15-Hicr


1- Elif, Lâm, Ra; bunlar kitabın, Kur'an'ın ayetleridir. "

Bu ve benzeri harfler kitabın özünü oluşturmaktadır. Kur'an bunlardan meydana gelmektedir. Herkesin günlük konuşmalarında kullandığı bu harfler, yüce ufuklara, erişilmez boyutlara, olağanüstü ahenge sahip ayetlerdir. Kendi başlarına hiçbir anlam ifade etmeyen harflerdir, açık, net ve anlaşılır Kur'an'ı meydana getiren...

Şu halde toplum bu olağanüstü kitabın ayetlerini inkâr ediyorsa, bu açık ve anlaşılır Kur'an'ı yalan sayıyorsa, gün gelecek, vaktiyle sergilediği tutumdan farklı bir tutum sergilemiş olmayı arzulayacak, daha önce inanmış olmayı, doğru yola girmiş olmayı temenni edecektir.

2- Gün gelecek, kâfirler "keşke vaktiyle müslüman olsaydık" diyeceklerdir.

Gün gelecek... Ne var ki, temenni ve arzu fayda vermeyecek... Gün gelecek... Bu deyimde gizli bir tehdit, üstü kapalı bir alay vardır. Müslüman olmak ve kurtulmak için ellerine geçen fırsatı kaçmadan, bu fırsatı değerlendirmeye teşvik edilmektedirler. Çünkü gün gelecek, "keşke vaktiyle müslüman olsaydık" diyecekler, fakat o günkü bu arzuları hiçbir yarar sağlamayacaktır!

Üstü kapalı bir tehdit daha...

3- Bırak onları yesinler, dünya nimetlerinden yararlansınlar ve ihtirasları ile oyalansınlar, ilerde gerçeği öğreneceklerdir. "

Onları yemekten, eğlenmekten ibaret hayvanlara özgü hayatları ile başbaşa bırak. Düşünmeden, akıllarını kullanmadan, insanlık düzeyine çıkmadan oyalanıp dursunlar. Bırak onları bu girdapta, fırıldak gibi dönsünler. ihtiraslar oyalasın. Arzular gururlandırsın, ömür geçsin, fırsat kaybolup gitsin. Bırak onları, bu helâk olmuş kimselerle uğraşma. Onlar ihtiras ve gururun bataklığına dalmışlar. Bu durum hoşlarına gitmekte, onları zevk ve eğlenceye daldırmaktadır. Böylece onları oyalayıp, ecellerinin dolmasına daha çok zaman olduğunu sanmalarına neden olmaktadır. Onlar dilediklerini yapabileceklerini sanıyorlar, kimsenin kendilerini bu zevk ve eğlenceden alıkoyamayacağını, engel olamayacağını düşünüyorlar. Bundan sonra kendilerini hesaba çekecek birinin olmadığına én sonunda diledikleri şeye sahip olmaları sayesinde kurtulacaklarına inanıyorlar.

Oyalayıcı duygu ve isteklerin tablosu insanların hayatında gözlemlenebilir canlı bir tablodur. Sürekli parlayan emel, insanın tatlı hayallere dalmasına neden olur. Ve insan bu hayallerin peşine takılır, onlarla oyalanır, hayaller alemine dalar, gün gelir insanlık sınırını aşar; Allah'ı, kaderi ve insan ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutur. Giderek birtakım sorumlulukların, sakınılması gereken şeylerin; hatta bir ilahın, ölümün ve yeniden dirilişin varlığını akıllarına bile getirmez.

İşte Hz. Peygamberin onları başbaşa bırakmakla emrolunduğu öldürücü emel budur:

"İlerde gerçeği öğreneceklerdir."

Zamanın geçmesinden sonra bilmenin yarar sağlayamadığı bir sırada, gerçeği öğreneceklerdir. Bu ifadede onlara yönelik bir tehdit vardır. Ayrıca kendilerini kaçınılmaz akıbeti düşünmekten alıkoyan yanıltıcı emelden kurtulurlar diye son derece etkili bir uyarı gizlidir bu ifadede.

Hiç kuşkusuz Allah'ın yasası, her zaman için yürürlüktedir ve bu yasa değişmez. Milletlerin helâk olması ise, yüce Allah'ın onlara ilişkin olarak belirlediği süreye bağlıdır. Yüce Allah'ın yasasının ve iradesinin yürürlüğe girmesine aracı olan bu milletlerin kendi davranışları helâk süresi ile yakından ilgilidir.

 

4- Yok ettiğimiz her beldenin mutlaka uğradığı akıbete ilişkin belirli bir yazısı vardır.

5- Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir.

O halde bir süre için azaba uğratılmaları ertelenmişse, bu onların gurura kapılmalarına neden olmamalıdır. Çünkü Allah'ın yasası belirlenen şekliyle yürürlüktedir. İlerde öğreneceklerdir.

Amel etmeleri ve bu amele göre işin sonunda karşılık görmeleri için yüce Allah, milletlere ve beldelere uğrayacakları akıbetler için belirlenmiş bir yazı, kesin bir süre tayin etmiştir. Bunlar inandıkları iyi işler yaptıkları, yeryüzünü ıslah ettikleri ve ölçülü davrandıkları sürece yüce Allah, yaşama surelerini uzatır. Ama bütün bu esaslardan saptıkları zaman, içlerinde en ufak bir iyilik kırıntısı bulunmadığı zaman sürelerini tamamlar. Ya yok etmek, köklerini kurutmak suretiyle ya da zayıf bırakmak, düşkün hale getirmek suretiyle varlıklarına son verir.

Kimi milletler vardır ki, ne inanıyorlar, ne de iyi işler yapıyorlar, ne yeryüzünü ıslah ediyorlar, ne de ölçülü davranıyorlar, buna rağmen, bu milletler oldukça güçlüdürler, zengindirler, yok olacak gibi de değildirler... Evet böyle denebilir... Ama bu bir kuruntudur. Çünkü bu milletlerde az da olsa bazı iyi niteliklerin olması kaçınılmazdır. Bu nitelikler, yeryüzünü iyi bir şekilde imar etmek, kendi bağlılarına özgü dar bir çerçevede adalet ilkesini ayakta tutmak, kendi sınırları içinde maddi ıslahatlarda bulunmak ve iyilik yapmak şeklinde de olsa mutlaka vardır. İşte bu iyilik kırıntıları ile yaşamını sürdürmektedir bu milletler. Bunlar yokolduğu zaman, içlerinde bir iyilik kırıntısı kalmadığı zaman, kesinlikle bilinen akıbete uğrayacaklardır.

Çünkü Allah'ın yasası değişmez ve her milletin belirlenmiş bir yaşama süresi vardır.

"Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir."

Şimdi de surenin akışı müşriklerin Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takındığı edepsiz tavrı anlatmaktadır. Kendilerine bir kitap, anlaşılır Kur'an getiren, kendilerini oyalayıcı isteklerden sakındıran ve kendilerine Allah'ın yasasını hatırlatan peygamberi alaya aldıklarım, onunla dalga geçtiklerini dile getirmektedir.

6- Müşrikler dediler ki; "Ey kendisine Kur'an inen adam, sen kesinlikle delinin birisin. "

7- "Eğer söylediklerin doğru ise bize melekler ile birlikte gelseydin ya.

Peygambere sesleniş biçimlerinde onu alaya aldıkları açıkça görülmektedir.

"Ey kendisine Kur'an inen adam."

Aslında onlar vahyi ve peygamberliği inkâr ediyorlar, fakat bu sözler ile peygamberi aşağılamak istiyorlar. Güvenilir peygambere yakıştırdıkları sıfatta da edepsizlikleri açıkça görülmektedir.

"Sen kesinlikle delinin birisin."

Onları açık ve anlaşılır Kur'an aracılığı ile inanmaya yaptığı çağrıya verdikleri karşılık budur.

Onlar gittikçe küstahlaşıyor ve kendisini doğrulayacak melekler getirmesini istiyorlar:

"Eğer söylediklerin doğru ise, bize melekler ile birlikte gelseydin ya."

Gerek Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- gerekse ondan önce gelmiş, geçmiş peygamberlerle birlikte meleklerin de gönderilmiş olmasına ilişkin müşriklerin istekleri hem bu surede, hem de başka surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu istek, yüce Allah'ın onurlandırdığı, peygamberliği türüne özgü kıldığı, kendi içinden seçkin bireylerin peygamber olmasını istediği insan denen varlığın değerini bilmemenin göstergesidir.

Bu küçümsemeye, bu alaya almaya ve bu bilgisizliğe verilen cevap ise, geçmiş milletlerin yok oluşlarının şahitlik ettikleri genel kuralı hatırlatmaktan ibarettir. Buna göre melekler, herhangi bir _peygambere sadece belirlenen süre dolduğu zaman kavminden yalanlayanları yoketmek üzere inerler. Bu durumda süre tanıma, azabı geciktirme, sözkonusu olmaz artık:

 

8- Oysa biz melekleri ancak gerektiğinde indiririz, o zaman da onlara artık mühlet tanınmaz. "

Acaba bunu mu istiyorlar? Bu mudur arzuladıkları?

DÜŞÜNEMEYİP DOĞRU YOLU BULAMAYANLAR

Sonra ayetlerin akışı onları doğru yolu bulmaya, düşünmeye yöneltiyor. Allah melekleri ancak hak için ve gerektiğinde gönderir. Hakkı yerleştirsinler, yürürlüğe koysunlar diye. Allah'ın peygamberini yalanlamanın hakkı ise kökten yok edilmedir. Onlar bu cezayı hakediyorlar, o da gerçekleşiyor. İşte bu meleklerin, geciktirmeden azabı uygulamak üzere indikleri haktır. Onların kendileri için istediklerinden çok, yüce Allah onlar için iyilik dilemiş, iyice düşünürler, onun yol göstericiliği ile doğru yolu bulurlar diye kendilerine Kur'an'ı indirmiştir. Bu ise, eğer gereği gibi düşünecek olurlarsa, sonunda meleklerin hakka y çekleştirmek üzere inmelerinden daha hayırlıdır kendileri için...

9- Bu Kur'an'ı gerçekten biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.

Şu halde onlar için hayırlı olan Kur'an'a yönelmeleridir. Kalıcı olan, korunan, dağılmayan ve değişmeyen O'dur çünkü. Kur'an'a batılın bulaşmış olması, tahrif edilmesi mümkün değildir. Kur'an onları Allah'ın gözetimi ve koruması altında gerçeğe yöneltecektir, eğer gerçeği istiyorlarsa:.. Fakat peygamberin getirdiği mesajın doğruluğuna kanıt olsun diye meleklerin gelmesini istiyorlarsa, yüce Allah onlara melek göndermek istemiyor. Çünkü O, onlara iyilik dilemiş ve kendilerine korunmuş kitabı indirmiştir, beraberlerinde helâk ve yoketme azabını da getiren melekleri değil.

Biz asırlar sonra, yüce Allah'ın Kur'an'ın korunacağına ilişkin gerçek vaadine baktığımızda, birçok şahidin yanısıra, bu kitabın Allah katından geldiğine şahitlik eden bir mucize ile karşı karşıya kalırız. Yüzyıllardır bu kitabın karşı karşıya kaldığı değişik durumların, koşulların, ortam ve etkenlerin bir kelimesini değiştirmeden, bir cümlesini tahrif etmeden bu kitabı korunmuş ve orijinal olarak bırakmış olmasının olanaksız olduğunu görürüz, eğer insanın iradesini aşan, tüm durumlardan; koşul ve ortamlardan daha büyük bir güç bu kitabı değişiklikten, bozulmuşluktan, gereksizlikten ve tahrif olmaktan korumuş olmasaydı.

Hiç kuşkusuz bu kitap önceleri, çeşitli çekişmelerin ortaya çıktığı, fitnenin yaygınlaştığı, olayların peşpeşe geliştiği dönemler yaşadı. O dönemlerde her grup, Kur'an'dan ve Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- sözlerinden kendisi için dayanaklar aramaya koyulmuştu. Bu fitnelere özellikle dinin değişmez düşmanları olan yahudiler ve bir de Şuubiler diye adlandırılan ve halkı milliyetçiliğe çağıran ırkçılar katılıp gelişmeleri yönlendirmişlerdir.

Bu gruplar, Hz. Peygamberin sözleri arasına çeşitli uydurma hadisler katmışlardır. Allah'dan korkan ve gerçekleri kavrama yeteneğine sahip, onlarca alim peygamberin sünnetini kurtarmak, onun sözlerini ayıklamak, bu dinin aleyhinde komplolar kuran düzenbazların uydurmalarından arındırmak için onlarca sene uğraşmak zorunda kalmışlardır.

Ayrıca fitnenin yaygınlaştığı böyle bir ortamda bu gruplar, Kur'an ayetlerinin anlamlarını yorumlayarak, onları istedikleri hüküm ve direktifleri çıkarmak için sağa sola bükme imkânını da bol bol bulmuşlardır.

Buna rağmen -fitnenin yoğunluğunun ve baskısının şiddetli olduğu bu dönemlerde- bütün bu gruplar Allah tarafından korunan bu kitabın ayetlerine yeni bir şey ekleme imkânını bulamamışlardır. Onun ayetleri, değiştirilemeyeceğinin, her türlü yanlış yorumdan korunacaklarının, aynı şekilde bu korunmuş kitabın Allah katından gelişinin kanıtı olarak indikleri gibi kalmışlardır.

Sonra bir zaman geldi -ki biz halâ bu dönemi yaşamaktayız- müslümanlar inanç sistemlerini, sosyal düzenlerini, yurtlarını, ırzlarını, mallarım ve ahlâklarını hatta akıl ve düşüncelerini bile koruyamaz oldular! Onlara üstünlük sağlayan düşmanları, inananlarca iyi olan her şeyi değiştirip, yer_ine yine onlarca iğrenç kabul edilen kavramları yerleştirdiler. İnanç, düşünce ve değer yargısı; ölçü, ahlâk ve gelenek; düzen ve kanun olarak karşı çıktıkları, benimsemedikleri her şeyi onlara kabul ettirdiler. Toplumsal çözülmeyi, ahlâki çöküntüyü, dejenereyi ve insana özgü tüm niteliklerden soyutlanmayı kendilerine çekici gösterip; onları hayvanlarınkine benzer bir hayatın içine yuvarladıkları, zaman zaman hayvanları bile tiksindirecek bir hayat biçimini yaşattılar. Bütün bu kötülükleri "İlericilik", "Gelişmişlik", "Lâiklik", "Bilimsellik", "Serbestlik", "Özgürlük", Zincirleri kırmak", "Devrimcilik" ve "Yenilik" gibi parlak sloganlar ve isimler altında kabul ettirdiler. Böylece müslümanların kala kala sadece "müslüman" isimleri kaldı. Bu dinle uzaktan, yakından hiçbir ilgileri kalmadı. Sel sularının sürüklediği çerçöpe döndüler. Ateşe yakıt olmaktan başka da hiçbir işe yaramaz oldular. Hem de son derece adi bir yakıt...

Ne var ki, -bütün bunlàra rağmen- bu dinin düşmanları bu kitabın ayetlerini değiştiremediler, tahrif edemediler. Bu konuda başarıya ulaşamadılar. Hiç kuşkusuz bu hedefe varmak için insanlar arasında en hırslıları onlardı, bu ideali gerçekleştirmek en büyük arzularıydı.

Bu dinin düşmanları -en başta da yahudiler- Allah'ın dinine karşı tuzaklar kurmak için dörtbin yıllık -ya da daha fazla- deneyim birikimlerini seferber ettiler. Birçok şey de başardılar. Örneğin Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ümmetini ve müslüman ümmetin tarihini örtbas etmeyi başardılar. Açıktan açığa yapamadıkları şeyleri yapmak, rollerini gereği gibi oynamak için, olayları çarptırmakta, müslüman toplumun bünyesine yerleştirdikleri adamlarının gerçek kimliklerini gözlemekte de büyük başarılar elde ettiler. Devletleri, toplumları, düzenleri ve kanunları yoketmeyi başardılâr. Yüzyıllardan beri, özellikle çağımızda müslüman toplumların bünyesinde kendi hesaplarına uygun, çeşitli yıkım ve çökertme faaliyetlerinde bulunmaları için işbirlikçi hainleri, kahraman ve kurtarıcı olarak sunup, kabul ettirebildiler.

Ama tüm koşullar kendi lehlerine olmasına rağmen, bir şeyi yapàmadılar. Bu korunmuş kitaba bir şey yapamadılar... Üstelik bu kitaba bağlı olduklarını söyleyenler, kitabı korumak bir yana, onu kulak ardı edip, sele kapılan çerçöp yığını gibi hiçbir tepki gösteremeden akıntıya kapılmış gidiyorlar... Bu da bir kez daha bu kitabın ilahi olduğunu göstermiştir. Bu akıllara durgunluk veren mucize, onun üstün iradeli ve her yaptığı bir hikmete dayanan yüce Allah tarafından indirildiğini kanıtlamıştır.

Bu vaad, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde sadece bir sözdü: Ama bugün -yaşanan bunca büyük olaydan ve uzun asırdan sonra bu vaadin bir mucize olduğunu, bu kitabın yüce Allah katından geldiğini kanıtladığı ortaya çıkmıştır. İnatçı kara cahillerden başkası bu gerçeği tartışma konusu yapmaz.

"Bu Kur'an'ı gerçekten biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz."

Hiç kuşkusuz doğru söylüyor yüce Allah...

Yüce Allah peygamberini yüreklendiriyor ve böyle bir şeyle ilk defa kendisinin karşı karşıya kalmadığını, bütün peygamberlerin alaya alındıklarını, yalanlandıklarını, bu çirkin inadın yalanlayanların değişmez özelliği olduğunu haber veriyor.

 

10. "Ey Muhammed, biz senden önce de eskiden yaşamış çeşitli milletlere peygamberler göndermiştik. "

11- Bu milletler, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya almışlardır. "

Önceki milletlerden peygamberlerini yalanlayanlar, peygamberlerinin kendilerine sunduğu mesajı nasıl karşılamışlarsa, senin milletinden yalanlayıcı günahkârlar da senin onlara sunduğun mesajı, o şekilde karşılayacaklardır. Böylece biz bu yalanlama huyunu, düşünemeyen ve gelen mesajları güzelce algılayamayan kalplerine aşılarız. Bu, onların seçkin peygamberlere yaptıkları karşı çıkışların, işledikleri suçun karşılığıdır.

12- Biz böylece peygamberleri alaya alma huyunu günahkârların kalplerine aşılarız.

13- Onlar Kur'an'a inanmazlar. Oysa daha önceki yoldaşları hakkında ilahi kanun işlemişti.

Bu kitabın içeriğini yalanlamaları ve onu alaya almaları duygusunu salarız kalplerine. Çünkü bu kalpler, bu kitabı başka türlü algılayamaz. İster şimdiki nesil arasında olsun, ister geçmiş nesillerde olsun, ister gelecek nesillerde olsun yalanlayanlar aynı karaktere sahip bir ümmettirler:

"Oysa daha önceki yoldaşları hakkında ilahi kanun işlemişti."

Kur'an'ın eksikliği imana ilişkin kanıtların yetersizliğinden kaynaklanmamaktadır. Onlar inatçı ve kibirli kimselerdir. Kendilerine son derece açık ve anlaşılır kanıtlar gelmiş olsa bile, onlar inatçılıkları ve kibirleri ile bu kanıtı görmezlikten geleceklerdir.

Burada surenin akışı, aşağılık kibirliliğin, iğrenç inatçılığın olağanüstü bir tablosunu çiziyor:

 

14- "Eğer onlara bir kapı açsak da göğe çıkmaya koyulsalar. "

15- "Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı"derler.

Kendileri için açılan bir kapıdan göğe doğru tırmandıklarını düşünmeleri yeterlidir. Bedenleri ile tırmanıyorlar, karşılarında açık bir kapı görüyorlar. Tırmanma hareketini algılıyorlar, kanıtlarını açıkça görüyorlar... Buna rağmen, onlar; "Hayır, hayır, bu gerçek olamaz. Herhalde biri gözlerimizi boyadı, onları uyuşturdu. Gözlerimiz görmüyor sadece hayal görüyoruz" derler.

"Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı."

Uyuşturucunun biri bizi uyuşturdu, biri bize büyü yaptı. Bütün gördüklerimiz, algıladıklarımız, bir nazarcının bir büyücünün oyunundan başka bir şey değildir.

Çirkin kibirlenmenin, aşağılık inadın olanca çıplaklığı ile ortaya çıkması için onların bu şekilde tasavvur edilmesi yeterlidir. Bu da gösteriyor ki böyleleriyle tartışmanın hiçbir yararı yoktur. Bu tutumlarının iman etmek için yeterince delil bulamamaktan kaynaklanmadığı ortadadır. Onların inanmalarını, engelleyen kendilerine meleklerin inmemiş olması değildir. Çünkü onların göğe doğru tırmanmaları, meleklerin inmiş olmasından daha etkili bir kanıttır, kendileri ile daha yakından ilgilidir. Fakat onlar kibirli bir toplumdurlar. Utanmadan, sıkılmadan, apaçık ve gözler önündeki gerçeğe, aldırmadan kibirleniyorlar!

İfadenin canlandırdığı bu tablo kibirli, gerçeklere kapalı, onları göremeyen insanın örneğidir. Bu örnek insanda tiksinti ve küçümseme duygularını uyandıran bir örnektir.

Bu örnek, belli bir bölgeye ve belli bir zaman dilimine özgü değildir. Belli bir dönemde yaşamış, belli bir toplumda da ortaya çıkmış değildir. Fıtratı bozulan, basirete kapanan içindeki algılama cihazları devre dışı kalan, çevresindeki canlı evrenle, onun mesajları ve etkenleri ile ilgisini koparmış her insanın örneğidir bu.

Bu örnek günümüzde dinsizlere ve "bilimsel (!) ideolojiler" diye adlandırılan materyalist ideolojilere inanan kimselere uymaktadır. Tüm bilimsel iddialarına rağmen, bu ideolojiler bilimden hatta sezgi ve basiretten çok uzaktırlar.

Materyalist ideolojilere mensup kişiler Allah'a inanmıyorlar. O'nun varlığını tartışma konusu yapıp bu varlığı inkâr ediyorlar. Sonra da Allah'ı inkâr etme ve evrenin bu haliyle yaratıcısız, planlayıcısız ve yönlendiricisiz, kendi kendine meydana geldiğini iddia etme temeline dayanarak... Evet bu inkâra ve bu iddiaya dayanarak toplumsal, siyasal ekonomik, ayrıca`ahlâki (!)" ideolojiler geliştiriyorlar. Ve bu temellere dayanan, hiçbir şekilde onlardan sapmayan bu ideolojilerin "bilimsel" olduklarını, hem de sadece "bilimsel (!) olduklarını iddia ediyorlar.

Evrende yeralan bunca kanıta, bunca tanığa rağmen yüce Allah'ın varlığına inanmamaları, bu bedbaht nesillerin içlerindeki algılama ve özümseme cihazlarının işlevsiz hale geldiğinin inkâr edilemez kanıtıdır. Ayrıca bu inkârda diretmeleri de önceki Kur'an ayetinin çizdiği bu örneğin bıraktığı övünme havasından herhangi bir şey azaltmamaktadır.

"Eğer onlara bir kapı açsak da göğe çıkmaya koyulsalar." "Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı derler."

Evrende yeralan ve Allah'ın varlığına şahitlik eden kanıtlar, onların göğe çıkmalarından daha belirgin, daha açıktırlar. Bu kanıtlar devre dışı kalmamış insan fıtratına gizli-açık, sesli-sessiz hitap etmektedirler. Artık fıtrat Allah'ın varlığını kabul etmekten, onu tanımaktan başka bir şey yapamaz.

Evreni ayakta tutan, hareket etmesini ve düzenini sağlayan ayrıca birbirleri ile uyum oluşturan yasalar sistemine, bunun yanında evrenin bazı bölümlerinde hayatın meydana gelmesi için biraraya gelen ve birbirleri ile uyum oluşturan sayısız bileşimlere rağmen evrenin kendi kendine varolduğunu söylemek... Evet böyle bir sözü insan fıtratı temelden reddettiği gibi, insan aklı da kabul etmez. Bilim, bu evrenin özelliklerini, sırlarını, yapısında yeralan ve birbirleriyle uyum oluşturan bileşimlerini araştırmak amacı ile derinlere daldıkça; evrenin oluşumu ve varoluşundan sonraki gelişimi hakkında ileri sürülen tesadüf teorilerini reddetmekte ve evrenin ötesinde onu yönlendiren yaratıcı eli görme ihtiyacını duymaktadır. Bu görüş, evrenden gelen mesajların ve işaretlerin algılanması ile birlikte insan fıtratına bir düzey kazandırır. Ve bu durum, ancak son dönemlerde gelişme gösteren tüm bilimsel araştırmalardan önce meydana gelmiştir.

Evren kendi kendini yaratamadığı gibi, aynı anda da kendisini yönlendirecek kanunları yaratamaz. Aynı şekilde hayattan yoksun evrenin varlığı, hayatın ortaya çıkışı için bir açıklama sayılmaz. Evrenin ve hayatın ortaya çıkışını bir yaratıcının, bir yönlendiricinin varlığını gözönünde bulundurmadan açıklamak, zorlama bir girişimdir. İnsan fıtratı bu açıklamayı kabul etmediği gibi, insan aklı da kabul etmez. Nitekim son dönemlerde pozitif bilimler de böyle bir açıklamayı reddetmeye başladılar.

Almanya Frankfurt Üniversitesi hocalarından canlılar ve bitkiler uzmanı "Russel Charles Ernest' şunları söylemektedir:

"Cansızlar dünyasından hayatın ortaya çıkışını açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bazı araştırmacılar hayatın protejenden ya da virüsten yahut bazı büyük protein parçalarının biraraya gelmesinden doğduğu sonucuna varmışlardır. Bazı insanlar bu teorilerin canlılar alemi ile cansızlar alemi arasındaki boşluğu kapattığını sanmaktadırlar. Ama kabul etmemiz gereken bir gerçek var ki, cansız bir maddeden canlı bir madde meydana getirmek için ortaya konan tüm emeklerin başarısızlıkla, hayal kırıklığıyla sonuçlandığıdır. Bununla beraber Allah'ın varlığını inkâr eden biri, sadece atomların ve elementlerin tesadüfen biraraya gelmeleri ile bu hayatı meydana getirdikleri, onu korudukları, canlı hücrelerde gözlemlediğimiz gibi yönlendirdikleri, teorisini evrenin varoluşunun dayanağı yapamaz. Herhangi bir insan, hayatın ortaya çıkışına ilişkin olarak yapılan bu açıklamayı kabul etmede özgürdür. Bu, onun bileceği bir şeydir. Ama bunu yaptığı zaman her şeyi yaratan ve onları yönlendiren Allah'ın varlığına inanmaktan daha ağır, daha zor yükümlülükleri aklına yükleyecektir.

"İnanıyorum ki, canlı hücrelerin herbiri, anlaması zor, son derece karmaşık birer yapıya sahiptirler. Yeryüzünde varolan milyarlarca canlı hücre, düşünce ve mantığa dayalı olarak onun gücüne şahitlik etmektedir. Bu yüzden ben tüm içtenliğimle Allah'ın varlığına inanıyorum.

Bu makaleyi yazan kişi, araştırmasına hayatın ortaya çıkışına ilişkin dini açıklamaları gözönünde bulundurarak başlamıyor. Araştırmasına hayatın ortaya çıkışını şekillendiren yasalar sistemine ilişkin doğruluğu kanıtlanmamış bir bakış açısı ile başlıyor. Araştırmasına egemen olan mantık, tüm özellikleri ile "çağdaş bilim" mantığıdır. Buna rağmen, hem fıtri ilhamın, hem de dini duyarlılığın onayladığı bir sonuca ulaşıyor. Çünkü bir gerçek varolduğu zaman, hangi yolu izlerse izlesin, doğru yol arayanlara kendisini gösterecektir. Ama bu gerçeği bulamayanlar, içlerindeki tüm algılama cihazlarının işlevsiz hale geldiği kimselerdir.

Fıtratın, aklın ve evrenin mantığına ters düşerek Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanlar, içlerindeki alıcı ve verici cihazlar devre dışı kalmış varlıklardır. Onlar kördürler. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin tarafından sana indirilen kitabın hak içerikli olduğunu bilen kimse kör birisi gibi midir?" (Ra'd Suresi 19)

Gerçek durumları bu olduğuna göre, bir müslüman bunların toplum, siyaset ve ekonomik alanlarında ortaya koydukları sözde "bilimsel" ideolojilere, ayrıca evren, hayat, insan, insan hayatı ve insanlık tarihi hakkında geliştirdikleri teorilere, en azından insan hayatını açıklanmasını ve düzenlenmesini ilgilendiren konularda onların ortaya koyduğu düşüncelere; duyu organları işlevini yitirmiş, görmekten, duyumsamaktan ve kavramaktan tamamen yoksun bir körden kaynaklanan sapmalar olarak bakmalıdır. Bir müslüman hiçbir konuda böylesinin görüşüne başvuramaz. Bakış açısını onların düşüncelerine göre biçimlendirmesi, hayat sistemlerini bu körlerden alınmış bir teoriye dayandırması ile olacak iş değildir.

Bu mesele iman ve inanç meselesidir. Görüş ve düşünce meselesi değildir. Düşüncelerini, hayat felsefesini, aynı şekilde hayat sistemini ve maddi evrenin hem kendisini, hem de insanı varettiği temeline dayandıran biri, düşünce, hayat felsefesi ve hayat sistemini temellendirmede büyük bir yanılgıya düşmektedir. Bu yüzden bu temele dayanan organların düzenlemelerin ve uygulamaların iyi sonuçlar vermesi iyilik getirmesi mümkün değildir. Bu düşüncenin ufak bir parçasının müslümanın hayatına monte olması, onun inancına ve düşüncesine dayanak oluşturması imkânsızdır. Çünkü bir müslüman düzenini ve hayatını yüce Allah'ın evren üzerindeki ilahlığı yaratıcılığı ve yönlendiriciliği ilkesine dayandırmak zorundadır.

Böylece sözde "bilimsel sosyalizm" diye adlandırılan ideolojinin materyalizmden ayrı bir düşünce olduğuna ilişkin görüşün bilgisizlikten ya da hezeyandan başka bir şey olmadığı ortaya çıkıyor. Temeli, kaynağı, düşünce metodu ve sisteminin yapısı belli olan "bilimsel sosyalizmi" benimsemek, inanç, düşünce, sonra sistem ve düzen noktasından ve temelden İslâmdan çıkmaktır. Çünkü bilimsel sosyalizmi benimsemekle, Allah'ın varlığına inanmaya saygı göstermek, kesinlikle birarada olmaz. İkisini birarada sürdürme girişimleri İslâm ile küfrü birleştirmektir. Ve bu kaçınılması mümkün olmayan bir gerçektir.

Hangi bölgede ve çağda olurlarsa olsunlar, insanlar ya din olarak İslâmı benimseyecekler ya da materyalizmi. İslâmı seçtikleri zaman "materyalizm felsefesinden" kaynaklanan "bilimsel sosyalizmi" kabul etmeleri artık kesinlikle yasaktır. Çünkü bilimsel sosyalizmi, bir sosyal düzen olarak kaynaklandığı temelinden ayırmak mümkün değildir.

İnsanlar baştan itibaren ya İslâmı ya da materyalizmi seçmelidirler.

Hiç kuşkusuz İslâm, sırf vicdanlarda yereden fonksiyonsuz bir inanç biçimi değildir. İslâm inanca dayalı bir toplumsal düzendir. Aynı şekilde -bu anlamda"bilimsel sosyalizm" de boşluğa dayanmaz. Doğal olarak materyalizmden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi materyalizm, evrenin özünün madde olduğunu ileri sürerek, evreni yaratıp yönlendiren bir tanrının varlığını temelden inkâr etmektedir. Materyalizmle bilimsel sosyalizm arasındaki bu organik birleşimi bozmak imkânsızdır. İşte İslâm ile tüm uygulamalarıyla bilimsel sosyalizm arasındaki köklü çelişki bundan kaynaklanmaktadır.

İkisinden birini seçmek kaçınılmazdır. İsteyen dilediğini seçebilir, ama Allah katında seçtiğinin sorumluluğunu da yüklenmelidir!

EVRENİN ÖZELLİKLERİ

Gökler alanından sunulan kibirlenme sahnesinden, gökler sahnesiyle başlayan evrensel olağanüstülüklerin sunulduğu sergiye geçiliyor. Çünkü yer sahnesi... Çünkü yağmur yüklü bulutları biraraya getiren rüzgârların yeraldığı sahne... Çünkü hayat ve ölüm sahnesi... Çünkü diriliş ve toplanma sahnesi... Evet bütün bu sahneler üzerlerine bir kapı açılsa oradan göğe doğru tırmanacak olsalar, "Gözlerimiz hayal görüyor, birileri bize büyü yaptı herhalde" diyecek olan kimselerin kibirlendiği sahnelerdir. O halde biz de ayetlerin akışı içinde olduğu gibi teker teker sunalım bu sahneleri.

 

16- Gökte takım yıldızlar (ya da yörüngeler) yarattık ve onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile donattık. "

17- Göğü bütün kovulmuş şeytanlardan koruduk. "

18- Ancak kulak hırsızlığına yeltenen bir şeytan olursa onu parlak ışıklı bir kayan yıldız kovalar. "

Bu oldukça geniş olan tablonun ilk çizgisidir. Harikalar yaratan ilahi gücün ayetlerini dile getiren olağanüstü evrenin oluşturduğu tablodur. Meleklerin inmesinden daha etkili bir mucize daha büyük bir tanıktır. Bu aynı zamanda düzenleme ve planlamada gösterilen özeni de ortaya koymakta, bu büyük yaratmayı gerçekleştiren gücün yüceliğini gözler önüne sermektedir.

Ayette geçen "buruc = (burçlar) olanca görkemïyle yıldızlar ve gezegenler olabileceği gibi, yıldız ve gezegenlerin içinde döndükleri yörünge de olabilir. Her iki durumda da ilahi güce, yaratma ve düzenlemedeki ve sanattaki güzelliğe tanıklık etmektedir.

"Onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile donattık."

Bu ifade ile evrenin -özellikle şu göklerin- güzelliğine dikkat çekilmektedir. Bu da gösteriyor ki, evrenin yaratılmasında gözetilen hedef güzelliktir. Evrende dikkati çeken sadece büyüklük değildir. Gösterilen özen de değildir. Bütün manzaraları düzenleyen, onların oluşturduğu ahenkten kaynaklanan güzellik de önemli bir unsurdur.

Her tarafa serpilmiş yıldızların, gezegenlerin kendi aydınlıkları ile yol aldıkları, arada sırada söner gibi oldukları ve gözden uzak, bir yıldızın çağrısına koşmak için oradan oraya baktığı kapkaranlık bir gecede göğe dikkatlice bakmak... Yine buna benzer bir bakışla dolunay olduğu bir sırada, evren derin bir uykuya daldığı ve adeta evreni tatlı rüyasından uyandırmamak istercesine nefesimizi tutarak mehtaplı bir gecede göğe bakmak...

Evet böylesine bilinçli bir bakış, evrendeki güzellik gerçeğini evrenin oluşumunda bu güzelliğin ne denli köklü olduğunu, ayrıca şu olağanüstü yaklaşımın anlamını kavramak için yeterlidir.

"Onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile donattık."

Donatmanın yanında, koruma ve arındırma da var:

"Göğü bütün kovulmuş şeytanlardan koruduk."

Oraya yaklaşamaz, kirletemez. Kötülüğünü, pisliğini ve sapıklığını bulaştıramaz. Şeytanın faaliyet alanı sadece yeryüzüdür. orada yaşayan Ademoğulları'nı saptırmadır görevi. Üstünlüğün ve yüksekliğin sembolü olan göğe gelince, şeytan oradan kovalanmıştır, oraya yaklaşması, orayı kirletmesi imkânsızdır. Ama oraya yükselmek için girişimlerde bulunur. Ve her girişiminde geri çevrilir.

"Ancak kulak hırsızlığına yeltenen bir şeytan olursa onu parlak ışıklı bir kayan yıldız kovalar."

Ama nedir şeytan? Kulak hırsızlığına ne şekilde yeltenir? Ve ne çalar?.. Bütün bunlar, Allah'a özgü olan gaybın kapsamındadırlar. Bu ayetlerin bildirdiklerinden başkasını öğrenme imkânına sahip değiliz. Buna kalkışmanın da yararı yoktur. Çünkü bu tür şeylerle uğraşmak, imanı arttırmadığı gibi, güçlendirmez de. Sadece insan aklını kendisini ilgilendirmeyen ve kendisini bu hayattaki gerçek görevinden alıkoyan şeylerle uğraştırır. Üstelik bu girişim yeni bir gerçek için yeni bir kavrama biçimi de kazandırmaz.

Bununla beraber şeytanın göğe yol bulamayacağını, gökteki bu gözalıcı güzelliğin korunmuş olduğunu, üstünlük ve yücelik sembolü olarak kalıcılığını sürdürdüğünü, hiçbir pisliğin, hiçbir kötülüğün bulaşmayacağını, şeytanın herhangi bir girişimde bulunması ile birlikte derhal kovulacağını, bu kovulmanın onun işlediğine ulaşmasına engel olacağını bilmemiz gerekir.

Bu arada sahnede çizilen sağlam burçların, göğe doğru tırmanan şeytanın, onun planını altüst eden kayan yıldızın hareketlerinin güzelliğini de unutmamak gerekir. Hiç kuşkusuz bu da şu olağanüstü güzelliğe sahip kitabın tasvir güzelliklerinden biridir.

YERYÜZÜ

Göz alabildiğine geniş ve dehşet verici olan tabloda çizilen ikinci çizgi gözler önüne serilmiş, yürümek ve geçmek için caydırılmış yer çizgisidir. Orada yeralan dağlar, insanlar ve diğer canlılar için rızık olarak var edilen bitkilerdir:

 

19- Yerin alanını geniş yaptık, oraya sabit dağlar serpiştirdik ve orada belirli bir ölçü uyarınca her bitkiyi bitirdik.

20- Orada gerek sizin için ve gerekse rızıkları tarafınızdan sağlanması sözkonusu olmayan diğer canlılar için besin kaynakları yarattık.

Ayetlerin akışında büyüklüğün etkisi açıkça görülmektedir. Çünkü göklerde büyük ve heybetli burçlara işaret edilmektedir. Bu büyüklük ve heybetlilik, "burûc" kelimesinin vurgusunda, hattâ daha önce "ışık saçan" olarak nitelendirilen kayan yıldızlarda bile göze çarpmaktadır. Yeryüzünde de sabit dağlara işaret edilmektedir. Bunun da "Oraya sabit dağlar serpiştirdik" şeklinde ifade edilmesi ile dağların ağırlığı somutlaştırmaktadır. Bir de yeryüzünde "bir ölçü" uyarınca biten her bitkinin yaratılışında bir özen, bir hikmet ve ölçü gözetildiği anlamına gelmekle beraber, bu kelimenin de kendine özgü bir ağırlığı_vardır. "Besin kaynakları"nın çoğul ve belirsiz olarak kullanılması da ifadeye bir ağırlık .ve heybetlilik katmaktadır. Genel ve kapalı bir ifade ile yeryüzündeki tüm canlılardan "Rızıkları tarafınızdan sağlanması sözkonusu olmayan diğer canlılar" şeklinde söz edilmesi de öyle... Canlandırılan sahnede oldukça belirgin olan büyüklük ve heybetliliği yansıtan unsurlardır bunlar.

Evrensel mucize bu noktada dış alemi aşıp iç alemden sunuluyor. Görmek ve yürümek için alanı geniş kılınmış yeryüzü. Yeryüzüne serpiştirilmiş sabit dağlar. Beraberinde bir ölçü uyarınca biten bitkilere işaret edilmesi... Bunların geçim ve hayat için hazırlandığının ve bunların çeşit çeşit olduğunun vurgulanması... Ayetlerin akışı tüm bu unsurları genel ve kapalı bir ifadeyle sunuyor. Amaç, daha önce de belirttiğimiz gibi bir büyüklük ve heybetlilik havası yaymaktır... Orada sizin için besin kaynakları yarattık. Rızıkları sizin tarafınızdan sağlanması sözkonusu olmayan canlıları da sizin için yarattık. Çünkü onlar yüce Allah'ın yeryüzünde kendileri için yarattığı rızıklarla beslenmektedirler. Siz de sayısız ümmetlerden birisiniz. Başkalarını rızıklandıramayan, hem kendisi, hem de başkası Allah tarafından rızıklandırılan bir ümmet. Allah tarafından üstün kılınmış, kendisine yük olmayan ve Allah'ın verdiği rızıkla beslenen diğer canlılar kendisinin yararına hizmetine ve rahatına sunulmuştur bu ümmetin.

Her şey gibi bu rızıklar da Allah'ın bilgisi içinde belirlenmişlerdir. Onun emrine ve dilemesine bağlıdırlar. Bu rızıklar üzerinde dilediği gibi ve dilediği zaman, insanlar ve rızıklara ilişkin olarak yürürlüğe koyduğu yasası uyarınca dilediği uygulamada bulunur.

 

21- Evrende varolan her şeyin hazinesi, ana kaynağı bizim yanımızdadır. Ve biz her şeyi size belirli bir ölçüye göre indiririz.

Hiçbir yaratığın, hiçbir şeye gücü yetmez, hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir. Her şeyin hazinesi -ana kaynağı, deposu- Allah katındadır. Onları yarattıklarının dünyalarına "belirli bir ölçüye" göre indirir. Hiçbir şey ölçüsüz inmez. Hiçbir şey gereksiz değildir.

"Evrende varolan her şeyin hazinesi ana kaynağı bizim yanımızdadır. Ve biz her şeyi belirli bir ölçüye göre indiririz."

Bu açık ve anlaşılır ayetin anlamı insanoğlu bilgi alanında ilerledikçe, bu evrenin bileşim ve oluşumundaki sırları çözdükçe daha bir belirginleşmektedir. İnsanlar maddi varlıkları meydana getiren elementlerin özelliklerini, yapabildikleri kadar- bileşim ve analizlerinin özelliklerini ortaya çıkardıkları zaman "ana kaynağı" kelimesinin anlamı iyice belirginleşmişti. Örneğin, suyun esas kaynağının hidrojen ve oksijen olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde yeşil bitkilerin varlığında somutlaşan rızıkların ana kaynağının havadaki azot, karbondioksit olarak birleşen oksijen ve karbon bir de güneşin gönderdiği ışınlar olduğu ortaya çıkmıştır. Allah'ın katındaki rızıkların ana kaynağını açıklayan benzeri örnekler çoktur. İnsanoğlu bunların bir kısmını öğrenme imkânını bulmuştur. Ama bütün bildikleri bunların çokluğunun yanında çok az bir şeydir.

Yüce Allah'ın belirli bir ölçüye göre gönderdiği şeylerden biri de rüzgâr ve sudur!

22- Gönderdiğimiz yağmur yükleyici rüzgârlar aracılığı ile size gökten su indirerek su ihtiyacınızı karşıladık. Yoksa su kaynağını oluşturan siz değilsiniz.

Rüzgârları yağmur yükleyici olarak gönderdik. (Bazıları "Yükleyici" kelimesini bilimsel anlamda rüzgârların ağaçtan ağaca döllenmeyi sağladıklarından yola çıkarak açıklamak istiyorlar. Oysa ayetlerin akışı burada rüzgârların yağmur yükleyiciliğine işaret etmektedir, başka değil.

"Gönderdiğimiz yağmur yükleyici rüzgârlar aracılığı ile size gökten su indirerek su ihtiyacınızı karşıladık. Yoksa su kaynağını oluşturan siz değilsiniz."

Üstelik burada uzaktan da olsa bitkilere işaret edilmiyor. Hatta sahnede bitkilerin gölgesine de yer yoktur. Kur'an'ın ifade tarzı, sahnede yeralan uzak yakın tüm gölgeleri çizmeye büyük özen gösterir. Yabancı duyguların, telkinlerin etkisinden uzak Kur'an'ın gölgesinde yaşayanlar bunu kavrayabilirler. Yabancı duygu ve telkinlerden arınmış Kur'ani bir algılama yeteneğine sahiptirler, duyguları her türlü yabancı ve zorlama yorumu reddeder.) Tıpkı devenin gebe kalması gibi. Rüzgârların yüklediği bu suyu sizin için gökten indirdik. Onunla su ihtiyacınızı karşıladık, böylece onun aracılığı ile hayatınızı sürdürürsünüz.

"Yoksa su kaynağını oluşturan siz değilsiniz."

Su, sizin oluşturduğunuz kaynaklardan değil, yüce Allah'ın katındaki kaynaklardan ve belirli bir ölçüye göre gelmektedir.

Rüzgârlar evreni idare eden yasalar sistemine göre hareket etmektedirler. Yine bu yasalar sistemi uyarınca yağmur yükleyicilik görevini yerine getirip bu yasaların öngördüğü şekilde yağmurun yağmasını sağlamaktadırlar. Ama bütün bunları temelden düzenleyen, planlayan kimdir? Hiç kuşkusuz bunları takdir eden ve mucizelere kaynaklık eden evrensel yasayı koyan yüce yaratıcıdır.

"Evrende varolan her şeyin hazinesi, ana kaynağı bizim katımızdadır. Ve biz her şeyi size belirli bir ölçüye göre indiririz."

Bu ifade de her hareketin hatta su içme olayının bile yüce Allah'a bağlandığını görüyoruz... "Su ihtiyacınızı karşıladık"dan amaç şudur: Yani sizi suya ihtiyaç duyacak bir yapıya sahip olarak yarattık. Suyu da bu ihtiyacınıza cevap verecek nitelikte yarattık. Her ikisini de biz planladık. Bunu Allah'ın takdirine göre yürürlüğe koyduk, gerçekleştirdik. Bu ifade, havanın tümü ile uyum oluşturması için bu tarzda yeralmaktadır. Her şey, hatta su içme amacı ile yapılan hareket bile Allah'a döndürülmektedir. Çünkü sureye egemen olan hava, evrende olan her şeyi doğrudan doğruya Allah'ın iradesi ile, her hareket ve her olayla ilgili olan Allah'ın kaderi ile izah etme havasıdır. Yüce Allah'ın dış alemdeki olaylar hakkında geçerli olan yasası ile iç alemdeki olaylar hakkında geçerli olan yasası birbirlerinin aynısıdır. Ayetlerin birinci bölümü yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar aleyhinde yürürlüğe koyduğu yasasını içermektedir. İkinci bölüm de gökler ve içindekilerle beraber yeryüzü, rüzgârlar, su ve su ihtiyacını gidermeye ilişkin yasasını içermektedir. Hepsi de Allah'ın kaderi doğrultusunda yürürlükte olan onun yasalarıdır. Her ikisi de yüce Allah'ın göklerin, yerin, insanlar ve eşyanın yaratılışının gerekçesi kıldığı büyük gerçeğe bağlıdırlar.

Ardından her şeyin Allah'a döndürülmesi konusu tamamlanıyor. Hayat ve ölüm, canlılar ve ölüler, diriliş ve kabirlerden kalkış, O'na döndürülüyor:

 

23- Dirilten de öldüren de yalnız biziz ve her şey sonunda bize kalır.

24- Biz sizin eskiden gelip geçenlerini de geride kalanlarını da biliriz.

25- Hiç kuşkusuz Rabbin tüm insanları biraraya toplayacaktır. O her işi yerinde yapar ve her şeyi bilir.

Burada ikinci bölüm birinci bölümle birleşmektedir. Birinci bölümde Allah şöyle buyurmuştu.

"Yok ettiğimiz her beldenin mutlaka uğradığı akıbete ilişkin belirli bir yazısı vardır."

"Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir." (Hicr Suresi 4-5)

Burada ise, hayat ve ölümün Allah'ın elinde olduğu, hayattan sonra her şeyin O'na kalacağı vurgulanmaktadır. Kimlerin önceden canlarının alınacağını, kimlerin bir süre ertelenip canlarının alınacağını bildiği, en sonunda herkesi biraraya toplayacağı, dönüşün O'na olduğu bildirilmektedir.

"O her şeyi yerinde yapar ve her şeyi bilir."

Her milletin yaşama süresini bir hikmete dayalı olarak belirler. Ne zaman öleceklerini, ne zaman biraraya toplanacaklarını, bu arada olacak olayları bilir.

Sahnenin hareketliliği açısından bu bölümle önceki bölüm arasında bir ahenk görüyoruz. Bu ahenk kitabın indirilişi, meleklerin indirilişi, şeytanları kovalayan kayan yıldızların indirilişi, gökten su indirilişi, olaylarında da göze çarpmaktadır. Sonra olayları ve anlamları kuşatan alanda da bu ahenk görülmektedir. Bu alan, olanca büyüklüğüyle evrendir. Gökler, takım yıldızlar ve kayan yıldızlardır. Yeryüzü, köklü dağlar ve bitkilerdir. Rüzgârlar ve yağmurlardır. Büyüklenmeye bir örnek verildiğinde konu olarak gözler önüne serilen bu alanda gökte açılan bir kapı aracılığı ile yerden göğe doğru tırmanma seçilmektedir. Bu da şu olağanüstü kitabın tasvir güzelliklerinden biridir kuşkusuz.

İNSANIN YARATILIŞI

Burada insanlığın büyük hikâyesine geçiyoruz. İlk yaratılış hikâyesine. Hidayet, sapıklık ve bunların temel sebepleri hikâyesine... Adem peygamberin (a.s) hikâyesidir bu. Neden yaratıldı? Yaratılışı esnasında ve bundan sonra neler olup bitti?

Tefsirimizin geçen bölümlerinde Bakara ve A'raf surelerinde (Bu sıralanış surelerin mushaftaki yerlerine göredir. İniş sırasına göre değildir. A'raf suresi de Hicr suresi gibi Mekke'de inmiştir. Ve her ikisi de Bakara suresinden önce inmiştir.) iki defa bu hikâye ile karşılaştık. Ama bu hikâye her defasında özel bir amacı yerine getirmek için özel bir ortamda ve özel bir atmosferde sunulmaktadır. Bu yüzden hikâyenin sunulan bölümleri ifade tarzı, gölgeleri ve müzikal ahengi yerine göre değişiklik arzetmektedir. Yalnız bu bölümlerin varmak istedikleri hedefin ortaklığı oranında başlangıç veya sonuçla ortak noktalar göze çarpmaktadır.

Üç surede de hikâyenin giriş kısmı aynıdır! İnsanların yeryüzüne yerleştirilmesi ve oraya halife kılınması sözkonusu edilmektedir.

Bakara suresinde hikâyeye şu şekilde giriş yapılmıştı:

"O ki yeryüzünde bulunan tüm varlıkları sizini için yarattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir." ( Bakara Suresi 29)

Hikâyenin A'raf suresindeki girişi ise şu şekildedir:

"Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitli geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz." (A'raf suresi 30)

Bu surede ise, hikâyeye şu şekilde giriş yapılmaktadır:

"Yerin alanını geniş yaptık, oraya sabit dağlar serpiştirdik ve orada belirli bir ölçü uyarınca her bitkiyi bitirdik."

"Orada gerek sizin için ve gerekse rızıkları tarafından sağlanması sözkonusu olmayan diğer canlılar için besin kaynakları yarattık."

Ne var ki, bu hikâyenin yeraldığı her surenin gerçekleştirmek istediği amaç, varmak istediği hedef farklıdır.

Bakara suresinde ağırlık noktası Hz. Adem'in içindeki her şeyle birlikte yüce Allah tarafından insanlar için yaratılan yeryüzüne halife tayin edilmesidir:

"Hani Rabbin meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti." (Bakara Suresi 30)

Bu yüzden hikâyede Adem'in halife kılınmasının sırları ve meleklerin bilmedikleri bu sırlar karşısında şaşırıp kalmaları sunulmuştu.

"Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göndererek "Haydi eğer davamızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin" dedi."

"Melekler "Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin bize öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi bilirsin ve her yaptığın yerindedir" dediler."

Allah Adem'e, "Ey Adem, bunlara o nesnelerin adlarını bildir" dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin isimlerini bildirince Allah onlara "Ben size göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınız ve içinizde sakladıklarınızı bilirim" dememiş miydim?" dedi." (Bakara Suresi 31-33)

Sonra meleklerin secdeye kapanmaları, şeytanın büyüklük taslayıp secdeye kapanmaktan kaçınması anlatılmıştı. Ayrıca Adem ve eşinin cennete yerleştirilmeleri, şeytanın ikisini ayartıp oradan çıkarılmalarına neden olması, sonra bu acı tecrübeden geçirilmelerinin, bundan dolayı bağışlanma dileyip, yüce Allah'ın da onları bağışlamasının ardından yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmek üzere oraya indirilmeleri anlatılmıştı. Hikâyenin sonunda, İsrailoğulları'na yönelik olarak Allah'ın kendilerine verdiği nimeti anmalarına ve onunla yaptıkları antlaşmaya bağlı kalmalarına ilişkin bir çağrıyla değerlendirme yapılmıştı. Çünkü bu antlaşma atalarının yeryüzüne halife tayin edilmesi, Allah'la antlaşma yapması ve insanların atalarının başından geçen bu acı tecrübeyle ilişkilidir.

A'raf suresinde ise, ağırlık noktası, cennetten başlayıp yine cennette biten uzun yolculuk ile, yolculuğun başından sonuna kadar şeytanın insanlara yönelik düşmanlıklarının ortaya konmasıdır. Böylece insanlar bir kez daha ilk ortaya çıktıkları alana dönüyorlar. Bir grup şeytana düşman oldukları, ona muhalefet ettikleri için şeytanın anne-babalarını çıkarttığı cennete dönüyor. Bir diğer grup ise, ateşe yuvarlanıyorlar. Çünkü onlar bu azgın düşmanın adımlarını izliyorlar. Bu yüzden A'raf suresinde, meleklerin secdeye kapanmaları, şeytanın büyüklük taslayıp secde etmekten kaçınması, kendisinin kovulmasına sebep olan insanoğlunu saptırmak için yüce Allah'dan yeniden diriliş gününe kadar süre tanımasını istemesi, sonra Adem ve eşinin cennete yerleştirilmeleri, insanın irade gücünü ve itaatını sınamaya yarayan yasağın sembolü bir tek ağacın dışında cennet meyvelerinden yemeleri, sonra şeytanın onlara vesvese vermesi etraflıca anlatılmıştı. Adem ve eşinin yasak meyveyi yemeleri, bunun üzerine ayıp yerlerinin ortaya çıkması, yüce Allah'ın adem ve eşini azarlaması ve büyük savaş meydanında amel etmeleri için topluca yeryüzüne indirmesi anlatılmıştı:

"Allah dedi ki; "Oradan aşağıya ininiz, şeytan ile siz birbirinizin düşmanısınız, sizler belirli bir süre yeryüzünde barınarak geçineceksiniz."

"Orada yaşayacak, orada ölecek ve tekrar diriltilerek oradan çıkarılacaksınız." (A'raf Suresi 24-25)

Sonra surenin akışı herkesin bir kez daha toplandığı ana kadar hikâyeyi sürdürmüştü. Hikâyede herkesin büyük bir meydanda toplandığı ayrıntılı olarak ve karşılıklı konuşmalar şeklinde sunulmuştu. Sonra bir grup cennete, diğer grup da cehenneme gitmişti:

"Cehennemlikler cennettekilere, "Bize biraz su ya da Allah'ın size sunduğu yiyeceklerden biraz bir şeyler ikram ediniz" diye seslenirler. Cennettekiler ise, "Allah her ikisini de kâfirlere haram kıldı" derler. (A'raf Suresi 50)

Ve perde inmişti...

Burada bu surede ise, ağırlık noktası Hz. Adem'in varoluşundaki sırdır. Hidayet ve sapıklığın sırrıdır. İnsanın oluşumundaki hidayet ve sapıklığın temel etkenlerinin sırrıdır. Bu yüzden ilk ayet, Hz. Adem'in kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yaratılmasına, sonra bu balçığa yüce Allah'ın aydınlık ve yüce ruhundan üflenmesine, ayrıca şeytanın daha önce dumansız alevden yaratılmasına ilişkindir. Sonra meleklerin secdeye kapanmaları, şeytanın insana secde etmekten kaçınması, tenezzül etmemesi, bu yüzden lânetlenip kovulması, onun da yeniden diriliş gününe kadar mühlet istemesi ve bu isteğinin kabul edilmesi anlatılıyor. Buna ek olarak şeytanın Allah'ın seçkin kullarının üzerinde hiçbir etkinliğinin olmadığım, sadece Allah'a boyun eğmeyip kendisine boyun eğenler üzerinde etkinliğinin olduğunu belirtmesi de anlatılıyor. Hikâye surenin ağırlık noktasına uyarak her iki grubun uğradığı akıbeti karşılıklı konuşmalara yer vermeden, uzun boylu anlatmadan ve ayrıntıya dalmadan belirtmekle son buluyor. Böylece hikâye, insanın varoluşundaki iki unsur ile şeytanın etkinlik alamı açıklamış oluyor.

O halde hikâyenin bu alanda geçen sahnelerine göz atalım:

 

26- Gerçekten biz insanı kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattık.

27- Cinni de daha önce dumansız alevden yarattık. "

Bu açılışla birlikte -bozulmuş ve kokmuş çamurdan elde edilerek kurutulan balçık ile -parlayan ve yükselen- dumansız alevin tabiatları arasındaki farklılık vurgulanmış oluyor. Ama az ilerde, insanın tabiatına yeni bir unsurun katıldığını göreceğiz. Allah'ın ruhundan bir soluktur bu unsur. Şeytanın tabiatı ise dumansız alev olarak kalıyor.

 

MELEKLER VE ŞEYTAN

28- Hani Rabbin, meleklere dedi ki; "Ben kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan bir insan yaratacağım. "

29- "Ona biçim verip içine kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanınız. "

30- Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secdeye kapandılar. "

31- Yalnız İblis, secdeye kapananlar arasında olmayı reddetti.

32- Allah "Ey İblis, seni secde edenler ile birlikte olmaktan alıkoyan nedir?" dedi.

33- İblis "Kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattığın insana secde etmek bana yakışmaz" dedi.

34- Allah "Öyleyse defol oradan, artık sen rahmetimden kovulmuşsun" dedi.

Hani Rabbin meleklere demişti... Nerede demişti? Ve nasıl demişti? Bütün bu sorulara Fı Zilâl-il'in Bakara suresinin tefsirinde buna değinmiştik. O zaman bunlara cevap vermenin mümkün olmadığını, çünkü bunlara cevap oluşturacak bir nassın elimizde olmadığını, gaybın kapsamına giren böylesi bir meseleye ilişkin olarak bir nass olmadığı sürece doyurucu bir açıklama getirilemeyeceğini, bunun dışındaki tüm çabaların ıssız çöllerde kılavuzsuz yol almak olduğunu söylemiştik.

Peki insanın kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yaratılması, sonra Allah'ın ruhundan bir soluk üflenmesi nasıl gerçekleşmiştir? Bunun da nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Hiçbir durumda bu olayın meydana geliş şeklini tamamı ile kavramak mümkün değildir.

Bu mesele hakkında Kur'an'da yeralan diğer ayetlerden, özellikle

"Andolsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık." (Mü'minun Suresi 12)

"Andolsun ki, insanı bayağı bir suyun özünden yarattık."

ayetlerinden hareketle, "insanın ve hayatın aslının şu dünyanın toprağı ve insanın biyolojik yapısı ile canlıların yapısında yeralan belli başlı birtakım evreler olduğu ayetlerde geçen (süzme-öz) kelimesinin buna işaret ettiği söylenmektedir. Bu ayetlerin ifade ettikleri anlam bu noktada bitiyor. Buna ek olarak yapılan tüm yorumlar Kur'an'ın ihtiyaç duymadığı uzak şeylerdir. Bilimsel araştırmaya uygun yöntemlerle kendine özgü yolda yapılmalıydı. Sonuçta bazı varsayımlar, bazı teoriler ortaya atar böylece. Bunların bazısı garantili bir yöntem bulununca gerçekleşir. Bazısı da araştırmalar ve deneyimler sonucu ispatlanmadığından, değiştirilir. Ama elde edilen hiçbir sonuç, Kur'an'ın içerdiği temel gerçekle çelişemez. Kur'an-ı Kerim insanın özünün en başta topraktaki elementlerden yaratıldığını, yapısına suyun da katıldığını kesin şekilde ifade etmektedir.

Peki bu balçık, bilinen elementsel özelliklerden önce organik hayatın ufuklarına, sonra da insani hayatın ufuklarına nasıl yükselebilmiştir? İşte burada bütün insanların çözümlemekte aciz kaldığı bir sır yatmaktadır. İlk defa oluşan canlı hücredeki hayat sırrı, hep gizli kalacaktır ve hiçbir insan bu sırrı çözümlediğini iddia edemez. Kendisini tüm canlılardan ayrıcalıklı kılan duyu organları, aydınlıkları ve enerjileri birlikte insanın ortaya çıkışından beri kendisine kesin bir üstünlük sağlayan bu nitelikleriyle yüce insanlık hayatının sırrına gelince... Evet halâ bu sır etrafında çeşitli teoriler geliştirilip durmaktadır. Ama hiçbiri ortaya çıkışından beri insanın tüm canlılar içindeki eşsizliğini inkâr edemiyor. Aynı şekilde hiçbiri insan ile ondan önce varolup da insanın onlardan evrimleştiğini söyledikleri hiçbir canlı arasında doğrudan bir bağın varlığını kanıtlayamıyorlar. Nitekim bu teoriler başka ihtimalleri de çürütemiyorlar: Örneğin tüm canlı türlerinin daha baştan ayrı ayrı ortaya çıktığını - bu arada bazısının bazısından daha gelişmiş olduğunu- sonra insan türünün de daha baştan eşsiz bir varlık olarak ortaya çıktığını ileri süren görüşleri çürütemiyorlar. Ama Kur'anı Kerim insanın eşsizliğini bize şu şekilde yorumlamaktadır. Kısa, net ve öz olarak...

"O'na biçim verip içine kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde..."

Şu halde, o basit organik varlığı oluşur oluşmaz yüce insanlık ufuklarına yükselten, onu niteliklerinin eşsizliğinden dolayı oluşur oluşmaz yeryüzünün halifeliğini hakeden bir yaratık konumuna getiren Allah'ın ruhudur...

Nasıl?.. İnsan denen şu yaratık yüce yaratıcının neyi nasıl yaptığını ne zaman kavrayabilir ki?

İşte burada sert bir yere varıyoruz. Ne var ki, güvenle basıyoruz bu yere. Şeytanın yaratılışı daha önce dumansız ateşten gerçekleştirilmişti. Bu yüzden şeytan yaratılış bakımından insandan önceliklidir. Bu, bildiğimiz bir şeydir. Ama şeytan nasıl bir varlıktır, yaratılışı nasıl gerçekleşmiştir? Bu da başka bir konudur. Bu konuya dalmamız gereksizdir. Fakat biz şeytanın bazı niteliklerinde dumansız ateşin niteliklerini algılıyoruz. Ateş olması hasebiyle bazı niteliklerinin balçıktaki elementlere etki yaptığını görüyoruz. Dumansız bir ateşten yaratılmış olduğundan eziyet edici, yakıcı bir niteliğe sahip olduğunu algılıyoruz. Sonra hikâyenin akışı içinde gurur ve büyüklenme niteliklerinin ön plana çıktığını görüyoruz. İyice düşünüldüğünde, bunun ateşin tabiatından uzak bir şey olmadığı açıkça görülür.

Kuşkusuz insanın yaratılışı balçığa dönüşmüş yapışkan çamurun yapısındaki elementlerden, sonra onu diğer canlılardan ayıran yüce soluktan gerçekleşmiştir. Bu soluk, ona insani özellikler kazandırmıştır. Bu durum daha baştan itibaren, onu diğer tüm canlı varlıklardan ayrıcalıklı kılmıştır. Baştan itibaren tüm canlılardan farklı bir yola iletilmiştir insan. Bunun yanısıra hayvansal düzeyini de aşmadan kalabilmiştir.

İnsanı yüceler alemine bağlayan, onun Allah'la ilişki kurmaya, onun mesajını almaya, kaslar ve duyu organlarının iş gördüğü maddi çevreden kalp ve aklın iş gördüğü manevi çevreye ulaşmaya lâyık olmasını sağlayan bu ilahi soluk, ona bu gizli sırrı bahşetmiştir. İnsan bu sır sayesinde zaman ve mekânın, kaslar ve duyu organlarının algılama gücü dışında, türlü sezgilerin, sınırsız düşüncelerin ufuklarına ulaşır.

Bütün bunların yanında insanın tabiatında balçığın ağırlığı da vardır. Balçığın neden olduğu zorunluklar ve yemek, içmek, giyinmek, şehvet ve ihtiraslar gibi ihtiyaçlara boyun eğer. Balçığın tabiatından kaynaklanan zaaf ve eksikliğe, bu zaaf ve eksikliğin doğurduğu düşünce, hareket ve çekişmelere yenik düşer. Buna rağmen insan, "birleşik" bir varlıktır. İlk günden bu yana birbirinden ayrılmayan bu iki ufuktan meydana gelmiştir. Onun tabiatı "birleşik" bir tabiattır. Karışık ya da "karmaşık" bir tabiat değildir. İnsanı yaratılışı itibariyle eşsiz kılan balçık ve yüce soluktan meydana gelen insanın birleşimini araştırdığımızda, bu gerçeği gözönünde bulundurmamız zorunludur. Çünkü insanın oluşumundaki bu iki boyutu birbirinden ayırmak imkânsız bir şeydir. Biri olmadan öbürü hiçbir durumda herhangi bir faaliyet gerçekleştiremez. Çünkü insanın tabiatı çok kısa bir süre için de olsa tamamen balçıktan ibaret olamaz. Aynı şekilde sadece ruhtan da ibaret olamaz. Her ne yaparsa yapsın, mutlaka bu bölünmez yapısına uygun yapacaktır.

Balçıktan kaynaklanan unsurlar ile yüce ruhun unsurlarının özellikleri arasında denge sağlamak, insanın ulaşması istenen en yüce ufuktur. Bu ufuk, insan için belirlenen takdir edilen kemal noktasıdır. Bir melek ya da hayvan olması için bileşiminde yeralan unsurlardan birinin tabiatından ve bu tabiatın isteklerinden soyutlanması istenen bir şey değildir. Bu unsurlardan hiçbiri tek başına insan için arzulanan mükemmelliği temsil edemez. İnsanın iki tabiatı arasındaki kesin dengeyi bozan her yükselme insan denen bu yaratığa, onun temel özelliklerine bu şekilde yaratılmasını gerektiren hikmete göre eksikliktir.

İnsanın organik ve hayvansal enerjilerini, yeteneklerini devre dışı bırakmak için çabalayanlar, onun özgür ruhsal enerjilerini, yeteneklerini devre dışı bırakmak isteyen kimseler gibidirler. Her iki girişim de insanı fıtratının düzeyinin dışına çıkarma amacına yöneliktir. Yüce yaratıcısının istemediğini istemektir. Her iki girişim de insanın bileşimini yok ettiği için, aslında onun kendisini yok etmektedir. Ve insan Allah'ın huzurunda bu yok etmenin hesabını verecektir.

Bu yüzden Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kadınlara yaklaşmayıp, ruhbanlaşmak isteyeni, iftar etmeden sürekli oruç tutmak isteyeni, hiç uyumadan gece boyunca namaz kılmak isteyeni hoş karşılamamıştır. Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine göre, şöyle buyurarak bu davranışları reddetmiştir: "Benim yolumdan ayrılan benden değildir."

İslâm, insanın bu iki boyutlu oluşumunu gözönünde bulundurarak, onun için bir şeriat belirlemiştir. Bu şeriata dayalı olarak insanın hiçbir enerjisini zayi etmeyen, hiçbir yeteneğini öldürmeyen, insana yaraşır bir hayat düzeni koymuştur. Bu düzende insanın tüm yeteneklerinin, tüm enerjilerinin arasında denge sağlanması için büyük özen gösterilmiştir. Bütün bu yeteneklerin ve enerjilerin azgınlaşmadan ya da güçsüzleşmeden, yekdiğerine haksızlık etmeden iş görmeleri için bu özen kaçınılmazdır. Çünkü haksızlığın karşılığı birinin fonksiyonunu yitirmesidir. Her azgınlığın sonunda birtakım yetenekler yok olur.

İnsan fıtratının özelliklerini korumakla yükümlüdür. Allah'a karşı bunlardan sorumludur. İslâmın insanlar için belirlediği hayat düzeni de bu özellikleri korumakla yükümlüdür. Çünkü yüce Allah, bu özellikleri boşuna bahşetmemiştir insana.

İnsanın tabiatında varolan hayvansal iç güdüleri yoketmek isteyenler, onun eşsiz yapısını yok etmektedirler. Sırf insanda bulunan ve hayvanlarda bulunmayan Allah'a inanma, gayba iman etmek gibi insana özgü eğilimleri yoketmek isteyenler de öyle. İnsanın inancını elinden alan, onun insani yapısını yok etmektedir. Tıpkı insanın yemeğini, içeceğini ve diğer bedensel ihtiyaçlarını elinden alan gibi. Her ikisi de insanın düşmanıdır. Şeytan gibi onları da kovmak gerekir.

Üstelik insan bir yönüyle hayvandır. Hayvanınkine benzer istekleri vardır. Bu yönünü tatmin edecek şeylere ihtiyaç duyar. Ama bu sıradan istekler, insanlık düşmanı materyalistlerin ileri sürdükleri gibi "temel istekler" değildir.

Bunlar, Kur'an'ın vurguladığı şekliyle, insanın oluşumu gerçeği karşısında hatıra gelen bazı gerçeklerdir. İnsanlığın büyük hikâyesinin sahneleri canlandırılırken, Kur'an'ın akıcılığını kesintiye uğratmamak için bu gerçekleri çabucak geçiyoruz. Hikâyenin sonunda bazı değerlendirmelerde bulunurken, tekrar bu gerçeklere değinmeyi umuyoruz.

Yüce Allah meleklere şöyle demişti:

"Ben, kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip, kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanınız."

Yüce Allah'ın dediği olmuştu. Çünkü O'nun sözü iradedir. İradenin gerçekleşmesi istenen yaratığın meydana gelmesine nedendir. Yüce Allah'ın öncesiz ve sonrasız soluğunun yaratılmış ve fani balçığı nasıl bürüdüğünü sorma yetkisine sahip değiliz. Bu tür tartışmalara girmek aklı boş yere uğraştırmaktır. Hatta akılla alay etmektir. Onu yetkisinde olan düşünce, kavrama ve hikmetin nedenlerinin çerçevesinin dışına çıkarmaktır. Bu konu etrafında daha önce yapılmış ve yapılmakta olan tüm tartışmalar, insan aklının tabiatını, özelliklerini ve etkinlik alanının tanımamaktan kaynaklanmaktadır. insan aklını yabancısı olduğu alanlara sürüklemektir. Yüce yaratıcının yaptığı insanın duyularına göre değerlendirme girişimidir. İnsan aklının enerjisinin boş yere harcanmasına neden olmaktadır. Sonra bu girişimin yöntemi temelden yanlıştır. Bir kere insan aklı şunu söylüyor: Sonsuz olan fani olana nasıl bürünür? Öncesiz olan, sonradan var edilene nasıl giriyor? Ardından bu olayı ya inkâr ediyor ya da ispat edip nedenlerini araştırıyor. Oysa insan aklından bu konuyu bir çözüme bağlaması kesinlikle istenmemektedir. Çünkü yüce Allah, "Bu olay olmuştur" diyor. "Nasıl olduğunu anlatmıyor." O halde mesele ispat edilmiştir, insan aklı ise bunu çürütemez. Aynı şekilde insan aklı ayetlerin belirttiklerine teslim olmaktan başka kendi yorumu ile bu olayı ispat edemez de. Çünkü insan aklı hükmetme yöntemlerine sahip değildir. Kendisi sonradan yaratılmıştır. Sonradan yaratılan bir varlık ise, zati itibariyle öncesiz bir varlık hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir. Bu durum yaratılışı itibariyle de öncesiz olan varlık hakkında da geçerlidir. Aklın daha baştan bu zorunluluğu ya da "Sonradan meydana gelen bir varlık ne şekilde olursa olsun, öncesiz bir varlık hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir"önermesini kabul etmesi, kendisi için güvenilir olmayan alanlarda enerjisini boşu boşuna tüketmekten vazgeçmesi için yeterlidir.

Bundan sonra neler olup bittiğine bakalım:

"Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secdeye kapandılar."

Nitekim bu yaratıkların -meleklerin- tabiatı tartışmaksızın ağırdan almak

sızın mutlak şekilde emredileni yerine getirmeyi gerektirmektedir.

İBLİS'İN KARAKTERİ

"Yalnız İblis, secdeye kapananlar arasında olmayı reddetti."

İblis meleklerden ayrı bir yaratık. İblis ateşten, melekler de nur'dan yaratılmışlardır. Ve melekler Allah'ın emrine karşı gelmezler, emredileni yaparlar. Ama İblis emredileni yapmaktan kaçınıp, karşı geldi. O halde kesinlikle meleklerden değildir. Buradaki istisna ise, aynı türden birinin istisna edilmesi değildir. Bu, "Falanca oğulları geldiler, ama Ahmet gelmedi" cümlesinde yapılan istisna gibidir. Çünkü Ahmet falanca oğullarından biri değildir. Ama her yerde ve her koşulda onlarla beraberdir. O halde meleklere yönelik olarak yeralan:

"Hani Rabbin meleklere dedi ki."

emri İblis'i nasıl kapsamaktadır? Bu emrin İblis'i de kapsadığı sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Bu nokta A'raf suresinde açık bir şekilde vurgulanmaktadır.

"Allah İblis'e: Secde etmeni emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan ne oldu?" dedi. (A'raf Suresi 1)

Kur'an'ın ifade yönteminde çoğu zaman ve çoğu konuda biraz sonra yer alacak kanıtla yetinilmektedir. O halde yüce Allah'ın İblis'e yönelik olarak "Emrettiğim halde secdeye kapanmaktan seni ne alıkoydu? sözü, secde emrinin onu da kapsadığını kesin bir şekilde kanıtlamaktadır. Yüce Allah'ın şeytana yönelik emrinin meleklere yönelik emir olması bir zorunluluk değildir. Herhangi bir nedenden dolayı meleklerle beraberken bu emir verilmiş olabilir. Yine ayrıca ona böyle bir emir verilmiş de onun önemsizliğini vurgulamak ve bu noktada melekleri ön plana çıkarmak için bu konu açıklanmamış olabilir. Fakat ayetlerin kesinlikle vurguladığı ve davranışlarının ortaya koyduğu, onun bir melek olmadığıdır. Bizim tercih ettiğimiz görüş budur.

Her ne olursa olsun, şu anda biz gaybın kapsamına giren ve kesinlikle kabul etmekten başka seçeneği bulunmayan bir olayla karşılaşıyoruz. Ayetlerin açıkladığının dışında olayın mahiyetini, niteliğini düşünme imkânına sahip değiliz. Çünkü akıl, az önce söylediğimiz gibi, hiçbir durumda bu alanda bir etkinliğe sahip değildir.

"Allah, "Ey İblis, seni secde edenler ile birlikte olmaktan alıkoyan nedir?" dedi."

"İblis, "Kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattığın insana secde etmek bana yakışmaz" dedi."

Dumansız alevden yaratılmış bu varlığın yapısındaki gurur, büyüklenme ve isyan tabiatı burada kendini gösteriyor. İblis burada kara çamurdan ve balçıktan söz ediyor, ama bu çamura üflenmiş yüce soluğu sözkonusu etmiyor. Gururla bayı kaldırıyor ve "Allah'ın kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattığı insana secde etmenin kendisinin üstünlüğüne yakışmadığını söylüyor. Ardından olması gereken oluyor:

Allah "Öyleyse defol oradan, artık sen rahmetimden kovulmuşsun.'

 

35- "Hesaplaşma gününe kadar sürekli olarak lânetim üzerinedir. "

36- İblis, "Ey Rabbim, o halde insanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana yaşama süresi tanı" dedi.

37- Allah, "Sen kendilerine yaşama süresi tanınanlardansın" dedi.

38- O belirli vaktin gününe kadar.

Bu baş kaldırmanın ve yoldan sapmanın cezasıdır.

İşte bu noktada kin ve kötülük karakteri kendini gösteriyor.

İblis diriliş gününe kadar yaşama süresi tanımasını istemişti. Yüce yaratıcının huzurunda işlediği hatadan pişmanlık duymak, Allah'a tevbe etmek, bu büyük suçunu bağışlaması için O'na dönmek için değil elbette. Allah'ın kendisine lânet etmesinin, huzurundan kovmasının cezası olarak Adem ile soyundan öc almak için. Allah'ın kendisine lânet etmesini Adem'e bağlıyor, iğrenç bir büyüklenme ile, Allah'a baş kaldırmasına değil.

39- İblis dedi ki; "Ey Rabbim, beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün için dünyada kötülüğü onlara cazip göstererek hepsini yoldan çıkaracağım.

40- Sadece onların arasındaki seçkin kulların hariç.

Bununla İblis savaş alanını belirlemiş oluyor. Bu alan yeryüzüdür. "Dünyada kötülüğü onlara cazip göstereceğim."

Elindeki kozun da cazip gösterme olduğunu belirtiyor. Kötülüğü cazip gösterip güzelleştirmektir onun kozu. Kötülüğün bu yapay cazibesine kapılıp onu işlemelerini sağlamaktır silahı. Bu yüzden insanın işlediği hiçbir kötülük yoktur ki, üzerinde şeytandan kaynaklanan bir yaldız, bir cazibe, yalancı bir güzellik olmasın. Gerçek mahiyetinden ve çirkinliğinden farklı görünmesin... O halde insanlar şeytanın elindeki kozu iyi tanımalıdırlar. Bir şeyde cazibe olduğunu fark ettiklerinde, içlerinde bu cazibeye karşı bir arzu uyandığını gördüklerindé o şeyden sakınmalıdırlar. Sakınmalıdırlar, çünkü o şeyde şeytanın parmağı olabilir. Ama Allah'a bağlanmış, O'na gereği gibi kulluk yaptıklarında -bu şartla şeytanın Allah'ın seçkin kullarının üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.

"Hepsini yoldan çıkaracağım."

"Sadece onların arasındaki seçkin kulların hariç.

Yüce Allah, kendisini Allah'a adayanları seçkin kullarına katar. Kendilerini sırf Allah için arındıran ve Allah'ı görüyormuşcasına ibadet eden kullarının arasına alır. Şeytanın bu kullar üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.

Mel'un şeytan başka türlüsünün imkânsız olduğunu, çünkü bunun Allah tarafından konulmuş bir kural olduğunu bildiği için bu şartı ifade ediyor. Buna göre, yüce Allah kendisini arındırıp, Allah'a teslim olanı seçkin kullarına katar. Onu korur ve gözetir. Aşağıdaki cevabın verilmesi bu yüzdendir.

41- Allah dedi ki; "İşte bana ileten doğru ,yolum budur. "

42- "Sana uyan sapıklar dışındaki kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun, hiçbir etkileme gücün yoktur. "

Budur yol... Budur yasa... Kanun budur... Allah'ın iradesi, hidayet ve sapıklık noktasında bu yolun kanun ve hüküm olmasını öngörmüştür. Benim seçkin "kullarım" üzerine hiçbir yaptırım gücün yoktur, onlara etki edemezsin, onlara herhangi bir kötülüğü cazip gösteremezsin ve sen onlara ulaşamazsın. Bu nedenle onlar sana karşı koruma altındadırlar. Çünkü senin onları etkileyebileceğin tüm yollar kapalıdır. Onlar dikkatlerini Allah'a yöneltmişler, Allah'la bağlantı içinde, olan sağlıklı fıtratları aracılığı ile onun yürürlükte olan yasalar sistemini kavramış bulunmaktadırlar. Sen sadece sana uyan yoldan çıkmış sapıklar üzerinde bir etkinliğe sahipsin. Bu ise, genel kuralın dışında bir istisnadır. Çünkü yoldan çıkmış sapıklar, Allah'ın seçkin kullarından sayılmazlar. Nasıl ki, kurt sürüden ayrılanı kapıyorsa, şeytan da sadece Allah'ın yolundan ayrılanı kapabilir. Kendilerini Allah'a adayanlara gelince, yüce Allah onların kaybolup gitmelerine izin vermez. Allah'ın rahmeti geniştir. Onlar biraz geride kalsalar bile, çok geçmeden dönerler.

Yoldan çıkmışların akıbeti, daha savaş meydanının başından beri ilan edilmiştir.

43- Onların hepsinin buluşma yerleri cehennemdir.

44- Oranın yedi kapısı vardır. Her kapıdan hangi cehennemlik grupların içeriye girecekleri belirlenmiştir.

Bu yoldan çıkmış sapıkların sınıfları ve dereceleri vardır. Sapıklığın çeşitli şekilleri, değişik renkleri vardır. Onlardan her grubun cehenneme girecekleri kapı belirlenmiştir. Bu belirleme, onların niteliklerine ve davranışlarına göre yapılmıştır.

Ayetlerin akışı hikâyenin odak noktasına ve ders alınacak yerine gelmişken, sahne son buluyor. Bu noktada şeytanın, insanın içine nasıl nüfuz ettiğini, insanın tabiatında yeralan balçığa özgü özelliklerin ilahi soluğa özgü niteliklere ne şekilde üstünlük sağladığını açıklıyor. Allah'la sürekli bağlantı içinde olan ve O'nun ilahi soluğunu koruyana gelince, şeytanın onun üzerinde hiçbir etkileme gücü yoktur.

 

45- Kötülükten sàkınanlar ise, cennetteler ve pınar başlarındadırlar.

46- Onlara "Esenlikle ve güven içinde oraya giriniz" denir.

47- Biz cennetliklerin kalplerindeki tüm kin tortularını çekip çıkardık, onlar orada karşılıklı koltuklarda oturan kardeşlerdir.

48- Onlar orada bıkkınlık hissetmezler, oradan çıkarılmaları da sözkonusu değildir.

Kötülüklerden sakınan muttakiler, sürekli Allah'ı gözeten, kendilerini onun azabından ve onun azabını gerektirecek nedenlerden koruyan kimselerdir. Belki de cennetteki pınarlar, cehennemin kapılarına karşılık olmaları için sahnede yeralmaktadır. Cehennemdeki korku ve endişeye karşılık, onlar esenlik ve güven içindedirler. Geçen ayetlerde vurgulandığı gibi, şeytanın içini kemiren kine karşılık, onların içindeki tüm kin tortularını çekip çıkardık. Orada bıkkınlık hissetmezler, oradan çıkarılma korkusunu yaşamazlar. Dünyadayken Allah'ın azabından korkmalarının ve kötülüklerden sakınmalarının karşılığı olarak Allah'ın katındaki bu güvenli ve huzurlu, yeri haketmişlerdir.

İNSANLIĞIN HİKÂYESİ ÜZERİNE TESBİTLER

Şimdi hiç kuşkusuz -Kur'an'ın akışı içinde sunulduğu şekliyle- insanlığın büyük hikâyesi geniş değerlendirmeleri gerektirecek derecede önemlidir. Bu yüzden Fı Zilâl-il Kur'an'da- buna değinmeden bir başka konuya geçmiyoruz. Şu halde, bu hikâyeyi uygun olduğu ölçüde ana hatları ile irdelemeye çalışalım:

1- Bu hikâye, insan denen yaratığın oluşumunun tabiatını gayet açık bir şekilde göstermektedir. Bu, özel ve eşsiz bir oluşumdur. İnsanın diğer canlılarla ortak olduğu canlı organik bileşiminin yanında ek bir özelliği de vardır. Bu içine üflenmiş ilahi ruhun ayrıcalığıdır. İşte insanı insan eden bu ayrıcalığıdır. Bu özellikleriyle insanı diğer tüm canlılardan farklı kılmaktadır. İnsanın sahip olduğu bu ayrıcalık kesinlikle "hayat" değildir. Çünkü diğer canlılarla insan `hayat' noktasında ortaktır. İnsanı ayrıcalıklı kılan, soyut hayata ek olarak içine üflenen ilahi ruhun meziyetidir.

Kur'an ayetinin vurguladığı bu ayrıcalık, Darwinistler'in sandığı gibi, insanın ortaya çıkışından sonra geçtiği çeşitli aşamaların ya da geçirdiği evrimlerin sonucu kazandığı bir özellik değildir. İnsan yaratılışından, ortaya çıkışından ïtibaren bu ayrıcalığa sahiptir. İnsan denen bu varlık, herhangi bir dönemde kendine özgü insani ruha sahip olmaksızın, sıradan bir canlı türü olmamıştır ve bu ruh sonradan içine girip onu bildiğimiz insan haline getirmemiştir.

Julian Hauxley öncülüğündeki çağdaş Darwinizm bu büyük gerçeğin bir kısmını kabul etmek zorunda kalmıştır. Fizyolojik canlılık açısından, dolayısıyla akıl bakımından "insanın eşsizliği"ni, ayrıca bu eşsizliğin doğurduğu uygar olma noktasındaki benzersizliğini kabul etmiştir.

Buna rağmen çağdaş Darwincilik, halâ bu eşsiz insanın hayvandan evrimleştiğini iddia etmektedir.

Çağdaş Darwinciler'in "insanın eşsizliğini" kabul etmeleri ile Darwin kuramının dayandığı tüm canlıların evrimleşmesi iddiasını uyuşturmak oldukça zordur. Ne var ki Darwinciler ve onları destekleyenler, kilisenin kabul ettiği her şeye karşı çıkma ilkesinden hareketle bu hiç de bilimsel olmayan akımı bilim boyası ile boyayarak savunmaya devam ediyorlar. Yahudiler de bu kuramın yayılmasını, yerleşip güçlenmesini var güçleriyle destekliyorlar. İçlerindeki bir amacı, planladıkları bir hedefi gerçekleştirmek için bu kurama bilimsellik kisvesini giydiriyorlar.

Bu tefsirde A'raf suresindeki benzeri ayetleri ele alırken, bu meseleye açıklık getirmiştik. Orada yaptığımız bazı açıklamaları buraya almakta yarar görüyoruz...

Hangi açıdan bakarsak bakalım, Hz. Adem'in -selâm üzerine olsun- yaratılışına, insanlığın meydana gelişine ilişkin Kur'an ayetlerinin bütünü, bu varlığı, insani özelliklerinin ve kendisine özgü fonksiyonunu yaratılışı ile birlikte verildiği düşüncesi Kur'an'da ağırlık kazanmaktadır. İnsanlık tarihinde görülen ilerlemenin, yükselişin bu özelliklerinin daha açık bir şekilde ortaya çıkmaları gelişmeleri, terbiye edilmeleri ve insanın bunlar sayesinde üstün bir deneyime sahip olmasında görülen ilerleme olduğunu ortaya koymaktadır. Yoksa Darwinizm'in ileri sürdüğü gibi, başka türlerin gelişerek sonuçta insan olduğu şeklinde insanın "öz varlığında" herhangi bir başkalaşım olmadığını ortaya koymaktadır.

Arkeolojik kazılara dayanan yaratılış ve evrim teorisine bağlı olarak zaman süreci içinde hayvanlarda değişik ilerleme aşamalarının varlığını ve bunların birbirini izleyen gelişmeler olduğunu ileri sürmek "sağlıklı" verilere dayanmayan bir teoriden ibarettir. "Kesinlik" ifade etmez. Çünkü yerin katmanlarından bulunan kayaların ömürlerini belirleme çalışmalarında kendileri bile tahminden öteye geçemezler. Bu çalışmalar, yıldızların ömürlerini radyasyon yoluyla kestirmek gibidir. Bunları düzeltecek, hatta kökünden değiştirecek daha başka tahminlerin ortaya çıkmasını engelleyebilecek hiçbir şey yoktur! Böyle bir varsayım bu canlıların birbirlerinden daha gelişmiş olduğunu söylememiz için yeterli değildir.

Kayaların ömürlerine ilişkin bilgimizin kesin olduğunu varsaysak bile, belirli çevre şartlarının etkisiyle ve bu şartlarla uyum sağlayabildikleri oranda, bazı canlı türleri varolmuş olabilir ve çevre şartları değişip, yaşamalarına elverişsiz hale geldiği için bu canlıların soyu kurumuş olabilir. Bu varsayımı ileri sürmemiz için, engelleyici hiçbir veri yoktur.

Darwin'in ve ondan sonrakilerin arkeolojik kazıları bundan öte bir şeyi ispatlayamaz. Zaman süreci içinde herhangi bir hayvan türünün kendisinden önceki bir hayvan türünden organik olarak evrimleştiğini, o zaman süreci içindekï kayaların katmanlarının tanıklığına bakarak, kesin biçimde ispatlayamaz. Sadece şu kadarını ispatlayabilir: Zaman süreci içinde birtakım hayvan türleri kendisinden önceki bir hayvan türünden daha gelişmiştir... Böyle bir gelişmeyi bizim anladığımız biçimde yorumlamak da mümkündür. Yani bu zaman diliminde yeryüzünde egemen olan şartlar bu hayvan türünün varlığına müsade ediyorlardı. Şartlar değiştiğinde, yeryüzü başka bir hayvan türünün meydana gelmesine elverişli oluyordu. Bu hayvan türü de meydana geliyordu. Değişen şartlar daha önceki şartlarda yaşayan hayvan türünün neslinin tükenmesine yolaçıyordu. Buna bağlı olarak bu hayvan türleri de yok oluyorlardı:

Buna bağlı olarak insan türünün yaradılışı bağımsız bir yaratılıştır. İnsan yüce Allah'ın yeryüzündeki şartların insânın hayatı, gelişmesi ve ilerlemesi için elverişli hale geldiğini bildiği bir zaman süreci içinde yaratılmıştır. İnsanın yaratılışı konusunda Kur'an ayetlerinin bir bütün olarak ortaya koyduğu yaklaşım budur.

"İnsan" hem biyolojik ve fizyolojik yönden, hem de akli ve ruhi yönden diğer canlılardan apayrı bir özelliğe sahiptir. Bu öyle apayrı bir özelliktir ki, içlerinden bazıları ateist olmalarına rağmen, yeni Darwinistler insanın bu özelliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. İnsanın bu özelliği de, insanın yaratılışının başlıbaşına bir yaratılış olduğunu ve başka hayvan türleriyle hiçbir organik bağ bulunmadığını belgeleyen önemli bir delildir.

2- İnsanın bu eşsiz yaratılışı, onun bağımsız varlığından istenen bu ayrıcalığa, Allah'ın ruhundan üflenen soluktan kaynaklanan bu ayrıcalığa sahip olması... İnsana ve onun "temel isteklerine" bakışı ile, tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal salgıları ile, insan hayatına egemen olması beklenen düşünce ve değer yargılarına ilişkin salgıları ile materyalist ideolojilerin insana ve temel isteklerine bakışını temelden birbirinden farklı kılmaktadır.

İnsanın evrim geçiren bir hayvandan başka bir şey olmadığı iddiası marksizmi insanın temel isteklerinin yeme, içme, barınma ve cinsel ihtiyaçlarını giderme olduğunu ileri sürmeye itmiştir. Bunlar tamamıyle hayvanların temel istekleridir. İnsan bu bakış açısının kendisine uygun gördüğü konumdan daha aşağılık bir duruma hiçbir zaman düşmemiştir. Bu düşünce biçimi, insanın kendine özgü nitelikleri ile hayvandan üstün oluşundan kaynaklanan tüm haklarını hiçe saymaktadır. Dini inanç hakkını, düşünce ve görüş belirtme özgürlüğüne ilişkin haklarını, dilediği işi seçme ve dilediği yerde oturmaya ilişkin haklarını, egemen düzeni ve onun düşünsel ve ideolojik temellerini eleştirmeyle ilgili haklarım, hatta "parti"nin veya partiden daha aşağı düzeyde olan bu iğrenç düzenin görevlerinin uygulamalarını eleştirme haklarını yok etmektedir. Dolayısıyla insanlar, bu düzenin egemenliği altında sürüler gibi biraraya getirilip güdülmektedirler. Çünkü bu "yığınlar" materyalist felsefeye göre, evrim geçirmiş bir tür hayvandan başka bir şey değildirler... Sonra da kalkıp bu uğursuzluğa "bilimsel sosyalizm" demektedirler!

İslâmın "insan" görüşüne gelince, organik yapısı itibariyle hayvanlarla ortak niteliklere sahip olmakla beraber, onun insana özgü nitelikleri ile eşsizliği temeline dayanmaktadır. İslâm baştan itibaren insanın temel isteklerinin hayvanların temel isteklerinden farklı ve fazla olduğunu dile getirmektedir. Buna göre insanın tüm temel istekleri; yeme, içme, barınma ve cinsel ihtiyaçları gidermeden ibaret değildir. Bunların dışında kalan akıl ve ruhun istekleri de ikinci derecede istekler değildir. İnanç, düşünce özgürlüğü, özgür irade ve seçme hakkı tıpkı yeme, içme, barınma ve cinsel tatmin gibi insanın temel istekleridir. Hatta öncekiler, bunlardan daha öncelikli sayılırlar. Çünkü bunlar insanın hayvandan farklı olarak sahip olduğu özelliklerdir. Yani bunlar, onun insanlığını belirleyen niteliklere ilgili isteklerdir. Bunların yokedilmesi, insanlığın yokedilmesi demektir.

Bu yüzden İslâm düzeninde daha fazla "üretim" için, insanlara yeme, içme, barınma ve cinsel tatmin alanında geniş imkânlar sağlama uğruna inanç ve düşünce özgürlüğünün ve seçme hakkının ayaklar altına alınması doğru değildir. Aynı şekilde, bu tür hayvansal isteklerin rahatlıkla yerine getirilmesi için; gelenekleri, çevrenin ya da ekonomik altyapının belirlediği şekliyle değil, Allah'ın belirlediği şekliyle ahlâki değerlerin yokedilmesi de İslâma göre yerinde ve doğru bir uygulama değildir.

Bunlar, "insanın" ve onun "temel isteklerinin" değerlendirilmesinde, birbirlerinde temelden farklı olan iki bakış açısıdır. Bu yüzden aynı düzenin çatısı altında bu iki bakışı biraraya getirmek kesinlikle mümkün değildir. Ya İslâm, ya da tüm uğursuz salgılarıyla materyalist ideolojiler! Bu saçmalıklar arasında "bilimsel sosyalizm" dedikleri ideoloji de yeralmaktadır. Hepsi de yüce Allah'ın onurlandırdığı insanı küçük düşüren aşağılık materyalizmin pis salgılarıdır.

3- Yeryüzünde şeytan ile insan arasında kesintisiz olarak süren savaş, en başta şeytanın insanı aşamalı olarak Allah'ın sisteminden uzaklaştırması ve onun dışındaki hayat sistemlerini, ona cazip göstermesi noktasında odaklaşmaktadır. Şeytanın insanları yavaş yavaş Allah'a kulluğun, yani inanç, düşünce, kulluk kastı taşıyan sembol ve davranışlar kanun ve nizam noktasında Allah'a boyun eğmenin sınırlarının dışına çıkarmasıdır savaşın ağırlık noktası. Sadece Allah'ın hükmü ile hükmedenlere, yani sadece ona kulluk edenlere gelince, şeytanın onlar üzerinde hiçbir etkileme gücü yoktur.

"Seçkin kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun, hiçbir etkileme gücün yoktur."(Hicr Suresi 42)

Muttakilere bildirilen cennete yöneliş ile yoldan çıkmış sapıklara söz verilen cehenneme yöneliş arasındaki yol ayrımı Kur'an'da sürekli -ibadet olarak ifade edilen- Allah'ın hükmü ile hükmetmek ile şeytanın cazip gösterdiği sistemlere uyarak O'nun hükmü ile hükmetmemektir.

Şeytanın kendisi de Allah'ın varlığını ve sıfatlarını inkâr etmiyor. Yani inanç açısından ateist değildir. onun yaptığı sadece, Allah'ın hükmü ile hükmetmemektir, işte onun ve ona uyan sapıkların cehenneme yuvarlanmalarına neden olan budur.

İslâmın varlık nedeni sadece Allah'ın hükmü ile hükmetmektir, sadece O'na itaat etmektir. Mensupları herhangi bir konuda Allah'dan başkasının hükmü ile hükmettikleri, O'ndan başkasına boyun eğdikleri zaman, İslâmın hiçbir değeri kalmaz. Bu hükmün inanç ve düşünceye veya bireysel ibadetler ve törenlere ya da şeriat ve kanunlara, değer yargılarına ve ölçülere özgü olması, durumu değiştirmez. Hepsi de birdir. İslâm Allah'ın hükmü ile hükmetmektir, cahiliye de Allah'dan başkasının hükmü ile hükmetmektir, şeytanın yanında yer almaktır.

Allah'ın hükmü ile hükmetme ilkesini bölmek, düzen ve kanunları bïr yana bırakıp bunu inanç ve bireysel ibadetlere özgü kılmak mümkün değildir. Çünkü Allah'ın hükmü ile hükmetmek, bölünmez bir bütündür. Ve bu, hem sözlük, hem de terimsel anlamı ile Allah'a ibadet etmek demektir. İnsan ile şeytan arasında kesintisiz olarak süren savaş işte bu nokta etrafında cereyan etmektedir.

4- Son olarak yüce Allah'ın muttakilere ilişkin olarak söylediği sözde yeralan gerçek ve derin yaklaşım üzerinde durmak istiyoruz.

"Kötülüklerden sakınanlar ise, cennetlerde ve pınar başlarındadırlar." "Onlara "esenlik ve güven içinde oraya giriniz denir."

"Biz cennetliklerin kalplerindeki tüm kin tortularını çekip çıkardık, onlar orada karşılıklı koltuklarda oturan kardeşlerdir."

"Onlar orada bıkkınlık hissetmezler, oradan çıkarılmaları sözkonusu değildir." (Hicr Suresi 45-48)

Bu din yeryüzünde insanın tabiatını değiştirmeye ya da onu değişik bir varlığa dönüştürmeye çalışmaz. Bu yüzden dünyadayken içlerinde kin tortularının olabileceğini kabul ediyor. Ve bu duygunun insanın tabiatında yeraldığını, iman ve İslâmın bu duyguyu kökünden sökemeyeceğini onaylıyor. Bunun yanında İslâm bu duygunun şiddetini azaltmak için tedavi yönüne gidiyor. Bu duyguyu Allah için sevme ve Allah için nefret etme duygusuna dönüştürmeyi hedefliyor. -Zaten iman da sevgi ve nefret değil midir?- Ama onlar şu anda cennettedirler. Artık insanlıkları doruk noktasına ulaşmış ve dünyadaki rolünü tamamlamıştır. Bu yüzden kin ve nefret duyguları içlerinden sökülüp çıkarılıyor. Artık saf ve sevgi dolu kardeşlik duygusundan başka bir şey yer almaz içlerinde...

İşte bu, cennet ehlinin derecesidir. Kim daha dünyadayken bu duygunun ağırlıklı olarak içinde yer ettiğini görüyorsa cennet ehli olduğuna sevinebilir. Mü'min kaldığı sürece bu durum geçerlidir. Çünkü iman, onsuz hiçbir amelin işe yaramadığı temel şarttır.

Şu anda okumakta olduğumuz bu ders, Allah'ın rahmetinden ve azabından örnekler içermektedir. Bu örnekler, Hz. İbrahim ve O'nun bilgili bir evlât bağışı ile müjdelenmesi, Hz. Lût ve O'nun karısı hariç, tüm ailesinin zalim milletten kurtuluşu, Eykeliler'in ve Hicr ehlinin ve bunların acıklı azaba uğramaları hikâyelerinde somutlaşmaktadır.

Bu hikâyeler şu girişten sonra peşpeşe sıralanıyorlar:

"Ey Muhammed, kullarıma haber ver ki, ben gerçekten affediciyim, merhametliyim."

"Fakat azabım da son derece acıklı bir azaptır." (Hicr Suresi 49-50)

Arkasından hem rahmet olayının gerçekliğini kanıtlayan bir haber, hem de azap olayının gerçekliğini kanıtlayan bir haber yeralıyor. Bu husus ayrıca surenin başlarında yeralan ifadelere de dönüktür ve orada yeralan uyarıları da kanıtlamaktadır:

"Bırak onları yesinler, dünya nimetlerinden yararlansınlar, ihtirasları ile oyalansınlar, ilerde gerçeği öğreneceklerdir."

"Yok ettiğimiz her beldenin mutlaka uğradığı akıbete ilişkin, belirli bir yazısı vardır."

"Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir." (Hicr Suresi 3-5)

Dolayısıyla hikâyelerde anlatılanlar uyarıldıktan sonra, yokedilen beldelerden örneklerdir. Bunlar yaşama süreleri dolduktan sonra cezalarını çeken milletlerdir. Ayrıca bu hikâyeler, surenin başlarında belirtildiği üzere meleklerin gönderilmeleri durumunda neler yaptıklarını da örneklemektedir:

"Müşrikler dediler ki; "Ey kendisine Kur'an inen adam, sen kesinlikle delinin birisin."

"Eğer söylediklerin doğru ise bize melekler ile birlikte gelseydin ya."

"Oysa biz melekleri ancak gerektiğinde indiririz, o zaman da onlara mühlet tanınmaz." (Hicr Suresi 6-8)

Böylece sure, bölümleri birbirini destekleyen uyumlu bir bütün olarak belirmektedir. Bununla beraber çok azı hariç, surelerin bir defada indirilmedikleri, surelerdeki ayetlerin mushafta olduğu şekliyle peşpeşe inmedikleri, ayetlerin bu tarz dizilişleri Peygamberimizin uygun görmesi ile gerçekleştiği bilinmektedir. Hiç kuşkusuz ayetlerin bu tarz dizilişinde bir hikmet vardır. Şimdiye kadar sunduğumuz surelerde, bu surelerin yapısının sağlamlığı, surelerdeki atmosfer ve gölgelerin birliği, bu hikmetin bazı yönlerini bize göstermiş bulunmaktadır. Bu konuda kesin bilgi Allah'a özgüdür. Geçici birtakım içtihatlardır. Elbette doğruyu gösteren yüce Allah'dır.

 

49- Ey Muhammed, kullarıma haber ver ki, ben gerçekten affediciyim, merhametliyim.

50- Fakat azabım da son derece acıklı bir azaptır.

Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik bu emir, surenin akışı içinde yoldan çıkmışların ve kötülükten sakınanların uğrayacakları akıbet vurgulandıktan sonra yeralmaktadır. Surenin akışı içinde değerlendirildiğinde, aralarındaki ilgi son derece açıktır. Yüce Allah, bağışlama ve rahmete ilişkin haberi, azaba ilişkin haberden önce dile getiriyor. Burada yüce Allah, iradesinin temel aldığı noktayı vurguluyor. Çünkü yüce Allah kullarına merhamet etmeyi üzerine almıştır. Hiç kuşkusuz zaman zaman azap haberinin bir ayet içinde öne alındığı ya da tek başına dile getirildiği de oluyor. Bu da ayetin akışı içinde azabın tek başına dile getirilmesini ya da öne alınmasını gerektiren bir hikmetten kaynaklanmaktadır.

Ardından İbrahim peygamberle -selâm üzerine olsun- Lût kavmine azap indirmek üzere gönderilen melekler arasında geçen hikâye yeralmaktadır. İbrahim ve Lût peygamberlerin hikâyelerinin bu bölümü değişik şekillerde konunun havasına uygun olarak yeralmaktadır. Bunun yanısıra Lût peygamberin hikâyesinin bazı yerlerde tek başına yeraldığı da oluyor.

A'raf suresinde Lût peygamberin hikâyesinden bir bölüm okumuştuk. Hud suresinde de İbrahim ve Lût hikâyesinin bir bölümünü görmüştük. A'raf suresinde yeralan bölüm Lût peygamberin -selâm üzerine olsun- kavminin işlediği iğrençliği kınamasını, buna karşılık kavminin, soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; "Lût'u ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş" dediler." (A'raf Suresi 82) şeklinde verdiği cevabı, yerin dibine geçirilenler arasında yeralan karısı hariç, Lût'un tüm ailesinin kurtuluşunu içermektedir. Ancak burada meleklerin gelişi ve Lût kavminin meleklere sataşması sözkonusu edilmiyor. Hud suresinde ise, meleklerle İbrahim ve Lût peygamberin hikâyesi yeralıyor. Ancak burada hikâyenin sunuş tarzı biraz daha farklıdır. Hikâyenin Hz. İbrahim'le ilgili bölümünde karısı ayakta dikilirken, İbrahim'in bir evlâtla müjdelenmesine, sonra İbrahim'in Lût ve kavmi konusunda meleklerle tartışmasına ilişkin bir ayrıntı yeralmaktadır. Ama burada bu ayrıntıya değinilmiyor. Ayrıca her iki surede de hikâyenin Lût peygamberle ilgili bölümünde olayların sıralanışı farklıdır. Çünkü Hud suresinde başta meleklerin kimlikleri açıklanmıyor. Bu nokta kavminin gelip evini kuşatmalarına, O'nun da misafirlerine sataşmamaları için kavmine yalvarmasına, onlarınsa Lût'un yalvarmalarına aldırış etmemelerine ve Hz. Lût'un kendi kavmi ile baş edemediğinden, şu hüzünlü sözleri söylemesine kadar gizli tutuluyor:

"Keşke siz bana dayanak olacak güçte olsaydınız, ya da himayelerine sığınabileceğim gözü pek adamlarım olsaydı." (Hud Suresi 80)

Burada ise, baştan itibaren meleklerin kimlikleri açıklanıyor. Kavminin Lût'un evini kuşatması, misafirlerine sataşması ise bundan sonra yeralıyor. Çünkü burada amaç, hikâyeyi meydana geldiği gibi sunmak değildir. Yapılan uyarıyı doğrulamaktır amaç. Melekler indiklerinde, azap için indiklerini bundan sonra kavmin cezasının ertelenmesinin ya da süre tanınmasının sözkonusu olmayacağını vurgulamaktadır.

 

HZ. İBRAHİM'İN MİSAFİRLERİ

51- Onlara İbrahim'in konukları hakkında da bilgi ver.

52- Hani İbrahim'in yanına girip selâm verdiklerinde O "Biz sizden korkuyoruz" dedi.

53- Onlar "Korkma, biz sana bilgin bir oğlun olacağını müjdeliyoruz

54- İbrahim "Hayli ilerlemiş yaşıma rağmen mi bana bu müjdeyi veriyorsunuz? O halde neye dayanarak müjde veriyorsunuz?" dedi.

55- Onlar dediler ki "Sana bu müjdeyi gerçeğe dayanarak veriyoruz, sakın umutsuzlardan olma.

56- İbrahim, sapıklardan başka kim Allah'ın rahmetinden ümit keser" dedi.

Melekler "Selâm..." demişlerdi. İbrahim ise, "Biz sizden korkuyoruz" demişti. İbrahim'in neden böyle söylediği burada açıklanmıyor. Hud suresinde olduğu gibi, misafirlerine kızartılmış buzağı ikram ettiğinde "ellerini yiyeceğe uzatmadıklarını görünce durumlarını beğenmeyip, içine korku düştüğüne" değinilmiyor. Çünkü burada yüce Allah'ın peygamberinin dili ile kullarına duyurduğu rahmeti ele alınıyor. Amaç İbrahim'in hikâyesini ayrıntıları ile anlatmak değildir.

"Onlar "Korkma, biz sana bilgin bir oğlun olacağını müjdeliyoruz" dediler."

Bu şekilde müjde vermekte acele etmişlerdi. Surenin akışı da ayrıntıya girmeden çabucak geçiyor.

Yine burada sadece İbrahim peygamberin cevabı yeralıyor. Karısına ve bu esnada söylediği sözlere değinilmiyor:

"İbrahim, "Hayli ilerlemiş yaşıma rağmen mi bana bu müjdeyi veriyorsunuz? O halde neye dayanarak müjde veriyorsunuz" dedi."

İşin başında Hz. İbrahim, hayli ilerlemiş yaşına rağmen bir evlâdının olacağına ihtimal vermiyor. (Başka bir yerde de değinildiği gibi, karısı da kocamış ve kısırdır.) Melekler hemen O'nu kuşkulardan uzaklaşıp kesin inanca çağırıyorlar:

"Onlar dediler ki; "Sana bu müjdeyi gerçeğe dayanarak veriyoruz, sakın umutsuzlardan olma."

Yani karamsarlardan olma. Hz. İbrahim derhal kendine geliyor ve Allah'ın rahmetinden ümit kesme kuşkusunu içinden söküp atıyor.

"İbrahim, "Sapıklardan başka kim Allah'ın rahmetinden ümit keser?" dedi."

İbrahim peygamberin -selâm üzerine olsun- sözü aktarılırken "rahmet" kelimesi özellikle vurgulanıyor. Bu ise, bölümün giriş kısmı ile bir ahenk oluşturuyor. Bununla birlikte şu temel gerçek de ön plana çıkıyor: Sapıklardan başkası Rabbinin rahmetinden ümit kesmez. Allah'ın yolundan sapmış, O'nun ruhundan teneffüs etmeyen, O'nun rahmetini hissetmeyen, O'nun şefkatini, iyiliğini ve koruyuculuğunu algılamayan kimseler ümit keser Allah'ın rahmetinden. Ama imanın tazeliğine ulaşmış, rahmana bağlanmış bir kalp, zorluklar kendisini çepeçevre kuşatsa da, şartların ağır baskısı altında kalsa da hava kapkaranlık ve bulutlu olsa da, göz gözü görmez bir karanlıkta realitenin yoğun baskısı içinde hedefini yitirecek gibi olsa da karamsarlığa düşmez. Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. Çünkü Allah'ın rahmeti de doğru yolu bulmuş mü'min gönüllere yakındır. Allah'ın gücü sonuçları ortaya çıkardığı gibi sebepleri de ortaya çıkarır. Realiteyi değiştirdiği gibi, vaadedilen süreyi de değiştirir.

Burada İbrahim artık meleklerden korkmuyor. Sakinleşmiş ve müjdeden dolayı güven içindedir meleklerin geliş sebebini, amaçlarını öğrenmeye çalışıyoruz.

 

57- İbrahim; "Ey elçiler göreviniz nedir?" dedi.

58- Onlar dediler ki, "Biz günahkâr bir topluma gönderildik.

59- Yalnız Lût'un bağlıları ile ailesi hariç; onların tümünü kurtaracağız.

60- Yalnız Lût'un eşi hariç, onun geride kalanlar arasında olmasını uygun gördük.

(Yani o da Lût kavminin akıbetine uğraması için geride kalacaktır. "Gabir'in" kelimesinin aslı "Abarah"dır. Ve sağıldıktan sonra memede kalan süt anlamına gelmektedir.)

Hud suresinde anlatıldığı gibi, ayetlerin akışı içinde Hz. İbrahim'in Lût ve kavmi hakkında meleklerle giriştiği tartışmaya yer verilmiyor. Meleklerin açıklaması haberin tümü verilene kadar sürüyor. Çünkü bu konuşma Lût ve ailesine yönelik Allah'ın rahmeti ile karısı dahil kavmine yönelik azabını doğrulamak için yeralmaktadır. Bununla meleklerin İbrahim'le olan işleri bitiyor, Lût kavmi ile olan işlerini görmek için yollarına devam ediyorlar.

LUT'UN SOYDAŞLARI

61- Bu elçiler Lût'un evine geldiklerinde.

62. Lût; "Siz benim tanımadığım kimselersiniz" dedi.

63- Onlar dediler ki; "Biz sana soydaşlarının kuşku ile karşıladıkları ilahi azabı haber vermeye geldik. "

64- Sana gerçeği getirdik, kesinlikle doğru söylüyoruz.

65- Gecenin bir saatinde aileni ve bağlılarını yola çıkar, sen de peşlerinden git, hiçbiriniz arkasına bakmasın, emredildiğiniz yere doğru yol alın.

66- Böylece Lût'a bu önemli olayı, yani sabah olunca şu adamların soylarının kurumuş olacağı yolundaki hükmümüzü bildirdik.

Görüldüğü gibi ayetlerin akışı, Hz. Lût'a bu gelenlerin kendilerinin melekler olduğunu, Allah'ın vaadini doğrulamak ve melekler indiklerinde azabın gecikmeden meydana geleceği gerçeğini vurgulamak için kavminin kuşkuyla baktığı azabı, yani günahlarından dolayı yakalanıp yok edilmeleri azabını gerçekleştirmek üzere geldiklerini beklemeden haber verdiklerini dile getiriyor.

Lût "Siz benim tanımadığım kimselersiniz" dedi."

Gelişlerinden sıkıldığının ifadesi olarak söylüyor bunu. Çünkü o kavmini biliyor. Bu misafirlere neler yapmaya yelteneceklerini çok iyi biliyor. Üstelik kendisi kavminin arasında yalnız biridir. Çünkü onlar sapık ve iğrenç kimselerdir... Siz yabancı kimselersiniz. Sizin gibilere neler yaptıkları dillere destan olan kimselerin yaşadığı bu beldeye gelişiniz doğru bir şey değildir.

"Onlar dediler ki; "Biz sana soydaşlarının kuşku ile karşıladıkları ilahi azabı haber vermeye geldik."

"Sana gerçeği getirdik, kesinlikle doğru söylüyoruz."

Bu vurgular Lût peygamberin endişesini içinde bulunduğu sıkıntıyı gayet açık bir şekilde tasvir etmektedir. Misafirlerine karşı olan sorumluluğu ile, kavminin sataşmalarından kendilerini korumaktan aciz oluşu gerçeği arasında bocalayıp duruyor. Bu yüzden, kendisine birtakım direktifler verilmeden önce, ona güven vermek amacı ile ifadede vurgu üstüne vurgu yeralıyor.

"Gecenin bir saatinde aileni ve bağlılarını yola çıkar, sen de peşlerinden git, hiçbiriniz arkasına bakmasın, emredildiğiniz yere doğru yol alın."

Ayette geçen es-seryu- gece yolculuğu demektir. Gecenin bir bölümü demektir. Hz. Lût'a kendisine inanan kimseleri sabah olmadan önce gecenin bir bölümünde yola çıkarması emredilyor. Kendisinin de peşlerinden gitmesi, onları kontrol etmesi, geride kalmalarına, kaybolmalarına ve her göç edenin yaptığı gibi arkalarına bakmalarına engel olması isteniyor. Göç edenler her zaman geride bıraktıklarına, yurtlarına özlem duyarlar. Bu yüzden dönüp dönüp bakarlar. Ayrılmak istemezler. Belirlenen zaman sabahtı. Sabah ise yakındı.

"Böylece Lût'a bu önemli olayı, yani sabah olunca şu adamların soylarının kurumuş olacağı yolundaki hükmümüzü bildirdik."

"Böylece Lût'a bu önemli olayı, yani kavminin kökünün sabahleyin kuruyacağı olayını haber verdik. Kökleri kuruyacağına göre, başları da kuruyacak demektir. Bu tür bir ifade tarzı bir tek kişi geride kalmaksızın herkesin başına gelen akıbeti tasvir etmede kullanılır. O halde birinin geride kalmaması, o tarafa yönelmemesi için dikkatli olmak, uyanık olmak gerekir. Yoksa beldede kalanların başına gelenler onların da başına gelecektir.

Ayetlerin akışı Hz. Lût'un hikâyesinin bu bölümünü öncelikle ele alıyor, çünkü hikâyenin surenin genel konusu ile en uyumlu olan bu bölümü burasıdır. Bundan sonra Lût kavminin yaptıkları anlatılıyor:

 

67- Şehir halkı sevinç içinde Lût'un evine geldi.

Bu ifade tarzı Lût kavminin pislikte, fuhuşta anormal sapık cinsel ilişkide ulaştığı iğrençliğin, alçaklığın boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu iğrençliği şehir halkının topluca gelişlerini, bu gençlerin geldiklerini haber almaktan dolayı duydukları sevinci ve onlarla açıktan açığa sataşmaya kalkışmalarını canlandıran bir sahne de ortaya koymaktadır. Bu kötülüğü işlemek istediklerini yüz kızartıcı bir şekilde açıkça dile getirmeleri -kötülüğün kendisinden öte- iğrenç bir davranıştır. Meydana gelmiş olsa bile, insan hayatı böyle bir şeyi düşünmek bile istemez. Hiç kuşkusuz zaman zaman hasta ve sapık ilişkilere eğilimli insanlar çıkarlar. Ama bunlar hastalıklarını, sapıklıklarını gizlerler. Bu iğrenç duygularını gizlice tatmin etmeye çalışırlar. İnsanların kendilerinin bu durumlarından haberdar olmasından utanç duyarlar. Bozulmamış bir fıtrat bu duyguyu tabii ve hatta meşru yollardan tatmin ederken bile, gizlenme gereği duyar. Bazı hayvan türleri de cinsel ilişkilerini gizlerler. Ama bu uğursuz kavim, sapıklıklarını açıkça duyuruyorlar, topluca böyle bir ilişkiye girebiliyorlar. Gruplar halinde sevinç içinde böyle bir iğrençlik işlemeye koşabiliyorlar. Hiç kuşkusuz bu aşağılık durumun eşi görülmüş değildir.

Lût peygambere gelince; oldukça sıkıntılıdır. Misafirlerini ve onurunu koruma çabası içindedir. İçlerindeki insanlık onurunu ve Allah korkusu duygusunu harekete geçirmeye çalışıyor. Gerçekte Hz. Lût onların Allah'dan korkmadıklarını biliyor. Yine o, bu iğrenç ve aşağılık ruhlara sahip kişilerde harekete geçirilecek onur ve insanlık duygusu namına birşeyin de olmadığını biliyor. Ama bu zor ve sıkıntılı anda elinden gelen budur.

68- Lût onlara dedi ki; "Bunlar benim konuklarımdır, sakın beni onlar karşısında rezil etmeyiniz. "

69- Allah'dan korkunuz, beni utandırmayınız. "

Bu sözler ruhlarındaki kişilik ve insanlık duygularını harekete geçireceğine, daha bir küstahlaştırıyor ve Hz. Lût'u -selâm üzerine olsun- bir insanı misafir ettiği için azarlıyorlar. Sanki Hz. Lût bir cinayet işlemiş, onların suç işlemeleri için tüm sebepleri o hazırlamış ve bu suçu işlemekten kendilerini alamamışlar!

70- Hemşehrileri ona; "İnsanlar ile ilişki kurmayı biz sana yasaklamamış mıydık?" dediler.

71- Lût; "Eğer bir şey yapacaksanız, işte size kızlarım" dedi.

Hz. Lût çırpınmaya devam ediyor ve onları bozulmamış fıtratın ilgi duyduğu karşı cinsi gösteriyor. Hayat düzeninde bu köklü isteğe cevap vermek üzere yüce Allah'ın yarattığı kadınlara dikkatlerini çekiyor. İnsan soyunun devamı, onunla birlikte hayatın sürmesi için yüce Allah'ın bu duyguyu tatmin aracı olarak yarattığı kadınları gösteriyor. Tabii durumlarda iki cins için de sağlıklı ve huzurlu cinsel tatmin yolu budur çünkü. Ve bu oldukça derinden gelen kişisel istekle hayatın devamı için bir garantidir...

Allah'ın peygamberi Lût -selâm üzerine olsun- kızlarım bu sapıklara zina yapsınlar diye sunmuyor. O, bozulmamış fıtratın eğilimli olduğu tabii cinsel birleşme yolunu göstermek istiyor. Amaç içlerindeki bu fıtratı uyarmaktır. Çünkü o, biliyor ki eğer onlar sağlıklı fıtratlarına dönecek olurlarsa, kadınlarla zina etmek istemeyeceklerdir. Bu sadece belki uyanır diye içlerindeki bozulmamış fıtrata bir sesleniştir. Onların yüz çevirdiği bir yönteme başvurarak...

Bu sahne, bu tarzda canlandırılırken... Lût kavmi bu hastalıktan yanıp tutuşuyorken, sevinçten çılgına dönmüşken... Lût peygamber de onlara engel olup, insanlık duygularını uyandırmaya, vicdanlarını etkilemeye, içlerindeki bozulmamış fıtri duyguları harekete geçirmeye çalışıyorken... Buna rağmen çılgınca ileri atılıyorlarken...

Evet bu iğrenç sahne, bu denli etkileyici bir tarzda sunuluyorken, ayeti kerime bu sahneyi seyredene yöneliyor ve O'na konuşmalarına başlarken, Araplar'ın yaptığı gibi yeminle hitap ediyor.

72- "Ey Muhammed, hayatın hakkı için onlar sarhoşlukları içinde debeleniyorlardı.

Amaç her zamanki değişmez durumlarını tasvir etmektir. Bu durumda biraz olsun duraksayıp insanlık onuruna, Allah korkusu duygusuna ve bozulmamış fıtrata yönelik uyarıları dinlemeleri beklenemez.

Ve sonları yaklaşıyor. Yüce Allah'ın onlara yönelik tehdidi gerçekleşiyor.

"Biz melekleri ancak gerektiğinde indiririz, o zaman da onlara artık mühlet tanınmaz."

Birden bire kendimizi, yokedilme, harap olma, yerin dibine geçirilme ve helâk edilme sahnesi karşısında buluyoruz. Bu azap tersyüz olmuş tabiatların hakettiği bir azaptır kuşkusuz.

 

73- Tanyeri ağarırken korkunç bir gürültüye tutuldular.

74- Beldelerinin altını üstüne getirdik ve üzerlerine taşlaşmış balçık kütleleri yağdırdık.

Lût kavminin yaşadığı yerler depreme ya da yanardağ patlamasına benzer bir olayla yerin dibine geçirilmişlerdir.' Bilindiği gibi bu patlamalar sonucu, yer çökmesi, kızgın çamura bulaşmış taşların etrafa saçılması ve şehirlerin top yekûn yeryüzünden silinmesi gibi olaylar meydana gelir. Bugünkü Lût gölünün 0 olaydan sonra Sadom ve Gomore şehirlerinin yerin dibine geçirilmesi ve bunların yerine suyun dolması sonucu oluştuğu söylenmektedir. Ne var ki biz, onların başına gelen olayı her zaman için meydana gelen depremler ve yanardağ patlamaları ile açıklamak istemiyoruz. Çünkü Fı Zilâl-il Kur'an'da sıkı sıkıya sarıldığımız imani yöntem, bizi böyle bir açıklamaya kalkışmaktan uzak tutmaktadır.

Biz kesinlikle biliyoruz ki, evrende meydana gelen tüm doğal olaylar, yüce Allah'ın evrene yerleştirdiği yasalar sistemi uyarınca meydana gelmektedirler. Ne var ki, evrende meydana gelen her mucize, her olay, bir kaçınılmazlık sonucu meydana gelmez. Her olay kendisine özgü bir kader uyarınca meydana gelir. Bu durum yüce Allah'ın evrene yerleştirdiği yasaların değişmezliği ile onun iradesinin her olaya özel bir kader belirlemesi arasında bir çelişkiye neden oluşturmaz. Yine biz, kesinlikle biliyoruz ki, yüce Allah, belli bir amaç uğruna, belli durumlarda, belli olaylar için özel kaderler belirler. Bu yüzden Lût kavminin soyunu kurutan olayın bildiğimiz bir deprem olması, bir yanardağ patlaması olması zorunlu değildir. Yüce Allah, dilediği bir şey uyarınca dilediği bir şeyin gerçekleşmesi için, dilediği bir zamanda, dilediği bir olayı başlarına getirmeyi öngörmüştür. İşte biz bütün peygamberlerin mucizelerini bu imani yöntemle açıklıyoruz.

Lût kavminin yerleşim bölgesi, Şam ve Hicaz arasında işlek bir yol üzerindedir. Burada dikkatle bakan, gördüğü olaylar üzerinde düşünenlerin alacağı öğütler vardır. Yerin dibine geçirilen bu halkın akıbetinden alacağı ibret dersleri vardır. Bu mucizeler, ancak açık algılama yeteneğine sahip kavrayabilen, şüpheden uzak mü'min kalplere yarar sağlayabilir:

75- Hiç şüphesiz görüntü aracılığı ile işin özünü kavrayabilenler için bu olayda alınacak birçok dersler vardır.

76- Bu beldenin yıkıntıları halâ işlek oları bir yol üzerindedir.

77- Bu yıkıntılarda mü'minler için ibret dersleri vardır.

Böylece surenin başında yapılan uyarı doğrulanmış oluyor. Bu uyarı, meleklerin inişi yüce Allah'ın karşı konulmaz, geciktirilmez ve sınırlandırılmaz azabının habercisi olduğuna ilişkindi.

EYKE VE HİCR VADİSİNİN İNKÂRCI HALKI

Eyke denilen yerde yaşayan Şuayb peygamberin kavmi (Ayette geçen "Eyke" kelimesi birbirine girmiş çok ağaçlı bölge anlamına gelmektedir. Şuayb peygamber "Eyke"lilere gönderildiği gibi, Medyen halkına da gönderilmiştir.) ile, Hicr bölgesinde yaşayan Salih peygamberin kavminin durumu da öyleydi.

 

78- Eyke halkı da, hiç kuşkusuz zalim kimselerdi.

79- Bu yüzden onlardan da öç aldık; bu beldelerin her ikisi de işlek bir yol üzerindedirler.

80- Hicr vadisinin halkı da gerçekten peygamberleri yalanlamışlardı.

81- Onlara mucizelerimizi gösterdik, fakat onlar yüz çevirdiler.

82- Onlar dağları oyup güvenli köşkler yapıyorlardı.

83- Gün doğarken korkunç bir gürültüye tutuldular.

84- Oydukları köşkler hiçbir işlerine yaramadı.

Kur'an-ı Kerim Şuayb peygamberle kavminin; Medyenliler ve Eykeliler'in hikâyesini başka yerlerde ayrıntıları ile sunuyor. Burada ise, bu bölümde yeralan azap haberini, ayrıca surenin baş tarafında belirlenen surenin sonunda beldelerin yok edilmesine ilişkin haberi doğrulamak amacı ile zalimliklerine ve uğradıkları akıbete işaret ediliyor. Medyen ve Eyke bölgeleri Lût kavminin yaşadığı bölgelere yakın yerlerdi. "Bu beldelerin ikisi de işlek bir yol üzerindedir" ile işareti Medyen ve Eyke kastedilmiş olabilir. Çünkü her ikisi de belli ve işlek bir yol üzerinde bulunmaktadır. Az ilerde işaret edilen Lût kavminin yerleşim bölgesi ile Şuayb peygamberin kavminin yaşadığı yer de kastedilmiş olabilir. Her ikisi de Şam ve Hicaz bölgeleri arasında aynı yol üzerinde bulunmalarından dolayı, birlikte anılmış olabilirler. Yokedilen bu beldelerin işlek bir yol üzerinde olması da insanın durup ibret almasını gerektirmektedir. Çünkü bu yerler gelip geçen herkesin görebileceği şekilde gözler önündedir. Hayat akıp giderken, buralarda sanki hiç kimse yaşamamış, bir zamanlar bayındır olmamış gibidirler. Hayat buralara aldırmaksızın yoluna devam etmektedir.

` Hicr vadisi halkına gelince, bunlar Salih peygamberin kavmidirler. Hicr, Vadil Kura denilen yerde Şam ve Hicaz bölgesi arasında yeralmaktadır. Günümüzde halâ görülebilir durumdadır. Eski çağlarda kayaları yontup ev yapmışlardı. Bu da onların gücünü, el becerilerini ve uygarlık düzeylerini göstermektedir.

"Hicr vadisinin halkı da, gerçekten peygamberleri yalanlamışlardı."

Onlar sadece kendilerine peygamber olarak gönderilen Hz. Salih'i -selâm üzerine olsun- yalanlamışlardı. Ama Salih bütün peygamberleri temsil etmektedir. Onu yalanladıklarında "peygamberleri yalanladılar" denmektedir. Böylece, zaman, mekân, şahıs ve toplum farklılıkları bir yana bırakılarak, tarihin tüm çağlarındaki, yeryüzünün her köşesindeki peygamberler, peygamberlik kurumu ve onları yalanlayanlar birlikte değerlendiriliyor.

"Onlara mucizelerimizi gösterdik, fakat onlara yüz çevirdiler."

Salih peygamberin -selâm üzerine olsun- mucizesi dişi deve idi. Fakat evrende yeralan mucizeler sayılamayacak kadar çoktur. İnsanın iç alemindeki mucizeler sayısızdır. Ve bütün bu mucizeler insanların bakışlarına, düşüncelerine sunulmuşlardır. Yüce Allah'ın onlara gösterdiği mucize, Salih peygamberin getirdiği dişi deveden ibaret değildir kuşkusuz. Onlar yüce Allah'ın evrene ve içlerine yerleştirdiği tüm mucizelerden yüz çevirdiler, bu mucizeleri görmek ve algılamak için gözlerini, kalplerini açmadılar. İçlerindeki bir akıl, bir vicdan bu mucizeleri algılamadı bile.

"Onlar dağları oyup güvenli köşkler yapıyorlardı"

"Gün doğarken korkunç bir gürültüye tutuldular."

"Oydukları köşkler hiçbir işlerine yaramadı."

Dağların sert yerlerinden oyulan sağlam yapılı evlerde güven içinde yaşayışlarına bakıyorken, birdenbire bakışlarımız tutuldukları korkunç gürültüye çevriliyor. Topladıkları mallardan, kazandıkları şeylerden, kurdukları binalardan, dağlardan, oydukları köklerden hiçbir şey kalmıyor, tutuldukları bu korkunç gürültü karşısında tüm bunlar hiçbir işlerine yaramıyor. Bu beklenmedik felâketi savamıyor. Bu bakış insan kalbini derinden etkiliyor. Hiçbir toplum, sert kayaları oyup kendilerine evler edinen toplum kadar kendini güvenlikte hissedemez. Sabah vakti gün doğarken olduğu gibi, insanın kendine güvendiği bir başka vakit sözkonusu değildir. Bakın işte, Salih peygamberin kavmi, sabahleyin gün doğarken sağlam köşklerinde kendilerini güvenlikte hissediyorlarken ansızın korkunç bir gürültüye tutuluyorlar. O da ne! Her şey yok olmuş bile. Tüm korunma önlemleri ortadan kaybolmuş. Bunca sağlam yapılar bosmuş meğer!.. Bütün bu önlemlerden hiçbiri onları bu korkunç gürültüden kurtarmaya yetmiyor. Bu bir kasırgadır ya da korkunç bir yıldırımdır. Sağlam kayaların oyuklarında yakalayıp yok ediyor onları.

Böylece, belirlenen süre dolduğunda Allah'ın ayetlerini yalanlayanların yok edilmelerine ilişkin Allah'ın kanununu gerçekleştirircesine bu surede yeralan hikâyelerin bu bölümleri ani geçişlerle, büyük bir hızla son buluyor. Yüce Allah'ın önüne geçilmez, atlatılmaz ve sınırlandırılmaz yasasının gerçekleşmesi açısından surenin geçen üç bölümü ile bu bölüm tam bir ahenk oluşturmaktadırlar.

ALLAH'IN DEĞİŞMEZ YASASI

Hiçbir zaman değişmeyen, tüm evrene ve hayata hükmeden, toplumlara ve peygamberlik kurumuna egemen olan, hidayet ve sapıklığı belirleyen, akıbetleri, hesaplaşma ve cezayı tayin eden... Surenin her bölümünün sonunda bir kuralı doğrulanan ya da değişik alanlarda bir örneği sergilenen bu genel yasalar.. Evet bu yasalar, yüce Allah'ın yarattığı her yaratığın önünde gizli olan hikmete, aynı zamanda bu yaratılışın tabiatının dayanağı olan köklü gerçeğe tanıklık etmektedir.

Bu yüzden surenin sonunda, göklerin ve yerin, her ikisinde bulunan varlıkların yaratılışının tabiatında, geleceğinden kuşku duyulmayan, kıyametin tabiatında, kendisinden önce gelmiş geçmiş peygamberlerin taşıdığı mesajın aynısını taşıyan Peygamberimizin insanlara sunduğu mesajın tabiatında belirginleşen bu büyük gerçeğe ilişkin bir açıklama yeralmaktadır. Bütün bu hususlar kendilerini birbirine bağlayan ve içlerinde belirginleşen bu büyük gerçek etrafında biraraya getirilmektedirler. Ayrıca bu gerçeğin yaratılışla içiçe olduğunu ve yüce Allah'ın bu varlığın yaratıcısı olduğu ilkesinden kaynaklandığına işaret edilmektedir:

"Her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Rabbindir."

Şu halde bu büyük gerçek yoluna devam etmelidir. Bu büyük gerçeğe dayalı davet hareketi. Sağa sola sapmadan yolunda yürümelidir. Bu gerçeğe çağıran davetçi, alaycı müşriklere aldırmadan yoluna devam etmelidir.

"O halde sana emredileni açıkça haykır ve müşrikleri umursama." (Hicr Suresi 94)

Allah'ın yasası değişmeksizin kendi yoluna devam etmektedir. Onun arka planında yeralan büyük gerçek, davet hareketi, kıyamet, göklerin ve yerin yaratılışı, her şeyi bilen ve her şeyi yaratan yüce yaratıcının meydana getirdiği her şey ile iç içedir. İşte surenin sonunda böylesine görkemli bir olaya dikkat çekiliyor. Bu varlık aleminin dayandığı büyük gerçeğe dikkat çekiliyor.

 

85- Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındaki vârlıkları bir gerekçeye dayalı olarak yarattık, boşuna yaratmadık. Kıyamet anı kesinlikle gelecektir. O halde onların küstahlıklarını soylu bir umursamazlıkla karşıla.

86- Her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Rabbindir.

Göklerin ve yerin dayanağı her ikisinin ve ikisi arasındaki varlıkların yaratılışının gerekçesi olarak gerçeğin vurgulandığı bu değerlendirme geniş boyutlu, derin anlamlı ve olağanüstü ifade güzelliğine sahip bir değerlendirmedir. Yüce Allah'ın şu sözü neye işaret ediyor?

"Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları bir gerekçeye (gerçeğe) dayalı olarak yarattık."

Bu ayet, varlıklar aleminin özünde yereden gerçeğe işaret etmektedir. Varlıkların yapısında, planlamasında, canlı cansız tüm varlıkların akıbetinde etkinliği bulunan köklü gerçeği göstermektedir.

Bu varlığın yaratılış planının derinliklerinde yeralmaktadır bu gerçek. Çünkü varlık alemi boşuna yaratılmamıştır, başıboş değildir. Bu varlığın yaratılış planında hileye, sahtekârlığa, batıla yer yoktur. Batıl gerçek üstüne çöreklenmiş yabancı bir unsurdur, yaratılış planında yeralan unsurlardan biri değildir.

Varlık aleminin yapısının derinliklerinde de bu gerçek yatmaktadır. Varlığın yapısı, gerçeğe dayalı olarak biraraya gelen unsurlara dayanmaktadır. Boş kuruntulara, hileye değil. Bu unsurlara hükmeden ve onları gerçeğe dayalı olarak kaynaştıran yasalar sistemi, çelişmez, karışmaz ve değişmez bir sistemdir. Bu yasalara insan arzusu, boşluk ve yanlışlık bulaşmaz.

Varlık aleminin idare yapısının derinliklerinde de bu gerçek yeralmaktadır... Çünkü varlıklar alemi gerçeğe dayalı olarak yönlendirilip yönetilmektedir. İhtiras ve arzulara değil, hak ve adalete uyan doğru ve adaletli yasalar sistemi ile yönetilmektedir.

Varlık aleminin akıbetinde de bu köklü gerçek yatmaktadır. Çünkü her sonuç, bu değişmez ve adaletli yasalar sistemi uyarınca oluşmaktadır. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında yeralan varlıklarda meydana gelen her değişiklik gerçeğe göre ve gerçek için meydana gelmektedir. Sonuçta elde edilen her karşılık da bu şaşmaz gerçeğe uygun olmaktadır.

Bu noktada yüce Allah'ın göklerin, yerin ve ikisi arasındaki varlıkların yaratılışına dayanak yaptığı gerçek geleceğinden kuşku duyulmayan kıyamet anı ile birleşiyor. Bu an, kesinlikle ve şaşmadan gelecektir. Bu da varlığın dayanağı olan gerçeğin bir parçasıdır. O da özü itibarı ile gerçektir. Ve gerçek olanı gerçekleştirmek için gelecektir.

"O halde onların küstahlıklarını soylu bir umursamazlıkla karşıla."

Şu halde kalbinde kin ve öfkeye yer verme. Çünkü gerçek kesinlikle gerçekleşecektir:

"Her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Rabbindir."

Yaratan O'dur, neyi ve kimi yarattığını bilir. Yaratma olayı bütünüyle onun eseridir. Bu yüzden yaratılışın özünde gerçeğin yeralması kaçınılmazdır. Ayrıca her şeyin başlangıcı ve dayanağı olan gerçeğe varmalıdır her şey. Varlıklar aleminde gerçeğin dışındaki her şey batıldır, sahtedir, yabancıdır ve çekip gitmeye mahkûmdur. Varlıklar aleminin özünde sağlam bir şekilde yereden büyük ve evrensel gerçeğin dışında hiçbir şey kalmayacaktır.

'İşte Hz. Peygamberin getirdiği mesaj, kendisine verilen bu Kur'an, bu büyük gerçekle bağlantılıdır:

 

87- Gerçekten sana sürekli tekrarlanan yedi ayetli Fatiha suresini ve yüce Kur'an'ı verdik.

Tekrarlanan yedi ile Fatiha suresinin yedi ayeti kastedildiği görüşü genel kabul görmüştür. Nitekim hadislerde buna işaret edilmektedir. Çünkü Fatiha suresi namazda herzaman tekrarlanmaktadır. Ayrıca bu surede Allah övgüyle anılmaktadır. (Bazı yaygın tefsirler, 'tekrarlanan yedi' ile yedi uzun surenin kastedildiğini belirtmektedirler: Bunlar Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf ile bu sure olarak değerlendirilen Enfal ve Tevbe sureleridir. Bu sureler Medine'de indikleri için, bu tefsirler bu ayetin de Medine'de indiğini söylemektedirler. oysa surenin akışı gözönünde bulundurulduğunda ayetin Mekke'de indiği ve Fatiha suresinin yedi ayetine işaret ettiği anlaşılmaktadır.)

Ayette geçen yüce Kur'an deyimi ise, Fatihanın dışındaki sureleri ifade etmektedir.

Önemli olan, bu ayetin gerçeğe dayalı olarak yaratılan gökler yer ve ikisi arasındaki varlıklarda ve geleceğinden kuşku duyulmayan kıyamet anında bulunan ayetlere bağlanmasıdır. Dikkat edilecek nokta, bu ayettir. Kur'an ile varlıklar aleminin ve kıyamet olayının dayanağı olan köklü gerçek arsındaki ilgiye işaret etmesidir. Çünkü bu Kur'an'da evrenin dayanağı, yaratılış gerekçesi olan gerçeğin bir unsurudur. Yüce yaratıcının evrene yerleştirdiği yasalar sistemini gözler önüne serip, kalpleri bu yasaları algılamak üzere yönlendirmektedir. Yüce Allah'ın dış alemde ve iç alemde yarattığı mucizeleri ortaya koyup kalpleri bu mucizeleri kavramak için harekete geçirmektedir. Hidayet ve sapıklığın nedenlerini, hak ve batılın akıbetini, iyilik, kötülük, doğruluk ve eğriliğin sonucunu açıklamaktadır. Çünkü Kur'an'la evrenin yaratılış gerekçesi ve dayanağı olan gerçek, aynı özden kaynaklanmaktadırlar. Kur'an bu gerçeğin ortaya çıkışının, açıklanışının araçlarından biridir. Kur'an'da göklerin ve yerin dayanağı ve yaratılış gerekçesi olan gerçek kadar köklüdür. Varlıklara hükmeden yasalar sistemi gibi değişmezdir. Bu yasalarla doğrudan bağlantılıdır. Gelip geçici bir şey değildir Kur'an. Hayatın yönlendirilmesi, idaresi ve değiştirilmesi noktasında etkinliğini her zaman koruyacak ve kalıcılığını sürdürecektir. Yalanlayanlar istedikleri kadar yalanlasınlar, alaycılar durmadan alay etsinler, varlık bütünü içinde geçici ve yabancı bir unsur olan batıla dayanan batıl taraftarları istedikleri kadar saldırsınlar, bu gerçeği değiştiremezler.

Bu yüzden kendisine sürekli tekrarlanan yedi ayetli Fatiha suresi ile bu büyük gerçekten kaynaklanan ve bu büyük gerçekle bağlantılı olan yüce Kur'an verilmiş biri, şu dünyanın geçici nimetlerinden herhangi bir şeye göz dikmemelidir, kalbini kaptırmamalıdır. Sapıkların gidişine bakmamalıdır. Az veya çok durumları onu ilgilendirmemelidir. Köklü gerçeğe dayanan yolunu izlemelidir:

 

88- Erkek-kadın bazı kâfirlere verdiğimiz kimi dünya nimetlerine göz. dikme ve (iman etmiyorlar diye) onlar için üzülme, mü'minlere karşı alçak gönüllülük kanatlarını indir.

89- Ben açık sözlü bir uyarıcıyım de.

"Erkek-kadın bazı kâfirleri verdiğimiz kimi dünya nimetlerine göz dikme."

Göz dikilmez, sadece bakış dikilir, yani yöneltilir. Ne var ki, tasvirli ifade tarzı, gözleri dünya nimetlerine dikilmiş bir tabloda tasvir etmektedir. Düşünüldüğünde gerçekten eşsiz bir tablodur bu. Bunun ötesindeki anlam; Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın bir deneme, bir sınama aracı olarak kadın-erkek bazı insanlara bahşettiği nimetlere aldırış etmemesidir. İlgiyle bakmamasıdır. Ya da imrenir gibi bakmamasıdır. Bunlara sahip olmak için yanıp tutuşmamasıdır. Bunlar geçici ve batıl şeylerdir. Kendisinin yanında ise, tekrarlanan yedi ayetli Fatiha ve yüce Kur'an'dan oluşan her zaman kalıcı gerçek vardır.

Bu uyarı, varlıkların yaratılış gerekçesi olan büyük gerçek ile, Hz. Peygambere yapılan büyük bağış, bir de basit, değersiz dünya nimetlerini karşılaştırmak için yeterlidir. Bunun arkasından dünya nimetlerine dalan kavmi bir yana bırakıp, mü'minleri gözetmesine ilişkin Hz. Peygambere yönelik bir direktif yeralıyor. Çünkü mü'minler, onun getirdiği, ayrıca göklerin, yerin ve ikisi arasındaki varlıkların da dayanağı olan gerçeğe uymaktadırlar. Onlar ise; varlıklar aleminin yaratılış planına yabancı bir unsur olan geçici batıla uymaktadırlar.

"Onlar için üzülme."

Uğrayacakları kötü akıbeti dert etme. Biliyorsun ki, yüce Allah'ın adaleti bu akıbeti gerektirmektedir. Kıyamet olayın dayanağı olan gerçek, bu akıbeti belirler. O halde onları gerçek akıbetleri ile başbaşa bırak.

"Mü'minlere karşı alçak gönüllülük kanatlarını indir."

Yumuşaklığı, sevgiyi ve şefkati ifade etmek için kanatların indirilmesi deyiminin seçilmiş olması, tasvirli ifade tarzının gereğidir. Kur'an'ın edebi ifade tarzı uyarınca somut bir tabloda Peygamberimizle mü'minler arasındaki gözetim lütfu, güzel ilişki ve karşılıklı beslenen ince duygular temsil edilmektedir.

"Ben açık sözlü bir uyarıcıyım de."

İşte davetin asıl yolu budur. Burada tek başına uyarıdan söz ediliyor ve müjdeleme gündeme getirilmiyor. Çünkü yalanlayan ve alaya alan bir toplum, öncelikle uyarıyı hak etmektedir. Dünyanın geçici nimetlerinden yararlanan, daldıkları eğlenceden uyanmayan, İslâma davetin, kıyamet anının ve şu büyük evrenin dayanağı gerçeği düşünmeyen bir toplum, en çok uyarıyı hak etmektedir.

"Ben açık sözlü bir uyarıcıyım de."

Bu sözü gelmiş geçmiş tüm peygamberler kavimlerine söylemişler. Senin kendi kavmine getirdiğin apaçık uyarının aynısını getiren peygamberlerin gelip hitap ettiği kavimlerin bir kısmı halen yaşamaktadırlar. Arap Yarımadası'nda yaşayan yahudi ve hristiyanlar bu toplumlardandır. Ne var ki bu toplumlar, bu Kur'an'ı bütünüyle kabul etmiyorlar. Bir kısmını kabul ederken; bir kısmını reddediyorlar. Bunu yaparken arzularına, ihtiraslarına uyuyorlar. İşte bunları yüce Allah şu şekilde nitelendirmektedir:

90- Kutsal kitaplarının ayetleri arasında ayırım gözeten bölücülere de mesaj indirdik.

91- Onlar ki, Kur'an'ın ayetleri arasında da ayırım gözettiler.

92- Rabbin hakkı için, onların tümünü kesinlikle sorguya çekeceğiz.

93- Yaptıkları işler konusunda.

Bu sure Mekke'de inmiştir. Fakat Kur'an tüm insanlara hitap etmektedir. Kur'an'ın ayetleri arasında ayırım gözeten bölücüler de yaptıkları bu ayırımdan sorumludur.("Gızzatün" parça demektir. Bir koyunu tutup parçalara bölen için kullanılır) Daha önceki kutsal kitapları gibi Kur'an-ı Kerim'de açık uyarılarla geldi onlara. Ne Kur'an'ın indirilişi, ne de peygamberin gelişi bilmedikleri, ilk defa karşılaştıkları bir olay değildir. Daha önce yüce Allah buna benzer kitaplar indirmişti kendilerine. Bu yüzden Allah'ın gönderdiği bu yeni kitabı eksiksiz ve içtenlikle kabul etmeleri gerekiyor.

Surenin akışı bu noktaya ulaşınca, Hz. Peygambere yöneliyor ve yoluna devam etmesi, yüce Allah'ın duyurmak üzere kendisine verdiği mesajı haykırması direktifini veriyor. Bu haykırış ayette "sadaa" kelimesi ile ifade edilmektedir. Ve bu kelime "yarmak" anlamındadır. Kelimede güç ve etkinlik anlamı vardır. Dolayısıyla müşriklerin şirki onu bu mesajı haykırmaktan alıkoymamalıdır. Çünkü ilerde müşrikler yaptıklarının akıbetini öğrenecekler. Alaycıların alaya almalarına da aldırmadan mesajını duyurmalıdır. Allah onu alaycıların kötülüğünden korur.

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net