bulunuyordu. Bu kölelerin hiçbir şeyleri yoktu. Ve hiçbir şeye de güçleri yetmezdi. Onlar hiçbir şeye gücü yetmeyen zavallı köle ile dilediğini yapabilen mülk sahibi efendiyi bir tutmazlardı. O halde nasıl olur da kulların efendisi ve sahibi olan Allah ile hepsi de O'nun kulu olan birini veya bir nesneyi bir tutabilirlerdi?
İkinci örnek hiçbir şey bilmeyen ve başarı elde edemeyen zayıf, dilsiz ve geri zekâlı bir adam ile konuşabilen, güçlü, adaleti emreden, doğruluk, iyilik yolunda çalışan bir adamı tasvir ediyor... Akli dengesi yerinde olan biri, bu iki örneği aynı tutamaz. Nasıl olur da bir put veya taş ile her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, iyiliği emreden, doğru yola ileten yüce Allah bir tutulabilir?
İşte bu iki örnek, yüce Allah'ın insanların iki ilah edinmemelerine ilişkin emri ile başlayan bölümün sonu olmaktadır. Bölümün sonu da iki ilah edinen bir topluluğun işine akıl erdiremediğini dile getiriyor...
AKIL ERDİRİLEMEYEN SIRLARGelecek bölümdeki derste de bu surenin ana konusunu oluşturan tek ilahın (Allah'ın birliğinin) delilleri sergileniyor. Yaratma işleminin akıl almaz büyüklüğü, nimetlerin bolluğu ve kuşatıcı ilim. Ayrıca bu bölümde özellikle diriliş meselesine yer veriliyor. Kıyamet de hiç kuşkusuz sadece Allah'ın bildiği, O'ndan başka kimsenin haberdar olmadığı gayb sırlarından biridir.
Bu dersin konularına gelince, bunlar yüce Allah'ın yerde ve göklerde içteki ve dıştaki gayb sırlarıdır. Kıyamete ilişkin sorular da bu konular arasında yeralıyor. Bunları Allah'dan başkası bilemez. Onlara egemen olan Allah'dır. Ve bunlar O'nun için basit şeylerdir:
"Kıyamet olayı yakınlığı bakımından bir göz kırpması gibidir, ya da bundan bile daha yakındır."
Rahimlerdeki gizli olanı bilen O'dur. Bu gayb aleminden yavruları çıkaran sadece O'dur. İnsanlar bu çocukluk halinde hiçbir şey bilmezler. Daha sonra onlara göz, kulak ve kalp verilir. Belki nimetlerine karşı şükrederler diye onlara bu nimetleri veren O'dur. Yarattıklarının sırlarına ilişkin gaybı da O bilir. Bu sırlardan sadece biri olarak kuşların gökyüzü boşluğunda hareket edişleri sözkonusu ediliyor. onları havada tutanın Allah'dan başkası olmadığı vurgulanıyor.
Akıllara durgunluk veren bütün bu olağanüstülükler yanında Allah'ın insanlara bahşettiği bazı maddi nimetler de yeralıyor. Yerleşmek için yapmış oldukları binalar, evler ve konutlar, seyahatte kullanmak amacı ile hayvanların derilerinden edindikleri çadırlarda barınma, gölgelenme ve huzura erme nimetleri, yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından elde ettikleri döşemelik ve giysilikler gibi nimetleri, bunun yanında gölgeleri, mağaraları ve sıcaktan koruyan elbiseleri, savaşta bedeni koruyan zırhları bu nimetlerle birlikte ele alınıyor:
"Böylece size yönelik nimetlerini tamamlıyor, ola ki buyruklarına uyarsınız."
Bunun ardından dirilişe ilişkin sahnelerin detayına giriliyor, müşriklerin, ortak koştuklarının, onlara şahitlik eden peygamberlerin ve kendi kavmine şahitlik eden Peygamberimiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- durumları sergileniyor. Böylece bu bölüm de diriliş ve kıyamet havası ile sona eriyor.
77- Göklere ve yere ilişkin bilinmezlerin bilgisi Allah'ın tekelindedir. Kıyamet olayı, yakınlığı bakımından bir göz kırpması gibidir ya da bundan bile daha yakındır. Hiç şüphesiz, Allah'ın gücü her şeye yeter.
Diriliş meselesi, inanç sisteminin her peygamber devrinde ve her çağda önemli tartışmalara neden olduğu bilinen gayb konularından biridir. Bu yalnız Allah tarafından bilinen gayb konularından biridir.
"Göklere ve yere ilişkin bilinmezlerin bilgisi Allah'ın tekelindedir."
İnsanlar, yeryüzündeki bilimleri nereye varırsa varsın, yeryüzünün zenginliklerini ve onun gizli olan enerji kaynaklarını ne ölçüde ortaya çıkarırlarsa çıkarsınlar, gaybın perdesi önünde güçsüz ve çaresiz kalacaklardır. İnsanoğlunun en bilginleri dahi bir an sonra başına gelecek şeyleri bilememe konumunu aşamazlar. Onlar bizzat kendilerinin başına gelecek olan en yakın şeyi dahi tahmin edemezler. Verdikleri nefesin tekrar geri gelip gelmeyeceğini bilemezler. İleriye dönük hesaplar insanı bütünüyle çıkmaza sokarken, onun kaderi gaybın perdesi arkasında gizlidir. Ne zaman ansızın kendisini yakalayacağını bilemez. Belki de bir saniye sonra onu yakalayacaktır. Aslında insanoğlunun geleceğe ilişkin şeyleri bilmemesi, şu andan sonrasından habersiz oluşu, Allah'ın insana bir rahmetidir. İnsanlar bu sayede düşünebilir; çalışabilir, ürün kaldırabilir ve birtakım onarım ve inşa işlerine girebilirler. Kendilerinin başlatmış oldukları çalışmaları, sonrakilerin gelip tamamlaması için ardlarında bırakabilirler. Böylece perde arkasında gizli olan ecelleri gelinceye kadar bir çalışma içinde olmaları sağlanmış olur.
İşte kıyamet de bu gizli olan gaybla ilgili konulardan biridir. Şayet insanlar kıyametin ne zaman kopacağını bilselerdi, hayatın çarkı durur veya bozulurdu. Hayat, ilahi kudretin kendisi için çizmiş olduğu doğrultuya uygun bir şekilde ilerlemezdi. İnsanlar kıyamet gününün senelerini, aylarını, günlerini, saatlerini ve saniyelerini sayıp dururken, hayatın akışının normalde devam etmesi düşünülemezdi.
"Kıyamet olayı, yakınlığı bakımından bir göz kırpması gibidir ya da bundan bile daha yakındır."
Yani kıyamet yakındır. Fakat bu yakınlığın ölçüsü insanın bilinen hesabının ölçüsü değildir. Kıyametin kopması için bir zamana gerek yoktur. Bir göz açıp-kapatmak yeterlidir onun için. Bir de bakmışsın ki, o bütün sebepleri ve şartlarıyla hazır olup gelmiştir:
"Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeye yeter."
Haddi hesabı olmayan onca yaratıkların ve kalabalıkların dirilişi, canlandırılışı, toplanması, hesaba çekilmesi ve eylemlerine uygun bir biçimde ödüllen dirilmesi veya cezalandırılması... Bütün bunların hepsi bir şeye "ol" deyince oluveren ilahi kudret için kolay ve basit işlerdir. Bunları ancak beşeri ölçüleri esas alarak ölçen, insan gözüyle onlara bakıp, insani kriterlerle onları değerlendirmeye çalışanlar, çok zor ve dehşet verici akıl almaz bir iş olarak değerlendirebilirler... İşte onlar bu ölçüleri esas aldıkları için yanlış düşünüyor ve yanlış değerlendiriyorlar!
Kur-an'ı Kerim meseleyi daha rahat anlaşılır hale getirmek için, insan hayatından küçük bir örnek veriyor. Bu olay gece ve gündüzün her saniyesinde sürekli meydana geldiği halde onların güçleri bu olay karşısında aciz kalmakta ve düşünceleri onu anlatmakta güçlük çekmektedir:
78- Allah sizi, hiçbir şey bilmez halde, analarınızın karınlarından çıkardı, size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi.Bu çok yakında bulunan bir gayptır. Fakat o aynı oranda da derin, anlamlı ve uzaktır. Anne rahminde bir yavrunun geçirdiği evreleri insanlar görebilirler. Fakat onlar bu evrelerin nasıl tamamlandığını bilemezler. Zira bunun sırrı,gizli olan hayat sırrının aynısıdır. İnsanoğlunun sahip olduğunu iddia ettiği, kendisiyle övündüğü, kıyametin ve gaybın ne olduğunu kendisiyle öğrenmeye çalıştığı bilim ise, sonradan elde edilmiş bir bilimdir:
"Allah sizi, hiçbir şey bilmez halde, analarınızın karınlarından çıkardı."
Her bilgin ve her araştırıcı uzmanın doğuşu, annesinin karnından hiçbir şey bilmez iken çıkışı, çok yakından bilinen bir olgudur! Bu hiçbir şey bilmediği çocukluk döneminden sonra, Allah'ın bir bağışı olarak ve insanlar için dilemiş olduğu kaderi gereği etrafını kuşatan bu evreni araştırarak, yaşamını daha rahat sürdürebilmesi için ona, keşfetme ve ilerleme kabiliyetini bağışlamıştır. Bu lütuf hayatın vazgeçilmez unsurudur.
"Size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi."
Kur-an'ı Kerim kalp ve gönül kavramlarıyla insanın tüm bilinçli algılama unsurlarını ifade etmek ister. Bu kavram aynı zamanda akıl denilen olguyu da kapsamına alır. Aynı şekilde mahiyeti ve fonksiyonu bilinmeyen gizli ilham güçlerini de içine alır. "size göz, kulak, kalp vermiştir ki şükredesiniz." Bu nimetin değerini ve bunun dışında bulunan Allah'ın size vermiş olduğu nimetlerin değerini kavradığınızda ona şükredesiniz diye... Şükretmenin başı ise, yegâne ibadet mercii Allah'a inanmaktır.
ÜRPERTİCİ ÖRNEKİnsanların görüp üzerinde düşünmedikleri ilahi kudretin eserlerinden, hayat verici olaylarından birisi daha örnek veriliyor. Bu gerçekten şaşırtıcı ve her zaman gözler önüne serili olan bir sahnedir:
79- Onlar gök boşluğunda, süzülen kuşları görmüyorlar mı? Onları dengede tutan Allah'dan başkası değildir. Bu olayda mü'minler için birçok ibret dersleri vardır.
Göklerin boşluğunda istedikleri gibi uçuşup giden kuşların manzarası, her zaman rastladığımız bir manzaradır. Fakat bu manzara alışageldiğimiz bir olgu olduğundan, onun hayret verici yanını insanlar gözardı edebilmektedirler. İnsan evreni, kalbinin uyanık bulunduğu bir sırada ve gerçekleri görebilen gözüyle süzdüğünde, bu hayret verici olayı fark edebilecektir. Kuşun göklerin boşluğunda bir tek halka çizmesi bile duyarlı kalpleri harekete geçirir. Ve bu olayı olduğu gibi tasvir etmeye çalışır. Önceden de şimdi de karşılaşılan o manzaraya bir canlılık katar.
"Onları dengede tutan Allah'dan başkası değildir."
Kuşun ve onun çevresini kuşatan evrenin yaratılışına hükmeden yasalarıyla... Kuşu uçmaya yetenekli şekilde yaratmasıyla... Etrafındaki havayı uçmaya elverişli kılmasıyla...Kuşù göklerin boşluğunda düşmeksizin durduran O'dur:
"Bu olaylarda mü'minler için birçok ibret dersleri vardır."
Mü'min olan kalp, aynı zamanda evrendeki ve yaratılıştaki üstün sanatları gören duyarlı kalptir. Bu sanatta yeralan, duyguları 'sarsan ve vicdanları harekete geçiren güzelliği ve üstünlüğü rahatça idrak eder. İnanmış bir kalp yaradılışın bu güzelliği karşısındaki duyarlılığını iman, ibadet ve Allah'ı tesbih ederek dile getirir. Kendilerine güzel söz sanatı verilmiş olan mü'minler, yaradılışın ve oluşumun güzelliklerine, üstün sanatına ilişkin bu olağanüstülükleri, çeşitli edebi üstünlüklerle ifade edebilirler. Kalbi aydınlatıcı parlak imanın güzelliği ile dolmamış olan bir şairin, böyle edebi üstünlüklere ulaşması mümkün değildir.
YARATILIŞIN SIRLARISurenin akışı içinde yaratılışın sırları, ilahi kudretin sanat eserleri ve ilahi nimetin görünümlerine ilişkin bir adım daha atılıyor. Bu adımla insan toplulukların:n barınaklarına kadar giriliyor. Bu evlerde ve onların çevresinde, kendilerine verilmiş olan nimetlere değiniliyor. Gölgelikler, mağaralar, huzur yerleri ve bunların sağladığı imkânlardan yararlanma gibi nimetler dile getiriliyor.
80- Allah, evlerinizi size barınak yaptı. Süt hayvanlarından gerek geziye çıktığınız ve gerekse beldelerinizde oturduğunuz günlerde kolayca taşıyabileceğiniz çadırlar yaptı. Bu hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından yaşama sürenizin bitimine kadar yararlanabileceğiniz çeşitli giyim ve kullanım eşyası yapmanızı sağladı. 81- Allah, yarattıklarından size gölgeler sağladı; dağlarda sığınacağınız mağaralar varetti; size sıcaktan koruyucu elbiseler ile düşmanlarınızın darbelerinden koruyucu zırhlar sağladı. Böylece size yönelik nimetlerini tamama erdiriyor ki, ola ki buyruklarına uyasınız.
Evlerde bulunan maddi rahat ve manevi huzur öyle bir nimettir ki, ancak evleri bulunmayan, maddi ve manevi huzur yüzü görmeyen, sürgündeki insanlar gerçek anlamda onun değerini bilebilirler. Evdeki huzur ve rahat surenin akışı içinde gaybtan söz eden bölümden sonra gelmektedir. Huzurun gölgesi de gaybın gölgesine yabancı değildir. Her ikisinin de içinde bir kapalılık ve gizlilik vardır. Huzur ve rahatın hatırlatılması, duygudan yoksun kalplere bu nimetin değerini kavratmak amacına yöneliktir.
Biz buradaki yoğun anlamlı ifade dolayısıyla İslâmın bakış açısına kısaca değineceğiz:
"Allah evlerinizi size barınak yaptı."
İşte İslâm evin bu şekilde psikolojik huzurun ve duygusal tatminin yuvası olmasını istemektedir. Onun bir rahatlama yeri olmasını istemektedir. Orada kalp ve ruh huzur bulacak, rahata kavuşacak, güvene erecektir. İslâm barınma ve rahat için gerekli olan tüm imkânları temin eder. Ayrıca o evde bulunanların huzuru için gerekli olan şartları da hazırlar. Böylece o evde bulunanların huzuru için gerekli olan şartları da hazırlar. Böylece her biri diğerine bir teselli ve huzur vasıtası olur. Yoksa ev hiçbir zaman tartışma, ayrılık ve düşmanlık yeri değildir. O sadece barış, güven, emniyet, huzur ve rahatlama yeridir.
İşte bu nedenle İslâm eve dokunulmazlık vermiştir. Böylece oranın huzurunu, güvenini ve barışını sağlamıştır. Oraya girmek isteyen, ancak izin aldıktan sonra girebilir. Hiç kimse haksız yere otoritenin adını kullanarak oraya dalamaz. Herhangi bir sebepten dolayı evin içinde meydana gelen olayları, nelerin olup bittiğini gözetleyemez. Ve hiç kimse evdekilerin haberi olmadan veya onların evde bulunmadığı sırada onların aleyhinde birtakım haberler toplamak için eve giremez. Onların huzurunu ve güvenini bozamaz. İslâmın evler için öngördüğü sükuneti ihlal edemez. İşte tüm bu realiteleri Kur'an'ın şu derin cümlesi ifade ediyor!
Burada sahne evlerin, mağaraların ve giyim-kuşamın sahnesi olduğundan, surenin akışı içinde konu edinen hayvanlar, bu sahnenin birimleriyle uyum sağlayacak yönleriyle ele alınmaktadır:
"Süt hayvanlarından gerek geziye çıktığınız ve gerekse beldelerinizde oturduğunuz günlerde kolayca taşıyabileceğiniz çadırlar yaptı. Bu hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından yaşama sürenizin bitimine kadar yararlanabileceğiniz çeşitli giyim ve kullanım eşyası yapmanızı sağladı."
Burada da hayvanlardan elde edilen nimetler ile zaruri ihtiyaçları karşılayan nimetlerin yanında insanın zevklerini tatmin eden nimetlere de yer verilmiştir. Evin temel ihtiyaçları yanında, faydalanmaya ve hoş vakit geçirmeye de yer verilmiştir. Ayeti kerimede geçen "meta" kavramı her ne kadar göç esnasında taşınılan yatak, örtü ve kap-kacak için kullanılırsa da yararlanma ve rahatlamayı da çağrıştırmaktadır.
Anlatımın seyri içinde gölgelere, dağlardaki barınaklara, insanları sıcaktan koruyan elbiselere ve savaşta koruyucu olarak giyilen zırhlara da işaret ederken, huzur ve sükunet havası daha da inceliyor:
"Allah, yarattıklarından size gölgeler sağladı; dağlarda sığınacağınız mağaralar varetti; size sıcaktan koruyucu elbiseler ile düşmanlarınızın darbelerinden koruyucu zırhlar sağladı."
İnsanın içi gölgelikte daha bir rahata ve huzura kavuşur. Dağlardaki barınaklarda ise ayrı bir güven ve emniyet hissi duyar. İnsan ruhu, kendisini sıcaktan koruyan örtüler ve elbiselerle bir kat daha rahata kavuşur. Onu zorluklardan koruyan zırhlar ve diğer koruyucu araçlarla da daha güven içinde hisseder kendini. Bunların hepsi de evlerin huzuru, rahatı, güveni ve gölgesi türünden nesnelerdir..: Bunların hepsinden sonra gelen ifade şudur:
"Böylece size yönelik nimetlerini tamama erdiriyor ki, ola ki, buyruklarına uyanısınız."
İslâm teslim olmak, huzura ve güvene kavuşmaktır...
İşte bu şekilde sahnenin tüm gölgeleri Kur'an'ın tasvir metoduna uygun bir uyum içine girmektedir.
Eğer onlar itaat ederse ne alâ. Eğer sırtlarını döner, uzaklaşmak isterlerse bu durumda peygambere düşen görev sadece gerçeği ulaştırmaktır. Onlar da Allah'ın nimetlerini öğrenip tanıdıktan ve bu nimetlerin inkâr edilemeyeceğini gördükten sonra red ve inkâr etmiş olurlar!
82- Eğer onlar sana sırt çevirirlerse senin görevin, buyruklarımızı onlara açıkça duyurmaktan ibarettir. 83- Onlar Allah'ın nimetlerini hem bilirler, hem de sonra onları inkâr ederler, onların çoğu kâfirdir. KAÇINILMAZ SON
Bunun ardından bu bölümün baş tarafında sözü edilen kıyametin geldiği sırada kâfirleri bekleyen akıbet sergileniyor:
84- O gün her ümmetten bir tanık karşımıza getiririz. ondan sonra artık kâfirlere ne itiraz izni verilir ve ne de Rabblerinden özür dilemeleri istenir. 85- Zalimler, azapla yüzyüze geldiklerinde, artık ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine mühlet verilir. 86- Allah'a ortak koşanlar, koştukları ortakları gördüklerinde "Ey Rabbimiz, seni bırakıp kendilerine yalvardığımız ortaklar bunlardı" derler. Koşulan ortaklar ise onlara "Sizler kesinlikle yalancısınız" diye hemen cevap yetiştirirler. 87- O gün müşrikler, çaresizlik içinde Allah'a teslim oluverirler ve uydurma ilahları tarafından yüzüstü bırakılırlar. 88- Onlar ki, kâfir oldular ve başkalarını da Allah yolundan alıkoydular, onların azaplarını katlayarak arttırırız.Sahne peygamberlerin şahitlik etmeleriyle başlıyor. Bu şahit tutulan peygamberler, dünyada kendi toplumlarının neler yaptıklarına, ilahi mesajın karşısında nasıl bir tavır takındıklarına ne tür bir yalanlama içine girdiklerine ilişkin bildikleri tüm uygulamaları anlatıyorlar. İnkâr edenler ise dikilip duruyorlar. Delil getirmeleri veya birilerini aracı olarak kullanmalarına izin verilmiyor. Herhangi bir söz veya iş ile Rabblerini memnun etmeleri istenmiyor. Zira artık razı etme, azarlama zamanı geçmiştir. Şimdi hesap ve ceza görme zamanı gelmiştir:
"Zalimler, azapla yüzyüze geldiklerinde artık ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine mühlet verilir."
Ortak koşanlar mahşer meydanında Allah'ın ortakları olarak kabul ettikleri ve Allah ile birlikte ya da Allah'ın dışında birer ilah olduklarına inanıp, kendilerine taptıkları ortaklarını gördüklerinde bu sessizlik sona eriyor. Müşrikler, bu ortak koştukları yaratıklara işaret ederek diyorlar ki:
"Ey Rabbimiz seni bırakıp kendilerine yalvardığımız ortaklar bunlardı."
Onlar ancak bugün gerçeği kabul ediyorlar ve: "Ey Rabbimiz" diyorlar. Bugün artık onlar için "onlar Allah'ın ortaklarıdır" demiyorlar.
"Bunlar bizim ortaklarımızdır"
diyorlar. Burada ortak koşulanlar birden irkiliyorlar ve bu ağır itham karşısında tir tir titriyorlar. Kesin ve net bir ifadeyle kendi kullarını yalan söylemekle suçluyorlar ve bunu pekiştiriyorlar:
"Koşulan ortaklar ise onlara "Sizler kesinlikle yalancısınız" diye hemen cevap yetiştirirler."
Sonra tam bir teslimiyet ve gönülden bir bağlılıkla Allah'a yöneliyorlar.
"O gün müşrikler çaresizlik içinde Allah'a teslim oluverirler."
Bir de bakıyoruz ki, müşrikler bu iftiralarından bir şey elde edemiyorlar. Bu tehlikeli durumda dayanacak hiçbir nokta bulamıyorlar:
"Ve uydurma ilahları tarafından yüzüstü bırakılırlar."
Bu duruşma anı, kendileri inkâr edip başkalarını da Allah'ın yolundan alıkoyarak, küfre sürükleyen inkârcıların azabının arttırılmasının belirtilmesiyle sona eriyor:
"Onlar ki, kâfir oldular ve başkalarını da Allah yolundan alıkoydular, onların azaplarını katlayarak arttırırız."
Küfür bir bozgunculuktur. Başkasını küfre sokmak da ayrıca bir bozgunculuktur. Kendileri küfür cinayetini işlemekle kalmadılar, başkasını doğru yoldan saptırma cinayetini de işlediler. Böylece onların azabı da yaptıklarına uygun düşecek bir ceza olarak katlandı.
Bu her toplum için geçerli olan bir durumdur. Bu ana ilkenin başta belirlenmesinden sonra konunun akışı içinde Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendi kavmi ile ilgili özel bir duruma değiniliyor.
89- Her ümmetin aleyhinde kendilerinden bir şahit göstereceğimiz günde seni de onların aleyhinde şahit tutarız. Sana bu kitabı her şeyi açıklayan bir bilge, bir doğru yol rehberi, bir rahmet kaynağı ve müslüman/ara yönelik bir müjde olarak indirdik.
Müşriklerin durumunu sergileyen sahnenin ve ortak koşulanların, ortak koşanları yalanlayıp, sapık olan kullarının tüm iddialarından kendilerini temize çıkararak Allah'a teslim oluşlarını tasvir eden korkunç manzaranın gölgesinde surenin akışı her ümmetten bir şahidin seçildiği kıyamet gününde Peygamberimizin Kureyş müşrikleriyle herkesin huzurunda nasıl bir hesaplaşması olacağı açık bir şekilde ortaya konuyor. Böyléce bu dokunuş tam zamanında ve yerli yerinde ortaya konmuş oluyor:
"Seni onların aleyhine şahit tutarız."
Daha sonra Peygamberimize gönderilen kitaptan söz ediliyor: "Sana bu kitabı her şeyi açıklayan bir belge olarak gönderdik."
Onun ötesinde delil getirenin hiçbir delili yoktur. Onun dışında bahane gösterenin bahanesi de yoktur.
"Bir doğru yol kılavuzu, bir rahmet kaynağı ve müslümanlara yönelik bir müjde olarak indirdik."
Doğruluk ve rahmeti isteyen bir kimse, bu korkunç gün gelmeden önce teslim ve müslüman olmalıdır. Çünkü o günde inkâr edenlere izin verilmeyecek ve özürleri de dinlenmeyecektir.
Böylece Kur'an-ı Kerim'de yeralan kıyamet sahneleri konu içindeki bir amaca yönelik olarak bu anlatımın havasına ve ortaya konuş biçimine uygun bir şekilde yeralırlar.
Önceki ders şu ayetle sona ermişti:
"Sana bu kitabı her şeyi açıklayan bir belge, bir doğru yol kılavuzu, bir rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik."
Önümüzdeki bu bölümde ise, bu kitapta yeralan rahmet, doğru yola iletme, müjdeleme ve açıklama gibi konulara yer verilmektedir. Bu bağlamda adalet, iyilik, akrabaya yardımda bulunma, fuhuş, kötülük ve azgınlığı engelleme, ayrıca söz verildiğinde sözünde durulması pekiştirildikten sonra yeminleri bozmanın yasaklanışı... gibi konular ele alınmaktadır. Bütün bunlar aynı zamanda bu kitabın öngördüğü yaşam tarzının ana ilkeleridir.
Yine bu bölümde antlaşmayı bozmanın, yeminleri aldatma ve saptırma aracı yapmanın kesin cezası -ki bunun cezası büyük bir azaptır- açıklandığı gibi sabredip, yaptıkları ile en güzel şekilde ödüllendirilen mü'minlerin müjdelenmesi de yeralmaktadır.
Ardından Allah'ın kitabı olan Kur'an'ı okumanın adabına değinilmektedir. Bu adaba göre önce kişi şeytanın gölgesini Kur'an-ı Kerim'in okunduğu meclisten kovması için "kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım" demelidir. Bu bağlamda müşriklerin Kur'an'a ilişkin bazı görüşleri de ele alınmaktadır. Çünkü onların bazıları Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'a iftira atmakla suçlarken bir kesimi de: Ona bu Kur'an'ı öğreten yabancı bir köledir! diyorlardı.
Dersin sonunda, iman ettikten sonra küfre dönüş yapanların cezası açıklanmakta, kalbi iman ile dolu olduğu halde küfre zorlananların durumları, dinleri hususunda işkenceye uğrayıp sonra da hicret eden, sabreden ve cihad edenlerin mükafatları belirtilmektedir... Bütün bunlar birer açıklamadır. Müslümanlar için doğru yol kılavuzu, rahmet ve müjdedir.
ADALET VE İYİLİK 90- Allah size adaleti, iyiliği, akrabalara yardım etmeyi emreder. Çirkin davranışları ve iğrençlikleri yasaklar. Sözünü tutasınız diye O, size öğüt verir. 91- Allah'a söz verdiğinizde verdiğiniz sözü tutunuz. pekiştirdiğiniz yeminlerinizi bozmayınız. Çünkü söylediklerinize Allah şahit tutmuş oluyorsunuz. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir. 92- Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı olarak kullanmayınız, böylece eğirdiği yünü sağlam iplik haline getirdikten sonra tekrar tel tel çözen kadın gibi olmayınız. Çünkü Allah sizi bu yolla sınavdan geçirir. Kıyamet günü aranızdaki anlaşmazlık konularını size açıklayacaktır. 93- Allah dileseydi, hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Sizler yaptığınız işlerden kesinlikle sorguya çekileceksiniz.
Bu kitap bir ümmet meydana getirmek ve bir toplumu düzene sokmak ve daha sonra yeni bu dünya, yeni bir düzen kurmak için gelmişti. Bu tüm insanlığı kuşatan evrensel bir çağrıydı. Herhangi bir kabileyi, ulusu veya ırkı esas almıyordu. İnsanları birbirine bağlayan bağ, sadece inançtı. Kavmiyet ve tutuculuğun yerini inanç almıştı.
İşte bu nedenle Kur'an bir cemaatin bütünleşmesi için gereken ilkeleri getirdiği gibi cemaatlerin de bütünleşmesi için ilkeler getirmişti. Fertleri, ulusları ve milletleri huzura kavuşturacak, ilişkilerde, verilen sözlerde ve yapılan antlaşmalarda, güven telkin edecek prensiplere riayet edilmesini istemişti.
Kur'an "adalet" ilkesini getirmişti. Bu ilke, her birey, her toplum ve her ulus için insanlar arası ilişkilerin dayanacağı, değişmez ve sağlam bir kulpu garanti altına almıştı. Bu ilke insanın arzu ve isteklerine göre şekil alamaz, sevgi ve nefret gibi kişisel kaprislerden etkilenemez. Akrabalık ve hısımlık bağlarına, zenginlik ve fakirliğe, güçlü ve zayıfa göre farklılık gösterip değişemez. Kendi yolunda ilerler. Herkesi aynı kriterle değerlendirir, herkes için aynı teraziyi kullanır
Kur'an adaletin yanında bir de "iyilik" ilkesine yer verir. Böylece adaletin acımasız, şaşmaz kesinliğine bir ölçü yumuşaklık getirir. Bazı haklarından özveride bulunmak isteyen, böylece kalplerin sevgisini tercih eden, göğüslerini huzura kavuşturmak isteyenlere kapıyı açık bırakır. Hayatın temel ilkesi olan adaleti bir yarayı tedavi etmek isteyenlerin veya bir erdemlilik örneği vermeye kalkanların önünde engelleyici bir unsur olarak kullanmaz...
"İhsan" gerçekten çok geniş anlamlı bir kavramdır. Her güzel iş ihsandır. İhsanı emretmek her işi ve her davranışı kapsar. Böylece ihsanın hayat denizinin tümünü kapsadığı görülmektedir. İnsanın Rabbiyle olan ilişkilerini, ailesi ile olan ilişkilerini, toplumu ile olan ilişkilerini ve bütün bir insanlıkla olan ilişkilerini içine alır.
"Akrabaya yardımda bulunmak" "ihsan"dandır. Burada özellikle akraba yardımının öne çıkarılışı, onun önemini ortaya çıkarmakta ve pekiştirmektedir. Bu yardımlaşma aile tutkusundan kaynaklanan bir yardımlaşma değildir. Bu yardımlaşmanın dayanağı, İslâmın kendi dayanışma düzeninin ilkesine göre yakın çevreden uzak çevreye doğru yayılan dayanışma ilkeleridir.
"Hayasızlığı, kötülüğü ve çirkin davranışları yasaklar."
Ayeti kerimede geçen "Fahşa" sözcüğü, aşırı kaçan, yani haddi aşan her şeydir. Fahşa'nın fuhuş anlamı da vardır ki, genellikle bu anlamda kullanılır ve ırza tecavüz anlamına gelir. Çünkü bu aşırı bir iştir. Saldırı ve aşırı gitmeyi bünyesinde barındırır. Böylece fahşa kelimesini üzerinde yoğunlaştırır ve fahşa denildiğinde, özellikle bu fuhuş anlamı kastedilir. Ayette geçen "münker" kavramı ise fıtratın hoşlanmadığı, dolayısıyla şeriatın da hoş karşılamadığı her iştir. Zira İslâmın şeriatı fıtratın şeriatıdır. Bazen fıtrat sapabilir. Fakat İslâmın şeriatı olduğu gibi kalır, değişmez. Fıtratın bozulmadan önceki asıl halini gösterir. "Bagiy" kavramı ise zulmü, hakkı ve adaleti çiğnemeyi ifade eder.
Rezalet, çirkinlik, ïğrençlik', azgınlık ve isyan (Fahşa-münker-Bagy) temeline dayalı bir toplumu ayakta tutmak mümkün değildir. Rezaletin bütün boyutlarıyla, iğrençliğin bütün aldatıcılığıyla ve azgınlığın bütün sonuçlarıyla yayıldığı bir toplum uzun süre ayakta kalamaz.
İnsanın fıtratı belli bir süreden sonra, bu yıkıcı etkenlere karşı harekete geçer ve onlardan silkinir. Bu yıkıcı etkenlerin kuvveti ne kadar fazla olursa olsun ve tağutlar düzenlerini korumak için ne kadar vasıta kullanırlarsa kullansın farketmez. İnsanlık tarihi tümüyle rezalete, çirkinliğe ve azgınlığa karşı peşpeşe gelen başkaldırılardan ibarettir. Kısa bir dönem için insanlığın veya devletlerin bunlara dayanarak ayakta durması önemli değildir. İnsanın fıtratında ona karşı silkinişlerin ve direnişlerin bulunması gösteriyor ki, bunlar insanlık hayatına, bedenine yabancı düşen unsurlardır. Fıtrat onları üzerinden atmak için silkinir. Tıpkı canlı organizmanın kendi içine giren yabancı bir unsura karşı silkinişi ve direnişi gibi. Yüce Allah'ın adaleti ve ihsanı emretmesi, rezaleti, iğrençliği ve azgınlığı yasaklaması, düzgün ve sağlıklı fıtrata uygun düşer. Onu destekler ve Allah adıyla direnişe geçmeye iter. Zaten bunun için mesele noktalanıyor:
"Sözünü tutasınız diye O, size öğüt verir."
Hatırlatmak için verilmiş bir öğüt. Fıtratın köklü ve güçlü mesajını hatırlatan bir öğüt.
"Allah'a söz verdiğinizde, verdiğiniz sözü tutunuz. Pekiştirdiğiniz yeminlerinizi bozmayınız. Çünkü söylediklerinize Allah'ı şahit tutmuş oluyorsunuz. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir."
Allah'a verilen sözde durmak, müslümanların Peygamberimiz Hz. Muhammed ile -salât ve selâm üzerine olsun- yapmış oldukları bey'atı (bağlılık sözü) kapsadığı gibi Allah'ın emrettiği her türlü doğru antlaşmayı da kapsamına alır. Sözünde durmak insanlar arasındaki ilişkilerde güven unsurunun yegane garantisidir. Bu güven olmadan bir toplum kurulamaz, bir insanlık ayakta tutulamaz. Ayeti kerime sağlamlaştırdıktan sonra ve Allah'ı kefil olarak kabul edip onu sözleşmelerinin tanığı tutup, sözün yerine getirilmesi için Allah adına söz verdikten sonra yeminlerini bozan, anlaşma sahiplerini rezil etmektedir. Sonra da onları üstü kapalı tehdit etmektedir:
"Allah yaptıklarınızı bilir."
İslâm dini, sözleşmelere bağlılık meselesinde son derece titiz davranmış ve bu konuda asla tolerans tanımamıştır. Zira o güvenin ana ilkesidir. Bu ilke sarsıldığında toplumun bağı çözülür. Ve toplum dağılır. Kur'an ayetleri burada sadece sözünde durmayı emredip sözleşmeyi bozmayı yasaklamakla yetinmemektedir. Bazı örnekler vermekte antlaşmayı bozanları kötülemekte ve birtakım insanların dayanak olarak kabul edebileceği bazı gerekçe ve sebepleri de reddetmektedir:
"Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı olarak kullanmayınız, böylece eğirdiği yünü sağlam iplik haline getirdikten sonra tekrar tel tel çözen kadın gibi olmayınız. Çünkü Allah sizi bu yolla sınavdan geçirir. Kıyamet günü aranızdaki anlaşmazlık konularını size açıklayacaktır."
Antlaşmayı bozan adam, iradesi zayıf, dar görüşlü, aptal ve bunak bir kadına benzer. Bu kadın ipliğini eğirip katladıktan sonra tekrar söküp dağıtmakta, çözüp bozmaktadır!.. Bu benzetme bütün unsurlarıyla aşağılama, horlama ve garipsemelerle doludur. Sözünde durmamayı, ruhlara kötü bir şey olarak hissettirmekte ve gönüllerde onu çirkin göstermektedir. Zaten burada amaç da budur. Onurlu hiçbir insan; bu zayıf iradeli, akli dengesi bozuk, hayatını yararsız boş şeylere harcayan bu kadın gibi olmaya razı olmaz!
Bazı insanlar Allah'ın elçisi Hz. Muhammed ile yaptıkları antlaşmayı bozmada, kendilerini şu şekilde temize çıkarmaya çalışıyorlar da; Hz. Muhammed ve onunla birlikte olanlar güçsüz bir azınlığı temsil ederken, Kureyş güçlü çoğunluğu oluşturmaktadır. Ayeti kerime onların bu gerekçelerinin doğru olmadığın ve kendi yeminlerini bir oyun ve aldatma olarak değerlendirip onlardan el çekmelerinin tutarlı bir neden olamayacağını bildirmektedir:
"Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı olarak kullanmayınız."
Yani bir topluluğun güç ve sayı olarak bir diğer topluluktan fazla oluşunu sebep gösterip sözünüzde durmamazlık yapmayın. Çıkar gözetilerek sayıca fazla olan tarafla beraber olmayı istemeyin. Ayeti kerimenin kapsamı içine bugün "devletin çıkarı" diye adlandırılan bir menfaati elde etmek amacıyla sözleşmeyi bozmak da girer. Herhangi bir devlet başka bir devletle veya devletler grubuyla bir antlaşma yapar, sonra da "devletin çıkarım" elde etmek amacıyla daha güçlü bir devlet veya devletler grubuyla temasa geçmèk için antlaşmasını bozup, diğer tarafa geçerse İslâm bunu da kabul etmez ve kesinlikle antlaşmaya bağlı kalınmasını, yeminlerin aldatma ve oyun vasıtası haline dönüştürülmemesini ister. Ayrıca İslâm iyi vé takva ilkesine dayanmayan herhangi bir antlaşmayı ve yardımlaşmayı kabul etmez. Günah, isyankârlık, insanların haklarının yenilmesi, devletlerin ve milletlerin sömürülmesi, ilkesi üzerinde antlaşmaya veya yardımlaşmaya izin vermez..: İslâm, İslâm cemaatinin binasını ve İslâm devletinin temelini bu ilke doğrultusunda belirler. İslâmın bireysel ilişkilerden tutunda devletlerin ilişkilerine varıncaya kadar her şey de bütün bir insanlığın önderliğini yaptığı bir günde ancak dünya eşsiz bir huzurun, bir güvenin ve temizliğin lezzetine erecektir.
Ayeti kerime burada bu tür gerekçelere yanaşmaktan sakındırıyor. Ve bu tür şartların oluşması durumunda uyanık bulunmaları gerektiği telkin ediliyor: "Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye"... Bu şartlar Allah tarafından bir sınama olabilir. Onların iradeleri, sözlerine bağlılıkları kendi onurlarına düşkün olup olmadıkları ve Allah'ı üzerinde şahit tuttukları anlaşmayı bozup bozmayacakları konusunda bir sınama...
"Allah sizi bu yolla sınavdan geçirir."
Ardından topluluklar ve uluslararasında alevlenen ayrılıkların Allah'a havale edilmesini, kıyamet gününde Allah'ın bu konudaki kararını vereceğini bildiriyor:
"Kıyamet günü aranızdaki anlaşmazlık konularını size açıklayacaktır." Bu giriş ile bütün gönüller görüşleri ve inançları farklı da olsa insanlara yaptıkları antlaşmaya bağlılık konusunda ikna edilmiş olunmaktadır:
"Allah dileseydi, hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Sizler yaptığınız işlerden kesinlikle sorguya çekileceksiniz."
Şayet Allah dileseydi, bütün insanları aynı yetenekte yaratırdı. Fakat O, insanları ayrı ayrı yetenekte yaratmıştır. Böylece onları, birbirlerinin kopyası olmaktan çıkarmıştır. Doğru yolun ve sapıklığın ilkelerini de belirtmiştir. Allah'ın insanlara ilişkin dilemesi, bu ilkelere göre işler. Herkes yaptığından sorumludur. Dolayısıyla inanç ayrılığı antlaşmayı bozmaya neden olamaz. Ayrılığın Allah'ın dilemesiyle ilgili özel sebepleri vardır.
Halbuki inançlar ne kadar farklı da olsa, sözleşmeye bağlı kalmak garanti altına alınmıştır. İnsanlar arası ilişkilerdeki temizliğin ve dinsel hoşgörünün ulaştığı bu zirve, Kur'an'ın gölgesinde İslâmın egemen olduğu bir hayatla gerçekleşmiştir.
SÖZE BAĞLILIKSurenin akışı antlaşmaya bağlılığı pekiştirerek, yeminleri hile ve aldatma aracı yapmayı, bu fani dünyanın birtakım basit menfaatlerini elde etmek amacıyla göstermelik güven havası vermeyi yasaklayarak devam ediyor. Bu tür hareketlerin psikolojik ve sosyal hayatın ana direklerini devirebileceğini, inançları, bağlılıkları ve sosyal ilişkileri sarsabileceğini belirtiyor. Ahiretteki korkunç azaptan sakındırıyor. Sözlerinde durarak kaybetmiş oldukları basit menfaatleri, Allah'ın kat kat geri vereceğini ifade ediyor, ellerinde bulunan tüm imkânların geçici olduğunu, hazineleri tükenmeyen ve rızkı kesintiye uğramayan Allah'ın katındaki nimetlerin ise sürekli, kalıcı olduğunu dile getiriyor:
94- Yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı kullanmayınız. Yoksa yere sağlam basan ayaklarınız kayıyor ve başkalarının Allah yoluna girmelerine engel olmanızın sonucu olarak ızdırap çekersiniz, ayrıca ahirette de büyük bir azaba çarpılırsınız. 95- Allah'a vermiş olduğunuz sözü birkaç paraya satmayınız. Çünkü gerçeğin bilincindeyseniz, Allah'ın katındaki ödül sizin için daha hayırlıdır. 96- Sizin yanınızdaki tükenir, fakat Allah'ın katındaki kalıcıdır, süreklidir. Biz sabredenleri, yaptıkları iyiliklerin en güzel karşılıkları ile ödüllendireceğiz.
Yeminlerin aldatma ve hile aracı yapılması vicdanlardaki inancı sarsıntıya uğratır. Ve onun diğer insanların gönüllerindeki şeklini çirkinleştirir. Yemin edip bu yemininde aldatıcı olduğunu bilen birisinin sağlam bir inanca sahip olması ve bu inanç doğrultusunda sağlam adımlar atarak ilerlemesi mümkün değildir. Ayrıca o kendilerine yemin edip bu yemini bozduğu insanların zihinlerindeki inancın şeklini değiştirir. İnsanlar artık onun yeminlerini hep aldatma ve hile yapmak için olduğunu belirler. Bu nedenle o adam Allah'a iman edenlerin kötü bir örneğini sergilediği için diğer insanları Allah'ın yolundan alıkoymuş olur.
Tarihte pek çok toplumlar ve halklar müslümanların sözleşmelerine bağlılıklarını, verdikleri sözlerde duruşlarını, yeminlerindeki samimiyetlerini ve ilişkilerindeki dürüstlüklerini sürdürdükleri için İslâma girmişlerdir. Dolayısıyla onların sözleşmelere bağlılıklarından kaynaklanan geçici, yüzeysel kayıplara oranla elde edilen kazanç çok daha büyük olmuştur.
Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sünneti bu konuda müslümanların gönüllerinde büyük bir etki bırakmış ve onların genel karakteri haline dönüşen değişimlere neden olmuştur. Ve bugün hala bu ahlâk, bireysel ve devletlerarası islami ilişkilerin en belirgin özelliği olarak varlığını sürdürmektedir. Rivayetlere göre Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ile Bizans kralı arasında süreli bir barış antlaşması vardı. Muaviye bu antlaşmanın müddeti doluncaya kadar bekledi. Antlaşma biter bitmez kendisi bu bölgeye yakın bir yerde bulunduğundan, onların haberi yokken birden saldırıya geçmek istedi. Hemen Utbe'nin oğlu Ömer bu karara karşı çıktı ve "Allah-u Ekber! Ya Muaviye, antlaşmaya bağlı kal, ihanet etme" dedi. Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle bir söz duyduğunu aktardı: "Herhangi birinizle başkaları arasında barış antlaşması varsa, antlaşmanın zamanı bitene kadar sözünde dursun." Bunun karşısında Muaviye saldırıdan vazgeçip ordusunu geri çekti. Antlaşmaları bozmada günübirlik birtakım kazançların olmasına rağmen, müslümanların tarih boyunca antlaşmalarına bağlılıklarını gösteren riayetler pek çoktur ve bu rivayetler tevatür derecesine ulaşmıştır.
Kur'an-ı Kerim, insanların gönüllerinde ve ruhlarında oluşturduğu bu belirgin karakteri şu şekilde yerleştirmiştir. Yer yer onları teşvik etmiş, yer yer korkutmuştur. Yer yer uyarıda bulunmuş, yer yer de sözleşmeyi Allah ile yapılan bir sözleşme olarak değerlendirmiştir. Sözleşmeyi bozmak suretiyle elde edilecek çıkarın çok basit ve önemsiz olduğunu tasvir ederken, sözünde durarak elde edilecek olan Allah'ın katındaki mükafatın daha büyük ve daha bereketli olacağını belirtmiştir:
"Allah'a vermiş olduğunuz sözü birkaç paraya satmayız. Çünkü gerçeğin bilincindeyseniz, Allah'ın katındaki ödül sizin için daha hayırlıdır." İnsanların yanında bulunan şeylerin elde edilseler bile geçici şeyler olduğunu, Allah'ın katındaki nimetlerin ise, sürekli ve kalıcı olduğunu ifade etmiştir: "Sizin yanınızda tükenir, fakat Allah'ın katındaki kalıcıdır, süreklidir." İnsanların iradelerini sözünde durmaya teşvik etmiş, söze bağlılıktan kaynaklanan yükümlülüklere sabredilmesini istemiş ve sabredenlere güzel bir ödül verileceğini vaadetmiştir:
"Biz sabredenleri, yaptıkları iyiliklerin en güzel karşılıkları ile ödüllendireceğiz."
Onların kötü işlerinin burada sözkonusu edilmemesi yaptıkları en güzel işlere göre ödüllendirileceklerini göstermek içindir. Onların diğer yaptıklarına göre cezalandırılmayacaklarını gösterir.
ERKEK VE KADIN HAKLARI 97- İman etmiş olan hangi erkek ya da kadın, eğer iyi amel işlerse, ona dünyada mutlu bir hayat yaşatırız, böylelerini ahirette de yaptıkları iyiliklerin en güzel karşılığı ile ödüllendiririz.
İşte bu ayeti kerimeden şu genel ilkeler tespit edilmiş oluyor.
1- İş ve mükafat konusunda Allah ile ilişkilerinde, bağlantılarında, Allah
katındaki mükafatlandırılmalarında kadın-erkek arasında hiçbir ayırım yoktur. İki cins de eşit haklara sahiptir. Arap gramerinde "Men" kavramı genel olarak ifade edildiğinde, kadın ve erkeği kapsamasına rağmen burada özellikle daha detaylı açıklamalara gidiliyor ki, bu gerçeği daha net bir şekilde ortaya koysun: "İster kadın, ister erkek olsun."
Ve bu gerçek cahiliyenin kadın hakkındaki yanlış düşüncelerinin, toplumun onu yüzkarası olarak gördüğünün, insanların kendilerine bir kız çocuğu müjdelendiğinde, bunu kötü bir haber olarak değerlendirip, üzüntü, keder, utanma ve yüzkarası olma nedenleriyle toplumdan gizlendiklerini bildiren bir zamanda ele alınmaktadır!
2- İyi işlerin sağlam bir temele dayanmaları kaçınılmazdır. Bu temel Allah'a imandır. "Mü'min olarak" Bu temel olmadan bina yapmak mümkün değildir. Bu bağ olmadan parçaların bütünü oluşturmaları beklenemez. Yoksa bütün çabalar fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârın önündeki kül gibi darmadağın olacaklardır. İnanç sistemi bütün bağların kendisine dayandığı temel eksendir. Yoksa her şey bozulur gider. İyi işlere yön veren ve hedef belirleyen inanç sistemidir. Ancak bu inançla iyilik, sağlam bir temele dayanır. Kökleşir ve sağlamlaşır. İhtiraslara, arzu ve isteklere göre yön belirlemez, geçici hal almaz ve hemencecik sarsılmaz.
3- İman ile birlikte iyi işler yapmanın karşılığı,bu yeryüzünde güzel bir hayat yaşamaktır. Bu hayatın ille de bolluk, bereket ve mali servet ile olması şart değildir. Bu imkânlarla güzel bir hayat yaşanabileceği gibi, bunlar olmadan da güzel bir hayat yaşanabilir. Hayatta, yaşamı güzelleştiren malın dışında pek çok' şeyler de vardır ki, bunlar da güzel bir yaşam için yeterlidir. Allah'a bağlanmak, O'na güvenmek, O'nun koruması, muhafazası ve rızasına bütünüyle bağlanmak, güzel bir hayatın bazı şartları içinde yeralır. Aynı şekilde sağlık, huzur, hoşnutluk, bereket, aile yuvasının huzuru ve kalplerin sevgisi de bunlar arasında yeralır. Yapılan güzel işlere sevinmek bunun vicdanlardaki etkileri ve hayattaki etkileri de hayatı güzelleştiren etkenler arasındadır. Mal ise, bu güzel hayata etki eden unsurlardan sadece bir tanesidir. Kalp Allah katındaki daha önemli daha temiz ve daha kalıcı şeylere bağlandığında, bu dünya malının az bir miktarı onun için yeterli olacaktır.
4- Dünyada güzel bir hayat yaşamak, ahiretteki güzel hayatın azalmasına neden olmaz.
5- Ahiretteki mükafat mü'minlerin dünyada işledikleri en güzel amel üzerinden verilir. Bu da yüce Allah'ın onların günahlarını bağışlamasını ifade eder. Allah'ın mükafatı ne güzeldir!..
Daha sonra surenin akışı içinde, Kur'an'ın özelliklerinden ve Kur'an okumanın adabından ayrıca müşriklerin ona ilişkin görüşlerinden bir nebze söz ediliyor:
98- Ey Muhammed, Kur'an okuyacağınız zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. 99- Çünkü şeytanın, Rabblerine sığınan mü'minler üzerinde hiçbir nüfuzu, hiçbir etkinliği yoktur. 100-Şeytanın, sadece onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerinde, nüfuzu ve etkinliği vardır.
Kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınmak, Allah'ın kitabının okunabilmesi bir giriş niteliğindedir. İnsanı şeytani telkinlerden arındırır, onun duygularını samimi bir şekilde Allah'a yöneltir. Şeytanın temsil ettiği, pislik ve kötülük dünyasından hiçbir şeyin onu meşgul etmemesine neden olur.
Kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığın...
"Çünkü şeytanın Rabblerine sığınan mü'minler üzerinde hiçbir nüfuzu, hiçbir etkinliği yoktur.
Yalnız Allah'a yönelenler, kalplerini sadece Allah'a ayıranlar. İşte şeytan bunların üzerinde egemenlik kuramaz. Ne kadar vesvese verirse versin, zira onların Allah'a bağlanmaları, kendilerini şeytanla beraber yürümekten, onun peşine takılmaktan korur. Mü'minler bazen yanılabilirler. Fakat onlar şeytana teslim olmazlar. Kendilerine musallat olmuş şeytanı kovarlar ve kısa bir zaman sonra tekrar Rabblerine doğru koşarlar.
"Şeytanın, sadece onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerinde nüfuzu, etkinliği vardır."
Bunlar, şeytanı kendilerine dost edinenler, ihtiraslarıyla, şehevi arzu ve istekleriyle, ona teslim olanlardır. Bazıları şeytanı Allah'a ortak da koşabilirler. Bazı toplumların şeytana taptıkları ve kötülük ilahına ibadet ettikleri bilinmektedir. Onların şeytana bağlılıkları dostluk ve bağlılıkla gerçekleşen şirkin türlerinden biridir.
Müşriklerden söz edilirken, bir de onların Kur'an'a ilişkin yaklaşımlarına da değinilmektedir.
101- Biz herhangi bir ayeti başka bir ayetle değiştirdiğimiz zaman kâfirler sana "Sen bunu yalandan uyduruyorsun"derler. Oysa Allah kullarına ne mesaj indireceğini herkesden iyi bilir. Aslında onların çoğu gerçeği bilmiyorlar. 102- Onlara de ki; "Bu Kur'an'ı, Ruh-ul Kudüs (Cebrail) Rabbinin katından hakka dayalı olarak indirdi. Amacı, mü'minlerin inancını pekiştirmek, müslümanlara doğru yol kılavuzu ve müjde kaynağı olmaktır. 103- Onların "Bu Kur'an'ı, Muhammed'e biri öğretiyor" dediklerini kesinlikle biliyoruz. Bu asılsız yakıştırmayı ileri sürerken kastettikleri kişinin dili yabancıdır, Arapça değildir; oysa Kur'an'ın dili fasih bir Arapça'dır. 104- Allah'ın ayetlerine inanmayanları O doğru yola iletmez. Onları acıklı bir azap beklemektedir. 105- Yalanı, ancak Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. Onlar ise yalancıların ta kendileridirler.
Müşrikler, bu kitabın görevinin ne olduğunu anlamıyorlar. Onlar bu Kur'an'ın evrensel, insani bir toplumu inşa etmek, bu evrensel topluma önderlik edecek bir ümmeti oluşturmak için geldiğini kavrayamıyorlar. O'nun Allah katından gönderilen ve ondan sonra artık bir ilahi mesajın gönderilmeyeceği son kitap olduğunu, insanları yaratan Allah'ın onlar için yararlı olan ilkeleri, kanunları ve hukuku da en iyi şekilde bildiğini kabul etmiyorlar. Allah süresi tamamlanan ve amacına ulaşmış bulunan bir ayeti, ümmetin içinde yaşadığı yeni şartlara daha uygun düşecek başka bir ayeti göndermek için değiştirebilir. Ama değiştirip-değiştirmemek onun bileceği iştir. Kalıcı ayetlerin hangileri olduğunu ve bu şartlara hangilerinin daha uygun düştüğünü Allah'dan başka kimse bilemez. Kur'an-ı Kerim'in ayetleri belli zaman dilimlerinde indirilişinin hastaya iyileşinceye kadar içirilen ilaçlar gibidir. Daha sonra normal başka yemeklerin yenmesi tavsiye edilir.
Müşrikler bunların hiçbirini anlamıyorlar ve bu nedenle Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatında bir ayetin yerine başka bir ayetin getirilmesinin hikmetini anlamıyorlar. Bu işlemi doğru sözlü ve güvenilir olduğu kadar, yalan söylediği hiç görülmemiş olan peygamberin, Allah'a iftirası olarak değerlendiriyorlar:
"Aslında onların çoğu gerçeği bilmiyorlar."
"Onlara de ki; "Bu Kur'an'ı, Ruh-ul Kudüs (Cebrail) Rabbinin katından hakka dayalı olarak indirdi."
O'na iftira edilmesi mümkün değildir. Çünkü onu "Ruh-ul Kudüs" yani Cebrail (selâm üzerine olsun). "Rabbinin katından" indirmiştir. Senin yanından değil. "Hakka dayalı olarak."
Ona boş ve yanlış şeyler karışmaz.
"Amacı mü'minlerin inancını pekiştirmek."
Kalpleri Allah'a bağlı olan ve onun Allah tarafından gönderildiğini kavrayan böylece hak üzerinde sağlamlaşan ve doğruluğuna kesin kanaat getirenleri desteklemek.
"Müslümanlara doğru yol kılavuzu ve rahmet olarak."
Çünkü O kendilerini doğru yola iletir. Onları zafer ve üstünlükle müjdeler.
"Onların "Bu Kur'an'ı Muhammed'e biri öğretiyor" dediklerini kesinlikle biliyoruz. Bu asılsız yakıştırmayı ileri sürerken kastettikleri kişinin dili yabancıdır, Arapça değildir, oysa Kur'an'ın dili fasih bir Arapça'dır."
Onların bir diğer iftiraları, kendilerince Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bu Kur'an'ı öğretenin bir insan olduğu şeklindeki kuruntularıdır. Onlar öğretenin adını da vermişlerdir. Rivayetlerde onun ismine ilişkin değişik bilgiler vermekteler. Bir rivayete göre onlar, kendi aralarında bulunan ve Kureyş boylarından birinin kölesi olan yabancı bir adama göndermede bulunuyorlardı. Bu adam Safa tepesi yakınında ticaret ile uğraşan bir tüccar idi. Bazen Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onun yanında oturur ve bazı şeyleri onunla konuşurdu. Bu adamın dili yabancı idi. Arapça'yı kendisine yöneltilen soruları kısa cümlelerle cevaplayabilecek veya derdini ifade edebilecek kadar biliyordu.
Muhammed İbn-i İshak siretinde diyor ki: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- çoğu zaman Merve'de Sübaye'nin yanında otururdu. Bu Cebr adı verilen hristiyan bir köleydi. Hadremi oğullarından birinin kölesiydi. İşte bu ayeti kerime bu konu ile ilgili olarak inmiştir:
"Onların "Bu Kur'an'ı Muhammed'e biri öğretiyor" dediklerini kesinlikle biliyoruz. Bu asılsız bir yakıştırmayı ileri sürerken kastettikleri kişinin dili yabancıdır, arapça değildir, oysa Kur'an'ın dili fasih bir Arapça'dır."
Abdullah İbn-i Kesir, İkrime'den ve Katade'den aldığı rivayete göre bu adamın ismi "Yeiş" idi. İbn-i Cerir kendi rivayet zinciriyle İbn-i Abbas'dan rivayet ederek diyor ki; Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'de Bel'am adında demirci tam ordu. Bu dili Arapça olmayan bir insandı. Müşrikler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- onun yanına gelip gittiğini görüyorlardı. Bu nedenle "Ona bu sözleri öğreten Bel'amdır" dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirdi.
Onların bu iddiaları, çok basit ve kesin bir ifadeyle reddedildi. Artık bu konuda tartışmaya gerek kalmamıştı:
"Kastettikleri kişinin dili yabancıdır, Arapça değildir. Oysa Kur'an'ın dili fasih bir Arapça'dır."
Dili yabancı olan bir insanın Hz. Muhammed'e bu apaçık Arapça olan kitabı öğretmesi nasıl mümkün olabilir?
Onların bu sözlerinin ciddiye alınması ve buna inanarak ileri sürdüklerini söylemek çok zordur. Öyle anlaşılıyor ki, bu onların yalan ve iftira olduğunu bile bile planladıkları oyunlarından, hilelerinden biriydi. Yoksa onlar bu kitabın değerini ve sanat alanındaki icazını en iyi bilen insanlar olmalarına rağmen, nasıl yabancı birinin Hz. Muhammed'e bu kitabı öğretebileceğini söyleyebilirler. Eğer o böyle bir ustalığa sahip biri olsa, kendisi böyle bir eseri yazmaya çalışmaz mıydı?
Bugün insanlık o güne oranla bu kadar ilerlemiş olmasına, beşeri yeteneklerin kitaplar ve eserlerle, düzenler ve hukuklar alanında, onca ilerlemesine rağmen, söz söyleme sanatının zevkine eren, özünü kavrayan herkes böyle bir kitabın insanlar tarafından yazılmasının mümkün olmadığını rahatlıkla anlar.
Hatta komünist Rusya'daki materyalist inkârcılar 1954 yılındaki Oryantalistler Kongresi'nde bu dine saldırmak istediklerinde, bu kitabın bir tek kişi olan Muhammed'in mahsulü olamayacağını, ancak büyük bir topluluğun ürünü olabileceğini iddia ettiler. Ve onun bütününün Arap Yarımadası'nda yazılmış olmasının mümkün olmadığını, bazı bölümlerinin ancak başka yerlerde yazılmış olabileceğini ileri sürdüler.
Onları böyle bir iddiaya iten sebep, bu kitabın bir insanın yeteneklerini aşan, hatta bir ümmetin bilgisinin dışına taşan bir eser oluşuydu.
Fakat onlar, doğal ve dürüst mantığın gereği olarak söylenmesi gerekeni, onun alemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir vahiy olduğunu kabullenmek istemiyorlardı. Çünkü onlar bu varlık aleminin bir ilahı olduğunu, vahyin, ilahi mesajların ve peygamberlerin varlığını inkâr ediyorlardı!
Durum böyleyken ve yirminci asrın bilginlerinden bir grubun görüşü bu doğrultuda iken nasıl olur da Arap Yarımadası'nda falan oğullarının kölesi olan dili yabancı bir insan onu hz. Muhammed'e öğretmiş olabilirdi?
Kur'an-ı Kerim onların bu sapık görüşlerini bu nedene bağlıyor.
"Allah'ın ayetlerine inanmayanları O, doğru yola iletmez. Onları acıklı bir azap beklemektedir."
Allah'ın ayetlerine inanmayan bu insanları yüce Allah bu kitap konusunda gerçeğe ulaştırmaz. Ve hiçbir delille gerçeğe ulaşmaları için yol göstermez. Çünkü onlar doğru yola ileten ayetlerden yüz çevirmiş ve onları inkâr etmişlerdir.
"Onları acıklı bir azap beklemektedir."
Bu sürekli sapıklıktan sonra...
Ardından Allah'a iftira etmenin ancak Allah'a inanmayanların işi olduğunu belirtiyor. Güvenilir bir elçi olan Hz. Muhammed'den böyle bir şeyin meydana gelmesi asla mümkün değildir.
"Yalanı, ancak Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. Onlar ise yalancıların ta kendileridirler."
Yalan hiç şüphesiz büyük bir cinayettir. Müslüman böyle bir suç işlemez. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir hadisinde müslümanın bazı günahları işlese de asla yalan söyleyemeyeceğini açıklamıştır.
İMANDAN SONRA İNKÂR 106- iman ettikten sonra kâfir olanlar, Allah'ın gazabına uğrarlar, onun için büyük bir azap vardır. Yalnız bu hüküm, kalpleri kesin bir imanın hazzı ile donanmış olduğu halde baskı altında kalanlar için değil, fakat gönüllerinin kapısını inkârcılığa açanlar için geçerlidir. 107- Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir ve çünkü Allah, kâfirleri doğru yola iletmez. 108- Bunlar var ya; Allah onların kalplerini, kulaklarını, gözlerini mühürlemiştir; onlar gafillerin, (aymazların) ta kendileridirler. 109- Hiç kuşkusuz, ahirette hüsrana uğrayanlar olacaklardır.
Mekke'deki ilk müslümanlar pek çok eziyet ve işkencelerle karşılaşmışlardı. Bunlara ancak şehit olmaya niyet etmiş, ahiret hayatını dünyaya tercih etmiş, küfre ve sapıklığa dönmektense, dünya azabını yeğlemiş insanlar katlanabilirler.
Buradaki ayeti kerime, iman ettikten sonra Allah'ı inkâr etmenin büyük bir suç olduğunu, kesin bir şekilde ortaya koymaktadır. Zira bu insan, imanı tanımış ve onun tadına ermiş daha sonra dünya hayatını ahirete tercih ederek dönüş yapmıştır. Dolayısıyla o Allah'ın gazabına uğramış, ağır cezaya mahkûm edilmiş ve doğru yoldan mahrum edilmiştir. Gaflet ile damgalanmış, gözleri ve kulakları üzerine perde indirilmiş ve onun ahirette hüsrana uğrayanlardan olduğuna karar verilmiştir...
Çünkü inancın bir alışveriş konusu yapılması, kâr ve zarar hesabına göre şekillenmesi doğru değildir. Kalp Allah'a iman ettikten sonra artık şu yeryüzünün değerlerinden herhangi birinin onun üzerinde etkili olması doğru değildir. Yeryüzünün hesabı ayrı, inancın hesabı ayrıdır. Bunlar birbirleriyle içiçe değildir. Sonra inanç sistemi bir oyuncak değildir. Alınıp verilebilecek bir alışveriş vasıtası hiç değildir. O, yüce ve çok değerlidir. İşte cezanın bu kadar ağır olmasının ve suçun bu kadar korkunç oluşunun nedeni de budur.
Bu kesin hükmün dışında bırakılan sadece bir olay vardır. O da kalbi iman ile dolu olduğu halde küfre zorlanan insanın durumudur. Yani canını kurtarmak amacıyla kalbi iman üzere sabit, kesin inançtan yana ve onu tam kabullendiği halde, sadece diliyle küfrünü açığa vuranın durumudur. Nitekim bu ayetin Ammar İbn-i Yasir hakkında indiği rivayet edilmiştir.
İbn-i Cerir, İbn-i Yasir'in oğlu Ebu Ubeyde, Hz. Muhammed'den şöyle rivayet eder: Müşrikler Ammar İbn-i Yasir'i yakalamış ve istediklerine yakın şeyler söyleyinceye kadar ona sürekli işkence etmişlerdi. Daha sonra kurtulup Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- gelen Ammar, durumu O'na anlattığında Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- O'na: "Kalbini nasıl buluyorsun" diye sorar. O da "imanla dolu" karşılığını verince Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Eğer onlar tekrar işkence ederlerse sen de tekrar o sözleri söylersin" diye buyurur. İşte küfür eylemine ve müşriklerin dediğini yapmaya ilişkin ruhsat böyle durumlar için geçerlidir.
Bazı müslümanlar dilleriyle dahi olsa kâfir olduklarını söylemektense ölümü tercih etmişler de dilleriyle böyle bir sözü söylemeye yanaşmamışlardır. Nitekim Yasir'in annesi Sümeyye ölünceye kadar, iffet yerinden mızrak darbesi yemesine rağmen yine de diliyle dahi olsa küfre dönmemiştir. Yasir'in babası da işkence altında can verirken bu tavrından hiç vazgeçmemişti.
Hz. Bilal'e müşrikler akıllarına gelen her türlü işkenceyi yapıyorlardı. Güneşin kızgın sıcaklığı altında büyük kaya parçalarını onun göğsü üzerine koyuyorlar ve Allah'a ortak koşmasını istiyorlardı. O bunca işkenceye rağmen tekliflerini reddediyor ve `Allah birdir' diyordu. Ve yine "Allah'a yemin ederim ki, eğer sizi daha çok öfkelendirecek bir söz bilseydim onu da söylerdim" diye ekliyordu.
Ensar'dan Zeyd'in oğlu Habib de, Müseylemetu-l Kezzab tarafından yakalanıp "Sen Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik ediyor musun?" diye sorduğunda "Evet" karşılığını vermiş, bu sefer Müseyleme "Benim Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ediyor musun?" dediğinde ise o "Ben duymuyorum" demişti. Müseyleme onun etlerini lime lime koparırken o sonuna kadar bu tavrında diretmişti.
Hafız İbn-i Asakir sahabilerden birinin rivayetinden (Allah onlardan razı olsun) Abdullah İbn-i Huzeyfe es Sehmi'nin biyografisinde diyor ki: Bizanslılar Abdullah'ı esir almışlardı, onu krallarına getirdiler. Kral ona dedi ki: "Hristiyan ol, seni mülküme ortak eder ve kızımla evlendiririm" Abdullah şu karşılığı verdi: "Eğer sen kendinin sahip olduğun her şeyi versen buna bir de tüm Araplar'ın sahip olduklarını ilave etsen ve Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- dininden bir saniyeliğine ayrılmamı istesen ben yine ayrılmam." Kral: "O zaman seni öldüreceğim" deyince Abdullah: "Ne yaparsan yap, dedi." Kral emretti. Abdullah'ı ellerinden ve kollarından bağladılar, okçularını çağırdı, yakından ellerine ve ayaklarına oklar sapladılar. O bu arada hala hristiyanlık dinini Abdullah'a aşılıyor, O'da hep reddediyordu. Sonra emretti O'nu indirdiler. Bir kazan getirilmesini istedi. Bir rivayete göre ise, bakırdan bir saç getirip kızdırdılar. Müslümanlardan bir esiri getirip içine attılar. Abdullah bu müslümana bakıyordu. Kısa bir süre sonra bu müslüman orada, kızgın kapta parlayan kemiklere dönüştü. Yine Abdullah'a hristiyan olması teklif edildi. O yine reddetti. Kral onun da kazana atılmasını emretti. Kaldırılıp atılacağı zaman, ağladı. Kral biraz umutlandı ve kendisini çağırdı, Abdullah niçin ağladığını şu şekilde izah etti:
"Ben Allah yolunda verecek tek bir canım olduğu için ve bu canım da Allah yolunda kısa zamanda bu kazana atılmakla elimden alınacağı için ağladım. İsterdim ki, vücudumdaki kılların sayısınca canım olsaydı ve her biri Allah yolunda işkence çekerek verilse idi."
Bir rivayete göre ise, Kral Abdullah'ı hapse atmış, günlerce ona yiyecek ve içecek vermemiş, daha sonra da ona içki ve domuz eti göndermiş, fakat o bunlara yine de yaklaşmamıştı. Kral kendisini çağırtmış ve "Bunları yiyip içmene ne engel olmuştur" diye sormuştu. Abdullah: "Aslında şu anda bunları yemem bana helal kılınmıştır. Fakat ben seni kendime güldürmem" dedi. Bunun üzerine kral kalktı. Alnından öptü ve onu serbest bıraktı. Abdullah bu serbest bırakmayı "Eğer tüm müslümanları benimle birlikte serbest bırakırsan kabul ederim" dedi. Kral bu teklifini de alnından öperek kabul etti ve onunla beraber olan tüm müslümanları serbest bıraktı. Geri döndüğünde Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) "Her müslümanın Abdullah İbn-i Huzeyfe'nin alnından öpmesi gerekir" dedi ve kalktı Abdullah'ı alnından öptü.
Bütün bunların sebebi, inanç meselesinin son derece önemli olmasıdır. Bu konuda herhangi bir gevşeklik ve toleransa yer yoktur. Onu korumanın faturası ağırdır. Fakat bu mü'minin gönlünde ve Allah katında daha değerlidir. Bu öyle bir emanettir ki, hayatını onun yolunda feda etmeyen, hayatı ve hayatın içindeki tüm nimetleri onun yolunda kaybetmeyi göze almayanlar onun hakkını ödeyemezler.
110- Buna karşılık dinlerinden dönsünler diye çeşitli işkencelere uğratıldıktan sonra göçedenler, arkasından cihad edenler ve karşılaştıkları zorluklara sabırla katlananlar da var. Hiç kuşkusuz Rabbin, tüm bu olup bitenlerden sonra onlar hakkında affedicidir, merhametlidir. 111- O gün herkes gelip kendini savunur ve hiç kimseye haksızlık yapılmaksızın herkese yaptıklarının karşılığı tam olarak verilir.
O zamanki müslümanlar, Araplar'ın en güçsüz olanlarıydı. Azgın olan zalim müşrikler onları işkence ve başka yollarla dinlerinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat onlar fırsat buldukça hicret ediyorlardı. Böylece fedakâr birer müslüman oldular. Allah yolunda savaştılar. Davanın bütün yükümlülüklerine ve zorluklarına katlandılar. İşte yüce Allah bu nedenle onları bağışlayacağını ve kendilerine rahmet edileceğini müjdelemektedir.
"Rabbin tüm bu olup bitenlerden sonra onlar hakkında affedicidir, merhametlidir."
Bugün herkesin kendi derdine düştüğü başka hiç kimseye dönüp bakamayacağı gündür:
"O gün herkes gelip kendini savunur."
Bu ifade herkesin kendi işinin başından aşkın olduğunu gösteren bir korku atmosferini canlandırmaktadır. Herkes kendisini azaptan kurtarma çabası içindedir. Fakat ne uğraşının ne de mücadelenin bir yararı olacaktır. Orada sadece herkes yaptıklarının karşılığını görecektir.
"Hiç kimseye haksızlık yapılmaz."
Yüce Allah, bu surede daha önce inancın temel gerçeklerinden birinin iyice kavranması için iki örnek vermişti. Burada ise Mekke'nin ve orada yaşayan müşriklerin durumunu tasvir etmek için bir örnek veriyor. Allah'ın nimetlerini inkâr eden bu müşriklerin kendilerine gösterilen örnek sayesinde tehdit edildikleri kötü sonu görmeler: sağlanıyor.
Güven ve huzur, rahat ve bolluk içindeki bir rızıktan oluşan örnekte, nimetten söz edildikten sonra, surenin akışı onları puta tapıcılığın kuruntularına dayanarak, haram kıldıkları güzel nimetlere yöneltiyor. Halbuki bu güzel nimetleri Allah onlara helal kılmış ve haram olanları da belirlemiş bulunuyordu. Onların haram kıldıklarını Allah helal kılmıştı. Bu da Allah'ın nimetlerine nankörlük etmenin ve onlara karşı şükür görevini yerine getirmemenin bir çeşididir. Bu nedenle onları acı bir azapla tehdit ediyor. Ve onların bu yaptıkları doğrudan Allah'a iftiradan ibarettir. İlahi kanunların bu konuda bir hüküm belirlememiştir deniyor.
Müslümanlara haram kılınan kötü şeylerden söz edilmesi nedeniyle yahudilere, zalimlikleri yüzünden haram kılınan güzel rızıklar sebebiyle değiniliyor. Bu güzel nimetler, yahudilerin isyanlarına ve günahlarına karşılık olarak haram kılınmıştı. Hz. İbrahim dönemindeki atalarına haram değildi. Zaten Hz. İbrahim Allah'a tertemiz bir gönülle teslim olan bir ümmetti... Müşriklerden değildi. Onun nimetlerine karşı şükrediyordu. Yüce Allah O'nu elçi olarak seçmiş ve doğru yola iletmişti. Güzel nimetler, O'na ve ondan sonraki çocuklarına helal kılınmıştı. Daha sonra yüce Allah yahudilere özgü bir ceza olarak bu nimetlerin bir kısmını haram kıldı. Kim cahilliğinden sonra tevbe edecek olursa, Allah'ın bağışlayıcı ve merhamet sahibi olduğunu görecektir.
Daha sonra Hz. Muhammed'in dini Hz. İbrahim'in dininin bir uzantısı ve o yolun bir devamı olarak gelmiştir. Dolayısıyla daha önce helal olan tüm güzel nimetler tekrar helal kılınmıştır. Aynı şekilde yahudilerin avlanmaktan alıkonuldukları cumartesi günü yasağı da kaldırılmıştır. Zira cumartesi yasağı, sadece yahudilere mahsustu. Onlar bu konuda ayrılığa düşmüşlerdi. Bir kesimi bu yasağa uymuş, bir kesimi ise onurlu bir varlık olan insanlık sıfatından sıyrılıp, kendilerini hayvan düzeyine indirmişti.
Sure bu konuya ilişkin bir direktif ile sona ermektedir. Burada yüce Allah, kendi elçisi Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmasını ve daha güzel bir şekilde onlarla mücadele etmesini, bir düşmanlığa karşılık verirken, adalet ilkesine bağlı kalmasını ve haddi aşmamasını istemiştir... Sabredip bağışlamasının daha iyi olacağını haber vermiştir. Bütün bunlardan sonra sonunda kazananların takva sahipleri ve iyilik yapanlar olduğunu belirtmiştir. Çünkü Allah onlarla beraberdir. Onlara yardım edecek, koruyacak, iyilik ve kurtuluşun yolunu gösterecek olan da O'dur.
NANKÖRLÜK ÖRNEĞİ 112- Allah size bir beldeyi örnek veriyor. Bu belde güven ve huzur içinde yaşıyordu, her yandan kendisine bol rızık akıyordu. Fakat halkı, Allah'ın nimetlerine karşı nankörce davrandı. Bunun üzerine bu tutumları yüzünden Allah, sırtlarına açlık ve korku elbisesi giydirdi. 113- Gerçi onlara kendi ırklarından peygamber gelmişti, fakat onu yalanladılar. Bunun üzerine zalimlikleri yüzünden azap yakalarına yapıştı.
Bu durum Mekke'deki duruma çok benzemektedir. Yüce Allah Kâbe'yi orada inşa ettirmiş ve orayı dokunulmazlık verilen bir yurt kılmıştır. Oraya giren herkes güven ve huzur içindedir. Katil dahi olsa, kimse ona el uzatamaz. Allah'ın kutsal evi yanında kimse kimseye eziyet edemez. Kimse kimseyi aşağılayamazdı. İnsanlar Mekke'nin etrafında birbirlerini yerken, Mekkeliler onun himayesi, koruması altında güven ve huzur içinde yaşıyorlardı. Aynı şekilde rızıkları da, hacılar ve kafileler tarafından rahat ve güven içinde ayaklarına kadar geliyordu. Halbuki onlar çorak bir arazide, kurak bir vadide bulunuyorlardı. Buna rağmen her çeşit meyve ve ürünler toplanıp kendilerine geliyordu. Hz. İbrahim'in duasından bu yana güven ve bolluğun tadını çıkarıyorlardı.
Bir de bakıyoruz ki, içlerinden tanıdıkları güvenilir, doğru sözlü bir peygamber çıkıyor. Üstelik onlar bu peygamberlerin eleştirilecek bir tarafını da bulamıyorlar. İşte yüce Allah bu insanı onlara ve tüm alemlere rahmet olsun diye peygamber olarak gönderiyor. Bu peygamberin dini himayesi de İbrahim'in dininin aynısıdır. Buna rağmen onlar bu peygamberi yalanlıyorlar. O'na çeşitli iftiralarda bulunuyorlar. O'na ve onun yolunda gidenlere yapmadık işkence bırakmıyorlar. Hem de haksız oldukları halde.
Yüce Allah'ın onlara verdiği örnek de, durumlarına çok uygun düşmektedir. Verilen örneğin sonucu da onların gözleri önündedir. Güven ve huzur içinde yaşadıkları, her taraftan bol bol rızık kendilerine geldiği halde, Allah'ın nimetlerini nankörlük eden ve elçisini yalanlayan şehir halkının örneği:
"Bu tutumları yüzünden Allah, sırtlarına açlık ve korku elbisesi giydirdi."
Bu şehir halkı zulüm edip duruyorken azap kendilerini kıskıvrak yakalayıvermişti.
Ayeti kerime açlığı ve korkuyu somutlaştırmakta ve giysi olarak tasvir etmektedir. Onları da bu elbiseyi giyerek zevkini çıkaran kimseler olarak nitelendirmektedir. Çünkü zevk insanın duygularında, elbisenin cilde değmesinden daha köklü bir etki bırakmaktadır. İfadenin içinde duyguların tepkileri karmaşık bir şekilde verilmektedir. Açlık ve korku dokumuzu katlanırken acısı, etkisi ve ruhlardaki etkileri birbirine giriyor. Umulur ki, onlar kendilerini bekleyen ve bir gün mutlaka yakalayacak olan bu akıbetten endişe eder ve korkuya kapılırlar. Zira onlar haksızdırlar.
Rızık ve nimetin içinde canlandırıldığı, aynı şekilde mahrumiyet ve yoksulluğun gözönüne getirildiği bu örneğin gölgesinde, yüce Allah onları helal kıldığı nimetlerden yemelerini emretmektedir. Eğer Allah'a gerçekten iman etmek ve şirkten uzak bir şekilde ona kulluk yapmak istiyorlarsa, verdiği nimetlere şükretmelerini emretmektedir. Şu ifade içinde, onların sahte ilahlar adına birtakım güzel şeyleri haram kıldıklarına işaret edilmektedir:
114- Eğer kulluğunuzu Allah'a sunuyorsanız, O'nun size bağışlamış olduğu helal ve temiz rızıklardan yiyiniz ve O'nun nimetlerine şükrediniz.
Yüce Allah onlara haram kılınan şeyleri de kesin bir şekilde belirliyor. Fakat bunların arasında onların kendilerine haram kıldığı "balire", "saibe" "vesile" ve "hami" yoktur.
115- Allah size sadece, leşi, kanı, domuz etini ve Allah'dan başkası adına boğazlanmış hayvanları yasakladı. Kim çaresiz kalır da başkasının payına el uzatmaksızın ve zorunluluk sınırını aşmaksızın bu yasak etlerden yerse, hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
Bunların haram kılınışlarının nedeni ya bedene ve duygulara zarar verdikleri içindir. Nitekim ölü eti, kan ve domuz eti bunlardandır. Ya da insanın ruhuna ve inancına birtakım zararlar verdiğindendir. Allah'dan başkası adına kesilen hayvanlar gibi:
"Kim çaresiz kalır da başkasının payına el uzatmaksızın ve zorunluluk sınırını aşmaksızın bu yasak etlerden yerse, hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
Bu din kolaydır, zor değil. Açlık ve susuzluk yüzünden ölüm veya hastalık tehlikesiyle yüzyüze geldiğini farkeden insan, ihtiyacını gidereceği kadar bu haram kılınan şeylerden yemekle günaha girmez. Bu konudaki fıkhi ayrılıklara daha önce değinmiştik. Yeter ki haram ilkesini çiğnemesin ve zor şartların helal kıldığı zorunluluk sınırını aşmasın.
İşte yüce Allah'ın yiyeceklere ilişkin helal ve haram sınırlarını bildiren yasası budur. Puta tapıcılığın kuruntularına dayanarak O'na karşı gelmeyin. Yalan söyleyip Allah'ın helal kıldığını haram saymaya çağırmayın. Çünkü haram kılma ve helal yapma ancak Allah'ın emriyle mümkün olabilir. Çünkü bu bir yasamadır. Yasama yetkisi ise sadece Allah'ındır. Bu konuda insanın hiçbir yetkisi
yoktur. Allah'ın emri olmaksızın hiç kimse kendisi için yasama hakkı isteyemez. Böyle bir iddiada bulunmak düpedüz yalan sözledir. Allah'a iftirada bulunanlar ise asla kurtulamazlar.
116- Kendi dillerinizle uydurduğunuz asılsız nitelemelere dayanarak "Şu helaldir, şu da haramdır" diyerek Allah adına yalan uydurmayınız. Hiç şüphesiz Allah adına yalan uyduranlar iflah olmazlar. Kurtuluşa eremezler. 117- Kısa süreli bir dünya mutluluğu tadarlar, ama acıklı bir azap onları beklemektedir.Kendi dilinizle uydurup anlattığınız yalan şeylere "bu helaldir" "şu da haramdır" demeyin. Eğer hiçbir delile dayanmadan "şu helaldir, bu da haramdır" deniliyorsa, bu Allah adına yalan uydurmanın ta kendisidir. Allah adına yalan uyduranlar ise, bu dünyada sadece kısa bir süre için çeşitli çıkarlar elde edebilirler. Bunun ardında ise acıklı bir azap, pişmanlık ve hüsran vardır.
Buna rağmen, birtakım insanlar Allah'ın izin ve hükmüne dayanmaksızın kanun koymaya, Allah'ın şeriatını değiştirmeye kalkışıyorlar. Yine de yeryüzünde ve Allah katında kurtuluş beklerler.
Yüce Allah'ın daha önce En'am suresinde buyurduğu
"Yahudilere bütün tek tırnaklı hayvanları yasakladık, onlara sığırların ve koyunların sırt, bağırsak ve kemik yağları dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık." (En'am Suresi 46)
Ayetinde yahudilere haram kıldığı şeylere gelince, bunlar onlara mahsus cezalardı. Müslümanlara isnad edilemez.
118- Yahudilere, sana daha önce anlattığımız yiyecekleri haram kıldık. Ama biz onlara zulmetmiş değiliz, tersine onlar kendi kendilerine zulmettiler.
119- Sonra, bilmeyerek kötülük işleyenler, fakat arkasından tevbe edip davranışlarını düzeltenler var ya: Hiç kuşkusuz Rabbin bu aşamadan sonra onlar hakkında affedicidir, merhametlidir.Yahudiler haddi aşmalarından ve Allah'a karşı gelişlerinden dolayı bu güzel nimetlerin kendilerine haram kılınmasını çoktan haketmişlerdi. Onlar kendi kendilerine haksızlık etmişlerdi. Allah onlara haksızlık etmemişti. Kim bilmeden kötü işler yapıp tevbe eder ve bu günahlar üzerinde ısrar etmez, eceli gelene kadar tekrar bu günahlara dalmaz, sonra kalbi ile gerçekleştirmiş olduğu bu tövbeye bir de güzel işler yapmayı ilave ederse, şüphesiz Allah'ın bağışı onu da kapsamına alacak ve rahmeti onu kuşatacaktır. Ayetin ifadesi geneldir. Günahkâr yahudileri de, kıyamete kadar gelecek olan diğer insanları da tevbe edip iyi işler yapanların hepsini de içerir.
Özellikle yahudilere haram kılınan nimetler, Kureyş müşriklerinin kendilerine haram kıldıkları ve ilahlarına ayırdıkları rızıkları Hz. İbrahim'in dinine göre ayarladıklarını iddia etmeleri nedeniyle surenin akışı Hz. İbrahim (Allah'ın selâmı üzerine olsun)'e dönmekte ve onun dininin gerçek mahiyetini ortaya koymaktadır. Onun dini ile Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- dini arasındaki bağı ortaya çıkarmakta, ayrıca Hz. İbrahim'in döneminde olmayıp, da yahudilere özgü olarak belirlenen yasakları açıklamaktadır.
120- Hiç kuşkusuz İbrahim Allah'ın buyruğuna titizlikle uyan, tek Allah'a inanmış bir önderdi, O Allah'a ortak koşanlardan değildir. 121- Rabbinin nimetlerine şükreden bir kuldu, Allah onu seçip dosdoğru yola iletmişti. 122- Biz ona dünyada iyilik verdik, ahirette ise O, kesinlikle iyi kullar arasındadır. 123- Sonra sana "İbrahim'in tek Allah ilkesine dayalı inanç sistemine uy, O Allah'a ortak koşanlardan değildi" diye vahyettik. 124- Cumartesi günü yasağı, bu konuda anlaşmazlığa düşenler (yahudiler) için kondu. Hiç şüphesiz Rabbin kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri konularda, haklarında hüküm verecektir. İSLÂM ÇAĞRISININ YÖNTEMİKur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'i -selâm üzerine olsun- doğru yolun, itaatin, şükretmenin ve Allah'a yönelmenin canlı bir örneği olarak takdim etmektedir. O'nun tek başına bir ümmet olduğunu ifade etmektedir. Buradaki ifade O'nun itaati, güzelliği, bereketi ve iyiliğiyle tek başına bir ümmete denk olduğu anlamına gelebilir. İyilik hususunda kendisine uyulan bir önder olduğu anlamına da gelebilir. Rivayet tefsirlerinden hem bu anlamı, hem de diğer anlamı destekleyen rivayetlere yer verilmiştir. Aslında her iki anlam da birbirine yakındır. Çünkü önder olan, insanları doğru yola iletendir. Bu da bir ümmetin lideridir. Böyle bir adamın hem kendi sevabı hem de onun vasıtasıyla doğru yola gelenlerin mükafatı kendisine verilir. O sanki bu iyilikleri ve sevabı elde etmede tek bir fert değil, bir ümmettir:
"Allah'ın buyruğuna titizlikle uyan."
İtaat eden, içten boyun eğen ve kulluk yapan.
"Tek Allah'a inanmış."
Hakka yönelen ve ona doğru içinde eğilim duyan bir liderdi.
"Ortak koşanlardan değildi..."
Onun şirkle bir ilgisi yoktur. Müşriklerle hiçbir ilgisi yoktur!
"Rabbinin nimetlerine şükreden bir kuldu."
Sözleriyle Allah'ın nimetlerini inkâr eden ve pratikleriyle de onlara karşı nankörlük eden, şu müşrikler gibi değil. O Allah'ın verdiği rızık hususunda sahte ortakları eş koşan, istek ve arzulara uyarak Allah'ın nimetlerini kendilerine haram kılan müşrikler gibi değildir.
"Allah onu seçmişti."
Allah onu seçmiştir.
"Dosdoğru yola iletmişti."
Bu net ve sağlam olan tevhid yoludur.
Yahudilerin kendisiyle ilgi kurdukları ve müşriklerin de kendilerini ona nisbet ettikleri Hz. İbrahim'in durumu budur işte.
"Sonra sana "İbrahim'in tek Allah ilkesine dayalı inanç sistemine uy, O Allah'a ortak koşanlardan değildi" diye vahyettik."
İşte bu, kopukluğa uğrayan tevhid inancının tekrar harekete geçişiydi. Ayeti kerime yeniden teyid ediyor ki, Hz. İbrahim müşriklerden değildir. Demek ki gerçek bağ, yeni dinin oluşturmaya çalıştığı bağdır. Cumartesi yasağı ise, bu konuda ayrılığa düşen yahudilere özgü bir yasaktır. Hz. İbrahim'in dininden değildi. Aynı şekilde onun yolunda giden Hz. Muhammed'in dininin de ilkesi değildi:
"Cumartesi günü yasağı bu konuda anlaşmazlığa düşenler (yahudiler) için kondu."
Onların işi Allah'a kalmıştır.
"Hiç kuşkusuz Rabbin, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri konularda, haklarında hüküm verecektir."
İşte Hz. İbrahim'in daha önce getirmiş olduğu ve son dininin kendisini tamamladığı tevhid ilkesine dayalı inanç sistemiyle, müşriklerin ve yahudilerin kendisine dört elle yapıştığı sapık inanç sistemleri etrafındaki kuşkuların gerçek izahı budur. Zaten Kur'an-ı Kerim'in açıklamak amacıyla gönderildiği konulardan biri de budur. Öyleyse Allah'ın elçisi Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- yoluna devam etsin. Rabbinin yoluna, tevhid davasına hikmetle ve güzel öğütle çağırsın. İnanç sistemine aykırı düşenlerle daha güzel bir şekilde mücadele etsin. Eğer buna rağmen onlar kendisine ve müslümanlara saldıracak olursa onları, yaptıklarının aynısıyla cezalandırsın. Veya aynısıyla ceza verebildiği halde, onları bağışlasın ve sabretsin. İşin sonunda kazançlı çıkacakların takva sahipleri ve iyilik yapanlar olduğuna kesin inansın. Dolayısıyla doğru yola gelmeyenlere üzülmesin. Onların, kendisi ve mü'minler aleyhine çevirdiği entrikalara canını sıkmasın.
125- İnsanları Rabbinin yoluna maharetli bir yöntemle ve güzel öğütlerle çağır, onlarla üslupların en güzel, en etkilisi ile tartış. Hiç şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları herkesten iyi bildiği gibi, doğru yolda olanları da herkesten iyi bilir. 126- Eğer kâfirlere işkence edecekseniz, onlara, vaktiyle size yapmış oldukları işkencenin benzerini uygulayınız. Ama eğer sabrederseniz bu tutum sabredenler hesabına daha hayırlıdır. 127- Sabret, sabretmeyi ancak Allah'ın yardımı ile başarabilirsin; onlar için üzülme, çevirdikleri entrikalar ve kurdukları tuzaklar sakın canını sıkmasın. 128- Çünkü Allah kesinlikle kötülükten uzak duranlarla ve iyi davranışlarla beraberdir.
Kur'an-ı Kerim davetin temellerini ve ilkelerini bu esaslara dayandırıyor ve bunlarla kullanılabilecek yöntem ve yolları belirliyor. Onurlandırılmış peygamberin ve ondan sonra O'nun dinine çağrıda bulunacak davetçilerin yolunu belirliyor. Öyleyse yüce Allah'ın bu Kur'an'da belirlediği davetin ilkelerine bir göz atalım:
Davet, Allah yoluna yapılan bir çağrıdır. Davetçinin şahsına ve milletine yapılan bir çağrı değildir. Davetçinin, bu çağrı ile Allah'a karşı görevini yapmaktan öte bir kazancı yoktur. Onun sözkonusu edilebilecek bir üstünlüğü yoktur. Ne dava üzerinde ne de kendisi aracılığı ile doğru yola gelenler üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Bunların ötesindeki mükafatını vermek ise Allah'a aittir.
Hikmet ile davet etmek: Muhatapların durumlarını ve şartlarını gözönünde bulundurmayı, her defasında ne kadar anlatılmasının uygun geleceğine, ağır gelmeyeceğine dikkat etmeyi, insanların bünyeleri hazırlanmadan, onlara yükümlülükler yağdırmamayı, onlara nasıl hitap edileceğini, iyi seçmeyi, şartlara ve durumlara göre bu hitap yöntemlerini ve yollarını çoğaltmayı gerektirir. Acelecilik, duygusallık ve tepkisellikle işi zora koşup, bu konuların hepsinde ve diğer konularda hikmetin sınırlarını aşmamayı gerektirir.
Güzel öğütle davet etmek: Yumuşak şekilde kalplere girmeye, tatlılıkla, duyguların derinliklerine inmeyi gerektirir. Gereksizce azarlama ve zorlamaya başvurmamayı icap ettirir. Bilgisizlikten veya iyi niyetten kaynaklanmış olabilecek hataları yüze vurmamayı, deşifre etmemeyi zorunlu kılar. Zira öğüt vermedeki yumuşaklık, çoğu zaman katı kalpleri bile doğru yola iletir, birbirinden nefret eden gönülleri kaynaştırır. Neticede azarlama, çıkışma ve rencide etmekten daha iyi sonuçlar doğurur.
Güzel bir şekilde tartışma: Muhatabın üzerine yüklenmek yok. Onu horlamak yok. Çirkin görmek yok. Böylece muhatap, davetçinin amacının tartışmada üstün gelmek olmadığına kesin kanaat getirmeli ve bunu hissettirmelidir. Tek amacının gerçeğe ulaşmak olduğunu anlamalıdır. İnsanların nefislerinin kendilerine özgü bir gururu ve inadı vardır. Yumuşaklıkla yanaşılmadıkça, savunduğu düşüncesinden vazgeçmez ki, yenildiğini hissetmesin. Tartışmada savunulan görüşün değeri ile kişinin kendi onurunun değeri çabucak birbirine karışır. Bu sefer görüşünden vazgeçmeyi onurundan, saygınlığından ve değerinden ödün vermek şeklinde değerlendirir. En güzel biçimde tartışmak ise, bu hassas gurur duygusunu garanti altına alır. Karşısındaki adamın kendi kişiliğinin korunduğunu, değerinin ve onurunun garanti altında olduğunu, davetçinin bir gerçeği dile getirmekten, Allah için bu gerçeğe iletmekten başka amacı olmadığını, kendi kişiliğini güçlendirmek, görüşünü sağlamlaştırmak ve muhatabının görüşünü çürütmek için çalışmadığını gözler önüne serer!
Davet eden insanın duygusallığını ve savunma heyecanını tatmin etmek için Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın kimlerin kendi yolundan saptığını ve kimlerin de doğru yolda yürüdüğünü daha iyi bildiğine işaret etmektedir. Tartışmaya girmeye gerek yoktur. Açıklamak yeterlidir. Bundan sonrası Allah'a kalmıştır.
Dil ile davet ve delillerle tartışma dairesi dışına çıkılmadığı sürece, davetin metodu ve ilkeleri bunlardır. Ama davet edenlere saldırı yapıldığında durum değişir... Saldırı sıcak bir savaşı ifade eder. Hakkın onurunu korumak, batılın üstünlüğünü bertaraf etmek için aynısı ile karşılık vermek gerekir. Burada da karşı saldırıya geçerken sınırlar aşılmamalı, aşırılıklara ve ölünün organlarını kesmeye varmamalıdır. İslâm, adalet ve itidal dinidir. Barış ve saldırmazlığı öngörür. Kendisini ve müslümanları saldırılardan korur. Fakat kendisi saldırganlık yapmaz:
"Eğer kâfirlere işkence edecekseniz, onlara, vaktiyle size yapmış oldukları işkencenin benzerini uygulayınız."
Bu ilke davetin ilkelerinden uzak değildir. Hatta onun bir parçasıdır. Davayı, adalet ve doğal şartları içinde savunmak, onun onurunu ve şerefini korur. Dolayısıyla dava insanların gözünde basite inmez. Zira onuru ayak altına alınmış bir davaya kimse bağlanmaz. Ve onun Allah'ın davası olduğuna güvenemez. Çünkü yüce Allah, davasını kendisini dahi savunamayacak derecede ayak altına bırakmaz. Mü'minler Allah'a davet ettikleri halde, güç ve kuvvetin tamamı Allah'a ait olduğu halde, zulmü ve zilleti kabullenmezler. Sonra müslümanlar yeryüzünde hakkın yerini bulması, insanlar arasında adaletin gerçekleşmesi ve insanlığın doğru ve sağlıklı bir önderliğe kavuşması için görevlendirilmiş bulunmaktadırlar. Cezaya çarptırılıp karşılık vermedikleri, saldırıya uğrayıp hiçbir tepki göstermedikleri halde, nasıl bu kadar büyük ve önemli görevlerin üstesinden gelebilirler?
İslâm kısas ilkesini kabul etmekle birlikte, Kur'an-ı Kerim sabretmeye ve bağışlamaya teşvik ediyor. Müslümanlar kötülüğü önleyebilecek ve düşmanı durdurabilecek güçte oldukları zaman, bazı durumlarda suçluyu bağışlamak ve sabretmek daha derin etki bırakabilir ve davanın geleceği açısından daha yararlı olabilir. Eğer davanın geleceği sabretmeyi ve bağışlamayı gerektiriyorsa, artık şahısların bir önemi kalmaz. Fakat bağışlama ve sabretme Allah'ın davasını aşağılayacak ve zarara uğratacaksa, bu durumda birinci ilke olan kısası yürürlüğe koymak daha önemlidir.
Bununla beraber, sabır tepkisel çıkışlara karşı direnmeyi, duyguları kontrol altına almayı ve fıtratı tanımayı gerektirdiğinden, Kur'an-ı Kerim onu doğrudan Allah'a bağlıyor ve sonunun güzelliğine dikkat çekiyor:
"Eğer sabrederseniz, bu tutum sabredenler hesabına daha hayırlıdır. Sabret, sabretmeyi ancak Allah'ın yardımı ile başarabilirsin."
Sabretmeye ve nefsi kontrol altına almaya yardım edecek olan O'dur. Ancak O'na yönelmek, insanın misillemede bulunması ve belirlenen ölçüler dahilinde kısas isteme gibi doğal isteklerini kontrol ve garanti altına alabilir. Kur'an-ı Kerim, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- insanların doğru yola gelmediklerini gördüğünde de üzülmemesini, kendisinin bir misyonu olduğunu ve bu görevi de yerine getirmekle sorumluluktan kurtulduğunu öğütlüyor. Sapıklığın ve doğru yola gelmenin Allah'ın elinde olduğunu, Allah'ın nefisleri yaradılışlarında, yeteneklerinde, yönelişlerinde, doğru yola veya sapıklığa yönelişlerinde işleyen yasasına göre gerçekleştiğini hatırlatıyor. Onların birtakım oyunlara başvurmalarını görüp sıkıntıya düşmemelerini, kendisinin sadece Allah'a çağıran bir davetçi olduğunu, hilelerden ve tuzaklardan kendisini koruyacak olanın da Allah olduğunu, çağrısında samimi olduğu ve onun vasıtasıyla birtakım kazançlar elde etmek istemediğini bildiği halde onu, düzenbazlarla ve hile peşinde koşanlarla başbaşa bırakmayacağını bildiriyor. Peygambere yönelik bu direktifler aslında O'nun yolunda gidecek olan tüm davetçiler için de geçerlidir.
Bazen sabrının denenmesi için eziyete uğrar, Rabbine karşı beslediği güvenin sınanması için beklediği ilahi yardım gecikebilir, fakat her şeye rağmen sonunda zafer bellidir ve apaçık bilinmektedir:
"Çünkü Allah kesinlikle kötülükten uzak duranlarla ve iyi davranışlılarla beraberdir."
Allah'ın kendisi ile beraber olduğu bir insana, diğerlerinin düzenleri ve tuzakları hiçbir şey yapamaz.
İşte Allah'ın belirlediği şekilde Allah yoluna çağrının ilkeleri bunlardır. Bu yolu izlemekle insanlar Allah'ın da söz verdiği biçimde zaferi garantilemiş olurlar. Allah'dan daha doğru sözlü kim vardır?
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
mucahid dizayn: info@mucahid.net