12-Yusuf


1- Elif, Lâm Ra; bunlar, gerçeği açık açık anlatan kitabın ayetleridir.

2- Biz o kitabı Arapça bir Kur'an olarak indirdik ki anlayabilesiniz.

3- Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun.

Elif, Lâm, Râ; bunlar gerçeği açık açık anlatan kitabın ayetleridir..." Bu ve benzeri türden harfler, insanların hiç de yabancısı olmadıkları, aralarında kullandıkları harflerdir. Beşeri yetenek ve gücün, asla üretemeyeceği bu ayetlerde gerçeği açıklayan kitabın ayetlerindeki harfler de aynı harflerdir. Yüce Allah, Arap alfabesinin bilinen harflerinin kullanıldığı Arapça bir kitap indirmiştir:

"Anlayabilesiniz!"

Allah sizin tanış olduğunuz sıradan sözcükleri kullanarak sözlere, mucizevî, olağanüstü bir kitap ortaya koymuştur! Umuluyor ki bu somut gerçeğin farkına varır da bu kitabın bir insan ürünü olamayacağını anlar, ancak ve ancak bir vahiy olduğunu kavrarsınız! Bu ayetle akıl ve bilinç, sözkonusu olgunun ve bu olgunun gözkamaştırıcı göstergelerinin farkına varmaya, bu gerçeği kavramaya çağrılmaktadır.

Surenin konusu bir kıssa olduğu içindir ki, burada anlatılan kıssaların da bu kitabın materyallerinden birini oluşturduğu özellikle belirtiliyor:

"Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle, sana kıssaların eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz."

Sana Kur'an'ı vahyederek, tüm bu kıssaları, en güzel kıssaları anlatıyoruz ki, bunlar vahyin bir parçası konumundadır.

"Oysa, daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun, sen bunlardan habersizdin."

Daha önce sen de bulunduğun toplumun okuma-yazma bilmeyen insanlarından biriydin. Tıpkı onlar gibi sen de, Kur'an'ın sözünü ettiği türden konularla ve de böylesine ayrıntılı kıssalarla hiç ilgilenmemiş biriydin.

YUSUF'UN RÜYASI

Surenin ilk ayetleriyle yapılan bu giriş, kıssanın anlatımına başlanacağının sinyalidir.

Nitekim ilk perdenin birinci tablosunda, henüz çocuk yaştaki Yusuf'un gördüğü rüyayı babasına anlattığını görüyoruz:

4- Hani Yusuf babasına "Babacığım; ben rüyamda onbir yıldızın, güneşin ve ayın önümde secde ettiklerini gördüm" dedi.

5- Babası ona dedi ki; "Yavrum bu rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açık bir düşmanıdır.

6- Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin herşeyi bilir ve her işi yerinde yapar.

Hz. Yusuf bu rüyayı gördüğünde, daha küçük bir çocuk ya da ergenlik çağı öncesini yaşayan bir gençti. Ancak babasına anlattığı bu rüya, bu yaştaki bir çocuğun rüyasına hiç benzemiyordu. Eğer bu sıradan çocukluk rüyalarından biri olsaydı, yıldızları, güneşi ve ayı, yakalayıp tutacak denli yakınında ya da kucağında görebilirdi. Oysa, yıldızları, güneşi ve ayı kendisine "secde ederken", tıpkı bir saygı ve yüceltme ifadesi olarak başlarını secdeye koyan akıllı varlıkların hareketlerini andırır biçimde kendisine secde ederken görmüştü. Bu olayın aktarıldığı ayetin üslubunda bir vurgunun yeraldığını görüyoruz:

"Hani Yusuf babasına "Babacığım ben rüyamda onbir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm..."

Ardından "görmek" sözcüğünü yerinde kullanarak, ifadesini perçinleyecektir:

"Önümde secde ettiklerini gördüm."

Babası Hz. Yakub, ileri görüşlülüğü ve önsezisiyle bu rüyanın, Hz. Yusuf için anlam yüklü bir rüya olduğunu kavramıştır. Ama, ne Yakub, ne de kıssanın üslubu bu rüyanın tüm anlamını hemen açığa vurmayacaktır. Bu noktadaki en önemli olaylar, ancak iki perde sonra ortaya çıkacaktır. Rüyanın net biçimde anlaşılması ise son perdede, başlangıçtaki meçhul geleceğin artık görülüp bilinmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebeple Hz. Yakub bu aşamada, Hz. Yusuf'a rüyasını kardeşlerine anlatmamasını öğütleyecektir. Bunun nedeni de yüreğindeki korkudur: Küçük Yusuf'un üvey ağabeyleri olan diğer çocukları, bu rüyayı duyduklarında, taşımakta olduğu müjdeyi farkedebilirler... Şeytan buradan hareketle onların özbenliklerinde bir gedik açabilir, onların yüreklerini kıskançlıkla doldurabilir. Onlar da şeytana uyarak Hz. Yusuf'un başına kötü işler açabilirler! Bu sebeple Hz. Yusuf'a;

"Yavrum, bu rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar!"

Ardından, bu sözünün gerekçesini de belirtecektir:

"Çünkü şeytan, insanın açık bir düşmanıdır."

Çünkü şeytan, insanların yüreklerine girerek onları birbirlerine karşı bileyebilmekte, onlara hataları ve kötülükleri çekici gösterebilmektedir.

Hz. İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub, bu rüyanın oğlu Yusuf için bir müjdenin habercisi olduğunu hissetmişti. Yaşadığı peygamberlik atmosferi, ayrıca atası İbrahim ve onun soyundan gelen mü'minlerin Allah tarafından kutsandığını bilmesi hasebiyle, sözkonusu müjdenin; din, kurtuluş ve bilgi bağlamında olabileceğini düşünmüştü. Onun tahminine göre, Hz. İbrahim'in soyundan gelen oğulları arasından seçkin kılınıp kutsanacak, böylece Hz. İbrahim'in soyundan gelen kutlular zincirine eklenecek kişi, böylesi bir rüya görmesi sebebiyle Yusuf olmalıydı... Bu yüzden ona şöyle dedi:

"Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin her şeyi bilir ve her işi yerinde yapar."

Böylesi bir rüyanın Hz. Yakub'a, yüce Allah'ın Hz. Yusuf'u seçkin kılacağını, ataları Hz. İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi, ona ve Yakub soyuna da tamamlayacağını düşündürmesi son derece doğaldır. Yalnız, bunlarla kalmayıp, ayrıca şu sözü de söylemiş olması ister istemez dikkatimizi çekmektedir:

"Sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek."

Bu ayetteki "te'vil" sözcüğünün anlamı, gelecekte olacakları bilmektir. Ancak (olayları ve rüyaları diye çevirdiğimiz) "el-ehâdîs"le gerçekten kastedilen nedir? Birinci sebep, Yakub bu sözüyle, Allah'ın Yusuf'u seçkin kılacağını, ona gerekeni öğreteceğini, "olaylar"ın daha baştan gelecekten nasıl sonuçlanacağını anlayabilecek denli sağlıklı bir ileri görüşlülük ve keskin bir sezgi lütfedeceğini kastetmiştir. Bu, ileri görüşlü, kavrama gücü keskin bir kula, Allah katından verilmiş bir ilhamdır. Nitekim Hz. Yakub bu konudaki sözlerini, hikmet ve Allah katından verilmiş bilgi atmosferi içinde, şöyle noktalamaktadır:

"Rabbin her şeyi bilir ve her işi yerinde yapar."

İkinci sebep ise "el-ehâdîs"le, -daha sonra Yusuf'un yaşamında gerçekten gerçekleştiği biçimiyle- rüyaların ve düşlerin kastolunmasıdır.

Sözünü ettiğimiz her iki sebep de mümkün ve de gerek Yusuf'un, gerekse Yakub'un içinde bulundukları atmosfere uygun durumdadır.

Yeri gelmişken, bu surenin ve kıssamızın teması durumundaki rüyalar ve düşler konusuna kısa da olsa değinmeye çalışalım.

Bizler kimi rüyaların, ama yakın ama uzak gelecekteki kimi olayların habercisi olabildiğine inanmak durumundayız. Neden inanmak durumundayız? Birincisi, Yusuf'un rüyası, onun zindan arkadaşları olan iki delikanlının rüyası ve Mısır kralının rüyasının gerçekten doğru çıktıklarını bu surede görmüş bulunuyoruz. İkincisi ise, kimi kez kendi yaşamımızda bile, gördüğümüz bazı rüyaların gerçekten doğru çıktığına tanık olabilmekteyiz. Öyle ki, bunun olabilirliğini inkâr etmemiz adeta olanaksızlaşmaktadır... Zira, bunun gerçekliğine bizzat kendimiz tanık olmuşuzdur!

Buna inanmamız için, aslında birinci neden yeterlidir. Ancak, inatlaşma bir yana bırakılırsa, inkâr edilmesi olanaksız bir reel gerçek olması hasebiyle ikinci nedenden de söz ettik...

Rüya dediğimiz olay nedir?

Psikanalizin verdiği yanıt: Bilincin devre dışı kalmasıyla, bastırılmış arzular arasındaki kimi arzuların şekillenmesidir.

Bu, rüyaların sadece bir yönüne ilişkindir. Bir başka deyişle, rüyaların tümü böyle değildir. Nitekim, bilimsellikten uzak yargılarına ve teorisindeki tüm çarpıklıklarına karşın Freud bile, gelecekten haber veren rüyaların varlığını itiraf etmektedir.

Öyleyse, bu tür rüyalar nasıl açıklanabilir?

Her şeyden önce, bu tür rüyaları bizim kavrayabilmemiz ya da kavrayamamızla, böylesi rüyaların olabildiğini ya da bazı rüyaların doğru çıktığını kanıtlama arasında hiçbir ilgi kurulamayacağını belirtmeliyiz. Bizim burada yaptığımız, esrarengiz yaratık insanın kimi niteliklerini ve Allah'ın varlık dünyası belirlediği kimi yasalarını sadece kavrayabilmeye çabalamaktır.

Sözkonusu türden rüyalar konusunda bizim anlayışımız şudur: Geçmiş, gelecek ya da görüş ötesi şimdiki zamandan insanı izole eden engeller, zaman ve mekândır. Geçmiş ya da geleceği görmemizi engelleyen faktör; zamandır. Görüş uzağımızdaki şimdiki zamanla aramızda perde çeken faktör mekândır. Ancak, insanda özünü kavrayamadığımız bir duyum, kimi kez harekete geçip çok güçlü bir hale gelerek, zaman engelini aşıp, bazı şeyleri belli-belirsiz biçimde de olsa görebilmektedir. Bu bilgi değil, ama bir tür sezgidir. Bazı kimselerde uyanık oldukları bir sırada, bazı kimselerde ise rüyada, sözkonusu duyumun yoğunlaşmasıyla birlikte, zaman ya da mekân, kimi kez de hem zaman, hem mekân engelinin aşıldığı görülebilmektedir. ( Bu noktada anlatılan şeylere inanmayacak bile olsam, Amerika'dayken yaşadığım bir olayı asla unutamam. Ailem Kahire'deydi. Bir gece rüyamda kız kardeşimin oğlunu gördüm; gözü hiçbir şey göremeyecek denli kan içindeydi... Oturup Kahire'ye aileme bir mektup yazdım. Mektupta, sözkonusu yeğenimin gözüne bir şey olup olmadığını da bizzat sormaktaydım. Daha sonra bana gönderdikleri cevabi mektupta yeğenimin, gözündeki iç kanama nedeniyle tedavi altında olduğunu belirtiyorlardı. Çok ilginçtir, aslında iç kanama dışarıdan farkedilemez. Bu nedenle yeğenimin gözüne sadece dışarıdan bakanlar, bu kanamayı göremediklerinden, bir şey yok diye düşünmektedirler. oysa, dışarıdan görülmemekle birlikte içeride bir kanama sözkonusudur. Neticede gördüğüm rüya bu iç kanamayı bana göstermişti... Bu örneğin yeterli olacağını düşünerek, daha başka örneklemelere geçmeye gerek görmüyorum.) Aslına bakılırsa, insan olarak bizler, zaman ve mekânı da gerçek içyüzüyle kavrayabilmiş değiliz. Bizim için maddi bağlamdan öteye geçmeyen zaman ve mekân konusundaki bilgimizin bile, kesin olduğunu söyleyebilecek durumda değiliz: "Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir." (İsra Suresi 85)

Bu olgu nasıl açıklanırsa açıklansın, Hz. Yusuf her halukârda sözkonusu rüyayı görmüş bulunmaktadır. Bu rüyanın nelerin habercisi olduğunu da daha sonra göreceğiz.

HZ. YUSUF'A TERTİPLENEN KOMPLO

Hz. Yusuf ve Hz. Yakub'un yer aldıkları birinci tablonun ardından, olacakların önemine dikkat çekilmesiyle birlikte yeni bir tabloyla, Yusuf'a komplo hazırlayan kardeşlerinin bulunduğu tabloyla karşılaşıyoruz:

 

7- "Yusuf ile kardeşleri" olayında, bu olayın içyüzünü irdeleyenlerin alacağı birçok ibret dersleri vardır.

8- Hani Yusuf'un üvey kardeşleri dediler ki; "Babamız, Yusuf ile öz kardeşini bizden daha çok seviyor. Oysa biz sayıca çok ve güçlü bir grubuz. Kuşku yok ki, babamız açık biçimde hatalıdır. "

9- "Yusuf'u ya öldürünüz, ya da ıssız bir yere bırakınız; o zaman babanızın rakipsiz sevgilileri olursunuz, arkasından da tevbe eder iyi kimseler olursunuz. "

10- Üvey kardeşlerden biri dedi ki; "Yusuf'u öldürmeyiniz; eğer mutlaka bir şey yapmak istiyorsanız, onu bir kuyunun dibine atınız da yoldan geçecek kervanlardan biri onu çıkarıp alsın. "

Ayetleri irdeleyen, arayan ve ilgilenen kimseler için Yusuf ve kardeşleri olayında birçok gerçeğe ilişkin nice ibret, nice ders bulunmaktadır. Böylesi bir ifade kullanılarak tüm dikkatler, olayın üzerine çekiliyor. Deyim yerindeyse perde bu sözle açılmaktadır. Artık olaylar başlayacaktır. Karşımızdaki tabloda, Yusuf'a karşı bir şeyler yapabilme hazırlığı içerisinde olan kardeşlerini görmekteyiz.

"Eski Ahid" yazarlarının ileriye sürdükleri gibi, Yusuf onlara rüyasını anlatmış mıydı acaba? Ayetlerin ifadesine . göre hayır! Nitekim onların konuşmalarından, Yakub'un Yusuf ile onun öz kardeşinin üzerine daha fazla düşmekte olduğunu anlıyoruz. Gerçekten onların Yusuf'un rüyasından haberleri olsaydı,konuşmalarında bundan da söz etmeleri, kıskançlıktan ötürü ona dil uzatmaları gerekirdi. Hz. Yakub'un, oğlu Hz. Yusuf'un rüyasını kardeşlerine anlatması durumunda meydana gelmesinden korktuğu şey, onların bambaşka bir noktadan hareket etmeleriyle gündeme gelecekti. Onlar, babalarının Yusuf'un üzerine titremesini çekememekteydiler. Yusuf'un kaderinde belirlenmiş olan, onu yeni bir yaşama hazırlayacak, ailesinden ayrı düşürecek, babasının yaşlanmasıyla tekrar onu ona kavuşturacak olan yeni koşulların ortaya çıkması için bu perdedeki olayların meydana gelmesi gerekiyordu. Özellikle babanın yaşlı olması durumunda en küçük çocuğun diğer çocuklardan daha çok sevgi görmesi aslında normaldi. Nitekim Yusuf, onun öz ve üvey kardeşlerine baktığımızda bu olguyla karşılaşıyoruz: Nitekim:

"Hani Yusuf'un üvey kardeşleri dediler ki; Bahamız Yusuf ile öz kardeşini bizden daha çok seviyor. Oysa biz sayıca çok ve güçlü bir grubuz."

Yani bizler, aslında tuttuklarını koparacak,ona daha yararlı olabilecek denli güçte bir grubuz!

"Kuşku yok ki, babamız açık biçimde hatalıdır."

Zira,iki küçük oğluna olan sevgisinden, tuttuğunu koparabilecek, ona daha yararlı olabilecek denli güçlü olan diğer oğullarını adeta görmez hale gelmiştir!

Ardından içlerindeki çekemezlik duygusu kabarıyor. Şeytan yüreklerine sızıveriyor. Böylece realiteyi görebilme yeteneklerini kaybetmiş hale geliyorlar. Yüreklerindeki kıskançlığın baskısı altında o an tüyler ürpertici eylemleri bile normalmiş gibi görüyorlar. Kendi kardeşleri durumundaki birinin canına, kendini savunmaktan aciz masum bir çocuğun canına kıymak gibi iğrenç bir eylem bile, onlara son derece basit görünebiliyor. Peygamber olmasalar da en azından peygamber çocukları olmalarına karşın yine de bu eylemi son derece sıradan bir iş biçiminde düşünebiliyorlar. Babalarının Hz. Yusuf'a olan sevgisi ise gözlerinde giderek büyüyor ve onları Yusuf'u öldürmeyi -Allah'a şirk koşmanın ardından yeryüzündeki en büyük günah durumundaki bir eylemi gerçekleştirmeyi- düşünmeye sevkediyor:

"Yusuf'u ya öldürünüz ya da ıssız bir yere bırakınız."

Aslında iki öneride bir anlamda aynı kapıya çıkmaktadır. Zira bir çocuğun ıssız ve yaşamdan eser bulunmayan bir yere bırakılıvermesi de, büyük bir ihtimalle onun ölümüyle sonuçlanacaktır... Gerekçesi nedir bu korkunç düşüncenin?

"O zaman babanızın rakipsiz sevgilileri olursunuz."

Ama onlar babalarının yüreklerindeki sevgiye talipseler, Yusuf buna engel değil ki... Babaları sanki Yusuf'u artık göremediğinde, yüreğinde ona karşı beslediği sevgi de uçup gidecek ve tüm yüreğini böylelikle diğer oğullarına açacaktır! Ancak ya işleyecekleri bu suç? Bu da önemli değildir! Tevbe ediverirler! Böylece bu suçtan ötürü kendilerine yazılan günahları siliverip, yeniden iyi birer insan oluverirler!

"Arkasından da tevbe eder, iyi kimseler olursunuz."

İşte şeytan insanları böyle kandırmaktadır. İnsanlar öfkelendiklerinde, iradelerinin ipini kaçırdıklarında, olayları değerlendirmedeki sağduyularını yitirdiklerinde şeytan, işte yüreklere böylesine kolayca sızabilmeyi başarmaktadır. İşte onların yüreklerindeki kıskançlık duygusunun giderek büyümesinin ardından şeytanın devreye girip onların iç dünyalarına sızarak, onlara akıl verdiğini görüyoruz; Onu öldürün! Bundan sonra tevbe ederek suçunuzu telafi edersiniz. Fakat tevbe bu değildir. Tevbe kişinin bilmeden, anlayamadan, farkına varamadan işlediği hatalar için pişmanlık duyup tüm yüreğiyle af dilemesidir. İslâmda sözkonusu türden "hazır tevbeler" yoktur! Suçu işlemezden önce hazırlanan "Sonra tevbe ediveririm!" kılıfı, asla tevbe olamaz! Bu sadece suçu örtbas etme çabası, şeytanın suçu işletebilmek için allayıp bezediği bir kendini aklama yöntemidir!

Hz. Yusuf konusunda bu öneriyi gündeme getiren kardeşler arasından sadece birinin vicdanının, bu sözü duyar duymaz tir tir titrediğini görüyoruz. Dolayısıyla da o, onları Yusuf'tan kurtaracak ve Yakub'u onlara bırakacak olan birbaşka çözüm öneriyor. Buna göre Yusuf ne öldürülmelidir ne de yok olmakla yüzyüze kalabileceği ıssız bir yere bırakılmalıdır. En iyisi Yusuf, kervanların uğrak yolu üzerindeki bir kuyuya bırakılmalıdır. Zira böyle yapılırsa büyük bir ihtimalle, kervancılar onu bulup kurtaracak, sonra da yanlarına alıp götüreceklerdir.

"Üvey kardeşlerden biri dedi ki; "Yusuf'u öldürmeyiniz; eğer mutlaka bir şey yapmak istiyorsanız, onu bir kuyunun dibine atınız da yoldan geçecek kervanlardan biri onu çıkarıp alsın."

"Eğer mutlaka bir şey yapmak istiyorsanız" ifadesinde, bir kuşku uyandırabilme ya da alıkoyabilme çabası gözlenmektedir. O, bu ifadesiyle adeta, Yusuf'a kötülük etmek noktasında kesin kararlı olan kardeşlerin yüreklerinde kuşkular uyandırıp onları vazgeçirebilmeye çalışmaktadır. Bu bir tür oyalayıp alıkoyma taktiğidir. Onun bu ifadesinden, Yusuf'a kötülük etme girişiminden rahatsız olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır... Ancak diğerlerinin gözü dönmüş kıskançlıklarını asgari zararla bertaraf edebilmek için, böyle değişik bir öneri getirmek dışında, bir çare de bulamıyordu. Üstelik onların bu konuda geri adım atmaya hiç de niyetli olmadıklarını anlamış bulunuyordu... Bir sonraki tablomuzda bu olguyu somut bir biçimde zaten göreceğiz.

İKNA ETME VE ALDATMA

İşte hepsi karşımızdalar. Sabahtan beridir babalarının çevresinde dört dönerek onu, Yusuf'u da kendileriyle birlikte gezmeye göndermesi için ikna etmeye çalışıyorlar. İşte sonunda aldatmayı başarıyorlar. İşte, babaları Yakub'un da, kardeşleri Yusuf'un da kuyusunu kazan çocuklar! Burada hemen gözlerimizi tablomuza çevirip, neler olup bittiğini onların kendi ağızlarından dinleyelim:

 

11- Bunun üzerine üvey kardeşler, babalarına dediler ki; "Ey babamız, niçin Yusuf konusunda bize güvenmiyorsun? Oysa biz onun sadece iyiliğini isteriz.

12- "Yarın onu bizimle birlikte kıra gönder; yesin-içsin, eğlensin, biz ona kesinlikle göz-kulak oluruz. "

13- Babaları dedi ki; "Onu götürmeniz beni üzer, ayrılığına dayanamam; ayrıca korkarım ki, siz farkında olmadan onu kurt kapar. "

14- Üvey kardeşler dediler ki; "Bu kadar çok kişi olmamıza rağmen eğer onu kurt kaparsa yandık demektir. "

Yüce Allah'ın Hz. İbrahim soyuna bağışladığı lütfun gelecekteki mirasçısı, küçük bir çocuk durumundaki kardeşleri Yusuf'u sözkonusu malûm amaçlarını gerçekleştirmek üzere, kendileriyle birlikte götürebilmek için babalarından izin koparma noktasında ne denli ısrar edip dil döktüklerini ayetlerdeki ifadelerden çok iyi anlıyoruz:

"Ey babamız!.."

Böyle diyerek önce, kendileri ile babaları arasındaki maddi ve manevi bağı hatırlatıyorlar. Ardından ekliyorlar:

"Niçin Yusuf konusunda bize güvenmiyorsun?"

İğneli, gizli bir kınama yüklü bir soru! Hz. Yakub'u, sorunun taşıdığı anlamını silmeye, yani isteklerinin tam tersine Hz. Yusuf'u kendilerine teslim etmeye çağıran bir soru! Oysa Hz. Yakub, Yusuf'un kendi yanında kalmasından yanaydı. Yusuf'unu sevdiğinden, onun başına bir şey gelmesinden çekindiğinden, onu kardeşleriyle de olsa, diğer oğullarının sürekli gittikleri çayırlara ve ıssız yerlere salmak istemiyordu. Zira diğer oğullarının hepsi büyüktü. Oysa Hz. Yusuf oralarda bir tehlike sözkonusu olursa, kendini koruyamayacak denli küçüktü. Yoksa Hz. Yakub'un Yusuf'u salmak istemesinin nedeni, diğer oğullarına güvenmemesi değildi. Ne var ki, oğulları bu tür bir soruyla kendisine, babaları olmasına karşın kardeşleri Hz. Yusuf'u onlara emniyet etmek istemediğini ima ediyorlardı. Onların bu kanaatleri doğru değilse, Hz. Yakub, Yusuf'u onlara teslim ederek bunu kanıtlamalıydı. Nitekim Hz. Yakub, onların kendisine bunca yüklenmeleri sonucunda, Hz. Yusuf'u kendi yanından hiç ayırmama düşüncesinden ister istemez ödün verecektir. Gerçekte ise onların bu sorusu, iğrenç bir tuzak girişiminden başka bir şey değildir:

"Niçin Yusuf konusunda bize güvenmiyorsun? Oysa biz onun sadece iyiliğini istiyoruz."

Hz. Yusuf'a karşı yüreğimiz, en ufak bir kötülüğe yer vermeyecek denli tertemizdir! Onların bu sözleri karşısında, hedef seçilmiş, Yusuf'un bile neredeyse, "Ne olur beni de götürün" diye yalvarası gelecek. İyi niyetin, içtenliğin ifadesi olan "iyiliğini istemek" sözcüğünü kullanmalarındaki amaçları ise, Hz. Yusuf'u ortadan kaldırmak olan asıl hedeflerini gizleyebilmektir:

"Yarın onu bizimle birlikte kıra gönder; yesin-içsin, eğlensin, biz ona kesinlikle göz-kulak oluruz."

Babalarını, isteklerini kabul edip Hz. Yusuf'u kendileriyle birlikte salmaya ikna için, kardeşlerinin de gezip oynamaya, biraz spor yapmaya ihtiyacı olduğunu belirterek, ricalarının normal olduğunu vurguluyorlar.

Onların, başlangıçtaki kınama yüklü sorularına karşılık olarak Hz. Yakub, -dolaylı yoldan- onlara güvenmemesi diye bir olgunun sözkonusu olmadığını belirtiyor. Onlara, Hz. Yusuf'u yanından ayırmak istememesinin gerçek nedeninin, ondan ayrı kalmaya dayanamaması ve de kurtların ona bir zarar vermesinden korkması olduğunu söylüyor:

"Babaları dedi ki; "Onu götürmeniz beni üzer, ayrılığına dayanamam; ayrıca korkarım ki, siz farkında olmadan onu kurt kapar."

"Onu götürmeniz beni üzer."

Onun ayrılığına dayanamam!.. Hz. Yakub'un -kendisine söylenildiği üzere gezip oynamak üzere de olsa, Hz. Yusuf'un kendisinden birkaç güncük bile olsa ayrı kalmasına dayanamayacağını; onu bu denli sevdiğini söylemesi, onların yüreklerindeki kıskançlık duygularını daha da körükleyecektir. Hz. Yakub, bu sözünün ardından eklemektedir:

"Siz farkında olmadan onu kurt kapar."

Babalarının bu sözünü duyar duymaz, aramakta oldukları kılıf için bir ipucu yakalıyorlardı... Belki de yüreklerindeki o şiddetli kıskançlığın etkisiyle hiçbir şeyi göremez olduklarından, niyetlendikleri suçu işlediklerinden sonra babalarına nasıl bir gerekçe uyduracaklarını bile bilemez durumdaydılar. Ancak babalarının bu sözüyle birlikte kafalarında bir şimşek çakıyordu!

Babalarının yüreğindeki bu kaygıyı silebilmek için, onu etkileyebilecek bir yöntemle sürdürüyorlardı konuşmalarını:

"Üvey kardeşleri dediler ki, "Bu kadar çok kişi olmamıza rağmen, eğer onu kurt kaparsa yandık demektir."

Biz bu denli güçlü bir grupken, onu kurtlara yem eder miyiz hiç? Böyle bir şeyin olabileceğini düşünmek, bizim kendimize bile bir hayrımız yok; biz her şeyden aciziz, hiçbir işe yaramayız demektir!

Tüm sevecenliğine ve Hz. Yusuf'una düşkünlüğüne karşın Hz. Yakub, oğullarının kendisini köşeye sıkıştırmaları ve bunca taahhütleri karşısında, onların ricasını kabul etmek zorunda kalmaktadır... Allah'ın kaderinin gerçekleşmesi, kıssanın diğer olaylarının yaşanabilmesi için de böyle olması zaten kaçınılmazdı!

VE HZ. YUSUF KUYUDA

Şu an Hz. Yusuf'u yanlarına alıp götürmüş bulunmaktalar. İşte, iğrenç komplolarını gerçekleştirmek üzereler. Allah, tam bu sırada, korku içerisindeki küçük Yusuf'a, bunun geçici bir sıkıntı olacağını, hayatına mal olmayacağını, daha sonra kardeşlerini bu tutumlarını tanımayacakları bir anda hatırlatma olanağına kavuşacağını vahyediyor:

 

15- Kardeşleri Yusuf'u kıra götürüp onu bir kuyunun dibine atmayı kararlaştırdıklarında, kendisine "İlerde, hiç beklemedikleri bir sırada, sana yaptıkları bu işi kardeşlerine hatırlatacaksın" diye vahyettik.

Hz. Yusuf'u kuyunun derinliklerine bırakma noktasında hepsi görüş birliğine varmış bulunuyordu. Böylelikle, ondan kurtulmuş olacaklardı. Bu ölümcül korkuyla burun buruna gelen Hz. Yusuf'un o sıkıntılı, o çetin anda ne bir kurtarıcısı vardı, ne de bir destekçisi... Güçlü olan on kişinin karşısında, küçük bir çocuk olarak tek başına ve yapayalnızdı... İşte, korku ve karamsarlık içinde kalmış Yusuf'un imdadına, tam bu sırada yüce Allah yetişiyor. Ona kurtulacağını, yaşayacağını ve bir gün kendisine karşı bu iğrençliği yapan kardeşleriyle yüzyüze geleceğini vahyediyor. Üstelik o an onlar, karşılarındaki kişinin bir zamanlar küçücük bir çocukken kuyunun derinliklerine bırakıp gittikleri Yusuf olduğunun farkına bile varamayacaklardır.

EVLÂT ACISIYLA YANAN BABANIN HUZURUNDA

Hz. Yusuf'u şimdilik kuyunun derinliklerindeki sıkıntısıyla başbaşa bırakalım. Kuşkusuz o orada o korkulu anları yaşarken, kurtulacağı ana dek, Allah'ın vahyini bir an bile aklından çıkarmayarak, gönlünü rahat tutacaktır. Biz şimdi Hz. Yusuf'u bırakalım, sözkonusu suçu işleyen kardeşlerinin, yüreği evlât acısıyla yanan babalarıyla karşılaştıklarında ne yaptıklarına bakalım:

16- Akşam olunca ağlayarak babalarına geldiler.

17- Dediler ki; "Ey babamız, Yusuf'u eşyalarımızın yanında bırakarak yarış yapmaya gitmiştik, o sırada onu kurt kapıverdi; her ne kadar söylediğimiz doğru ise de, bize inanmayacaksın. "

18- Yusuf'un yalandan kana bulanmış gömleğini getirdiler. Babaları Yakub dedi ki; "Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir işe sürükledi, bana düşen yaman bir sabırdır, anlattıklarınız karşısında Allah'ın yardımına sığınıyorum. "

Yüreklerindeki o korkunç kıskançlıklarından başka bir şey düşünemediklerinden, doğru düzgün bir yalan bile uyduramamışlardır. Oysa, daha işin başında bulundukları sırada, Hz. Yakub'un Yusuf'u yanlarında götürmelerine izin verdiği anda, içlerindeki o korkunç dürtüleri denetleyip gemlemeyi başarabilselerdi, tüm bunları yapmamış olabilirlerdi. Ancak, bir daha bu fırsatı ele geçiremeyiz korkusuyla, iki ayaklarını bir pabuca sokmayı yeğleyerek hemen bu işi bitirmekten başka bir şey düşünmemişlerdi. Onların ne denli acele ettikleri, kurt yalanından başka bir şey uyduramamalarından da anlaşılıyor. Hz. Yakub onlara, Hz. Yusuf'u kurtların yemesinden korktuğunu, bu konuda özellikle dikkatli olmalarını daha dün söylemişti! Onlar da böyle bir şeyin asla olamayacağını belirtmişlerdi! Böyle bir tasayı, akıldan bile geçirilemeyecek denli yersiz bulmuşlardı! Babaları kendilerine daha dün tembihlemiş olmasına karşın, hemen ertesi gün Yusuf'u kurtlara yem etmiş olmaları, hiç de akla yatkın bir kılıf değildi.

Yine aynı acelecilikle, Hz. Yusuf'un gömleğine -hiç de inandırıcı olmayacak biçimde- biraz kan sürmüşlerdi. Yalanları bile adeta, onların yalan söylediklerini bas bas bağırarak ele vermektedir...

Onların bu noktada ne yaptıklarını ayetlerdeki biçimiyle görelim:

"Akşam olunca ağlayarak babalarına geldiler."

"Dediler ki; "Ey bahamız, Yusuf'u eşyalarımızın yanına bırakarak yarış yapmaya gitmiştik, o sırada onu kurt kapıverdi."

Yalan söylediklerinin besbelli olduğunun kendileri de farkındadırlar. Sanki söyledikleri yalanın kendisi dile gelerek "ben uydurmayım" diyordu. Nitekim bu yüzden şöyle diyorlar:

"Her ne kadar söylediğimiz doğru ise de bize inanmayacaksın."

Söylediğimiz doğru da olsa, sana hiç de inandırıcı gelmeyecek. Bizden kuşkulandığından ötürü, söylediğimizi inandırıcı bulmuyorsun."

Hz. Yakub, gerek izlenimlerinden, gerekse yüreğinin kendisine fısıldadığı sözlerden Hz. Yusuf'u kurtların yemediğini anlamıştı. Resmen oğullarının bir düzmecesiyle karşı karşıyaydı. Oğulları düzmece bir öykü, olmadık bir hikâyeyle yaptıklarını örtbas etmeye çalışıyorlardı. Bu sebeple onların sözlerine karşılık, onlara nefislerinin kötü bir işi güzelmiş gibi gösterip, gözlerini göremez hale getirerek, böylesi bir işi kolayca yaptırabildiğini söylüyor. Ardından da onların başvurdukları aldatmaca ve yalanlar karşısında ancak yüce Allah'dan yardım umarak, telaşlanmaksızın, kaygılanmaksızın, yakınmaksızın en güzel bir biçimde sabretmek durumunda bulunduğunu belirtiyor:

"Yakub dedi ki; "Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir işe sürükledi, bana düşen yaman bir sabırdır, anlattıklarınız karşısında Allah'ın yardımına sığınıyorum."

İLK SIKINTIDAN KURTULUŞ

Şimdi hemen, kıssamızın ilk perdesindeki son tabloyu görmek üzere, kuyudaki Yusuf'a dönelim:

 

19- Bir kervan geldi, sucularını su almaya gönderdiler. Adam kovasını kuyuya sarkıtınca "Müjde, işte size bir oğlan çocuğu" dedi. Kervandakiler onu satmak üzere sakladılar. Oysa Allah ne yaptıklarını biliyordu.

20- Yusuf'u ucuz bir fiyatla, birkaç paraya sattılar. Çünkü onu bir an önce ellerinden çıkarmak istiyorlardı.

Kuyu, kervanların yolu üzerindeydi. Kervancılar bu tür kuyulara gelip su ararlardı. Yağan yağmur suları bu kuyularda birikip, bir müddet kalırdı. Bu kuyuda görüldüğü üzere, kimi kez bir damla suyun bulunmadığı da olurdu.

"Bir kervan geldi."

Kervan ya da kafile izcileri, gezgin tüccarları ve korumalarıyla uzun yolculuklar yapmasından ötürü, ayette "seyyâra" sözcüğüyle ifade ediliyor.

"Sucularını su almaya gönderdiler..."

Yani, onlara su bulma konusunda uzman olan, bölgeyi iyi tanıyan kimseleri gönderdiler.

"Adam, kovasını kuyuya sarkıtınca."

Sucu, su bulunup bulunmadığını anlamak ya da kovasını suyla doldurmak için kovayı kuyuya saldı. Okur için kıssanın sürprizlerini korumak için ayet, Yusuf'un kovaya tutunup kuyudan çıkışını anlatmaksızın, hemen sucunun sözüne geçiyor. Sucu:

"Müjde: `İşte size bir oğlan çocuğu' dedi."

Ayet yine, bu sürpriz karşısında onların aralarında neler konuştuklarını, Yusuf'un o anki durumunu, kurtuluş anındaki heyecanını anlatmaksızın, hemen onun, kervancıların elinde düştüğü duruma geçiyor:

"Kervandakiler onu satmak üzere sakladılar."

Onu kaçak bir mal olarak kabul edip, köle olarak satmayı kararlaştırdılar. Kimsenin farkına varmaması için onu sakladılar. Sonra da ucuz bir fiyata satıverdiler:

"Yusuf'u ucuz bir fiyatla, birkaç paraya sattılar."

O zamanlar fiyat düşük olduğunda paraları sayarak, yüksek olduğunda ise, tartı yoluyla alışveriş yapıyorlardı.

"Çünkü onu bir an önce ellerinden çıkarmak istiyorlardı."

Çünkü onlar, bir çocuğu köleleştirip satmak gibi bir suçlamayla yüzyüze gelmek istemedikleri için, onu bir an önce ellerinden çıkarmak istiyorlardı... Böylece, Hz. Yusuf'un yaşamındaki ilk sıkıntı son bulmuş oluyordu. Kıssamızın ikinci perdesinde bir köle olarak satılan Yusuf, Mısır'a varmış bulunmaktadır. Onu satın alan kişi, onun iyi bir karakter taşıdığının farkına varmış ve hanımına da ona iyi bakmasını öğütlemiştir. -Bu çocuğun iyi bir insan olacağı nurlu yüzünden, özellikle de erdemli karakterinden zaten besbelliydi.- İşte bu olay,rüyanın gerçekleşmesindeki olaylar örgüsünün ilk ilmeğini oluşturuyor.

Ancak Hz. Yusuf ergenlik çağına girdiğinde, kendini bir başka sıkıntı, bir başka sınav beklemektedir. O, ancak Allah'ın esirgemesiyle aşılabilecek olan bu sınavı, kendisine verilen hikmet ve bilgiyle göğüsleyecektir. Saray ortamında, bir başka deyimle "sosyete sınıfı" ortamında ve de bu ortamın içinde barındırdığı sapıklıklar ve günahlar arasında, yolunu şaşırıp kaybedebilme tehlikesiyle burun buruna gelme sınavıdır bu! Hz. Yusuf'un bu sıkıntıyla yüzyüze gelmesinin, sıkıntıyı olanca şiddetiyle yaşamasının ardından, bu sınavdan, ahlâkını ve dinini koruyarak tertemiz bir biçimde çıkabilmeyi başardığını göreceğiz...

 

ALLAH'IN VAADİ KESİNDİR

21- Onu satın alan Mısırlı, karısına "Bu çocuğa iyi bak, ilerde işimize yarayabilir, belki de onu evlâd ediniriz " dedi. Böylece Yusuf'a güvenli bir barınak sağladık, ona olayların (ya da rüyaların) yorumuna ilişkin bazı bilgiler öğrettik. Allah, meramını kesinlikle yürütür. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

Hz. Yusuf'u kimin satın aldığı, bu aşamada bize açıklanmıyor. Kıssanın daha sonraki bir aşamasında, onu satın alanın, (Mısır'ın en büyük baş vezirlerinden olduğu söylenen) Aziz olduğunu öğreneceğiz. Ancak daha şimdiden kesinkes bildiğimiz bir şey var ki, Yusuf güvenceli bir yere gelmiş, o ilk sıkıntısı esenlikle noktalanmış, daha güzel bir yaşama doğru ilk adımını atmış bulunmaktadır. Nitekim, onu satın alan kişinin, hanımına söylediği söze kulak veriyoruz:

"Bu çocuğa iyi bak."

Ayetteki özgün sözcükleriyle: "Ekrimî mesvâhu!"... Arap dilinde "mesvâ", uzun süre kalınan, konut edinilen, oturulan yer demektir. Burada "ikram-u misvâh (onun kaldığı yere güzel bakmak)"tan amaç, Yusuf'a iyi bakılmasıdır. Ancak, ayetteki özgün biçimiyle bu sözün anlamı çok daha güçlüdür. Zira, "mesvâhu" denilerek, "güzel bakmak" eyleminin tümlecine, Yusuf'un bizzat şahsının yanısıra, ikametgâhı da eklenmiş olmaktadır. Daha kısa bir ifadeyle, hem Hz. Yusuf'a, hem de onun ikâmetgâhına güzel bakılması istenmektedir.. Dolaysıyla Yusuf, -kuyuda kaldığı yer ve yaşadığı korkuların, sıkıntıların tam tersine- ayı ilgi gördüğü, kendisine her yönden çok güzel bakıldığı yeni bir ortama kavuşmuştur.

Bu gencin iyi bir insan olacağının farkına varan, ona ilişkin kimi umutlar besleyen adam, bu düşüncelerini hanımına da açıyor:

"İlerde işimize yarayabilir, belki de onu evlât ediniriz."

Kimi belgelerde söz edildiği gibi, belki onların çocukları da gerçekten olmamıştı. Nitekim adamın, önsezisinin doğru çıkması; onun soyluluğunu, görüldüğü gibi gerçekten iyi bir karaktere sahip olduğunu anlaması durumunda, onu evlât edinmeyi düşündüğünü görüyoruz.

Ayette bu aşamada durularak, sözkonusu olgunun Allah'ın işi olduğu; bu ve benzeri olguları vesile kılarak Allah'ın Hz. Yusuf'u Mısır'a yerleştirdiği belirtiliyor. İşte, Yusuf'u sözkonusu adamın gönlüne ve evine yerleştiren Allah'ın müjdeleri bir bir gerçekleşmeye başlayacaktır. Daha sonra Yusuf'un, Allah tarafından kendisine rüyaları yorumlayabilme yeteneğiyle onurlandırıldığına değiniliyor. -Bu olgunun çift boyutlu bir anlam taşıdığından, giriş bölümünde söz etmiştik.- Bu aşamaya ilişkin ilk planda Hz. Yusuf un Mısır'a yerleşmesinde Allah'ın baskın ve hiçbir engel tanımaz gücünün gözlendiğinden; Allah'ın işinde hakim olduğundan; hüsrana uğramaması, yılmaması, sapmaması için Yusuf'un Allah tarafından korunduğundan söz ediliyor:

"Böylece Yusuf'a güvenli bir barınak sağladık, ona olayların (ya da rüyaların) yorumuna ilişkin bazı bilgiler öğrettik. Allah meramını kesinlikle yürütür."

Nitekim Hz. Yusuf'un durumunu düşünüyoruz: Onun hakkında, kardeşlerinin bir isteği vardı! Ama öte yanda Allah'ın da bir iradesi vardı! Ama sonuçta, işinde hakim olmasından ötürüdür ki Allah'ın iradesi gerçekleşmiştir. oysa, işinde hakim olmak Yusuf'un kardeşleri için sözkonusu değildir. Onlar kendi elleriyle, iki ayaklarını bir pabuca soktular ve sonuçta olaylar onların arzularının tam tersi bir biçimde gelişecektir:

"Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."

İnsanların çoğu Allah'ın belirlediği kurallardaki sürekliliğin, sonuçta salt onun iradesinin gerçekleşeceğinin farkında değildir.

Ayet daha sonra Allah'ın Hz. Yusuf için neler murat ettiğini aktarmaya geçiyor:

"Ona olayların (ya da rüyaların) yorumuna ilişkin bazı bilgiler öğrettik." Yusuf, ergenlik çağına erdiğinde, Allah'ın yeni bir nimeti daha:

22- Yusuf ergenlik çağına erince kendisine hikmet ve bilgi bağışladık. Biz iyi davranışlıları işte böyle ödüllendiririz.

Hz. Yusuf'a, her meselede sağlıklı bir hüküm verebilme, olayların nasıl noktalanacağını kestirip bilebilme, rüyaları yorumlayabilme yeteneği ya da daha kapsamlı bir deyimle yaşamı ve yaşam süresince karşılaşılabilecek olayları gerçek yüzüyle kavrayabilme yeteneği verilmişti. Bu noktada ayetin ifadesi, pek çok olguyu kapsayabilecek denli geniştir. Bunlar, iyi davranan bir kimse olmasının, inancıyla ve ahlâkıyla iyi bir kimse olmasının ödülüydü:

"Biz iyi davranışlıları işte böyle ödüllendiririz." ÇİRKİN DAVET VE ALLAH'IN YARDIMI

Bu sırada Hz. Yusuf'un, yaşamındaki ikinci sıkıntıyla, ikinci sınavla karşılaşmasına tanık oluyoruz. Birincisinden çok daha çetin, çok daha yaman bir sınavdır bu! Bu sıkıntıyı göğüsleyebilmesi için, Allah'ın -kendisini esirgeyerek sağlıklı yargılara varabilme yeteneği ve bilgiyle donattığı Hz. Yusuf'un, bu sınavı da -Kur'an'ın kaydettiği üzere- en iyi biçimde geçerek, kendisini kurtarabildiğini göreceğiz.

Şimdi, bu şiddetli, bu çetin, bu yaman tabloyu özgün biçimiyle görmek üzere, Kur'an'a bakalım:

 

23- Kaldığı evin hanımı onu yatağına çağırdı, kapıları kilitledikten sonra ona "Haydi, gelsene!" dedi. Fakat Yusuf `Allah korusun! Rabbim bana güvenli bir barınak sağladı; hiç kuşkusuz zalimler iflah olmazlar, kurtuluşa eremezler" dedi. '

24- Kadının canı Yusuf'u istedi, Yusuf da ona karşı ilgi duydu. Eğer Rabbinin caydırıcı direktifi, gözlerinin önünde somutlaşmasaydı, kendini tutamazdı. Böylece biz Yusuf u kötülükten ve fuhuştan uzak tuttuk. O, hiç kuşkusuz, bize içten bağlı, seçkin bir kulumuzdu.

25- Her ikisi de -Yusuf önde, kadın peşinde olmak üzere- kapıya koştular. Kadın, Yusuf'un gömleğini arkasından yırttı; kapıda kadının kocası ile karşılaştılar. O sırada kadın, kocasına "Eşine kötülük etmek isteyenin cezası herhalde hâpsedilmekten ya da ağır işkenceye çarpılmaktan başka bir şey olamaz" dedi.

26- Yusuf "Beni yatağına çağıran odur" dedi. Kadının akrabalarından biri olaya ilişkin şöyle bir çözüm önerdi, "Eğer Yusuf'un gömleği ön tarafından yırtılmış ise, kadın doğru söylüyor, Yusuf ise bir yalancıdır. "

27- "Yok, eğer Yusuf'un gömleği arka tarafından yırtılmış ise, kadın yalan söylüyor ve Yusuf'un dediği doğrudur. "

28- Adam, gömleğin arka tarafından yırtılmış olduğunu görünce karısına "Bu iş, siz kadınlara özgü bir komplodur, sizin komplolarınız yamandır" dedi.

29- Adam, Yusuf'a "Sen ona bakma, kapat bu olayı" dedikten sonra karısına dönerek "Sen de günahından ötürü af dile, çünkü sen bir günahkârsın" dedi.

Ayetlerde Hz. Yusuf'un ve kadının bu olay sırasında kaç yaşında olduklarından söz edilmiyor. Ama bu noktada biz yine de bir tahmin yürütmeye çalışalım...

Hz. Yusuf, kafile tarafından bulunup Mısır'da köle olarak satıldığı sırada henüz çocuktu. Bir başka deyişle en fazla ondört yaşında olmalıydı. Bunu nereden çıkarıyoruz? Zira bu olaydan söz edilen ayette Hz. Yusuf için "gulâm" (çocuk)" sözcüğü kullanılıyor. Arap dilinde "gulâm" sözcüğü, ondört yaşını geçmemiş kimseler için kullanılır. Ondört yaşını geçmiş kimseler için ise, "şâb (delikanlı)" ya da "racul (adam)" sözcükleri kullanılır. Kaldı ki Yakub'un "Siz farkında olmadan onu kurt kapar" demesinden de Hz. Yusuf'un o sırada ondört yaşını aşmamış olduğunu çıkarabilmek mümkündür... Aynı sırada sözkonusu kadın ise, çoktan evlenmiş durumdaydı. Kocasının Yusuf için hanımına "Belki de onu evlât ediniriz" demesine bakılırsa, bir türlü çocukları da olmamıştı... Zira evlâtlık arama eğilimi genelde, çocukları olmamış ve de çocuk yapabilme umutları tamamen ya da kısmen sönmüş kimselerde ortaya çıkar. Dolayısıyla evliliklerinin üzerinden en azından, çocuklarının olmayacağını anlayabilecekleri denli bir zaman dilimi geçmiş olmalıdır. Bunun da ötesinde, Mısır'ın başveziri konumundaki birinin en azından kırk yaşında olabileceğini düşünsek, onun hanımı durumundaki sözkonusu kadın da otuz yaşları dolaylarında olmalıdır.

Buradan hareketle, olayın yaşandığı sırada -en azından yaklaşık olarak- kadın kırkındaysa, Hz. Yusuf'un da yirmibeşinde olabileceğini tahmin edebiliriz. Bizim tahminimiz bu doğrultudadır. Zira kadının, gerek olay sırasındaki, gerekse daha sonraki tutumlarından, yeterince deneyimli, atak, komplolarında son derece usta, kölesini delicesine seven biri olduğunu görüyoruz... Sonradan sarayına çağırdığı kadınların, "Başvezirin karısı kölesini yatağına çağırmış" biçimindeki sözleri de bunu doğrulamaktadır... Bu cümle de "köle", Arapça'daki "abd" sözcüğüyle değil, (aynı zamanda delikanlı anlamına da gelen) "fetâ" sözcüğüyle ifade ediliyor. Kadınların cümlelerinde Hz. Yusuf için bu sözcüğü (yani "fetâ"yı) kullanmalarından, aynı zamanda onun yaşını da ima ettikleri son derece nettir. Bu bizim değil, Yusuf'u kendi gözleriyle görmüş olanların yaptığı bir tesbittir.

Bu meselenin üzerinde böylesine durmaktaki amacımız, bu gerçeği gözler önüne serebilmektir. Hz. Yusuf'un bu sıkıntıyla, bu sınavla yüzyüze bulunması, sadece ayetin bize aktardığı kadının onu kendisine çağırdığı sözkonusu andan ibaret değildir! Bunun dışında, Yusuf'un tüm delikanlılık yıllarını saray ortamında ve de bu kadınla aynı sarayda geçirdiğini unutmamak gerek. Bu uzun zaman dilimi kadının yaşamında, -yaklaşık olarak otuzundan kırkına varana dek- hemen hemen on yıla tekabül ediyordu. Başvezir, hanımını Hz. Yusuf'la birlikte bulmasının ardından söylediği söz, bu saray havasının ve ortamının, ne tür özellikler taşıdığını çok iyi ortaya koyuyor:

"Adam Yusuf'a "Sen ona bakma, kapat bu olayı."

Sonra, eşine dönüp ekleyecektir:

"Sen de günahından ötürü af dile, çünkü sen bir günahkârsın."

Bu kadarı yeter!..

Bunu duyan diğer kadınların diline düşen başvezirin eşi, onlara yanıt olarak, Hz. Yusuf'u göstereceği bir parti düzenleyecektir. Yusuf'un huzura çıkmasıyla, büyülenecekler, onu görenin baştan çıkmamasının imkânsız olduğunu söyleyeceklerdir. Tam o sırada başvezirin eşinin, herkesin önünde şöyle dediğini göreceğiz:

"Kadın dedi ki; "İşte siz beni bu delikanlı yüzünden kınadınız. Ben onu yatağıma çağırdım, fakat aşırı bir namusluluk tepkisi ile isteğimi reddetti. Ama kendisine emrettiğim işi yapmaz ise, kesinlikle hapse atılarak burnu yere sürtülecektir." (Yusuf Suresi 32)

Bu tür sahnelere artık bağışıklık kazanmış, çok özel bir çevreyle karşı karşıyayız. Sürekli lüksün içinde yüzen bir çevredir bu. Ve Yusuf, -yoldan çıkma noktasında en tehlikeli dönem olan- ergenlik çağını, delikanlılığının en ateşli yıllarını sözkonusu çevrenin içinde geçirmişti... Ama bu uzun sınav döneminde Hz. Yusuf direnmesini, olumsuzluklardan, tahriklerden, taşkınlıklardan kendisini koruyabilmesini bilmişti. Sözkonusu fitnenin boyutlarını, sınavın çetinliğini, bu uzun direnişin görkemliliğini kavrayabilmek için, bu uzun dönemi aynı çatı altında geçiren Yusuf ve kadının yaşlarını gözönüne almamız bile yeterlidir. Ancak ayetin bizlere aktardığı üzere kadının yapayalnızken ve uzun dolambaçlı yollara başvurmaksızın sürpriz bir biçimde doğrudan davetiye çıkardığı sırada, Yusuf'un direnebilmesi çok daha güçtü. Çünkü burada Hz. Yusuf en ufak bir girişimde bulunmamasına karşın, karşısındaki kadın onu bizzat istiyordu. Karşısındaki kadının onun için deli olduğu apaçık meydandaydı. Her şeye hazır bir kadın vardı karşısında.

Nitekim ayete baktığımızda da bunu görüyoruz:

"Kaldığı evin hanımı onu yatağına çağırdı, kapıları kilitledikten sonra ona "Haydi, gelsene!" dedi."

Dolayısıyla bu kez, kadının onu kendisine çağırdığı apaçık ortadaydı. Kadının ona resmen davetiye çıkardığı, tüm çıplaklığıyla ortadaydı... Kadın son anda kapıyı bile kilitlemiş durumdadır. Kadın, gözle görülür biçimde o bedensel dürtüsünün dayanılmazlık noktasına gelmiş bulunmakta ve de bu bedensel arzusunu açıkça dile getirmektedir:

"Haydi gelsene!"

Tüm çıplaklığıyla, tüm netliğiyle ortada olan bu çağrı, kadının Yusuf'a çıkarmış olduğu ilk davetiye değildir. Tam tersine bu, kadının Yusuf'a çıkardığı son davetiyedir. Anlaşılan o ki, kadın ona böylesine net bir davetiye çıkarmaktan başka bir çare bulamamıştı. Gücüyle, gençliğiyle dört dörtlük bir insan olan bu delikanlı, dişiliği giderek oturan ve olgunlaşan sözkonusu kadınla aynı çatı altında yaşamaktaydı. Dolayısıyla kadın, son çare olarak onu açık bir biçimde kendisine çağırmazdan önce de, dolaylı yollardan ona davetiye çıkarmış olmalıydı. Ama biz Hz. Yusuf'un bu apaçık davetiye karşısında bile direnebildiğini görüyoruz:

"Fakat Yusuf "Allah korusun! Rabbim bana güvenli bir barınak sağladı; hiç kuşkusuz zalimler iflah olmazlar, kurtuluşa eremezler" dedi."

"Allah korusun!"

Böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım.

"Rabbim bana güvenli bir barınak sağladı." Yüce Allah ki, beni kuyudan kurtardı ve bu rahat, güvenli eve yerleşmemi sağladı."

"Hiç kuşkusuz zalimler iflah olmazlar, kurtuluşa eremezler."

Senin beni çağırmakta olduğun türden bir suç işleyerek, Allah'ın belirlediği sınırların ötesine geçenler, başarıya ulaşamazlar.

Kadının kendisine apaçık davetiye çıkarması karşısında Yusuf'un hemen Allah'ın kendisine verdiği nimetleri hatırlayarak, O'nun koyduğu sınırları, ayrıca bu sınırları hiçe sayanların akıbetini hatırlayarak, bu çağrıya yanaşmadığı ayette çok net bir biçimde ifade edilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, kadının kapıyı kilitlemesinin ardından ona apaçık davetiye çıkarması, bunu sözlü olarak da net bir biçimde dile getirmesi karşısında Yusuf'un, ayette bize anlatılanın dışında bir tavır sergilediğini düşünebilmek olanaksızdır. Hikâyeyi bizlere en güzel biçimde aktaran Kur'an'da o çetin ana ilişkin şu ifadeler yeralıyor:

"(Kadın Yusuf'a): "Haydi, gelsene' dedi."

"Kadının canı Yusuf'u istedi, Yusuf da ona karşı ilgi duydu. Eğer Rabbinin caydırıcı direktifi, gözlerinin önünde somutlaşmasaydı, kendini tutamazdı."

Gerek klasik, gerekse daha sonraki dönemde tüm tefsircilerin, bu son ayete ilişkin kendi görüşlerine yer vermiş bulunmaktadırlar. Tefsirlerine yahudi uydurmaları (isrâiliyâtı) da karıştırmış olanların bu noktada, bir yığın efsane aktardıkları gözlenmektedir. Bunların tasvirlerine göre; Yusuf, dürtülerine kapılarak kendisini tutamayıp harekete geçmek istemiştir! Ne var ki, Allah gösterdiği birçok delille onu engellediğinden harekete geçememiştir! Odanın tavanında, parmağını ağzına götürmüş ısırır biçimde babası Yakub arz-ı endâm eylemiştir! Böylesi bir eylemin yasaklandığını bildiren Kur'an ayetlerinin "Evet... evet yanlış okumadınız Kur'an ayetlerinin" yazılı olduğu levhalar gözünün önüne getirilmiştir. Tüm bunlara karşın Hz. Yusuf, halâ kendisini toparlayamamaktadır! Sonuçta Allah, Cebrail'i göndererek, ona "Kulumun imdadına yetiş" demek durumunda kalmıştır! Cebrail de gelip, onun göğsüne göğsüne vurmaya başlamıştır!.. Kimi aktarımcıların kullandıkları bu türden efsaneleri daha da uzatmak mümkün. Ancak tüm bunların bir yamalamadan, bir uydurmacadan öteye geçmediği son derece nettir.

Tefsircilerin ezici çoğunluğu ise, kadının onu istediğini ve bu arzusunu fiilen de sergilediğini, Hz. Yusuf'un da içinden kadına bir istek duyduğunu, ancak Rabbinin işaretini görür görmez bundan vazgeçtiğini belirtmiştir.

Rahmetli Reşid Rıza, "el-Menâr" adlı tefsirinde, tefsircilerin ezici çoğunluğunca ileri sürülen sözkonusu görüşe karşı çıkmaktadır. Ona göre, âmir konumunda biri olarak sözkonusu kadın, Yusuf'un direnmesi, kendisini önemsememesi üzerine, onu dövmek istemiştir. Hz. Yusuf da kadının bu eylemine karşı koymak istemiştir. Ancak Hz. Yusuf geri dönüp kaçmayı yeğleyince, kadın da harekete geçip onu yakalamış ve böylece Hz. Yusuf'un gömleği arkadan yırtılmıştır...

Ancak ayetin metnine baktığımızda, "isteme (el-hemm)" sözcüğünü "dövmek isteme" biçiminde yorumlayabilmek için en küçük bir dayanak bile bulunmadığını görüyoruz. Dolayısıyla bu, Hz. Yusuf'u fiili bazda istek duyma ya da eğilim gösterme bazında istek duyma konumuna asla sokmamaya yönelik salt bir görüşten öteye geçememektedir. Kaldı ki bu tür bir yorumda, ayetin gerçek anlamından uzaklaşma sonucu doğuran bir zorlamadır.

Burada, ayetleri tekrar gözden geçirirken; gerek kendisine hikmet ve bilgi verilmesinden önce ve gerekse daha sonra Yusuf'un, sarayın çatısı altında bu deneyimli kadınla birlikte geçirdiği uzun bir zaman süreci içinde yaşamış bulunduğu tüm koşulları gözden geçirirken, bende ise bu noktada daha farklı bir düşünce uyanıyor.

Bu düşüncenin temeli ise, Allah'ın şu sözü:

"Kadının canı Yusuf'u istedi, Yusuf da ona karşı ilgi duydu. Eğer Rabbinin caydırıcı direktifi, gözlerinin önünde somutlaşmasaydı kendini tutamazdı."

Hz. Yusuf un hemen karşı çıkıp ilkelerine sarılmasının ardından gelen bu ayet, onun bu bağlamdaki tahrik karşısındaki nice zamandır süren tavrının nasıl bir noktaya ulaştığının ifadesidir... Direnme ve zaaf, ama sonuçta Allah'ın buyruklarına sarılıp kurtuluşa erebilme konusunda, insanın öz doğasının nitelik ve niceliğine ilişkin gerçekçi ve reel bir ifadedir bu... Ancak Kur'anî ifade, insandaki sözkonusu türken karmaşık, çatışmalı ve baskın ayrıntılara girerek uzun uzadıya anlatmıyor. Zira Kur'ana Kerim, olayın yaşandığı sözkonusu anı, kıssa çerçevesinde, aynı zamanda mükemmel bir yaşam çerçevesinde, hakettiği normal payı aşacak denli upuzun bir sahneye dönüştürmek istememektedir. Bu sebeple de, gerçekçiliğin, dürüstlüğün ve atmosferdeki temizliğin hakkını verebilmek için, gerek başlangıçtaki, gerekse sonuçtaki tedbirliliği aktarmasının yanısıra, bu iki süreç arasındaki zaaf anına değinmekle yetiniyor.

Ayetleri ve o mevcut koşulları gözönüne aldığımızda, bizde uyanan düşünce işte budur. Gerek insanın doğası, gerekse peygamberlerin masumiyeti açısından, en makul olanı da budur. Hz. Yusuf da neticede bir insandı. Allah'ın seçkin kıldığı biriydi ama, neticede insandı. Onun duyduğu istek, psikolojik bazdaki eğilimden öteye geçmemiştir. Vicdanından ve zaaf anının hemen ardından, vicdanından ve yüreğinden yükselen Rabbinin işaretini görür görmez de doğruya yapışarak zaafını yenebilmeyi başarmıştır. (Zemahşerî, "Keşşâf" tefsirinde şöyle diyor: "Allah'ın peygamberi konumundaki birinin, bir günahı isteyebilmesi ve buna eğilim gösterebilmesi nasıl mümkün olabilir?' biçiminde bir soru yöneltilecek olursa, yanıtım şudur: Ayette anlatılmak istenen, gençlik döneminde cinsel gücün ve arzunun yüksekliği sonucu Hz. Yusuf un da, kadının kendisini arzulayıp istemesini andırır biçimde, sözkonusu kadına k arşı içinden bir arzu ve istek olmasıdır. İnsanın neredeyse tüm sağduyusunu ve direncini yitirmesine sebep olabilecek böylesi bir durumda, bu da son derece doğaldır. Nitekim Hz. Yusuf, Allah'ın ergenlik ve sorumluluk çağına girenleri yasaklardan kaçınmakla yükümlü kıldığını düşünerek, içinde uyanan bu isteği bastırarak kontrol altına almıştır. Üstelik, şiddetinden ötürü ayette "istek" olarak adlandırılan bu dayanılmaz eğilim Hz. Yusuf un içinde hiç uyanmasaydı, onun Allah katında, çekinme noktasında övülen bir insan olabilme nedeni de ortadan kalkardı. Zira direncin ve sabrın büyüklüğü, belanın ve sınavın büyüklüğü ve şiddetiyle doğru orantılıdır"... Burada, "Hz. Yusuf, Allah'ın ergenlik ve sorumluluk çağın: girenleri yasaklardan kaçınmakla yükümlü kıldığını düşünerek, içinde uyanan bu isteği bastırarak kon rol altına almıştır..." biçimindeki cümlede yatan mutezile mezhebine yatkın ilmi görmezlikten gelirsek, Zemahşerï'nin bu analizi temelde son derece isabetlidir. Bu cümlede, işaretin, yani burhânın rasyonelliğini iddia eden Mutezile ekolünün izi görülmektedir. oysa işaret ya da burhân Allah'ın kulları için şeriatında belirlediği ilkelerden başka bir şey değildir... Burada, bu mezhebi ve tarihsel görüş ayrılığı konumuz dışındadır. Ancak, bu türden bir düşünme tarzının temelde, İslâm anlayışına yabancı olduğunu da belirtelim!)

"Böylece biz Yusuf'u kötülükten ve fuhuştan uzak tuttuk. O, hiç kuşkusuz, bize içten bağlı, seçkin bir kulumuzdu."

"Her ikisi de -Yusuf önde, kadın peşinde olmak üzere- kapıya koştular."

Sağduyusunu toplayan Hz. Yusuf, kaçıp kurtulmayı yeğlemişti. Halâ o hayvani dürtüsünün depreşimlerini yaşayan kadın ise, onu yakalayabilmek için yerinden fırlamış bulunuyordu.

"Kadın Yusuf'un gömleğini arkasından yırttı."

Hz. Yusuf'u kapıdan geriye içeriye çekebilmek için tutup asıldığında, onun gömleğini yırtmıştı. Ve tam bu sırada bir sürpriz:

"Kapıda kadının kocası ile karşılaştılar."

Burada, kadının deneyimliliği tüm çıplaklığıyla karşımızda. Bu dehşetengiz sahnenin beraberinde getirdiği soruya, anında bir cevap bularak, Hz. Yusuf'u suçlamaya geçtiğini görüyoruz:

"Kadın, kocasına: `Eşine kötülük etmek isteyenin cezası ne olmalıdır?' dedi."

Ama kadın Yusuf'a aşık ve onun adına korkmaktadır. Bu nedenle de güvenceli bir ceza verilmesini istemektedir.

"Cezası, hapsedilmekten ya da ağır işkenceye çarpılmaktan başka bir şey olamaz."

Bu haksız suçlama karşısında Yusuf, gerçeği açıkça söylüyor: "Yusuf "Beni yatağına çağıran odur" dedi."

Bu noktada ayette bize, sözkonusu meselede kadının ailesinden birinin tanıklık ettiği belirtiliyor:

"-Kadının akrabalarından biri olaya ilişkin şöyle bir çözüm önerdi. "

"Eğer Yusuf'un gömleği ön tarafından yırtılmış ise kadın doğru söylüyor, Yusuf ise bir yalancıdır:"

"Yok, eğer Yusuf'un gömleği arka tarafından yırtılmış ise, kadın yalan söylüyor ve Yusuf'un dediği doğrudur."

Ancak sözkonusu kişi bu şahitliği nerede ve ne zaman yapmıştır? Kadının kocasıyla (Mısırlılar'ın deyimiyle, "beyiyle") birlikteydi de olaya bizzat tanık mı olmuştu? Yoksa, kadının kocası onu çağırıp, meseleyi ona mı açmıştı? Nitekim, özellikle kanları soğuk ama değerleri cıvık olan bu sınıf arasında, bu tür durumlarda kadının aile büyüklerinden birisinin çağrılarak, onun ne düşündüğünün öğrenilmesi bir tür gelenekti...

Bunların her ikisi de mümkündür. Her halukârda, mesele değişmiyor. Ayette bu kişinin sözü "şahitlik" olarak nitelenmiştir. Gerek kadının, gerekse Hz. Yusuf'un iddiası karşısında, taraflar arasındaki çekişme ve izlenecek tutum noktasında kendi görüşüne başvurulmuş olması nedeniyle sözkonusu kişinin yargısı, "şahitlik" olarak adlandırılmıştır. Zira bu kişinin yargısı, anlaşmazlığı tahkik edip gerçeğin ortaya çıkarılmasına yardımcı olacaktır... Evet Yusuf'un gömleği önden yırtılmışsa, bu onun kadına saldırdığının ve kadının da kendisini ondan korumaya çalışırken gömleği yırttığının göstergesidir. Dolayısıyla kadın doğru, Yusuf ise yalan söylüyor demektir. Yok eğer gömlek arkadan yırtılmışsa, bu Yusuf un onun elinden kurtulup kaçmaya çalıştığının, kadının da kapıya dek onun ardını bırakmadığının göstergesidir. Dolayısıyla kadın yalan, Yusuf ise doğru söylüyor demektir. Kadının efendi, Yusuf'un ise bir köle olmasından ötürü ilk varsayım, birincisinin doğru, ikincisinin yalan söyleyebileceği üzerine kurulmuştur. İlk önce bu varsayımın söylenmesi de dolayısıyla bir nezaket gereğidir! Ancak sonuçta bu, varsayımın gerçeğin ortaya konabilmesi için bir ipucu olmasına gölge düşürmüyor.

"Adam, gömleğin arka tarafından yırtılmış olduğunu görünce."

Olayın mantığı üzerine oturtulan sözkonusu şahitlik doğrultusunda, Yusuf'u kendisine çağıranın kadın olduğunu, ve yine kadının Yusuf'a iftira attığını açıkça anlamıştı. Burada binlerce yıl öncesindeki cahiliyenin sosyete sınıfına ilişkin bir kesit çıkıyor karşımıza. Bu kesit, bugün bile adeta somut bir biçimde karşımızdadır. Bu kesitte, cinsel skandallar karşısında rahatlığı, bunları toplumdan gizleyebilmek için örtbas etme eğilimini gözlüyoruz. Zira onlar için en önemli Şey, bu skandalların duyulmamasıdır.

Adam, gömleğin arka tarafından yırtılmış olduğunu görünce karısına "Bu iş, siz kadınlara özgü bir komplodur, sizin komplolarınız yamandır" dedi. Adam, Yusuf'a "Sen ona bakma, kapat bu olayı" dedikten sonra karısına

dönerek, "Sen de günahından ötürü af dile, çünkü sen bir günahkârsın" dedi."

İşte böyle... Doğrusu bu, o kadınların bir hilesidir. O kadınların fendi büyüktür... Bu tavır, kam damarları zorlayacak denli hiddetle doldurabilecek denli böylesi vahim bir olay karşısında ustaca bir vurdumduymazlıktır. Suçu tüm kadınlara genelleyerek, -kadının bu tavrını neredeyse överek- işi bir tür şakaya bağlamaktır.

"Sizin komplolarınız yamandır!" cümlesinde sözkonusu kadına yönelik olumsuz bir dokundurma yapılmamaktadır. Tam tersine, sözkonusu kadının davranışıyla, dişiliğiyle büyük fentler açabilecek denli dört dörtlük, mükemmel bir dişiliğe sahip olduğu ima edilmektedir.

Adam, daha sonra masum olan Hz. Yusuf'a dönüp eklemektedir.

"Sen ona bakma, kapat bu olayı."

Yani bu meseleyi kapat! Kendi kendine önemseyip hatırlamaktan vazgeç! Kimseye de açma! .. Önemli olan da budur zaten! Görüntüyü kurtarmak yeterlidir!

Ardından,

Yusuf'un olmak isteyen, onu yakalayıp suçuna ortak etmek isterken gömleğini yırtan kadına dönerek öğüt veriyor:

"Sen de günahından ötürü af dile, çünkü sen bir günahkârsın."

İşte, tüm cahiliye toplumlarında rastlanan, hizmetçiler ve köleler karşısında aristokrat sınıfın konumunun, en yakından erilmiş bir görüntüsüdür bu. Perdenin kapanmasıyla birlikte tüm sahnenin ve olayların gözden kaybolduğunu görüyoruz... Ayetlerde o anın, tüm görüntüleri, tüm tepkileri bize aktarılmış bulunuyor. Ancak o anın, pornografik hayvani fantazilerden bir bölüme ya da iğrenç cinsel bataklıktan bir gölete dönüştürülmesi yoluna asla gidilmiyor!

SKANDAL YAYILIYOR

Adam, hanımıyla kölesi arasına girmiyor. Mesele, zamanın akışına bırakılıyor. Saraylarda bu tür meseleler, hep zamanın akışına bırakılmaz mı zaten! Ama sarayda da olsa yerin kulağı vardır. Aynı çatı altında hizmetçiler ve uşaklar var. Dolayısıyla saraylarda, olup bitenleri örtbas edebilmek mümkün değildir. Özellikle de kadınların çevrelerinde olup bitenlerin dedikodusunu yapmaktan başka bir şey istemedikleri aristokrat ortamlarda, bu iş daha da güçtür. Bu sebeple sözkonusu türden skandalların, sohbetlerde, partilerde ve ziyaretlerde, kulaktan kulağa yayılıp herkesin diline düşmesi kaçınılmazdır:

 

30- Şehirdeki birtakım kadınlar "Başbakanın karısı, kölesini yatağına çağırmış; delikanlının aşkı iliklerine işlemiş; anlaşılan (gördüğümüz o ki), iyice sapıtmış" dediler.

Bu söz, tüm cahili çevrelerde kadınların bu tür meselelerde söyledikleri sözlere tıpatıp benzemektedir. Burada haberin kentte yayılması sonucunda sözkonusu skandalın açıkça anlatılıp duyurulması sırasında ilk kez, kadının başvezirin hanımı olduğunu, dolayısıyla Yusuf'u Mısır`dan satın alan adamın da -Mısır'ın başveziri- Aziz olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz. Kadınların sözlerine kulak veriyoruz:

"Başbakanın karısı, kölesini yatağına çağırmış."

Ardından, kadının Hz. Yusuf karşısındaki durumunu açıklıyorlar: "Delikanlının aşkı iliklerine işlemiş."

Başvezirin eşi, kölesine vurulmuş. Sevgisinden kalbi yanıp tutuşmakta, paramparça olmaktaymış. Bir köle karşısında kalbin böylesine yanıp tutuşması! "Anlaşılan (gördüğümüz o ki) iyice sapıtmış."

Kendisi soylu bir kadın ve bir aristokratın hanımı olmasına karşın, tutup satın aldıkları ibrânî bir köleye vurulmuş!.. Belki de kadınlar bu sözleriyle başvezirin eşinin bu skandalla dillere düşmesini, bu meselenin apaçık ortaya çıkıp herkesçe anlaşılmasına bozulduklarını vurguluyorlar. Zira bu tür çevrelerin geleneğinde, kapalı kapılar ardında kimseye sezdirmeden böyle işler yapmak değil, tam tersine sonuçta böylesi bir manzara oluşturmak eleştirilir.

SOSYETE SINIFININ KARAKTERİ

Burada yine, ancak bu tür ortamlarda görülebilecek türden bir olayla karşılaşıyoruz. Kendi sınıfının kadınlarına, onların tuzaklarından ve fentlerinden yola çıkarak nasıl bir karşılık vermesi gerektiğini çok iyi bilen cüretkâr başvezir eşinin oynadığı bir oyuna tanık oluyoruz. Ayetler, bu sahneyi bizlere tüm açıklığıyla aktarıyor.

31- Kadın, hemcinslerinin bu kınayıcı dedikodularını duyunca haber salarak onları evine çağırdı, onlar için konforlu sedirler hazırladı, herbirinin eline birer yemek bıçağı verdi ve Yusuf'a "Çık şunların önüne" dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce güzelliği karşısında büyülendiler ve "Allah'ım, sen ne büyüksün! Bu bir insan değil, olsa olsa saygın bir melektir" dediler.

32- Kadın dedi ki; "İşte siz beni bu delikanlı yüzünden kınadınız. Ben onu yatağıma çağırdım, fakat aşırı bir namusluluk tepkisi ile isteğimi reddetti. Ama kendisine emrettiğim işi yapmaz ise, kesinlikle hapse atılarak burnu yere sürtülecektir.

Başvezirin eşi onlar için, kendi sarayında bir parti düzenledi. Bu nedenle onların, sosyete sınıfına mensup olan, saraylardaki partilere davet edilen, son derece görkemli ve ihtişamlı bir biçimde ağırlanan kadınlar olduklarını anlıyoruz. Yine onların o dönemde, doğu işi şilte ve yastıklarla donatılmış koltuklar üzerine oturarak yemek yedikleri görülüyor. Başvezirin eşi bu koltukları onlar için hazırladı. Yemekte kullanmaları için herbirine de birer bıçak getirdi. Buradan, o dönemin Mısır'ında maddi uygarlığın yüksek bir düzeye ulaştığı, saraylardaki konforun da son derece görkemli olduğu anlaşılıyor. Binlerce yıl öncesindeki bù dönemde, yemek sırasında etleri kesebilmek ve meyveleri soyabilmek için bıçak kullanılması, konfor ve maddi uygarlık düzeyi açısından, son derece anlamlıdır. Derken, Yusuf'un onların huzuruna çıktığını görüyoruz. Başvezirin eşi Yusuf'a:

"Çık şunların önüne, dedi."

"Kadınlar Yusuf'u görünce güzelliği karşısında büyülendiler." "Allah'ım sen ne büyüksün, dediler."

Bu bağlamda, "Allah'ım sen ne büyüksün" demeleri, Allah'ın eseri olan bu harikulâde güzellik karşısında duydukları dehşetin ifadesidir. Nitekim ardından, hemen eklediler:

"Bu bir insan değil, olsa olsa saygın bir melektir." ( Yusuf'un, gerek başvezirin eşini, gerekse diğer kadınları şaşkına çeviren bu güzelliğini belirtme noktasında, rivayetçiler ve tefsirciler adeta kendilerini yırtmaktadırlar. Kimilerinin tariflerinde, daha çok kadınlarda gözlenebilecek nitelikler bile yeralıyor. Oysa, böylesi nitelikler taşıyan birinin, kadınları şaşkına çevirmesi düşünülemez. Halbuki, erkekler için erkekliğin ayırıcı niteliklerinin mükemmelliği oranında farklı bir güzellik sözkonusudur... Böyle değilse, bir diğer ihtimalde, sözkonusu sınıfa mensup kadınların, öz doğalarındaki çarpıklaşma sonucunda, aslında kadındayken güzel olabilecek nitelik ve özelliklere sahip bir erkeğe hayranlık duyar, dolayısıyla da erkekteki diğer erkeksi niteliklere bakmaz bir hale gelmiş bulunmalarıdır.)

Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz üzere kadınların bu sözü, o dönemde tevhid dininin kırıntılarının az da olsa bulunduğunun göstergesidir.

Onların Hz. Yusuf'u görür görmez dehşete düştüklerini, büyülendiklerini, kendilerinden geçtiklerini gözlemleyen başvezirin eşi sonuç olarak, kendisiyle aynı sınıfa mensup bu kadınlara karşı zaferi kazandığından emindir. Bunun üzerine zafer duygusuyla dolu olan; kendisiyle aynı düzeye ve aynı sınıfa mensup sözkonusu kadınlardan zerre kadar arlanmayan; Yusuf'un kendi avucunun içinde olmasını, kendisine karşı bir kez direnmiş ve isteğini yapmadıysa da sonuçta onun ipinin halen kendi elinde olmasını onlara karşı bir böbürlenme vesilesi biçiminde algılayan bu kadın, onlara dönerek konuşmaya başlayacaktır:

"İşte siz beni bu delikanlı yüzünden kınadınız" dedi.

"Gördünüz mü onun karşısında siz bile nasıl şaşkına döndünüz, nasıl dehşete düşüp büyüleniverdiniz! Ben onu yatağıma çağırdım, fakat aşırı bir namusluluk tepkisi ile karşılaştım."

İşte tıpkı sizler gibi beni de böylesine büyüleyip şaşkına çevirdi. Sonuçta onun olmak istedim, fakat o çekinerek buna yanaşmak istemedi. -Bir başka deyişle kadın,. Yusuf'un böyle bir iş yapmamak için özenle direndiğini; yaptığı çağrıya ve tuzağına yanaşmamak için Yusuf'un kendini özenle koruduğunu ifade ediyor.- Bunun ardından kadın, sözkonusu ortamda kibirli bir edayla Yusuf'un iplerinin kendi elinde olduğunu vurguluyor ve de dişilik kaprislerini tüm kadınların huzurunda apaçık bir biçimde dile getirmekte zerre kadar bir sakınca görmüyor:

"Ama kendisine emrettiğim işi yapmaz ise, kesinlikle hapse atılarak burnu yere sürtülecektir."

Bu ısrar, bir burnu büyüklük, bir şantaj, tehdit yoluyla yeni bir ayartma ifadesidir.

Hz. Yusuf bu söz kendisine söylendiğinde, güzelliğinden şaşkına-düşmüş olan ve -bu tür toplantılarda genelde rastlandığı üzere- tüm çekiciliklerini ısrarla sergilemeye çabalayan kadınların arasında bulunuyor. Ev sahibesinin yukarıdaki sözlerinde de ima ettiği gibi sözkonusu kadınlar, karşılarındaki Hz. Yusuf için deli olmakta ve onu ayartmaya çabalamaktadırlar. Bu durum karşısında Yusuf ise Rabbine yönelmektedir:

 

33- Yusuf dedi ki; "Ya Rabbi bana göre hapse girmek bunların benden istediklerini yapmamdan daha iyidir. Eğer beni onların komplolarından uzak tutmazsan ağlarına düşer, böylece cahillerden biri olurum.''

Yusuf, "bu kadının istediğini yapmaktan..." demiyor! Tam tersine, "bunların istediklerini yapmaktan..." diyor! Demek ki bu noktada ister sözleriyle, ister hareketleriyle, isterse bakışlarıyla olsun, tüm kadınlar kendisine davetiye çıkarmaktadırlar. Yusuf ise, bu sürekli tahrik karşısında bir an belki zaafa düşebilirim korkusuyla, sözkonusu kadınların kendisini tuzaklarına düşürme girişimlerini bertaraf etmesi için Allah'dan yardım istiyor. İçinde bu korkuyu duyar duymaz, ellerini Allah'a açarak, kendisini kurtarmasını istiyor:

"Eğer beni onların komplolarından uzak tutmazsan ağlarına düşer, böylece cahillerden biri olurum."

Masumiyetiyle gururlanmayan, neticede insan olduğunun bilincinde olan bir kimsenin duasıdır bu! O, Rabbinin kendisine daha fazla yardım etmesini, daha çok gözetmesini istemekte; yüzyüze bulunduğu fitne, tuzak ve ayartma girişimlerine karşı sadece Allah'dan yardım dilemektedir.

34- Allah, onun bu duasını kabul ederek kendisini kadınlardan uzak tuttu. Hiç kuşkusuz O her şeyi işitir, her şeyi bilir.

Ayette sözü edilen "uzak tutma", kadınların yüreklerini Yusuf'un kendilerine yanaşabileceği olasılığı noktasında bunca çabanın ardından karamsarlıkla doldurma; ya da ayartmalara kanmama noktasında Yusuf'a daha da direnç aşılanarak, onu ayartmalardan hiç etkilenmeyecek bir güce ulaştırma biçiminde olmalıdır. Yine her iki olgunun birlikte sözkonusu olabileceğini düşünmek de mümkündür.

"O her şeyi işitir, her şeyi bilir."

Yüce Allah işiten ve bilendir. Tuzağın ayak seslerini de, duayı da işitmektedir! Tuzağın da, duanın da arka planındakileri en iyi biçimde bilmektedir!

Hz. Yusuf, yüce Allah'ın lütfu ve gözetimiyle, ikinci sınavı da böylece atlatıyor. Onun bu başarı ve kurtuluşuyla, bu yaman kıssanın ikinci perdesi de böylece sona eriyor...

Bu, Yusuf'un yaşamındaki çetin ve zorlu sınavlardan, üçünçü aşama, üçüncü ve de son sınavdır. Tüm bunların ardından zenginlik ve bolluk dönemi gelecektir. Güçlük ve zorluğa karşı direnci sınanan Yusuf'un, bunun ardından zenginlik ve bolluğa karşı direnci sınanacaktır. Kıssamızın bu bölümünde, suçsuzluğu anlaşılan Yusuf'un daha sonra hapse atılmakla sınandığını göreceğiz. Zulme uğratılmış suçsuz bir insana, -yüreği her ne kadar suçsuzluğun getirdiği, güvenceyle rahat dâ olsa- hapis cezası kuşkusuz çok daha ağır gelecektir.

Bu sınav dönemi süresince, Allah'ın Yusuf üzerindeki nimetleri somut bir biçimde ortaya çıkacaktır: Allah Yusuf'a rüyaları yorumlayabilme, başlamış olayların yakın gelecekte nasıl noktalanacağını önceden bilebilme gibi ilahi bir bilgi bahşedecektir. Yine Allah'ın nimeti olarak sonuçta Yusuf, kralın huzurunda suçsuzluğunu resmen, açıkça ve mutlak bir biçimde ilan edecek; gayp aleminde önceden yazıldığı üzere onun önemli bir makam, mutlak bir güven ve olağanüstü bir yöneticilik elde etmesini sağlayacak tüm yetenekleri ortaya çıkacaktır.

 

HZ. YUSUF VE ZİNDAN SINAVI

35- Sonra adamlar, Yusuf'u belirli bir süre için hapse atmayı gerekli gördüler. Oysa onun masum olduğunu kanıtlayan bunca delil gözleri önünde duruyordu.

36- İki genç, onunla birlikte hapse girmişlerdi. Bunlardan biri "Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm"dedi. Öbürü de dedi ki; "Rüyamda başımın üzerinde bir somun ekmek taşıdığımı gördüm, onu kuşlar yiyorlardı. Bu rüyalarımızın ne anlama geldiklerini bize anlat. Çünkü biz senin iyiliksever bir adam olduğunu görüyoruz. "

İşte saraylardaki atmosfer! İşte zorba sistemin atmosferi! İşte aristokrat çevrelerdeki atmosfer! İşte cahiliye atmosferi! Yusuf'un suçsuzluğuna ilişkin şüpheye en ufak yer bırakmayacak kanıtlar bulunduğunu görmüşlerdi... Kibirinden kimseyi görmez hale gelen başvezirin eşi, kendisi için yanıp tutuştuğu kölesini kadınlara göstermek üzere, onlara bir parti düzenlemişti. Partide, bu köleye vurulduğunu açıkça söylemiş, diğer kadınlar da bu köleye vurulup onu baştan çıkarmaya çalışmışlardı. O ise tüm bunlar karşısında, kendisini kurtarıp koruması için Rabbinden yardım istemişti. Üstelik başvezirin eşi, tüm kadınların huzurunda -utanmaksızın ve arlanmaksızın- bu kölenin, ya emrini yerine getireceğini ya da hapse tıkılıp kahra uğrayacağını açık açık söylemişti. Ama tüm bunlara karşı sonuçta Yusuf, emrolunduğu üzere hapse atılıyor!

Tüm bunların ardından onlar yine de, onu bir süre için hapse atmayı uygun görüyorlar!

Kadın, tehdit sonrası gösterdiği çabalardan da umudunu kesmiş; bu mesele iyice dallanıp budaklanarak belki de sokaktaki halkın bile diline düşmüş olmalıydı... Artık, "aristokratlığın" onurunu korumak gerekiyordu! Aristokrat hatunların beyleri, ailelerine ve hanımlarına sahip çıkamasalar da, "soylu sınıf (!)"a mensup, abayı yakmış, aşkı ayyûka çıkmış, halk arasında bile dilden dile anlatılır olmuş bir kadının isteğini yapmadı diye, hiçbir suçu bulunmayan bir genci hapse tıkıvermekten de aciz değiller ya!

"İki genç, onunla birlikte hapse girmişlerdi."

Daha sonra bunların, bu iki mahkûmun kralın özel uşaklarından olduklarını öğreneceğiz.

Buradaki ayetlerde, Yusuf'un hapiste ne işler yaptığı, ne denli dürüst ve iyi bir insan olduğunun anlaşıldığı, herkesin ona gıpta ettiği, tüm tutukluların sonsuz güvenini kazandığı, aralarında kara talihin sarayda çalışmaya ya da hizmetçiliğe sürüklediği ve sırf yersiz bir kaprisle kendilerine kızıldığı için hapse atılmış kimselerin de bulunduğu vb. hususlara değinilmiyor. Tüm bu ayrıntılar bir yana bırakılarak hemen, Yusuf hapisteyken onunla arkadaş olmuş iki delikanlının, gördükleri rüyaları ona anlattıkları bir sahneye geçiliyor. Yusuf'un temiz, dindar, sürekli Allah'ı hatırlayan iyi bir kul ve ahlâklı bir insan olduğunu anlayan bu iki delikanlı, ondan rüyalarını yorumlamasını istemektedir:

"Bunlardan biri "Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm" dedi. Öbürü de dedi ki; `Rüyamda başımın üzerinde bir somun ekmek taşıdığımı gördüm, onu kuşlar yiyorlardı. Bu rüyalarımızın ne anlama geldiklerini bize anlat. Çünkü biz senin iyiliksever bir adam olduğunu görüyoruz."

Yusuf bunu, tutuklular arasında doğru inancını yayabileceği bir fırsat olarak değerlendiriyor. Zira, yeryüzündeki yöneticileri rabb konumuna yerleştirme, rabbliğin niteliklerini kendilerine malederek Firavunlaşmış olan bu tür insanlara boyun eğme temeline dayalı çarpık anlayışları ve bozuk inançları düzeltme noktasında, Yusuf'un tutuklu oluşu, onun bu konudaki yükümlülüğünü kaldırmamaktadır!

Hz. Yusuf, bu iki hapishane arkadaşıyla yaptığı konuşmaya, onların kafasını kurcalayan konudan başlıyor. Önce, rüyalarını yorumlayacağını söyleyerek onları rahatlatıyor. Zira O, tıpkı kendisinden önceki ataları gibi sadece ve sadece Allah'a kulluk ettiğinden, kulluk noktasında O'na hiçbir şeyi ortak koşmadığından, Allah da mükâfat olarak kendisine özel bir bilgi bahşetmiştir... Böylece daha ilk planda, onların kendi dinine karşı güvenlerini kazandığı gibi, rüyalarını yorumlayabileceği noktasında da güvenlerini kazanıyor:

 

37- Yusuf dedi ki; "Payınıza ayrılan yemek, henüz önünüze gelmeden önce onun ne olduğunu size bildirebilirim. Bu önsezi bana Allah'ın öğrettiği bilgilerdendir. Ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden milletin dininden çıktım. "

38- "Onun yerine atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinlerine bağlandım. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz. Bu inanç Allah'ın, gerek bize ve gerekse tüm insanlara yönelik bir lütfudur. Fakat insanların çoğu Allah'a şükretmezler. "

Hz. Yusuf'un konuyu ele alış biçiminde izlediği yöntemde, kişilerin gönüllerine girebilme noktasında bir incelik; konuşması sırasında yaptığı geçişler ve kullandığı üslupta hoşgörülü bir nezaket göze çarpıyor... Kıssanın baş kahramanı Yusuf'un, tüm olaylarda tanık olduğumuz ayırıcı niteliğidir bu...

"Yusuf dedi ki; payınıza ayrılan yemek, henüz önünüze gelmeden önce onun ne olduğunu size bildirebilirim."

Böylece, karşılarındaki adamın yenilecek yemeği daha gelmeden görebilecek ve gördüğünü bildirebilecek denli özel bir bilgiye sahip olduğuna güvenmeleri gerektiği vurgulanıyor: Bunun yanısıra bu sözde -elbette ki Allah'ın, salih kulu Yusuf'a bahşettiği nimete ve de ayrıca- geleceğe ilişkin haber verme ve rüya yorumlama gibi o dönemin karakteristik yapısına işaret vardır. Yine Yusuf, onların gönüllerini kazanarak Rabbinin yoluna davet edebilmek için onlara rüyalarını yorumlamada yararlanacağı özel bilgisini açıklarken kullandığı "Bu önsezi bana Allah'ın öğrettiği bilgilerdendir." biçimindeki ifadesini de psikolojik açıdan tam gediğe yerleştirdiği gözleniyor.

"Ben, Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden milletin dininden çıktım."

Hz. Yusuf bu sözüyle aralarında yetiştiği millete; başvezirin ailesi, kralın kurmayları, milletin ileri gelenleri ve onlara tâbî olan halka işaret ediyor. Aslında karşısındaki delikanlılar da o milletin dinindendir. Ama Hz. Yusuf, onların kişiliklerini hedef seçmiyor. Tam tersine, onları rencide etmemek, kendinden nefret ettirmemek için, genel bazda sözkonusu milleti hedef seçiyor. Bu bir üsluptur, hikmettir, nezakettir, kişilerin gönlüne güzellikle girebilme yöntemidir.

Yusuf'un burada ahiretten söz etmesi, -daha önce de belirttiğimiz üzere insanlık var oldu olalı ahirete imanın, tüm peygamberlerin öğrettiği biçimiyle inancın temel öğelerinden biri olduğunu perçinlemektedir. Mukayeseli Dinler Bilimi'nde ileri sürüldüğü gibi, gerçi ahiret inancı cahiliye inançlarına sonradan girdiği doğrudur, ama bu inanç bozulmamış, semavi dinlerin sürekli temel unsuru olmuştur.

Kâfirlik inancının genel niteliklerini açıklamasının ardından Yusuf, kendisinin ve atalarının tâbî olduğu imana dayalı inanç sisteminin genel niteliklerini açıklamaya devam ediyor:

"Onun yerine atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinlerine bağlandım. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz."

Bu, Allah'a asla hiçbir ortak koşmayan gerçek tevhid dinidir... Tevhide erebilmek, doğru yola ulaşanlara Allah'ın bir lütfudur... Çaba göstermeleri, istemeleri durumunda tüm insanların onurlanabilecekleri bir lütuftur bu. Bunun kökleri ve ipuçları, insanın doğasındadır. Esprileri ve kanıtları, insanların çevresindeki varlıklar alemindedir. Açıklaması ve tanımı, peygamberlerin getirdikleri mesajlardadır. Ama insanlar bizzat kendileri, bu lütfu anlamadıklarından, buna şükretmesini de bilmemektedirler:

"Bu inanç; Allah'ın, gerek bize ve gerekse tüm insanlara yönelik bir lütfudur. Fakat insanların çoğu Allah'a şükretmezler."

Tatlı mı tatlı bir giriş... Dikkatlice ve yumuşak bir edayla adım adım ilerlemektedir Yusuf... Giderek, onların yüreklerinin ta içine girecek; inancını ve çağrısını ayrıntısıyla ve bütünüyle açacak; onların ve mensup oldukları milletin inançlarındaki bozukluğu, yaşadıkları realitedeki bozukluğu gözler önüne serecektir... Nitekim şu ana dek yaptığı uzun girişin ardından hemen ekliyor:

 

39- "Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak mı daha iyidir?"

40- "Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."

Yusuf -Allah'ın selâmı üzerine olsun- burada, harikulâde, son derece net ve aydınlatıcı şu birkaç cümleyle, bu dinin genel niteliklerini, bu inanç sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmiş bulunuyor. Yine şirk, tağut ve cahiliye sisteminin temellerini de son derece şiddetli bir biçimde sarsmış durumda:

"Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak mı daha iyidir?"

Yusuf, karşısındaki iki genci kendine arkadaş ediniyor. "Arkadaşlarım" diyerek, onların sevgisini kazanıyor. Buradan hareketle de, çağrısının özüne, inancının temeline inmeye başlıyor. Onları kendi inanç sistemine hemen doğrudan çağırmak yerine, önce onlara nesnel bir soru yöneltiyor:

"Çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak mı daha iyidir."

İnsanın özbenliğini, merkezinden vuran, şiddetle sarsan bir sorudur bu. İnsanın özbenliği tek bir ilah tanıdığı halde, birçok rabblerle karşılaşılması neyin nesidir?.. Kulluk edilecek, buyruğuna boyun eğilecek ve şeriatına uyulacak Rabb olmaya gerçek anlamıyla lâyık olan sadece, her şeyden üstün tek Allah'dır. Tanrı birlenip, onun varlıklar dünyasında her şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğu benimsendiğinde, buna bağlı olarak, rabbin de birlenmesi ve onun insanların yaşamında her şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğunun benimsenmesi gerekmektedir. Allah'ı bir ve her şeyden üstün kabul eden insanların, onun dışında birinin buyruğuna boyun eğmeleri ve Allah dışında bir rabb edinmeleri, bir an için bile olsa asla mümkün değildir. Rabb olarak sadece ve sadece, evrendeki tüm yasaların sahibi ve evrenin yöneticisi durumundaki Allah tanınmalıdır. Tüm evrene söz geçirebilmekten aciz bir kimsenin, buyruklarıyla evrene üstünlük sağlayamazken, otoritesiyle insanlar üzerinde üstünlük sağlayan bir rabb konumuna geçmesi asla doğru değildir!

Burunların ötesini görmeyen bütünüyle kör, aciz, bilgisiz, benmerkezci bir sürü uydurma rabblere boyun eğmek yerine, insanların, her şeyden üstün tek Allah'ın Rabliğine boyun eğmeleri kuşkusuz en doğru olanıdır. Burada belirttiğimiz eksiklikler, Allah dışındaki tüm uydurma rabbler için geçerlidir. insanlığın yaşadığı korkunç perişanlığın temelinde, bir sürü uydurma rabbler edinerek parçalanma ve kulların sözkonusu uydurma rabblerin aralarındaki bencillikler ve çekişmeler doğrultusunda darmadağın olmaları yatmaktadır... Tarih boyunca kimi zaman yeryüzünün sahte rabbleri Allah'ın otoritesini ve rabbliğini kendilerine yamamışlar; kimi zaman da cahil kimseler bilgisizlik, hurafe ve efsanelerin etkisiyle ya da baskı, aldatmaca ve propaganda etkisiyle onlara böylesi bir otorite sunmuşlardır. Yeryüzünün bu sahte rabbleri, ben merkezcilikten, salt kendini ve koltuğunu düşünmekten; kendi otoritesini sürdürüp güçlendirme noktasındaki o amansız hırstan kendilerini bir an için bile olsa sıyıramamaktadırlar. Bu sebeple de otoriteleri için, ama yakın ama uzak vadede, bir tehlike olarak gördükleri tüm güçleri, tüm potansiyelleri ortadan kaldırabilmek; aldatmacaları gün yüzüne çıkıp sona ermemesi için tüm güçleri, tüm olanakları kendilerine övgüler döktürmeye, kendilerinin borazanlığını yapmaya seferber edebilmekten başka bir şey düşünmemektedirler!

Her şeyden üstün olan tek Allah, evrendeki hiçbir şeye en ufak bir gereksinim duymayacak denli güçlüdür. O kullarının, erdemliliğinden, kurtuluşundan; çalışmasından ve belirlediği ilkeler doğrultusunda ilerleme kaydetmelerinden başka hiçbir şey istememektedir. Onların bu yoldaki tüm çabalarını, kendisine ibadet olarak saymaktadır. Kullarını yükümlü kıldığı ibadetlerde bile amaç, onların yaşamlarını ve durumlarını en iyi düzeye getirebilmek için, yüreklerini ve duygularını ıslah edebilmektir... Yoksa Allah'ın kullara hiçbir ihtiyacı yoktur. "Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsızın, Allah ise müstağnîdir, övülmeye lâyık olandır..." (Fâtır Suresi 15) İşte, her şeyden üstün tek Allah'a boyun eğmek ile çeşitli uydurma rabblere boyun eğmek arasında böylesine büyük bir farklılık vardır...

Daha sonra Hz. Yusuf, bir adım daha ilerleyerek, cahiliye inancını ve cahiliyenin korkunç kuruntularını çürütmeye geçiyor:

"Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir."

İster beşer türünden olsun, isterse beşer dışındaki ruhlar, şeytanlar, melekler, Allah'ın hakimi bulunduğu evrensel güçler türünden olsun, sözkonusu sahte rabblerin tamamı, rabblik noktasında bir hiçtir, rabblik gerçeğinin en ufak bir niteliğine bile haiz değildir. Rabblik sadece ve sadece, her şeyden üstün ve tek olan, kulların yaratıcısı ve onların tümünden üstün bir konumda bulunan Allah'a aittir... Gelgelelim çeşitli cahili sistemlere ve ortamlara mensup kimi insanlar, sözkonusu sahte rabblere, kendi kafalarından bazı isimler yamamakta, bazı sıfatlar takmakta ve de kimi özellikler yakıştırmaktadır. Bunların başında da bu tür sahte rabblere tanınan, hüküm koyma ve otorite yetkisi gelmektedir... Oysa Allah onlara ne böylesi bir otorite tanımış, ne da onların doğru olduklarına ilişkin bir delil indirmiştir...

Bu noktada Yusuf, bu çürük inanç sistemini yere sermek üzere son darbesini indirerek, doğruyu açıklıyor: Otorite kimin olmalıdır? Hüküm koyma yetkisi kimin olmalıdır?! Kime boyun eğilmelidir?! Bir başka deyişle, kime "kulluk" edilmelidir?!

"Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."

Hüküm koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah'ın olmalıdır. İlahlığının her şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece Allah'a özgüdür. Zira egemenlik tanrılığın niteliklerindendir. Egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, ister bir birey, bir sınıf, bir parti, ister bir grup, bir ulus, isterse uluslararası bir örgüt şemsiyesi altında tüm insanlar olsun- tanrılığın nitelikleri noktasından herkesten önce Allah'a savaş açmış demektir. Tanrılığın baş niteliği durumundaki egemenlik noktasında yüce Allah'a savaş açan ve egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, yüce Allah'ı apaçık bir biçimde inkâr etmiştir. Böyle bir kimsenin kâfir olduğu noktasında dinin kesin hükmü için, sadece bu ayetteki ifade bile yeterlidir!

Kişiyi dosdoğru dinin çerçevesinin dışına çıkaran, tanrılığın baş niteliği konusunda Allah'a savaş açmış bir konuma getiren böylesi bir iddia için, sadece putperestlikte tek bir kalıp yoktur. Bir başka deyişle böylesi bir iddiaya kalkışan kişinin ille de, "Sizin için, kendimden başka bir tanrı tanımıyorum!" ya da -tıpkı Firavun gibi açıkça- "Sizin en yüce rabbiniz benim!" demiş olması şart değildir. Sadece, Allah'ın şeriatını egemen kılmayıp, bir kenara iterek, yasaları başka bir temele dayandırmak ya da sadece Allah dışında egemen konuma gelmiş makamdakileri, otoritenin kaynağı olarak görmek bile bu türden bir iddiaya kalkışmış bir konuma sürüklenmeye yeterlidir. Bunu yapan, tüm uluslar ya da bir grup insan bile olsa, durum değişmemektedir... İslâm sisteminde ümmet, kendisine bir yönetici seçerek ona Allah'ın şeriatının hükümlerini uygulama yetkisini verir. Ancak bu, yasalara meşruluk kazandıran egemenliğin temelinde ümmetin bulunduğu anlamına gelmez. Tam tersine egemenliğin kaynağı sadece Allah'ındır. Ne var ki, İslâm araştırmacılarından bile pek çok kimse, hükümet eden yani yöneten ile otorite kaynağını birbirine karıştırmaktadır. İnsanlar bir bütün olarak, egemenlik yani hüküm koyma hakkına sahip değildirler. Bu hak sadece, bir olan Allah'a aittir. İnsanlar sadece, Allah'ın şeriatında bildirdiği hükümleri uygulamak durumundadırlar. Allah'ın şeriatında yer almamış bir hükmün ne doğruluğu sözkonusudur, ne de meşruluğu! Doğru olan, sadece Allah'ın koyduğu hükümlerdir...

Hz. Yusuf, hüküm koyma hakkının sadece Allah'a ait olduğunu açıklamasının ardından şöyle diyor:

"O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir."

Bu açıklamayı Arap insanının anladığı biçimiyle anlayabilmemiz için öncelikle, sàdece bir olan Allah'a özgü kılınan "tapmanın, kulluk etmenin" anlamını iyice kavramamız gerekmektedir...

Ayette bunu ifade için kullanılan "a-be-de" fiilinin sözlük anlamı: itaat etmek, boyun eğmek, onurunu yenip alçakgönüllü olmaktır... Başlangıçta bu fiilin, İslâmdaki terminolojik anlamıyla dinin gereklerini yerine getirmeyi içermesi sözkonusu değildi. Sadece, sözlük anlamıyla alınması söz konusuydu... Zaten bu ayet ilk indiği sırada, dinin gerekleri tümüyle henüz bildirilmediğinden, sözkonusu fiilin o anda terminolojik anlamını da içerebilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla bu fiille ifade edilmek istenen, o an için sözlük anlamındaki kapsamdır. Ki bu aynı zamanda, terminolojik anlamda da aynen yer alacaktır. Bununla anlatılmak istenen; gerek kulluk noktasında, gerek yasalar ve ahlâki davranışlar noktasında, sadece Allah'a itaat etmek, sadece O'na boyun eğmek, sadece O'nun buyruklarını benimsemektir. Dolayısıyla kulluğun gerçek göstergesi, tüm bu konularda sadece Allah'a boyun eğmektir. Zira Allah, yaratıklarından herhangi bir kimseye değil, sadece kendisine kulluk edilmesini istemiştir.

Tapınmanın, kulluk etmenin anlamını bu şekilde kavramamızın ardından Yusuf'un, hükmü sadece Allah'a özgü kılmayı, neden sadece yüce Allah'a kul etmekle açıkladığını da daha iyi anlıyoruz. Zira, hüküm yüce Allah'dan başkasına ait olması durumunda, O'na kulluk edebilmek, O'na boyun eğebilmek gerçek anlamda mümkün değildir. Yüce Allah'ın, gerek insanların yaşamı, gerekse varlıklar düzeni için kaderde belirlediği karşı konulamaz hükümlerinde de; insanların yaşamlarına ilişkin belirlediği ve seçimi onların iradesine bıraktığı şeriatındaki hükümlerinde de aynı olgu geçerlidir. O'na boyun eğmek, ancak O'nun tüm hükümlerinin benimsenmesiyle gerçekleştirilebilir.

Burada bir kez daha yineliyoruz: Hüküm noktasında Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret edenin Allah'ın dininden çıkması demektir. -Bu, dinin mutlak ve açık bir hükmüdür!- Çünkü. böylesi bir eylem kişiyi, sadece Allah'a kulluk etme çizgisinin bütünüyle dışına çıkarmaktadır... Hüküm noktasında Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret edenlerin Allah'ın dininden kesinkes çıkmasına neden olan düpedüz bir şirktir! Buna cüret edenin iddiasında haklı olduğunu düşünenler; böyle bir kimseye itaat edenler; onun Allah'a ait otorite ve nitelikleri gaspetmesini yüreklerinde de olsa kınamayanlar da, onunla aynı akıbete düşmüşlerdir! Allah'ın tartısına vurulduklarında, sonuçta hepsinin durumu aynıdır!

Yusuf, gerçek dinin, hükmü Allah'a özgü kılarak sadece O'na kulluk etmek olduğunu belirtiyor:

"Dosdoğru din, işte budur."

Bu sözle bir sınırlama ifade ediliyor: Hükmü Allah'a özgü kılarak sadece O'na kulluk etmeye çağıran bu din dışında, dosdoğru olan hiçbir din yoktur!

"Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."

Bilmediklerinden ötürüdür ki Allah'ın bu dosdoğru dinine uymamaktadırlar. Bu noktada hiçbir şey bilmeyen bir kimsenin, ne inanması beklenebilir, ne de gerekenleri yapması!.. Dinin özünü ve gerçeğini bilmeyen birtakım kimseleri, onlar da bu dine mensup diye nitelemek ne akla sığar, ne de realiteye! Bu tür kimseleri müslüman olarak niteleyip eksikliklerinin faturasını da bilgisizliklerine çıkarmak geçerli bir mazeret değildir. Zira bilgisizlik ya da bilmemek, sözkonusu niteliği taşıyabilmeyi anında engellemektedir. Aslında bir şeye inanmak, o şeyi bilip öğrenmiş olmanın sonucudur... Akla da mantığa da uygun olanı budur. Bunun böyle olduğu zaten kendiliğinden apaçık ortadadır.

Hz. Yusuf, harikulâde, net mi net, aydınlatıcı birkaç cümleyle bu dinin genel niteliklerini, bu inanç sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmiş bulunuyor. Öte yandan cahiliye sisteminin temellerini de şiddetli bir biçimde sarsmış durumda..

Tağut, ilahlığın en başta gelen niteliği durumundaki "rabblik" iddiasında bulunmadıkça yeryüzündeki varlığını koruyamaz. Bu amaçla o, insanları kendi buyruğu ve hükmüne köleleştirebilme; kendi düşüncesine ve yasalarına boyun eğdirebilme peşindedir. Dolayısıyla, sözkonusu iddiasını, gerçek düzlemde pratiğe dökebilme sevdasındadır. Bunu diliyle açıkça söylememiş olabilir belki ama, uygulamaları bu noktada sözden çok daha güçlü bir kanıt ve gösterge durumundadır.

Tağut ancak, insanların yüreklerinde dosdoğru din ve gerçek inançtan eser kalmadığı sırada ortaya çıkıp varlığını sürdürebilir. Hükmün sadece Allah'a ait olduğu; zira kulluğun sadece bir olan Allah'a yapılması gerektiği; kulluğun hükme boyun eğmek anlamına geldiği; bunun aslında kulluğun bir göstergesi olduğu vb. esaslar insanların inançlarında gerçekten yer ettiği zaman tağutun varlığını sürdürebilmesi asla mümkün değildir.

Yusuf, iki arkadaşının kafalarını kurcalayan konuyla bağlantılı olarak konuşmaya başlayıp, onlara vermek istediği öğütü mükemmel bir biçimde noktalıyor. Sonra da, tüm söz ve açıklamaları için onlara daha da güven verebilmek için, öğüdünü bitirir bitirmez, rüyalarının yorumunu da hemen yapıveriyor:

 

41- "Ey hapishane arkadaşlarım, rüyalarınızın yorumuna gelince biriniz eskisi gibi efendisine içki sunacak, öbürünüz ise idam edilecek ve başını kuşlar kemirecek. Benden yorumlamamı istediğiniz rüyalara ilişkin hüküm bu şekilde kesinleşti. "

Nezaketinden, ayrıca böylesi bir şer ve kötülük karşısında elinden bir şey gelmeyeceğinden ötürü, hangisini müjdeli hangisini de karayazının beklediğini belirtmiyor. Ancak onlara, Allah'ın kendisine lütfettiği bilgiye göre bu meselenin kesinliğini vurguluyor:

"Benden yorumlamamı istediğiniz rüyalara ilişkin hüküm bu şekilde kesinleşti."

Bu iş, Allah'ın belirlediği gibi noktalanacaktır.

Yusuf, kralın araştırıp soruşturmaksızın verdiği bir emirle suçsuz yere yatıyordu. Bu tür çevrelerde sık sık rastlandığı gibi, kralın çevresindeki kimi jurnalciler, Yusuf'un başvezirin eşi ve diğer kadınlarla olan meselesini bütünüyle çarpıtarak aktarmış ve böylece kralı dolduruşa getirmiş olmalıydılar. Yusuf krala, davasının gerçekten soruşturulması için meselesini iletebilmek istiyordu:'

42- Yusuf, kurtulacağını tahmin ettiği arkadaşına "Efendinin yanında benden söz et" dedi. Fakat şeytan, efendisine Yusuf'tan sözetmeyi adama unutturdu; bu yüzden Yusuf, daha birkaç yıl hapiste kaldı.

Efendinin yanında, benim durumumu, halimi, meselemin gerçek yüzünü ı! O ki, onun şeriatını benimsemen, onun hükümlerine boyun eğmen nedeniyle senin hüküm koyucu yöneticin ve efendin; dolayısıyla rabbin durumundadır! Nitekim ayette "efendi", "rabb" sözcüğüyle ifade ediliyor! Rabb sözcüğü, efendi, yönetici, egemen ve yasa koyucu demektir... Buradaki ayette, bir islâmi terim olarak "rabbliğin" anlamı noktasında bir pekiştirme sözkonusudur. Burada dikkat çekici bir husus var: "Çoban" kralları, Firavunlar gibi bizzat sözle rabbliklerini iddia etmiş değildirler. Yine, Firavunlar gibi kendilerini tanrı ya da tanrılar olarak da nitelemiş değildirler. Ama egemenlik ve hüküm belirleyicilik noktasında, bir rabb görünümüne bürünmüşlerdir! Oysa bu da, rabblığın anlamına dahil bulunmaktadır!

Ayette Hz. Yusuf'un yaptığı yorumun gerçekleştiği, olayların Yusuf'un yorumladığı biçimde geliştiği aktarılmıyor. Bundan hiç söz edilmeksizin geçilmesinden, tüm bunların gerçekleştiğini anlıyoruz. Yusuf'un, kurtulacağını sanmış olduğu kimse kurtulmuştur. Gerçekten kurtulmuş ama, Yusuf'un ricasını yerine getirmemiştir.. Zira Yusuf'un kendisine söylediği sözleri unutmuştur. Yeniden kavuştuğu saray yaşamının yoğunluğu ve şatafatı arasında, Yusuf'u efendisine hatırlatmayı unutmuştur. Hapisten kurtulmasının ardından, bir daha ne Yusuf'u hatırlamıştır, ne de Hz. Yusuf'un meselesini:

"Fakat şeytan, efendisine Yusuf'tan sözetmeyi unutturdu." "Bu yüzden Yusuf daha birkaç yıl hapiste kaldı."

Ayetteki "le-bi-se (kalmak)" fiilinin öznesi Yusuf'tur. Yüce Allah Yusuf'un sorununun, bir kulun yardımıyla ya da bir kulun parmağının karıştığı bir vesileyle çözümlenmesine izin vermiyor. Böylece Yusuf'a; O'nun dilerse tüm vesileleri işlemez hale getirebileceğini, çözümün sadece O'nun elinde bulunduğunu öğretmek istiyor. Bu, Yusuf'un O'nun seçkin kıldığı, nimetler bahşettiği bir kimse oluşundan ötürüydü.

Kuşkusuz yüce Allah'ın gerçek kulları, O'na tam bir içtenlikle yönelmek, tüm meselelerinde bütünüyle sadece O'na teslim olmak, attıkları her adımda O'nun denetimini arzulamak durumundadırlar. İnsanı zaaflarından ötürü bu tutumlarını bir an için sergileyememe durumu ortaya çıkınca, yüce Allah yine lütfederek onları, sözkonusu tutumlarını yine koruyabilecek bir bilince kavuşturur. Bu bilinci kazandıktan, zevkini tadıp kuşandıktan sonra onların yüce Allah'a karşı itaat, rıza, sevgi ve özlem içerisinde olduklarını görürüz... Böylelikle, Allah'ın onlar üzerindeki nimeti de tamamlanmış olur...

KRALIN RÜYASI

Şimdi, kralın meclisindeyiz. Kendisi için çok önemli bulduğu bir rüya görmüştür. Çevresindeki ileri gelenlerden, kâhinlerden ve geleceği okumayla ilgilenen kimselerden, rüyasının yorumunu istemektedir:

 

43- Bir gün kral dedi ki; "Ben rüyamda yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini, ayrıca yedi yeşil ve bir o kadar da kuru başak gördüm. Efendiler, eğer rüya yorumlamayı biliyorsanız, bu rüyamın ne anlama geldiğini bana söyleyiniz. "

44- Kralın adamları dediler ki; "Bu gördükleriniz birtakım karmaşık, birbirinden kopuk hayallerdir. Biz karmaşık hayallerin yorumunu bilemeyiz. "

Kral, rüyasının yorumunu istiyor. Ancak çevresindeki kimselerin ve kâhinlerin ileri gelenleri, bu rüyayı yorumlayamıyorlar. Ya da rüyanın bir kötülüğe işaret olduğunu sezinlemelerine karşın, bunu kralın yüzüne karşı açıkça söylemeye yanaşmıyorlar. Yöneticilere onları memnun kılacak şeyleri söyleme, keyiflerini kaçıracak şeyleri ise örtbas etme ya da anlatmaktan kaçınma; bu tür yardakçılar sınıfının hep kullandıkları bir yöntem değil midir zaten! Anlattığın "birtakım karmaşık birbirinden kopuk hayallerdir." diyorlar. Bu, bir anlam taşıyan bütün bir rüya değil, tam tersine bir sürü rüyanın birbirine girdiği karmakarışık bir hayal yumağı diyorlar. Sonra da, karışık rüyalar adeta hiçbir anlam ifade etmezmişçesine, ekliyorlar:

"Biz karmaşık hayallerin yorumunu bilemeyiz."

Şu ana dek üç rüyayla karşılaştık. Hz. Yusuf'un rüyası, onun iki hapishane arkadaşının rüyası ve kralın rüyası... Herbirinde de rüyanın yorumu arandı. Bu rüyalara bu denli önem verilmesi, -daha önce de belirttiğimiz üzere- gerek Mısır'da gerek Mısır dışında o dönemin karakteristiğinden bizlere bir kesit sunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Yusuf'a bahşedilen bu ilahi yetenek, -peygamberlerin mucizelerinde de gördüğümüz gibi, kendi çağının atmosferi ve karakteristiğiyle bütünüyle uyuşmaktadır. Acaba Hz. Yusuf'un mucizesi de bu mudur? Ancak bu araştırmanın yeri, "Fï Zılâl-il Kur'an" değil. Biz şimdi kralın rüyası meselesini tamamlamaya bakalım.

Sözkonusu olay üzerine Hz. Yusuf'un hapishane arkadaşlarından biri, hemen onu hatırlıyor... Bu kişi hapisten kurtulmuş, ama şeytan ona, efendisine Yusuf'u hatırlatmayı unutturmuştu. Şeytan saray, büyük adamlar, âlemler, şaraplar ve içkilerin girdabı içinde Yusuf'u hatırlamayı, ona unutturuvermişti... Ama nihayet kralın rüyası üzerine bu kişi, kendisinin ve arkadaşının rüyasını yorumlayan ve dediği de gerçekten doğru çıkan kimseyi hatırlatıyor:

45- Yusuf'un hapishaneden kurtulan ve kendisini ancak uzun bir süre sonra hatırlayan arkadaşı krala "Ben bu rüyanın ne anlama geldiğini sizin için öğrenirim, yalnız bana izin verin de bir yere kadar gideyim" dedi.

RÜYANIN YORUMU

Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin! Perde, bu noktada bir an için kapanıyor. Tekrar açıldığında, sahnede yine hapishane: Sözkonusu kişi arkadaşı Yusuf'a rüyanın yorumunu sormaktadır.

 

46- Hapishaneye varınca dedi ki; "Ey özü-sözü dosdoğru Yusuf, yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz ineğe ve yedi yeşil başak ile bir o kadar sayıdaki kuru başağa ilişkin ne anlama geldiğini bize anlat ki, ben de adamların yanına döneyim de öğrensinler.

47- Yusuf dedi ki; "Yedi yıl boyunca topraklarınızı nadasa bırakmaksızın ekip biçersiniz. Elde edeceğiniz ürünü, yiyecek olarak ayıracağınız az bir bölümü dışında başak halinde saklayınız. "

48- "Bunun arkasından yedi kurak ve sıkıntılı yıl gelir. Bu süre içinde, ayıracağınız az miktardaki tohumluklar dışında, bu yıllar için stok ettiğiniz ürünü yersiniz. "

Sözkonusu aracı Yusuf'a "özü-sözü dosdoğru!" diye sesleniyor. Yani Yusuf'u doğru mu doğru sözlü bir kişi olarak niteliyor. Bu, daha önce kendi meselesinde Yusuf'la alan deneyiminin sonucudur...

"Yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz ineği."

Kralın sözleri aynen aktarılmaktadır. Zira aracı bunun yorumunu istediğinden, aynen aktarmak için özen göstermektedir. Böylece ayetlerin üslubu içerisinde bu sözler bir kez daha yinelenerek perçinlenmektedir. Bununla bir yandan aktarımcının gösterdiği özene dikkat çekilmekte, diğer yandan da yorumun hemen bu rüyanın peşinde yeralması sağlanmaktadır.

Ancak Hz. Yusuf'un sözleri, sadece doğrudan bir yorum değildir. Tam tersine hem yorum, hem de olacaklar karşısında ne yapılması gerektiğini belirten bir öğüttür. Dolayısıyla da Yusuf'un sözleri son derece mükemmeldir:

"Yusuf dedi ki; "Yedi yıl boyunca topraklarınızı nadasa bırakmaksızın ekip biçersiniz" Devamlı yedi sene ekin ekiniz..."

Yani yedi yıl, ara vermeksizin, sürekli ekiniz. Bu, semiz ineklerin işaret ettiği, bereket ve bolluğun yaşanacağı yedi yıldır.

"Elde edeceğiniz ürünü, yiyecek olarak ayıracağınız az bir bölümü dışında başak halinde saklayınız."

Onları başaklarında bırakın! Böylece böceklerden ve olumsuz hava koşullarından bir zarar görmeyeceklerdir...

"Yiyecek olarak ayıracağınız az bir bölümü dışında."

Biçtiğiniz ekinlerin birazını öğütüp yiyiniz. Geriye kalanlarını ise, zayıf ineklerin simgelediği kıtlık yılları için depolayın.

"Bunun arkasından yedi kurak ve sıkıntılı yıl gelir."

Dolayısıyla bu yıllarda ekin ekemeyeceksinizdir...

"Bu yıllar için stok ettiğiniz ürünü yersiniz."

Biriktirdiğinizin tümünü, dayanılmaz bir açlık ve oburlukla bu yedi yıl, yiyip tüketiverecektir.

"Ayıracağınız az miktardaki tohumluklar dışında."

Bu yedi yılın elinden, biriktirdiklerinizin ancak çok az bir miktarını kurtarıp saklayabilirsiniz

 

49- "Bunun arkasından da halkın bol yağmura kavuşacağı, üzümlerini ve zeytinlerini sıkıp şıra ve yağ elde edebilecekleri bereketli bir yıl gelir.

Sonra, bolluk yıllarındayken biriktirip depoladıklarınızı tüketen bu kuraklık yılları sona erer. Ve ardından yine bir bolluk yılı gelir. O zaman insanlar yine ekin ekebilme ve su olanağına kavuşurlar. Bağları, susamları ve zeytinleri yine ürünle dolar. Böylece şıra sıkmaları, yağ yapmaları mümkün olur...

Burada bu son bolluk yılına ilişkin kralın rüyasında herhangi bir işaretin bulunmadığını görüyoruz. Öyleyse Yusuf bunu, Allah'ın kendisine bahşettiği ilahi bilgiye dayanarak söylemiştir. Aracının kral ve insanları açlık ve kıtlık döneminden böylesine verimli ve bereketli bir yılın gelişiyle kurtulacaklarını müjdelemesi için, ona bu müjdeyi de eklemiştir.

50- Kral "O adamı bana getiriniz" dedi. Yusuf, yanına gelen kralın elçisine dedi ki; "Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor. Gerçi Rabbim, o kadınların bana kurdukları tuzağı iyi bilir."

Bu ayetin ardından bir başka sahneye geçiliyor. İki sahne arasında yine bir boşluk bırakılarak, bu arada olup bitenler okurun kendi kendine tamamlanmasına terkediliyor. Perde açıldığında yine kralın huzurundayız. Aracının rüyanın yorumunu krala aktarışına, rüyanın yorumlayıcısı Yusuf'a, onun hapisliğine, tutukluluk nedenine ve yaşadığı koşullara ilişkin sözlere ayetlerde yer verilmeksizin geçiliyor. Tüm bunların yaşandığı sahneyi anlatmadan geçen ayetlerde doğrudan doğruya, sonuçta kralın Yusuf'u görmek istediğini ve onun kendisine getirilmesini emrettiğini görüyoruz:

"Kral: O adamı bana getiriniz, dedi."

Burada üçüncü kez yine ayetlerde, kralın bu isteğinin nasıl uygulandığı gibi ayrıntılara yer verilmeksizin geçildiğine tanık oluyoruz. Birden, kralın elçisine yanıt vermekte olan Yusuf çıkıyor karşımıza. Bu elçi, daha önce gelip Yusuf'la görüşmüş olan aracı mı? Yoksa bu tür durumlarla görevli yetkili bir başka elçi mi? Bunu bilemiyoruz. Ancak, yıllardır hapiste olan Yusuf'un kurtulmak için hiç de acele etmediğini görüyoruz. Tam tersine o öncelikle meselesini halletmek; kendi durumuna ilişkin gerçeği tümüyle açığa çıkarmak; karanlık bir biçimdeki dedikoduların, komploların ve jurnallerin hiç de doğru olmadığını -tanıklar huzurunda- ortaya koyarak beraat etmek istemektedir... Zira O, Rabbince eğitilip terbiye edilmiş durumdadır. Bu eğitim, bu terbiye sonucudur ki, yüreği rahatlık, güven ve huzur doludur. Bu nedenle böylesi bir. olay karşısında aceleciliğe ya da tezcanlılığa gerek yoktur!

Yusuf'un iki tutumu arasındaki farklılık, sözkonusu ilahi terbiyenin izini somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Daha önce hapishane arkadaşına, "Efendinin yanında benden söz et." demiş olan Yusuf.. Şimdi ise, "Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor!" diyen Yusuf... Bu iki tutum arasında, dağlar kadar fark vardır...

"Yusuf dedi ki; `Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor. Gerçi Rabbim, o kadınların bana kurdukları tuzağı iyi bilir..."

Hz. Yusuf, kralın kendisini huzura çağıran buyruğunu reddetmişti! Reddetmişti, çünkü bir şartı vardı! Öncelikle kral, meselesini gerçek yüzüyle bilmeli; kadınların ellerini neden kestiklerini soruşturup öğrenmeliydi... Bu sözüyle aynı zamanda olayı ve görünümlerini, kadınların birbirlerinin kuyusunu kazdıklarını, sonuçta da bir hileyle kendisinin kuyusunu kazdıklarını hatırlatıyordu... Dolayısıyla bu davanın soruşturulması, Hz. Yusuf'un bulunmadığı ve tartışmalara girişmediği bir ortamda yapılmalıydı ki, gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıksın! .. Zira Yusuf kendine güveniyordu, suçsuzluğundan emindi. Gerçeğin ve hakkın uzun süre örtbas edilemeyeceğinden, gerçeğin ve hakkın uzun süre çarpıtılamayacağından kesinkes emindi o!

Hz. Yusuf'un gerek kendisiyle, gerekse kralın elçisiyle ilgili olarak kullandığı "rabb/efendi" kelimesiyle, bu sözcüğün içeriğini Kur'an bütünüyle bize aktarmış bulunuyor. Kral, sözkonusu elçinin rabbidir. Zira bu kimse kralı, otoritesine boyun eğdiği bir hüküm koyucu olarak benimsemiş durumdadır. Yüce

Allah da Yusuf un Rabbidir. Zira O, otoritesine boyun eğilecek hüküm koyucu olarak yüce Allah'ı benimsemiş durumdadır.

Elçi dönüp gitti ve durumu krala aktardı. Kral da bunun üzerine kadınları, huzuruna çağırarak sorguya çeker. Bunlardan söz edilmemesine karşın, olayların bu şekilde geliştiğini bir sonraki ayetten anlıyoruz:

 

51- Kral, kadınlara "Yusuf'tan yatak yoldaşınız olmasını istediğinizde neler oldu?" dedi. Kadınlar "Haşa Allah'a! O'nun hiçbir kötü davranışını görmedik"dediler. Bunun üzerine başbakanın eşi dedi ki; "Şimdi gerçek meydana çıktı, Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur."

Ayetteki özgün sözcüğüyle "el-hatb": Başa gelen önemli bir iş demektir. Bu sözüne bakılırsa kral, kadınlarla yüzyüze konuşmazdan önce gerekli tahkikatı yapmış ve onların ne yapmış olduklarını anlamış durumdadır. Böylesi durumlarda bu, son derece olağandır. Bunun sonucunda kral, olaya ilişkin ipuçlarını toplamış ve olayı suçlularla tartışmazdan önce bunun hangi koşullar altında yaşandığını anlamış bulunmaktadır. Bu sebeple onların önemli ve etkili bir durumla karşı karşıya geldiklerini işaret ediyor.

"Yusuf'tan yatak yoldaşınız olmasını istediğinizde neler oldu?"

Bu bağlamda bizler, başvezirin evindeki tanışma partisinde olup bitenler; kadınların Yusuf'a söyledikleri sözler, attıkları anlamlı bakışlar, davetiye çıkartırcasına yaptıkları hareketler; onun olmayı arzulamaya dek varan ayartma çabalan hakkında az çok da olsa bir şeyler biliyoruz. Buradan hareketle, tarihin derinliklerine gömülüp giden sözkonusu dönemin panoramasını ve kadınların karakterini çıkartabiliyoruz. Cahiliye nerede ve ne zaman olursa olsun, sürekli aynı cahiliyedir. Nerede bir konforlu yaşam varsa, nerede saraylar ve yardakçılar varsa orada aristokratlık yaftası altında bir çözülme, bir kokuşma ve cinsellik rezaletleriyle karşılaşıyoruz!

Kralın huzurunda böylesi bir suçlamayla yüzyüze gelme karşısında anlaşılan o ki, bunu inkâr etmek olanaksızdır:

"Kadınlar: "Haşa Allah'a O'nun hiçbir kötü davranışını görmedik" dediler."

Bu, sözkonusu türden kadınlar tarafından bile reddedilemeyecek bir gerçektir. Zira Hz. Yusuf'un suçsuzluğu, en ufak bir tartışmaya bile mahal bırakmayacak denli apaçık ve gün gibi ortadaydı.

Bu noktada, Hz. Yusuf'a aşık olan kadın devreye giriyor. Hz. Yusuf'tan ümidini kesmiştir artık, ama ona bağlanmaktan kendini bir türlü kurtaramamaktadır. Kadın bu noktada söz alarak, her şeyi açık açık söylemektedir:

"Başbakanın eşi dedi ki; "Şimdi gerçek meydana çıktı, Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur."

Artık, gerçek ortaya çıktı. Gizlenmesi olanaksız bir biçimde her şey apaçık meydana çıktı.

"Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur."

Tüm bu bekleyiş dönemi süresince Hz. Yusuf'un bir an için bile olsa kalbinden çıkmadığını; onun takdirini kazanabilme, dikkatini çekebilme beklentisini halen koruduğunu açıkça belirtiyor. Bunun da ötesinde, Yusuf'un inanç sisteminin, artık onun kalbine de girdiği, onun da iman ettiği anlaşılıyor:

52- "Böylece Yusuf bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik etmedim ve Allah, kalleşlerin kurdukları tuzakları başarıya erdirmez. "

Bu itirafı ve daha sonrakileri Kur'an bizlere anlatırken, anlam yüklü sözcükler kullanıyor. Böylece, bu itirafların arka planındaki tepkiler ve duygular da adeta bize fısıldanmaktadır. Yine o hassas sahnenin anlatımındaki güzellik ve ifade gücünde de aynı olguyu gözlüyoruz:

"Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur."

Arılığıyla, aklığıyla, dürüstlüğüyle dört dörtlük bir tanıklık. Bu ifadeden hareketle kendisi hakkında birtakım söylentiler çıkarabileceğini kadın zerre kadar umursamıyor... Onu, kralın ve ileri gelen kimselerin huzurunda böylesine açık bir itirafa iten, sadece ve sadece gerçeğin ta kendisi midir?

Bu noktada ayetlerde, bir başka faktöre daha işaret ediliyor. Kadın artık, kendisinin cinsel fitnesine kapılmamış bu imanlı adamın, kendisine saygı göstermesini arzulamaktadır. Kadın artık, imanı, dürüstlüğü ve ona gıyabında ihanet etmemiş olması nedeniyle, Yusuf'un kendisini takdir ederek, saygı göstermesini istemektedir:

"Böylece Yusuf bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik etmedim."

Kadın, bu sözünün ardından, Yusuf'un sevip takdir ettiği bir erdeme geçiyor:

"Allah kalleşlerin kurdukları tuzakları başarıya erdirmez."

Bu temiz duygular içindeki kadın, ardından bir adım daha ileri geçerek şöyle diyor:

 

53- "Bununla birlikte nefsimi aklamak, onu masum göstermek istemiyorum. Çünkü Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki tüm nefisler, insanı ısrarla kötülüğe kışkırtırlar. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir, merhametlidir."

Seven bir kadındır bu! İlgilendiği erkeği, cahiliye döneminde de, İslâmı kabul ettikten sonraki dönemde de yücelten bir kadın! Artık Yusuf'tan beklediği, onun ağzından çıkacak bir söz ya da kendisinin onun rahatladığını görebilmekten öte bir şey değildir! Sadece sanat olsun diye değil, aynı zamanda ibret ve öğüt için; inanç ve çağrı meselesinde bir yöntem için aktarılan kıssada, böylece beşeri boyut da somutlaşmış durumda. Duyguların tüm derinlikleri, vicdandaki tüm titreşimler, kıssanın sanatsal ifadesinde, özenle, büyük bir dikkat ve incelikle resmedilmiş bulunuyor. Bu noktada tam bir gerçekçilik gözleniyor. Bu tür kişilerin iç dünyalarındaki çevrelerindeki ve bu çevrelerde hakim faktörlerdeki, tüm etkiler ve tüm olabilirlikler mükemmel' bir uyum içerisinde aktarılıyor.

Burada Yusuf'un hapisle, ithamla sınanması da noktalanıyor. Artık Yusuf'un hayatında konforlu bir dönem başlayacak ve kendisi bu kez de sıkıntıyla değil bollukla sınanacaktır.

ONÜÇÜNCÜ CÜZ'E GİRİŞ

Bu cüz, Mekke'de inen Yusuf suresinin kalan bölümünden ve yine Mekke'de inmiş olan Ra'd ve İbrahim surelerinden oluşmaktadır. Kısacası Kur'an'ın Mekke'de inmiş bölümlerinde gözlemlediğimiz tüm özellikleriyle, bütün ayetleri Mekke döneminde inen bir cüzdür bu. (Yedinci cüzdeki En'am, onbirinci cüzdeki Yunus, onikinci cüzdeki Hud surelerinin giriş bölümlerine bakınız.)

Ra'd ve İbrahim surelerinin tanıtımını, Allah'ın izniyle bu surelere geldiğimiz zaman yapacağız. Yusuf suresinin bu cüze kalmış olan bölümüne gelince... Sizden ricamız, bu cüzü okumaya başlamazdan önce, bir önceki cüzde Yusuf suresini tanıtmak amacıyla kaleme aldığımız giriş bölümüne yeniden bir kez daha göz atmanızdır.

Bu yeni cüzümüzün ilk sayfalarında, Yusuf kıssasının kalan bölümü ve hemen peşinden gelen, kıssanın değerlendirme ve yorum ayetleri, sonra da surenin bitiminde yeralan son değerlendirme ayetleriyle karşılaşıyoruz. Kıssanın baş kahramanı konumundaki Yusuf'un yaşamındaki aşamalardan yepyeni bir bölüm çıkıyor karşımıza. Kahramanımızın kişiliğinin, kendi temel özelliklerine uygun bir biçimde, giderek yücelip olgunlaştığına tanık oluyoruz. Baş kahramanımızın bu temel özelliklerinden, daha önce suremizin giriş bölümünde kıssadaki kahramanların tanıtımı sırasında söz etmiştik. (Yusuf suresinin başında kaleme alınmış giriş bölümüne bakınız.) Kahramanımızın yaşamındaki bu yeni aşamada, onun yepyeni ayırıcı nitelikleri çıkıyor ortaya. Gerçi bunlar, Yusuf'taki kişilik gelişmesinin ve yaşamındaki geçmiş dönemin doğal ve reel bir uzantısı niteliğindedir, ama yine de apayrı bir karakteristik taşımaktadırlar.

Yusuf'un kişiliğinin, başından geçen olaylar ve başarıyla verdiği sınavlar sonrasında giderek mükemmelleşmiş olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz bu mükemmelleşme ve olgunlaşma, Allah'ın bu salih kuluna verdiği rabbânî eğitimin gölgesi altında gerçekleşmiştir.

Bu eğitimin amacı; Onu yeryüzünde sağlam bir yer sahibi yapmak, sağlam yerleşmiş biçimdeki çağrıyı yaparken Ortadoğu'nun o günlerdeki en önemli başkentinde yönetimin iplerini avucunun içinde tutacaktı.

Bu yeni dönemde onda gözlemlediğimiz özellikler; onur noktasında Allah'a dayanması, mutmain olması, gönlünün O'nun huzuruyla dolması, O'na güvenmesi, sadece O'na bağlanması, ayrıca yeryüzü kökenli tüm değer ölçütlerini bırakması, bu ölçütlerin tüm kösteklerinden kendini kurtarması, yeryüzünde hüküm süren güçleri umursamaması ve yine Allah'ın sebepler zincirine tüm yüreğiyle bağlanmasından ötürüdür ki, yeryüzü kökenli güç ve ölçütlere zerre kadar aldırmamasıdır.

Nitekim bu olguyu, racının gelerek ona kralın kendisiyle görüşmek istediğini söylediğinde, Yusuf'un takındığı tavırda apaçık bir biçimde görüyoruz.

Kralın bu isteği, Yusuf için zerre kadar bir önem arzetmiyor. Bu istek karşısında Yusuf, hemen hapishanenin karanlığından kurtulup bir an önce kendini, bir zamanlar görüşebilmek için çırpındığı kralın huzuruna atabilmek üzere zerre kadar heyecanlanmıyor. Artık onun için, serbest bırakılarak bu sıkıntıdan kurtuluvermek hiç de deliye dönülecek bir olay değildir. Oysa daha önceki yıllara doğru şöyle bir uzanırsak Yusuf'un, şu an kendisine gelmiş bulunan ar acıdan, o zamanlar -belki beni kurtarabilir diye düşünerekten- kendisini ve içine düştüğü durumu krala hatırlatmasını istediğini görüyoruz... İman elbette ki yine aynı imandır... Fakat Yusuf imanın perçinleştiğini, gönül huzuruyla dolduğunu görüyoruz. Mutmainlik tüm yüreğini doldurmuş, tüm benliğiyle Allah'ın güven duygusunu kuşanmıştır... Şimdi, Allah'ın takdirinin akışına bırakmaktan başka şey düşünmüyordu, O erişilmesi güç güven duygusu ki, atası İbrahim bile bunun peşindeydi. Nitekim İbrahim, Rabbine; "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. Allah ise, onun imanlı olduğunu çok iyi bilmesine karşın soruyordu: "Yoksa inanmıyor musun?" Neler hissettiğini, neden böyle dediğini çok iyi bilen Rabbinin bu sorusuna karşılık İbrahim ise şu cevabı veriyordu:

"Tabii inanıyorum, fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu istiyorum." (Bakara Suresi 260)

İşte burada da Yusuf'un, sınanmalar, güçlükler, gördükleri, izlenimleri, bilgisi, tattıkları, duyduğu güven ve huzur sonucunda, Allah'ın rabbânï eğitim yoluyla seçkin kullarına lütfettiği mutmainlik noktasına vardığını görüyoruz.

Nitekim bu noktadan itibaren Yusuf'un, yaşamının sonuna dek sergileyeceği tüm davranışlarında hep aynı olgunun sürdüğünü göreceğiz. Gerçekten de onun sergilediği en son tavrına baktığımızda, yeryüzündeki insanlarca hep hoşlanılan şeylerin tümünü onun bir yana iterek, kurtuluşu sadece Rabbinde aradığına tanık oluyoruz:

"Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin, beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin; canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat."

Gerek surenin sonundaki değerlendirme ayetleri ve gerekse surenin genel değerlendirme ayetlerine gelince, geçen cüzde yeralan sureyi tanıtma kısmında bunlardan bahsetmiştik.

Allah'ın izniyle, yeri geldiğinde tüm bu ayetleri ayrıntısıyla açıklayacağız. Burada sadece, kıssamızın baş kahramanı Yusuf'un kişiliğinde gözlemlenen sözkonusu yeni olguya dikkat çekmeye çalıştık. Bu yeni olguyla Yusuf'un kişiliği, sözcüğün tam anlamıyla olgunlaşmış durumdadır. Ayrıca, Kur'anî yöntemin dinamizmi ve eğiticiliği açısından da kıssamız ve suremiz baştan sona sözkonusu temel olgunun görünümleriyle doludur.

Okuyacağımız derste Yusuf kıssasının yeni bir bölümüne, birbaşka deyişle, dördüncü bölümüne gelmiş bulunuyoruz. Daha önceki dersimizi, hatırlanacağı üzere, kıssamızın üçüncü bölümünün bitimiyle noktalamış durumdaydık. Yusuf hapisten çıkarılmıştı. Kral, kendisini huzura çağırmıştı. Neden çağırdığını ise, kıssamızın bu yeni bölümünde öğreneceğiz.

Bu ders daha önceki sahnenin son bölümüyle başlıyor. Sözkonusu sahnede kral, -Yusuf'un isteği üzerine- ellerini kesmiş olan kadınları sorguluyor. Yusuf böylece, yaşamında yeni bir döneme başlamazdan önce, kendisinin hapse girmesine neden olan komploların tüm olumsuzluklarını silecek ve de yöneticilerin ileri gelenlerine suçsuzluğunu açıkça kanıtlayacaktı. Dolayısıyla yaşamının yeni dönemine, özbenliği rahat ve yüreği huzur içerisinde, kendisine mutlak bir güven duygusuyla başlayacaktı. O, devlet arenasında rol alacağı, tabii ki, aynı zamanda da inanç sistemini açıklama noktasında yepyeni bir yaşama başlayacağını sezinlemişti. Bu yeni yaşama adım atarken en doğru olanı da, kendisine ilişkin her şeyin netleşmesi ve de suçsuz olduğu halde geçmişte kendi üzerine atılmış çamurdan tek bir iz bile bırakmamaktı.

Bununla birlikte o, büyük bir nezaket göstererek, başvezirin eşinden hiçbir biçimde söz etmedi, özellikle o kadını ele vermek yoluna başvurmadı. Tam tersine kraldan sadece, ellerini yemek bıçaklarıyla kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü araştırmasını istemekle yetindi Buna karşın, başvezirin esiri ise, kendi isteğiyle söz alarak, gerçeği bütünüyle açıkladı.

"Şimdi gerçek meydana çıktı. Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur."

"Böylece Yusuf bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik etmedim ve Allah, kalleşlerin kurdukları tuzakları başarıya erdirmez."

"Bununla birlikte nefsimi aklamak, onu masum göstermek istemiyorum. Çünkü Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki tüm nefisler, insanı ısrarla kötülüğe kışkırtırlar. Hiç şüphesiz, Rabbim, bağışlayıcı ve esirgeyicidir."

Kadının son bölümdeki bu sözlerinden artık, iman etmiş ve gözüpek bir kimse olduğu anlaşılıyor. Kendisinin, Yusuf'a yokluğunda kalleşlik etmediğini söylüyor. Bununla birlikte ölçülü davranarak, mutlak anlamda suçsuz olduğunu da iddia etmiyor. Zira -"Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki" biçiminde bir ayrım yaparak- tüm nefislerin insanı kötülüğe kışkırttığını belirtiyor. Ardından, -Yusuf'a bağlılığını kanıtlamak olsa gerek- artık Allah'a iman ettiğinin göstergesi niteliğinde şu sözünü de ekliyor:

"Hiç şüphesiz Rabbim, bağışlayıcı ve esirgeyicidir."

Böylece, doğru sözlü Yusuf'un acılarla dolu yaşamı bir mazi olup perde kapanıyor. Artık Yusuf'un konfor içerisinde, yüksek ve yetkili bir makamda olacağı yeni bir dönem başlıyor...

 

HZ. YUSUF YÜKSEK MEVKİLİ BİR MAKAMDA

54- Kral "Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım " dedi. Yusuf ile konuşunca da ona "Bugün sen artık bizim yüksek mevkili ve güvenilir bir adamımızsın" dedi.

55- Yusuf, krala "Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim.

56- Böylece Yusuf`un o ülkedeki konumunu sağlamlaştırdık, artık o ülkenin dilediği yerinde oturabilirdi. Biz rahmetimizi dilediğimiz kimselere sunarız ve iyi davranışlıları ödülsüz bırakmayız.

57- Ama iman edip kötülükten sakınanlar için ahiret ödülü daha hayırlıdır.

Hz. Yusuf un suçsuzluğunu, rüyaları yorumlama bilgisini, kadınlarla ilgili meselenin içyüzünü araştırma noktasındaki isteğinin hikmetini, onun onurluluğunu ve kimseye minnet etmezliğini, kral kesinkes anlamış bulunuyordu. O ki hapisten kurtulmak için ya da koskoca Mısır kralı gibi bir kralla görüşebilmek için can atmamıştı! Tam tersine, söylentilere dayanarak suçlanmış ve haksızca tutuklanmış onurlu bir insana yaraşır biçimde, bedeninin çektiği hapis cezasının kaldırılmasını istemekten önce, söylentilere dayalı bir suçlamanın kaldırılmasını istemişti. Yine kralın huzuruna varmayı istemekten önce, kendi kişiliğine ve savunduğu dine saygı gösterilmesini istemişti.

Tüm bunlar kralın yüreğinde, Yusuf'a karşı bir saygı ve bir sevgi duymasına yolaçmıştı. Bu nedenledir ki kral şöyle diyordu:

"Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım."

Kralın, Yusuf'u hapisten kendi huzuruna getirmesindeki amacı, ne onu serbest bırakmak içindi; ne de "kral hazretlerinin memnuniyeti"ni ifade ederek onu sevinçten uçurabilmek için!.. Kralın amacı bunların hiçbiri değildi. Yusuf'u huzuruna getirtmesindeki tek amacı, onu yakın çevresine alabilmek; onu kendisi için bir danışman, bir kurtarıcı, bir dost olacağı bir mevkiye getirmekti.

Öte yanda bizler ise, yöneticiler karşısında onurlarını beş paralık eden insanlar görürüz! Üstelik ne suçlulukları sözkonusudur ne de tutuklulukları! Boyunlarına kendi elleriyle boyunduruk geçirirler! Yöneticilerin dikkatlerini kendi üzerlerine çekebilmek ya da onlardan bir övgü sözcüğü koparâbilmek için adeta yırtınırcasına deli olurlar! Üstelik seçkin bir dost konumunda bile değildirler, sadece yardakçılık ve borazanlık peşindedirler. Bu tür kişileri görünce, ister istemez keşke diyor insan. Keşke bu Kur'an'ı, şu Yusuf kıssasını okusàlardı da onurluluğun, minnet etmezliğin ve haysiyetin -maddi açıdan bile- gösterişten, yaranmadan ve sevgi gösterileri yapmaktan çok daha yarar sağlayıcı olduğunu anlayabilselerdi!

"Kral: `Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım' dedi."

Anlatımda bu buyruğun nasıl uygulandığına ilişkin ayrıntılara yer verilmiyor. Bu kral fermanının ardından hemen Yusuf'un kralın huzurunda olduğunu görüyoruz:

"Kral, Yusuf ile konuşunca da ona: `Bugün sen artık bizim yüksek mevkili ve güvenilir bir adamımızsın' dedi."

Kral, Yusuf la konuştuğunda, tahmininde hiç de yanılmadığını anladı. Kralın bu denli güvenini kazanan Yusuf, onun için son derece önemli ve güvenilir bir kimseydi artık. Alnında köle damgası taşıyan ibrânî kökenli bir delikanlı değildi. Oturmuş bir kişiliği vardı. Suçlanan, hapse tıkılan biri değildi artık! Tam tersine, güvenilir bir kişiydi artık! Yusuf ne söylemişti de kral ona kanat gererek, böylesine önemli bir yere getirmiş ve bu denli güvenmişti?

Tağutlara yaltaklanan üst düzey yetkililerinin yaptığı gibi, krala taparcasına şükran gösterisinde bulunmamıştı. Tağutların çevresindeki yaltakçılar gibi; "Çok sağolasınız, var olasınız efendim! Bendeniz her konuda emrinize amade olacağım! Size hizmette hiçbir kusurum olmayacağını bilmelisiniz!.." vb. türden yağ çekmemişti. O, bu türden hiçbir davranışta bulunmamıştı! Tam tersine o sadece, yorumunu yaptığı kralın rüyasının haber verdiği kriz döneminin getireceği sorumlulukları kaldırabilecek birkimse olduğunu söylüyordu. Ülkede, bu işin üstesinden gelebilecek bir kimse olduğunu söylüyordu. Ülkede, bu işin üstesinden gelebilecek en iyi kişinin kendisi olduğunu ifade ediyordu. Pek çok insanı ölümden, ülkeyi mahvolmaktan, toplumu büyük bir felâketten -açlık felâketinden- koruyabileceğine inanıyordu. O dönemde, kendi deneyimliliğine, yetkinliğine, güvenilirliğine, onurunu ve gözü tokluğunu yitirmeme noktasındaki gücüne ihtiyaç olacağını çok iyi biliyordu:

"Yusuf krala: `Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim."

Gelecek kriz döneminde ve bunun öncesindeki bolluk yıllarında, önlemlere, korumaya, işleri özenle idare edebilme yeteneğine ve de tarımı, ürünleri denetleyip korumaya ihtiyaç vardı. Gerek bolluk yıllarında, gerekse kuraklık yıllarında bu misyonun yerine getirilebilmesi için, gerekli tüm ayrıntıları içerebilen bir bilgiye, iyi bir yöneticiliğe ve bir deneyime ihtiyaç vardı. Buradan hareketle Yusuf, sözkonusu misyonun gerektirdiği tüm nitelikleri üzerinde taşıdığını söylüyordu. Bu misyonu en iyi yerine getirebilecek kişinin kendisi olduğunu, bunda Mısır halkı ve komşu halklar için büyük bir hayır bulunduğunu düşünü yordu:

"Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim..."

Yusuf kralın kendisiyle ilgilendiğini görünce ondan kendisini ülke hazinelerinin yöneticiliğine getirmesini istemişti. Ama Yusuf, bununla kendi şahsı için bir şey istemiyordu. Tam tersine o sadece, en şiddetli kriz döneminde geniş kitlelere karşı bu zorlu ve ağır görevi üstlenebilmesi; yedi yıl süresince Mısır halkının tümünü ve çevredeki komşu halklarına gıda sağlama görevine getirilebilmesi için bu isteğini harika bir zamanlamayla dile getiriyordu. Üstelik bu süreç içinde ne tarımdan bir ürün elde edebilecekti, ne de hayvancılıktan! Dolayısıyla Yusuf'un kendisi için talip olduğu bu görev, bulunmaz bir ganimet olarak nitelenemez. Yedi yıl aralıksız bir biçimde bir halkın gıdasını sağlama sorumluluğunu yüklenmenin, bulunmaz bir altın fırsat olduğunu kimse söyleyemez. Bu, insanların normalde kabul etmeye yanaşmayacakları bir sorumluluktur! Zira bu görev, sonuçta kelleyi yitirmeye götürebilecek denli risklidir! Açlık, insanları nankörleştirir! Aç kalan kitleler, küfür ve delilik noktasına gelerek, kendilerini bile parçalayacak denli zıvanadan çıkarlar...

Burada ister istemez bir soru işareti ortaya çıkıyor. Yusuf'un: "Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim" biçimindeki sözü, İslâm düzeni

açısından şu iki mahsuru taşımaz mı?

Birincisi, görev istemek noktasında. Peygamberimizin: "Allah'a ant olsun ki bu işe, talip olan bir kimseyi (ya da aşırı istekli bir kimseyi) görevlendirmeyiz" buyurması nedeniyle, bu sakıncalı bir davranış değil midir?

İkincisi ise, nefsi arıtma noktasında. Allah'ın: "Nefsi arıtmada kendi propagandanızı yapmayın!' buyurması nedeniyle de bu, sakıncalı bir davranış değil midir?

Bu soruları yanıtlamak istemiyoruz. Çünkü bu kurallar İslâm sistemi ne -Yusuf'un yaşadığı dönem de değil!- bizim Peygamberimiz zamanında girmiştir. Çünkü "sosyal ve yasal düzenlemeler inanç ilkeleri gibi bütün peygamberlerin uygulamalarında aynı ve ortak değildir."

İslâm hukuku, hayali ya da salt kurgusal bazda yaşanıp kavranmış olmadığı gibi, hayali ya da salt kurgusal bazda doğmuş da değildir! Tam tersine, müslüman bir toplumda ve de bu toplumun, reel bir islâmi yaşamın gereksinimleri karşısında takındıkları tavırlar sonucunda doğmuştur. İslâm toplumunu doğuran İslâm hukuku değildir! Aksine, İslâm hukukunu ortaya çıkarıp geliştiren İslâm toplumunun, islâmi bir yaşamın ihtiyaçlarını karşısında benimsemiş olduğu gerçekçi tavırlardır..

Sözkonusu bu iki tarihsel reel gerçek, son derece anlam yüklüdür. Yine İslâm hukukunun doğasını anlayabilmek ve İslâm hukukundaki hükümlerin dinamik yapısını kavrayabilmek için de bu iki gerçeği gözönünde bulundurmak zorunludur.

Bugün bazı kimselerin nassları ve kayda geçmiş hükümleri ele alırken, sözkonusu iki gerçeği kavrayamadıkları; nassların indiği ve hükümlerin doğduğu koşulları ve görünümleri hiç gözönüne almadıkları; nassların bir karşılık, bir çözüm olarak indiği, hükümlerin biçimlendiği, bir yanıt olarak yaşama geçirildiği atmosfer, ortam ve durumun niteliğini özümseyemedikleri gözleniyor. Bu sebeple de sözkonusu türden kimseler bu hükümleri, adeta boşlukta doğmuşçasına, adeta boşlukta yaşayabilirlermişcesine, uygulamaya çabalıyorlar. Bu tür kimseler, "fıkıhçı" ya da "İslâm hukukçusu" falan değildirler! Zira gerçekte ne İslâm hukukunun yapısını kavrayabilmişlerdir, ne de bu dinin doğasını!

"Dinamik İslâm hukuku", temelde "kâğıt üzerindeki İslâm hukuku"nun yaslandığı nasslara dayanmakla birlikte, "kâğıt üzerindeki İslâm hukuku"ndan büsbütün farklıdır!

"Dinamik İslâm hukuku", nassların indiği, hükümlerin biçimlendiği "realite"yi esas almaktadır. Sözkonusu realiteyi, nasslar ve hükümlerle birlikte elementleri parçalanamaz bir birleşim olarak algılamaktadır. Bu birleşimin elementlerine ayrılması durumunda, doğasını yitireceğini, oluşumunun bozulacağını düşünmektedir!

Aslında bunun da ötesinde, başlıbaşına bağımsız olan; ilk kez ortaya çıktığı konum, atmosfer, çevre ve olgularla hiçbir ilintisi bulunmuyormuşçasına adeta boşlukta asılı duran tek bir fıkhî hüküm bile yoktur... Dolayısıyla bu hükümler boşlukta doğmadığı gibi, öyle boşlukta ve sallantıda yaşayamaz!

Bu genel belirlemeyi dilerseniz, Allah'ın "Nefsinizi/kendinizi temize çıkarmayın!" biçimindeki buyruğundan ve Peygamberimizin de "Allah'a ant olsun ki, bu işe, talip olan kimseyi görevlendirmeyiz!" biçimindeki sözünden hareketle ortaya konan, İslâmın "kendini temize çıkarmama ve de herhangi bir makama aday göstermeme" yolundaki fıkhî hükmünü örnek seçerek açıklamaya çalışalım.

Tıpkı ilgili nasslar gibi bu hüküm bizzat kendisi de müslüman bir toplumda doğmuştur. Bu hüküm, bu toplumda uygulanmak, bu ortamda yaşanmak, bu toplumun ihtiyacını karşılamak üzere ortaya çıkmıştır. Sözkonusu toplumun tarihsel oluşumu, gelişimi, organik bileşimi ve kendine özgü pratiğiyle de tamamen uyum halindedir. Bundan dolayı bu hüküm İslâm toplumunda uygulanmadıkça ne beklenen randımana erebilir ve ne de olumlu sonuçlarını ortaya koyabilir. Onun uygulanacağı toplum, gerek doğuşunda, gerek organik yapısında ve gerekse İslâm şeriatına kesinkes bağlılığında "İslâmi olmak" zorundadır. Bütün bu temel özellikleri yapısında bulundurmayan her toplum, bu hükme göre temelsiz bir "boşluk" ortamı sayılır. Bu hüküm orada yaşayamaz. O ortamda bağdaşamaz ve o ortamı düzeltemez.

İslâm toplumunda insanlar kendilerini neden temize çıkarmazlar? Neden kendilerini bir göreve aday göstermezler? Millet Meclisi'ne girebilmek, devlet başkanlığına ya da önemli görevlere seçilebilmek için neden kendi propagandalarını yapmaya kalkışmazlar? İsterseniz bunu anlamaya çalışalım.

İslâm toplumundaki insanlar bu bağlamda, üstünlüklerini ya da daha lâyık olduklarını herkese gösterme ihtiyacını duymazlar. Üstelik bu toplumdaki makamlar ve görevlerdeki ağır bir yükümlülük bulunmasından ötürü de, hiç kimse bunlara soyunmayı özendirmeye kalkışmaz. -Sevap kazanmayı isteme, yükümlülüğü hakkıyla yerine getirme; böylesi ağır bir hizmeti üstlenme de sadece Allah'ın hoşnutluğunu arzulamakla olur.- Bunun da ötesinde, makam ve görevlere talip olanlar, bunu bireysel çıkarları için arzulayanlardan başkaları değildir!

Ancak bu gerçeği iyice anlayabilmenin yolu, İslâm toplumunun doğal gelişimini ve organik yapısını irdeleyip kavramaktan geçer.

Bu toplumu oluşturan faktör, sürekli harekettir, dinamizmdir. İslâm toplumu, İslâm inancıyla başbaşa giden bir hareketin ve dinamizmin ürünüdür. Önce belirtelim ki bu inanç, -peygamberler döneminde- peygamberin anlattıklarında ve uygulamalarında, daha sonraki dönemlerde ise, davetçilerin Allah katından gelmiş ve peygamberce açıklanmış çağrılarında simgelenen ilahi bir kaynağa dayanmaktadır. İnsanların bir grubu, bu çağrıyı benimsemelerinin ardından, bulundukları ortamda hakim durumdaki cahiliye yanlılarından baskıya ve fitneye uğratma girişimlerine maruz kalırlar. Sonuçta bunların bir bölümü yoldan çıkıp, döneklik gösterebilir. Kimileri ise Allah'a verdikleri sözden asla caymaz ve ruhunu şehit olarak teslim eder. Hayatlarını sürdürebilenleri de, kendileri ile ulusları arasında Allah hak olan hükmünü verene dek sabredip direnirler...

İşte Allah onlara yardım ediyor ve onları yürürlüğe koyduğu kaderine perde yapıyor. Kendisine yardım edene zafer vereceğine ve onu yeryüzüne hükümran kılacağına ilişkin vadini gerçekleştirmek üzere onları yeryüzüne egemen kılıyor. Amaç, yeryüzünde Allah'ın egemenliğini kurmaktır. Yani yeryüzünde Allah'ın hükmünü geçerli kılmaktır. Bu zafer ve hükümranlıkta O'nun hiçbir çıkarı olamaz. Her şey Allah'ın dininin zaferi içindir. Kullar üzerinde Allah'ın Rabblığını geçerli kılmak içindir.

Bunlar Allah'ın dinini belli bir bölgede, belli bir ırkın sınırında durdurmazlar. Bu dini bir toplumla, bir rengle ya da yeryüzünün basit, değersiz beşeri özelliklerinden biri ile sınırlandırmazlar. Onlar "insanları" tüm insanları... "Yeryüzünde" ... tüm yeryüzünde... Allah'tan başkasına kul olmaktan kurtarmak için bu ilahi inanç sistemi ile harekete geçerler. İnsanları, hangisi olursa olsun bütün zorba tağutların kulluğundan çıkarıp yücelere ulaştırmak için hareket ederler.

Bu dine göre harekete geçildiği sırada -ki biz, bu hareketin yeryüzünün herhangi bir bölgesinde müslüman bir devletin kurulması ile sona ermeyeceğine, herhangi bir bölgenin, ırkın ya da toplumun sınırının yanında durmayacağına işaret etmiştik- insanların değerleri belirginleşir, toplum içindeki yerleri belirlenir. Bu belirginleşme ve belirlenme hiç kuşkusuz imani ölçü ve değerlere dayanır. Herkes, cihad meydanında katlanılan imtihanlardan, takva, iyi amel, ibadet, ahlâk, güç ve yeterlilik açısından birbirini tanır. Bütün bunlar realitenin belirlediği değerlerdir. Hareketin ortaya çıkardığı özelliklerdir. Toplum bunları bilir, bu niteliklere sahip olanlar da, kendi kendilerini temize çıkarma gereğini duymazlar. Şura ve yönlendirme yetkisine sahip kurumlardan bu temize çıkarmaya dayanarak görev istemezler.

Bu şekilde ortaya çıkan ve organik bileşimi imani değerler doğrultusunda hareket esnasında belirginleşen özelliklere dayandıran müslüman toplumda... (Nitekim müslüman toplumda muhacir ve ensardan, Bedir savaşına katılanlardan, Rıdvan biatında bulunanlardan, Mekke fethinden önce maddi yardımda bulunan ve savaşanlardan her zaman önde bulunanlar toplum içinde seçkin bir yere sahiptirler.)

Bundan sonra da insanlar imtihanları başarıyla atlattıkları, İslâmı en güzel şekilde yaşadıkları sürece seçkin bir yere sahip olmuşlardır... İşte böyle bir toplumda insanlar birbirlerini kandırmazlar. Zaman zaman insanın yapısındaki zaaflara yenik düşseler de, kimi zaman hırsa kapılsalar da seçkin kişilerin üstünlüklerini inkâr etmezler. Bu durumda seçkin kimselerin kendilerini propaganda yapmalarına, şura ve yönlendirme kurumlarında-ı bu propagandaya dayalı olarak görev istemelerine gerek kalmaz.

Günümüzde insanlar, ilk müslüman toplumun sahip olduğu bu eşsiz özelliklerin o toplumun tarihsel doğuşundan kaynaklandığını sanıyorlar. Ne var ki, onlar herhangi bir müslüman toplumun ancak bu şekilde doğabileceğini unutuyorlar. İnsanlar yeniden bu dine girmeye çağırılmadan, içinde yüzdükleri cahiliye hayatından çıkmaya davet edilmeden bugün de yarın da böyle bir toplum oluşamaz. İşte islâmi hareketin başlangıç noktası burasıdır... Arkasından baskılar, imtihanlar gelir -Nitekim İslâm toplumu ilk defa oluştuğunda da böyle olmuştu.- Kimi insanlar baskılara dayanamaz, dinden döner. Kimisi Allah'a verdikleri söze sadık kalır, sıralarını savıp, şehit olarak can verirler. Kimi insan sabreder, sabrı tavsiye eder, İslâmı yaşamakta kararlı olur. onlardan biri yeniden cahiliyeye dönmekten ateşe atılmak kadar nefret eder. Yüce Allah onlarla milletleri arasındaki meseleyi hak ilkesine göre çözümleyince, -İlk müslümanları yeryüzüne egemenliği gibi- kendilerini de yeryüzüne egemen kılınca, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde islâmi nizam kurulunca, hiç kuşkusuz islâmi hareket, başlangıç noktasından İslâm düzeninin kuruluşuna kadar harekete katılan mücahitlerin imani sınıflarını imani ölçü ve değerlere göre ortaya çıkaracaktır... Böyle bir günde o insanlar, kendi propagandalarını yapma, herhangi bir görev için aday gösterme gereğini duymazlar. Çünkü birlikte cihad ettikleri toplum onları biliyordur, onları tanıtıp herhangi bir görev için aday gösterecektir.

Bundan sonra şöyle denebilir; bu söyledikleriniz ilk aşama için geçerlidir. Toplum oturduktan sonra durum ne olacaktır? Bu soruyu bu dinin tabiatını bilmeyenler sorar. Çünkü bu din, her zaman hareket halindedir ve hiçbir zaman hareketten geri kalmaz, insanı bütün insanları... Yeryüzünde... tüm yeryüzünde Allah'dan başkasına kulluk yapmaktan kurtarmak, tağutlara kul olmaktan çıkarmak için hareket eder. Bu bölgenin bir ırkın, bir milletin ya da yeryüzünde herhangi basit, değersiz bir beşeri ilkenin sınırında durması mümkün değildir.

Şu halde bu dinin değişmez özelliği olan hareket, imtihanları başarı ile geçenleri, doğuştan bazı üstün yeteneklere sahip kimseleri, ortaya çıkarmaya devam edecektir. İslâmdan sapmadığı sürece toplumu donuklaştıracak, bozacak bir durağanlık sözkonusu olamaz. Propaganda yapma ve buna dayanarak görev istemenin haramlığına ilişkin özel fıkhi kural da kendine uygun ortamda işlevini yerine getirecek, yürürlükte olacaktır. Tıpkı ilk defa ortaya çıktığı ve işlevini gördüğü ilk toplumun oluşturduğu ortam gibi.

Sonra şöyle de denebilir: Fakat toplum büyüdükçe insanlar birbirlerini tanımaz olurlar. Bu yüzden yetenek sahipleri kendilerini duyurmak ve tanıtma gereğini duyarlar. Buna dayalı olarak da sorumluluk isterler.

Bu söz de çağdaş cahiliye toplumlarının realitesinden kaynaklanan bir kuruntudur. Çünkü müslüman toplumu oluşturan her bölgede insanlar birbirlerini tanırlar, aralarında sıkı bir bağlılık vardır, karşılıklı dayanışma içindedirler. -Nitekim müslüman toplumun eğitimi, organik yapısı, yönetimi ve sorumluluk bilinci bunu gerektirir.- Bu yüzden her bölgenin insanları aralarındaki yetenekli, nitelikli kişileri tanırlar. Bu yetenek ve nitelikleri kuşkusuz imanın terazisinde değerlendirirler, ölçerler. Gerek şura meclisi, gerek yerel yönetim için içlerinde zorlukları sabırla aşabilen, Allah'dan korkan yetenekli kimseleri seçmeleri zor bir iş değildir. Kamu yöneticilerine gelince, onları da "yüksek danışmanlar kurulu (ehl-i hal ve akd) olanların üyelerinin aday göstermesinden sonra halk tarafından seçilen devlet başkanı tayin eder. Hareketin ortaya çıkardığı yetenekli kişiler arasından seçer. Daha önce de söylediğimiz gibi müslüman toplum içinde hareket süreklidir. Cihad kıyamete kadar bakidir.

Günümüzde İslâm düzeni ve devlet yapısı üzerinde düşünenler -ya da kitaplar yazanlar- bir çıkmaz içindedirler. Çünkü onlar İslâm düzeninin kurallarım, düzenlenmiş fıkıh hükümlerini boşlukta uygulamaya çalışıyorlar. Bu hüküm ve kuralları şu andaki organik bileşimi ile varlığını sürdüren cahiliye toplumunda uygulamaya kalkışıyorlar. Oysa İslâm düzeninin ve fıkhi hükümlerinin tabiatına göre bugünkü cahiliye toplumu bir boşluk niteliğindedir. Bu toplumda İslâm düzeninin kurulması, İslâm fıkhının hükümlerinin uygulanması imkânsızdır. Çünkü bu toplumun organik yapısı, müslüman toplumun organik yapısı müslüman toplumun organik yapısına tamamen terstir. Çünkü müslüman toplum -daha önce de söylediğimiz gibi- organik yapısını, İslâm düzeninin, pratikte uygulanmasını ve insanların İslâma gelmesini sağlamak için cahiliye ile girişilen cihad hareketinin belirlediği şekliyle kişilerin ve grupların ortaya çıkan yeteneklerine dayandırır. Bu arada cahiliyeden gelen baskılara, onun islâmi harekete karşı başlattığı işkencelere, sıkıntılara ve savaşlara katlanma, sınavları başarıyla geçme, musibetleri en güzel şekilde savma, hareketin başından sonuna kadar her türlü zorluğu göğüsleme, müslüman toplumun organik yapısı içinde yer almak için bir ölçüdür. Ama günümüzün cahiliye toplumu donuklaşmış bir toplumdur. İslâmla, imani değerlerle ilgisi bulunmayan değerlere dayanmaktadır. İşte bu yüzden, İslâm nizamı ve fıkhi kuralları açısından bu toplum, boşluk niteliğindedir. İslâm düzeni ve fıkhi hükümleri bu toplumda yaşayamaz.

İslâm düzeni kurallarının, devlet yapısının ve fıkhi hükümlerinin uygulanması için çözüm yollarını araştıran bu yazarları en başta yânılgıya düşüren şey, yüksek danışmanlar kurulu ehl-i hal ve'l akd'ın üyelerinin -ya da şura ehlinin kendilerini aday göstermeden, propaganda yapmadan seçilme yöntemleridir. İnsanların birbirini tanımadığı, yeterlilik, dürüstlük ve güvenirlilik terazisi ile ölçme imkânına sahip bulunmadığı içinde yaşadığımız bu toplumda nasıl olacak bu durum? Yine devlet başkanının seçilme yöntemi de onları şaşırtmaktadır. Devlet başkanını bütün halk mı seçecek, yoksa ehl-i hal ve akd (yüksek danışmanlar kurul) mu aday gösterecek? Devlet başkam, -kendi propagandalarını yapmayacakları ve kendilerini aday göstermeyecekleri için- ehl-i hal velakd, seçeceğine göre, bu adamlar nasıl tekrar dönüp devlet başkanını seçecekler? Bu durum değerlendirme yaparken etkisini göstermeyecek midir? Bunlar dönüp imamı sereceklerine, birini aday göstereceklerine göre, en büyük sorumluluk sahibi devlet başkanı üzerinde etkinlikleri olmayacak mı? Bu durum devlet başkanını kendisine taraf olanları seçmeye, bu seçimi yaparken öncelikle bunu gözönünde bulundurmaya zorlamayacak mı?..

Bu çıkmaz içinde cevabını bulamadıkları daha bir yığın soru...

Ben, içine düştükleri bu çıkmazın başlangıç noktasını biliyorum.

Bu çıkmazın başlangıç noktası, içinde yaşadığımız cahiliye toplumunu müslüman toplum sanmalarıdır. İslâm düzeninin ve fıkhi kurallarının, bugünkü organik yapısı ile, sahip olduğu ahlâk ve değer yargıları ve bu cahiliye toplumunda uygulanabileceğini sanmalarıdır!

İşte içine düştükleri çıkmazın başlangıç noktası burasıdır... Araştırmacı araştırmasına buradan başladı mi, bir boşluğa düşüyor demektir. Gittikçe boşlukta kaybolacaktır. Gitgide bir girdaba yakalanacak, debelenip duracaktır.

İçinde yaşadığımız şu cahiliye toplumu müslüman bir toplum değildir. Bu yüzden İslâm düzeni ve bu düzene özgü fıkhi hükümler bu toplumda uygulanamaz. İslâm düzeninin kuralları ve fıkhi hükümleri boşlukta hareket etmedikleri için bu uygulama imkânsızdır. Çünkü bu kurallar ve hükümler tabiatları gereği boşlukta meydana gelmezler. Bunun için boşlukta da işlemezler.

Hiç kuşkusuz müslüman toplum, cahiliye toplumunun organik yapısından farklı yepyeni bir organik yapı tarafından oluşturulur. Müslüman bir toplum oluşturmak için cahiliyeye karşı cihad eden kişiler, topluluklar, gruplar tarafından oluşturulur. Bu hareket esnasında kişilerin, toplulukların, grupların değerleri belirlenir, düzeyleri ortaya çıkar.

Bu yepyeni bir toplumdur... Yeni doğmuştur... "İnsanın" özgürlüğünü sağlamak için kendi yolunda sürekli hareket eden bir toplum.. Bütün insanların... yeryüzünde... tüm yeryüzünde Allah'dan başkasına kul olmaktan kurtulması için hareket eder... İnsanı kim olursa olsun, tağutlara kul olma zilletinden kurtarmak için mücadele eder...

Propaganda, kendi kendini temize çıkarma, görev isteme, devlet başkanı seçimi, şura ehlinin seçimi gibi meseleleri İslâm adına boşlukta... Yani içinde yaşadığımız cahiliye toplumunda... Müslüman toplumun organik yapısından tamamen farklı organik yapısı ile, müslüman toplumun organik yapısı ile, müslüman toplumun sahip olduğu değerlerden, ölçülerden, ahlâk kurallarından, armalardan, düşüncelerden bütünüyle farklı değerleri, ölçüleri, ahlâk kuralları, armaları ve düşünceleri ile cahiliye toplumunda araştırma yapanlar çıkmazda hareket etmektedirler.

Faize dayalı banka işlemleri, faize göre belirlenen kuralları ile sigorta şirketleri... Nüfus planlaması ve daha bilmem neler?.. Araştırmacılar bu ve benzeri "problemlerle" uğraşıp durmaktadırlar, bu "problemler"e ilişkin karşılaştıkları fetva istemlerine cevap yetiştirmeye çalışmaktadırlar.

Ama ne yazık ki,- hepsi de bir çıkmazda yeralan noktadan işe başlamaktadırlar. İslâm düzeni kurallarının ve fıkhi hükümlerinin, bugünkü organik yapısı ile günümüz cahiliye toplumunda uygulanabileceği noktasından başlıyorlar. Şu halde onlara göre -içinde İslâm hükümlerinin uygulanması ile birlikte- bu cahiliye toplumları müslüman (!) olacaklardır.

Üzücü olması bir yana, aynı zamanda komik düşünceler bunlar... Müslüman toplumu meydana getiren İslâm fıkhi değildir. Tersine, müslüman toplum öncelikle cahiliyeye karşı giriştiği harekette, sonra gerçek hayatın ihtiyaçlarına cevap verme amacı ile giriştiği harekette, şeriatın temel kurallarından yola çıkarak İslâm fıkhını oluşturmuştur. Bunun aksi kesinlikle mümkün değildir.

İslâm fıkhı boşlukta oluşmaz. Boşlukta yaşayamaz da. Beyinlerde, sayfalâr arasında oluşmaz. Hayatın realitesinde oluşur. Bu, herhangi bir hayat değildir kuşkusuz.

Müslüman toplumun yaşadığı hayattır kesinlikle... Bunun için en başta tabii organik yapısı ile müslüman bir toplum meydana gelmelidir. İslâm fıkhının oluştuğu ve uygulandığı ortam burasıdır işte. O zaman işler bütünüyle değişecektir kuşkusuz.

Günü gelince bu özel toplum -cahiliye karşısında oluşumunu gerçekleştirdikten, hayat içinde harekete geçtikten sonra- bankalar, sigorta şirketlerine, nüfus planlamasına ihtiyaç duyabilir de duymayabilir de... Çünkü biz daha şimdiden bu toplumun ihtiyacının aslını, boyutunu ve şeklini belirleyemeyiz. Bu yüzden bu ihtiyaçlara göre kurallar da koyamayız. Aynı şekilde bu dinin elimizde bulunan hükümleri cahiliye toplumlarının ihtiyaçlarına uymazlar, onlara cevap verecek nitelikte değildirler. Çünkü bu din daha baştan bu toplumların varlığını meşru saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden hoşnut değildir. Bu yüzden cahiliye toplumu oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz.

Bu araştırmacıların gerçek sıkıntıları, bu cahili realiteyi temel kabul etmelerinden ve İslâmın bu temele uyması gerektiğini düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Ama durum bunun tamamen tersidir. Aslolan, Allah'ın dinidir. İnsanlık kendini bu temele uydurmak zorundadır. Cahili pratiğinden vazgeçip bu uygunluk gerçekleşene kadar değişkinliğe uğramalıdır. Ne var ki, bu vazgeçme, bu değişiklik, ancak bir yolla gerçekleşebilir... Yeryüzünde Allah'ın ilahlığını, kullar üzerindeki Rabblığını gerçekleştirmek, hayatlarına tek başına Allah'ın şeriatını egemen kılmak suretiyle insanları tağutlara kul yapmaktan kurtarmak amacıyla cahiliyeye karşı harekete geçmektir bu yol... Bu hareketin baskılarla, işkencelerle, sınamalarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. Baskılara boyun eğenler, dinden dönenler olacak, Allah'a verdikleri söze bağlı kalıp ecelleri dolana kadar şehitlik derecesine ulaşana kadar direnenler olacak. Sabredenler olacak. Yüce Allah, kendileri ile toplumları arasındaki sorunu lehlerine çözümleyene ve kendilerini yeryüzüne egemen kılana kadar mücadeleyi sürdürenler olacak... İşte ancak o zaman İslâm düzeni kurulabilir. Bu durumda İslâmı gerçekleştirmek için harekete geçenler, islâmi nitelikler kazanmış olurlar. İslâmın kendilerine kazandırdığı değerlerle belirginleşirler. O zaman hayatları bazı şeyler ister. Birtakım ihtiyaçlar ortaya çıkar. Bu ihtiyaçların özellikleri ve karşılama yolları cahiliye toplumlarının isteklerinden, ihtiyaçlarından ve bunları karşılama yollarından farklılık arzeder. Müslüman toplumun pratik hayatının ışığında o gün için hükümler belirlenir. İslâmın canlı ve hareketli fıkhı oluşmuş olur böylece... Boşlukta değil kuşkusuz istekleri, ihtiyaçları ve problemleri bilinen pratik bir ortamda oluşur.

Zekâtın toplanıp ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı, her bölgede yaşayan insanların tüm toplumu oluşturan fertlerin arasında karşılıklı sevgi ve dayanışmanın sağlandığı, insanların hayatlarında lüks ve israfa, kibir ve gösterişe yer olmadığı, islâmi bir hayatın gerektirdiği tüm prensiplerin geçerli olduğu müslüman bir toplumda... Evet böyle bir toplumda insanların, bu güvencelerin, bu garantilerin yanında, bu koşullarda, bu değer yargıları ve düşüncelerin geçerli olduğu bir yerde sigorta şirketlerine ihtiyaç duyacaklarını şimdiden kim kanıtlayabilir ki? Diyelim ki o gün bir tür güvenceye ihtiyaç duyulacaksa, onun da cahiliye toplumunda bilinen onun cahili koşullarından, ihtiyaçlarından, değer yargısı ve düşüncelerinden kaynaklanan kurumların olacağını kim, nereden bilecektir?

Aynı şekilde sürekli hareket eden, mücahid müslüman toplumun nüfus planlamasına ihtiyaç duyacağını kim, nereden bilebilir?.. Bu durum diğer hususlar için de geçerlidir.

Toplum müslüman olduğu zaman organik yapısı, düşüncesi, armaları, değer ve ölçüleri cahiliye toplumlarınkinden tamamen farklı olacağından, doğacak ihtiyaçların mahiyetini, hacmini ve şeklini şimdiden kestirebilme imkânına sahip olmadığımıza göre, önceden düzenlenmiş fıkhi kuralları gaybın kapsamında yeralan ve bizzat müslüman toplumun vàrlığı ile ilgili bulunan ihtiyaçlara uydurmak için bu hükümleri değiştirme, geliştirme ve yeni kalıplara dökme uğruna hastalık derecesine gelmiş tüm girişimler gereksizdirler.

Daha önce de söylediğimiz gibi, bu çıkmazın başlangıç noktası; bugünkü toplumların müslüman toplumlar olduklarının ve bu organik yapıya bu düşüncelere, bu armalara, bu değer ve ölçülere sahip oldukları halde, sayfalar arasındaki İslâm fıkhının bu toplumlarda uygulanacağının sanılmasıdır.

Problemin aslı, bu cahiliye toplumlarının pratik hayatlarının ve bugünkü organik yapılarının temel kabul edilmesi ve Allah'ın dininin bu temele uydurulmaya çalışılmasında yatmaktadır. Bu toplumların ihtiyaçlarını ve problemlerini karşılamak için İslâmın hükümlerini yeni kalıplara dökme, geliştirme ve değiştirme çabaları oluşturmaktadır sorunun özünü... Oysa bu toplumların ihtiyaçları, karşı karşıya kaldıkları problemler, onların İslâma karşı oluşlarından, yaşayışları itibariyle İslâmın çerçevesinden çıkmış olmalarından kaynaklanmaktadır.

Sanırım, İslâmın davetçilerin katında üstün tutulmasının zamanı gelmiştir. Onu cahiliye rejimlerine, cahiliye toplumlarına, cahiliyenin ihtiyaçlarına hizmet eden bir araç konumuna düşürmemelidirler. İnsanlara -özellikle de kendilerinden bu tür konularda fetva isteyenlere- şöyle demelidirler: Önce siz İslâma gelin, daha baştan itibaren İslâmın hükümlerine boyun eğdiğinizi açıkça duyurun. "Diğer bir ifade ile" Önce siz Allah'ın dinine giriniz, sadece O'na kulluk edeceğinizi açıkça duyurunuz. İmanın ve İslâmın geçerli olabilmesi için zorunlu olan tüm anlamları ile "Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik ediniz."

Bu da gökte olduğu gibi, yüce Allah'ın yerde de tek ilah olduğuna inanılması tüm insanların hayatlarında -her yönüyle- sadece O'nun Rabblığının, yani hakimiyetinin ve otoritesinin geçerli kılınması, kulların kullara Rabblık yapmasının, kulların kullar üzerinde hakimiyet kurmasının, kulların kullar için kanun koymasının ortadan kaldırılması demektir.

İnsanlar -ya da insanların bir bölümü- bu çağrıya olumlu cevap verdiği zaman müslüman toplum varlık sahnesine ilk adımını atmış olur. O zaman toplum, canlı İslâm fıkhının fiilen Allah'ın şeriatına teslim olmuş, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere doğup geliştiği pratik ve canlı bir ortam niteliğini kazanır.

Bu toplum meydana gelmeden önce fıkıh ve yönetim biçimi ile ilgili hükümler alanında çalışma yapmak, havaya tohum serpmek gibi insanın kendini aldatmasıdır. Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm fıkhı da boşlukta gelişmez.

Düşünsel planda İslâm fıkhı ile ilgili çalışmalar yapmak kolay bir iştir. Çünkü tehlikesizdir. Ama bu, İslâm için çalışmak değildir. İslâmın hareket metodunda ve tabiatında böyle bir çalışmaya yer yoktur! Rahat ve tehlikesiz bir iş yapmak isteyenlerin edebiyatla, sanatla ya da ticaretle uğraşmaları daha yararlı olacaktır. Ama şu anda, belirttiğimiz tarzda, hem de böyle bir dönemde İslâm için çalışma adı altında fıkıhla uğraşmak -sanrım Allah en iyisini bilir- hem ömrü, hem de sevabı boşu boşuna heder etmektir.

Allah'ın dini, sürü gibi güdülmeyi kabul etmez. Kendisinden kaçan, kendisinden kopup ayrılan, Allah'ın şeriatına ve otoritesine boyun eğmediği halde, zaman zaman ortaya çıkan ihtiyaçları ve problemleri için kendisinden fetva isteminde bulunmak suretiyle alay eden cahiliye toplumunun èmrine girecek itaatkâr bir hizmetçi olmayı kabul etmez.

Bu dinin fıkhı ve hükümleri boşlukta meydana gelmezler, boşlukta iş görmezler. Daha baştan itibaren Allah'ın otoritesine boyun eğmiş bulunan müslüman toplum bu fıkhı meydana getirmişti. Fıkıh bu toplumu meydana getirmiş değildir. Bunun aksini gösteren bir gelişme kesinlikle yaşanmamıştır.

İslâmı oluşumun adımları ve aşamaları her zaman birdir. Cahiliyeden İslâma geçiş, bir gün olsun kolay ve rahat olmamıştır. İslâm toplumu ve İslâm düzeni kurulduğu gün kullanıma hazır olsun diye hiçbir zaman fıkhi hükümlerin boşlukta düzenlenmesi ile işe başlanmamıştır. Hazır hale getirilmiş ve boşlukta oluşturulmuş bu ayrıntılı hükümlerin varlığı kesinlikle cahiliyeden İslâma geçişin başlangıç noktası değildir. Şu cahiliye toplumlarının müslüman toplumlara dönüşmesini engelleyen unsur "hazır" fıkhi hükümlerin bulunmayışı değildir. Cahiliyeden İslâma dönüşümün zorluğu şu anda elde bulunan İslâm fıkhının hükümlerinin gelişmiş toplumların ihtiyaçlarına cevap vermek için yetersiz oluşundan kaynaklanmıyor... Kimilerinin aldanmasına, kimilerinin de aldatılmasına neden olan daha bir sürü lâf...

Kesinlikle hayır! Cahiliye toplumlarının İslâm nizamına dönüşmelerini engelleyen hakimiyetin Allah'a ait olmasını istemeyen, dolayısıyla insanlık hayatında Rabblığın, yeryüzünde ilahlığın Allah'a ait olmasını istemeyen, böylece İslâmdan tamamen çıkan zorba tağutların varlığıdır. Dince bilinmesi zorunlu olan hükümler uygulanır bunlara. Ayrıca bu toplumların, İslâma dönüşlerini engelleyen bir diğer unsur da, Allah'ı bir yana bırakıp, bu zorba tağutlara ibadet eden, yani onlara itaat eden, boyun eğen, emirlerine uyan, böylece onları ibadet edilen, itaat edilen, değişik rabbler konumuna getiren kitlelerin varlığıdır. Bu kitleler, tağutlara sundukları bu kullukla tevhidden çıkıp, şirke sapmaktadırlar. Çünkü İslâma göre şirkin en başta gelen anlamlarından birisi budur.

Bu iki etken, dolayısıyla cahiliye, yeryüzünde bir düzen olarak varlığını sürdürür. Bu düzen, maddi güç odaklarına dayandığı kadar, düşünce sapıklıklarından oluşan odaklara da dayanır.

Şu halde cahiliyeye karşı zorunlu olarak başvurulacak yöntem, fıkhi hükümleri düzenlemek değildir. Cahiliye karşısında gerekli olan yöntem, insanları yeniden İslâma girmeye davet etmektir.' Tüm odak noktaları ile birlikte cahiliyeyi karşısına alan bir hareket başlatmaktır. Sonra cahiliyeye karşı başlatılan İslâma davet hareketleri neyi gerektiriyorsa,o olur. Sonra yüce Allah, kendisine teslim olanlarla, toplumları arasındaki problemi müslümanların lehine çözümler. İşte yalnızca o zaman, bu pratik ve canlı ortamda tabii olarak oluşan fıkhi hükümlere sıra gelir. Yeni doğmuş bu toplumun, sürekli yenilenen pratik hayatının ihtiyaçları karşılanır. O gün ortaya çıkan bu ihtiyaçların boyutlarına ve koşullarına uygun kurallar belirlenir. Ama daha önce de söylediğimiz gibi, bunlar gaybın kapsamında olan meselelerdir. Şimdiden kehanette bulunmak mümkün değildir. Bu dinin tabiatına uygun düşen ciddiyetin gereği olarak bugünden o tür meselelerle uğraşmak yersizdir.

Bu, hiçbir zaman kitap ve sünnette yeralan hükümlerin şeri açıdan günümüzde artık geçersiz oldukları anlamına gelmez. Bu sadece bu hükümlerin konulmasını gerektiren toplumun mevcut olmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü bu hükümler, ancak o toplumda uygulanabilir. Daha doğrusu, bu hükümler ancak o toplum içinde yaşayabilirler. Bu yüzden fıkhi hükümlerin fiili varlıkları bu toplumun varlığına bağlıdır. Dolayısıyla bunların fiilen varlıklarını sağlamak, cahiliye toplumundan ayrılıp müslüman olan ve İslâm düzenini kurmak için cahiliyeye karşı harekete geçen cahiliyeye, onun ilahlık taslayan tağutlarına, Rabblık noktasında Allah'a ortak koşmayı benimseyerek, bu tağutlara boyun eğen kitlelere, bu dinin ilkeleri doğrultusunda karşı koyan her müslümanın başına gelen problemlerin aynısını yaşayanların boynunun borcudur.

Cahiliye varolduğu zaman, karşısına da islâmi hareket dikilmelidir. Bu yüzden islâmi doğuşun bu değişmez yönteminin tabiatını iyice kavramak gerekir. Bu dinin fiili varlığını yeniden gerçekleştirmek için yapılacak gerçek çalışmanın başlangıç noktası burasıdır. Son ikiyüz yıl içerisinde insanların koyduğu kanunların ilahi şeriatın yerini almasından bu yana, Allah'ın dininin fiili varlığı sona ermiştir. Minareler, mescitler, dualar ve sembolik ibadetler yerinde kalıyor, ama yeryüzü İslâmın gerçek varlığından yoksun kalmıştır. Duygusal olarak bu dine sempati ile bakanlar, ona sevgi besleyenler, bu minarelere, mescidlere, dua ve ibadetlere bakıp kendilerinden geçmektedirler. İslâmın iyi durumda olduğu vehmine kapılmaktadırlar. Oysa İslâm varlık sahnesinden tamamen silinmiş gitmiştir.

Daha sembolik ibadetler yokken, daha mescidler yokken, müslüman toplum vardı. İnsanlara "Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur, O'na ibadet edin" dendiği gün, müslüman toplum varolmuştu. Onların Allah'a yönelik ibadetleri sembolik davranışlarda henüz somutlaşmamıştı. Çünkü sembolik ibadet daha sonraları farz kılınmıştı. Onların Allah'a yönelik ibadetleri -başlangıç noktası itibariyle ve henüz şeri hükümler inmemişken- sadece Allah'a boyun eğmelerinde somutlaşmıştı. Tek başına Allah'a boyun eğmeye karar veren bu insanlar, yeryüzünde maddi bir egemenlik sağlayınca şeri hükümler inmeye başlamıştı. Hayatlarında birtakım gerçek ihtiyaçlarla karşı karşıya kaldıklarında, kitap ve sünnette hüküm olarak yer alan kuralların yanında fıkhi hükümler çıkarmışlardı.

İşte tek yol budur. Bunun dışında herhangi bir yol yoktur.

Keşke, dil ile davetin ilk aşamasından itibaren, islâmi hükümlerin açıklanması sırasında kitleleri topyekün İslâma dönüştürmenin daha kolay bir yolu olsaydı! Ne yazık ki, bu, sadece bir "temenni"dir. Çünkü kitleler İslâma davet hareketinin her defasında geçtiği bu uzun ve meşakkatli yolun dışında hiçbir zaman cahiliyeden, tağutların kulluğundan çıkıp İslâma girmezler, sadece Allah'a kulluk etme onuruna erişmezler. Bu hareketi önce bir kişi başlatır. Onu bir öncü grup izler, bu grup birtakım olaylar yaşamak, çeşitli aşamalardan geçmek üzere cahiliyeye karşı harekete geçer. Yüce Allah kendileri ile toplumları arasındaki sorunu hak ilkesine göre çözümleyene ve kendilerini yeryüzüne egemen kılana kadar mücadele devam eder... Sonra... İnsanlar akın, akın Allah'ın dinine girerler. Allah'ın dinine girerler. Allah'ın dini; onun hayat sistemi, şeriatı ve düzenidir. Yüce Allah insanların bu dinden başkasına bağlanmasını istemez.

"Kim İslâmdan başka bir din ararsa, O din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsran^ uğrayanlardan olur.

Umarım bu açıklama Hz. Yusuf'un (a.s) tutumuna ilişkin verilecek gerçek hükmü ortaya koymuştu.

Hz. Yusuf (a.s) müslüman bir toplumda yaşamıyordu. Bu yüzden insanlar arasında propaganda yapmamaya ve bu propagandaya dayanarak görev istememeye ilişkin kural onun hakkında uygulanamaz. Ayrıca Hz. Yusuf (a.s) şartların kendisine itaat edilen bir yönetici olma fırsatını doğurduğunu cahiliye rejiminde bir memur olmayacağını görmüştü. Durum da tahmin ettiği gibi çıkmıştı. Kurduğu bu yönetim sayesinde dinine davet etme imkânını bulmuş, yönetimi sırasında dinini Mısır'ın her tarafına yaymıştı. Gerek başvezir ve gerekse kral, tamamen sahneden çekilmişlerdi.

YERYÜZÜNDE SAĞLAM BİR YER

Bu ara açıklamadan sonra tekrar hikâyenin özüne, bu hikâyeyi anlatan ayetlere dönelim. Ayet, Hz. Yusuf'un teklifinin kral tarafından kabul edildiğini açıkça belirtmiyor. Sanki denmek isteniyor ki, Hz. Yusuf'un itibarı o kadar yüksektir ki, kralın katındaki prestiji o kadar ileri boyuttadır ki, ondan bir şey isteyince reddedilmesi sözkonusu değildir. Yeter ki, istesin. Ne isterse kabul edilir. Hatta bir şey istemek için söyleyeceği söz, alacağı olumlu cevapla özdeştir. İşte bu zengin çağrışımlara imkân doğsun diye kralın cevabından söz edilmiyor, Hz. Yusuf'un istediği mevkiye getirildiğini anlamak, okuyucunun idrakine bırakılıyor.

Hz. Yusuf'un suçsuzluğu ortaya çıktı. Bu arada kralın hoşuna gitti, gözüne girdi. Bunun sonucu olarak istediği göreve getirildi. İşte böylece Yusuf'u o "yer"e sağlamca yerleştirdik. Ayaklarının sağlam zemine basmasını sağladık. Ona belirli ve itibarlı bir konum bağışladık. Sözü edilen "yer"den maksat, Mısır da olabilir, bütün "yeryüzü" de olabilir. Çünkü Mısır, o günlerde yeryüzünün en önemli ülkesi idi. Ayetin cümlelerini inceleyelim:

"Artık o ülkenin dilediği yerinde oturabilirdi."

O, ülkenin dilediği yerinde oturabilir, dilediği yöresinde ev-bark edinebilir, dilediği mevkiini elde edebilirdi. Hz. Yusuf, kuyuya atılmanın, orada yaşadığı korkulu anların, zindana atılmanın ve orada uğradığı özgürlük kısıtlamalarının arkasından bu parlak konuma kavuşuyordu. Devam ediyoruz:

"Biz rahmetimizi dilediğimiz kimselere sunarız."

Rahmetimizi sunarız da onun zorluklarını kolaylıklara, sıkıntılarını ferahlıklara, korkularını güvene, kısıtlılıklarını özgürlüğe, itibarsızlığını prestije ve yüksek mevkilere dönüştürürüz. Devam edelim:

"Biz iyi davranışlıları ödülsüz bırakmayız."

Bu dünyada Allah'a inanarak, O'na dayanarak, O'na yönelerek iyiliği seçenleri, iyi davranışlar, iyi işler ortaya koyarak insanlar ile iyi ilişkiler kuranları ödülsüz bırakmayız. Bir sonraki ayeti okuyalım:

"Ama iman edip kötülükten sakınanlar için ahiret ödülü daha hayırlıdır."

Eğer insan iman edip kötülüklerden sakınırsa, ahirette ödüllendirilmeyi de hakeder. Gerçi ahiret ödülü, dünyada elde edeceği ödülden daha hayırlıdır, ama bu ödül, dünya o kimse Rabbine inanıp güvensin, gizli-açık her davranışında, her tutumunda O'nun korkusunu kalbinden hiç çıkarmasın.

İşte yüce Allah, Hz. Yusuf'un o sıkıntılı günlerini dünyada böylesine parlak bir mevki ve ahirette böylesine imrendirici bir müjde ile değiştirdi. Bu sonuçlar, O'nun sağlam imanının, sabırlılığının ve iyiliğe bağlılığının uygun bir karşılığı idi.

HZ. YUSUF KARDEŞLERİYLE

Zaman çarkı dönüşünü sürdürdü. Ayetler bu dönüşlerin bir bölümünün üzerinden aşıyor. Aşılan bu zaman bölümünün içinde Mısır ve dolaylarında yaşanan "bolluk yılları" da vardır. Bu bolluk döneminin niteliği, bu dönemde tarımsal verimin nasıl olduğu ve Hz. Yusuf'un bu sırada devlet mekanizmasını nasıl işlettiği konularında bize bilgi verilmiyor... Acaba Hz. Yusuf nasıl bir yönetim düzeni kurdu, ne gibi önlemler aldı ve kıtlık yıllarında harcanacak olan tarım ürünlerini nasıl biriktirebildi? Bu soruların cevapları sanki onun krala verdiği "Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim" şeklindeki cevapta yeterince açıklanmış gibi kabul ediliyor.

Kıtlık yılları nasıl gelip çattı? İnsanların bu olaya karşı tepkileri nasıl Oldu? Çekilen besin maddesi sıkıntısının boyutları nedir? Ayetlerde bu soruların da açık cevapları yoktur. "Bu soruların cevapları kralın rüyası ile, Hz. Yusuf'un bu rüyaya ilişkin yorumunda saklıdır" gibi bir ifade yöntemi izleniyor gibidir. Bilindiği gibi Yusuf, kralın rüyasını yorumlarken, şöyle demişti:

"Bunun arkasından yedi kurak ve sıkıntılı yıl gelir. Bu süre içinde ayıracağınız az miktardaki tohumluklar dışında bu yıllar için stok ettiğiniz ürünü yersiniz."

Ayrıca surenin bundan sonraki hiçbir ayetinde ne kraldan ve ne de onun herhangi bir devlet adamından da söz edilmiyor. Sanki devletin bütün yetkileri bu korkunç, bu dayanılmaz kriz döneminin tüm sorumluluklarını cesaretle üstlenmiş olan Hz. Yusuf'un eline geçmiş gibidir. Artık olayların sahnesinde sadece Hz. Yusuf vardır, bütün projektörler O'nun üzerine çevrilmiştir. Aslında gerçek budur. Ayetler bu pratik gerçeği büyük bir sanatsal ustalıkla satırlara tam olarak yansıtmaktadırlar.

Kuraklığın etkisine gelince, bunun çapını "Hz. Yusuf'un kardeşleri" sahnesinde açıkça görebiliyoruz. Hz. Yusuf'un kardeşleri Mısır'ın hayli uzağındaki bir çöl bölgesinden, Kenan ilinden kalkıp geliyorlar. Aradıkları şey yiyecektir. Bundan anlıyoruz ki, açlığın çapı son derece geniştir. Yine bu olay bize gösteriyor ki, o günkü Mısır, bu afet karşısında Hz. Yusuf'un ileri görüşlülüğü sayesinde gereken önlemleri almış, bu yüzden komşularının bakışları bu merkeze çevrilmiş, tüm yörenin besin ürünleri deposu olma konumunu kazanmıştır. Bu arada hikâye, asıl yatağındaki akışını, yani Hz. Yusuf ile kardeşlerine ilişkin serüveni anlatmayı sürdürüyor. Bu akış, dini amacı gerçekleştiren sanatsal bir özellik olarak karşımıza çıkar. Ayetleri okuyoruz:

 

58- Bir gün Yusuf'un kardeşleri gelip yanına girdiler. Yusuf onları hemen tanıdı, fakat onlar onu tanımamışlardı.

59- Yusuf, kardeşlerinin zahire yüklerini hazırlatınca onlara dedi ki; "Babadan kardeşinizi bana getiriniz. Görüyorsunuz ya, zahirenizi tastamam ölçerek veriyorum ve konukseverlerin de en iyisiyim. "

60- "Ama eğer babadan kardeşinizi bana getirmezseniz, artık size erzak yok, bir daha semtime yaklaşmayınız. "

61- Yusuf'un kardeşleri "Babasından onun için izin koparmaya çalışacağız, herhalde bunu başarırız" dediler.

62- Yusuf yanında çalışan işçilere dedi ki; "Bunların verdikleri zahire bedelini yüklerine koyunuz, evlerine varınca herhalde onu farkederler de bir daha gelirler. "

Kuraklık ve kıtlık baştan başa bütün Kenan ili ile çevresini sarmıştır. Bunun sonucu olarak Hz. Yusuf'un kardeşleri, başka birçokları gibi Mısır'a doğru yola çıkmışlardır. Çünkü halk, Mısır'da bolluk yıllarında stok edilmiş tarım ürünü fazlası olduğunu işitmiştir.

İşte şimdi Hz. Yusuf'un kardeşlerini O'nun huzuruna girerken görüyoruz. Onlar onu tanımıyorlar. Fakat Hz. Yusuf onları tanımıştır. Çünkü pek değişmemişler. Ama Hz. Yusuf öyle mi? Nerede! O kadar değişmiş ki, o olduğunu hayallerine asla sığdıramazlar. Bundan yirmi ya da daha fazla yıl önce kuyuya atmış oldukları, İbrani soyundan gelme küçük nerede, şimdiki neredeyse başı taçlı, yaşlı-başlı, düzgün kıyafetli, koruma polisli, heybetli,hizmetçili, kelli-felli, yetkili ve otoriteli, yüce mevkili Yusuf nerede?

Hz. Yusuf, onlara kimliğini açıklamadı. Çünkü mutlaka almaları gereken bazı dersler vardır. Okuyoruz:

"Bir gün Yusuf'un kardeşleri gelip yanına girdiler. Yusuf onları hemen tanıdı, fakat onlar onu tanımamışlardı."

Fakat ayetlerin akışından anlıyoruz ki, Hz. Yusuf, kardeşlerini son derece iyi ağırlamış, onlara büyük bir konukseverlik göstermiştir. Arkasından onlara vereceği ilk dersin hazırlığına giriştiğini görüyoruz. Ayeti okuyalım:

"Yusuf, kardeşlerinin zahire yüklerini hazırlatınca onlara dedi ki `Babadan kardeşinizi bana getiriniz."

Bu ayetten anlıyoruz ki, Hz. Yusuf, kardeşlerinin kendisine yaklaşmalarını, alışmalarını sağlıyor, böylece yavaş yavaş kim olduklarını kendisine ayrıntılı biçimde anlatabilecekleri bir rahatlık elde etmelerine zemin hazırlıyor. Bunun üzerine onlar da kendilerinden sözetmeye girişiyorlar: Şimdi beraberlerinde olmayan babadan bir kardeşleri vardır. Bu kardeşleri kendileri ile birlikte gelmemiştir. Çünkü babaları bu oğlunu çok sevmektedir, ondan ayrı kalmaya dayanamamaktadır.

Hz. Yusuf, kardeşlerini hazırlatınca yola çıkacakları sırada onlara sözünü ettikleri kardeşlerini görmek istediğini söylüyor. Ayetin ilgili bölümünü tekrar okuyoruz:

"Onlara de ki; `Babadan kardeşinizi bana getiriniz."

Müşterilere zahire verirken ölçüyü tastamam tuttuğumu kendi gözlerinizle gördünüz. O kardeşiniz ile birlikte tekrar geldiğinizde size de payınızı tam olarak vereceğim. Ayrıca konuklarımı iyi ağırladığımı da gördünüz. Buna göre o kardeşiniz için endişe duymanız yersizdir. Tersine benim, örneğini gördüğünüz konukseverliğimle karşılaşacaktır. Okuyalım:

"Görüyorsunuz ya, zahirenizi tastamam ölçerek veriyorum ve konukseverlerin de en iyisiyim."

Fakat babalarının -özellikle Hz. Yusuf'u kaybettikten sonra- küçük kardeşleri üzerine ne kadar titrediğini bildikleri için, onu getirmenin kolay bir iş olmayacağını, bu yolun üzerinde babalarının karşı çıkışından kaynaklanacak birçok engellerin olduğunu Hz. Yusuf'a açık açık anlattılar. Fakat babalarını buna ikna etmeye çalışacaklarına, bütün bu engellere rağmen tekrar geldiklerinde onu yanlarında getireceklerine, bunun için ellerinden ne gelirse yapacaklarına söz verdiler. Okuyoruz:

"Yusuf'un kardeşleri `Babasından onun için izin koparmaya çalışacağız, herhalde bunu başarırız' dediler."

Ayette geçen "Onun için izin koparmaya çalışacağız" deyimi, Yusuf'un kardeşlerinin harcamak zorunda kalacaklarını bildikleri "çaba"nın yoğunluğunu somut biçimde tasvir ediyor.

Bu arada Hz. Yusuf, kardeşlerinin zahire ve hayvan yemine karşılık olarak ödemek üzere yanlarında getirdikleri bedel nitelikli malların yükleri arasına saklanması yolunda àdamlarına emir veriyor. Bu bedel nitelikli mallar, bir miktar paranın yanısıra, çöle özgü tarım ürünleri, çöl ağaçlarından elde edilmiş çeşitli meyvalar, deriler, yünler gibi, o günün pazarlarında takas usulü ticaret yaparken bedel olarak kullanılması adet olan çeşitli mallar olabilir. Hz. Yusuf, bu malları kardeşlerinin yüklerine, saklı biçimde yerleştiriyor ki, evlerine döndüklerinde ödedikleri bedellerin kendilerine geri verilmiş olduğunu anlasınlar ve bu cömertlik karşısında içlerinde geri dönme arzusu uyansın. Okuyoruz:

"Yusuf, yanında çalışan işçilere dedi ki; `Bunların verdikleri zahire bedelini yüklerine koyunuz, evlerine varınca herhalde onu farkederler de bir daha gelirler."

HZ. YAKUB'UN HUZURUNDA

Şimdi Hz. Yusuf'u Mısır'da bırakarak gözlerimizi Kenan iline çeviriyoruz. Karşımızda Hz. Yakub ile oğulları var. Geri dönüş yolculukları ve bu yolculukta olup bitenler hakkında bize hiçbir bilgi verilmiyor. Ayetleri okuyalım:

 

63- Yusuf'un kardeşleri babalarının yanına dönünce dediler ki; "Ey babamız, erzak almamız yasaklandı, kardeşimizi bizimle birlikte gönder ki, erzak alabilelim, biz onu kesinlikle koruruz. "

64- Babaları Yakub dedi ki; "Daha önce kardeşi konusunda size duyduğum güvenin aynısını şimdi de onun hakkında mı size duyayım? En iyi koruyucu Allah'dır. O merhametlilerin merhametlisidir. "

65- Zahire yüklerini açıp da ödemiş oldukları bedelin kendilerine geri verildiğini gördüklerinde dediler ki; "Ey babamız, senden yanlış birşey istemiyoruz. İşte ödemiş olduğumuz bedel bize geri verilmiş. Ailemize erzak getiririz, kardeşimizi koruruz, böylece bir deve yükü daha fazla zahiremiz olur. Bunu sağlamak kolay bir iştir artık. "

66- Babaları "Hep birlikte ölüm çemberine düşmeniz ihtimali dışında, onu kesinlikle geri getireceğinize ilişkin bana Allah adına sağlam bir güvence, bağlayıcı bir söz vermedikçe onu sizinle birlikte göndermem " dedi. Oğullarının istediği güvenceyi vermeleri üzerine dedi ki; "Bu söylediklerimize Allah vekildir. "

Anlaşılan Hz. Yakub'un oğulları, babalarının yanına varır varmaz, daha yüklerini çözmeden erzak almalarının yasaklandığını, küçük kardeşlerini beraberlerinde götürmedikçe Mısırlı bakanın, (yani aslında Hz. Yusuf'un) kendilerine zahire vermeyeceğini söylediler. Arkasından babalarından kardeşlerini yanlarına vermesini ve böylece zahire almalarının yolunun açılabilmesini istediler. Bu arada kardeşlerini iyi koruyacaklarına söz verdiler. Okuyalım:

"Yusuf'un kardeşleri, babalarının yanına dönünce dediler ki; `Ey babamız, erzak almamız yasaklandı, kardeşimizi bizimle birlikte gönder ki, erzak alabilelim; biz onu koruruz."

Oğullarının bu vaadi, Hz. Yakub'un yarasını tazelemiş olmalıdır. Çünkü onlar Hz. Yusuf'u kır gezintisine götürürken de aynı sözü vermişlerdi! Zaten tazelenen bu eski yarasının acısını açıkça dile getirdiğini, oğullarının bu sözünün içinde uyandırdığı fırtınalı çağrışımları kelimelere dökmekten kaçınmadığını görüyoruz. Okuyalım:

"Babaları Yakub dedi ki; `Daha önce kardeşi konusunda size duyduğum güvenin aynısını şimdi de onun hakkında mı duyayım?"

Sizin vereceğiniz sözler sizin olsun, koruyuculuğunuz da sizin olsun. Ben oğlumun korunmasını ve ona merhamet edilmesini istediğimde başvuracağım güvenilir kapı vardır. Okuyoruz:

"En iyi koruyucu Allah'dır. O merhametlilerin merhametlisidir."

Biraz dinlenip yol yorgunluklarını geçirdikten sonra getirdiklerini sandıkları zahireyi çıkarmak için yüklerini çözdüler. Bir de baktılar ki, zahire bedeli olsun diye giderken yanlarında götürdükleri mallar çuvallarında duruyor. Buna karşılık yüklerinde hiç zahire yok!

Meğer Hz. Yusuf, onlara zahire vermemiş. Zahire bedeli olsun diye getirdikleri malları da yüklerine geri koymuş. Babalarının yanma dönüp de "ey babamız bize zahire verilmek istenmedi" dedikten sonra açtıkları yüklerinde giderken götürdükleri zahire bedelleri ile karşılaştılar. Hz. Yusuf, küçük kardeşlerini yanlarına alarak geri gelmeye mecbur olsunlar diye böyle yapmıştı. Bu, onların almak zorunda oldukları derslerden biri idi.

Her neyse. Hz. Yusuf'un kardeşleri, zahire bedellerinin geri çevrilmiş olmasını, kardeşlerinin yanlarına verilmesine ilişkin isteklerinin yerinde bir istek olduğunun, babalarından haksız bir istekte bulunmadıklarının delili olarak kullandılar. Okuyoruz:

"Dediler ki; `Ey babamız, senden yanlış bir şey istemiyoruz. İşte ödemiş olduğumuz bedel bize geri verilmiş."

Arkasından ailelerinin erzak sağlamaya ilişkin hayati çıkarını özendirme unsuru olarak kullanıp babalarına baskı yapmaya girişiyorlar. Okuyoruz:

"Ailemize erzak getiririz."

"Erzak" "yiyecek maddeleri" demektir. Bu arada kardeşlerine göz kulak olacaklarını, bunda kesin kararlı olduklarını, tekrar vurguluyorlar. Okuyoruz:

"Kardeşimizi koruruz."

Ayrıca eğer kardeşleri yanlarında olursa bir deve yükü daha fazla zahire alacaklarını söyleyerek babalarını özendirmeye çalışıyorlar. Okuyoruz:

"Böylece bir deve yükü daha fazla zahiremiz olur."

Kardeşleri yanlarında olduğu takdirde bunu elde etmeleri kolaydır. Okuyoruz:

"Bunu sağlamak kolay bir iştir."

Hz. Yakub'un oğullarının "Böylece bir deve yükü daha fazla zahiremiz olur" şeklindeki sözlerinden anlıyoruz ki, Hz. Yusuf, adam başına -belli ağırlığı olan bir deve yükü erzak veriyordu, her müşteriye istediği kadar zahire satmıyordu. Bu da kıtlık yıllarının şartlarına uygun, yerinde bir politika idi. Böylece herkese erzak yetiştirebiliyordu.

Hz. Yakub, oğullarının teklifine istemeyerek "evet" dedi. Fakat oğlunu, kardeşlerinin ellerine teslim etmek için şöyle bir şart koştu:

"Babaları `Hep birlikte ölüm çemberine düşmeniz ihtimali dışında onu kesinlikle geri getireceğinize ilişkin bana Allah adına sağlam bir güvence, bağlayıcı bir söz vermedikçe onu sizinle birlikte göndermem."

Yani Allah adına bağlayıcı bir yemin edeceksiniz ki, küçük kardeşinizi mutlaka bana geri getireceksiniz. Bu yemininizin geçersiz sayılabilmesi için hep birlikte bir çıkmazın ağına düşmeniz, oradan çıkmanın hiçbir yolunu bulamamanız, kardeşinizi savunmanızın hiçbir yarar sağlamayacağı bir belaya uğramanız gerekir. Ayetin o bölümünü bir kez daha okuyalım:

"Hep birlikte ölüm çemberine düşmedikçe..."

Bu cümlecik, "bütün çıkış yollarının yüzlerine kapanması" anlamına gelen kinayeli bir ifadedir. Hz. Yakub'un oğulları babalarının koştuğu bu yemin etme şartını yerine getiriyorlar. Devam ediyoruz:

"Oğullarının, istediği güvenceyi vermeleri üzerine dedi ki; `Bu söylediklerimize Allah vekildir."

Böylece vurgulamayı ve pekiştirmeyi güçlendirmiş, katmerlendirmiş oluyordu.

Hz. Yakub istediği güvenceyi aldıktan sonra oğullarına, sevgili yavrusu ile birlikte çıkacakları bu yolculuk hakkında aklına gelen, içine doğan bazı öğütler vermeye girişiyor. Okuyoruz:

 

67- "Yavrularım, şehre aynı kapıdan girmeyiniz, değişik kapılardan giriniz. Gerçi ben Allah'ın size ilişkin hiçbir ön kararını başınızdan savamam. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. Ben yalnız O'na güveniyorum. Tüm dayanak arayanlar da yalnız O'na güvenmelidirler. "

Burada Hz. Yakub'un "Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir" şeklindeki sözü üzerinde birazcık durmak istiyoruz.

Sözün gelişinden açıkca anlıyoruz ki, bu cümlede yüce Allah'ın kaçınılmaz ve karşı konulmaz nitelikteki ezici takdiri ile bu takdirini yürürlüğe koyan ve insanlara hiçbir müdahale yetkisi tanımayan ilahi hükmü kasdediliyor.

İşte "hayır ve şerr" yönleri ile "kader"e inanmak, budur.

Yüce Allah'ın bu "kader"ine ilişkin hükmü insanlar üzerinde işler, yürür. Bu işlerlik ve yürürlük konusunda onların iradelerinin ve tercihlerinin hiçbir rolü olamaz. Bu ilahi hükmün yanısıra bir başka ilahi hüküm türü daha vardır ki, insanlar onu kendi rızaları ile, kendi tercihleri ile yürütürler. Bu hükümler, yüce Allah'ın emirleri ile yasaklarında somutlaşan, şeriat kaynaklı ilahi hükümlerdir. Bu hükümler de tıpkı "kader"e bağlı ilahi hükümler gibi yüce Allah'ın tekelindedirler, O'nun iradesinden kaynaklanırlar. Yalnız birinci kategoriye giren hükümleri ile aralarında şu fark vardır. Bu hükümleri, insanlar özgür tercihleri ile yürürlüğe koyabilecekleri gibi, yürürlüğe koymayabilirler de. Bu tercihin olumlu ya da olumsuz olması insanlara birtakım sonuçlar ve akıbetler getirir, onların gerek dünyadaki hayatları ve gerekse ahirette görecekleri karşılık üzerinde belirleyici rol oynar. Fakat insanlar, yüce Allah'ın bu kategoriye giren hükümlerini benimseyip kendi istekleri ile yürürlüğe koymadıkça müslüman olamazlar.

Hz. Yakub'un oğullarının oluşturduğu kafile yola çıktı. Kafiledekiler, babalarının bu yolculuğa ilişkin öğütlerine aynen uydular. Okuyoruz:

68- Yusuf'un kardeşleri babalarının direktifi uyarınca şehre girdiler. Gerçi bu önlem, Allah'ın onlara ilişkin hiçbir ön kararını başlarından savacak değildi. Sadece Yakub, içinden gelen bir görev duygusunun gereğini yerine getirmişti. Onun bu meseleye ilişkin, tarafımızdan kendisine öğretilmiş bilgisi vardı. Fakat insanların çoğu bu meseleye ilişkin gerçeği bilmezler.

Hz. Yakub'un bu öğüdünde kasdettiği şehir, acaba hangi şehirdir? Niçin oğullarına "Aynı kapıdan girmeyiniz, değişik kapılardan giriniz" diyor?

Bu konuda ileri geri ve gereksiz birçok görüşler ve yorumlar ileri sürülmüştür. Hatta bu yorumlar, ayetlerin akışı ile bağdaşmayan zorlamalardır. Eğer Kur'an, bu öğüdün sebebini açıklamak isteseydi, bunu açıklardı. Fakat buna gerek görmediği için sadece "Yakub, içinden gelen bir görev duygusunun gereğini yerine getirmişti" demekle yetindi. Bu durumda tefsir bilginlerinin Kur'an'ın amacının önünde hurmaları, onun yansıtmak istediği atmosfere bağlı kalmaları gerekir. Kur'an'ın burada yansıtmak istediği atmosfer şudur: Hz. Yakub'un çocukları hesabına çekindiği bir "şey" vardı ve eğer ayrı kapılardan şehre girerlerse, bu tehlikeden sakınmış, ona karşı önlem almış olacaklarını düşünüyordu. Böyle düşünürken yüce Allah'ın takdirini evlâtlarının başından hiçbir önlemin savamayacağının da bilincindeydi. Hüküm yetkisi tümü ile yüce Allah'ın tekelinde idi. Güvenilecek tek dayanak O'ydu. O sadece içinde doğan bir duyguyu, dile getiriyor,kalbinde beliren bir önlem alma gereğini yerine getiriyordu. Yüce Allah'ın iradesinin eninde sonunda gerçekleşeceğinden kuşkusu yoktu. Bunu ona öğreten yüce Allah'dı ve o da bunu iyi öğrenmişti. Devam ediyoruz:

"Fakat insanların çoğu bu meseleye ilişkin gerçeği bilmezler."

Hz. Yakub'un evlâtlarının karşılaşabileceklerden korktuğu tehlike göz değmesi olabilir, delikanlılık çağlarını yaşayan oğullarının kalabalık bir halde şehre girmelerinin, kralın kıskançlık duygularını depreştirmesi olabilir, yol kesicilerin oğullarının peşine düşmeleri olabilir, ya da başka herhangi bir şey olabilir. Bu tehlike ne olursa olsun konumuza hiçbir katkıda bulunmaz. Sadece tefsir bilginlerine ve belge aktarıcılarına (ravilere) Kur'an-ı Kerim'in etkileyici atmosferinden ayrılıp dedikoduya dalmanın açık kapısını sağlar. Oysa bu sapma, çoğu kez, Kur'an'ın atmosferini tümü ile yokeder.

Şimdi biz de ayetlerin akış temposuna uyarak gerek bu öğüdün ve gerekse bu yolculuğun üzerinden hızla geçelim ve yolculuğun bittiği yerde Hz. Yusuf'un kardeşleri ile aşağıdaki sahnede buluşalım:

HZ. YUSUF'UN PLANI

69- Yakub'un oğulları, Yusuf'un yanına girdiklerinde o öz kardeşini bağrına basarak "Ben senin öz kardeşinim, onların yaptıkları kötülüklerden ötürü sakın tasalanma" dedi.

Ayetlerin bu noktada da akış temposunu hızlandırdığını görüyoruz. Amaç Hz. Yusuf'u öz kardeşi ile tenha bir köşede buluşturmaktır. Buluşmada Hz. Yusuf, kardeşine ağabeysi olduğunu haber veriyor ve onu vaktiyle öbür kardeşlerinden gördüğü kötülüklerin anılarını kalbinden silmeye çağırıyor. Bu acı anılar mutlaka küçük çocuğun kalbinde olumsuz duygu birikimine yolaçmıştır, içinde yaşadığı aileden öğrenmiş olduğu bu anılar, mutlaka küçük kardeşin kalbinde kardeşlerine yönelik düşmanca tepkiler doğurmuştur. Üstelik bu acı olayları, Kenan ilindeki çevresinde hiç duymamış olması, bu üzücü geçmişin kendisinden saklanmış olabileceği de düşünülemezdi.

Dediğimiz gibi ayetler, akış temposunu hızlandırarak sözü hemen bu buluşmaya getiriyorlar. Oysa doğal olarak anlıyoruz ki, kafile Hz. Yusuf'un yanına varır varmaz, hemen arkasından meydana gelen olay, bu konuşma değildi. Daha önce Hz. Yusuf, mutlaka küçük kardeşi ile tanışmış, samimiyet kurmuş olmalı idi. Fakat kuşku yok ki, kafile kahramanımızın yanına girdiğinde ve Hz.

Yusuf, uzun yıllardır ayrı kaldığı öz kardeşini gördüğünde aklına gelen ilk iş, ona bu çağrıyı yöneltmekti.

İşte Kur'an-ı Kerim, bu yüzden bu çağrıyı, yapılmış ilk iş olarak sunuyor. Çünkü akla ilk gelen iş oydu. İşte bu nükte, bu harikulâde kitabın, yani Kur'an'ın anlatım inceliklerinden biridir!

Ayetlerin akışı, kafilenin konukluk dönemini de atlıyor. Bu süre içinde Hz. Yusuf ile kardeşleri arasında neler geçtiğinden de söz etmiyor. Bunları bir yana bırakarak kafilenin son geriye dönüş sahnesini gözlerimizin önüne getiriyor. Bu sahnede bize Hz. Yusuf'un öz kardeşini yanında alıkoymak için başvurduğu önlem anlatılıyor. Amaç, hem kardeşlere son derece önemli olan bir ders vermek, hem de her zaman ve her yerde bütün insanların ibret alacakları bir örnek sunmaktır. Önce ayetleri okuyoruz:

 

70- Yusuf, kardeşlerinin zahire yüklerini hazırlatırken, ölçü kabı olarak kullanılan su tasını öz kardeşinin yüküne koydurdu. Arkasından bir görevli: "Ey yolcular kafilesi, sizler hırsızsınız" diye seslendi.

71- Yusuf'un kardeşleri, görevlilere dönerek "Ne kaybettiniz?" dediler.

72- Görevlilerden biri dedi ki; "Ölçü kabı olarak kullanılan kralın su tasını kaybettik. Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek buna ben kefilim. "

73- Yusuf'un kardeşleri "Allah aşkına, siz de biliyorsunuz ki, biz bu ülkeye kargaşa çıkarmak için gelmedik, biz hırsız değiliz" dediler.

74- Görevliler; "Peki eğer yalan söylüyorsanız, size göre hırsızlığın cezası nedir?" dediler.

75- Yusuf'un kardeşleri "Hırsızlığın cezası, tası yükünde bulduğunuz kimsenin karşılık olarak tutulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız" dediler.

76- Yusuf, öz kardeşinin valizinden önce üvey kardeşlerinin valizlerini aradı, sonra tası öz kardeşinin valizinden çıkardı. Biz Yusuf'a böyle bir plana başvurmayı ilham ettik. Çünkü kralın yasalarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Meğer ki, Allah bu alıkonmayı dilemiş olsun. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her bilenden daha üstün bir bilgin vardır.

77- Yakub'un oğulları; "Bu kardeşimiz hırsızlık yaptı ise daha önce de onun öz kardeşi hırsızlık yapmıştı" dediler. Yusuf kardeşlerinin bu iftirasını duymazlıktan geldi, onu yüzlerine vurmadı. İçinden "Asıl kötü durumda olan sizlersiniz, Allah sizin uydurma sözlerinizin içyüzünü herkesten iyi bilir" dedi.

78- Yakub'un oğulları dediler ki; "Ey vezir, bu kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış, ihtiyar bir babası var. Onun yerine içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki, sen iyiliksever bir adamsın. "

79- Yusuf "Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız. Yoksa zalimlik etmiş oluruz " dedi.

Burada hareketlerle, tepkilerle ve sürprizlerle dolu dehşetli bir sahne karşısındayız. Öyle ki, bundan daha hareketli, daha canlı ve daha yoğun tepkili bir sahne düşünülemez. Yalnız bu sahne, pratik gerçeği somutlaştıran bir realiteler yumağıdır. Kur'an, bu realiteler yumağını son derece canlı ve çekici bir anlatımla gözlerimizin önüne getiriyor.

Perde arkasında Hz. Yusuf, kralın tasını, maşrabasını bir çuvala koyduruyor. Bu tas, normal olarak altından olmalıdır. Kimi rivayetlere göre o bir içecek kabı olarak kullanılmaktadır. Fakat öte yandan geniş ve derin bir hacme sahip olduğu için o günlerde buğday ölçeği olarak kullanılıyor. Çünkü o açlık yıllarında buğday son derece az bulunur, değerli bir nesnedir. İşte Hz. Yusuf, perde gerisinde bu tası öz kardeşinin payına düşen hayvanın yüküne gizlice koyduruyor. Maksadı yüce Allah'ın kalbine ilham ettiği bir planı yürütmektir. Bu planın ne olduğunu az sonra öğreneceğiz.

Arkasından görevlilerden birinin yüksek sesle bağırdığını işitiyoruz. Adam bir genel duyuruyu seslendiriyor. Bu sırada Hz. Yusuf'un kardeşleri geri dönüş yolculuğunun başlangıcındadırlar. Okuyoruz:

"Ey yolcular kafilesi, sizler hırsızsınız."

Hz. Yusuf'un kardeşleri kendilerini hırsızlıkla suçlayan bu duyuruyu işitince irkilirler. Çünkü onlar Hz. İbrahim oğlu Hz. İshak oğlu Hz. Yakub'un oğullarıdırlar. Durum aydınlığa kavuşsun diye geri dönerler. Okuyoruz:

"Yusuf'un kardeşleri görevlilere dönerek `ne kaybettiniz?' dediler."

Hayvan yüklerini hazırlayan görevliler ya da aralarından biri yukarıdaki duyuruyu seslendiren muhafızlar bu soruya, şöyle karşılık verdiler:

"Ölçü kabı olarak kullanılan kralın su tasını kaybettik."

Arkasından duyuruyu seslendiren görevli, kayıp tası kendiliğinden geri getiren kimsenin ödüllendirileceğini açıklıyor. Yaşanan kıtlık şartları gözönüne alınınca sözkonusu ödülün değerli bir teşvik unsuru olduğu da meydana çıkıyor.

"Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek, buna ben kefilim."

Fakat Hz. Yusuf'un kardeşleri suçsuz olduklarından emindirler. Çünkü hırsızlık yapmamışlardır. Onlar hırsızlık yapmaya, toplumsal ilişkilerin dayanağı olan güveni sarsan bu kargaşa çıkarıcı çirkin eylemi gerçekleştirmeye gelmemişlerdir. Bu güven duygusunun rahatlığı içinde şöyle yemin ediyorlar:

"Yusuf'un kardeşleri `Allah aşkına, siz de biliyorsunuz ki, biz bu ülkeye kargaşa çıkarmak için gelmedik, biz hırsız değiliz' dediler."

Durumumuz, görünüşümüz, soyumuz-sopumuz ortaya koyuyor, size kanıtlıyor ki, biz bu çirkin eylemi yapacak adamlar değiliz. "Biz hırsız değiliz." Böylesine iğrenç bir suç işlemek bizden asla beklenemez.

Bunun üzerine yüklerin hazırlayıcıları ya da güvenlik görevlileri diyorlar ki:

"Peki eğer yalan söylüyorsanız, size göre hırsızlığın cezası nedir?"

İşte bu noktada yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a ilham etmiş olduğu planın ucu görünüyor. Çünkü Hz. Yakub'un şeriatine göre hırsız, çaldığı mala karşılık rehin, tutsak ya da köle olarak alıkonabiliyordu. Hz. Yusuf'un kardeşleri suçsuzluklarından emin oldukları için yakalanacak olan hırsızın kendi şeriatlerinin hükümlerine göre cezalandırılmasını kabul ediyorlardı. Böylece yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a ve öz kardeşine ilişkin planı gerçekleşme yoluna giriyordu. Okuyoruz:

"Yusuf'un kardeşleri `Hırsızlığın cezası, tası yükünde bulduğunuz kimsenin karşılık olarak tutulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız."

Bizim hırsıza uyguladığımız şeri hüküm bu yoldadır. Hırsız bizim şeriatımıza göre bir tür zalimdir.

Hz. Yusuf, bu tartışmaları bizzat izlemekte ve dinlemekteydi. Sonuçta onların aranmasını emretti. Kesin zekâsıyla, kardeşinin yükünü aramazdan önce diğerlerinin yüklerini aramanın daha uygun olacağını düşünmüştü. Böylece onlar bu aramaya ilişkin en küçük bir kuşkuya bile kapılmamış olacaklardı:

"Yusuf, öz kardeşinin valizlerinden önce üvey kardeşlerinin valizlerini aradı, sonra tası öz kardeşinin valizinden çıkardı."

Ayetlerde bu olayın bu kadarı anlatılmakla yetiniliyor. Suçsuzluklarından emin olan, bu konuda yeminler eden, asla olamaz diyen Yakub'un oğullarının bu korkunç sürprizle ne denli şaşkına düştüklerini düşlemek ise, bizim hayal gücümüze bırakılıyor. Bu noktada hiçbir şey aktarılmıyor. Bu sahnedeki tabloyu tüm tepkileriyle tamamlamak bizim hayal gücümüze havale ediliyor. Ardından hemen, Yakub'un oğulları da dahil, herkes kendine gelene dek, kıssadaki bir başka noktaya geçiliyor:

"Biz Yusuf'a böyle bir plana başvurmayı ilham ettik."

Yani onun böylesine ince bir plan hazırlamasını sağladık.

"Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini alıkoyamazdı."

Eğer kardeşini kralın yasalarına göre yargılayacak olsaydı, onu alıkoyabilmesi mümkün değildi. Hırsıza çaldığı eşyaya uygun düşecek bir ceza verebilirdi ama, bu gerekçeyle onu alıkoyamazdı. Ancak Yusuf onu, kardeşlerinin mensup olduğu dinin hükümlerine göre yargılamış ve sonuçta alıkoyabilmişti. Bu yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a nâsıl uygulayacağını ve ne yapacağını ilham ettiği bir plandı. Yüce Allah'ın onun için hazırladığı bir plandı. Ayetin orijinalinde "plan", Arapça'daki "keyd" sözcüğüyle ifade ediliyor. Bu sözcük Arapça'da, ister iyilik, ister kötülük için hazırlanmış gizli bir planı ifade etmek için kullanılır. Genelde olumsuz anlamı daha baskındır. Burada olayı dıştan gözlemlediğimizde, bu planda bir kötülük göze çarpmaktadır. Zira bu işin ucu, hem yanında alıkoyduğu kardeşine, hem de döndüklerinde babalarının karşısında güç duruma düşecek diğer kardeşlerine zararı dokunmaktadır. Yine bu iş, babası Yakub için de -geçici bir süre de olsa- kötü bir durumdur. Bu nedenle ayette de pek çok şeyi tek bir sözcükle ifade edebilmek ve olayın dış görünümüne işaret edebilmek için, özellikle "keyd" sözcüğü kullanılmıştır. Bu, Kur'an'daki ifade inceliğine bir örnektir.

"Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini alıkoyamazdı." "Meğer ki Allah bu alıkonmayı dilemiş olsun.."

Meğer ki Allah bu alıkonmayı dilediğinden ötürü, Yusuf'a yukarıda gördüğümüz biçimde bir plan hazırlamış olsun.

Ayette bunun ardından, Hz. Yusuf'un yüksek bir dereceye ulaşmış olduğuna işaret ediliyor:

"Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz."

Sonra, en yüce, en geniş bilginin Allah'a ait olduğuna dikkat çekilerek, Yusuf'un bilgi açısından ulaştığı düzeye değiniliyor:

"Her bilenden daha üstün bir bilgin vardır." İncelik yüklü, güzel bir vurgulamadır bu!

Kur'an'ın kılı kırk yaran şu derin ifadesi üzerinde de ayrıca durmamız gerek:

"Biz Yusuf'a böyle bir plana başvurmayı ilham ettik. Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini alıkoyamazdı..."

Burada, kralın yasaları denilirken "yasalar", ayetin orijinalinde "din" sözcüğüyle ifade ediliyor. Böylece bu ayette, "din"in hangi anlamları içerdiği özenle ve kesinkes belirlenmiş bulunuyor. Bu ayette "din" sözcüğü, kralın koyduğu sistem ve yasaları ifade etmek için kullanılıyor. Bu sistem ve yasalara göre hırsızı, hırsızlığının cezası olarak alıkoymak mümkün değildir. Ancak Hz. Yakub'un dininin sistem ve yasalarına göre, alıkoyma cezası mümkündü. Nitekim Hz. Yusuf'un kardeşleri bu olayda daha baştan, kendi dinlerinin yasalarına göre yargılanmayı kabul etmişlerdi. Yusuf da tası kardeşinin yükleri arasında bulduğunda, onların kendi dinlerinin yasalarına göre hüküm vermişti... Görülüyor ki Kur'an'da "din" sözcüğü, sistem, şeriat ve yasaları ifade etmek için kullanılıyor.

"Din" sözcüğünün Kur'an'daki bu apaçık anlamını, yirminci yüzyılın cahiliye ortamında tüm insanlar unutmuş görünmektedir. Cahiliye yanlıları da kendilerini müslüman olarak niteleyen bazı kimseler de bu gerçekten tümüyle habersiz durumdadırlar!

Bu tipler "din" dediklerinde, sadece inanç ve ibadet esaslarını anlıyorlar... Ve bir kimse Allah'ın birliğine, peygamberi Hz. Muhammed'e, meleklerine, kitaplarına, diğer peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, iyiliğin de kötülüğün de Allah'dan olduğuna inandığını söyleyip belirli ibadetleri de yerine getiriyorsa, onu hemen "Allah'ın dini"ne girmiş bir kimse olarak kabul ediyorlar! .. Bu tipler için bir kimsenin, -her ne kadar yukarıda sözü edilenleri yapsa da- yeryüzünde Allah dışında başka rabbler edinip onların otoritesini kabullenmesi, onlara itaat edip boyun eğmesinin zerre kadar önemi yoktur! .. oysa buradaki ayette kralın koyduğu sistem ve yasalar, "dinu'l-melik (kralın dini)" biçiminde ifade edilerek, "din"in anlamı kesinkes belirlenmiş bulunuyor. Dolayısıyla "Allah'ın dini" denildiğinde de, yüce Allah'ın koyduğu sistem, şeriat ve yasalar anlaşılmalıdır...

Bu sözcüğün anlamı o denli yozlaştırılıp daraltılmış ki, cahiliye sistemi altındaki kitleler artık "din" denildiğinde, inanç ve ibadet esasları dışında hiçbir şey anlamıyor!.. Oysa Hz. Adem'den, Hz. Nuh'dan tutun da Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- varana dek "din"in hiçbir zaman için böylesine güdük bir anlam ifade etmesi asla sözkonusu olmamıştır...

Tarih boyunca "din", hep şu anlamda kullanılmıştır: Allah'ın koyduğu hükümleri benimseyip, O'nun dışındaki kimselerin koydukları hükümleri reddederek sadece yüce Allah'a boyun eğmek! Yeryüzünde de göklerde de O'nun ilahlığını birlemek! O'nun insanların biricik ve tek rabbi olduğunu kabul etmek! Yani sadece O'nun egemenliğini, hükümlerini, otoritesini ve buyruklarını benimsemek! Nitekim "Allah'ın dini"nde olanlar ile "kralın dini"nde olanlar arasındaki yolların ayrılış noktası da bu konuydu. Birinci gruptaki insanlar, sadece Allah'ın sistemine, şeriatına ve yasalarına boyun eğiyorlardı. İkinci gruptakiler ise, kralın koyduğu sistem ve yasalara boyun eğiyorlardı. Ya da inanç ve ibadet konularında yüce Allah'a boyun eğmiş olsalar da, sistem ve yasalar noktasında yüce Allah'dan başka kimselere boyun eğdiklerinden, sonuçta yüce Allah'a ortak koşmakla müşrik konumuna düşüyorlardı!

Bu, dinin son derece açık, İslâm inancının son derece net olan bir hükmüdür.

Bugün insanlarla iyi geçinme peşinde olan bazı kimseler, onlar "Allah'ın dini"nin hangi anlamları içerdiğini bilmiyorlar diyerek, insanları mazur göstermeye çabalıyorlar. Ancak bu tipler, "din"in Allah'ın şeriatı demek olduğunu öğretme ve sadece Allah'ın şeriatını hakim kılma noktasında da ne çaba gösteriyorlar ne de didiniyorlar! İnsanlar dinin ne anlama geldiğini bilmiyorlar ya sanki bu cehaletlerinden ötürü sonuçta onlar cahili ya da müşrik kimseler konumuna düşmekten kurtuluvereceklerdir!

Daha işin başı demek olan dinin bu gerçeğinden habersiz insanları, bu dinin sınırları içerisinde değerlendirebilmek nasıl mümkün olabilir, bunu bir türlü anlayamıyorum!

Bir gerçeğe inanmak, o gerçeği bilip tanımış olmanın bir ifadesidir. İnanç sisteminin gerçeğinden bile habersiz insanlar, nasıl bu inanç sistemini kabullenmiş kimseler olarak değerlendirilebilirler? Daha baştan dinin ne anlama geldiğinden bile haberleri yoksa, nasıl bu dine mensup olarak nitelenebilirler? Bunu bir türlü havsalam almıyor!

İnsanların bu konudaki bilgisizlikleri onları ahiretteki hesaptan kurtarabilir ya da orada görecekleri azabı hafifletebilir ve günahlarının faturası orada, dünyadayken bilen bir kimse sıfatıyla bu dini onlara öğretmiş olanlara yüklenebilir... Ancak bu, Allah'ın bileceği, gayba ait bir meseledir. Ahirette verilecek ceza ve mükafatlar konusunda tartışmak, genelde cahiliye insanlarının yaptığı bir iştir. Bunu tartışmanın bize kazandıracağı bir şey yoktur. Üstelik bu, yeryüzünde insanları İslâma davet eden bizleri de ilgilendirmemektedir!

Bizi ilgilendiren, bugün insanların genelde benimsedikleri biçimdeki dinin gerçek yüzünü ortaya koymaktır. Bu biçimdeki bir din, kesinlikle Allah'ın dini değildir. Zira "Allah'ın dini", O'nun Kur'an'daki apaçık ayetlerle belirlemiş olduğu sistem, şeriat ve kuralları demektir. Allah'ın belirlediği sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden kimse, "Allah'ın dini"ne mensup demektir. Kralın koyduğu sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden kimse ise, "kralın dini"ne mensup demektir! Bu nokta, en ufak bir tartışma götürmeyecek denli nettir!

Dinin hangi anlamları içerdiğinden habersiz kimselerin, bu dine inanmış olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu noktada gözlemlenen bilgisizlik, bu dinin temel gerçeğine ilişkindir. Bu dinin temel gerçeğinden bile habersiz bir kimseyi, bu dine inanmış olarak kabul edebilmek ne gerçekte mümkündür, ne mantığa uygundur. Zira inanmak, kavramış ve bilmiş olmanın ifadesidir... Bu, gün gibi ortadadır...

Ne dersiniz? Bu tür insanları -Allah'ın dini dışında olmalarına karşın- yine de savunmamız, onların bu durumlarına mazeretler bulmamız, onlara karşı dininin anlamını ve sınırlarını kesinkes belirlemiş- Allah'dan bile merhametli olmamız, daha mı iyi sizce?

Doğrusu yapabileceğimiz en iyi iş, "Allah'ın dini"nin gerçekten ne anlama geldiğini bugünden itibaren hemen diğer insanlara anlatmaya başlamaktır. Onlara anlatalım ki ya bu dine girsinler, ya da bu dini reddetsinler!

Böylesi bizim için de, onlar için de daha hayırlı ve daha iyidir. Böyle yaparsak bizler, bu dini bilmemelerinden ötürü gerçeğe yapışmayan, dolayısıyla da bu dinden aslında habersiz olan cahillerin sapıklıklarının sonucundan kendimizi sıyırmış oluruz. Yine böyle yaparsak onlar da içinde bulundukları konumun gerçek yüzünü görecekler; "Allah'ın dini"ne değil de aslında "kralın dini"ne mensup olduklarını anlayacaklardır! Ola ki bunu öğrendiklerinde yaşayabilecekleri muhtemel bir sarsıntı onların da cahiliyeyi bırakıp İslâma, "kralın dini"ni bırakıp Allah'ın dinine girmelerine vesile olur!

Tüm peygamberler hep bu yolu izlediler. Hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, cahiliye karşısında insanları Allah'ın yoluna çağıran davetçiler de hep aynı yolu izlemek durumundadırlar...

Bu kısa değerlendirmenin ardından biz yine Hz. Yusuf'un kardeşlerine dönelim. İçine düştükleri bu güç durum karşısında onların, kardeşleri Yusuf'a ve onun öz kardeşine karşı çekemezlik duygularının yine iyiden iyiye depreştiğini görüyoruz. Hırsızlık gibi bir kusuru kendilerinden kesinkes bertaraf ederek, bu kusuru babaları Hz. Yakub'un başka bir hanımından doğmuş olan Hz. Yusuf ve onun öz kardeşine yamamaya çalıştıklarını gözlemliyoruz:

."Yakub'un oğulları: `Bu kardeşimiz hırsızlık yaptı ise, daha önce de onun öz kardeşi hırsızlık yapmıştı' dediler."

Eğer o hırsızlık yaptıysa zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık yapmıştı.. Kimi rivayetçilerin ve tefsircilerin, hemen efsanelere ve hikâyelere yapışarak, onların söylediği bu sözü doğrulayabilecek veriler bulabilmek için çırpındıklarını gözlemledim! Oysa, daha önce babalarına Yusuf konusunda resmen yalan söyleyenler yine bunların ta kendileri değil miydi?! Dolayısıyla burada da, kendilerini güç duruma sokan suçlamayı bertaraf etmek, Yusuf ve onun öz kardeşini kendilerinden dışlayabilmek, Yusuf ve onun öz kardeşine ilişkin eski kinlerini yeniden kusabilmek için, Mısır'ın başveziri önünde bir yalan uyduramayacaklar mıydı?!

Nitekim görüldüğü üzere, suçu hemen Yusuf'a ve onun öz kardeşine yıkıverdiler!

"Yusuf, kardeşlerinin bu iftirasını duymazlıktan geldi, onu yüzlerine vurmadı."

Onların böyle davranmalarına üzüldü. Ama bunu kendi içine gömdü. Onlara bu söylediklerinden dolayı üzüldüğünü belli etmedi. Elbette ki kendisinin de öz kardeşinin de suçsuz olduğunu çok iyi biliyordu. Nitekim onların bu sözlerine sadece şöyle demekle yetindi.

"Asıl kötü durumda olan sizlersiniz."

Yani bu iftiranızla, Allah katında asıl kötü duruma düşen bizzat kendinizsiniz. Bu bir hakaret değil, gerçeğin ta kendisidir. Sonra ekledi:

"Allah sizin uydurma sözlerinizin iç yüzünü herkesten iyi bilir."

Yani söylediğiniz sözlerin ne denli doğru olduğunu Allah herkesten iyi bilir. Bu sözüyle Yusuf, onların yaptıkları suçlama konusunda tartışmayı kısa yoldan noktalıyordu. Zaten bu suçlamanın, o andaki meseleyle zerre kadar bir ilgisi de yoktu!

Bu durumda çaresiz, içinde bulundukları güç durumu, babalarının kendilerinden almış olduğu sözü düşünmeye başladılar yine. Babaları bu kardeşlerini onlara teslim etmezden önce; "Hep birlikte ölüm çemberine düşmeniz ihtimali dışında onu kesinlikle geri getireceğinize ilişkin bana Allah adına sağlam bir güvence, bağlayıcı bir söz vermedikçe, onu sizinle birlikte göndermem!" diyerek söz almamış mıydı kendilerinden?.. Bunun üzerine, alıkonulan delikanlının, babasının çok yaşlı olduğunu söyleyerek Yusuf'u kendilerine acındırmaya çabaladılar. Sözkonusu yaşlı babanın hatırı için, onu serbest bırakmasa bile, hiç olmazsa onu değil de onun yerine aralarından başka birini alıkoymasını istediler. İsteklerini geri çevirmemesi için, onun iyiliksever ve temiz bir insan olduğunu hatırlatmayı da unutmadılar. Öyle ya, belki böylece yumuşatabilirlerdi karşılarındaki Yusuf'u:

"Yakub'un oğulları dediler ki; `Ey vezir, bu kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış, ihtiyar bir babası var. Onun yerine içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki sen iyiliksever bir adamsın."

Ancak Yusuf'un amacı, onlara iyi bir ders vermekti. Onları, kendileri, babası, kısacası herkes için kafasında tasarladığı sürprize hazırlamak istiyordu. Böylece bunun yaratacağı etki, onların hafızalarından asla silinmeyecekti. Bunun üzerine, onların bu sözlerine karşılık:

"Yusuf; `Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alı koymaktan Allah'a sığınırız. Yoksa, zalimlik etmiş oluruz' dedi."

Dikkat edilirse Yusuf, "Hırsızlık suçu işlememiş bir masumu alıkoymaktan Allah'a sığınırız" demiyor. Zira alıkoyduğu öz kardeşinin hırsız olmadığını bilmektedir. Bu nedenle de kullandığı sözcükleri ustaca seçiyor. Ayette de Yusuf'un söylediği bu söz, bizlere Arapça olarak aynı özenle aktarılıyor: (Yusuf anadili İbranice'yi de o anda içinde bulunduğu ortamda konuşulan eski Mısır dilini de bilmekteydi. Anlaşılan o ki burada kardeşleriyle eski Mısır dilince konuşmaktadır. Demek ki kardeşleri de eski Mısır dilini biliyorlar ya da konuşmalar bir mütercim aracılığıyle kendilerine çevriliyordu.)

"Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız."

Böylece Yusuf, suçlamayı ne onaylıyor, ne de reddediyor. Hiçbir lâf kalabalığına başvurmaksızın, sadece gerçeği dile getirmekle yetiniyor. Bunun ardından da ekliyor:

"Yoksa, zalimlik etmiş oluruz."

Yani biz, kimseye zalimlik etmek istemeyiz...

Bu olayda, Yusuf'un ağzından çıkan son söz bu olmuştu. Kardeşleri anladılar ki, isteklerinde direnmenin hiçbir yararı olmayacak. Bunun üzerine, döndüklerinde babalarının yüzüne nasıl bakacaklarının düşüncesine dalarak, çekilip gittiler.

Yusuf'un kardeşleri, küçük kardeşlerini kurtarma girişimlerinden ümitlerini kesince, Yusuf'un huzurundan çekip gitmişlerdi. Ardından toplanarak, şimdi ne yapacaklarını karşılıklı olarak tartıştılar. Şu an karşımıza çıkan sahnede, onların bu meseleye bir çare bulma uğraşısı içinde olduklarını görüyoruz. Ayette bizlere onların herbirinin neler dediği aktarılmıyor. Bizlere sadece onların sonuçta neye karar verdikleri aktarılmakla yetiniliyor:

 

80- Yakub'un oğulları Yusuf'tan umut kesince, aralarında konuşmak üzere bir kenara çekildiler. En büyükleri dedi ki; "Babanızın Allah adına sizden bağlayıcı bir güvence aldığını ve daha önceki Yusuf'a ilişkin ihmalinizi bilmiyor musunuz? Bu yüzden babam bana izin vermedikçe ya da hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah, hakkımda bir hüküm vermedikçe buradan ileriye adım atmam!"

81- "Varınız babanıza deyiniz ki; `Ey babamız! Oğlun hırsızlık yaptı, biz sadece bildiklerimizi söylüyoruz, yoksa bilinmez sırlara ilişkin bir haberimiz yoktur!"

82- "İçinde bulunduğumuz şehrin halkına ve birlikte yola çıktığımız kervana sor, söylediklerimiz kesinlikle doğrudur. "

Hz. Yakub'un oğullarının en büyüğü diğer kardeşlerine, babalarının kendilerinden aldığı sözü, ayrıca daha önce aynı zamanda Yusuf meselesinde de ihmalkâr davrandıklarını kendilerine hatırlatıyor. Bu iki olay arasında bir bağ kuruyor. Ardandan da kesin kararını açıklıyor: Babası kendisine izin vermedikçe ya da hükmüne razı olup boyun eğeceği Allah kendisi hakkında bir hüküm vermedikçe Mısır'dan ayrılıp babasının karşısına kesinlikle çıkmayacaktır.

Diğer kardeşlerine gelince... Onlardan, dönüp babalarına giderek her şeyi açıkça anlatmalarını istiyor: Oğlu hırsızlık yapmıştır! Bu sebeple de tutuklanmıştır. Kendilerinin görüp bilebildikleri budur. Aslında oğlu masumdu da işin içinde başka bir iş mi vardı, bunu bilememektedirler. Kendileri bilinmez sırları, gaybı çözebilecek durumda değildirler. Nitekim tüm bunların başlarına geleceği önceden akıllarından bile geçmemişti. Çünkü o sırada tüm bunlar kendileri için sözcüğün tam anlamıyla bir gayb, bir bilinmezlikti. Bilinmez sırlara, gayba ilişkin en ufak bir bilgileri sözkonusu değildi... Babaları sözlerine inanmayacak olursa, dilerse olayı yaşadıkları şehirdeki -yani Mısır'ın başkentindeki- halka sorsun! -Kur'an-ı Kerim'deki "karye" sözcüğü, büyük şehir anlamındadır.- Ve yine dilerse, birlikte yolculuk ettikleri kafiledeki insanlara sorsun... Gerçekten de onlar bu yolculuklarında yalnız değildiler. O kıtlık yıllarında zahire alabilmek için pek çok kafile durmadan Mısır'a gidip geliyordu...

BİTMEYEN ÜMİT

Ayetlerde, Hz. Yakub'un oğullarının bunun ardından yola çıktıklarına değinilmiyor. Bir sonraki ayette hemen, onların dertli babalarının huzuruna çıkmış oldukları sahneyle karşılaşıyoruz. Babalarına korkunç haberi vermiş durumdadırlar. Biz sadece Hz. Yakub'un buruk, kederli, apar topar ve kısaca verdiği cevabı işitiyoruz. Ama bu cevapta Hz. Yakub'un, Allah'ın Hz. Yusuf ve öz kardeşini ya da Allah kendisi için bir hüküm vermedikçe bulunduğu yerden bir adım bile atmamaya azmetmiş oğlu da dahil olmak üzere, her üçünü de geri getirebileceği noktasında ümit l:esmediğini görüyoruz. Onca dert yüklü bir yüreğin, halâ böylesi bir umut taşıyabilmesine şaşırmamak elde değildir:

 

83- Hz. Yakub dedi ki; `Herhalde nefsinizin kışkırtması ile bir komplo düzenlediniz. Bana yaman bir sabır düşüyor. Belki de Allah bana tüm oğullarımı birlikte kavuşturacaktı. Hiç şüphesiz O, her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir. "

"Herhalde nefsinizin kışkırtması ile bir komplo düzenlediniz. Bana yaman bir sabır düşüyor." Hz. Yakub, Yusuf'unu yitirdiğinde de aynı sözü söylemişti. Ancak bu kez, Allah'ın, Hz. Yusuf ve öz kardeşini, ayrıca ettiği yeminden ötürü huzuruna gelmemiş oğlunu, hepsini birden kendisine geri getirebileceğini umduğunu da ekliyor. "Hiç şüphesiz O, her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir." Allah, onun yaşadığı durumu, ayrıca tüm bu olayların ve sınamaların ardındaki hikmeti kuşkusuz çok iyi bilmektedir. Ve yine kuşkusuz ki O, olaylar ve sonuçları sıralamasındaki hikmet gerçekleştiğinde, her işi en uygun zamana ayarlayabilecek güçtedir.

Bu yaşlı adamın yüreğine böylesine bir ışık, nasıl ve nereden doğuyor? Kuşkusuz ki, bu Allah'a bel bağlamanın, O'nunla güçlü bir iletişimin, O'nun varlığını ve merhametini gerçekten hissedebilmenin sonucudur. Bu türden seçkin ve tertemiz yüreklerde doğan duygular, bundan ötürüdür ki, ellerin uzanabildiği, gözlerin görebildiği algılanabilir realiteden daha derinlikli ve daha doğrudur.

84- "Hz. Yakub, yüzünü başka tarafa çevirerek; `Vah Yusuf'um vah!' diye inledi. Gözleri hüzünden ağarmıştı, buna rağmen acısını içine gömüyor, belli etmiyordu. "

Dertli babaya ilişkin, tüyler ürpertici bir tasvirdir bu. Kederiyle ve başına gelenlerle tek başına ve yapayalnız bırakıldığını hissediyor. Çevresindekiler onun acısını paylaşmaya yanaşmıyor. Dolayısıyla o da yalnızlığa gömülüyor. Sevgili oğluna, Yusuf una ilişkin yarası yine depreşiyor. Onu halâ unutamamıştır. Aradan geçen onca yıl, bu acıyı onun yüreğinden söküp atamamıştır. Şimdi de onun öz kardeşine ilişkin bu yeni acı haberle yine onu hatırlâmış; sürdürdüğü güzelim sabrına dayanamamıştır:

"Vah Yusuf'um vah!"...

Hüznünü içine atıp gizlemektedir. Ancak bu içine atmasından ötürü sinirleri yıpranmış ve sonuçta gözlerine üzüntüden ve yıkımdan aklar düşmüştür:

"Gözleri hüzünden ağarmıştı, buna rağmen acısını içine gömüyor, belli etmiyordu. "

Oğullarının yüreklerindeki çekemezlik öyle bir noktaya varmıştı ki, babalarının bu durumuna bile acımıyorlardı. Babalarının Hz. Yusuf özlemi, onun gizliden gizliye halâ üzülmesi bile onların yüreklerini sızlatmıyordu. Ne onunla konuşup rahatlatmaya çalışıyorlar, ne teselli ediyorlar, ne de ona umut veriyorlardı! Tam tersine, Hz. Yakub'un yüreğiyle yakaladığı son umut ışığını bile silmek istiyorlardı:

85- "Oğulları; `Vallahi, Yusuf Yusuf diye diye ya yatağa düşeceksin, ya da helâk olacaksın" dediler..."

Kınayıcı, kin dolu bir sözdür bu. Vallahi, halâ Hz. Yusuf'u sayıklayıp duruyorsun. Ona üzülmekten yatağa düşeceksin artık. Üzüntüden eriyip bittin. Boş yere kendini üzmekten, artık mahvolacaksın. Yusuf'tan artık ümit yok sana! O gitti! Artık asla geri gelmeyecek!

Bu sözlere karşılık Hz. Yakub onlardan, kendisini Rabbiyle başbaşa bırakmalarını istiyor. O, Allah dışında kimseye derdini açmak istememektedir. O, onlardan farklı olarak Rabbiyle iletişim içindedir. Bu nedenle de onların bilmediği Allah gerçeği hakkında onlardan farklı bir bilgiye sahiptir.

86- "Hz. Yakub, oğullarına dedi ki; "Ben acımı ve ızdırabımı yalnız Allah'a şikayet ediyorum ve ben Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum. "

Bu sözlerde, Allah'la bağlantılı bir yürekte, ilahlık gerçeğini kavramış olmanın verdiği duygu; ayrıca bizzat bu gerçekteki engin yücelik ve bu noktadaki pırıl pırıl inciler gözleniyor.

Bir yanda, Hz. Yusuf'tan artık ümit kesmeyi gerektiren görünürdeki olgu; bırakınız Hz. Yusuf'un dönmesini, onun yaşamından bile ümit kestirebilecek denli onca zaman geçmiş olması... Diğer yandan da bunca ağır bir olgu karşısında aradan geçen onca sürenin ardından Hz. Yakub'un yine de umuda kapılışının, oğullarınca acımasızca kınanması... Ama tüm bunlar, rabbine bağlı bu yaşlı adamın duygularının zerre kadar etkilememektedir. Çünkü O, Rabbi hakkında, O'nun işleri hakkında oğullarının bilemediklerini bilmektedir. Bu noktada oğullarının gözleri ise, görünürdeki sıradan bir realiteyle sözkonusu hakikati göremeyecek denli perdelenmiştir!

Burada Allah'a imanın; Hz. Yakub'un Allah'ı bu denli tanımasının; gözle görüyorcasına bilmesinin; O'nun gücünü ve yazgısını, merhametini ve görüp gözeticiliğini yaşamasının; ilah olarak, O'nun salih kullarıyla nasıl bir ilişki içinde olduğunu kavramasının ne denli paha biçilmez bir değer ifade ettiğini görüyoruz.

Hz. Yakub; "Ben Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum" diyor. Bu gerçeği daha iyi ifade edebilecek, başka bir söz bulamıyoruz. Bu sözlerdeki, ancak onu tadanın, dolayısıyla da bu salih kul Hz. Yakub'un yüreğinde bu sözün neler çağrıştırdığını kavrayabilenin tadacağı zevki aktarabilme noktasında bizim sözcüklerimiz yetersiz kalıyor.

Bu zevki tatmış bir kalbe, sıkıntılar -hangi boyuta ulaşırsa ulaşsın-, ondaki gözle görürcesine imanın verdiği duygu ve zevki arttırmaktan başka bir şey yapamaz.

Daha fazla söyleyebilecek bir şey bulamıyoruz. Sadece Allah'ın bu noktadaki lütuflarına şükretmekle yetiniyoruz. Bizlerle Allah arasındaki ilişkiyi ise O'nun bilgisine ve görüp gözeticiliğine bırakıyoruz...

Ardından Hz. Yakub, oğullarına dönerek, onlardan Hz. Yusuf'u ve kardeşini aramalarını; onları arayıp bulma konusunda Allah'ın rahmetinden ümit kesmemelerini istiyor. Zira Allah'ın rahmet ve lütfu son derece geniştir. O'nun, imdada yetişivermesi, her an için sözkonusu olabilir:

 

87- "Ey oğullarım, gidiniz Hz. Yusuf'u ve kardeşini arayınız, Allah'ın lütfundan ümit kesmeyiniz. Çünkü Allah'ın lütfundan, sadece kafirler ümitsiz olur. "

Allah'la bağlantısı ne kadar güçlü bir kalptir bu!

"Ey oğullarım, gidiniz Yusuf'u ve kardeşini arayınız."

Bu noktada tüm gücünüzü kullanarak, bıkmadan, yılmadan, aramaktan usanmaksızın arayınız. Allah'ın rahmetinden, lütfundan, imdadınıza yetişeceğinden ümit kesmeksizin arayınız! Ayetin orijinalinde, Allah'ın lütfundan söz edilirken "lütuf", "ravh" sözcüğüyle ifade ediliyor. "Ravh", birçok inceliği ve anlamı kapsayan bir sözcüktür. Dolayısıyla bu sözcük, ruhları kuşatıveren Allah'ın rahmetinin ve lütfunun serinliğiyle, en boğucu keder ve üzüntülerden bile kurtulup iyice dinlenebilmeyi de çağrıştırmaktadır.

"Çünkü Allah'ın lütfundan, sadece kâfirler ümitsiz olur.."

Allah'a yürekten bağlanmış mü'minlere gelince... Onlar, Allah'ın rahmet ve lütfunun serinliğini yaşarlar. İçlerinde, Allah'ın rahmet ve lütfunun tatlı mı tatlı püfür püfür estiğini hissederler. Kendileri büyük kederler içinde bile olsalar, iyice sıkıntıya bile düşseler, Allah'ın rahmet ve lütfundan asla ümitlerini kesmezler. Mü'min en şiddetli sıkıntılar, en çaresiz dertler içinde bile bulunsa, kendisini sürekli, imanının gölgesi altındaki serinlik, Rabbiyle bağının verdiği bir cana yakınlık, O'na güvenmesinden doğan bir iç huzur içerisinde hisseder...

GERÇEK ORTAYA ÇIKIYOR

Hz. Yusuf'un kardeşleri, üçüncü kez yine Mısır'dalar. Açlıktan perişan olmuş, parasız pulsuz durumdalar. Ellerindeki son birkaç işe yaramaz eşyayı da vererek, bunun karşılığında biraz zahire alabilmek üzere Mısır'a gelmişlerdir. Bu defa ki konuşmalarına baktığımızda, daha öncekilerden bütünüyle farklı bir biçimde, artık bitip tükendiklerini sezinliyoruz. Günlerdir yollarda olmanın beraberinde getirdiği perişanlık ve açlıktan yakınmaktadırlar:

88- Yakub'un oğulları, Yusuf'un yanına girdiklerinde dediler ki; `Ey vezir, biz ve ailemiz sıkıntıya düştük, yanımızda düşük değerli bir bedel getirdik, fakat sen erzağımızı eksiltmeden ver, bize bağışta bulun. Çünkü Allah hayırseverleri ödüllendirir... "

Onların bu denli sıkıntıya düştüklerini, bitip tükendiklerini, acınacak hale geldiklerini gören Hz. Yusuf, artık Mısır başveziri rolünü oynamayı sürdürememekte ve onlara gerçek kimliğini açmaktadır. Zaten onlar, gerekli dersi de almış durumdadırlar. Onların akıllarının ucundan bile geçmeyecek olan o büyük sürprizi yapmanın tam zamanıdır artık. Gerçek kimliğini nazik bir biçimde açıklarken, onlara sadece kendilerinin bildiği ve gerçek anlamda sadece Allah'ın vâkıf olabildiği ta geçmişteki bir olayı hatırlattı:

89- Hz. Yusuf kardeşlerine; `Cahillik döneminde Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı hatırlıyor musunuz'? dedi. "

90- Kardeşleri "Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. O da dedi ki; "Evet, ben Yusuf'um, bu da kardeşimdir. Allah bize lütufta bulundu. Kuşku yok ki, kim kötülükten sakınır ve sabrederse, Allah iyilik edenleri asla ödülsüz bırakmaz. "

Kulaklarında çın çın çınladı bu ses. "Evet, tanıdıkları birinin sesiydi bu! Evet, onun yüzü olmalıydı bu yüz! Ama o ana dek, onu hep Mısır başveziri diye düşündüklerinden, bu yüzü böylesine dikkatle incelememiş olmalıydılar. İşte nazik bir biçimde kendi kimliğini de açıklıyordu nitekim. Gözlerinin önünde ta geçmişte yaşanmış bir olayın anısı canlandı:

"Kardeşleri; `Yoksa sen Yusuf musun?' dediler."

Ne diyorsun?! Sen o Yusuf musun?! Yürekleri, kulakları, kısacası tepeden tırnağa etkilenmiş bir biçimde, o küçük Yusuf'a ait hayalı, büyüyüp kocaman bir adam haline geliverdiğini gördüler...

"O da dedi ki; `Evet, ben Yusuf'um, bu da kardeşimdir. Allah bize lütufta bulundu: Kuşku yok ki, kim kötülükten kaçınır ve sabrederse, Allah iyilik edenleri asla ödülsüz bırakmaz'.."

Tam bir sürprizdi bu! Hem de hiç beklenmedik bir sürpriz! Kendisine ve kardeşine karşı bir cahillik ederek yaptıkları işi güzellikle ve sadece hatırlatmakla yetiniveren Hz. Yusuf'un yaptığı bir sürpriz! Hz. Yusuf, onlara başka hiçbir şey dememişti. Sadece bunların kendisine ve kardeşine Allah'ın bir lütfu olduğunu; bu lütfun da sakınarak iyilik etmenin, sabrın ve Allah'ın adaletinin bir sonucu olduğunu belirtmekle yetinmişti.

Bu durumda ister istemez, bir zamanlar Hz. Yusuf'a yaptıkları geldi gözlerinin önüne. Onlar kötülük etmişlerdi, O ise kendilerine iyilikte bulunuyordu. Onlar bir cahillik etmişlerdi, O ise kendilerine son derece yumuşak davranıyordu. Onlar insanlık onuruna yakışmayacak bir iş yapmışlardı, O ise kendilerine karşı onurluca davranıyordu. Bu durumda o anda, ister istemez tüm bunların ezikliği ve utangaçlığını duyuyorlardı:

 

91- Kardeşleri; "Vallahi, Allah seni bize üstün kıldı, biz hep suçlu idik dediler...

Yanlışlıklarını açıkça söyleyerek, günah işlemiş olduklarını kabul ediyorlar. Derece, nezaket, sakınma ve iyilik etme gibi konularda Allah'ın Hz. Yusuf u kendilerinden üstün kıldığını gördüklerini açıkça söylüyorlar. Buna karşılık Hz. Yusuf da onlara kucak açarak, onları bağışlayarak, içine düştükleri utanılası konuma son veriyor. Değerli bir insanın göstereceği bir erdemdir bu! Daha önce darlık sınanmasından alnının akıyla çıkmış olan Hz. Yusuf, böylece bollukla sınanmasını da başarıyla atlatıyor. Kuşkusuz ki O, iyilik eden kimselerdendi.

92- Yusuf dedi ki; "Bugün size kınama yok, Allah günahlarınızı bağışlar, O merhametlilerin en merhametlisidir. "

Size kusur bulmuyorum, sizi kınamıyorum! Bu mesele benim için bitmiştir. Bu meseleyi ben kendi adıma bütünüyle unutuyorum. Allah, sizlerin günahlarınızı bağışlasın. O ki merhametlilerin en merhametlisidir. Ardından söz, başka bir konuya geliyor. Sıra, üzüntüsünden gözleri ağarmış babasına geliyor. Hz. Yusuf bir an önce, babasına müjdeyi yetiştirebilmek, onu görebilmek, onun yüreğindeki hüznü dindirebilmek, hastalıktan bedeninin çektiği acılara son verebilmek, artık görmez olan gözlerini yeniden sağlığına kavuşturabilmek için yanıp tutuşmaktadır. Bu sebeple de kardeşlerine şöyle diyor:

93- "Şimdi şu benim gömleğimi götürüp yüzüne sürün de gözleri açılsın. Sonra bütün ailenizle birlikte bana geliniz. "

Hz. Yusuf, gömleğine sinmiş kokusunun, babasının körelmiş gözlerini tekrar sağlığına kavuşturabileceğini nereden bilmişti? Bu, Allah'ın kendisine öğrettiği bilgilerdendir. Pek çok durumda, şok etkisi yaratabilecek bir sürpriz, olağanüstü şeylerin gerçekleşmesine neden olur... Hem Hz. Yusuf da Hz. Yakub da birer peygamber olduklarına göre, böylesi bir mucizenin gerçekleşmesi de son derece normal değil midir?

SÜRPRİZLER ZİNCİRİ

Kıssanın bu bölümünde sürpriz üstüne sürprizle karşılaşıyoruz. Bu heyecanlı sahneler Hz. Yusuf'un küçük bir çocukken görmüş olduğu rüyanın yorumlanmasına dek sürecek...

94- Kervan yola çıkınca, babaları yanındakilere; "Eğer bana bunak demeyecekseniz, söyleyeyim ki, burnuma Yusuf'un kokusu geliyor" dedi...

Hz. Yusuf'un kokusu! Her şey akla gelebilir, ama böyle bir şey asla! Aradan geçen onca uzun bir zamandan sonra Hz. Yusuf'un halâ hayatta olabileceği kimin aklından geçer ki! Durum böyle olduğu halde, artık gözleri bile görmeyen bu yaşlı adam Hz. Yusuf'un kokusunu alıyor!

Ne diyor? Bu ihtiyar da iyice sapıttı demeyecekseniz doğrusu ben, Yusuf'un kokusunu alıyorum. "Eğer bana bunak demeyecekseniz", dediğime inanacaksanız, size bir şey söyleyeyim mi, ta uzaklardan Yusuf'un kokusu geliyor burnuma!

Kervan yola çıkar çıkmaz Hz. Yakub, Hz. Yusuf'un kokusunu nasıl olmuş da alabilmiştir? Ayrıca, kervanın bu ayette sözü edilen anlamıyla yola çıkış noktası neresidir? Kimi tefsirciler, kervanın yola çıkış noktasının Mısır olduğu; Hz. Yakub'un da Hz. Yusuf'un kokusunu bu denli uzak bir mesafeden aldığı görüşündedir. Ancak meselenin gerçekten böyle olduğuna ilişkin bir gösterge yoktur. Kim bilir? "Kervan yola çıkınca" derken belki de, Kenan diyarındaki ana yolların kesiştiği nokta ve de kafilenin bu noktadan Hz. Yakub'un biraz ötedeki mahallesine doğru yola çıkması kastedilmektedir.

Burada, bir peygamber durumundaki Hz. Yakub'un ve yine bir peygamber durumundaki Hz. Yusuf'un pekalâ gösterebilecekleri bir mucizeyi reddetmeye çalıştığımız düşünülmesin. Bizim yaptığımız, Kur'an'daki bu ayetin içerdiği anlamın ya da kesin bir kanıtın ötesine geçmemeye çabalamaktan ibarettir. Nitekim burada sözünü ettiğimiz mesafenin ne kadar olduğu konusunda, kesinkes doğru kabul edilen bir hadis bulunmamaktadır. Ayrıca kimi müfessirlerin bu mesafe konusunda ileri sürdükleri görüşün doğru olduğuna ilişkin de ayetin orijinalinde en ufak bir işaret yoktur!

Ancak Hz. Yakub'un çevresindeki kimseler, onun kadar üstün bir dereceye ulaşamamış olduklarından, onun duyduğunu belirttiği Hz. Yusuf'un kokusunu da alamamaktadırlar:

95- Yanındakiler, Hz. Yakub'a; "Vallahi, sen halâ o eski şaşkınlığının pençesindesin" dediler..

Halâ Hz. Yusuf'u kaybetmenin şaşkınlığı içerisindesin. Nice zaman önce bilinmezliklere karışıp gitmiş ve artık asla gelmeyecek olan Yusuf'u halâ bekleyip durmaktan aklını bozmuşsun sen!

Ama bu beklenmedik sürpriz gerçekleşecektir. Üstüne üstlük, bununla birlikte bir sürpriz, bir mucize daha yaşanacaktır:

 

96- Hz. Yakub'un müjdeli haberi taşıyan oğlu gelip de gömleği babasının yüzüne sürünce, gözleri açılıverdi ve oğullarına "ben size Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum demedim mi?" dedi.

Gömlek sürprizi! Bu, Hz. Yusuf'un yaşadığının, yakında ona kavuşacağının kanıtıydı. Ardında ise, Hz. Yakub'un ağarmış gözlerinin yeniden tümüyle sağlığına kavuşuvermesinin yarattığı sürpriz... Bunun üzerine Hz. Yakub hemen Rabbi katından öğrenmiş olduğu, nitekim bu olaydan çok daha önce de oğullarına söylemiş bulunduğu, ancak kimsenin bir şey anlamadığı gerçeği hatırlatıyor:

"Oğullarına; `Ben size Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum demedim mi dedi."

97- Oğulları; `Ey babamız! Bizim adımıza Allah dan günahlarımızı affetmesini dile, biz kesinlikle suçluyuz" dediler.

Ancak Hz. Yakub'un, açıkça söylemese de bu oğullarına karşı kalbinin az da olsa halâ kırgın olduğu anlaşılıyor. Onlara Allah'dan günahlarını affetmesini dileyeceğine ilişkin söz veriyor ama bu işi, içindeki kırgınlık iyice geçtikten, iyice sakinleşip kendine geldikten sonra yapacağını belirtiyor:

98- Hz. Yakub, oğullarına; "Sizin için daha sonra af dileyeceğim. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir" dedi.

Nitekim ayetin orijinaline baktığımızda Hz. Yakub'un, "af dileyeceğim" derken, fiili -Arapça'da uzak gelecek zaman ifade eden- "sevfe" edatıyla kullanarak, bu işi "daha sonra" yapacağını özellikle belirttiğini görüyoruz. Bu olgu, Hz. Yakub'un kalbinin o an için bile halâ sızladığı biçiminde pekalâ yorumlanabilir...

GÖZ YAŞARTICI SAHNELER

Ayetlerde, kıssadaki sürprizlerin aktarılmasına devam ediliyor. Ancak, zamandan ve mekândan bir atlama yapılarak hemen kıssamızın büyüleyici ve göz yaşartıcı nitelikteki son sahnesine geçiliyor:

 

99- Hz. Yakub ailesi, Hz. Yusuf un yanına vardığında O, ana-babasını bağrına bastı ve "Allah'ın izni ile Mısır'a güven içinde giriniz" dedi.

100- Ana-babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte

önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, babasına dedi ki; "Babacığım, bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyanın somut yorumudur, Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü. Ayrıca beni hapisten çıkararak ve şeytanın kışkırtması sonucunda kardeşlerimle aramın açılmasından sonra sizleri çöl ortasından kaldırıp yanıma getirerek bana lütufta bulundu. Hiç kuşkusuz Rabbim dilediklerine karşı lütufkâr davranır. O her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır. "

Aman Allah'ım! Ne kadar güzel bir sahnedir bu! Onca yılların ve nice günlerin ardından, karamsarlıkların ve düş kırıklıklarının ardından, acıların ve sıkıntıların ardından, sınavlara ve belalara maruz bırakılmanın ardından, dayanılmaz özlemlerin, bitmeyen üzüntülerin ve sızım sızım sızlatan dertlerin ardından geliveren ne görkemli bir sahnedir bu!

Hıncahınç heyecan, duygu, sevinç ve gözyaşı dolu bir sahnedir bu!

Bu son sahneyle, ilk sahne arasında da öylesine güzel bir uyum var ki! Başlangıçta bütünüyle bir gayb, geleceğe ilişkin bir bilinmezlik durumundaydı tüm bunlar. Son sahnedeyse bir bakıyoruz, tüm bunlar bizzat yaşanıyor! Ve tüm bunlar yaşanırken bakıyoruz ki, Hz. Yakub yine hiçbir zaman unutmadığı Allah'ını anıyor:

"Hz. Yakub ailesi, Hz. Yusuf'un yanına vardığında O, ana-babasını bağrına bastı ve `Allah'ın izni ile Mısır'a güven içinde giriniz' dedi."

 

101- Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin, beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin; canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat. "

"Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin.."

Bu anlamda sen beni yönetici kıldın,belirli bir makam ve mevki, mal sahibi yaptın. Bunlar dünya nimetlerinden bana lûtfettiklerindi.

"Beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın."

Bana olayların nasıl noktalanacağını kestirebilmemi, rüyaları yorumlayabilmemi sağladın. Bu ise, bilgi noktasında bana lûtfettiklerindendi. Tüm bunlar senin nimetlerin, senin lütuflarındı Rabbim! Onları bir bir hatırlıyor, sayıyorum...

"Ey göklerin ve yerin yaradanı!"

Yeri de gökleri de tek bir sözünle yaratıverdin. Bu noktada her şey de senin elindedir. Yer de, gökler de, oralarda yaşayanlar da senin gücüne hiçbir biçimde karşı koyamaz...

"Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin.." Tek destekçim, tek yardımcım sensin...

Rabbim, senin lütuflarının, senin gücünün göstergesidir tüm bunlar. Rabbim senden ne yöneticilik, ne sağlık, ne de mal mülk istiyorum! Benim senden istediğim, tüm bunlardan daha kalıcı, daha özenilesi bir şeydir:

"Canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat.."

Böylece makam ve mevki de, yöneticilik de, yeniden buluşma sevinci de, ailenin biraraya gelişi de, kardeşlerinin kaynaşması da hepsi geride kalıp gözden kayboluyor. Tüm görüntü sadece son sahneyle kaplanıyor: Bir kul sade bir birey olarak Rabbine el açmış; O'ndan müslümanlığını ölene dek korumasını, canının müslüman olarak alınmasını; ahirette iyi kullar arasına katılmasını dilemektedir.

Hz. Yusuf son sınavda da mutlak başarısının göstergesidir bu!..

Hz. Yusuf kıssasının bitiminin ardından burada kıssanın değerlendirilmesine ilişkin ayetler başlıyor. Sözkonusu değerlendirmelere, giriş bölümünde surenin tanıtma yazısı sırasında da değinmiştik. Bu değerlendirmelerin yanısıra bilinen bugünün ardındaki bilinmeyen gayba, geçmiştekilerin izlerine, yüreklerin en derindeki köşelerine, evrenin sayfalarına ilişkin esin yüklü turlara, değişik değinilere ve çeşitli yaklaşımlara da yer veriliyor. Bunları suredeki sıralarına göre gözden geçirelim. Bu sıralamanın belirli bir amacı olduğunu da vurgulamamız gerekir.

SONUÇ

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- doğup büyüdüğü, ardından da peygamber olarak görevlendirildiği toplumda bu kıssa bilinmiyordu. Üstelik, ancak olayı yaşamış kahramanlarca bilinebilecek sırlarla yüklü bir kıssaydı bu. Tüm bu sırlar, tarihin derinliklerine gömülüp gitmiş durumdaydı. Nitekim Allah da surenin başında peygamberine şöyle buyurmuyor muydu?

"Biz bu Kur'an'ı sana vahyetmekle sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun."

İşte yine kıssanın tamamlanmasının ardından gelen ve de kıssayı noktalayan ayetle, başlangıçtaki sözkonusu ayete gönderme yapılıyor:

102- Ey Muhammed! Bu anlatılanlar, gayba ilişkin haberlerdir, onları sana vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa Hz. Yakub'un oğulları, biraraya gelerek kardeşlerinin tuzak kurmayı kararlaştırdıkları sırada sen yanlarında değildin.

Sana anlatılan sözkonusu kıssalar, senin bilemediğin gayba ilişkin haberlerdir. Ancak biz bunları sana vahiy yolu ile bildiriyoruz. Bunların vahiy oluşunun kanıtı, bunların senin için başlangıçta bir gayb, yani bilinmedik bir olay durumunda bulunmasıdır. Nitekim Hz. Yakub'un oğulları biraraya gelip toplandıklarında, anlaştıklarında, kıssada yer yer sözü edilen tuzakları kurduklarında, sen onların yanında değildin. Onlar, kardeşleri Yusuf'un da babaları Hz. Yakub'un da başına çorap örmüşlerdi. Daha sonra diğer kardeşleri de ellerinden alındığında, sadece kendi başlarının çaresine bakarak, yine yapacaklarını yapmışlardı. Zira bu noktada da, kendi başlarının çaresine bakma adı altında, örülen yeni bir çorap sözkonusuydu. Ayrıca gerek kadınlar, gerekse Hz. Yusuf'u hapse tıkan saray erkânı da Hz. Yusuf'un başına çorap örmüşlerdi. Evet, tüm bunlar olup bitmişti, ama sen bunları onların arasında yaşayıp bizzat görmüş değildin ki, bu denli ayrıntısıyla anlatabilsin! Dolayısıyla bu anlatılanlar, ancak ve ancak bir vahiydir! Nitekim bu sure, kıssanın çeşitli aşamalarında İslâm inancının ve dininin kimi meselelerini açıklığa kavuşturmanın yanısıra, sözkonusu gerçeği kesinkes ortaya koymak üzere indirilmiştir.

İNKÂR VE AZAB

Kıssaların vahyedilmesi, bunların ancak bir vahiy ürünü olabileceği gerçeğinin kesinkes ortaya konması, ayetlerde insanı yürekten etkileyen değiniler ve dikkat çekmeler karşısında insanların bu Kur'an'a iman etmeleri gerekirdi. Zira o insanlar ki Peygamberimizi bizzat görmekte, onu her yönüyle tanımakta ve onu bizzat dinlemekteydiler. Ne var ki, insanların çoğu, inanıp imana gelmezler. Onlar, içinde yaşadıkları evrenin dört bir yanını sarmış bulunan Allah'ın ayetleri karşısında da yine tam bir vurdumduymazlık içindedirler! Allah'ın evrendeki ayetleri karşısında bile, ne dikkat etme gereği duyarlar ne de bunların yüklü olduğu,taşıdıkları anlamları kavramaya çalışırlar! Onlar, karşısında açık duran bir sayfadan yüz çeviren, dolayısıyla da önünde ne bulunduğunu göremeyen bir kimseden farksızdırlar. Bekledikleri nedir acaba? Hiç farkında olmadıkları bir anda, Allah'ın azabının hepsini birden çarpıp götürüvermesini mi bekliyorlar.

 

103- "Sen insanların iman etmesini ne kadar ısrarla istersen iste, onların çoğu iman etmeyecektir. "

104- "Oysa sen bu çabama karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. Kur'an, tüm insanlara seslenèn bir hatırlatmadır sadece. "

105- "Göklerde ve yerde nice ayetler, nice ibret içerikli belgeler vardır, yanlarından geçtikleri halde onları umursamazlar. "

106- "Onların çoğu, Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar. "

107- "Acaba onlar, hepsini birlikte çarpacak, yaygın bir ilahi azaba uğramayacaklarından ya da hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın kıyametin başlarına kopmayacağından emin midirler?"

Peygamberimiz, -salât ve selâm üzerine olsun- yaşadığı toplumdaki herkesin imana gelmesi için ısrarla çabalayan bir kimseydi. O, kendileri için getirmiş bulunduğu gerçek, hayır ve iyiliği onların herbirine benimsetebilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Onlara duyduğu merhametten ötürü hiç kimsenin, dünyada perişanlıktan, ahirette de azaptan kurtulamayacak olan müşriklerin akıbetine uğramasını istemiyordu. Ancak Allah, insanların yüreklerini en iyi bildiği gibi, onların doğalarından, iç dünyalarından da en iyi biçimde haberdardır. Bu nedenle de Peygamberimizi, ne kadar uğraşıp çabalarsa çabalasın, çoğunluk durumundaki müşriklerin imana yanaşmayacakları noktasında uyarıyor. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren ve bunları zerre kadar umursamayan kimselerdir. Bu yüz çevirmelerinden ötürüdür ki, bir türlü iman edecek bir düzeye gelemezler. Yine bundan ötürüdür ki bir türlü kendilerini çepeçevre kuşatmış Allah'ın ayetlerinden yararlanarak gerçeği yakalamasını bilemezler!

Ey Muhammed! Senin, onların imanına ihtiyacın yoktur. Doğru yola iletme noktasında onlardan bir ücret. de istemiyorsun. Doğru yol onlara, hiçbir ücret, hiçbir karşılık beklenmeksizin apaçık sunulmasına karşın, onların böylesine yüz çevirmekte direnmelerine şaşırmamak elde değildir.

"Oysa sen bu çabana karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. Kur'an, tüm insanlara seslenen bir hatırlatmadır sadece."

Onlara Allah'ın ayetlerini söylüyorsun. Onların gözlerini, algılama güçlerini Allah'ın ayetlerinin üzerine çekmeye çabalıyorsun. O ayetler ki, tüm insanlara sunulmuş bulunmaktadır. O ayetler ki hiçbir ulusun, hiçbir ırkın, hiçbir oymağın tekelinde değildir! O ayetler ki bir ücret karşılığında değildir! Dolayısıyla bu. noktada herhangi bir kimsenin gücünün yetmemesi ya da zenginlerin yoksullara oranla ayrıcalıklı olması sözkonusu değildir! O ayetler ki hiçbir önkoşula bağlanmamıştır! Dolayısıyla bu noktada da herhangi bir kimsenin gücünün yetmemesi ya da güçlülerin güçsüzlere oranla ayrıcalıklı olması sözkonusu değildir! Tam tersine Allah'ın ayetleri, tüm insanlara seslenen bir hatırlatma bir öğüttür; isteyen herkesin buyurabileceği, tüm insanlara açık bir ziyafet sofrasıdır.

"Göklerde ve yerde nice ayetler, nice ibret içerikli belgeler vardır, yanlarından geçtikleri halde onları umursamazlar."

Allah'ı, O'nun birliğini ve gücünü gösteren nice ayetler, evrenin her köşesine serpiştirilmiş; göklerde ve yerde insanların gözleri ve algılama güçleri önüne açıkça serilmiş durumdadır. İnsanlar gece gündüz demeden, sabah akşam her an Allah'ın ayetleriyle karşılaşmaktadırlar. O ayetler ki neredeyse dile gelmiş ve insanları açıkça çağırmaktadırlar. İnsanların gözleri ve duyuları karşısında apaçık durmaktadırlar. İnsanların yüreklerine ve akıllarına durmadan esinler fısıldamaktadırlar. Ne var ki, insanlar tüm bu ayetleri görememekte, ayetlerin çağrısını işitememekte ve onlardaki derin çağrışımları sezinleyememektedirler.

Bir an için güneşin doğuşunu ve batışını düşünün! Bir an için yavaşça uzayan ya da kısalan gölgeyi düşünün! Bir an için engin denizleri, gürül gürül akan pınarları, insanların susuzluğunu gideren kaynakları düşünün! Bir an için büyüyen bitkiyi, güzelim tomurcuğu, açılan çiçeği ve nazlı nazlı sallanan ekinleri düşünün! Bir an için yüzüyormuşçasına havada uçan kuşu, suda yüzen balığı, sürünerek yürüyen kurtçuğu, harıl harıl çalışan karıncayı, diğer hayvan, haşarat ve böcekleri düşünün! Bir an için, sabahın ve akşamın nasıl olduğunu, gecenin sessizliğini, gündüzün kalabalıklığını ibret gözüyle bir düşünün!.. İnsanın yüreği bir an için bile, şaşılası varlıklar dünyasındaki ritimleri yakalayabilir. O korkunç anlama ve etkilenim sürecinin ürpertisiyle insanın yüreğinin titremesi için bir anlık bir zaman dilimi bile yeterlidir. Ama insanlar, Allah'ın tüm bu ayetlerinin "yanlarından geçtikleri halde, onları umursamazlar." Bu sebeple de onların çoğu iman etmezler!

İman edenlerden bile pek çoğunun yüreğine, -şu ya da bu biçimde- şirk sızabilmektedir. Dolayısıyla saf ve katışıksız imanın, her şeyden önce tüm şeytani sızmaları ve yeryüzü kökenli anlayışları kalpten uzak tutabilmek için sürekli uyanık durmaya ihtiyacı vardır. Her hareketin,her davranışın Allah için olması, sadece ve sadece O'na özgü kılınması gerekir. Saf ve katışıksız imanın, kalp, davranış ve hareketler üzerindeki otoritenin kime tanınacağı noktasında kesinkes ve bütüncül bir tavra ihtiyacı vardır. Kalp, sadece ve sadece Allah'a boyun eğmelidir. Yaşamda, dilediğini dilediği biçimde isteyen ve bir olan Allah dışında, hiç kimseye kulluğa yer verilmemelidir. Ama insanların ne kadarı bunu başarabilir?

"Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar."

Olayları, olguları ya da kişileri değerlendirirken, yeryüzü kökenli değer ölçütlerini benimseyerek Allah'a ortak koşarlar! Yarar da zarar da Allah'ın elinde olmasına karşın, bunları sadece nedenlere bağlayarak bir tür determinizmle O'na, Allah'a ortak koşarlar! Tek bir olan Allah'ın şeriatını temel almamış bir yönetici ya da yönlendiriciye itaat ederek; Allah'ın gücü dışında bir güce boyun eğmek suretiyle O'na ortak koşarlar! Allah'ın dışında, O'nun kullarından birine umut bağlamakla Allah'a ortak koşarlar! Aslında diğer insanların bir tür beğenisini kazanabilmek amacıyla kendilerini feda ederek Allah'a ortak koşarlar! Bir yarar sağlamak ya da bir zararı bertaraf etmek için cihada katıldıklarında, Allah'dan başkasının rızasını gözeterek Allah'a ortak koşarlar! İbadet sırasında Allah'ın yanısıra, başkalarının da hoşnutluğunu kazanmaya çalışarak Allah'a ortak koşarlar! .. Bu nedenledir ki Peygamberimiz: "İçinizdeki şirk, karıncanın ayak seslerinden bile sessizdir!"

Hadislerde bu gizli şirke ilişkin, başka örnekler de yeralmaktadır: Tirmîzî'nin, İbn Ömer'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah'dan başkasının adına üstüne yemin eden, Allah'a ortak koşmuştur!"

İmam Ahmed, Ebu Davud ve diğer hadis imamlarının, İbn Mesud'dan aktardıklarına göre Peygamberimiz: "Büyücülük ve muskacılık, şirktir!" buyurmuştur.

İmam Ahmed'in Müsned adlı eserinde, Ukbe bin Amir'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Muska ya da nazarlık taşıyan, Allah'a ortak koşmuştur!".

Ebu Hureyre'den de şu şekilde bir hadis aktarılır: "Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dedi: "Allah buyuruyor ki: "Ben ortaklara en muhtar olmayan en uluyum. Kim işlediği herhangi bir amelde başkasını bana ortak koşarsa, onun bana koştuğu ortakla başbaşa bırakırım."

İmam Ahmed, Ebu Said bin Ebı Fedale'den şu hadisi aktarır: "Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dediğini duydum:

"Hakkında en ufak bir kuşkuya yer bulunmayan kıyamet gününde Allah, ilk insandan son insana varana dek herkesi biraraya topladığında bir münâdî; `Allah için yaptığı bir işte O'na ortak koşmuş kimse varsa, yaptığının karşılığını gitsin o ortak koştuğundan istesin! Çünkü Allah, ortaklara en muhtaç olmayan en uludur..." diye seslenecektir.

Yine İmam Ahmed, Mahmud bin Lebid'den şöyle bir hadis aktarmaktadır:

"Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizin adınıza en çok korktuğum, küçük şirktir" buyurdular. Çevresindekiler bunun üzerine: "Ey Allah'ın elçisi! Küçük şirk nedir?" diye sordular. O da buna cevap olarak dedi ki: "Riyâdır! Kıyamet gününde insanlar yaptıklarıyla birlikte huzura geldikleride Allah onlara: `Hadi şimdi dünyadayken kendilerine riya yapıp gösterişte bulunduğunuz kimselerin yanına gidin! Bakalım onlar size yaptıklarınızın mükafatını verebilecekler mi!' buyuracaktır."

İnananların kendilerini kollayıp imanlarını koruyabilmeleri için sürekli dikkatli olmaları gereken gizli şirk işte budur.

Bir de gözle görülür apaçık şirk vardır. Bu da yaşama ilişkin herhangi bir meselede Allah dışında herhangi bir kimseye boyun eğilmesidir! Allah'ın şeriatı dışında bir şeriatla yargılanmayı kabul etmektir! -Bunun şirk olduğu tartışma götürmeyecek denli kesindir!- Allah'ın belirlemediği bütünüyle insanların çıkardığı bayramları ya da törenleri benimsemek vb. biçimde herhangi bir geleneği kabullenmektir! Allah'ın bırakacak, Allah'ın buyruğuyla çelişecek bir kıyafet modelini benimsemektir!..

Bu tür konularda, kulların Rabbinin apaçık buyruğunu bir yana bırakarak, kulların çıkardıkları yaygın sosyal bir geleneği benimseme ve kabullenme sözkonusu olduğundan, yanlış hareket etme suretiyle işlenen günah sınırlarının da ötesine geçmektedir... Zira böyle bir durumda sözkonusu eylem, günah değil, düpedüz şirktir! Neden diye sorulacak olursa, bu tür bir eylem, Allah'ın buyruğunun tam tersine, Allah dışında bir otoriteye boyun eğmenin göstergesidir! Bu açıdan sözkonusu türden bir eylem, oldukça korkunç ve tehlikeli bir iştir...

Nitekim bu noktada Allah'ın sözü de açıktır:

"Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar."

Bu ayet, Arap Yarımadası'nda Peygamberimizle bizzat karşılaşmış bulunan kimseler için geçerli olduğu gibi, daha sonraki zamanlarda yaşayan ve dünyanın neresinde olursa olsunlar, tüm insanları kapsamı içine alan bir tespittir.

Varlıklar dünyasının dört bir yanında karşılaştıkları Allah'ın ayetlerini umursamayan; hiçbir ücret istenilmeksizin kendilerine sunulmuş bulunan Kur'an ayetlerinden yüz çeviren bu insanlar, daha neyi beklemektedirler acaba?

Evet, neyi beklemektedirler?

Acaba onlar, hepsini birlikte çarpacak, yaygın bir ilahi azaba uğramayacaklarından ya da hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın kıyametin başlarına kopmayacağından emin midirler?"

Bu, onları aymazlıklarından (gafletlerinden) uyandırıp kendilerine getirebilmek, bu aymazlıklarının beraberinde taşıyacağı kötü sondan onları sakındırabilmek için, sözkonusu kimselerin duygularına yönelik güçlü bir dokundurmadır. Hiç kimsenin ne zaman gerçekleşeceğini bilemediği Allah'ın azabı, bir anda başlarında kopu verebilecek kıyametle, onların tümünü birden kasıp kavurabilir elbet. Kimbilir, belki de gelip kapıya dayanmış durumdadır kıyamet. O dehşetengiz, o korkunç gün belki de gelip ansızın kapılarına dayanmıştır, ama onlar bunun farkında bile değildirler. Gayb, bir başka deyişle, yarının neye gebe olduğu, sözcüğün tam anlamıyla kapalı bir kutudur! Bu bağlamda ne göz işe yarar, ne de kulak! Bir anda neler olup biteceğini hiç kimse bilemez! Dolayısıyla o aymazların, böyle bir konuda nasıl güven içindedirler!

Bir yanda Kur'an'da Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğini açıkça kanıtlayan ayetler ve de insanlar görsün diye evrenin dört bir köşesine serpiştirilmiş durumdaki Allah'ın diğer ayetleri... Bir yanda da, yanlarından geçip durdukları halde tüm bu ayetleri umursamayarak yüz çeviren; Allah'a ama gizli, ama açık bir biçimde ortak koşan kimseler... Varsın bu tür kimseler çoğunlukta olsunlar! Peygamberimiz ve onun gösterdiği doğru yolun yolcuları, yollarına devam etmektedirler! Onlar sapıtmadıkları gibi, sapıklardan da zerre kadar etkilenmemektedirler:

 

108- Ey Muhammed, de ki; "İşte benim yolum budur, ben inandırıcı kanıtlar göstererek insanları Allah'a çağırırım. Bana uyanlar da öyle yaparlar. Allah'ı her türlü noksanlıktan uzak tutarım. Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim. "

Evet ey Muhammed, sen onlara de ki:

"İşte benim yolum budur!"

En ufak bir eğrilik, bir kuşku ya da şüphenin asla sözkonusu olmadığı, dosdoğru biricik yoldur benim yolum.

"Ben inandırıcı kanıtlar göstererek insanları Allah'a çağırırım. Bana uyanlar da öyle yaparlar."

Bizler Allah ve O'nun ışığı sayesinde doğru yoldayızdır. Yolumuzu iyi biliriz. Bu yolda her adımımızı görerek, anlayarak, bilerek atarız. Ne kösteklenir, ne düşer, ne de sendeleriz! Bizim için net mi net apaydınlık bir yoldur bu. Allah'ı, O'nun ilahlığına yaraşmayacak niteliklerden uzak tutarız. Kendimizi, Allah'a ortak koşanlardan ayırır ve uzak tutarız:

"Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim."

Şirkin, Allah'a ortak koşmanın açığına da gizlisine de yer yoktur bende! İşte benim yolum budur! Dileyen gelsin katılsın! Gelip katılmayanlara gelince, arzuları bilir! Onlar katılmasa da ben, dosdoğru yolumda yürümeye devam ediyorum..:

Allah yolunun davetçisi konumundaki insanlar, işte bu ayrımı mutlaka yapmak durumundadırlar. Kendilerinin tek bir ümmet olduklarını; inançlarını kabullenmeyenlerden, kendileri gibi hareket etmeyenlerden, liderlerinin buyruklarını yerine getirmeyenlerden ayrı olduklarını mutlaka açıkça duyurmak durumundadırlar! Kısacası kendilerini net bir biçimde ayırmak, kendileri dışındaki kimselerle içiçe bulunmamak durumundadırlar. Bu dine mensup insanların, cahili toplum içerisinde eriyip gitmiş bir biçimdeyken, başkalarını kendi dinlerine davet etmeleri yeterli değildir! Zira böylesi bir davetle, kıyamet-i harbiyesi olan hiçbir sonuç elde edilemez! Bu insanların daha ilk günden itibaren yapacakları birinci iş, kendilerinin cahiliyeden bütünüyle farklı apayrı bir grup olduklarını açıkça söylemek; kendilerini başkalarından ayırıp İslâm inancının kaynaştırdığı ve İslâmcı liderlerin yönettiği özel bir topluluk haline getirmektir... Özetle Allah yolunun davetçileri, kendilerini cahiliye toplumundan ayırmak zorunda oldukları gibi, yöneticilerini de cahiliye toplumunun yöneticilerinden ayırmak zorundadırlar!

Aksi taktirde, onların cahiliye toplumu arasına karışmaları, bu toplumla kaynaşmaları, cahiliye yönetiminin şemsiyesi altında kalmaları durumunda sonuçta, inanç sistemlerinin tüm gücü, çağrılarının yaratabileceği tüm etki, bu yeni çağrı için sözkonusu olabilecek tüm çekicilik korkunç bir erozyona uğrayarak silinip gidecektir.

Bu gerçek, sadece müşrikler arasında çağrıda bulunan Peygamberimizin durumuyla sınırlı değildir. Cahiliye hortladığı ve insanların hayatına egemen olduğu her dönemde ve her durumda geçerlidir... Üstelik yirminci yüzyıl cahiliyesinin, temel öğeler ve ayırıcı nitelikler açısından, İslâm çağrısının tarih boyunca yüzyüze geldiği diğer cahiliye sistemlerinden farklı olduğu da söylenemez!

Kimileri cahiliye toplumuna ve cahiliye çevrelerine karışarak; bu tür toplumlara ya da çevrelere yavaşça sızarak sonuçta İslâma davet noktasında birşeyler yapabileceklerini sanıyorlar... Bu biçimde düşünenler, İslâm inancının özünü kavrayamadıkları gibi, insanların yüreklerine nasıl girilebileceğinden de habersizdirler!.. Tanrıtanımaz (ateist) hareketler bile kendi kimliklerini, düşüncelerini ve yaklaşımlarını bizzat ortaya koymaktadırlar! Yani, İslâmın davetçisi müslümanlar mı kendi gerçek kimliklerini ortaya koymayacaklar? Müslümanlar mı kendi yollarını; cahiliye yöntemlerinden büsbütün farklı kendi sistemlerini açıkça ortaya koymayacaklar?

PEYGAMBERLER HAKKINDA ALLAH'IN YASASI

Daha sonra peygamberler noktasında Allah'ın yasasına ve de kimi geçmiş toplumların sonlarına ilişkin Allah'ın yeryüzündeki kanıtlarına dikkat çekiliyor. Hz. Muhammed, -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlerin ilki değildir. Onun getirdiği şeriat da, şeriatların ilki değildir. İşte, daha önceleri Allah'ın peygamberini ve şeriatını yalanlamış olanların sonlarına ilişkin kanıtlar yeryüzünde halâ apaçık durmaktadır:

 

109- Senden önce gönderdiğimiz tüm peygamberler de, çeşitli şehirlerin halklarından seçerek kendilerine vahiy indirdiğimiz erkekler idi. Onlar yeryüzünde gezerek; kendilerinden önceki inkârcı milletlerin sonunun nasıl olduğunu görmüyorlar mı? Kötülükten kaçınanlar için ahiret yurdu, dünyadan daha hayırlıdır. Bunu düşünemiyor musunuz?

Geçmişteki bu insanların bıraktıkları izleri gözlemlemek, yürekleri tir tir titretecek, en katı insanların yüreklerini bile ürpertecek bir iştir. Geçmişteki bu insanların hareketlerini, barınaklarını ve telaşlarını bir film şeridi gibi gözünüzün önüne getirin! Düşünün onlar da bir zamanlar hayattaydılar! Bu yerlerde gidip gelip dolaşıyorlardı. Korkuyorlardı, umutlar taşıyorlardı. Onlar da hırs doluydular. Kendilerince bir yerlere varabilmek için didiniyorlardı... Ama derken, derin bir sessizliğe gömülüp gidiverdiler. Ne duyguları kaldı, ne de hareketleri! Bakın, onlardan kalan şu harabelerde, in-cin top oynuyor şimdi! Yokluğa karışıp gidiverdiler! Kendileriyle birlikte duyguları, kafalarında çizdikleri dünyaları, düşünceleri, hareketleri ve barınakları da yok olup gidiverdi! Gözlerde büyüyen, gönüllerde ve duygularda taht kuran dünyaları, kendileriyle birlikte yokluğa karışıverdi!.. İnsan gaddarın, aymazın, acımasızın teki bile olsa, tüm bunları ibret gözüyle düşündüğünde, yüreği ister istemez ürperip titreyecektir. Bu nedenledir ki, Kur'an yer yer insanları ellerinden tutarak, onları geçmiş toplumların akıbetlerini ibret gözüyle seyrederek şöyle bir düşünmeye özendirmektedir:

"Senden önce gönderdiğimiz tüm peygamberler de, çeşitli şehirlerin halklarından seçerek kendilerine vahiy indirdiğimiz erkekler idi."

Daha önceki peygamberler de, ne melektiler, ne de bambaşka bir yaratık! Onlar da tıpkı senin gibi bir insandılar! Daha olgun, daha görgülü, daha nazik olabilmeleri için tıpkı senin gibi onlar da, Bedeviler arasından değil, şehirliler arasından seçilmiş birer insandılar!.. Çağrı ve doğru yola eriştirme noktasında sana verilen misyonun güçlüklerine karşı dayan! Kendilerine vahiy indirilmemiş erkeklere ilişkin Allah'ın yasası gereğince, senin mesajın da sürüp gidecektir...

"Onlar yeryüzünde gezerek kendilerinden önceki inkârcı milletlerin sonunun nasıl olduğunu görmüyorlar mı?"

Kendi sonlarının da onların sonlarından farksız olacağını kafalarına yerleştirsinler! Daha önceki toplumların bıraktıkları izlerde apaçık görülen Allah'ın yasası, onlar için de aynen geçerli olacaktır. Onların da yeryüzündeki akıbetleri, bir gün buradan çekip giderek tarihe gömülmek olacaktır:

"Kötülükten kaçınanlar için ahiret yurdu, dünyadan daha hayırlıdır." Onlar için ahiret yurdu, sonsuz bir yaşamın sözkonusu olamayacağı bu dünyadan daha hayırlıdır.

"Bunu düşünemiyor musunuz?"

Allah'ın geçmiş toplumlara ilişkin yasasını hiç düşünmüyor musunuz? Bunu bir türlü anlayamıyor musunuz ki, halâ üçbeş günlük dünyanın sınırlı güzelliklerini, ahiret yurdunun bitimsiz güzelliklerine yeğlemekte direniyorsunuz?

Ardından peygamberlerin yaşamında, hiçbir gecikme hiçbir görmezlikten gelme olmaksızın Allah'ın yasasının işleyeceği, Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği o belirleyici anın öncesindeki, o çetin ve sıkıntılı sürecin anlatımına geçiliyor:

 

110- Gönderdiğimiz peygamberler, ümmetlerinden iyice ümit kestiklerinde ve kesinlikle yalancı sayıldıkları sonucuna vardıklarında, kendilerine yardımımız erişiverdi de dilediklerimiz ortak azaptan kurtarıldı, fakat hiç kimse ağır suçlulardan şiddetli azabımızı savamaz. "

Peygamberlerin yaşamındaki dayanılmazlığın, üzüntüleri ve sıkıntının dozu canlı olarak gözlerimizin önüne seren korkunç bir tablodur bu. O peygamberler ki inkârcılıkla, bağnazlıkla, inatçılıkta direnmekle yüzyüze gelirler. Onlar çağrılarını sürdürürken günler gelip geçmekte ve çağrılarına çok az bir insan topluluğu dışında hiç kimse olumlu bir cevap vermemektedir. Yıllar gelip geçmektedir ama batıl halâ güçlüdür, batıl yanlıları halâ çoğunluktadır. Mü'minler ise, sayıca az oldukları gibi, güç açısından da halâ zayıftırlar.

Zor mu zor bir dönemdir bu. Batıl azıtmakta, azgınlaşmakta, kudurmakta ve acımasızlaşmaktadır. Peygamberlerse, yeryüzünde kendileri için henüz gerçekleşmemiş Allah'ın vaadinin bekleyişi içindedir. Yüreklerinde kuşkular kımıldamaya başlamıştır. Bir yalancı konumuna mı düşecekler ne? Bu dünya hayatında zafer umma noktasında hiç bir ümit kalmadı mı ne?

Üzüntü, darlık ve sıkıntılar bir insanın asla güç yetiremeyeceği bir noktaya ulaşmadıkça peygamberlerin böylesi bir tutum içine düşmeleri düşlenemez! Bu noktada, bir başka ayeti daha hatırlıyorum ister istemez: "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla birlikte mü'minler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı"... Gerek bu ayeti, gerekse şu an açıklamasını yaptığımız ayeti ne zaman okumuşsam, hep aynı ürpertiyi yaşamışımdır. Peygamber de bu denli bir noktaya varan o dehşetengiz korkuyu; ayette sözü edilen türden duyguların satır aralarında gizli o korkuyu; peygamberi bile bu denli sarsabilen o çökertici üzüntüyü; peygamberin o andaki psikolojik durumunu; yaşadığı dayanılmaz acıları düşlemek tüylerimi diken diken etmiştir hep...

Karamsarlığın ve üzüntünün iyiden iyiye çöreklendiği, peygamberlerin bütünüyle dara düştükleri, tüm enerjilerini son damlasına dek tükettikleri bir andır bu! İşte tam o anda Allah'ın yardımı tümüyle, kesinkes ve belirleyici bir biçimde geliverecektir! Evet, işte tam böylesi bir anda:

"Kendilerine yardımımız erişiverdi de, dilediklerimiz orta azaptan kurtarıldı, fakat hiç kimse ağır suçlulardan azabımızı savamaz."

İşte davet konusunda Allah'ın yasası budur. Sıkıntılar mutlaka olacaktır. Üzüntüler sonucunda ümitlerin yitirildiği anlar mutlaka olacaktır. Çabaların, enerjilerin son damlasına varana dek harcandığı, artık takatin hiç kalmadığı bir noktaya mutlaka gelinecektir. İnsanların ilgisini çeken tüm görünürdeki nedenlerden ümit kesildiği anda Allah'ın yardımı yetişiverecektir. Allah'ın yardımı gelecek ve kurtuluşu hak edenleri kurtaracaktır. Onlar, artık yalanlayanların başına musallat olan mahvolma tehlikesinden kurtulacaklardır. Zorbaların onlara yönelik baskı ve sindirme girişimlerinden kurtulacaklardır. O ağır suçluları, Allah'ın şiddetli azabı yakıp kavuruverecektir. Allah'ın şiddetli azabı karşısında ellerinden hiçbir şey gelmeyecektir. Bu sayede yerle bir olacaklar ve kökleri kazınacaktır. Hiç kimse, hiçbir yardımcı onları Allah'ın azabına uğramaktan kurtaramayacaktır.

Bu, zaferin öyle son derece ucuz olmaması içindir. Zafer böylesine ucuz olsaydı, dava için çalışmak da bir çocuk oyuncağı olurdu. Zafer bu denli ucuz olsaydı, her gün bir yığın sahte dava adamı türerdi. Mahiyet sıfır ya da çok az olacağı için, bir yığın insan dava adamı kesiliverirdi! Oysa İslâm davasının bu denli anlamsız ya da çocuk oyuncağı olabileceği düşünülemez. Zira İslâm davasının içeriğinde, insanlık yaşamı için kurallar ve bir sistem vardır. Bu davanın sahte dava adamlarından özenle korunması gerekir. Zira sahte dava adamları, bu davanın sıkıntılarını omuzlayamazlar. Bu sebepledir ki, onlar dava için çalışma noktasında son derece çıtkırıldım tiplerdir. Biraz çalışıp bu işi göremeyeceğini anladıklarında, davayı falan bir kenara bırakıverirler. Dolayısıyla kimin haktan, kimin batıldan yana olduğunu ayırdetme noktasında, ayetlerde sözü edilen sıkıntılar sözcüğün tam anlamıyla bir mihenk taşıdır. Zira bu sıkıntılara, ancak davalarına gerçekten yapışmış, gerçekten samimi insanlar katlanabilirler. O insanlar ki, İslâm davası için mücadele etmekten, her ne olursa olsun geri kalmazlar. Bu dünyada zafere ulaşamayacaklarını bile düşünseler, mücadelelerini yılmaksızın sürdürürler!

İslâm davası, "Bakarsınız şu yeryüzünde belirli de olsa biraz bir şeyler kazanabiliriz! Ama baktık ki olmadı, bu işten vazgeçer, daha çabuk ve daha iyi kazanabileceğimiz başka bir işe atılırız!" vb. türden hesaplar yapmaya elverişli, kısa vadeli bir ticaret değildir! Hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, Allah'ın dışında bir otoriteye boyun eğip tabi olmayı yeğlemiş cahiliye toplumlarında insanları Allah yoluna davet etmeye soyunan bir kimse, daha işin başındayken kendisini hiç de rahat bir yolculuğun beklemediğini kafasına koymalıdır. Kısa vadeli maddi bir ticaret peşinde olmadığını da kafasına yerleştirmelidir! Gücü ve parayı ellerinde bulunduran tağutlarla mutlaka karşı karşıya geleceğini bilmelidir! O tağutlar ki, kitleleri dolduruşa getirmeyi, onlara karayı ak, akı da kara göstermeyi çok iyi becerirler. Onlar ki, kitlelerin cinsellikleriyle oynayarak; kitleleri bu İslâmcıların amaçları sizi tüm bu cinsel zevklerden yoksun bırakmaktır diyerek korkutarak, İslâm davetçilerine karşı herkesi doldurmakta son derece ustadırlar!.. Yine İslâm davetçileri, İslâma davetin pek çok zorluğu omuzlamayı gerektirdiğini, cahili direnişe karşı böyle bir misyon üstlenmenin birçok sıkıntıya katlanmayı gerektirdiğini bilmek durumundadırlar. Her kuşakta gözlendiği üzere, başlangıçta bu davaya ezilenlerin kitlelerin değil, ancak ve ancak bu dinin gerçeklerini kendi rahatlarına ve bu dünyanın tüm nimetlerine yeğleyen bir avuç seçkin insanın gireceği de unutulmamalıdır. Başlangıçta bu davayı üstlenen sözkonusu seçkin grubun sayısı ise, öteden beri hep azdır. Ancak, ama uzun ama kısa süren bir cihadın ardından Allah, onlar ile toplumları arasında hak olarak kendi hükmünü verecektir. İşte o gün kitleler de akın akın Allah'ın dinine gireceklerdir.

Yusuf kıssasında, -kuyuda, başvezirin evinde, hapiste- binbir türlü sıkıntıyla karşılaştık. İnsanların yardımından umut kesilmesine de değişik biçimleriyle tanık olduk. Neticede ise, -Allah'ın gerçek vaadine uygun bir biçimde- mutlu sonun ancak sakınanlar için sözkonusu olduğunu gördük. Yusuf kıssası, peygamberlere ilişkin kıssaların bir örneğidir. Bu kıssa, düşünenler için ibret doludur. Yine bu kıssada Kur'an'dan önceki kutsal kitaplardaki bilgileri -Hz. Muhammed ile bu kitaplar arasında doğrudan bir bağ bulunmamasına karşın onaylama sözkonusudur. Muhammed'in bu sözleri, düzmece bir sözler dizisi değildir. Zira uydurmaca sözlerin ne birbirleriyle tutarlılık göstermesine olanak vardır, ne insanları doğru yola ulaştırmasına, ne de inanan yürekleri rahatlatıp merhametle doldurmasına!

 

111- Sağduyuluların, peygamberlere ilişkin hikâyelerden alacakları ibret dersleri vardır. Bu Kur'an bir düzmece sözler dizisi değildir. Tersine O, kendisinden önceki kutsal kitapları onaylayan, her şeyi ayrıntılı biçimde anlatan, mü'minler için doğru yol kılavuzu ve rahmet olan gerçek bir ilahi kitaptır.

Böylece, kıssanın başlangıç ve bitiminde bir uyum gözlendiği gibi, surenin başlangıç ve bitiminde de bir uyum gözleniyor. Kıssanın gerek başına, gerek sonuna, gerekse ara bölümlerine yerleştirilmiş değerlendirme ayetleri de kıssanın konusu, anlatım tarzı ve ifadeleriyle tamamen uyum içerisindedir. Böylece dini amaç tümüyle gerçekleştirilmiş bulunuyor. Yine anlatımdaki dürüstlük ve konuyu gerçekle özdeşleştirmeyle sanatsal nitelikler de bütünüyle gerçekleştirilmiş durumdadır.

Kıssa bu surede başladı ve yine bu surede bitti. Çünkü kıssanın yapısı, bu tarz bir üslubun seçilmesini zorunlu kılıyor. Görülen bir rüyanın yavaş yavaş, günbe gün, aşama aşama aynen gerçekleşmesi sözkonusu. Dolayısıyla, sanatsal uyumun mükemmelliği açsından 'olduğu gibi, kıssanın taşımış olduğu ibretin tamamıyla verilebilmesi açısından da, aktarımda baştan sonuna dek kıssadaki olaylar zincirinin izlenmesinden başka bir yol düşünülemezdi. Kıssanın bir bölümü başka bir yerde başlıbaşına anltılsaydı, saydığımız amaçların gerçekleştirilmesi açısından bu pek bir şey ifade etmezdi. Süleyman'ın Belkıs'la olan öyküsü, Meryem'in doğum öyküsü, İsa'nın doğum öyküsü, Nuh ve Tufan öyküsü vb. türden diğer peygamberlere ilişkin kıssalarda, kıssanın sadece bir bölümünü başlı başına aktarmak, istenen amacı gerçekleştirebilmek için yeterlidir. Bu bölümlerin aktarıldıkları yerlere bakılırsa, anlatılmak isteneni ifade için, kıssadan sadece ilgili bölümün tamamen yeterli olduğu gözlenir. Ancak Yusuf kıssası buna elverişli değildir. Yapısı gereği, aşamalar ve sahnelerin sırası gözlenerek kıssanın baştan sona dek anlatılmasını zorunlu kılmaktadır. Hiç kuşkusuz Allah, doğru söylemiştir:

"Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun.''

YUSUF SURESİNİN SONU

Anne ve babasını kendi makam koltuğuna oturttuğu sırada, kardeşlerinin onun önünde secde etmeleriyle rüyasının yorumunu somut bir biç,imde kendi gözleriyle görerek, rüyasını hatırlatıyor. Onbir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü rüyasında. İşte şu an kardeşleri önünde secdeye kapanmışlardı:

"Ana-babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, bahasına dedi ki; `Babacığım, bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyamın somut yorumudur, Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü.'.."

Ardından Allah'ın kendisine göstermiş olduğu lütufları anlatıyor:

"Ayrıca beni hapisten çıkararak ve şeytanın kışkırtması sonucunda kardeşlerimle aramın açılmasından sonra sizleri çöl ortasından kaldırıp yanıma getirerek, bana lütufta bulundu."

Dilediğini gerçekleştirmek için yaptığı plan noktasında da Allah'ın lütufkâr olduğunu belirtiyor:

"Hiç kuşkusuz Rabbim, dilediklerine karşı lütufkâr davranır."

O, istediği her şeyi lütufkâr bir biçimde, insanlar anlamayacağı ve sezemeyecek denli sessizce ve dikkatlice gerçekleştiriverir:

"O her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır."

"Kıssanın başında Hz. Yusuf rüyasını anlattığında, Hz. Yakub da aynı şeyi söylemişti:

"Hiç kuşkusuz Rabbin, her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır." Kıssanın başıyla sonu arasında, sözlerde bile özdeşlik olduğu gözleniyor...

ALLAH'A YÖNELİŞ VE DUA

Bu çarpıcı son sahnenin perdesi kapanmazdan önce Hz. Yusuf'un, buluşmanın verdiği heyecan, onlarla sarılıp kucaklaşma, neşelenme, sevinç, makam, otorite, güvence ve konforu, kısacası her şeyi bir kenara bırakarak Rabbine yöneldiğini, O'na şükürler ettiğini, O'nu andığını görüyoruz! Yönetimde zirveye ulaşmış ve tüm düşlerinin gerçekleşmesinin sevincini tatmış olduğu bir sırada bile, O Rabbine yönelerek, O'ndan sadece, canının müslüman olarak alınmasını ve iyiler arasına katılmasını istemektedir:

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.

mucahid dizayn: info@mucahid.net