14-İbrahim


1- Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an, insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarasın, üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletesin diye sana indirilmiş bir kitaptır.

2- O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Uğrayacakları ağır azaptan ötürü vaygele kâfirlerin başına! (İbrahim Suresi 52)

3- Onlar ki, dünya hayatını ahirete tercih ederler, insanları Allah yolundan alıkoyarlar ve bu yolu eğri göstermeye yeltenirler. İşte onlar koyu bir sapıklık içindedirler.

4- Biz bütün peygamberleri soydaşlarının dili ile gönderdik ki, onlara Allah'ın buyruğunu açıkça anlatabilsinler. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O üstün iradelidir ve her işi yerindedir.

Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an, sana indirilmiş bir kitaptır."

Bu tür harflerden meydana gelen bu kitap, bizim sana indirdiğimiz bir kitaptır. Onu sen meydana getirmedin. Ve bu kitabı bir amaç için indirdik sana:

"İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye." Şu insanlığı karanlıklardan çıkarasın diye...

Kuruntu ve hurafelerin karanlığından... Siyasal rejim ve toplumsal geleneklerin karanlığından... Değişik Rabblerin neden olduğu bunalımın, şaşkınlığın, farklı düşüncelerin, değer yargılarının ve ölçülerin meydana getirdiği kararsızlığın karanlığından... İnsanlığı bütün bu karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye... Bu karanlıkları dağıtan aydınlığa... Hem vicdan aleminde, hem düşünce dünyasında karanlıkları ortadan kaldıran aydınlığa... Ardından hayatın pratiğinde, değer yargılarında, siyasal rejimlerde ve toplumsal geleneklerde karanlıkları dağıtan, ortadan kaldıran aydınlığa...

Allah'a iman, kalpte parlayan bir aydınlıktır. Katı çamurdan ve Allah'ın ruhundan bir soluktan oluşan insanın yapısı bununla aydınlanır. İnsan denen varlık bu soluğun aydınlığından yoksun olduğu zaman, içinde bu aydınlık sönüverdiği zaman kapkaranlık bir çamura dönüşür. Hayvanlar gibi, et kandan oluşan bir çamura dönüşür. Eğer insanın yapısında yeralan ve Allah'ın ruhundan gelen bu ışık iman sayesinde aydınlanıp parlamasa, bu karanlık bedende ışımasa, bu karanlık varlığı aydınlatmasa, tek başına et, kan ve çamurdan başka bir anlam ifade etmez, çünkü bunların üçü aynı maddelerden meydana gelmektedirler.

Allah inancı ruhu aydınlatan bir ışıktır. Artık insan bu ışık yardımı ile yolunu seçer. Allah'a giden yolu apaçık görür. Hiçbir karanlık, hiçbir sis gizleyemez, örtemez bu yolu. Efsanelerin karanlığı ve hurafelerin sisi bu ışık sayesinde dağılır gider. İnsan ruhu bu aydınlık aracılığı ile yolunu seçtiği zaman, dosdoğru yol alır, artık ayağı kaymaz, tökezlemez, sağa sola sapmaz, yolunu şaşırmaz.

Allah inancı hayatı aydınlatan bir ışıktır. Bu sayede insanlar birbirinden farksız, eşit kullar olurlar. Onları birbirine bağlayan bağ Allah inancıdır. Başkasına değil, sadece O'na boyun eğerler. Bölük pörçük olup tağutlara (zorbalara) kul olma durumuna düşmezler. Onları evrene bağlayan bilgi bağıdır. İçindeki herkesi ve her şeyi ile birlikte şu evrende yürürlükte olan yasalar sistemini bilmektir bu. Böylece onlar, içindeki herkes ve her şeyle birlikte şu evrenle barışık bir hayat yaşarlar.

Allah'a inanmak aydınlıktır. Adalet aydınlığı, özgürlük aydınlığı ve bilgi aydınlığı... Allah'a yakın olmayı hissetmenin, yoklukta ve bollukta, darlıkta ve genişlikte O'nun adaleti, rahmeti ve hikmeti ile güven duymanın aydınlığı... Bu güven sıkıntıda sabretmeyi, bollukta da şükretmeyi sağlayan bir duygudur. Bunun yanında imtihandaki hikmeti kavrama aydınlığıdır bu.

İlah ve Rabb olarak sadece Allah'a inanmak eksiksiz bir hayat sistemidir. Sadece vicdanı kaplayan ve onu aydınlatan bir inanç değildir. Tek başına Allah'a kul olma, sadece O'nun Rabblığına boyun eğme, kulların Rabblığından kurtulma ve kulların egemenliklerinin üstüne çıkma ilkesine dayanan bir hayat sistemidir.

Bu sistem, insan fıtratı ile uyuşan ve bu fıtratın gerçek ihtiyaçlarına cevap veren ilkeler içermektedir. Bu sayede hayata, mutluluk, aydınlık, güven ve huzur havası egemen olur. Bu sistemde süreklilik ve değişmezlik esastır. Kulların Rabblığına ve hakimiyetine boyun eğen toplumlarda görülen, kulların ortaya koyduğu politik, idari ve ekonomik sistemlerin ahlâk ve hayat tarzına ilişkin kuralların, gelenek ve göreneklerin karşı karşıya kaldığı değişimlerden, çalkalanmalardan korunmuştur. Bütün bunların yanında bu sistem insan enerjisini kulların ilahlaşması uğruna harcanmaktan, tağutların (zorbaların) borazanı, davulu, çığırtkanı olmaktan korumaktadır.

Kuşkusuz şu kısacık ifadenin:

"İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye" ardından hem akıl ve kalp dünyası, hem hayat ve realite dünyası ile ilgili gerçekleri içeren engin ufuklar yeralmaktadır. Ama insanın ifade yeteneği bu ufukları olduğu gibi tasvir edemez, sadece onlara kısaca işaret edebilir.

"Rabblerinin izni ile insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye." Peygamberin elinden tebliğden başka bir şey gelmez. Onun görevi açıklamaktır, başka bir şey değil. İnsanların karanlıklardan aydınlığa çıkarılması ise, yüce Allah'ın iradesinin öngördüğü evrensel yasa uyarınca yine O'nun izni ile gerçekleşir. Peygamber ise sadece peygamberdir.

"İnsanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarasın, üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletesin diye..."

Ayette geçen "es-Sırat = yol" kelimesi "en-Nur = aydınlık" kelimesinin açıklaması niteliğindedir. Allah'ın yolu da; onun belirlediği, uyulmasını istediği çizgi, kural, varlıklar aleminde yürürlüğe koyduğu evrensel yasası ve insan hayatına hükmeden şeriatıdır. İşte aydınlık (nûr) insanı bu yola iletir. Ya da bizzat bu yolun kendisi aydınlıktır. Anlam olarak bu daha güçlüdür. İnsan ruhunu aydınlatan nûr, evreni de aydınlatan nûrdur. İlahi yoldur bu. Bu nûr evrene egemen olan yasal sistemdir. Allah'ın şeriatıdır. Bu aydınlığın içinde yaşayan insan ruhu, meseleleri kavramada, düşüncede ve hayat tarzında yanılmaz artık. Çünkü O, dosdoğru yolu izlemektedir. "Üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yolu"nu takip etmektedir. Karşı konulmaz ve her şeye egemen bir güce sahip, aynı zamanda övgüye ve şükre lâyık Allah'ın yoludur bu.

Burada yüce Allah'ın gücünün ön plana çıkmış olması kâfirleri tehdit etme amacına yöneliktir. Hamd ise, şükredenlerin tavrını vurgulamak için ön plana çıkıyor. Ardından yüce Allah'ın tanıtımı yeralıyor. O, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. İnsanlara muhtaç değildir. İçindeki canlı cansız tüm varlıklarla birlikte evrene egemen olan O'dur:

"O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur."

Kim karanlıklardan çıkıp doğru yolu bulursa O'dur kurtulan. Bunun dışında fazla bir şey söylenmiyor burada. Ayetlerin akışı kâfirleri tehdit etmekle sürüyor, onları çekecekleri şiddetli azaptan sakındırıyor. Vay onların haline. Nimeti inkâr etmelerinin karşılığıdır bu ceza. Karanlıklardan aydınlığa çıkarılmaları için kitapla birlikte peygamber gönderilmesi nimetini inkâr etmelerinin cezası işte bu korkunç azaptır Halbuki bu nimet yeryüzünde insana bahşedilen en büyük nimettir, insanların şükrü bu nimete karşılık hep yetersiz kalır. Bu yüzden bu nimeti inkâr etmek en büyük suçtur.

"Uğrayacakları ağır azaptan ötürü vay gele kâfirlerin başına."

Sonra kâfirlerin yüce Allah'ın kerim peygamberinin kendilerine sunduğu nimeti inkâr etmelerinin nedeninin anlamını somutlaştıran bir sıfatları gözler önüne seriliyor:

"Onlar ki, dünya hayatını ahirete tercih ederler."

İnsanları Allah yolundan alıkoyarlar ve bu yolu eğri göstermeye yeltenirler. İşte onlar koyu bir sapıklık içindedirler."

Dünya hayatını ahirete tercih etmek, imanın gerektirdiği sorumluluklarla çelişir. Yolu kararlı bir şekilde izlemekle uyuşmaz. Ama ahiret tercih edildiği zaman durum böyle değildir. Çünkü bu durumda dünya hayatı da düzelir. Dünya hayatının nimetlerinden yararlanmak dengeli bir düzeyde tutulur ve bu noktada yüce Allah'ın hoşnutluğu gözetilir. Bu durumda ahireti tercih etmekle, bu dünyanın nimetlerinden yararlanmak arasında bir çelişki sözkonusu olmaz.

Kalplerini ahirete yöneltenler -sapık, akımlarda olanın aksine- dünya nimetlerinden yararlanma bakımından bir şey kaybetmezler. Çünkü İslâma göre ahiretin iyiliği, dünyanın iyiliğini gerektirmektedir. Allah'a inanmak yeryüzünde Allah'ın halifeliği görevini iyi bir şekilde yerine getirmeyi gerektirmektedir. Yeryüzünde Allah'ın halifeliği görevini iyi bir şekilde yerine getirmek yeryüzünü kalkındırmak, yeryüzünün iyiliklerinden, güzelliklerinden yararlanmak demektir. Çünkü İslâm sisteminde ahireti beklemek bahanesi ile hayatı boş vermek gibi bir düşünceye yer yoktur. Aksine, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve ahirete hazırlık yapmak için hak, adalet ve doğruluk ilkelerine göre hayatı biçimlendirmek, onarmak vardır İslâm anlayışında... İşte budur İslâm.

Dünya hayatını ahirete tercih edenler ise, yeryüzünün zenginlik kaynaklarını talan etmek, haram kazanç elde etmek, insanları sömürmek, aldatmak ve köleleştirmek gibi hedeflerine, Allah'a iman etmenin aydınlığında, O'nun yol göstericiliğinin ışığında ulaşamazlar. Bu yüzden Allah'ın yoluna engel olurlar. Hem kendilerini, hem de insanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoyarlar. Allah'ın yolunu doğruluk ve adaletten uzak eğri bir yol gibi göstermeye yeltenirler. Hem kendilerini, hem de başkalarını Allah'ın yoluna girmekten alıkoymada başarıya ulaştıkları zaman, bu yolun doğruluk ve adaletinden yakalarını kurtardıkları zaman... Evet sadece o zaman, zulmedebilirler, azgınlaşabilirler, çeşitli yöntemlere başvurarak, insanları aldatabilir, kandırıp saptırabilirler. Böylece, yeryüzünün zenginlik kaynaklarını talan etmek, çılgınca ve rezilce eğlenmek, yeryüzünde büyüklük taslamak, hiçbir direniş ve tepki ile karşılaşmaksızın insanları kul-köle haline getirmek gibi hedeflerine ulaşabilirler.

Hiç kuşkusuz Allah'a imanın öngördüğü hayat sistemi, dünya hayatını ahirete tercih edenlerin egemenliğine, hayatın iyiliklerini talan etmelerine karşı hayat ve canlılar için bir güvencedir.

"Biz bütün peygamberleri soydaşlarının dili ile gönderdik ki, onlara Allah'ın buyruğunu açıkça anlatabilsinler."

İşte bu, bütün insanlığı kapsayan ve gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin getirdiği mesajlarda somutlaşan evrensel bir nimettir. Peygamberlerin insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarabilmesi için onların dili ile gönderilmesi kaçınılmazdır. Onlara Allah'ın buyruğunu açıkça anlatması, onların da anlatılanları anlaması için bu zorunludur. Böylece peygamberin gönderilmesi ile öngörülen hedefe ulaşılabilir.

Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber olmakla beraber soydaşlarının dili ile gönderilmiştir. Çünkü ilerde onun mesajını bütün insanlara duyuracak olanlar onun soydaşları olacaktır. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ömrü sınırlıdır çünkü. Arap Yarımadası'nın tamamen İslâmın egemenliğine girmesi için öncelikle soydaşlarını İslâma çağırması emredildi. Nitekim burası Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- mesajını dünyanın diğer bölgelerine taşıyan bir üs niteliğini kazanmıştır. Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- vefatı da her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın takdiri sonucu İslâmın yayılışının yarım adanın sınırlarına dayandığı ve Hz. Usame'nin ordusunun yarımadanın dışına gönderildiği günlere denk gelmektedir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- vefat ettiği için Hz. Usame'nin ordusu harekete geçmemişti. Gerçekten Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğinin bütün insanlara yönelik oluşunun kanıtı olarak Arap Yarımadası'nın dışına da İslâma davet mektupları göndermiştir. Ne var ki, yüce Allah'ın onun için takdir ettiği, yine sınırlı insan ömrünün tabiatının öngördüğü ise, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- mesajını, soydaşlarına kendi dilleri ile duyurması ve bu mesajın bütün insanlara bu bölgeden ulaştırılması olmuştur. Nitekim böyle de oldu. Allah'ın takdirine ve hayatın realitesine göre onun bütün insanlara yönelik , mesajı ile soydaşlarına kendi dilleri ile sunduğu mesaj arasında bir çelişki yoktur.

"Biz bütün peygamberleri soydaşlarının dili ile gönderdik ki, onlara Allah'ın buyruğunu açıkça anlatabilsinler."

"Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir."

Buna göre peygamberin -her peygamberin- görevi açıklama ile sona eriyor. Bunun sonucu ortaya çıkan doğru yola girme ya da sapıtma durumu üzerinde onun bir etkinliği sözkonusu değildir ve bu onun isteğine göre gerçekleşmez. Bu durum, Allah'ın yetkisinin sınırlarına girmektedir. Bunun için yüce Allah serbest iradesinin hoşnut olduğu bir kanun belirlemiştir. Kim sapıklığı arzularsa ona dadanırsa sapıtacaktır. Kim doğru yolu bulmayı ister, onun için çabalarsa doğru yola ulaşacaktır. Her iki durum da belirlediği kanunu, insan hayatında yürürlüğe koyan yüce Allah'ın iradesine bağlıdır.

"O üstün iradeli ve her işi yerindedir."

O, insanları ve hayatı dilediği gibi yönlendirme gücüne sahipti. O her şeyi bir hikmet ve takdir doğrultusunda yönlendirir. Hiçbir şey hedefsiz, plansız ve başıboş bırakılmamıştır.

Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- peygamberliği de öyle idi. O da soydaşlarının dili ile gönderilmişti.

 

5- Biz Musa'yı "Soydaşlarını karanlıktan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın (tarihlerinde iz bırakmış) günlerini hatırlat" direktifi ile somut mucizelerin desteğinde peygamber olarak gönderdik. Bu hatırlatmada sabırlı ve şükreden herkesin alacağı ibret dersleri vardır.

6- Hani Musa, soydaşlarına dedi ki; "Allah'ın size bağışladığı nimetleri hatırlayınız. Hani O oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı erkeksiz bırakmak sureti ile size çok ağır bir işkence çektiren Firavun hanedanından sizi kurtarmıştı. Bu, Rabbinizin size yönelik büyük bir sınavı idi. "

7- Hani Rabbiniz size şöyle bildirmişti; "Eğer şükrederseniz, size yönelik nimetlerimi kesinlikle arttırırım, eğer nankörlük ederseniz, hiç kuşkusuz azabım pek ağırdır. "

8- Musa dedi ki; "Eğer siz. tüm yeryüzü halkı ile birlikte nankörlük etseniz, kuşku yok ki, Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve özü itibarı ile övgüye lâyıktır. "

Burada Hz. Musa'ya yönelik emir ile Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik emir şekil ve mahiyet itibarı ile aynı kalıplarla ifade edilmektedir. Bu durum suredeki ifade ahengi ile uygunluk arzetmektedir. Nitekim buna az önce değinmiştik. Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik emir şöyleydi:

"İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye..."

Burada ise Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- şu direktif verilmektedir:

"Soydaşlarını karanlıktan aydınlığa çıkar."

Birincisi, tüm insanları kapsarken, ikincisi, Hz. Musa'nın kavmine özgü kılınmaktadır. Ama güdülen amaç birdir:

"Soydaşlarını karanlıktan aydınlığa çıkar."

"Onlara Allah'ın (kendi tarihlerinde iz bırakmış) günlerini hatırlat."

Aslında bütün günler Allah'ındır. Fakat burada bütün insanlar ya da bir grup insanı ilgilendiren önemli bir olayın, olağanüstü nimet ya da felaketin yaşandığı günler kastedilmektedir. Nitekim Hz. Musa'nın onlara yaptığı hatırlatmalarda bunlara değinilecektir. Hz. Musa hem onları hem de kendilerinden önce yaşamış Nuh, Ad ve Semud kavimlerini ilgilendiren önemli günleri hatırlatmıştı. İşte kastedilen Allah'ın günleri bu günlerdir.

"Bu hatırlatmada sabırlı ve şükreden herkesin alacağı dersler vardır."

Ayette kastedilen bu günlerin bazısında büyük zorluklar çekilmiştir ki, bu, sabretmenin işaretidir. Bazı günlerde de bol nimetler verilmiştir. Bu da şükretmenin işaretidir. Sabreden ve şükreden kişi bu işaretleri ve bu işaretlerin ötesindeki hikmeti kavrayan, bunlardan ibret ve öğüt almasını bilen kişidir. Aynı zamanda kendisi için uyulacak ve ders alınacak unsurlar da bulan kişidir.

Hz. Musa, mesajını anlatmaya, soydaşlarını uyarmaya başlıyor:

"Hani Musa, soydaşlarına dedi ki; `Allah'ın size bağışladığı nimetleri hatırlayınız. Hani O oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı erkeksiz bırakmak sureti ile size çok ağır bir işkence çektiren Firavun hanedanından sizi kurtarmıştı. Bu, Rabbinizin size yönelik bir büyük sınavı idi."

Hz. Musa -selâm üzerine olsun- onlara yüce Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini hatırlatıyor. Firavun hanedanı tarafından gördükleri korkunç işkenceden kurtuluş nimetini... Firavun hanedanı onlara sürekli kesintisiz ve herkesi kapsayan sistematik bir işkence çektiriyordu. Bu işkencenin en belirgini erkek çocukların boğazlanıp, kız çocukların sağ bırakılması idi. Bununla caydırıcı güce sahip olmalarını önlemek, sürekli zayıf ve ezilen kimseler olarak kalmalarını sağlamak hedeflenmişti. Yüce Allah'ın onları bu durumdan kurtarması, hatırlanması gereken bir nimettir. Ama şükretmek için hatırlamak gerekir.

"Bu Rabbinizin size yönelik büyük bir sınavı idi."

Bu, öncelikle azapla denemekti. Sabrın, dayanışmanın, direnmenin, kurtuluş için kararlı olmanın, onun uğruna çalışmanın düzeyini, derecesini ölçmek içindi bu sınama. Çünkü sabır, sadece zillete, işkenceye katlanmak değildir. Sabır, sarsılmadan, ruhsal hezimete uğramadan işkencelere katlanmaktır. Kurtuluş ümidini, kararlılığını sürekli diri tutmaktır. Zulüm ve azgınlığın karşısına dikilmek için hazırlık yapmaktır. Aksi taktirde bu, övgüye lâyık sabır olmayacak; zillete, aşağılanmaya katlanmak, teslim olmak olacaktır. İkincisi de kurtuluşla denemekti. Şükürlerinin, yüce Allah'ın nimetini itiraf edişlerinin, kurtuluş karşılığında doğru yolda kararlı oluşlarının düzeyini ölçmek içindi bu sınav.

Hz. Musa, yüce Allah'ın onların hayatında yereden önemli günlerini hatırlattıktan sonra soydaşlarına anlatmaya devam ediyor. Onları işkence ve kurtuluşun ötesinde güdülen amacı düşünmeye yöneltiyor. Bu amaç, işkenceye karşı sabretmek, kurtuluş için de şükretmektir.

Hz. Musa, yüce Allah'ın şükür ve inkâr karşılığında kulları için belirlediği akıbeti anlatmakla açıklamalarına devam ediyor.

"Hani Rabbiniz size şöyle bildirmişti; "Eğer şükrederseniz, size yönelik nimetlerimi kesinlikle arttırırım, eğer nankörlük ederseniz, hiç kuşkusuz azabım pek ağırdır."

Şu büyük gerçek karşısında durup düşünüyoruz. Şükür etmekle nimetin artması ve nankörlükle korkunç azabın hakedilmesi gerçeği...

Evet bu gerçek karşısında biz de durup düşünüyor ve daha ilk anda içimize güven duygusu doluyor. Çünkü bu, yüce Allah'ın vaadidir. Her halukârda gerçekleşmesi kaçınılmazdır bu vaadin... Bu sözün kanıtlarını hayatımızda görmek kavrayabilecéğimiz sebeplerini araştırmak istesek, çok geçmeden birçok sebeple, kanıtla karşılaşacağız.

Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın verdiği nimetlere karşı şükretme, insan ruhundaki ölçülerin doğruluğunun göstergesidir. İyi olan şükreder, çünkü bozulmamış fıtrata göre şükür onun tabii tepkisidir.

Bu bir... Diğeri de, nimetine karşılık yüce Allah'a şükreden kişinin bu nimet üzerindeki uygulamalarında, şımarmadan, diğer halka karşı büyüklük taslamadan, bu nimeti baskı, kötülük, pislik ve bozgunculuk aracı olarak kullanmadan yüce Allah'ı gözeteceği, onun hoşnutluğunu gözönünde bulunduracağı gerçeğidir.

Bunların ikisi de nefsi arındıran, onu iyi işler yapmaya, nimet üzerinde onu geliştirecek, bereketlendirecek, iyi uygulamalarda bulunmaya teşvik eden unsurlardır. Böylece insanlar hem bu nimetten hem de ona sahip olan kişiden memnun olur, ona yardımcı olurlar. Bu sayede toplumda yeralan fertlerin birbirleriyle olan ilişkileri sağlıklı bir yapıya kavuşur, mal varlıkları her yönüyle güvencede olmak üzere gelişme imkânı bulur. Bunun gibi hayatın içinden daha birçok tabii ve gözle görülür sebebi sıralamak mümkündür. Gerçi yüce Allah'ın vaadi mü'min için yeterli bir güvencedir. Mü'min ister sebepleri kavrasın, ister kavramasın, bu bir realitedir ve gerçektir. Çünkü yüce Allah'ın vaadidir.

Allah'ın nimetine karşı nankörlük etmek de, ona karşı şükür görevini yerine getirmemekle olur. Ya da bu nimeti bahşedenin yüce Allah olduğunu inkâr etmekle, bu nimeti bilgiye, tecrübeye, kişisel emek ve çalışmaya bağlamakla olur! Sanki bütün bu yetenekler yüce Allah'ın bahşettiği nimetler değilmiş gibi! Nankörlük, bu nimeti kötü emeller için kullanmakla olur. Nimetle şımarma, büyüklenme, onu insanlara karşı üstünlük sağlama aracı olarak kullanma, ihtiraslar ve bozgunculuk uğruna koz olarak kullanma... Evet bütün bunlar yüce Allah'ın nimetini inkâr etmek anlamına gelmektedir.

Şiddetli azap, nimetin kökten yok edilmesini de içine alır. Bu, ya nimetin tamamen giderilmesi ya da bilinçlerde etkilerinin silinmesi şeklinde olur. Nice nimetler vardır ki, bir felakete dönüşür. Ona sahip olan mutsuzluğa mahkûm olur. Ondan yoksun olanlar da kıskançlık duygusuna kapılırlar. Bu azap yüce Allah'ın dilemesine göre ya dünyada bir süre için ya da ahirete kadar ertelenebilir. Ama kesinlikle gerçekleşecektir. Çünkü yüce Allah'ın nimetini inkâr etmek karşılıksız kalmayacak bir suçtur.

Şükür, yüce Allah'a bir kazanç sağlayacak değildir. Nankörlük de ona zarar verecek değildir. Yüce Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Bizzat övgüye lâyıktır, insanların övgüsü ve bahşettiği nimetlere karşılık şükretmesi ile değil...

"Musa dedi ki; "Eğer siz, tüm yeryüzü halkı ile birlikte nankörlük etseniz, kuşku yok ki, Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve özü itibarı ile övgüye lâyıktır."

Şükretmekle insan hayatı sağlıklı bir nitelik kazanır. Ruhlar Allah'a yönelmekle arınırlar. İyiliğe karşı şükretmekle dosdoğru olurlar, nimeti verene bağlanmanın huzurunu yaşarlar. Nimetin yokolup gitmesi endişesinden kurtulurlar. Allah için harcadıkları ya da kaybettikleri şeylerin ardından hayıflanmazlar, üzülmezler. Çünkü nimetleri veren her zaman vardır. Üstelik nimet şükürle temizlenir, artar.

Hz. Musa -selâm üzerine olsun- soydaşlarına açıklamalarda ve hatırlatmada bulunmaya devam ediyor. Ama, peygamberler ümmeti ile peygamberleri ve peygamberlik gerçeğini yalanlayan cahiliye toplumları arasındaki büyük mücadelenin ön plana çıkması için kendisi sahneden çekiliyor, gizleniyor. Bu tarz bir ifade Kur'an'ın sanatsal güzelliklerinden biridir. Olayları canlandırmak, onları anlatılan bir hikâyeden gözle görülen, işitilen, içinde hareket edilen, şahısların karakterleri ve tepkileri seyredilen bir sahneye dönüştürmek için Kur'an'da bu tarz bir ifadeye sık sık rastlanır.

Şu anda zaman ve mekân kavramlarının dürülüp atıldığı o büyük meydana geçiliyor: ,

 

9- "Daha önce yaşamış Nuh, Ad, Semud kavimlerine, ayrıca bunlardan sonra gelen ve haklarında Allah'dan başka hiç kimsenin bir şey bilmediği toplumlara ilişkin bilgi size ulaşmadı mı? Peygamberleri, bu toplumlara açık belgeler ile geldiler. Fakat onlar (sesleri yankılanarak gürleşsin diye) ellerini ağızlarına tutarak "sizin bize getirdiğiniz mesajı reddediyoruz, bizi benimsemeye çağırdığınız ilkeler konusunda koyu bir kuşku içindeyiz " dediler.

Bu hatırlatmalar Hz. Musa'nın sözleridir, ne var ki ayetin akışı bu andan itibaren Musa'yı sahneden çekiyor. Peygamberler ve taşıdıkları mesajların hikâyesini tüm zamanları kapsayacak şekilde sunmak için buna başvuruluyor. Cahiliye karşısında peygamberler, taşıdıkları mesajlar ve bunların gerçek mahiyetlerinin, zaman ve mekân farklılığına rağmen, bu mesajları yalanlayan cahiliye toplumlarının uğradığı akıbetin hikâyesidir bu. Sanki Hz. Musa, hikâye anlatan birisi gibi. Önce hikâyede geçen önemli olaylara şöyle bir işaret ediyor, sonra da kahramanların kendi başlarına konuşmaları, hareket etmeleri için bir kenara çekiliyor. Kur'an'da hikâyeleri sunmak için başvurulan bir yöntemdir bu. Böylece anlatılan hikâye, şu anda geçen bir olaya dönüşür. Nitekim az önce buna işaret etmiştik. Burada iman kafilesindeki seçkin peygamberleri cahiliye hayatı yaşayan tüm insanlığa karşı koyarken seyrediyoruz. Burada nesiller ve kavimler arasındaki tüm mesafeler ortadan kaldırılmıştır. Büyük gerçek, zaman ve mekân kavramlarından soyutlanmış olarak, zaman ve mekân engellerinin ötesinde, gerçekte olduğu şekliyle ön plana çıkmaktadır:

"Daha önce yaşamış Nuh, Ad, Semud kavimlerine, ayrıca bunlardan sonra gelen ve haklarında Allah'dan başka hiç kimsenin bir şey bilmediği toplumlara ilişkin bilgi size ulaşmadı mı?"

O halde bunların sayısı oldukça fazladır. Ve Kur'an'da anlatılanların dışında Semud kavmi ile Hz. Musa'nın kavmi arasında bu durumda olan çok kavim vardır. Ayetlerin akışı burada onların durumlarını ayrıntılı olarak anlatmayı amaçlamıyor. Çünkü her peygamberin yaptığı çağrı ile aldığı karşılık arasında tıpatıp benzerlik olduğu vurgulanmak istenmektedir.

"Peygamberleri bu toplumlara açık belgeler ile geldiler."

Sağduyu sahibi kimselerin kolaylıkla kavrayacağı şekilde son derece açık belgelerle geldiler.

"Fakat onlar (sesleri yankılanarak gürleşsin diye) ellerini ağızlarına tutarak "Sizin bize getirdiğiniz mesajı reddediyoruz, bizi benimsemeye çağırdığınız ilkeler konusunda koyu bir kuşku içindeyiz" dediler."

Elini ağzının önünde hareketlendirmek suretiyle sesini uzağa duyurmak için yankılanmasını isteyen birinin yaptığı gibi ellerini ağızlarına tuttular. Eli ağzın önünde ileri geri götürüp getirme hareketi sesin dalgalanıp gürleşmesini sağlar. Surenin akışı yalanlamalarını ve kuşkularını açığa vurma biçimlerini, bu açığa vurmada aşırı gitmelerini, edep ve zevkten yoksun bu çirkin hareketi sergilemelerini iyice vurgulamak için çiziyor bu tabloyu. Küfürlerini açığa vurmada ne denli aşırı gittikleri gözler önüne seriliyor böylece.

Peygamberleri onları Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığına; insanlar üzerindeki, kullardan ortak kabul etmeyen Rabblığına inanmaya çağırdıklarına göre... Fıtratça kavranan, evrenin dışına ve derinliklerine serpiştirilen ilahi ayetlerce kanıt oluşturulan ve her yönüyle dile gelen bu gerçekten kuşku duymak, çirkin ve hoş karşılanmayan bir tavır olarak beliriyor. Nitekim peygamberler de bu kuşkuyu yadırgamışlardı. Oysa göklerle yer yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığına tanıklık etmektedirler:

 

10- Peygamberleri, onlara "Göklerin ve yerin yoktan varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur mu hiç? O bazı günahlarınızı bağışlamak için sizi doğru yola çağırıyor, bu konuda size belirli bir sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor" dediler.

Gökler ve yer, bozulmamış fıtratla kendilerini yoktan varedenin, yeniden inşa edenin yüce Allah olduğunu söyledikleri halde Allah hakkında şüphe olur mu hiç? Peygamberleri böyle söylemişlerdi çünkü. Göklerle yer insanı ürperten, görkemli ve apaçık iki kanıttırlar. Bunlara yalnızca işaret etmek bile çarçabuk doğruyu kabul etmeye yöneltir. Burada bu iki kanıta işaret etmenin ötesinde bir şey yapılmıyor. Sonra peygamberler, yüce Allah'ın insanları imana çağırmakla, düşünmeleri ve azaptan sakınmaları için onlara belli bir süre tanımakla bahşettiği nimetleri sayıyorlar:

"Göklerin ve yerin yoktan varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur mu hiç? O bazı günahlarınızı bağışlamak için sizi doğru yola çağırıyor" dediler."

Aslında yüce Allah onları imana çağırmaktadır. Bağışlanma bunun sonu cunda gerçekleşir. Âma ayetin akışında çağrı doğrudan doğruya bağışlanmaya yapılan çağrı olarak ifade ediliyor. Allah'ın nimetini ve insanlara yönelik iyiliğini iyice vurgulamak için. Bu durumda bağışlanmaya çağrılan bir kavmin tepkisinin bu olması hayret verici bir davranış olarak belirginleşiyor:

"O bazı günahlarınızı bağışlamak için sizi doğru yola çağırıyor." "Bu konuda size belli bir sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor."

Yüce Allah sizi bağışlanmaya çağırmakla beraber, daveti duyar duymaz inanmanızı veya yalanlar yalanlamaz sizi cezalandırmayı dilemiyor. O size bir diğer iyilikte de bulunuyor, size belli bir sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor. Bu mühlet ya dünyada dolar, ya da hesaplaşma gününe kadar uzar. Bu süre içinde kendi kendinizle başbaşa kalın. Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerinizin açıklamalarını düşünme imkânını bulursunuz. Mühlet tanıma nimetler sınıfına dahil edilmesi gereken rahmet ve hoşgörüdür. Kullarına merhamet eden, onlara sayısız iyiliklerde bulunan yüce Allah'ın çağrısına verilecek cevap bu mudur?

Burada topluluk koyu cahiliye bataklığında yüzdüğünden dolayı şu cahiliye itirazda bulunuyor:

"Fakat onlar peygamberlerine dediler ki; "Siz de tıpkı bizim gibi birer insansınız, başka hiçbir özelliğiniz yok, bizi atalarımızın öteden beri taptıkları ilahlara tapmaktan vazgeçirmek istiyorsunuz."

İnsanlar, yüce Allah'ın kendilerinden birini mesajının taşıyıcısı olarak seçmesi ile iftihar edeceklerine, bilgisizliklerinden dolayı bu seçimi tuhaf buluyorlar. Seçilmiş peygamberler hakkında bu özelliklerini, kuşkuları için dayanak yapıyorlar. Peygamberlerinin davetini öteden beri atalarının taptıkları sahte tanrılardan kendilerini vazgeçirme isteğine bağlıyorlar. Ama peygamberlerinin neden kendilerini bu tanrılara kulluk yapmaktan vazgeçirmeye çalıştıklarını düşünmüyorlar. Putperestliğin neden olduğu akli donukluğun doğası gereği atalarının taptıkları sahte tanrılar hakkında düşünmüyorlar. Bunların ne gibi bir değerleri vardır? Nedir gerçek mahiyetleri? Eleştiri ve düşünce süzgecinden geçirildiklerinde düzeyleri nedir bunların? Yine putçuluğun neden olduğu akli donukluğun doğası gereği yeni daveti de düşünmüyorlar. Tersine kabul etmek için mucize istiyorlar.

"Öyleyse bize apaçık bir delil getiriniz' dediler."

Peygamberler cevap veriyor... Birer insan olduklarını inkâr etmiyorlar, aksine bu özelliklerini vurguluyorlar.,Ama dikkatleri yüce Allah'ın peygamberlerini insanlardan seçmekle ne büyük iyilikte bulunduğuna, onları bu büyük emaneti yüklenebilecekleri yeteneklerle donatması suretiyle insanlara bahşettiği büyük lütfa çekiyorlar.

 

11- Peygamberleri onlara dediler ki, "Evet biz de sizin gibi birer insanız, fakat Allah dilediği kuluna bağışta bulunur. Allah'ın izni olmadıkça biz size mucize gösteremeyiz. Mü'minler sırf Allah'a dayanmalıdır.

İfadede `bağışta bulunur' sözcüğü surenin genel havasına egemen olan karşılıklı konuşma ile uyum oluşturması için kullanılıyor. Surenin genelinde yüce Allah'ın nimetlerinden söz edilmektedir. Bu nimetlerden biri de yüce Allah'ın kullarından dilediğine bağışta bulunduğu peygamberlik nimetidir. Bu bağış, sırf peygamberler için değil, aynı şekilde kendi içinden bazı fertlerin bu büyük göreve seçilmesinden dolayı onurlandırılan insanlık için de son derece değerli, aynı oranda görkemli bir görevdir. Yücelerin yücesine bağlanıp, buluşma, direktif alma bir nimettir. Bu üzerine çeşitli ağırlıklar çöreklenmiş, insan fıtratını karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya yönelik bir hatırlatma olması bakımından insanlık için paha biçilmez bir nimettir. Fıtratın içindeki alıcı ve algılayıcı cihazların harekete geçmesi, böylece hareketsiz ölümden her yönüyle açık hayata ulaşması için yapılan bu hatırlatma büyük bir nimettir. Ayrıca peygamberlerin üstlendiği bu büyük görev, insanları kulların boyunduruğundan kurtarıp tek ve ortaksız Allah'ın egemenliğine kavuşturmayı, insan onurunu ve enerjisini kulların boyunduruğu altında aşağılamaktan, heder olup gitmekten kurtarmayı hedeflemesi bakımından insanlığa yapılmış en büyük iyiliktir. Evet peygamberler insan alnını, kendisi gibi kulların önünde eğilme zilletinden, insan enerjisini de kendisi gibi kulların ilahlaşması uğruna heder olmaktan kurtarmak için gelmişlerdir.

Apaçık delil getirme meselesine ve mucize gösterme gücüne gelince, peygamberler açık açık kavimlerine bunların yüce Allah'ın yetkisinde olduğunu anlatıyorlar. Amaç, insanların karmaşık ve karanlık idraklerinde yüce Allah'ın ilahi zatı ile peygamberlerin beşeri kişilikleri arasındaki farklılığı belirginleştirmek, yüce Allah'ın zatı ve sıfatları konusunda yaratıklardan birine benzemeyi kesinlikle kabul etmeyen mutlak tevhidin görünümünü zihinlerde netleştirmektir. Bu nokta çeşitli putçu düşüncelerin düştükleri bir bataklıktır. Yunan, Roma, Mısır ve Hind putçuluğuna bulaşması nedeni ile hristiyan kiliselerinde şekillenen düşünceler de bu bataklığa dalmışlardır. Bu bataklığa ilkin çeşitli mucizeleri Hz. İsa'nın şahsına bağlamaktan ötürü düştüler. Böylece yüce Allah'ın ilahlığı ile Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- kulluğunu birbirine karıştırdılar.

"Allah'ın izni olmadıkça biz size mucize gösteremeyiz."

O'nun gücünden başka bir güce dayanmayız.

"Mü'minler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."

Peygamberler bunu her zaman için geçerli olan bir gerçek olarak ifade ediyorlar. Çünkü mü'min sadece Allah'a güvenip dayanır, onun kalbi Allah'dan başkasına yönelmez. Başkasından değil, sadece ondan yardım bekler. Sırf O'nun himayesine sığınır.

Sonra azgınlığı iman ile, işkenceleri de direnç ile karşılıyorlar. Bu arada gerçeği belirginleştirmek ve vurgulamak için soruyorlar:

 

12- Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız. Dayanak arayanlar sırf Allah'a dayanmalıdırlar. "

"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na dayanmayalım ki?"

Konumundan ve yolundan emin olan, dostuna ve yardımcısına güvenen kendisine doğru yolu gösteren yüce Allah'ın hiç kuşkusuz yardım ve desteğini de göndereceğini bilen bir mü'minin sözüdür bu. Kul doğru yolda olmayı garantiledikten sora dünya hayatında zaferin gerçekleşmemesinin ne önemi var?

Adımlarını yönlendirenin, yolunu gösterenin yüce Allah olduğunun bilincinde olan bir kalp, Allah'a bağlanmış bir kalptir. Allah'ın varlığı, otoriter ve egemen ilahlığı hakkında bilinç planında bir yanılgıya düşmez bu kalp. Böyle bir bilinçle Allah'ın yolunu takip etmekle tereddüt geçirme birarada olmaz. Yoldaki engeller ne kadar zor ve aşılmaz olursa olsun, bu yolda pusu kuran tağutlar (zorbalar) ne kadar güçlü olursa olsun durum değişmeyecektir. Peygamberlerin -salât ve selâm üzerlerine olsun- verdikleri cevap ile yüce Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiğinin bilincinde oluşları, tağutlardan (zorbalardan) gelen ağır tehditler karşısında O'na dayanmaları, sonra bu tehditlere rağmen yollarını takip etmekte ısrarlı oluşları arasındaki bağlantı da bu yüzdendir.

Bu gerçeği -mü'minin kalbinde yer eden Allah'ın yol göstericiliğinin bilincinde olmak ile ona dayanmanın zorunluluğu arasındaki bağlantı gerçeğini- cahiliyenin zorbalarına karşı fiili bir harekette bulunan, derinliklerinde yüce Allah'ın elini hisseden bir kalpten başkası algılayamaz. Bütün aydınlık kapıları üstüne açılmıştır bu kalbin. Parlayan ufukları seyre dalınıştır, iman ve bilgi meltemlerini teneffüs ediyor, kendini bildik, tanıdık ve yakın bir çevrede hissediyordur... Böyle bir durumda yeryüzünü parsellemiş tağutların savurdukları sözlere aldırış bile etmez. Herhangi bir saptırma girişimine eğilim göstermesi ya da tehdide boyun eğmesi imkânsız bir olaydır. O, yeryüzünün tağutlarına, büyüklük taslama ve şımarma aracı olarak sahip oldukları güç ve kudrete küçümser bir gözle yaklaşmaktadır. Bu şekilde Allah'a bağlanmış bir kalbi ne korkutabilir ki? Şu zavallı kullar onu nasıl korkutabilirler?

"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre niye O'na dayanmayalım ki?" "Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız."

Kesinlikle sabredeceğiz, görevimizi bırakmayacağız, zaaf göstermeyeceğiz, sarsılmayacağız, davamızın gerçekliğinden kuşku duymayacağız, elimizden geleni yapmaktan geri durmayacağız, yolumuzdan sapmayacağız.

"Dayanak arayanlar sırf Allah'a dayanmalıdırlar."

İşte burada azgınlık, tağutluk gerçek yüzünü gösteriyor. Mücadele etmiyor, tartışmıyor, düşünüp akletme gereğini duymuyor. Çünkü imanın zaferi karşısında aldığı yenilginin farkındadır. Bu yüzden zorbaların sahip oldukları tek silah olan kaba kuvvete başvuruyor cahiliye:

 

13- Kâfirler, peygamberlerine "Ya dinimize dönersiniz, ya da sizi yurdumuzdan kovarız"dediler. Fakat Rabbleri, onlara vahiy yolu ile bildirdi ki, "Biz zalimleri kesinlikle yokedeceğiz. "

Bu noktada İslâm ile cahiliye arasındaki çarpışmanın gerçek nedeni ve tabiatı ortaya çıkıyor. Cahiliye, İslâmın kendisinden bağımsız bir yapıya sahip olmasını istemez. Kendi varlığından ayrı bir varlık göstermesine katlanamaz. İslâm barış istese bile cahiliye buna yanaşmaz. Ama İslâmın bağımsız bir önderliğe ve yönetime sahip örgütlü bir hareket olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır. İşte cahiliyenin hazmedemediği, katlanamadığı budur. Bunun için kâfirler peygamberlerinden sadece davalarından vazgeçmelerini istemiyorlar, ayrıca tekrar inançlarına dönmelerini, cahili toplumlarına katılmalarını, bağımsız bir yapıları kalmayacak şekilde aralarında eriyip gitmelerini istiyorlar. Ama bu dinin tabiatı gereği mensuplarına yasakladığı, peygamberlerin de bu yüzden reddedip kabul etmediği de budur. Çünkü içinden kopup geldikten sonra bir müslümanın yeniden cahiliye toplumuna katılması mümkün değildir, olmaması gereken bir davranıştır.

Zalim ve zorba kuvvetler, çirkin ve katı yüzlerini gösterdikleri zaman ne davet hareketine ne de delil göstermeye imkân kalmaz. Böyle bir durumda yüce Allah peygamberleri cahiliyeye teslim edecek değildir.

Organik yapısının tabiatı gereği, cahiliye toplumu müslüman bir unsurun kendi bünyesinde hareket etmesine hoşgörülü davranmaz. Bu müslümanın çalışması, çabası ve enerjisi cahiliye toplumunun yararına, onun kökleşmesi uğruna olmadığı sürece... Cahiliye toplumunun arasına karışmak, onun organik yapısı ve kurumları içinde yeralmak suretiyle dinlerine hizmet edebileceklerini, dinleri için birtakım faaliyetlerde bulunabileceklerini zannedenler, toplumun organik yapısının tabiatını kavrayamayan kimselerdir. Toplumsal organik yapının tabiatı, bünyesinde yeralan her ferdi bu toplumun yararına, onun sisteminin ve dünya görüşünün kökleşmesi uğruna çalışmaya, çaba sarfetmeye zorlar. İşte bunun için seçkin peygamberler, yüce Allah kendilerini kurtardıktan sonra tekrar kavimlerinin arasına karışmayı, onların dinine uymayı reddediyorlar.

Bu noktada en büyük güç devreye giriyor. Kesin ve bitirici darbesini indiriyor. Zorba tağutlar bile olsalar, basit beşeri güçler buna karşı koyamaz. "Rabbleri onlara vahiy yolu ile bildirdi ki, "Biz zalimleri kesinlikle yok edeceğiz." ,

 

14- Ve onların arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu müjde benim karşıma çıkacağından çekinen ve benim tehditlerimden korkanlar içindir. "

Unutmamak gerekir ki, peygamberlerle kavimlerinin arasını ayırmak için devreye giren bu büyük güç, her zaman peygamberlerin kavimlerinden tamamen ayrılmalarından sonra devreye girer. Müslümanlar, yüce Allah kendilerini kurtardıktan sonra kavimlerinin dinine dönmeyi, onların aralarına karışıp hayat biçimlerine uymayı reddettikten sonra... Dinleri ile özel İslâmi toplumları ile, kendilerine özgü yönetimleri ile apayrı bir yapı olarak varlıklarını sürdürmede ısrarlı olduktan sonra... İnanç temeline dayalı olarak kavimlerinden ayrıldıktan sonra... Dolayısıyla bir kavim, inanç, sistem, yönetim ve toplum olarak iki ayrı ümmete bölündükten sonra... İşte o zaman en büyük kuvvet, bitirici darbesini indirmek, mü'minleri tehdit eden tağutları yerle bir etmek, mü'minleri yeryüzüne yerleştirmek, kendilerine zafer ve egemenlik vereceğine ilişkin yüce Allah'ın peygamberlere yönelik vaadini gerçekleştirmek için devreye girer. Müslümanlar cahiliye toplumuna karışmış bulunuyorken, onun rejiminin ve yönetiminin belirlediği ölçüler içinde çalışıyorlarken, ondan ayrılmamışken, bağımsız islâmi bir yönetim altında bağımsız ve organik bir hareket olarak belirginleşmemişken, ilahi müdahale asla sözkonusu olmaz.

"Rabbleri onlara vahiy yolu ile bildirdi ki, "Biz zalimleri kesinlikle yokedeceğiz."

Kesinlikle yok edeceğiz ifadesinde hem büyüklük, hem de vurgulama yeralmaktadır. Bunlar, bu zorlu anda havaya belli bir gölge ve belli bir ses tonu katıyorlar. Tehditler savuran zorbaları, bu tehditlerle hem kendilerine, hem gerçeğe, hem peygamberlere, hem de insanlığa zulmeden müşrikleri kesinlikle yokedeceğiz.

"Ve onların arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz."

Abartma ya da palavra değil bu, her zaman için yürürlükte olan, adil bir kanundur bu.

"Bu müjde benim karşıma çıkacağından çekinen ve benim tehditlerimden korkanlar içindir."

Bu yerleştirme ve halifelik görevi benim karşıma çıkacağından çekinen, üstünlük taslamayan, haddini aşmayan, büyüklenmeyen, zorbalık yapmayan ve tehditlerimden korkanlar içindir. Buna göre hesabını yapan, sebeplerinden sakınan, yeryüzünde bozgunculuk yapmayan ve insanlara zulmetmeyenler içindir. Zaten halifelik görevini de bu yüzden hakediyor. Bunu hakederek elde ediyorlar.

Böylece küçük ve komik kuvvet -zalim tağutların kuvveti- zorlu ve muazzam kuvvetle -her şeye egemen, ulu ve ezici kuvvetle- karşı karşıya kalıyor. Çünkü peygamberlerin görevi apaçık bir duyurma ve mü'minlerle yalanlayanların iyice belirginleşip ayrılması ile sona eriyor.

Bir safta, komik ve cılız kuvvetleri ile birlikte zorba tağutlar, diğer safta da yüce Allah'ın gücünün desteğinde mütevazi ve davetçi peygamberler yeralıyor. Her iki saf da zafer ve fetih istiyor. Akıbet nasıl olması gerekiyorsa öyle oluyor:

 

15- Peygamberler, Allah'dan zafer dilediler, bunun üzerine bütün inatçı zorbalar hüsrana uğradılar.

16- Ayrıca herbirinin önünde cehennem vardır, orada kendisine irinli su içirilecektir.

17- Bu irinli suyu yutkunarak içer, normal biçimde içemez. Her yandan ölümün saldırısına uğradığı halde ölemez. Ününde çetin bir azap vardır.

Buradaki sahne son derece ilginçtir. Bütün inatçı zorbaların hüsranını, şu dünya hayatındaki acı sonlarını gözler önüne seren bir sahnedir bu. Ama bu sahnenin gösterildiği yerin arka planında cehennemdeki durum ve görüntü de düşünülüyor. Zorbalar yaralı vücutlardan akan irini içiyorlar. Pis ve acı oluşundan dolayı da yutamıyorlar, anında dışarı atıyorlar. Bu pislik ve tiksinti öylesine belirgin ki, sözcükler arasında elle tutulacak kadar somuttur. Bu zorbaları tüm sebepleri ile ve her yönden ölüm kuşatır ama ölmezler. Azabın tamamlanması için elbette... Bundan sonra da şiddetli bir azap vardır.

Bu sahne dehşet vericidir. Hüsrana uğramış yenik zorbayı çizerken, arka planda da akıbetini, bu derece korkunç ve ürpertici bir tarzla gözlerinin önüne getiriyor. İfadede yeralan "Galiyz" kelimesi de sahnenin biraz daha korkunç olmasına katkıda bulunuyor. Ve bu ifade zorbaların hak, iyilik, hayır ve inanç davetçilerine karşı bir tehdit unsuru olarak kullandıkları zalim kuvvetlerin yanında uyum oluşturmaktadır.

Bu acı akıbetin gölgesinde yeralan değerlendirme, kâfirlere darbelerin indiği bir sahnede tasvir edilen bir örnektir. Yüce Allah'ın yalanlayanları yokedip yerlerine yeni bir canlı türü getirme gücüne sahip olduğu gerçeğine dikkat çekiliyor burada. Bu da, hikâyenin sahneleri diğer bir alanda görülmeye başlamadan önce yapılıyor. Hikâyenin yeryüzünde geçen son bölümünün üzerine bir perde çekiliyor, bir diğer alandaki sahneleri canlandırılıyor:

 

18- Rabblerini inkâr edenlerin iyi davranışları fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârda savrulan küle benzer, yaptıkları iyi işler karşılığında ellerine hiçbir şey geçmez. İşte koyu sapıklık budur. "

Fırtınalı bir günde rüzgârda savrulan külün oluşturduğu sahne bilinen ve her zaman gözlemlenebilen bir sahnedir. Ayetlerin akışı boşuna işlenen iyi davranışların kayboluşunu somutlaştırmak için veriyor bu örneği: Bu tür iyi davranışları işleyenler ellerine bir şey geçiremezler, onlardan hiçbir şekilde yararlanamazlar. Ayetlerin akışı bu gerçeği fırtınalı, hareketli bir sahnede somutlaştırıyor. Bunun sonucunda duygularda öyle bir hareketlenme meydana geliyor ki, iyi davranışların kayboluşunu, heder oluşunu anlatma amacı ile başvurulan hiçbir zihinsel soyut ifade yöntemi bunu gerçekleştiremez.

Bu sahne, kâfirlerin işledikleri iyi davranışlara ilişkin somut bir gerçeği anlatmaktadır. Çünkü iman temeline dayanmayan iyi davranışlar, davranışı nedene, nedeni de yüce Allah'a sağlam kulpa bağlı olmayan davranışlar, toz gibi, kül gibi uçuşup giderler. Bu tür davranışlar dayanaksız ve düzensizdirler. Çünkü önemli olan amel değildir, insanı böyle bir ameli işlemeye iten nedendir önemli olan. Çünkü amel mekanik bir harekettir. Bir nedeni, bir amacı ve bir hedefi olmadığı sürece insanın hareketleri ile bir makinenin hareketleri arasında hiçbir fark yoktur.

Böylece tasvir edilen sahne, derin gerçekle aynı noktada buluşuyor. Gözönünde bulundurulan anlamı, teşvikli, anlamlı ve etkileyici bir üslupla dile getiriyor. Bunun arkasında yapılan değerlendirme de bunlarla aynı noktada buluşuyor!

"İşte koyu sapıklık budur."

Bu değerlendirmenin bıraktığı etki, fırtınalı bir günde rüzgârda uçuşup uzaklara doğru savrulan külün bıraktığı etki ile uyuşmaktadır.

Savrulan küllerin canlandırıldığı sahneye aşağıdaki ayette yeralan bir diğer gölge de katılıyor. Bu ayette dikkatler gelmiş geçmiş yalanlayanların akıbetinden Kureyş'ten yalanlayanların akıbetine çekiliyor. Burada Kureyşliler yokedilip yerlerine yeni bir canlı türünün getirilmesi ile tehdit ediliyorlar.

 

19- Allah'ın gökleri ve yeri hak ilkesine dayalı olarak yarattığını görmüyor musun? O eğer dilerse sizi yokedip yerinize yeni bir canlı türü geçirebilir.

20- Bu Allah için zor bir iş değildir.

İman ve küfür olayından söz edilirken, peygamberler ve cahiliye sorunu ele alınırken, gökler ve yer sahnesine doğru yapılan bu geçiş, Kur'an'ın ifade yöntemine göre son derece yerinde ve tabii bir geçiştir. Bu, aynı zamanda Kur'an yönteminin ilahi olduğunu gösteren insan fıtratında depreşen duygular açısından da tabii bir geçiştir.

İnsan denen varlığın fıtratı ile şu evren arasında anlaşılabilir gizli bir dil vardır. İnsan fıtratı, şu evrene yönelir yönelmez içerdiği işaretleri ve kanıtları algılar algılamaz evrenin ötesinde gizli bulunan sır ile doğrudan bir bağlantı kurar.

Şu evreni, gördükleri halde fıtratları, evrenin içerdiği işaretleri ve mesajları algılayamayanlar fıtratları devre dışı kalmış kimselerdir. Fıtratlarında bir bozukluk vardır, bu yüzden fıtri alıcı cihazları fonksiyonlarını yerine getiremez olmuşlardır. Tıpkı bir hastalık sonucu fonksiyonlarını yerine getiremeyen duyu organları gibi. Gözün kör olması, kulağın sağır olması, dilin tutulması gibi. Bunlar devre dışı kalmış organlardır, artık hiçbir şey algılayamazlar. Önderlik ve yol göstericilik için ise hayda hayda işe yaramazlar. Tamamen yalan ve iftira olarak "bilimsel ideolojiler" diye isimlendirdikleri materyalist akımların taraftarları da bunlardandır. Çünkü bilimle fıtri alıcı cihazların devre dışı kalması, insanın bütün evrenle bağlantısını sağlayan cihazların bozulması bağdaşmaz. Bunlar, Kur'an'ın `kör' diye isimlendirdiği kimselerdir. O halde insan hayatı bu körlerden birinin ortaya attığı bir ideolojiye, bir görüşe ya da toplumsal düzene dayanamaz.

Göklerle yerin hak ilkesine dayalı olarak yaratılması yüce Allah'ın gücüne işaret ettiği gibi, sağlamlığa, kalıcılığa da işaret etmektedir. Çünkü hak sağlamdır, kalıcıdır, hatta sözlü vurgusunda bile... Bu da uzaklara savrulan, uçuşup giden küllerin ve koyu sapıklığın karşısında yeralmaktadır.

Hak ve batıl arasındaki savaşın sonunda inatçı zorbaların uğradığı akıbetin gölgesinde bir tehdit yeralıyor.

"O eğer dilerse sizi yokedip yerinize yeni bir canlı türü geçirebilir.

Gökleri ve yeri yaratabilen, insan türünün yerine birbaşka canlı türünü yeryüzüne yerleştirebilir. Bu türe mensup kavimlerden birinin yerine bir diğer kavmi yeryüzünün halifeliğine, yönetimine geçirebilir. Bir kavmi yoketmenin bıraktığı etki ile yokluğa doğru uçuşup giden külün bıraktığı etki arasında uzaktan bir uygunluk vardır.

"Bu Allah için zor bir iş değildir."

Göklerle yerin yaratılması buna şahittir. Daha önce yalanlayanların yokedildiği yerler de şahittir. Uçuşup giden, savrulan küller de bu gerçeğe uzaktan şahitlik etmektedir.

Dikkat edin, bu, Kur'an'daki sahnelerin, tabloların ve gölgelerin oluşturduğu veciz uyumun şaheser bir örneğidir.

KIYAMETTEKİ KARŞIT SAHNELER

Ardından bir diğer ufka yükseliyoruz. Tasvir, ifade tarzı, anlam ve söz uyumunun göz kamaştırıcı, olağanüstü ufuklarından biridir bu. Biraz önce inatçı zorbalarla beraberdik. Bütün inatçı zorbalar hüsrana uğramıştı. İnatçı zorba daha dünyadayken sahnenin arka planında cehennemdeki durumunu gözleri ile görmüştü. Şimdi ise onları cehennemde buluyoruz. Ayetlerin akışı büyük hikâyenin -insanlık ve peygamberler hikâyesinin- geçtiği alanlarla birlikte yolalıyor ve zorbaları bir diğer sahnede canlandırıyor. Bu sahne, en çok hareket, heyecan doludur. Zayıf halk kitleleri ile büyüklük taslayanlar (müstekbirler) bir de şeytanla bunlar arasındaki karşılıklı konuşmalarla dolu olması bakımından kıyamet sahneleri arasında en ilginç olanıdır.

 

21- Tüm insanlar Allah'ın huzuruna çıktıklarında güçsüz halk yığınları, büyüklük taslayan önderlere ' `Biz size bağlı idik, size uymuştuk. Şimdi Allah'ın bize vereceği azabın herhangi bir bölümünü başımızdan savabilecek misiniz? derler. Önderler ise güçsüzlere şu karşılığı verirler, "Eğer Allah bizi doğru yola iletseydi, biz de sizi doğru yola erdirirdik. Şimdi feryad etsek de, sabretsek de farketmez. Çünkü kaçıp sığınabileceğimiz bir yer yok.

22- Herkese ilişkin hüküm verilip iş işten geçtikten sonra şeytan, cehennemliklere der ki; "Hiç kuşkusuz Allah'ın size yönelik vaadi doğru idi, ben ise size verdiğim sözü yerine getirmedim. Benim size yönelik, somut bir yaptırım gücüm yoktu, sadece sizi yoluma çağırdım, siz de çağrıma uyuverdiniz. O halde beni suçlamayınız, kendinizi suçlayınız, şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Aslında vaktiyle beni Allah'a ortak koşmanızı da onaylamış değildim. Hiç kuşkusuz ;.alimler, acıklı bir azap çekeceklerdir.

23- İman edip iyi ameller işleyenler ise Rabblerinin izni ile içinde ebedi olarak kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirilirler, onlar orada esenlik dileği olarak "selâm" ile karşılanırlar.

Hikâyenin seyri değişti. Davet ve davetçilerin, yalanlayanların ve tağutların başından geçen hikâye dünya sahnesinden ahiret sahnesine geçti:

"Bütün insanlar Allah'ın huzuruna çıktılar."

Yalanlayan tağutlar ve ezilmeyi, aşağılanmayı kabul eden zayıflardan oluşan taraftarları, beraberlerinde de şeytan... Sonra, peygamberlere inanan ve iyi işler, yapan mü'minler, hep birlikte, görünebilecekleri şekilde Allah'ın huzuruna çıktılar... Aslında onlar her an için Allah'ın kontrolüne ve gözetimine açıktılar. Ne var ki, onlar şu anda, tamamen ortada olduklarını, hiçbir perdenin, hiçbir örtünün, kendilerini örtüp saklayamayacağını, hiçbir koruyucunun kendilerini koruyamayacağını biliyorlar, hissediyorlar. Hep birlikte huzura çıktılar, meydan tıklım, tıklım, perdenin kalkması ile birlikte başlıyor karşılıklı konuşma:

"Güçsüz halk yığınları, büyüklük taslayan önderlere "Biz size bağlı idik, size uymuştuk. Şimdi Allah'ın bize vereceği azabın herhangi bir bölümünü başımızdan savabilecek misiniz?"

Zayıflar zayıflığı benimseyen kimselerdir. Düşünce, inanç ve hedef açısından kişisel özgürlüklerinden feragat edip müstekbirlere ve tağutlara uyruk olmak suretiyle yüce Allah'ın insanlara bahşettiği en belirgin insani özelliklerini ayaklar altına alan Allah'ın egemenliği yerine Allah'dan başka birtakım kullara boyun eğen, o kulların egemenliğini seçen kimselerdir. Zayıflık mazeret değildir, aksine suçtur. Yüce Allah hiç kimsenin zayıf, güçsüz olmasını istemez. O, bütün insanları güç-kuvvet bulacakları himayesine girmeye çağırıyor. Çünkü güç, kuvvet tümüyle Allah'a aittir. Yüce Allah hiçbir insanın kendi isteği ile ya da istemeyerek özgürlüğünden vazgeçmesini istemez, -çünkü insanın en belirgin özelliği ve onur kaynağı özgürlüğüdür-. Hiçbir maddi kuvvet, -ne olursa olsun- özgürlük isteyen, insani onurunu ayaklar altına almayan, ona sarılan

bir insanı köleleştiremez. Bu kuvvetler en fazla insanın bedenine sahip olabilirler, ona işkence edip cezalandırabilirler, zincire vurup hapsedebilirler. Ama insanın vicdanına, ruhuna ve aklına hiç kimse sahip olamaz hapsedemez, aşağılayamaz. Sahibi kendi eliyle vicdanını, ruhunu ve aklını hapse, zillete teslim etmediği sürece...

Şu zayıfları, inanç, düşünce ve hayat tarzı noktasında büyüklük taslayan zorbalara uymaya kim zorlayabilir? Şu zayıfları Allah'dan başkasının egemenliğine sokmaya kimin gücü yetebilir? onları yaratan, rızıklarını veren, başkalarına değil, kendisine güvenmelerini isteyen yüce Allah olduğu halde, onları başkasının hakimiyetine girmeye kim zorlayabilir?

Hiç kimse... Sadece zayıf kişilikleri, başka değil. Onlar maddi kuvvet bakımından tağutlardan geri oldukları için zayıf değildirler. Ya da rütbe, mal, mevki veya makam bakımından aşağı oldukları için bu duruma düşmediler. Kesinlikle hayır... Bütün bunlar dışarıdan kaynaklanan geçici etkenlerdir. Tek başlarına zayıfların zayıflık sıfatını haketmelerine yeterli değildirler. İnsan olmanın en belirgin ve en başta gelen özellikleri olan ruh, kalp, onur ve izzeti nefs bakımından zayıf oldukları için bu duruma düşmüşlerdir.

Kuşkusuz mustaza'flar (zayıflar) çoğunlukta, tağutlar ise azınlıktadırlar. O halde çoğunluğun azınlığa boyun eğmesini hangi güç sağlamaktadır? Boyun eğmelerindeki etken nedir? Onların tağutlara boyun eğmesini sağlayan etken, ruhsal zayıflıkları, azimden yoksun oluşları, onur eksikliği ve yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği üstünlük duygusundan kendiliklerinden vazgeçmiş olmalarıdır.

Hiç kuşkusuz halk kitleleri istemese tağutlar onları ezemez, boyun eğdiremez. Çünkü ezilen halk yığınları istedikleri an tağutların karşısına dikilebilirler. O halde bu yığınlarda eksik olan özgür iradedir.

Aşağılık, zelil insanların ruhlarındaki aşağılanmaya yatkınlık duygusu olmasa aşağılanma, zelil olma sözkonusu olmaz. İşte tağutların da dayanakları sadece ezilen halk yığınlarındaki bu ezilmeye yatkınlık duygusudur.

İşte burada ezilenler ahiret sahnesinde aynı zayıflık duygusu içinde, yine büyüklük taslayan tağutlara itaatkâr bir tavırla soruyorlar:

"Biz size bağlı idik, size uymuştuk. Şimdi Allah'ın bize vereceği azabın herhangi bir bölümünü başımızdan savabilecek misiniz?"

Hiç kuşkusuz size uyduğumuz için bu acıklı sonla yüzyüze geldik.

Belki de onlar azabı görünce, büyüklük taslayanları öncülük yapmaya teşvik edip kendilerini azaptan korumalarını umuyorlar. Ayet onların sözünü her halukârda zillet damgasını taşıyorken aktarmaktadır:

Büyüklük taslayanlar da bu soruya şu karşılığı veriyorlar:

Önderler ise güçsüzlere şu karşılığı verirler: Eğer Allah bizi doğru yola iletseydi, biz de sizi doğru yola erdirirdik. Şimdi feryat etsek de sabretsek de farketmez, çünkü kaçıp sığınabileceğimiz bir yer yok."

Zayıfları başlarından savmak istediklerini onlardan sıkıldıklarını dile getirmektedir bu cevap.

"Eğer Allah bizi doğru yola iletseydi, biz de sizi doğru yola erdirirdik." Neye dayanarak bizi kınıyorsunuz. Biz ve siz aynı sonuca giden aynı yolda beraber değil miydik? Kendimiz doğru yoldayken sizi saptırmadık ki? Eğer Allah bizi doğru yola iletseydi biz de sizi kendimizle birlikte doğru yola iletirdik. Tıpkı saptığımız için sizi de saptırdığımız gibi. Burada onlar doğru yolda ya da eğri yolda olmayı yüce Allah'a bağlıyorlar. Daha önce yüce Allah'ı ve gücünü inkâr ettikleri, yüce Allah'ın karşı konulmaz ve ezici gücünü hesaba katmayan bir tavırla zayıflara karşı üstünlük tasladıkları halde yüce Allah'ın gücünü itiraf ediyorlar. Aslında onlar işi Allah'a bağlamakla sapma ve saptırmanın sorumluluğundan kaçmak istiyorlar. Oysa yüce Allah sapıklığı emretmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır. "Allah kötülük işlemeyi emretmez." (Araf Suresi 28) Sonra bu müstekbirler çaktırmadan zayıfları azarlıyorlar. Onlara feryad etmenin ya da sabretmenin hiçbir şey değiştirmeyeceğini bildiriyorlar. Kuşkusuz azap hakedilmiştir. Ne sabır ne de feryad etmek bu durumu değiştirmez. Azaba karşı feryad etmenin işe yaradığı, insanın sapıklıktan doğru yola girmesine neden olduğu, aynı şekilde zorluğa karşı sabretmenin yarar sağladığı, yüce Allah'ın rahmetinin ulaşmasına neden olduğu anlar geride kaldı. İş işten geçti. Kaçılacak, sığınılacak bir yer de yok artık:

"Şimdi feryad etsek de sabretsek de farketmez, çünkü kaçıp sığınabileceğimiz bir yer yok."

Artık iş işten geçmiştir. Tartışma, sona ermiştir. Karşılıklı konuşma kesilmiştir... Bu anda sahnede ilginç bir şey görüyoruz... Şeytandır bu... Sapıklığın telkincisi, sapıkların yol göstericisi şeytan.. Kâhinlerin ya da tam ifadesiyle şeytanın kılığına girdiğini görüyoruz. Hem zayıflara hem de büyüklük taslayanlara şeytanca sözler ediyor. Şeytanın bu sözleri azaptan daha acı gelmelidir onlara:

"Herkese ilişkin hüküm verilip iş işten geçtikten sonra şeytan cehennemliklere der ki; "Hiç kuşkusuz Allah'ın size yönelik vaadi doğru idi, ben ise size verdiğim sözü yerine getirmedim. Benim size yönelik somut bir yaptırım gücüm yoktu, sadece sizi yoluma çağırdım, siz de çağrıma uyuverdiniz. O halde beni suçlamayınız, kendinizi suçlayız; şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Aslında vaktiyle beni Allah'a ortak koşmanızı da onaylamış değildim. Hiç kuşkusuz zalimler, acıklı bir azap çekeceklerdir."

Allah, Allah, bu şeytan gerçekten de şeytandır. Burada kişiliği her yönüyle ortaya çıkıyor. Tıpkı bu karşılıklı konuşmada zayıfların ve büyüklük taslayanların kişiliği her yönüyle ortaya çıktığı gibi...

Göğüslere vesvese veren, insanların Allah'a isyan etmesini teşvik eden, küfrü yaldızlı, çekici gösteren, onları hak daveti dinlemekten alıkoyan şeytandır bu...

Evet odur bu sözleri söyleyen, onları oldukça acı ve etkileyici bir şekilde kınayan... Ama onu reddedecek durumda değildirler. Çünkü iş işten geçmiştir. Bu sözleri zamanı geçtikten sonra söylüyor ne fayda!

"Hiç kuşkusuz Allah'ın size yönelik vaadi doğru idi, ben ise size verdiğim sözü yerine getirmedim."

Sonra onları kendi çağrısına uymalarını ayıplayarak bir kez daha utandırıyor. Oysa üzerlerinde hiçbir etkinliği, yaptırım gücü yoktu. Sadece onlar kişiliklerinden sıyrıldılar, kendileri ile şeytan arasındaki eski düşmanlığı unuttular, yüce Allah'ın hak davetini terkedip onun batıl çağrısına koştular:

"Benim size yönelik somut bir yaptırım gücüm yoktu, sadece sizi yoluma çağırdım siz de çağrıma uyuverdiniz."

Sonra onları kınıyor ve kendi kendilerini kınamaya çağırıyor. Kendisine uydukları için kınıyor!

"O halde beni suçlamayınız, kendinizi suçlayınız."

Sonra onları ortada bırakıyor, onlardan uzaklaşıyor. Daha önce çeşitli vaadlerde bulunan onları ümitlendiren, emellere daldıran ve hiç kimsenin kendileri ile baş edemeyeceğini telkin eden oydu. Ama şimdi bağırıp çağırsalar da kendilerine cevap verecek değildir. O da feryat etse kendileri de ona yardım edemezler

"Şimdi ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz."

Aramızda bir bağ, bir dostluk yoktur.

Ardından kendisini Allah'a ortak koşmalarını onaylamadığını, bu şirklerini inkâr ettiğini belirtiyor:

"Aslında vaktiyle beni Allah'a ortak koşmanızı da onaylamış değildim." Yaptığı şeytanca konuşmayı yardakçılarının başına gelen dayanılmaz felaketi vurgulayarak bitiriyor:

"Hiç kuşkusuz zalimler, acıklı bir azap çekeceklerdir."

Şu şeytana bakın... Kendilerini sapıklığa çağıran ve bu çağrısına olumlu karşılık verip uydukları şeytan yardakçılarına bakın... Peygamberler de onları Allah'a itaat etmeye çağırmış, ama onları yalanlayıp, inkâr etmişlerdi.

Perde inmeden önce, karşı yakada yeralan mü'min ümmeti, kurtulmuş ümmeti görüyoruz.

"İman edip iyi ameller işleyenler ise, Rabblerinin izni ile içinde ebedi olarak kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirilirler, onlar orada esenlik dileği olarak "selâm' ile karşılanırlar."

Şimdi perde iniyor... Ama ne sahne!

Yalanlayanlar ve tağutlar karşısında yeralan davet hareketinin ve davetçilerin hikâyesi ne de güzel son buluyor! ..

ZORBALARIN ACI SONU

Tüm bölümleriyle birlikte bu hikâyenin ışığında... Dünyada iken peygamberler ümmetinin zalim cahiliye toplumuna karşı dikildiği sırada;

"Peygamberler, Allah'dan zafer dilediler, bunun üzerine bütün inatçı zorbalar hüsrana uğradılar."

"Ayrıca herbirinin önünde cehennem vardır, orada kendisine irinli su içirilecektir."

"Bu irinli suyu yutkunarak içer, normal biçimde içemez. Her yandan ölümün saldırısına uğradığı halde ölemez. Önünde çetin bir azap vardır." (İbrahim Suresi 15-17)

Ahirette de seyrettiğimiz o eşsiz sahnede, büyüklük taslayanlar, zayıflar ve şeytan arasında geçen karşılıklı konuşmaların yeraldığı o enteresan sahnede... Evet bu hikâyenin, güzel niteliklere sahip ümmet ile iğrenç grubun akıbetlerinin gölgesinde yüce Allah dünya hayatında iyi ve kötü ile ilgili yürürlükte olan yasasını tasvir etmek için güzel sözü ve iğrenç sözü örnek veriyor. Böylece hikâyenin sonu, perdenin inmesinden sonra hikâye üzerine yapılan bir yorum niteliğini kazanıyor:

 

24- Allah'ın güzel sözü neye benzettiğini görmüyor musun? O, onu yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaca benzetiyor.

25- O ağaç sürekli olarak meyva verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli öğütler verir.

26- İğrenç söz de kökü yerden kesilmiş, dik duramayan acı meyvalı bir ağaca benzer.

27- Allah, gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü'minleri değişmez söze bağlı tutar. Allah zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.

Kökü sağlam, dalları göklere tırmanan güzel bir ağaca benzeyen güzel söz ile dik duramayan ve kökü de yerden kesilmiş iğrenç bir ağaca benzeyen iğrenç sözün oluşturduğu sahne, genelde surenin atmosferinden, peygamberler ile onları yalanlayanların hikâyesinden, özelde de her iki grubun akıbetinden alınmış bir sahnedir. Burada peygamberlik ağacı ve bu ağaca yansımış peygamberlerin babası Hz. İbrahim'in gölgesi net bir şekilde görülmektedir. Bu ağaç her dönemde güzel ve tatlı meyveleri vermektedir... Peygamberlerden biridir bu meyve... İman, iyilik ve canlılık meyvesini vermektedir...

Fakat bu örnek, surenin ve surede ele alınan hikâyenin atmosferi ile uyuşmakla birlikte, bundan daha engin ufukları; daha geniş bir alanı, daha derin bir gerçeği ifade etmektedir.

Hiç kuşkusuz güzel söz -yani gerçek söz- tıpkı güzel bir ağaç gibidir. Sağlam, görkemli ve bol meyvelidir. Sağlamdır, kasırgalar ne kadar amansız olurlarsa olsunlar onu yerinden sökemez. Batıl rüzgârları onu sarsamaz. Tağutların balyozları onu etkilemez. Kimi dönemlerde bazılarınca yokolma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı zannedilse bile sağlamdır, uludur. Kötülükten, zulümden ve azgınlıktan hep yüksektir. Kimi zamanlar onun batıl tarafından yerinden sökülüp boşluğa atıldığı sanılsa bile meyvesini vermeye devam eder. Bu ağaç ve meyveleri hiç eksik olmaz. Çünkü bu ağacın tohumları gün geçtikçe artan ruhlarda yeşermektedir.

Aynı şekilde iğrenç söz -yani batıl söz- tıpkı iğrenç bir ağaç gibidir. Kabarır, yükselir, dal-budak salar. Bu yüzden bazı insanlar onun güzel ağaçtan daha iri, daha güçlü olduğunu sanabilirler. Hatta toprağın dışındadır. Onun bu görkemi geçici bir süre içindir, sonra tekrar yere yıkılacaktır. Sağlamlığı, kalıcılığı sözkonusu değildir.

Bunlar salt birer örnek değildirler. Sırf iyileri desteklemek, onları yüreklendirmek amacına yönelik olarak söylenmiş sözler değildir bunlar. Kimi dönemlerde gerçekleşmesi gecikse de hayatta yaşanan bir realitedir bu.

İyilik kalıcıdır, kötülük onu sıkıştırsa da, yoluna engel olsa da ölmez, solmaz. Kötülük ise uzun süre yaşayamaz. İçine karışmış kimi iyilik kalıntıları yok olana kadar yaşayabilir. -Zaten saf kötülük çok az bulunabilir- İçindeki kimi iyilik kalıntıları yok olunca, kötülük de yok olup gider. Geride bir şey kalmaz. Bu durumda görkemli ve üstün gibi görünse de içten içe yok oluyor, dağılıp gidiyordur.

Unutulmamalıdır ki, iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı da kötülüktür.

"İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli örnekler verir."

Bunlar, doğrulayıcı kanıtlarına yeryüzünün pratik hayatında her zaman karşılaşılabilinecek örneklerdir. Ama insanlar hayatın yoğunluğu içinde çoğu zaman banları görememekte, unutup gitmektedirler.

İfadede ve ifadenin oluşturduğu atmosferde sağlamlık anlamını tasvir için katkıda bulunan ve kökü sağlam ve toprağın derinliklerine uzanmış, dalları ise alabildiğine boşluğa doğru uzanmış, görkemli olarak tasvir edilen, gözönünde sağlamlık ve güçlülük örneği olarak duran ve sağlam ağacın gölgesinde...

Evet güzel söze örnek oluşturan bu güzel ağacın gölgesinde:

"Allah gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü'minleri değişmez söze bağlı tutar"...

Toprağın üstünde dik duramayan, sağlamlığı ve dayanıklılığı sözkonusu olmayan iğrenç ağacın gölgesinde... "Allah zalimleri 'ise saptırır." İfadelerin ve anlamların gölgeleri ayetin akışı içinde birbirleriyle bir ahenk oluşturmaktadırlar.

Yüce Allah gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü'minleri vicdanlara yerleşmiş, fıtratlarda sağlamlaşmış, salih amelle meyve veren, hayatta hep yenilenen ve her zaman kalıcı olan iman sözüne bağlı tutar. Onları Kur'an'ın ve peygamberin sözü ile, hak için dünyada zafer, ahirette de kurtuluş olarak verdiği sözle sağlamlaştırır. Bunların tümü sağlam, doğru ve gerçek sözlerdir. Bu sözlere bağlı kalanların yolları ayrılmaz, farklılaşmaz. Bu sözlere bağlananlar bunalıma girmezler, şaşkınlık ve kararsızlık içinde bocalamazlar.

Zalimleri ise yüce Allah, zalimliklerinden müşrikliklerinden (zulmün Kur'an'da genellikle şirk anlamında kullanıldığına çokça rastlanır) yol gösterici aydınlıktan uzak oluşlarından, karanlıkların, efsane ve hurafelerin bataklığında yüzüyor olduklarından, Allah'ın seçtiği değil, arzu ve heveslerin öngördüğü sistemlere, kanunlara uyduklarından dolayı saptırır. Zulmedeni, aydınlığı görmezlikten geleni, arzu ve hevesine uyanı sapıklığa, bataklığa ve bedbahtlığa mahkûm eden değişmez yasası uyarınca onları saptırır...

"Allah dilediğini yapar."

Mutlak iradesi ile kanunları seçer. O kanunları seçer, bu kanunlar kendisini bağlayıcı değildïrler, sadece onlardan hoşnut olur. Hikmeti bu kanunların değişmesini öngörürse, hiçbir kuvvetin karşı koyamadığı, hiçbir engelin yolunu kesemediği ve varlık aleminde meydana gelen her şeyin dilemesi uyarınca meydana geldiği iradesinin çerçevesi içinde değiştirir bu kanunları.

Bununla peygamberlik ve davet hareketlerini konu alan büyük hikâyenin sonunda yapılan değerlendirme sona eriyor. Bu hikâye, peygamberlerin babası Hz. İbrahim'in adını alan bu surenin ilk ve en büyük bölümünü kaplamıştı. Koyu gölgeli ve her zaman iyi meyveler veren peygamberlik ağacına, ardarda gelen nesillerde yenilenen ve her zaman büyük gerçeği içeren güzel sözde değinilmişti. Hiçbir zaman değişmeyen tek gerçek olan peygamberlik gerçeğinden, hep aynı çizgiyi izleyen ve değişmez davet gerçeğinden, bir ve ezici güce sahip olan Allah'ın ortaksız birliğinden söz edilmişti.

PEYGAMBERLERİN ORTAK DAVETİ

Şimdi peygamberlerin cahiliye toplumları ile mücadelelerini konu alan bu hikâyenin, gözler önüne serdiği belirgin gerçeklere kısaca değinmek istiyoruz.

Bu gerçeklere ayetleri teker teker ele alırken bazı işaretlerde bulunmuştuk. Ama gördük ki, bu gerçekleri fırsat varken biraz daha irdelemek gerekmektedir.

1- Her şeyi hikmetle yapan ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın sunduğu bu hikâyeden, en başta gelen ve son derece açık olan bir gerçeği algılıyoruz. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana yol alan iman kafilesi tek ve birbirine bağlı bir kafiledir. Bu kafilenin başını, tek bir gerçeğe çağıran, aynı davayı açığa vuran ve aynı hareket metodunu takip eden seçkin peygamberler çekmektedir. Bütün peygamberler tek ve ortaksız İlahlığa ve Rabblığa boyun eğmeye çağırmaktadır insanları. Hiçbiri Allah'ın yanında bir başkasına davet etmez, O'nun dışında hiç kimseye dayanamaz, O'ndan başka birine sığınmaz, Allah'dan başka bir dayanak tanımaz kendisi için.

O halde tek Allah'a inanma olgusu "Karşılaştırmalı Din Bilginlerinin" iddia ettikleri gibi, çok tanrıcılıktan, iki tanrı inancına, ondan da tevhid inancına doğru bir gelişmenin, ilerlemenin sonucu ortaya çıkmış bir inanç biçimi değildir. Önce Totemlere, ruhlara, yıldızlara ve gezegenlere yönelik ibadetten tek Allah'a yönelik kulluğa geçilmiş değildir. Bu iddialara göre insanların deneyim kazanmasına, insan ürünü bilimlerin gelişip ilerlemesine, siyasal düzenlerin tek bir merkezden yönetilen birleştirici rejimlere dönüşmesine paralel olarak inanç da tek tanrıcılığa doğru gelişip ilerlemiştir.

Tek Allah inancı, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin getirdikleri mesajların ana konusunu oluşturmuştur. Bu gerçek herhangi bir peygamberin mesajında veya herhangi bir semavi dinde değişmemiş, farklılık arz etmemiştir. Her yaptığı yerinde ve bir hikmete dayanan ve her şeyden haberdar olan yüce Allah böyle anlatmaktadır.

Şayet bu "Karşılaştırmalı Din Bilginleri" "insanların, tüm peygamberlerin getirdiği tevhid inancına yatkınlığının her peygamberin döneminde biraz daha geliştiğini, dönem dönem ardarda gelen peygamberlere karşı koyduğu cahiliye putçuluğunun bu tevhid inancından etkilendiğini, zamanla tevhid inancının halk kitlelerinin yanında eskisinden daha çok kabul gördüğünü, bu değişimin peygamberlerin ardarda sunduğu mesajların ve başka etkenlerin sonucu gerçekleştiğini" söyleselerdi. Evet şayet bu "bilginler" böyle bir şey söyleselerdi, buna biraz olsun itibar edilebilirdi. Ne var ki, bunlar eskiden beri Avrupa'da kiliseye karşı başgöstéren gizli düşmanlığa, -çağdaş bilginler bu gerçeği gözönünde bulundurmasalar da- bilinçli ya da bilinçsiz olarak dini düşünce yöntemini yıkmaya ilişkin gizli arzuya, dinin hiçbir zaman Allah'dan gelen vahiy olmadığını, insanların ürünü olduğunu isbat etme arzusuna, dolayısıyla düşünce, deney, bilgi ve bilimsel gelişmeler karşısında takınılan tavrın aynen dine karşı da takınılacağı düşüncesine dayalı araştırma yönteminin etkisinde kalmaktadırlar. İşte "Karşılaştırmalı Dinler Bilimi" bu eski düşmanlıktan, bu gizli arzudan kaynaklanmaktadır. Buna rağmen "Bilim" diye adlandırılıp birçoğunu kandırmaktadır.

Herhangi bir insanın bu "Bilim"e aldanması normal sayılsa bile, dinine inanan, bunun gibi bir gerçeğin belirlenmesi açısından dininin metoduna saygı duyan bir müslümanın bir an bile bu sözde "Bilim"e kanması, doğrudan doğruya dinin ilkeleriyle, böylesine tehlikeli bir sorunda dinin apaçık hareket metoduyla çelişen biz söze aldanması normal değildir.

2- O halde peygamberlerin oluşturduğu bu saygın ve seçkin kafile, yoldan sapmış insanlığı tek bir davet ile, değişmez bir inanç ile karşı karşıya getirmişlerdir. Ayrıca cahiliye toplumu da bu saygın kafileyi, bu değişmez inanca yapılan tek daveti değişmez bir tutumla karşılamıştır. -Nitekim Kur'an-ı Kerim zaman ve mekânın ötesinde değişmezliğini koruyan tek gerçeği iyice vurgulamak, gözler önüne sermek için bu mücadeleyi zaman ve mekan kavramlarından soyutlâyarak sunmaktadır. Peygamberlerin daveti değişmediği gibi, cahiliyenin bu davete tepkisi de değişmiyor.

Hiç kuşkusuz bu, gereği gibi düşünülmesi, her zaman gözönünde bulundurulması gereken bir gerçektir. Çünkü cahiliye zaman boyunca hep aynı cahiliyedir. Çünkü cahiliye tarihinin belli bir döneminde ortaya çıkıp, kaybolan bir olgu değildir. O, belirtilen ilkelere dayalı bir rejim, bir inanç, bir düşünce ve bir organik yapıdır.

Cahiliye en başta kulların kullara itaat etmesi, boyun eğmesi, Allah'dan başkasının İlahlaştırılması ya da Allah'dan başkasının Rabblığı -ki cahiliyenin yapısında bunların ikisi birbirinden farksızdır- ilkesine dayanır. İnancın çok ilahlı bir temele dayanması ile tek İlahlı bunun yanında çok Rabbli -yani iktidar sahibi egemenler- bir temele dayanması arasında bir fark yoktur. Bu yaklaşım bütün özellikleriyle tam bir cahiliye hayatına kaynaklık eder.

Peygamberlerin -Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun- daveti, Allah'ın birliği, sahte Rabblerin ortadan kaldırılması, dinin Allah'a özgü kılınması -yani sadece Allah'a itaat edilmesi, Rabb olarak, yani hakimiyet ve iktidar bakımından onun bir kabul edilmesi- ilkesine dayanmaktadır. Bunun için bu davet, doğrudan doğruya cahiliyenin temel dayanağı ile çarpışmakta ve cahiliyenin varlığına yönelik bir tehlike unsuru oluşturmaktadır. Özellikle İslâm davası, üyelerini cahiliye toplumundan çekip çıkaran, onları inanç, önderlik ve yönetim noktasında cahiliyeden tamamen ayıran kendine özgü bir toplumun varlığında somutlaştığı zaman cahiliyeye yönelik bu tehdit daha bir belirginleşmektedir. Hiç kuşkusuz bu durum her çağda ve her yerdeki İslâma davet hareketi için zorunludur.

Birbirleriyle dayanışmalı, birlik ve beraberlik içinde organik bir oluşum olarak cahiliye toplumu inanç açısından varoluşunun temeline, aynı şekilde İslâm inancının kendisinden ayrı ve kendisine karşı bağımsız bir toplum tarafından temsil edilmesi ile bizzat varlığına yönelik tehditi sezdiği zaman İslâma davet hareketi karşısındaki gerçek tavrını ortaya koyacaktır.

Birarada ve barış içinde yaşamaları mümkün olmayan iki varlık arasındaki çarpışmadır bu. Bu çarpışma herbiri karşı tarafın dayandığı temel ilkelerle çelişen ilkelere dayalı organik iki toplum arasında baş göstermektedir. Çünkü cahiliye toplumu çok İlahlı, çok Rabblı, bir inanç temeline dayanmaktadır, bu yüzden cahiliye toplumunda kullar, kullara itaat etmektedir, kullara kulluk etmektedir. İslâm toplumu ise ilahlığın ve Rabblığın tek ve ortaksızlığı ilkesine dayanmaktadır. Bu yüzden İslâm toplumunda kulların kullara kulluğu, kulların kullara boyun eğmesi mümkün değildir.

İslâm cemaati, daha işin başında iken ve henüz oluşumunu gerçekleştirmişken her geçen gün cahiliye toplumunun yapısını kemirdiğine göre, bundan sonra da yönetimi elinden almak, bütün insanları kula kulluktan kurtarıp yüce Allah'ın tek ve ortaksız kulluğuna yükseltmek için cahiliye toplumuna karşı koymak zorunda olduğu için,... İslâm daveti doğru yolunda ilerlediği andan itibaren bütün bunları yerine getirmek kaçınılmaz olduğu için cahiliye daha baştan itibaren İslâma çağrı hareketine katlanamayacaktır. Bu noktadan hareketle cahiliyenin neden peygamberlerin çağrısına karşı hep aynı ve değişmez tavrını sergilediğini kavrayabiliriz. Bu, yokoluş tehlikesi ile karşı karşıya kalmanın verdiği bir dürtü ile başgösteren varlığını savunma hareketidir. Cahiliye toplumlarında kulların gaspettiği İlahlığın en başta gelen özelliklerinden olan gaspedilmiş hakimiyeti koruma hareketidir.

3- Cahiliye toplumu İslâm çağrısının kendi varlığına yönelik tehdidini bu şekilde sezince, bu çağrıya karşı bir ölüm-kalım savaşına girişir. Birarada barış içinde yaşamaya imkân vermeyen, bir an olsun duraksamayan, kesintisiz bir savaş başlatır. Cahiliye, savaşın gerçek mahiyeti noktasında kendisini kandırmaya çalışmaz. Aynı şekilde yüce peygamberler kafilèsi ve onlara inanan kimseler de bu savaşın gerçek mahiyeti ve niteliği noktasında kendilerini kandırmamışlardır.

"Kâfirler, peygamberlerine "Ya dinimize dönersiniz, ya da sizi yurdumuzdan kovarız" (İbrahim Suresi 13)

Onlar peygamberlerin ve onlara uyan mü'minlerin ortaya çıkmalarını, inançları, yönetimleri ve kendilerine özgü toplumları ile ayrılmalarını kabul etmiyorlar. Onların kendi dinlerine dönmelerini, toplumlarına karışmalarını, bu toplum içinde eriyip gitmelerini istiyorlar. Yoksa onları uzaklaştırıp, yurtlarından sürgün edeceklerdir.

Ama peygamberler cahiliye toplumuna karışmayı, bu toplum içinde erimeyi, kendilerine özgü toplumlarının kişiliğini kaybetmeyi kabul etmemişlerdir. Çünkü bu toplum cahiliye toplumunun dayandığından farklı bir temele dayanmaktadır. Yine bu seçkin peygamberler ne İslâmın ne de toplumların organik bileşimlerinin gerçek mahiyetini kavramayan kimi insanlar gibi "Tamam! .. onların arasında davetimizi sürdürmek ve inancımıza hizmet etmek için toplumlarına katılalım" demişlerdir.

Kuşkusuz müslümanın cahiliye toplumu içinde inancıyla belirginleşmesinin ardından zorunlu olarak İslâm toplumu ile, önderlik kadrosu ile, yönetimi ile belirginleşmesi kaçınılmazdır. Bu durum isteğe bırakılmış değildir. Bu, toplumun organik bileşimlerinin gerektirdiği kaçınılmazlıklardan biridir. İşte cahiliye toplumunun insanların tek başına yüce Allah'a kul olmaları, sahte Rabblerin önderlik ve iktidar makamından indirilmeleri esasına dayanan İslâma çağrı hareketi karşısındaki duyarlılıkları bu organik bileşimden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde bu organik yapı cahiliye toplumuna karışan her müslüman unsuru cahiliye toplumuna hizmet etmeye zorlayacaktır, bazı aldanmışların sandığı gibi İslâma değil...

Bundan sonra, Allah'a davet edenlerin hiçbir zaman unutmamaları gereken, yüce Allah'ın takdirine ilişkin bir gerçek kalıyor. Buna göre, yüce Allah'ın dostlarına yönelik olarak zafer ve egemenlik vermeye, onlarla kavimlerinin arasındaki çatışmayı hak lehine çözümlemeye ilişkin vaadi, ancak dava adamlarının iyice belirginleşip cahiliyeden iyice uzaklaşmalarından, ellerindeki gerçeğe dayanarak kavimlerinden kesinlikle ayrılmalarından sonra gerçekleşmektedir. Dava adamları cahiliye toplumunun koşullarına göre tavizkâr tavır aldıkları, cahiliye rejiminin çarkları arasında eriyip gittikleri, onun kurumlarında çalıştıkları sürece, yüce Allah onlarla kavimlerinin arasını ayırıp onlara zafer vermeyecektir. Bu şekilde taviz verilen, bu cahiliyenin belirlediği koşullara göre hareket edilen her dönem yüce Allah'ın zafer ve egemenliğe ilişkin vaadinin geciktiği, ertelendiği dönemdir. Bu ise, bilinçli ve değerlendirme yeteneğine sahip İslâm davetçilerinin uzun uzadıya düşünmek zorunda oldukları müthiş ve dayanılmaz bir sorumluluktur.

4- Son olarak Kur'an-ı Kerim'in zaman boyunca sapık cahiliyeye karşı koyan iman kafilesini sunduğu, göz kamaştırıcı güzelliğe değineceğiz... Anlaşılır, net, köklü, sağlam, güven verici, kalıcı ve sarsılmaz fıtri gerçeğin güzelliğidir bu...

Peygamberleri onlara "Göklerin ve yerin yoktan varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur mu hiç? O günahlarınızı bağışlamak için sizi doğru yola çağırıyor, bu konuda size belirli bir sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor" dediler.

"Peygamberleri onlara dediler ki; "Evet biz de sizin gibi birer insanız, fakat Allah dilediği kuluna bağışta bulunur, Allah'ın izni olmadıkça biz size mucize gösteremeyiz. Mü'minler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."

"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız. Dayanak arayanlar sırf Allah'a dayanmalıdırlar." (İbrahim Suresi 10-12)

Bu göl kamaştırıcı görkem, peygamberleri, birlik halindeki cahiliye toplumlarına karşı tek bir kafile halinde gösteren, değişken koşulların ötesinde her zaman kalıcılığını koruyan gerçeği tasvir eden, peygamberlerin taşıdıkları mesajın ayırıcı işaretleri ile zaman ve mekânın, ırklar ve kavimlerin ötesinden onlara karşı koyan cahiliyenin ayırıcı işaretlerini gözler önüne seren Kur'an'ın bu sunuş tarzından kaynaklanmaktadır.

Sonra bu görkem, seçkin peygamberlerin taşıdığı mesajın içerdiği gerçek ile şu varlık bütününün özünde gizli olan gerçek arasındaki bağın ortaya çıkarılması ile daha bir belirginleşmektedir:

"Peygamberleri onlara "Göklerin ve yerin yoktan varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur mu hiç?" dediler."

"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na dayanmayalım ki?" "Allah'ın gökleri ve yeri hak ilkesine dayalı olarak yarattığını görmüyor musun? O eğer dilerse sizi yokedip yerinize yeni bir canlı türü geçirebilir."

"Bu Allah için zor bir iş değildir."

Böylece, bu davanın içerdiği hak ile varlık bütününün özünde gizli olan hak arasındaki köklü ilgi ortaya çıkmış oluyor. Bunun hak olan Allah'a bağlı tek bir hak olduğu vurgulanmış oluyor. Sağlam, sarsılmaz ve derin köklü hak... "Tıpkı yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaç gibi"... Bu gerçeğin, dışındakilerin de batıl ve geçici oldukları ortaya çıkmış oluyor böylece... "Tıpkı kökü yerden kesilmiş, dik duramayan acı meyvalı bir ağaç gibi".

Aynı şekilde bu görkem, peygamberlerin, Rabbleri olan Allah gerçeğini algılayışlarında; Rabblik gerçeğinde somutlaşmaktadır. Kulları arasından seçtiği bu topluluğun gönüllerinde belirginleştiği gibi..

"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız. Dayanak arayanlar sırf Allah'a dayanmalıdırlar."

Bütün bunlar, o göz kamaştırıcı güzellikten parıltılardır. İnsanın ifade yeteneği tıpkı gökyüzünde uzak bir yıldıza işaret eder gibi işaret edebilir ancak. Bu işaret de onu olanca güzelliği ile gösteremez, sadece bakışları parlaklığına yöneltebilir.

Surenin bu ikinci bölümü birinci bölümün bittiği yerden başlıyor; birinci bölüme dayalı olarak, onunla uyumlu bir şekilde ve onun uzantısı olarak sürüyor.

Birinci bölüm, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için sunduğu mesaj ile Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- soydaşlarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, onlara yüce Allah'ın (tarihlerinde iz bırakmış) günlerini hatırlatmak, onlara Allah'ın ayetlerini açıklamak, kendilerine yönelik nimetlerini hatırlatmak için getirdiği mesajı içermişti. Hz. Musa, soydaşlarına yüce Allah'ın kendilerine bildirdiği mesajı şu şekilde duyurmuştu: "Eğer şükrederseniz, kuşkusuz size yönelik nimetlerimi arttırırım. Nankörlük ederseniz, biliniz ki, azabım çetindir." Sonra Hz. Musa onlara peygamberler-ile onları yalanlayanların hikâyesini sunmuştu. Hz. Musa hikâyeye başlamış kendisi bir kenara çekilmişti. Hikâye, dönemleri ile sahneleri ile kâfirlerin şeytandan gayet beliğ bir vaaz dinledikleri, ama öğütlerin yarar sağlamadığı bu noktaya kadar sürmüştü.

Surenin akışı şimdi de Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun kavmi içindeki yalanlayanlara dönüyor. Bu uzun film şeridini sunduktan sonra, yüce Allah'ın kendilerine çeşitli nimetler verdiği, bu nimetlerden olmak üzere kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkardığı, onları Allah'ın bağışlamasına çağırması için bir peygamber gönderdiği Kureyşliler'e dönüyor. Ama onların nimeti inkâr ettiklerini, onu reddettiklerini, ona küfürle karşılık verdiklerini, küfrü peygambere, davete ve imana tercih ettiklerini anlatıyor.

Bu yüzden surenin ikinci bölümü, Allah'ın nimetine küfürle karşılık verenlerin, daha önce anlatılan peygamberler ve onlara karşı çıkan kâfirlerin hikâyesinde vurgulandığı üzere öncekilerin kendilerine uyanları ateşe sürükledikleri gibi kavimlerini helak yurduna sürükleyenlerin bu tutumunun garipliğini, anormalliğini vurgulayan bir ifadeyle başlıyor.

Sonra yeniden yüce Allah'ın insanlara yönelik nimetlerinin evrenin en görkemli, en belirgin sahnelerinde açıklanmasına geçiliyor. Mü'minlere nimete şükretmenin çeşitli şekilleri gösterildikten, namaz ve Allah'ın kullarına iyilikte bulunma emredildikten sonra mal arttırma, alış-veriş yapma ve dostluğun sözkonusu olmadığı gün gelip çatmadan önce... Allah'ın verdiği nimetlere şükür için bir örnek sunuluyor. Allah'ın dostu İbrahim'dir bu.

Kâfirlere gelince, ihmalden ya da unutmaktan dolayı kendi hallerine bırakılmış değildirler. Yüce Allah onlara gözlerin faltaşı gibi açıldığı güne kadar süre tanıyor, onları cezalandırmayı o güne bırakıyor. Yüce Allah'ın peygamberlere yönelik vaadi ise mutlaka gerçekleşecektir. Kâfirler istedikleri kadar komplo kursalar ve komploları dağları yerinden oynatsa bile...

İkinci bölüm bu şekilde birinci bölüme bağlı olarak, onunla uyum içinde sürüp gidiyor.

 

ATEŞE KÖRÜKLE GİDENLER

28- Allah'ın nimetini teperek yerine kâfirliği seçenleri ve milletlerini helâk yurduna sürükleyenleri görmüyor musun?

29- O helâk yurdu, içine atılacakları cehennemdir. Orası ne fena bir barınaktır.

30- Onlar insanları Allah'ın yolundan saptırmak için O'na çeşitli ortaklar koştular. Onlara de ki; "Dünya nimetlerinden elinizden geldiği kadar yararlanın bakalım, çünkü sonunda varacağınız yer cehennem ateşidir.

Şu hayret verici durumu görmüyor musun? Yüce Allah'ın kendilerine peygamberin, iman etmeye çağırılmanın, bağışlanmaya ve cennet yurduna sevk edilmenin şahsında somutlaşan birçok nimetler bahşettiği kimselerin durumunu? Bütün bu nimetleri bir kenara bırakıp yerine "Küfrü" alıyorlar. Bunlar, kavminin ulularından eşraf ve önder kimselerdir. Bu halleri ile onlar her kavmin ulularından eşraf ve önder kimselere benzemektedirler. Bunların bu şaşırtıcı tercih yüzünden milletlerini cehenneme sürükleyişlerini seyretmiştik. Ne de kötü bir yere varıyorlar!.. Seçtikleri yurt ne kötü!..

Kendilerinden önce yaşamış milletlerin başına gelenleri gördükleri halde yine de bu tutumlarını sürdüren kavmin bu şaşırtıcı tavrını görmüyor musun? Hiç kuşkusuz Kur'an-ı Kerim geçmiş kavimlerin başına gelenleri bu surenin birinci bölümünde sunulan sahnelerde gözler önüne sermişti. Olaylar o denli canlı sahnelenmişti ki, şu. anda meydana geliyor gibiydi. Hiç kuşkusuz meydana gelecektir de... Kur'an-ı Kerim'in, meydana gelmesi kararlaştırılan bir olayı, meydana gelmiş gibi, şu anda seyredilen bir tabloda sunması bambaşka bir güzelliktedir.

Onlar, peygamber ve sunduğu mesajında somutlaşan nimete küfürle karşılık verdiler. Peygamber onları tevhide çağırıyordu ama, onlar bu çağrıya kulak asmadılar.

"Onlar insanları Allah'ın yolundan saptırmak için O'na çeşitli ortaklar koştular."

Allah'a benzettikleri çeşitli eşleri onun gibi ilah tanıdılar. Allah'a kulluk eder gibi onlara kulluk ettiler. Allah'ın egemenliğine boyun eğer gibi onların otoritesine uydular. İlahlığın en belirgin özelliklerini onlara yakıştırdılar.

İnsanları yüce Allah'ın değişmez ve tek yolundan saptırmak için Allah'a eşler koştular.

Ayet, kavmin ulularının Allah'dan başka Rabbler edinmekle kavimlerini yüce Allah'ın yolundan saptırmayı hedeflediklerine işaret etmektedir. Çünkü Tevhid inancı her zaman için tağutların iktidarlarına ve çıkarlarına karşı bir tehlikedir. Bu tehlike sadece ilk cahiliye için geçerli değildir. İnsanların ne şekilde olursa olsun mutlak tevhitten saptıkları, liderliklerini ulularına teslim ettikleri, onların iktidarları uğruna özgürlüklerinden ve kişiliklerinden feragat ettikleri, onların arzularına ve ihtiraslarına boyun eğdikleri, yasalarını Allah'ın vahyine dayandıracaklarına bu uluların sapık arzularına dayandırdıkları her yer ve her çağdaki cahiliye düzenleri için geçerlidir. Bu durumlarda tevhid inancına yapılan çağrı ileri gelenler ve eşraf takımı için bir tehlike unsurudur. Bu yüzden tüm araçlara başvurarak bu tehlikeyi bertaraf etmek isterler. İlkel cahiliye dönemlerinde Allah'a çeşitli ilahları ortak koşmak tevhide karşı başvurulan bir korunma silahı idi. Günümüzde de Allah'ın emretmediğini emreden, onun yasaklamadığını yasaklayan, insan ürünü kanunları Allah'ın yolundan sapmış gönüllerde ve pratik hayatta Allah'a eş konumuna yerleştirmektedirler.

O halde ey peygamber, kavmine "de ki" yüce Allah'ın, belirlediği bir süreye kadar şu dünya hayatında, dünya zevklerinden "yararlanın" Sonuç ise bellidir: "Sonunda varacağınız yer cehennem ateşidir."

Onları bırak. Onlardan vazgeçip "mü'min kullarıma" yönel. Öğütten etkilenenlere öğüt vermek üzere bırak bunları. Allah'ın nimetini kabul eden onu reddetmeyen, küfürle karşılık vermeyen kullarımla ilgilen. Nimete karşılık ne şekilde şükredeceklerini, nasıl ibadet edeceklerini, ne şekilde Allah'a itaat edip onun kullarına iyilikte bulunacaklarını öğretmek üzere onlara yönel...

 

31- Mü'min kullarıma de ki; "Namaz! kılsınlar ve ne alışverişin ne de dostluğun geçerli olmadığı gün gelmeden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık biçimde bağışta bulunsunlar.

Benim mü'min kullarıma de ki; "Namaz kılarak Rabbinize şükredin. Çünkü namaz Allah'a şükretmenin en belirgin göstergesidir. Kendilerine nimet olarak verdiğimiz rızıklardan bir kısmını gizli açık bağışta bulunsunlar. Böylece Allah için yapılan bu bağış, övünç, gösteriş ve başa kakma vesilesi olmaktan kurtarılmış olur. Bağışta bulunmak suretiyle Allah'ın emrine itaat duyurulmak istendiğinde ve Allah'ın farz kıldığı mali sorumluluk yerine getirildiğinde açıkça bağışta bulunsunlar. Böylece toplum içinde güzel bir örnek oluştururlar. Her iki bağış şekli de mü'minin vicdanının duyarlılığına ve olayları değerlendiriş mantığına bırakılmıştır.

Onlara söyle; mal ve ticareti arttırmanın mümkün olmadığı, aynı şekilde bağışta bulunmanın yarar sağlamadığı gün gelmezden önce, ahirete yönelik birikimlerini arttırsınlar. Çünkü o gün yeryüzünde yapılan salih ameller yarar sağlayabilir ancak.

"Ne alışverişin ne de dostluğun geçerli olmadığı gün gelmeden önce." EVREN SENFONİSİ

Burada evren kitabının kapağı açılıyor. Ürperti veren satırları Allah'ın sayısız nimetlerini dile getiriyor. Bu kitabın görkemli ve geniş sayfaları göz alabildiğince uzanıp giden türlü türlü nimetleri ardarda sıralıyor: Gökler ve yer... Güneş ve ay... Gündüz ve gece... Gökten inen su ve yerden biten meyvalar. Üstünde gemilerin yüzdüğü deniz ve çeşitli rızıkları akıtan nehirler... Evrenin bu sayfaları tümüyle gözler önüne serilmiş olmasına rağmen, cahiliye hayatını yaşayan insanlar dönüp bakmıyorlar, okumuyorlar, bu sayfaları inceleyip şükretmiyorlar. Çünkü insan çok zalim ve son derece nankördür. Allah'ın nimetini küfürle karşılar. Her şeyin yaratıcısı, her canlının rızkını veren ve bütün evreni insanın yararına sunan Allah olduğu halde, ona eşler koşar:

 

32- O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirerek, onun aracılığı ile size rızık olarak çeşitli meyvalar ortaya çıkardı, O'nun buyruğu ile denizde yüzen gemiyi yararınıza sundu, nehirleri yararınıza sundu.

33- Sürekli biçimde yörüngelerinde dönen güneşi ve ayı yararınıza sundu, gece ile gündüzü yararınıza sundu.

34- O size kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız, onları bitiremezsiniz. Kuşkusuz insan çok zalim ve son derece nankördür.

Bir hamledir bu... Vicdanı yakan bir kırbaçtır bu... Gökler ve yer, güneş ve ay, gece ve gündüz, denizler ve nehirler, yağmurlar ve meyvalar bu hamlede yeralan dehşet verici araçlardır. Kendine özgü bir sesi bir şaklaması var bu kırbacın... Çok zalim ve son derece nankör olan şu insanı sızlatan bir etkisi vardır.

Hiç kuşkusuz bu kitabın gerçekleştirdiği mucizelerden biri, bütün evrensel sahneleri, tüm ruhsal çalkantıları tevhid inancı etrafında birleştirmesidir, evrenin sayfalarında ya da insan vicdanında yeralan her parıltıyı bir kanıta, bir mesaja dönüştürmesidir. Böylece evren, içindeki canlı ve cansız varlıklarla birlikte Allah'ın ayetlerinin sergilendiği bir vitrin niteliğini kazanır. Burada yüce Allah'ın kudret eli her an yeni harikalar meydana getirmektedir. Kudret elinin izleri evrenin her sahnesinde, her manzarasında, her tablosunda ve her bölgesinde kendisini gösterir. Bu Kur'an ilahlık ve kulluk problemlerini zihinsel bir tartışmada, soyut teolojik bir incelemede ya da fizik ötesi felsefi bir kalıpta sunmaz. Bu tür bir sunuş insan kalbini uyaramayan, onu etkilemeyen, ona bir mesaj veremeyen donuk ve içeriksiz bir sunuştur... Bu Kur'an, ilahlık ve kulluk problemini evrenin sahnelerinden oluşan gerçekçi etkenler ve etkileyici mesajlar alanında ele alır. Yaratılış evrelerinde, fıtratın derinliklerinde insanın kavrama yeteneğinin algılayacağı son derece açık alanlarda irdeler. Hem de kendine özgü bir güzellik, bir görkem, bir ahenk içinde...

Yüce Allah'ın gücünün ve nimetlerinin sergilendiği bu görkemli ve uçsuz bucaksız sahnede, harikalar yaratan sanat fırçası nimetlerin insanlara veriliş gayesine uygun çizgiler çizmektedir: Önce gökler ve yer çiziliyor. Ardından gökten inen su ve bu su sayesinde yerden biten meyvalar ve bitkiler çiziliyor. Sonra bu fırça yeni bir çizgi, yeni bir manzara eklemek için tekrar gök tablosuna dönüyor. Güneş ve ayı çiziyor, onları ekliyor tabloya... Yer tablosunda çizilen son manzara ise, güneş ve ayla bağlantılı bir manzaradır. Gece ve gündüz.. En sonunda gökler ve yeri kapsayan bir çizgi çiziliyor. Bu çizgi bütün sayfayı renklendirmeye gölgelendirmeye yetiyor:

"O size kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız, onları bitiremezsiniz."

Hiç kuşkusuz bu bir mucizedir. Fırçanın çizdiği bütün dokunuşlar, bütün çizgiler, bütün renkler ve gölgeler olağanüstü bir ahenk oluşturmaktadır. Bütün bunlar insanın emrine mi verilmiştir? Bu dehşet verici evren bütünüyle insan denen şu küçücük yaratığın hizmetine mi sunulmuştur? Su indiren gökler, bu suyu emen toprak ve ikisinin arasında biten meyveler. Allah'ın emri ile insanın hizmetine verilen gemilerin yüzdüğü deniz, şaşırmadan, sağa sola sapmadan kendileri için belirlenen yörüngede dönen güneş ve ay, birbirini izleyen gece ve gündüz... Bütün bunlar insan için mi yaratılmışlardır? Buna rağmen insan Allah'a şükretmiyor mu? Onu anmıyor mu?

"Kuşkusuz insan çok zalim ve son derece nankördür." "O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı."

Bundan sonra Allah'a birtakım ortaklar mı koşuyorlar? Bu kadar zalimce bir değerlendirme olabilir mi? Göklerde ve yerde Allah'ın yarattıklarından birine ibadet etmekle ne büyük zulüm işliyorlar?

"Gökten su indirerek onun aracılığı ile size rızık olarak çeşitli meyvalar ortaya çıkardı."

Ziraat, rızkın başlangıcıdır, gözle görülen nimetin kaynağıdır. Yağmurun yağması ile bitkilerin yeşermesi, yüce Allah'ın şu evrenin yaratılışına dayanak yaptığı kanun uyarınca gerçekleşmektedir. Yağmurun yağması, bitkinin yeşermesi, çeşitli meyvelerin ortaya çıkması ve bütün bunların insanın yararına sunulması evrensel yasa uyarınca meydana gelmektedir. Bir tek çekirdeğin yeşermesi için tüm evrene egemen olan bir güce ihtiyaç vardır. Bu çekirdeğin yeşermesi ve boy salması için gerekli olan toprak, su, ışık ve hava gibi hayat unsurlarını, tabiat güçlerini ve enerji kaynaklarını devreye sokması için böyle bir güç gereklidir. İnsanlar "rızık" kelimesini duyduklarında mal kazanma olayından başka bir şey gelmez akıllarına. Oysa "rızık" kelimesinin anlamı bundan daha geniş ve daha derindir. İnsan denen varlığın şu evren içinde elde ettiği en az bir rızık bile, evrenin yapısında yeralan tabii güçlerin, birbiriyle uyum oluşturan yüzbinlerce elementin uyumunu kapsayan evrensel yasa uyarınca harekete geçmesini gerektirmektedir. Şayet saydığımız bu olgular olmasa, daha baştan evrenin varlığı sözkonusu olamazdı. Varlığından sonra da hayat ve süreklilik mümkün olmazdı. Bir insanın bu ayetlerde, insanın hizmetine verildikleri vurgulanan tabiat kuvvetlerini ve gök cisimlerini gereği gibi düşünmesi, kendisinin nasıl yüce Allah'ın gücünün güvencesinde, O'nun himayesinde olduğunu kavraması için yeterlidir.

"O'nun buyruğu ile denizde yüzen gemiyi yararınıza sundu."

Denizlere gemiyi su yüzünde yürütecek özellikler vermekle, insanlara da eşyalara egemen olan tabiat kanunlarını kavrayacak özellikler bahşetmekle... Bütün bunlar Allah'ın izni ile insanın hizmetine verilmiştir.

"Nehirleri yararınıza sundu."

Aktığında hayattır akan. Coştuğunda bolluk ve iyilik saçar etrafa. İçinde balıklar, taze otlar ve birçok iyilikler taşır. Bütün bunlar bizzat insanlar ya da insanlara hizmet eden kuşlar ve hayvanlar içindir.

"Sürekli biçimde yörüngelerinde dönen güneşi ve ayı yararınıza sundu." İnsanlar sular, denizler, gemiler ve nehirlerden yararlandıkları gibi doğrudan doğruya bunlardan yararlanamıyorlar. Fakat onların etkisiyle meydana gelen şeylerden yararlanıyorlar. Hayat için gerekli olan maddeleri ve enerjileri ediniyorlar. Güneş ve ay evrensel ilahi yasa uyarınca insanın hayatı ve geçimi, vücudundaki hücrenin oluşumu ve yenilenmesi için gerekli olan maddeleri içermeleri bakımından insanın yararına sunulmuşlardır.

" Gece ile gündüzü yararınıza sundu."

Bunları da aynı şekilde insanın ihtiyacına ve yapısına göre ve çalışma ve dinlenmesine uygun şekilde insanın hizmetine sundu. Şayet sürekli gündüz ya da sürekli gece olsaydı, insanın çevresinin bozulması bir yana, vücudundaki organlar da bozulurdu. Yaşaması, çalışması, üretkenliği zorlaşırdı.

Bunlar sadece engin nimetler sahnesinde yer alan ana çizgilerdir. Öte yanda bu çizgilerin her birinde sayılmayacak noktalar vardır. Bu yüzden sergilenen tabloya ve evrensel havaya uygun düşecek şekilde genel olarak şu ifade yer alıyor:

"O size kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi verdi."

Mal, soy, sağlık, süs ve zevk verdi.

"Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız, onları bitiremezsiniz."

Bu nimetler o kadar çoktur ki, insanların bir kısmı, hatta tümü sayıp bitiremez. Çünkü bütün insanlar iki zaman çizgisi ile sınırlıdırlar: Başlangıç ve son. Ayrıca zaman ve mekan sınırlarına bağlı bilgi sınırı ile de kuşatılmışlardır. Allah'ın verdiği nimetler ise çok olmakla beraber sınırsızdırlar. Bu yüzden insanın kavrama yeteneği bu nimetleri tümü ile algılayamaz.

Bütün bunlara rağmen, insanlar, Allah'a eşler koşuyorlar, yine de Allah'ın nimetlerine karşılık şükretmiyorlar, bu nimetleri küfürle karşılıyorlar.

"Kuşkusuz insan çok zalim ve son derece nankördür."

ÖRNEK BİR İNSAN HZ. İBRAHİM

İnsanın vicdanı uyandığı, çevresindeki evreni seyrettiği zaman. Bu evrenin ya doğrudan doğruya ya da insan hayatının ve ihtiyaçlarının gerektirdiği şekilde evrensel yasa uyarınca kendi yararına sunulduğunu gördüğü zaman... Çevresindeki varlıklara bakıp onların Allah'ın rahmeti sayesinde kendisine arkadaş olduklarını, Allah'ın gücü sayesinde kendisine yardımcı olduklarını, yüce Allah'ın emri ile hizmetinde olduklarını gördüğü zaman... İnsanın vicdanı uyanıp evreni seyrettiği, gördükleri şeyleri iyice düşünüp, incelediği zaman... ister istemez titreyecek, ürperecek, secdeye kapanıp Allah'a şükredecektir. Sürekli kendisine bu nimetleri veren Rabbini düşünecektir. Sıkıntıya düştüğü zaman bunu genişliğe, huzura çevirmesi, bollukta olduğu zaman da kendisine verdiği nimetleri kalıcı kılması için yalvaracaktır.

Her zaman Allah'ı anan, O'na şükreden, insanın mükemmel örneği, peygamberlerin babası Hz. İbrahim'dir... Nitekim onun bu özelliği sureye de yansımıştır. Tıpkı sureye yansıyan nimet ve nimete karşılık sergilenen şükür ve nankörlük tavırları gibi... Bu yüzden surenin akışı Hz. İbrahim'i -selâm üzerine olsun- insanı ürperten bir sahnede canlandırıyor. Bu sahneye şükür havası egemendir. Sahneden yakarış sesleri yükselmektedir. Son derece içli, göğe doğru yükselen, dalgalanan bir nağme halinde Allah'a yapılan dua sesleri yankılanmaktadır:

 

35- Hani İbrahim dedi ki; "Ey Rabbim, bu beldeyi güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut. "

36- "Ey Rabbim, o putlar çoğu insanı yoldan çıkardı. Bundan böyle kim bana uyarsa bendendir, kim bana karşı çıkarsa, hiç kuşkusuz sen bağışlayıcısın, merhametlisin. "

37- "Ey Rabbimiz, ben âilemin bir bölümünü senin dokunulmaz evinin, Kâbe'nin yanıbaşında ki bitkisiz, kıraç bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz, bunu namazı kılsınlar diye böyle yaptım. Buna göre insanlardan bir bölümünün gönüllerinde onlara karşı özlem uyandır ve onlara rızık olarak çeşitli meyvalar bağışla, umulur ki sana şükrederler. "

38- "Ey Rabbimiz, sen bizim gizlediğimiz ve açığa vurduğumuz her şeyi bilirsin. " Çünkü yerdeki ve gökteki hiçbir şey Allah'dan gizlenemez.

39- "Hayli ilerlemiş yaşıma rağmen, İsmail ile İshak'ı bana evlât olarak bağışlayan Allah'a hamdolsun. Hiç şüphesiz benim Rabbim duaları işitip kabul edendir. "

Ayetler Hz. İbrahim'i, Kureyş'in yaşamakta olduğu şehirde, kendisinin kurduğu Allah'ın evinin yanında canlandırmaktadır. Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- Allah'a kulluk edilen bir yer olması için kurulan eve sırtını dayamış Allah'ı düşünmektedir. Ayetler, inatçıları itirafa, nankör kâfirleri şükretmeye, Allah'ın nimetlerini görmezlikten gelenleri, nimetleri anmaya, ona uyup yollarını bulurlar diye onun çocuklarından yoldan sapmışları babalarının hayat çizgisine uymaya zorlamak için Hz. İbrahim'i; yakarış havası egemen olan insana ürperti veren, Allah'ı anma ve şükür sesleri yükselen bir sahnede canlandırmaktadır.

... Ve İbrahim duasına başlıyor:

"Ey Rabbim, bu beldeyi güvenli kıl."

Güvenlik nimeti, insan için vazgeçilmez bir nimettir. İnsanın duyguları üzerinde büyük etkisi vardır bu nimetin. İnsanın kendisine düşkünlüğü ile ilgilidir güvenlik... Ayetlerin akışı bu nimeti şu anda bu beldede ikamet edenleri uyarmak için dile getirmektedir. Çünkü onlar bu nimetten yararlandıkları halde şükretmiyorlar. Oysa yüce Allah ataları ibrahim'in duasını kabul etmiş ve bu şehri güvenli kılmıştı. Ama onlar İbrahim'in yolundan başkasına uydular, nimeti inkâr ettiler, Allah'a eşler koştular, Allah'ın yoluna engel oldular. Bu şehrin güvenli kılınmasına ilişkin duanın ardından ataları İbrahim şu duayı etmektedir:

"Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut."

Hz. İbrahim'in ikinci isteğinde, Rabbine kesin teslimiyeti, gönlünün en özel duygularında ona sığınışı göze çarpmaktadır. Hz. İbrahim, hem kendisini hem de çocuklarını putlara kulluk yapmaktan uzak tutması için Allah'a yalvarmaktadır. Ondan yardım istemekte, kendisine doğru yolu göstermesini istemektedir. Ayrıca bunun da yüce Allah'ın nimetlerinden biri olduğunu vurgulamaktadır. Hiç kuşkusuz kalbin, şirk ve cahilliğin karanlıklarından iman ve tevhidin aydınlığına çıkması bir nimettir. Bataklıktan, şaşkınlıktan, sapıklık ve başıboşluktan bilgiye, güvenliğe, istikrar ve huzura kavuşması bir nimettir... İnsanın onurunu kaybetmek suretiyle değişik rabblere boyun eğmekten, onurlu ve saygın bir şekilde kulların Rabbine boyun eğme derecesine yükselmesi bir nimettir... Hiç kuşkusuz bu, Hz. İbrahim'in Rabbinden koruyup kalıcı kılmasını, kendisini ve çocuklarını putlara ibadet etmekten uzak tutmasını istediği bir nimettir.

Hz. İbrahim, gerek kendi döneminde, gerekse kendisinden önceki nesiller arasında birçok insanın bu putlar yüzünden saptığını gördüğü bunlara kanıp yoldan çıkanların, fitneye kapılanların çoğunlukta olduğunu bildiği için bu duayı ediyor...

"Ey Rabbim, o putlar çoğu insanı yoldan çıkardı."

Sonra duaya devam ediyor... Benim yolumu izleyen, ondan ayrılmayan bendendir. Bana bağlanmış en büyük bağ etrafında, inanç bağı etrafında benimle birleşmiştir.

"Bundan böyle kim bana uyarsa bendendir."

Ama onlardan bana karşı gelenin durumunu da sana havale ediyorum.

"Kim bana karşı çıkarsa, hiç kuşkusuz sen bağışlayıcısın, merhametlisin."

Burada son derece şefkatli, merhametli, yufka yürekli ve yumuşak olan Hz. İbrahim'in karakteri kendini gösteriyor. Soyundan gelip de kendisine karşı çıkan ve yolundan ayrılanların yokolmasını, hemen azaba uğratılmalarını istemiyor. Hatta azabın sözünü bile etmiyor. Onların durumunu yüce Allah'ın bağışlamasına, merhametine bırakıyor. Böylece sahnenin havasına bağışlama ve merhamet gölgeleri egemen oluyor. Bu gölgelerin etkisi ile isyan gölgesi ortadan kayboluyor. Son derece merhametli ve yumuşak olan Hz. İbrahim bu durumun sahneye yansımasını istemiyor.

Hz. İbrahim bazı çocuklarını Allah'ın saygın evinin yanında bulunan bu verimsiz vadiye yerleştirdiğini belirterek duasına devam ediyor. Onları bu verimsiz ve çorak vadiye hangi görevi yerine getirmeleri için yerleştirdiğini de belirtiyor:

"Ey Rabbimiz, ben ailemin bir bölümünü senin dokunulmaz evinin Kâbe'nin yanıbaşında ki bitkisiz, kıraç bir vadiye yerleştirdim."

Niçin?

"Ey Rabbimiz namazı kılsınlar diye."

İşte bunun için çocuklarını oraya yerleştirmiştir İbrahim. Onlar da bu görevi yerine getirmek için katlanıyorlar bu kıraç vadiye, bu yoksulluğa.

"Buna göre insanlardan bir bölümünün gönüllerinde onlara karşı özlem uyandır."

İfadede bir incelik, bu titreşim, sezilmektedir. Bu eve yönelen ve ailesini bu bitkisiz vadiye yerleştiren bir kalbin titreyişini, çırpınışını tasvir etmektedir. Öylesine yumuşak, öylesine içli bir ifadedir ki, bu kalplerin inceliği, duygusallığı ile çorak vadiyi yumuşatmakta, verimlileştirmektedir adeta.

"Ve onlara rızık olarak çeşitli meyvalar bağışla."

Her taraftan onlara doğru uçuşan gönüller aracılığı ile... Niçin? Yemeleri, içmeleri, eğlenmeleri için mi? Evet! .. Ama bundan dolayı her zaman Allah'a şükreden İbrahim'in isteği yerine gelsin diye.

"Umulur ki sana şükrederler."

Böylece ayet, Allah'ın dokunulmaz evinin, Kâbe'nin çevresinde yerleştiril: melerinin hedefini vurgulamış oluyor. Kurallarına uygun olarak, eksiksiz bir şekilde Allah için namaz kılmak. Aynı şekilde gönüllerin Allah'ın evinin çevresinde yaşayanlara doğru kaymaları ve onları yeryüzünde biten çeşitli meyvelerle rızıklandırmaları amacı ile edilen duanın hedefi de açıklanmış oluyor; kullarına çeşitli rızıklar bağışlayan, onlara sayısız nimetler veren Allah'a şükretmek...

Bu duanın ışığında Allah'ın evinin komşuları durumunda olan Kureyşliler'in konumlarının farklılığı olanca netliği ile ortaya çıkıyor. Çünkü Allah için namaz kılınmıyor, Hz. İbrahim'in duasının kabul olunmasına ve her yönden insanların kalpleri ve çeşitli meyvalar onlara doğru akmasına rağmen Allah'a şükredilmiyor.

Hz. İbrahim, namaz kılsınlar ve Allah'a şükretsinler diye O'nun dokunulmaz evinin çevresinde ikamet eden soyu için, O'na dua etmeye devam ediyor. Yüce Allah'ın onların kalbinde yereden niyetleri, şükür ve duaları bildiğini vurgulayarak duayı sürdürüyor. Hiç kuşkusuz amaç (Kureyşli müşriklerin yaptığı) toplu gösteri yapmak, bağırıp çağırmak, el çırpmak ve ıslık çalmak değildir. Gizli açık her şeyi bilen, yerde ve gökte kendisinden hiçbir şey saklı bulunmayan yüce Allah'a kalbin yönelmesidir kastedilen.

"Ey Rabbimiz, sen bizim gizlediğimiz ve açığa vurduğumuz her şeyi bilirsin. Çünkü yerdeki ve gökteki hiçbir şey Allah'dan gizlenemez."

Hz. İbrahim yüce Allah'ın daha önce verdiği nimetleri anıyor; kendisine verilen nimeti anan ve buna karşılık şükreden her salih kul gibi hamd ve şükür sözcükleri dökülüyor dilinden:

"Hayli ilerlemiş yaşıma rağmen İsmail ile İshak'ı bana evlât olârak bağışlayan Allah'a hamdolsun. Hiç şüphesiz benim Rabbim duaları işitip kabul edendir.

Yaşlılık döneminde insana evlât bahşedilmiş olması büyük etki bırakır insanda. Çünkü evlât sürekliliktir. İnsanın sonunun yaklaştığını hissettiği ve fıtri bir ihtiyaç olarak soyunun devam etmesini istediği bir sırada evlât bağışı ne büyük nimettir. İbrahim de Allah'a hamdediyor, O'nun rahmetini umuyor!

"Hiç şüphesiz benim Rabbim duaları işitip kabul edendir."

Allah'a şükrettikten sonra kendisini sürekli şükreden bir kul kılmàsı için Allah'a dua ediyor. İbadet etmek suretiyle şükreden bir kul kılmasını istiyor. Bununla ibadet etmedeki kararlılığını, hiçbir engelin onun ibadetine engel olamayacağını, hiçbir şeyin onu ibadet etmekten alıkoyamayacağını duyurmuş oluyor. Bu arada verdiği kararı yerine getirmesi için Allah'dan yardım istiyor, duasının kabul olmasını diliyor:

 

40- Ey Rabbim, beni ve soyumdan gelenlerin bir bölümünü namaz kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz, duamı kabul eyle.

41- Ey Rabbimiz, hesaba durulacağı günde beni, ana-babamı ve tüm mü'minleri affeyle.

Bu duanın ışığında bir kez daha Kâbe'nin komşuları durumunda olan Kureyşliler'in farklı bir tutum sergiledikleri ortaya çıkıyor. İşte İbrahim namaz kılmak için Allah'ın yardımını istiyor, bunda başarılı olması için Allah'a dua ediyor. Onlar ise, bundan kaçınıyor, yüz çeviriyorlar. Kendilerine Hz. İbrahim'in hem kendisine, hem de kendisinden sonra çocuklarına yardım etmesi için yaptığı duayı hatırlatan peygamberi yalanlıyorlar.

Hz. İbrahim, insanı ürperten yakarışlarla dolu duasını bir istekle bitiriyor. İnsana amelinden başka hiçbir şeyin fayda vermediği hesaplaşma gününde kendisini, anne-babasını ve tüm mü'minleri bağışlamasını istiyor. Kusurlarını affetmesini diliyor:

"Ey Rabbimiz, hesaba durulacağı günde beni, ana-babamı ve tüm mü'minleri affeyle."

Ve bu uzun sahne de son buluyor. İnsanı ürperten yakarışlarla dolu dua sahnesi... Sayısız nimetler ve onlara karşılık şükretme sahnesi... Yankılanan, dalgalanan müzikal bir ahenkle son buluyor. Çevreye sürekli ve latif bir gölge yaydıktan sonra son buluyor. Bu ortamda gönüller Allah'a doğru kanat çırpıyor. O'nun sayısız nimetlerini anıyorlar. Burada peygamberlerin babası Hz. İbrahim, Allah'ın nimetlerini anan ve onlara karşılık Allah'a şükreden salih bir kul tipini canlandırıyor. Bu duadan önce kendilerine hitap edilen Allah'ın kulları da böyle olmalıdırlar.

Burada Hz. İbrahim'in huşu ve yakarmalarla dolu duasının her bölümünde "Rabbimiz" ya da "Rabbim" sözcüğünü tekrarlayışına değinmeden geçemeyeceğiz. Çünkü onun sözleri ile yüce Allah'ın hem kendisinin, hem de kendisinden sonra çocuklarının Rabbi olduğunu ifade etmesi özel bir anlam taşımaktadır... Hz. İbrahim, yüce Allah'ı ilahlık sıfatı ile değil de Rabblık sıfatı ile anıyor. Çünkü Allah'ın ilahlığı, cahiliye toplumlarında -özellikle Arap cahiliyesinde- pek fazla tartışma konusu edilmezdi. Sürekli tartışma konusu olan Rabblik meselesidir. Dünya hayatında kime itaat edileceği, kime boyun eğileceği, yani kime kulluk edileceği meselesidir. Bu mesele insan hayatında büyük etkisi olan pratik ve reel bir meseledir. Bu aynı zamanda realite dünyasında İslâm ile cahiliye, tevhid ile şirk arasında bir yol ayrımıdır. Buna göre insanlar ya Allah'a boyun eğecekler, o zaman Rabbleri Allah olacaktır, ya da başkasına boyun eğecekler, o zaman da Rabbleri başkası olacaktır. Tevhid ile şirk, İslâm ile cahiliye arasında pratik hayattaki yolların ayrılış noktası burasıdır. İşte Kur'an Arap müşriklerine ataları İbrahim'in Rabblık meselesi ağırlıklı duasını sunarken, bu duanın anlamı ile açıkça çeliştiklerine, ona muhalefet ettiklerine dikkatlerini çekiyordu.

ÇARESİZ İNSANLARIN YAKARIŞLARI

"Allah'ın nimetini teperek yerine kâfirliği seçen ve milletlerini helak yurduna sürükleyenler"den söz edilen bölüm tamamlanıyor. Onlar halâ zulümlerine davam ediyorlar ve henüz azaba uğramış değiller. Hz. Peygamber onlara "Dünya nimetlerinden elinizden geldiği kadar yararlanın bakalım, çünkü sonunda varacağınız yer cehennem ateşidir" demekle emrolunmuştu. Bu arada Allah'ın mü'min kulları ile ilgilenip "ne alışverişin, ne de dostluğun geçerli olmadığı gün gelmeden önce" namaz kılmalarını, gizli-açık Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden dağıtmalarını emretmesi istenmişti.

Bölüm, Allah'ın nimetlerini inkâr eden kâfirler için hazırlanan sonucu vurgulamak ve bu kaçınılmaz akıbete ne zaman uğrayacaklarını bildirmekle tamamlanıyor. Bunu da birbirini izleyen bir dizi kıyamet sahnesinde sunuyor. Dizleri ve kalpleri titreten sahnelerdir bunlar.

 

42- Sakın, Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Yalnız . onlarla hesaplaşmayı gözlerin şaşkınlıktan donakalacağı bir güne erteliyor.

43- O gün onlar havaya dikilmiş başları ile, hiçbir tarafa bakamayan donuk gözleri ile duyarlıktan yoksun, bomboş gönülleri ile hızlı hızlı koşarlar.

Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanmıyordu. Ne var ki, zalimlerin dünya nimetlerinden yararlanıp eğlendiklerini gören, buna karşılık yüce Allah'ın onlara yönelik tehdidini de duyup bunun dünya hayatında gerçekleşmediğini gören bazı kimseler böyle sanmaktadır. Bu ifade onların son yakalanışları için belirlenen süreyi bildirmektedir. O süre dolduğu zaman artık mühlet tanımak sözkonusu değildir. Kimse yakasını kurtaramaz. Öylesine çetin bir günde hesaba çekilecekler ki, o günün korku ve dehşetinden gözler donakalacaktır. Şaşkınlıktan, faltaşı gibi açılıp, öyle bakakalacaktır gözler. Korkudan sağa sola bakmayacak, hareket etmeyecektir. Sonra ayet panik halindeki kavmi bir sahnede canlandırıyor... Hiçbir şeye bakmadan, hiçbir şeyle ilgilenmeden koşup duruyorlar bu sahnede. Başları yukarıya doğru dikilmiştir, ama isteyerek değil. Adeta yukarıya bağlanmıştır başları ve hareket ettiremiyorlar. Bakışları korkudan seyrettikleri şeye dikilmiş kalmıştır, ne gözlerini kapatabiliyorlar, ne de başlarını başka bir yana çevirebiliyorlar. Kalpleri korkudan hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey algılayacak, tutacak veya hatırlayacak durumda değildir. Bomboştur kalpleri...

Yüce Allah'ın onları ertelediği gün bu gündür işte. Bu halde olacaklar ve bu zorluklara katlanacaklar. İşte bu durum dört kelimede tasvir edilmektedir. Korkunç bir atmacanın pençesindeki küçücük bir kuş gibi ne olup bittiğini anlamadan yakalanıp götürülüyorlar.

"Yalnız onlarla hesaplaşmayı gözlerin şaşkınlıktan donakalacağı bir güne erteliyor."

"O gün onlar havaya dikilmiş başları ile, hiçbir tarafa bakamayan donuk gözleri ile duyarlıktan yoksun, bomboş gönülleri ile hızlı hızlı koşarlar."

Zincirden boşanırcasına koşmak, donakalmış, çaresiz ve yukarıya mıhlanmış bakışlar, bunun yanında hiçbir şey anlamayan, kavramayan korkudan çırpınan, boş kalpler... Bütün bunlar gözlerin dona kalacağı o günde yaşanacak korkuya işaret etmektedirler.

Yüce Allah onları işte bugüne ertelemektedir. Kendilerine biraz mühlet tanıdıktan sonra, onları bekleyen akıbet budur. O halde mazeret bildirmenin, kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı gün gelmeden önce insanları uyar. Burada bekleyen o korkunç günün bir diğer sahnesi canlandırılıyor:

 

44- İnsanları, azapla yüzyüze gelecekleri gün konusunda uyar. O gün zalimler "Ey Rabbimiz, bizimle hesaplaşmayı yakın bir sürenin sonuna ertele de senin çağrına olumlu cevap verip, peygamberlere uyalım" derler. "Peki, vaktiyle sürekli yaşayacağınıza, hiç ölmeyeceğinize yemin edenler sizler değil miydiniz?"

45- Oysa daha önce kendilerine zulmetmiş olanların yurtlarında yaşadınız, onlara ne yaptığınızı açıkça öğrendiniz, size bu konuda çeşitß örnekler anlattık. "

Onları az önce değindiğimiz azapla karşılaşacakları konusunda uyar. O gün zalimler Allah'a yalvararak şöyle diyecekler:

"Ey Rabbimiz."

Şimdi Rabbimiz diyorlar. Oysa daha önce onu inkâr ediyor, O'na birtakım eşler koşuyorlardı.

"Bizimle hesaplaşmayı yakın bir sürenin sonuna ertele de senin çağrına olumlu cevap verip, peygamberlere uyalım."

Burada ayetlerin akışı üçüncü şahısın, ikinci şahsa yönelik hitap tarzına dönüşüyor. Sanki onlar ayakta dikilmiş bir şeyler istiyorlar. Ve sanki dünya, içindekilerle birlikte dürülmüş de biz şu anda ahiretteyiz gibi. Bakın işte hitap yüceler aleminden, doğrudan doğruya onlara yöneliyor. Dünya hayatında kaçırdıkları fırsattan dolayı onları azarlıyor, kınıyor, ne yapmış olduklarını hatırlatıyor.

"Vaktiyle sürekli yaşayacağınıza, hiç ölmeyeceğinize yemin edenler sizler değil miydiniz?"

Şimdi ne görüyorsunuz? Sonunuz geldi mi gelmedi mi? Siz bu sözünüzü söylediğinizde zalimler ve onların kaçınılmaz akıbeti için apaçık bir örnek niteliğinde olan geçmiş milletlerin izleri de gözleriniz önündeydi.

"Oysa daha önce kendilerine zulmetmiş olanların yurtlarında yaşadınız, onlara ne yaptığımızı açıkça öğrendiniz, size bu konuda çeşitli örnekler anlattık."

Zalimlerin yurtlarını terkedilmiş vaziyette görmenize ve kendinizin de onların yerinde yaşadığınızı bilmenize rağmen, "Sürekli yaşayacağınıza, hiç ölmeyeceğinize" yemin etmenizdir garipsenen...

Bu azarlama ile birlikte sahne bitiyor. Ne olduklarını anlıyoruz artık. Dua ve yakarıştan sonra neler olup bittiğini kavrıyoruz.

Bu örnek günlük hayatta sürekli yenilenen ve her zaman yaşanabilen bir örnektir. Kendilerinden önce helak olmuş tağutların yerine kurulmuş ve belki de kendi elleri ile yok ettikleri bu tağutların yurtlarına yerleşmiş nice tağutlar vardır ki, buna rağmen azgınlaşır, zorbalık yaparlar. Önceki tağutları adım adım izlerler. Yaşadıkları yerlerdeki tarihi izler ve geçmişlere ilişkin tarihsel olaylar, her an gözlemlenebilen akıbetleri bunların vicdanlarını titretemez. Ama onlar da öncekilerin kötü sonlarına uğruyorlar, onlara katılıyorlar. Bir süre sonra onların da yurtları boş kalıyor.

İĞRENÇ KOMPLOLAR

Ayetlerin akışı o sahnenin perdesini indirdikten sonra, şu anki yaşayışlarına dikkat çekiyor, peygamber ve mü'minlere ne iğrenç komplolar düzenlediklerine, hayatın her alanında ne tür kötülükler tasarladıklarına değiniyor. Komploları ve hesapları ne kadar güçlü olursa olsun, onların da bu akıbete uğrayacaklarını vurgulayarak etrafa korku saçıyor:

 

46- Onlar kuracakları tuzağı kurdular. Fakat tuzakları dağları yerlerinden oynatabilecek nitelikte olsa bile, Allah'ın denetimi altındadır.

Onlar ve tuzakları yüce Allah'ın denetimi altındadır. Tuzakları güç ve etkinlik bakımından dağları yerinden oynatacak nitelikte olsa bile. Çünkü dağ en ağır ve en katı bir kütledir. Hareket etmesi, yerinden oynaması tasavvur bile edilmez. Tuzakları bu denli güçlü olsa bile, Allah tarafından bilinmiyor değildir, ona gizli olması, gücünün kontrolünden uzak olması mümkün değildir. Aksine bu tuzak onun kontrolünde gelişmektedir, ona karşı dilediğini yapabilir:

47- Sakın Allah'ın, peygamberlerine yönelik vaadinden cayacağını sanma. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve öç alıcıdır.

Onların kurduğu bu tuzakların herhangi bir etkinliği sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın peygamberlerine vadettiği zaferi engelleyemez. Yüce Allah'ın bu tuzak kuranları güçlü ve üstün bir şekilde yakalayıp hesaba çekmesini durduramaz.

"Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve öç alıcıdır."

Zalimin kaçmasına, tuzak kuranın kurtulmasına müsaade etmez. Ayette `öç alma kelimesinin kullanılmış olması da zulüm ve tuzak atmosferi ile uyuşmaktadır. Çünkü zalim ve tuzak kuran biri, intikamı almayı haketmektedir. Allah'a göre bu intikam, zulüm ve tuzaklarına karşılık azaba uğratılmalarıdır. Her işin karşılığını görmesine ilişkin ilahi adalet ilkesi uyarınca gereklidir bu azap.

Ve bu azabın gerçekleşmesi de kaçınılmazdır.

48- O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülürler ve tüm insanlar tek ve ezici iradeli Allah'ın huzuruna çıkarlar.

Bunun nasıl gerçekleşeceğini bilmiyoruz. Yeni yerin ve yeni göklerin özelliklerini bilmediğimiz gibi, nerede kurulacağını da bilmiyoruz. Ama ayet dilediğini yapabilen, yeri ve gökleri değiştiren gücün gölgesini yansıtmaktadır. İstediği kadar güçlü ve sağlam görünse de aslında son derece basit ve çürük olan zalimlerin tuzaklarına karşılık yeralması ayrı bir özellik taşımaktadır.

Birdenbire bu durumun gerçekleştiğini görüyoruz:

"Tüm insanlar tek ve ezici iradeli Allah'ın huzuruna çıkarlar."

Hiçbir örtünün kendilerini saklayamayacağı şekilde gözler önünde olduklarını hissediyorlar. Hiçbir koruyucu onları koruyamaz bu durumda. Ne evlerinde, ne de kabirlerindedirler. Tek ve ezici güce sahip Allah'ın huzurunda meydandadırlar. İfadedeki "ezici güç" kelimesi, zorbaların tuzaklarını n karşı koymadığı ezici gücün oluşturduğu tehdit havasına daha etkinlik katmaktadır. Zorbaların tuzakları dağları yerinden oynatacak kadar sağlam olsa bile, bu güç karşısında tutunamayacaktır.

Şu anda biz, son derece çetin, dayanılmaz ve aşağılayıcı azap sahnelerinden birini seyrediyoruz. Tam da söz edilen tuzaklara ve zorbalıklara uygun bir azaptır bu.

49- O gün günahkârların zincirlerle birbirlerine bağlandıklarını görürsün.

50- Elbiseleri katrandan olacak ve yüzlerini ateş saracaktır.

Günahkârların yeraldığı sahnedir bu. İkişer ikişer birbirlerine bağlanmışlar ve peşpeşe dizilmiş saflar halinde gözlerimizin önünden geçiyorlar. Son derece aşağılayıcı bir sahne olmakla beraber, karşı konulmaz, ezici güce de işaret etmektedir. Birbirlerine bağlanmış olmalarının yanında giysilerinin de yanmaya oldukça elverişli bir maddeden olduğu vurgulanmaktadır. Bu aynı zamanda pis ve simsiyah bir maddedir. "Katran" Bunda bile bir aşağılama ve küçümseme vardır. Ayrıca ateşe yaklaşır yaklaşmaz tutuşan bir madde olduğuna işaret edilmektedir.

"Yüzlerini ateş saracaktır."

Bu, tuzak kurup büyüklük taslamanın karşılığı tutuşan, alevlenen ve aşağılayıcı azap sahnesidir...

51- Amaç, Allah'ın herkese işlediğinin karşılığını vermesidir. Hiç kuşkusuz Allah'ın hesap görmesi pek çabuktur.

Onlar kazanç olarak tuzaklar kurmuş, zulüm işlemişlerdi. Bunun karşılığı da ezilme ve aşağılanmadır. Çünkü Allah hesapları çabuk görür. Hesap görmedeki bu çabukluk, onların kurduğu, kendilerini koruyup saklayacağını, herhangi birinin kendilerine üstünlük sağlamasına engel olacağını sandıklan tuzak ve planlara da uygun. düşmektedir. Ama işte bakın! Kazandıklarının karşılığını aşağılanarak, acı çekerek, hesapları da çabuk görülerek çekiyorlar.

EVRENSEL BİLDİRİ

Sonunda sure, başında yeralan ifadenin benzeri bir ifadeyle bitiyor. Ama yüksek sesli, gür sadalı evrensel bir duyuru ile bitiyor. Bu mesajı yeryüzünün her tarafındaki tüm insanlara ulaştırmak için:

 

52- Bu Kur'an tüm insanlara yönelik bir duyurudur. Onun aracılığı ile insanlar uyarılsın, herkes Allah'ın tek olduğunu öğrensin ve sağduyulu kimseler onun ibret derslerinden yararlansın diye inmiştir.

Bu duyurunun, bu uyarının temel hedefi: İnsanların yüce Allah'ın "tek ilah olduğunu" öğrenmeleridir. Allah'ın dininin başlıca ilkesi budur ve bu dinin hayat sistemi de bu ilkeye dayanır.

Doğal olarak amaç sadece bilmek değildir. İnsanların günlük hayatlarını bu bilginin öngördüğü ilkeye göre düzenlemeleridir hedeflenen. Amaç, Allah'dan başka ilah olmadığına göre, insanlar sadece ona boyun eğmelidirler ilkesini yerleştirmektir. Çünkü Rabblık yani egemenlik, efendilik, uygulama, kanun koyuculuk ve yönlendiricilik sıfatı olanın hakkıdır. İnsan hayatının bu temele dayanması, onu kulların kullara Rabblığı, yani kulların boyun eğmesi temeline dayanan bütün hayat biçimlerinden farklı kılar. Bu farklılık inanç ve düşüncede, kulluk kastı taşıyan bireysel davranış ve eylemlerde, ayrıca ahlâk ve davranış kurallarında, değer ve ölçülerde aynı şekilde siyasi, ekonomik ve toplumsal rejimlerde, kısacası bireysel ve toplumsal hayatın her alanında kendini gösterir.

Hiç kuşkusuz ilahlığın tekliğine ve ortaksızlığına ilişkin inanç biçimi, hayatın her alanını ele alan eksiksiz bir hayat sisteminin temelini oluşturur. Vicdanlarda yereden ve harekete dönük olmayan bir inanç tek başına yeterli değildir. İnanç sisteminin (akide) sınırları harekete dönük olmayan inançdan daha geniştir. Akidenin sınırları hayatın her alanını içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Bütün ayrıntıları ile hakimiyet sorunu İslâma göre bir inanç sorunudur. Bütünüyle ahlâk sorunu bir inanç sorunu olduğu gibi! Ahlâk ve değer ölçülerini kapsadığı gibi aynı düzeyde rejim ve kanunları da kapsayan hayat sistemi inançtan kaynaklanır. İnanç noktasında hepsi de aynı öneme sahiptirler.

Bu yüzden biz, bu dinde inancın kapsadığı alanı, Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik etmenin anlamını, sadece Allah'a kulluk yapmanın, sadece O'na boyun eğmek anlamına geldiğini, bu durumun sırf namaz esnasında değil, hayatta karşılaşılan her mesele için geçerli olduğunu bilip kavramadığımız ürece, Kur'an'ın içerdiği mesajı kavrayamayız.

PUT VE PUTÇULUK

Hiç kuşkusuz Hz. İbrahim'in yüce Allah'a yalvararak hem kendisini, hem de çocuklarını kulluk yapmaktan uzak tutmasını istediği putlar sadece Arap cahiliyesinde olduğu gibi ya da çeşitli putperest toplumlarda ki, taştan, ağaçtan, heykelden ya da hayvan, kuş, yıldız, ateş, ruhlar veya hayaletler gibi değişik şekilleri bulunan ilkel biçimde belirmez.

Bu ilkel görünümler, Allah'a ortak koşmanın her çeşidini, Allah'ın bir yana bırakıp putlara ibadet etmenin tüm şekillerini kapsamazlar. Şirkin anlamını bu ilkel görünümlerle sınırlandırmak, sonsuz şekilleri bulunan diğer şirk biçimlerini görmemize engel olur. Günümüz cahiliyesinde tüm insanlığın içinde yüzdüğü şirk çeşitlerini gerçek mahiyetleri ile birlikte sağlıklı bir şekilde görmemize engel olur.

O halde şirkin tabiatını ve putların şirkle ilişkilerini iyice kavramak, tüm detayı ile bilmek zorunludur. Putların ifade ettikleri anlam ve günümüz cahiliyesinde büründükleri çağdaş görüntüleri iyice kavramak, bilmek kaçınılmazdır.

Hiç kuşkusuz Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik etmenin karşıtı olan Allah'a ortak koşma (şirk), hayatın her alanında sadece Allah'a itaat edilmeyen, sadece O'na boyun eğilmeyen her rejimin, her yönetim biçiminin varlığında somutlaşmaktadır. Görünüm ve mahiyet itibariyle şirkin ortaya çıkması için, varolması için kulun hayatın herhangi bir alanında Allah'a boyun eğerken, başka alanlarda Allah'dan başkasına boyun eğmesi yeterlidir. Bireysel kulluk davranışları ise, birçok çeşidi bulunan boyun eğmenin, ibadet etmenin sadece bir şeklidir. Günümüzde insanlığın hayatında her an görülebilen örnekler, tüm özellikleri bakımından şirkin pratik örnekleridirler. Onun tek bir ilah olduğuna inanarak Allah'a yönelip abdest, taharet, namaz, oruç, hac ve benzeri ibadet şekillerinde Allah'a boyun eğerken, aynı zamanda ekonomik, siyasi ve sosyal hayatında Allah'dan başkasının koyduğu kanunlara boyun eğen, değer yargılarında ve toplumsal ölçülerinde Allah'dan başkasının ortaya koyduğu düşüncelere ve kavramlara uyan, ahlâk kurallarında, gelenek ve göreneklerinde, kılık kıyafetinde -Allah'ın şeriatına karşı çıkarak- kendisine bu ahlâk kurallarını, gelenek ve göreneklerini ve kılık kıyafetleri belirleyen beşeri Rabblere uyan bir kul, en açık şekliyle şirk işlemektedir. Allah'a ortak koşmaktadır. "Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın peygamberidir" şehadetinin ifade ettiği en belirgin gerçeğe karşı çıkmaktadır. İşte günümüzde büyük bir umursamazlıkla ve boş vermişlikle bu şirki işleyen insanlık bu gerçekten habersizdir. Bu davranışlarının her zaman ve her yerde yaşanan şirkin kendisi olduğunu bilmiyorlar.

Putların, o ilkel ve basit şekilde ortaya çıkmaları bir zorunluluk değildir. Çünkü putlar tağutun sembollerinden başka bir şey değildirler. Tağut insanları put adına kendisine taptırmak, onun aracılığı ile insanların kendisine kulluk yapmalarını, boyun eğmelerini garantiye almak için putun arkasına saklanır.

Hiç kuşkusuz put, ne konuşabilir, ne işitebilir ne de görebilir. Fakat mabed bekçileri, kâhinler ve egemenler putun arkasına gizlenerek muskalar, efsunlar ve nazarlıklar dağıtarak onu kutsarlar. Sonra da kendi isteklerini onun isteğiymiş gibi halk kitlelerine empoze ederler. Halk kitlelerini kendilerine kul yapmak, onları yönetimleri altında ezip aşağılamak için putu aracı yaparlar.

Herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda, birtakım yöneticiler ve kâhinler, bu semboller adına Allah'ın izin vermediği konularda yasalar, kanunlar, değer yargıları, ölçüler, uygulama ve hareket biçimleri belirliyorlarsa... İşte bu semboller, özellikleri, mahiyetleri ve fonksiyonları itibariyle putturlar.

"Milliyetçilik" bir sembol olarak yükseltildiği ya da "Vatan" bir sembol olarak yükseltildiği veya "Halk" bayraklaştırıldığı yahut "Sınıf" sembolleştirildiği zaman... Sonra insanları Allah'ı bir yana bırakıp bu sembollere kulluk yapmaları, bunlar uğruna canlarını, mallarını, ahlâk ve namuslarını feda etmeleri istendiği zaman... Allah'ın şeriatı, O'nun belirlediği kanunlar, O'nun direktif ve öğretileri ile bu semboller ve işlevleri çeliştiğinde Allah'ın şeriatı, O'nun kanunları, direktif ve öğretileri bir yana bırakılıp, bu sembollerin ya da daha doğru ve yerinde bir ifade ile bu sembollerin arkasında yeralan tağutların istekleri yerine getirildiği zaman... Bu, Allah'ı bir yana bırakıp, putlara ibadet etmenin ta kendisidir. Çünkü, putun taştan veya ağaçtan bir heykel şeklinde somutlaşması bir zorunluluk değildir. Put bir ideoloji, bir sembol de olabilir.

İslâm sadece taştan ve ağaçtan yapılmış putları ortadan kaldırmak için gelmemiştir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş peygamberler kafilesinin kesintisiz olarak sarf ettiği bunca çaba, sırf bu amaca yönelik değildir. Bu kadar fedakârlığa, bunca işkence ve azaba, sırf taştan ve ağaçtan yontulmuş putları ortadan kaldırmak için katlanılmamıştır.

İslâm, hayatı ilgilendiren her konuda, yaşanan her olayda sadece Allah'a boyun eğmek ile ondan başkasına boyun eğmenin her çeşidi, her şekli arasındaki yol ayrımını belirlemek için gelmiştir. Yürürlükte olan düzenlerin ve sistemlerin tabiatını kavramak, tevhid esasına mı, yoksa şirk esasına mı dayandığını, tesbit etmek, yani sadece Allah'a mı itaat edildiğini, yoksa çeşitli tağutlara, rabblere ve putlara mı kulluk yapıldığını belirlemek için her dönemde ve her rejimde geçerli olan yönetim biçimine bakmak gerekir.

Dilleri ile "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz" dedikleri ve arınmada, bireysel ibadet davranışlarında, evlilik, boşanma ve miras gibi konularda pratik olarak Allah'a itaat ettikleri için kendilerini "Allah'ın dinine" mensup kişiler olduğunu zannedenler, bunun yanında, bu dar kapsamlı alanın dışında kalan konularda Allah'dan başkasına boyun eğenler, birçoğu açıkça Allah'ın şeriatına karşı olmak üzere Allah'ın izin vermediği yasalara uyanlar, gerek isteyerek, gerek istemeyerek bu yeni putların kendilerinden istediği görevleri yerine getirmek için canlarını, mallarını, namus ve ahlâklarını feda edenler. Din, ahlâk ve namus kavramları putların istekleri ile çeliştiği zaman Allah'ın emirlerini, kulak ardı edip bu putların isteklerini yerine getirenler.

Kendilerini "müslüman" ve "Allah'ın dinine" mensup kişiler zannedip de durumları bundan ibaret olanlar... Evet bunlar bir an önce uyanıp ne kadar büyük bir şirk işlediklerini görmelidirler!

Hiç kuşkusuz "Allah'ın dini" yeryüzünün doğusunda ve batısında kendilerini "müslüman" zannedenlerin düşündüğü gibi ciddiyetten uzak komik bir şey değildir. Allah'ın dini günlük hayatın her parçasını, tüm ayrıntılarını kuşatan bir hayat sistemidir. Temel ve bütünlük arzeden alanları bir yana, günlük hayatın her parçasında, tüm ayrıntılarında sadece Allah'a boyun eğmek, yalnızca O'na uymak, Allah'ın dinidir. Yüce Allah'ın hiç kimseden başka türlüsünü kabul etmediği İslâm dini işte budur.

Allah'a ortak koşmak sadece onunla birlikte başka ilahların varlığına inanmakla ortaya çıkmaz. En başta Allah'la birlikte birtakım Rabblerin hakimiyet kurması şeklinde ortaya çıkar şirk...

Taştan ve ağaçtan yontulmuş heykeller dikmek,putlara ibadet etmenin tümünü ifade etmez. Tıpkı putlarınki gibi etkinlikleri, sonuçları ve işlevleri olan semboller, putlara ibadetin anlamını daha çok somutlaştırmaktadırlar.

O halde yeryüzündeki bütün ülkelerde yaşayan insanlar, günlük hayatlarında en yüce makamı kime verdiklerine, tam anlamı ile kime boyun eğdiklerine, kime uyduklarına, kime itaat ettiklerine, kimin sözünü dinlediklerine bir baksınlar. Şayet bütün bu konularda sadece Allah'a itaat ediyorlarsa, sırf ona boyun eğiyorlarsa, onlar Allah'ın dinine mensupturlar... Yok eğer bu konularda Allah'dan başkasına (onunla birlikte ya da onu bir yana bırakarak) uyuyorlarsa, onlar tağutların, putların dinine mensupturlar. Allah korusun...

"Bu Kur'an, tüm insanlara yönelik bir duyurudur. Onun aracılığı ile insanlar uyarılsın, herkes Allah'ın tek olduğunu öğrensin ve sağduyulu kimseler onun ibret derslerinden yararlansın diye inmiştir."

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net