Bu ayetlerde aşağıdaki inanca ilişkin temel gerçekler bir çırpıda dile getiriliyor:
1- Vahiy ve peygamberlik gerçeği vurgulanıyor.
2- Kulluğun ortaksız, tek Allah'a sunulması gerektiği belirtiliyor.
3- Yüce Allah'ın ilettiği yola koyulanların, O'nun hayat sistemine uyanların, hem dünyada ve hem de ahirette bu olumlu tercihlerinin ödülünü alacakları ifade ediliyor.
4- Yüce Allah'ın, Peygamberimizi yalanlayanları ahirette cezaya çarptıracağı ve asi olsun, itaatkâr olsun, bütün insanların yüce Allah'ın huzuruna dönecekleri açıklanıyor.
5- Yüce Allah'ın mutlak gücü ve sınırsız egemenliği vurgulanıyor.
"Elif, lâm, Ra" harfleri, surenin ilk ayetinin öznesini oluştururlar. "Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır" cümlesi ise, bu ana cümlenin yüklemidir. Yani müşriklerin yalanladıkları Kur'an, işte bu harflerden oluşmuş bir kitaptır. Oysa onlar aynı harfleri kullanarak onun herhangi bir bölümünün benzerini meydana getirmekten acizdirler.
Bu kitabın ayetleri "muhkem" cümlelerle örülmüştür. Yani bu cümlelerin kuruluşları sağlamdır; kelimeler ile anlamları arasındaki ilişki son derece sıkıdır; bu cümlelerdeki her kelime, her ifade yerli yerindedir; her anlamı ve her direktifi özel bir amaç taşır; her iması ve her işareti belirli bir hedefle çakışıktır. Cümlelerinin yapısı uyumludur, öğeleri arasında çatışma ve çelişki yoktur; cümlelerini oluşturan kelimeler aynı düzenliliği yansıtan bir ahenk içindedirler. Sonra "Bu ayetler ayrıntılı biçimde açıklanmışlardır." Yani amaçlarına göre çeşitli bölümlere, çeşitli kategorilere ayrılmışlardır. Her bölüme gerektirdiği oranda yer verilmiştir.
Peki bu ayetleri "muhkem" biçimde ören, sonra da onları böylesine özenli biçimde detaylandıran kimdir? Bu işi yapan, doğrudan doğruya yüce Allah'ın kendisidir, Peygamberimizin bu düzenlemede hiçbir katkısı yoktur. Yani;
"Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından düzenlenmiştir."
Yüce Allah, bu kitabı "hikmet" ilkesine dayalı olarak "muhkem"leştirmiş; sınırsız bir "bilge"liğe dayalı olarak detaylandırmıştır. O'nun katından bu biçimi ile gelmiştir bu kitap. Yani onu Peygamberimize indirildiği biçimi ile. Hiçbir değişikliğe, hiçbir başkalaşıma uğramış değildir.
Peki, bu kitabın içeriği nedir? O'nun ayetleri inanç sistemine ilişkin temel ilkeleri, ana prensipleri anlatır bize. Bu ana ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:
1- "Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız." Bu cümlede egemenliğin, kulluğun, bağlılığın ve itaatin tek kaynağa yöneltilmesi gerektiği dile getirilir.
2- "Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." Bu cümlede peygamberlik misyonu ve bu misyonun gereği olan "uyarıcılık" ve "müjdeleyicilik" fonksiyonları ifade edilir.
3- "Rabbinizden 'af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz. Bu cümlede müşrikliği ve isyankârlığı bırakarak yüce Allah'a dönme ilkesi, Allah'ın birliği ve egemenliğinin ortaksızlığı prensibi vurgulanıyor.
4- "...ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin." Ayetin bu bölümünde eğri yoldan dönerek yüce Allah'dan af dileyenlere yönelik ödül açıklanıyor.
5- "Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza `büyük gün'ün azabından korkarım." Bu cümlede ilahi mesaja sırt çevirenlere yönelik tehdit ifade ediliyor.
6- "Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur." Bu cümlede dünyada ve ahirette Allah'ın huzurundan başka başvurulacak veya dönülecek bir yerin olmadığı vurgulanıyor.
7- "O'nun gücü her şeye yeter." Bu son cümlede ise yüce Allah'ın mutlak gücü ve her şeyi kapsamına alan egemenliği dile getiriliyor.
İşte sözkonusu kitap ya da bu "Kitab"ın ayetleri bunlardır. İşte bu "Kitab"ın açıklamak üzere geldiği ve açıkladıktan sonra yapısını üzerlerine kuracağı önemli ilkeler bunlardır.
Hiçbir din bu kuralları oturtmadıkça ne yeryüzünde yer tutabilir ve ne de insanlığa dönük bir sosyal düzen kurabilir.
Meselâ egemenliği yüce Allah'ın ortaksız tekeline verme ilkesi inanç alanında, tek başına anarşi ile düzen arasındaki yolayırımıdır. Bu ilke benimsenmedikçe insanlığı saplantıların, hurafelerin, sahte egemenliklerin boyunduruğundan kurtarmak mümkün değildir. Böyle durumlarda insanlar çok sayıda sahte ilahlara, bu sahte ilahların ihtiraslarına, yüce Allah ile kul arasına giren simsarlara, ilahlığın "kendine özgü" özelliklerinin gaspedicileri olarak ortaya çıkan krallara, padişahlara, cumhurbaşkanlarına ve diktatörlere kul-köle olmaya mahkûmdurlar. Tamamı ile yüce Allah'ın kendine özgü yetkileri olan Rabblığı, egemenliği, kayıtsız-şartsız otoriteyi ve ortaksız yönlendirmeyi kendilerine yakıştıran bu sahte ilahlar ve diktatörler, insanları, sahte ve "çalınmış" otoriteleri önünde boyun eğdirirler.
Herhangi bir sosyal, politik, ekonomik, ahlaki ya da devletlerarası sistem, eğer belirgin, net ve istikrarlı bir prensipler bütünü üzerine oturmak istiyorsa, kişisel arzulara ve kötü amaçlı saptırmalara karşı varlığını garantiye almaya özen gösteriyorsa, mutlaka böylesine yalın ve böylesine net bir biçimde "Allah'ın birliği" ilkesine dayanmak, öncelikle bu ilkeyi oturtmak zorundadır.
Eğer amaç insanlığı ezilmişlikten, yılgınlıktan ve yaygın endişeden kurtararak onu yüce Allah'ın bağışı olan gerçek "onur"la donatmak ise mutlaka egemenliği, rabblığı, kayıtsız-şartsız otorite ve ortaksız yönlendiriciliği yüce Allah'ın tekeline vererek kulların hiçbir şekilde bu yetkiye ortak olmaya yeltenmemelerini teminat altına almak gerekir.
İslâm ile cahiliye arasında, hak ile zorbalık arasında tarih boyunca süregelen amansız savaşın konusu yüce Allah'ın evrenin ilahı olup olmadığıdır, yoksa yüce Allah'ın sebepler ve evrensel kanunlara egemen olup olmadığı meselesi değildir. Bu iki kutup arasındaki temel çatışma ve amansız savaş konusu, insanların rabbi kim olacak, yani insanlar üzerinde kimin yasaları egemen olacak, onların hayatına kim yön verecek, "itaat" kime yöneltilecek meselesidir.
Yeryüzünün mücrim zorbaları, azgın tağutları bu hakkı gaspederek insanlar üzerinde onu kullana gelmişler, bu gasp eylemi ile insanları yüce Allah'ın egemenliği dışına çıkararak ezmişler, onları yüce Allah'ın onurlu kulları yerine kendilerinin onursuz köleleri haline getirmişlerdir. Buna karşılık tarih boyunca bütün peygamberler ve islâmi hareketler sürekli olarak bu "çalınmış" otoriteyi zorba diktatörlerden geri alıp onu tekrar asıl sahibine, yani yüce Allah'a geri vermek için mücadele etmişlerdir.
Yüce Allah'ın hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Asilerin isyanı ve azgınların azgınlığı O'nun mülkünden hiçbir şey eksiltmeyeceği gibi, itaatkârların itaati ve ibadet edenlerin ibadeti de O'nun mülküne bir şey eklemez. Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği altına girerek kula kulluktan kurtuldukları takdirde şeref kazanacak olanlar, onurlarını kurtarıp üstün konuma yükselecek olanlar insanların kendileridirler. Yüce Allah kullarının şerefli, onurlu ve üstün konumlu olmalarını istediği için insanlığa peygamberler göndermiştir. Amaç insanları kula kulluktan kurtarıp, Allah'ın ortaksız kulluğuna döndürmektir. Yani maksat insanların iyiliğini gerçekleştirmektir. Yoksa Allah'ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur.
İnsanlar yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine girmeye, O'ndan başkasının egemenlik boyunduruğunu boyunlarından çıkarmayı azmetmedikçe hayatlarında Allah'ın kendileri için dilediği onur düzeyine yükselemezler. Bu düzeye yükselebilmeleri için insan onurunu ayaklar altına düşüren kula kulluk boyunduruğunun her türlüsünden sıyrılmaları gerekir.
Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği O'nun insanların rakipsiz Rabbi olmasında somutlaşır. Rabblik, insanların kayıtsız-şartsız egemeni olmak, onların hayatlarına yön veren yasaların ve buyrukların tek mercii olmak anlamına gelir. Yüce Allah'ın "Rabb"lığını kabul etmek, O'nun dışındaki hiç kimsenin yasalarına ve buyruklarına boyun eğmemek demektir.
İşte bu surenin ilk ayetinin açık ifadesine göre yüce Allah'ın kitabının ana konusu ve içeriğinin özü budur. Tekrarlıyoruz:
"Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır."
İşte kulluğun anlamı budur. Kulluğun anlamının bu demek olduğunu Kur'an-ı Kerim ile aynı dili konuşan o günün Arapları iyi biliyorlardı. Peygamberlik misyonuna inanmak, Peygamberin yerleştirmek amacı ile geldiği bu ilkeleri onaylamanın temel şartıdır. Bu ilkelerin, bu Kur'an'ın yüce Allah katından geldiği konusundaki her tür şüphe, bu ilkelere yönelik kalplerde kökleşmesi gereken zorlayıcı saygıyı kaçınılmaz olarak yokeder. Yani bu ilkelerin ve bu Kur'an'ın direktiflerinden koruyacak olan faktör, bu zorlayıcı saygıdır. Bu inanç sisteminin yüce Allah katından geldiğine ilişkin bilinç, hem asi gönülleri sonunda Allah'a teslim oluncaya kadar sürekli kovalar ve hem de gönülleri tereddüde, sapmaya ve yalpalamaya düşmeksizin itaatkârlıklarını sürdürmeye zorlar.
Bunun yanısıra Peygamberlik misyonuna inanmak, yüce Allah'ın insanoğlundan beklediği tutumu düzenleyen bir kriter koyar ortaya. İlahi egemenliğe ilişkin konularda insanların tek kaynağa dayanmalarını sağ!ar. Bu tek kaynak, peygamberlik kurumudur. Ancak o zaman her Allah'ın günü ortaya çıkacak olan zorba bir diktatör, yalancı bir tağut, söylediği her sözün ve koyduğu her kanunun, Allah'ın sözü ve Allah'ın yasası olduğunu iddia etme imkânını bulamaz, kendi kafasından uydurduğu sözleri ve yasaları Allah'a maledemez.
Bilindiği gibi eski-yeni bütün cahiliye toplumlarının ortak hastalığı şudur. Adamlar kendi kafalarından çeşitli yasalar koyarlar; çeşitli değer yargıları, gelenekler ve adetleri piyasaya sürerler. Sonra inanılmaz bir madrabazlıkla ortaya çıkarak "Bunlar, Allah katından gelmedir" derler!
Bu anarşinin kökünü kurutabilmek için, yüce Allah adına yürütülen bu madrabazlığın kesinlikle önüne geçebilmek için, ortada mutlaka tek bir kaynak olması gerekir. Yüce Allah'ın sözünün insanlara ileticisinin tek olması lâzımdır ki, bu tek kaynak ve tek iletici de Peygamberdir.
Allah'a ortak koşmaktan ve isyan etmekten vazgeçerek O'ndan af dilemek, kalbin duyarlılığına, coşkunluğuna, günahının bilincine vararak tevbe etme arzusu duyduğuna delildir. Bunu izleyecek olan adım, işlenen günahtan fiilen uzaklaşarak ilahi direktiflere uygun davranışlar yapmaya yönelmektir. Bu iki kanıt olmaksızın tevbenin varlığından sözedilemez. Bu iki kanıt tevbenin iki somut göstergesidir. Arkasından bağışlanmayı ve kabul edilmeyi getirmesi umulabilecek olan tevbe, ancak bu iki göstergenin somut varlığı halinde varlığını gerçekleştirebilir.
Buna göre eğer bir kimse müşrikliğe tevbe ederek İslâma girdiğini sandığı halde yüce Allah'ın ortaksız egemenliğini onaylamıyorsa, hayatına yön veren ilkeleri Peygamberimiz aracılığı ile sırf yüce Allah'a dayandırmıyorsa, bu kimsenin müşrikliği bırakıp, müslüman olduğu şeklindeki kanısının hiçbir değeri yoktur. Çünkü onun bu kanısı yüce Allah'dan başkasının egemenliğini kabul etmekle fiilen yalanlanmaktadır.
Tevbe edenlere yönelik "müjde" ile ilahi buyruklara sırt dönenlere yönelik "tehdit" peygamberlik kurumunun ve ilahi mesajı duyurma fonksiyonunun temel dayanaklarıdırlar. Bunlar "özendirme" ve "caydırma" unsurlarını oluştururlar. Yüce Allah'ın insan tabiatına ilişkin engin bilgisine göre bu iki unsur, sağlam ve köklü caydırıcılardır.
Ahirete inanmak ise, dünya hayatının bir amacı olduğuna, bu amacın peygamberler tarafından insanlara önerilen iyi davranışlar olduğuna, bu iyi davranışların karşılıklarının mutlaka görüleceğine, eğer bu karşılıklar dünyada görülmez ise ahirette görüleceklerinin garanti olduğuna; insan hayatının kendisi için belirlenen doruğa orada ulaşacağına ilişkin bilincin oluşup pekişmesi için gereklidir. Dünya hayatında yüce Allah'ın sisteminden ve hikmetli yolundan sapanların azaba çarpılacaklarına, sonsuz bedbahtlığın çukuruna yuvarlanacaklarına ilişkin inanç da bu temel bilincin öbür yüzünü oluşturur. Bu bilinç, sağlıklı insan fıtratını sapmalardan alıkoyan bir garantidir. Eğer insan fıtratı, herhangi bir ihtirasa yenik düşerse, herhangi bir psikolojik zaafın pençesine kapılırsa, bu garanti sayesinde geriye dönerek tevbe eder, büsbütün isyana dalmaz. Böylece yeryüzündeki insan hayatına dirlik egemen olur, hayat iyi yol doğrultusundaki gelişimini sürdürmüş olur.
Buna göre ahirete inanmak, bazı kimselerin sandıkları gibi sadece öbür alemdeki sevaba konmanın yolu değildir, bunun yanısıra dünya hayatının iyilik doğrultusuna bağlı kalmasının, hayatı iyiye götürüp geliştirmenin de garantisi ve özendiricisidir. Yalnız bilmek gerekir ki hayat düzeyini geliştirmek, maddi kalkınmayı sağlamak başlıbaşına amaç değil, insana yaraşır bir hayat biçimini gerçekleştirmenin aracıdır. O insan ki, yüce Allah ona kendi ruhundan bir soluk üflemiş, onu diğer çoğu yaratıklarından üstün tutmuş, kendisini hayvanınkinden üstün bir düzeye çıkarmıştır. Böylece yüce Allah, insan hayatının amaçlarının hayvanın zaruri ihtiyaçlarının üzerine yükselmesini, insan içgüdülerinin ve ideallerinin hayvan içgüdülerinden ve isteklerinden aşkın olmasını dilemiştir.
Bundan dolay peygamberlik kurumunun ya da "muhkem" ve "ayrıntılı açıklamalı" Kur'an ayetlerinin içeriği ilk sıradaki yüce Allah'ın ortaksız egemenliği ve peygamberlik misyonunun O'nun katından kaynaklandığı ilkesini dile getirdikten sonra insanları müşriklik suçundan tevbe etmeye, Allah'dan af dilemeye çağırmıştır. Çünkü bu iki davranış, iyi amel işleme yoluna girmenin başlangıç adımlarıdır. İyi amel sadece kalp temizliği ile farz ibadetleri yerine getirmekten ibaret değildir. İyi amel, "iyiye götürme"nin bütün anlamları ile toplumları, hatta insanlığı iyiye götürmektir. Bütün yapma, onarma, çalışma, kalkındırma ve üretme faaliyetleri bu kavramın kapsamına girer. Bu tutumun karşılığı olan sonuç, ayette şöyle ifade ediliyor:
"Ki, Allah, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin."
Dünyadaki "mutlu hayat" yararlanılan nimetlerin niteliği ile ilgili olabileceği gibi bu nimetlerin nicelikleri ile, yani bollukları ile ilgili de olabilir. Ahiretteki mutluluk ise, hem niteliği ve hem de niceliği içerir. Üstelik bu niceliksel ve niteliksel mutluluk insan hayalini aşan boyutlara tırmanır. Şimdi biz dünya hayatına ilişkin mutluluk konusuna değinelim:
Çoğu kere dünya hayatında iyi insanların, salih amel işleyen kimselerin, günahlarından ötürü Allah'dan af dileyip tevbe edenlerin çalışıp didinenlerin geçim sıkıntısı çektiklerini görürüz. Peki, o zaman "mutlu hayat" müjdesi nerede kaldı?
Öyle inanıyoruz ki, bu soru çoklarının dilinden dökülen bir sorudur. Okuduğumuz ayetin içerdiği büyük anlamı kavrayabilmek için hayata geniş bir açıdan bakmamız, onun geniş kapsamlı çapını görmemiz, sadece geçici bir görüntüsüne bakışlarımızı takmamamız gerekir.
Öyle bir toplum düşünelim ki, dengeli ve iyi işleyen bir düzene sahiptir. Yüce Allah'a inanmayı, egemenliği O'nun ortaksız tekeline vermeyi, O'nu rakipsiz Rabb ve kayıtsız-şartsız hakim bilmeyi ilke edinmiştir. Böyle bir toplumda ilerleme, refah ve mutluluk toplumsal düzeyde mutlaka egemen olduğu gibi bireysel düzeyde de mutlaka emek ile kazanç arasında adalet, hoşnutluk ve güven geçerli olur. Eğer herhangi bir toplumda çalışan-didinen ve üretime katkıda bulunan "iyiler" geçim sıkıntısı içinde kıvranıyorlarsa, bu durum şunu gösterir. O toplumda yüce Allah'a inanma ilkesine dayalı, emek ve kazanç arasında adaletli dengeyi kurmuş bir sosyal düzen geçerli değildir.
Üstelik bu tür toplumlarda yaşayan yapıcı, üretici ve "iyilikten yana" olan fertler kendi sınırlı dünyalarında mutlu bir hayat sürerler. Geçim sıkıntısı çekseler bile, ekmek paralarını zor sağlasalar bile, hatta içinde yaşadıkları toplum tarafından dışlansalar ve baskılara uğratılsalar bile bu böyledir. Vaktiyle müşrikler, müslüman azınlığı baskı altında tutmuşlar ve her dönemdeki cahiliye toplumlarında insanları Allah'a çağıran mü'min azınlıklara, baskı uygulamışlardır. Bu hükmümüz ne hayaldir ve ne de kuru bir iddiadır. Çünkü kalpleri donatan mutlu sona ilişkin güven, yüce Allah ile ilişki halinde olma bilinci; ilahi zaferin, ilahi bağışın ve ilahi desteğin günü gelince mutlaka imdada yetişeceği umudu, pratik hayatta çekilen birçok yokluğun ve sıkıntının telafisi yerine geçer. Bu beklenti, kaba maddecilik algılarının üzerine yükselebilmiş insanlar için başlıbaşına bir mutluluk, başlıbaşına haz verici bir nimettir.
Bunu emeklerinin karşılığını elde edemeyen mazlumlar ve ezilmişlerin, mahkum edildikleri adalete aykırı sosyal şartlara razı olsunlar diye söylemiyoruz. İslâm böyle bir düzene razı değildir. İman bu tür dengesiz şartlar karşısında sessiz kalmaz. Gerek mü'min toplum, gerekse mü'min fertler bu dengesizliklerin giderilmesi için sürekli çaba harcarlar. Böylece el emeğini seferber ederek üretime katkıda bulunan iyi insanların mutlu bir hayat düzeyine kavuşması için mücadele ederler. Biz böyle diyoruz, çünkü söylediğimiz gerçektir, yüce Allah ile ilişki halinde olan dar geçimli mü'minler, bunun böyle olduğunun bilincindedirler. Böyle olmasına rağmen, onlar günahlarından af dileyip tevbe ederek Allah'a yönelmiş ve Allah'ın direktifleri uyarınca çalışıp didinerek insanların lâyık oldukları mutlu hayata kavuşmaları ve böyle bir düzeni garanti edecek sosyal şartları gerçekleştirmeleri uğruna sürekli çaba harcarlar, ellerinden gelen mücadeleyi yaparlar. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
" ..Ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin."
Bazı tefsir bilginleri buradaki "ödül"ü, ahiret mükâfatı ile sınırladılar. Benim görüşüme göre bu ödül, hem dünya için ve hem de ahiret için geçerlidir. Az yukarda dünya mutluluğunu açıklamak için söylediğimiz sözler, bu noktada da doğrudur. O açıklamamız bütün şartlara uygulanabilir. Yani erdemli insan, erdemli davranışını ortaya koyduğu anda ödülüne kavuşur. Bu ödülü gönül hoşnutluğu ve bilinç rahatlığı şeklinde görür. Yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile emek ya da mal harcayarak ortaya koyduğu erdemli tutumu sayesinde yüce Allah ile ilişki kurduğunun bilincine varması onun için bir başka ödüldür. Bütün bunlardan sonra yüce Allah'ın bu erdemli kişiye ahirette vereceği ödül, iyi davranışının karşılığı olarak yüce Allah'ın bağışı ve cömertliğidir. Ayeti okumayı sürdürelim:
"Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza `büyük gün'ün azabından korkarım."
Burada sözü edilen azap "kıyamet günü azabı"dır. Yoksa bazı tefsir bilginlerinin dedikleri gibi, Mekkeli müşriklerin "Bedir savaşı" günü uğratıldıkları azap değildir. "Büyük gün" deyimi, Kur'an-ı Kerim'de böyle yerlerde "vadedilmiş gün (kıyamet günü)" anlamına gelir. Bu görüşümüzü, ayetin şu devamı destekler niteliktedir.
"Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur."
Gerek dünyada, gerek ahirette ve gerekse her an ve her durumda geri dönüş, Allah'a, O'nun huzurunadır. Fakat Kur'an'ın bilinen üslubu uyarınca bu ifade, hèr zaman dünya hayatından sonraki "Allah'a dönüşü" anlatır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"O'nun gücü her şeye yeter."
Bunların hepsi bizim yukarda verdiğimiz anlamı destekler. Çünkü yüce Allah'ın her şeye gücünün yettiğinin vurgulanması, müşrikler tarafından uzak bir ihtimal olarak görülen ve gerçekleşmesi son derece zor bir olay sayılan "yeniden diriltme" olgusuna uygun düşen bir vurgulamadır.
İNKÂRCILARIN MANZARASI"Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan" bu kitabın özü dile getirildikten sonra bir bölüm müşriklerin, kendilerine "uyarıcı ve müjdeleyici" peygamber tarafından okunan bu kitabın ayetlerini nasıl karşıladıkları anlatılı yor. Okuyacağımız ayetler, müşriklerin takındıkları bu somut tavrı ve bu tavra eşlik eden somut hareketi tasvir ediyor. Bu adamlar kendilerini Allah'dan gizlemek amacı ile başlarını göğüslerine yapıştırarak iki büklüm oluyorlar. Ayetlerin akışında bu davranışın boşluğu, saçmalığı vurgulanıyor. Çünkü yüce Allah'ın bilgisi en gizli durumlarında bile onları adım adım izliyor. Yeryüzünün bütün canlıları da bu bakımdan onlar gibidirler. Yüce Allah'ın engel tanımaz, duyarlı bilgisi hepsini kapsamı içinde tutar.
5- "Haberiniz olsun ki, müşrikler kendilerine Kur'an okunurken Allah'dan gizlenmek için başlarını göğüslerine yapıştırarak iki büklüm olurlar. Haberiniz olsun ki, Allah başlarını elbiselerinin altında sakladıklarında gerek gizli tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duygularını bilir. O kalplerin özünü bilir. " 6- Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın garantisi altındadır. O, onların ilk barınma yerleri ile geçiş yerlerini bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır. "
Herhalde ayetin metni müşrikler tarafından ortaya konan somut bir davranışı tasvir ediyor. Peygamberimiz kendilerine Kur'an okurken bu adamlar Allah'dan saklanmak amacı ile önlerine eğdikleri başlarını göğüslerine yapıştırarak vücudlarını iki büklüm haline getiriyorlardı. Anlaşılan dinledikleri Kur'an'ın Allah sözü olduğunu vicdanlarının derinliklerinde seziyorlardı. Çünkü zaman zaman bu sevgiye vardıklarını gösteren davranışları, reaksiyonları görülmüştü.
Ayetin metni hemen arkasından bu hareketin saçmalığını, anlamsızlığını açıklıyor. Çünkü işitmekten kaçtıkları bu ayetleri indiren yüce Allah, hem gizlendiklerinde, hem meydana çıktıklarında kendileri ile beraberdir. Ayet, bu anlamı, Kur'an'ın üslubu uyarınca, ürkütücü, somut bir tabloda tasvir ediyor, onları son derece gizlilik sağlayan bir pozisyonda canlandırıyor. Adamlar yataklarına sığınmışlardır, sadece kendileri ile başbaşadırlar, üzerlerini gecenin karanlığı örtüyor. Gecelik elbiseleri de onların saklanmışlıklarını katlayan başka bir örtüdür. Bütün bu gözlenmelere rağmen yüce Allah yanıbaşlarındadır, bu katmerli örtülerin ötesinden onları gözetliyor, denetimi ve ezici iradesi altında tutuyor. Bu gizli pozisyonda onların gerek saklı tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duyguları biliyor. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Allah başlarını elbiselerinin altına sakladıklarında, gerek gizli tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duygularını bilir."
Yüce Allah, aslında bundan daha da gizli olan şeyleri bilir. Onların elbiseleri, yorganları, O'nun bilgisinin yolunu kesen bir perde olamaz. Fakat insan böylesine kuytu köşelerdeyken normal olarak, alışkanlıklarının sonucu olarak yapayalnız olduğunu, hiç kimse tarafından görülmediğini sanır. Fakat Kur'an'ın bu somutlaştırıcı anlatım biçimi, insanın vicdanını avucunun içine alarak uyarıyor, onun derinliklerine kadar sarsarak çoğu kere farkında olmadığı bu gerçeği, yalnız başınayken kendisini gözetleyen bir gözün olmadığını sanmasına yolaçan gafleti ona hatırlatıyor. Okuyoruz:
"O kalplerin özünü bilir."
Yüce Allah, kalplerin yoldaşları, ayrılmaz yoldaşları, iki yakın arkadaş gibi hep ona yapışık kalan, mal ile sahibi arasındaki gibi sıkı beraberlik halinde bulunan sırlarını bilir. Bu sırlar, bu duygular son derece gizli oldukları için "kalplerin özü" deyimi ile ifade ediliyorlar. Buna rağmen yüce Allah onları bilir. d halde hiç bir şey O'ndan saklanamaz. İnsanların hiçbir hareketi, hiçbir eylemsizliği O'nun gözünden kaçmaz, bilgi alanının dışında kalmaz. Daha sonraki ayeti okuyalım:
"Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak, Allah'ın garantisi altındadır. O onların ilk barınakları ile geçiş yerlerini bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır."
Burada da yüce Allah'ın geniş kapsamlı ve ürkütücü bilgisini tasvir eden başka bir tablo karşısındayız. Şu yeryüzünde `kımıldayan' tüm canlıları düşünelim. Tüm insanlar, hayvanlar, sürüngenler ve böcekler bu kavramın kapsamına girerler. Yeryüzünün yüzeyini dolduran, toprağın derinliklerinde yaşayan, yerin gizli dehlizlerinde ve labirentlerinde saklanan bütün bu canlı türlerini hayalinizden geçiriniz. Bunlar ne sayılabilirler ve ne de istatistikleri tutulabilir. Ama onların tümüne ilişkin bilgi, yüce Allah'ın katında olduğu gibi, hepsinin beslenmesi, geçimlerinin sağlanması da yüce Allah'ın garantisi altındadır. O onların nerelerde barındıklarını, nerelerde saklandıklarını, nerelerden gelip nerelere gittiklerini bilir. Bu canlıların her biri O'nun ayrıntıları belirleyici, hassas bilgisinin satırlarında yazılıdır.
Bu tablo, O'nun yaratıklara ilişkin bilgisini akıl almaz ayrıntılar düzeyinde canlandıran bir tablodur. İnsan bu tabloyu, insana özgü hayalı ile tasavvur etmeye kalkışınca ürpertiye kapılır, dehşetten tüyleri diken diken olur.
Öte yandan yüce Allah bu yaratıkları sadece bilmekle yetinmiyor, ayrıca insanın tasavvur etmekten bile aciz olduğu bu korkunç kalabalık içindeki her canlı tekinin beslenmesini, geçimini de takdir ediyor. Bu bir başka aşamadır. İnsan hayali bunu tasavvur etmekten, bir önceki tabloya göre, daha da acizdir. Bunları tasavvur edebilmek için mutlaka yüce Allah'ın göndereceği özel bir ilhama muhtaçtır.
Yüce Allah yeryüzünde hareket eden bu korkunç kalabalığı beslemeyi özgür iradesi ile üstlenmiştir. Yeryüzünü bütün bu canlıların ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkânlarla donatmış, ayrıca bu canlıları sözkonusu imkânlardan çeşitli biçimlerde yararlanarak besinlerini sağlayacak yetenekte yaratmıştır. Kimi canlılar besinlerini yalın, hammadde biçiminde, kimi tarımsal ürün biçiminde, kimi endüstriyel mamuller biçiminde ve kimisi de sentetik maddeler halinde alırlar. Bilimin ve teknolojinin gelişimine paralel olarak birçok besin maddesi üretme ve hazırlama yöntemleri keşfediliyor. Hatta bazı canlılar besinlerini sindirilmiş besin maddelerinden çıkan, özümlenmiş hazır kan biçiminde sağlarlar. Pire ve sivrisinek gibi.
Yüce Allah'ın evreni gördüğümüz, bildiğimiz gibi yaratmasına ilişkin hikmetine ve rahmetine uygun düşen şekil işte budur. Allah, bütün canlıları çeşitli yeteneklerle ve güçlerle donatarak yarattı. Özellikle insanı, onu yeryüzündeki halifesi, temsilcisi olarak ortaya çıkardı. Ona analiz ve sentez yapabilme yeteneği, üretme ve kalkınma gücü, yeryüzünü değiştirebilme ve sosyal hayatın şartlarını geliştirme yeteneği bağışladı. Yalnız insan, besin maddelerini sağlarken kendisi bu maddelerin ve sentetik ürünlerin hiçbirini yaratmıyor. Sadece evrenin birikimlerinden yararlanarak yeni bileşimler meydana getiriyor. Bu evrensel birikimleri, çeşitli güçler ve enerjiler biçiminde yaratan yüce Allah'dır. İnsan, Allah'ın koyduğu evrensel yasalar yardımı ile bu evrenin bütün canlıların yararına açık olan çeşitli birikimlerini ve besin kaynaklarını hizmetine sunuyor.
Bazı insanlar sanıyorlar ki, herkes için önceden belirlenmiş, kişiye özel bir rızk vardır. Bu rızık çalışmaya bağlı değildir, hiçbir engel onun ele geçmesini erteleyemez, ferdin ne yanlış davranışı ve ne de tembelliği onun kaybedilmesine yolaçamaz. Biz yukarıdaki açıklamalarımız ile böyle bir şey söylemek istemiyoruz. Öyle olsaydı, yapışmamızı emrettiği ve evrensel yasal sisteminin bir parçası saydığı sebeplerin ne fonksiyonu kalırdı? Sözünü ettiğimiz yetenekleri ve enerjileri canlı varlıklara sunmasının ne anlamı kalırdı? Sosyal hayat düzeyi, yüce Allah'ın bilgisinde belirlenen doruğuna nasıl ulaşabilecek? Oysa insan bu alandaki fonksiyonunu yerine getirsin diye, yeryüzünde Allah'ın halifesi, temsilcisi olarak görevlendirilmedi mi?
Her canlı yaratığın bir rızkı vardır. Bu doğru. Fakat bu rızık bu evrenin çeşitli yerlerinde saklıdır. Yüce Allah'ın evrensel yasaları uyarınca emek harcanarak üretilmesi, kullanılır hale getirilmesi planlanmıştır. Hiç kimse boş oturup bu rızkın kendiliğinden ayağına gelmesini beklememelidir. Herkes biliyor ki, gökten ne altın ve ne de gümüş yağar. Fakat gökler ve yeryüzü bütün canlılara yetecek miktardaki besin kaynaklarını yapılarında taşırlar. Bu canlı varlıklar, yüce Allah'ın yasaları uyarınca sözkonusu besin kaynaklarının peşinden koştukları taktirde, hiç kimse eli boş dönmez, emeği havaya gitmez, rızkının uzağına düşmez.
Yalnız bir de iyi-temiz kazanç ile kötü-kirli kazanç vardır. Her iki kazanç türü de çalışma ve emek karşılığında elde edilir, ama bunlar hem tür ve nitelik bakımından, hem de kendilerinden yararlanmayı izleyecek akıbet bakımından birbirlerinden farklıdırlar.
Az yukardaki direktif içerikli ayette "iyi rızık"tan "mutlu yaşatan geçim"den söz edildikten sonra bu ayette canlıların ve bu canlıların rızıklarının gündeme getirilmiş olmasının taşıdığı ince anlam dikkatlerimizden kaçmamalı, bu ikisi arasındaki ilişki aklımızdan çıkmamalıdır. Kur'an'ın "muhkem" ve uyumlu ayetleri, böylesine dikkat çekici üslup ve konu inceliklerini hiçbir zaman kaçırmaz, bu konu ve üslup kaynaklı uyarıların ortak katkısı ile ayetler grubunun özel atmosferi oluşturulur.
Bu iki ayet, insanlara gerçek Rabblerini tanıtmanın başlangıç adımını oluşturuyorlar. İnsanlar bu ayetlerde tanıtılan yüce Allah'ın ortaksız egemenliğini benimsemelidirler, yani sırf O'na kulluk sunmalıdırlar. Çünkü O, bilgisi ile bütün yaratıklarını kuşatan bir bilgindir. Yine O, hiçbir canlı varlığı aç bırakmayan bir rızık' vericidir. İnsanlar ile yaratıcıları arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulabilmesi için, insanların kulluklarını yaratıcı,rızık verici, her şeyi bilen ve her şeyi avucunun içinde tutan Allah'a sunmaları için onların yüce Allah'ı bu nitelikleri ile tanımaları gereklidir.
ALLAH'IN EŞSİZ KUDRETİSonraki ayetlerde insanlara Rabbleri tanıtılmaya devam ediliyor, O'nun gücünün ve hikmetinin izlerine dikkatleri çekiliyor. Bu izler, öncelikle göklerin ve yerin belirli süreler, belirli zaman birimleri içinde belirli bir düzende yaratılması olgusunda irdeleniyor. Bu belirli süreler ile belirli düzen özel bir hikmete dayanır. Okuyacağımız ayette bu olgular ile yeniden dirilme, hesaba çekilme, davranışlar ve karşılıkları arasında bağ kuruluyor; birinci grup olgular, ikinci gruptaki olguları çağrıştırıyor.
7- Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağınızı belirlemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Bu yaratılış süreci sırasında O'nun Arş'ı su üzerinde idi. Böyleyken eğer kâfirlere "Öldükten sonra dirileceksiniz" diyecek olsan, "Bu iddia, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir" diyeceklerdir.
"Göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı" olgusundan Yunus suresinde sözetmiştik. Burada bu olgu, evrensel düzenin dayandığı sistem ile insan hayatının dayandığı sistem arasındaki bağı vurgulamak için gündeme getiriliyor. Ayeti okuyoruz:
"Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağınızı belirlemek için..."
Yunus suresinde yeralan "Göklerin ve yerin yaratılışı"na ilişkin açıklamanın yanında burada dikkatlerimizi çeken yenilik "...O'nun Arş'ı su üzerinde idi." cümleciğidir. Bu cümleden anladığımıza göre, göklerin ve yerin yaradılış süreci sırasında, yani bu iki evrensel kesimin bilinen son şekilleri ile varlık alanına çıkarılışları sırasında su vardı ve yüce Allah'ın Arş'ı bu su üzerinde idi.
Peki bu nasıl varolmuştu? Neredeydi? Hangi halde idi? Yüce Allah'ın Arş'ı bu suyun üzerinde nasıl duruyordu? Bunlar okuduğumuz ayetin değinmediği "fazlalık"lar, konu dışı sorulardır. Haddini bilen hiçbir tefsir bilgini ayetin anlamının sınırlarını aşarak bu bilinmezin, bu gayb konusunun karanlığına dalamaz, çünkü bu mesele hakkında bilgi edinebileceğimiz elimizdeki tek kaynak bu ayettir, bu ayetin sınırlı içeriğidir.
"Bilimsel" denen teorileri Kur'an'ın ayetlerini doğrulamak için kanıt olarak kullanmamız doğru değildir. Hatta ayetlerin zorlamasız anlamları ile bu teoriler uyuşsa; bâğdaşsa da bu doğrulama girişimi yine de yanlıştır. Çünkü "bilimsel" teoriler sürekli değişme, başaşağı dönmeye açıktırlar. Bilginler ne zaman yeni bir "hipotez'' bulurlar da bu yeni hipotezin evrensel olguları açıklamada eski teorinin dayanağı olan hipotezden daha yararlı olduğu kanısına varırlarsa, önsezileri ile bu sonuca ulaşırlarsa eldeki teorileri bir kenara bırakırlar.
Oysa Kur'an ayetleri özleri itibarı ile doğrudurlar. Onların anlattıkları gerçeğe ilmi araştırmalar, ister ermiş olsunlar, ister ermemiş olsunlar, farketmez. Ayrıca bilimsel gerçek ile bilimsel teori arasında da fark vardır. Bilimsel gerçek, her zaman için ihtimali bir nitelik taşır, kesinlik ifade etmez, ama denenmeye daima açıktır. Oysa bilimsel teori, bir ya da birkaç evrensel olguyu açıklayan bir hipoteze dayanır ve bu hipotez değişmeye, başkasına yerini bırakmaya, başaşağı dönmeye her zaman için açıktır. Bundan dolayı ne Kur'an, hipoteze dayandırılabilir ve ne de Kur'an'ın ayetlerine dayalı hipotezler ortaya atılabilir. Hipotezin yolu, Kur'an'ın yolundan, onun yararlılık alanı, Kur'an'ın etki alanından başkadır.
Kur'an'ın ayetleri konusunda "bilimsel" teorilerin onayı aramak psikolojik bir bozgundur. Kur'an'a yönelik imanın, içinde ne varsa hepsinin doğru olduğuna, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından gönderildiğine ilişkin kesin inancın ciddiyetinden şüphe ettirir. Bu psikolojik bozgun "bilim" tarafından baştan çıkarılmanın, ona doğal alamı aşacak oranda büyük yetki tanımanın sonucudur. Oysa bilime, ancak kendi alanında güvenilebilir, ancak bu alandaki sözleri onaylanabilir. Buna göre kim Kur'an'ı "bilim"le bağdaştırmak yolu ile bu yüce kitaba ve bu inanç sistemine hizmet ettiğini ve imanı pekiştirdiğini sanıyorsa, bu tür bir psikolojik bozgunun vicdanındaki ayak seslerini farketmelidir. Pekişmek, yerine oturmak için insan kaynaklı bilimin söyleyeceği sözü bekleyen iman, gözden geçirilmesi gereken bir imandır. Kur'an, asıldır. Bilimsel teoriler ister ona uyarlar, ister ters düşerler, farketmez.
Deneysel bilimin ortaya koyduğu gerçeklere gelince, bunların alanı Kur'an'ın alanından farklı ve başkadır. Kur'an bu alanı insan aklına bırakmıştır. O bu alanda tam bir özgürlükle çalışır ve deneylerinin ulaştığı sonuçları ortaya koyabilir.
Üstelik Kur'an, bu aklı geliştirmeyi; onun sağlığını, sapmazlığını, esenliğini korumayı üstlenmiş; onu saplantıların, masalların ve hurafelerin baskılarından uzak tutmayı kendine görev bilmiştir. Bunun yanısıra Kur'an aklın sapmazlığını, serbestliğini, esenlik ve faaliyet içinde yaşamasını garanti eden bir hayat düzeni kurmaya çalışır. Kur'an bu noktadan sonra aklı kendi alanında çalışmak üzere serbest bırakmış, deneysel yöntemden yararlanarak göreli, pratik gerçeklere ulaşmasını beklemiştir. Ayrıca Kur'an, sayılı birkaç örnek dışında bilimsel gerçekleri gündeme getirmemiştir. Bu istisnalara şunlar misal gösterilebilir: Bu hayatın kaynağıdır ve bütün canlıların ortak maddesidir. Bütün canlılar, erkek ve dişi türlerden oluşmuş çiftlerden meydana gelir. Hatta kendi kendine döllenen bitkiler bile erkek ve dişi hücreleri yapılarında taşırlar. İşte Kur'an'ın ayetlerinde açıkça belirtilen bunlar gibi birkaç tane daha bilimsel gerçek vardır.
Araya koyduğumuz bu açıklamadan sonra tekrar okuduğumuz ayete dönerek onun asıl alanı olan inanç sistemini yapılandırma ve hayata yön verme alanındaki mesajlarını izleyelim:
"Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağınızı belirlemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Bu yaratılış süreci sırasında O'nun Arş'ı su üzerinde idi."
Evet, "O, gökleri ve yeri altı günde yarattı." Bu cümleden sonra anlam bakımından varlıklarını hissettiren, fakat somut olarak satırlar arasında yeralmayan, ama en son cümlenin anlamlarına değinerek fiilen varolmalarını gereksiz kıldığı birçok cümle vardır. Buna göre ayetin genişletilmiş anlamı şöyle olur: Allah, gökleri ve yeri bu süre içinde yarattı. Amaç, göklerin ve yerin insan soyunun yaşaması için elverişli ve donanımlı olmasıdır. O sizi yarattı ve yerle göklerin yararlı taraflarını emrinize sundu. O, bütün evrene tek başına egemendir. Amaç "sizi sınavdan geçirerek hanginizin iyi işler yapacağınızı belirlemek"tir. Ayeti okurken edindiğimiz izlenime göre göklerin ve yerin altı günde yaratılması, yüce Allah'ın evrenin tümü üzerindeki kesin egemenliği ile birlikte, insanları sınavdan geçirmek içindir. Bu ifade biçimi, sözkonusu "sınavdan geçirilme" olgusunun konumunu yüceltiyor, insanlara önemli oldukları ve geçirdikleri sınavın da son derece ciddi olduğu mesajını veriyor.
Yüce yaratıcı, nasıl bu yeryüzünü ve gökleri insan denen bu canlı türünün yaşamasına elverişli imkânları ile donattı ise, bu canlı türünü de çeşitli yeteneklerle ve güçlerle donattı. Onun fıtratını, yapısal özünü evrene egemen olan yasalarla uyumlu yarattı. Bunun yanısıra ona hayat sürecinde bir serbestlik alanı tanıdı. İnsan bu serbesti sayesinde doğru yola da sapık yola da yönelebilir. Eğer doğru yolu seçerse Allah kendisini destekler, elinden tutar; eğer eğri yolu tercih ederse bu yolda da Allah'ın yardımından yararlanır. Allah insanları sınavdan geçirerek hangisinin daha iyi işler yapacağını belirlemek üzere onları davranışlarında serbest bırakmıştır. Bu sınavdaki amacı insanların ne yapacaklarını öğrenmek değildir. Çünkü O, onların ne yapacaklarını baştan biliyor. Onları sınavdan geçirmekteki amacı, davranışlarının işlenmiş halde ortaya çıkmaları ve insanların O'nun iradesi ve adaleti uyarınca bu davranışlarının karşılıklarını almalarıdır.
Bundan dolayı bu hava içinde yeniden dirilişin, hesaba çekilmenin ve davranışlara karşılıklar biçilmesinin yalanlanması, tuhaf ve şaşırtıcı bulunuyor. Çünkü sınavdan geçirilmenin, göklerin ve yerin yaradılışı ile bağlantılı, evrensel düzende varoluş yasasında köklü bir yeri olduğu belirtilmiştir.
Bu yalanlayıcılar "düşüncesiz ve evrenin oluşumunda gizlenen büyük gerçekleri kavrayamamış, kimseler olarak görülüyorlar. Bu yüzden tuhaf gördükleri bu gerçeklerle ansızın yüzyüze geliyorlar" ve sürprizle karşılaşmanın paniğine kapılıyorlar. Okuyoruz:
"Böyleyken eğer kâfirlere `Öldükten sonra dirileceksiniz' diyecek olsan, `Bu iddia, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir' diyeceklerdir."
Ne kadar tuhaf, ne kadar garip ve ayetin daha önceki cümlelerinde yapılan açıklamaların ışığında ne kadar yalan, ne kadar dayanaksız bir söz!
MÜŞRİKLERİN ŞAŞKINLIĞIMüşriklerin ölümden sonraki dirilişe ilişkin tutumları, bu olgunun evrensel yasalarla ilişkili olduğundan habersiz oluşları dünya azabına ilişkin tavırlarına benzer. Onlar dünya azabının bir an önce gerçekleşmesini isterler, yüce Allah'ın ezeli hikmeti bu azabın belirli bir sürenin sonuna ertelenmesini gerektirdiği zaman "Niye gecikti?" sorusunu sorarlar.
8- "Eğer onların azabını belirli bir sürenin sonuna ertelersek, `Bu azabı bizden alıkoyan nedir?' derler. Haberleri olsun ki, azabımızla yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz, böylece alay konusu ettikleri akıbetin pençesine düşerler. "
Eski çağlardaki bazı milletler, yüce Allah'dan gelen bir azapla toplu kırıma uğruyorlardı. Bu toplu kırıma uğratıcı azap, istekleri üzerine kendilerine mucizeler gösteren peygamberlerini, bu olağanüstü kanıtlara rağmen yalanlamaya devam etmeleri üzerine başlarına iniyordu. Çünkü o dönemlerin peygamberlik misyonları, belirli bir zaman kesiti ile sınırlı idi, yani belirli milletlere ve bu milletlerin belirli kuşaklarına hitap ediyordu. O dönemdeki peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de öyleydi, yani onları sadece peygamberlerin muhatap aldıkları kuşaklar görebiliyordu. Bu mucizeler daha sonraki kuşaklar tarafından görülecek biçimde kalıcı ve sürekli değillerdi. Eğer öyle olsaydı, ilerdeki kuşakların onlara, sözkonusu ilk kuşaktan daha çok inanmaları beklenebilirdi.
Bizim peygamberimize gelince, O'nun misyonu, tüm peygamberlik misyonlarının sonuncusudur. Bütün milletlere ve bu milletlerin bütün kuşaklarına seslenir. O'nun gösterdiği mucize de somut değil, soyut bir mucizedir, kalıcı ve sürekli olmaya elverişlidir. Kendisinden sonraki kuşakların onu incelemesi ve birçok kuşakların ona iman etmesi mümkündür. Bundan dolayı bu ümmeti, toplu kıyıma uğratıcı bir azapla cezalandırmayı uygun görmedi, sadece belirli fertleri, belirli zamanlarda felâketlerle cezalandırmakla yetindi. Daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve hristiyan ümmetleri hakkında da aynı kural işletildi. Onlar da toplu kırım nitelikli bir azaba uğratılmadılar.
Fakat müşrikler cahildirler, yüce Allah'ın niçin insanı kendi yolunu serbest iradesi ile belirleyebilecek yetenekte yarattığını, bu ilkeye ilişkin ilahi yasaların hikmetini bilmezler, bunun yanısıra göklerin ve yerin insanın çalışmasına, gelişmesine ve sınavdan geçmesine elverişli biçimde yaratılmış olmasının hîkmetinden de haberdar değildirler. Bu cahillikleri yüzünden ölümden sonraki dirilişi inkâr ederler. Yüce Allah'ın, peygamberlik misyonlarına, mucizelere ve dünyada toplu kırıma yolaçıcı azaplara ilişkin yasalarından habersiz oldukları için, kendilerine yönelik dünya azabı belirli yılların ya da günlerin sonuna ertelendiğinde, hemen sormaya başlarlar: "Azabımızı bizden alıkoyan faktör nedir?" "Başımıza geleceği söylenen azap niye ertelendi?" Onlar yüce Allah'ın hikmetini ve rahmetini kavrayamıyorlar. Oysa bu azapla ..yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz, bu sorularının ve bu hafife almalarının kanıtladığı alaycı tutumlarının cezası olarak, ilahi azap tarafından çepeçevre kuşatılırlar. Okuyoruz:
"Haberleri olsun ki, azabımızla yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz. Böylece alay konusu ettikleri akıbetin pençesine düşerler."
Hiçbir mü'min kimse, aklıbaşında hiçbir ciddi kimse, yüce Allah'ın azabı bir an önce gelsin istemez. Çünkü bu azap eğer gecikirse bunda hikmet ve rahmet vardır. Böylece iman etmeye hazırlıklı olan kimse o fırsattan yararlanarak iman eder.
Meselâ yüce Allah'ın, azabını Kureyşli müşriklerden uzak tuttuğu o "mühlet" döneminde nice kimseler müslüman olmuşlar, hem de iyi birer müslüman olmuşlar, girdikleri sınavlardan alınlarının akı ile çıkmasını bilmişlerdir. Nice kâfir çocukları ve torunlarına en verimli yıllarını İslâmın kucağında yaşamak nasip olmuştur. Bu iki sebep, bu ertelemenin bizim görebildiğimiz birkaç sebebidir. Göremediğimiz hikmetlerin neler olduğunu ise yalnız yüce Allah bilir. Fakat kısa görüşlü ve aceleci yapıda olan insanlar bu tür inceliklerden habersizdirler.
DUYGULARDA YAPILAN GEZİNTİMüşriklerin, ilahi azabın bir an önce başlarına gelmesine yönelik istekleri münasebeti ile bir sonraki ayet, insan denen bu tuhaf yaratığın duygu dünyasının labirentlerine dalıyor. O duygu dünyası, o insan vicdanı ki, imanla donanmadıkça durulamıyor, huzura ve istikrara kavuşamıyor.
9- Eğer insana önce rahmetlerimizi tattırıp sonra onu elinden alsak, o mutsuz bir nanköre dönüşür. 10- Eğer insanın başına gelen bir sıkıntının ardından kendisine mutluluk tattıracak olursak, kesinlikle "Kötü günler artık geride kaldı" diyecektir. İnsan gerçekten kendini beğenmiş bir şımarıktır. 11- Yalnız sıkıntılı günlerde sabreden ve iyi ameller işleyenler bu iki kategorinin dışındadırlar; onları bağışlanma ve büyük ödül bekliyor.
Bu ayetlerin oluşturduğu tablo, şu kısa görüşlü ve aceleci yapılı insanı aslına uygun biçimde tasvir ediyor, onu tıpatıp tanıtıyor bize. İnsan denen bu yaratık içinde bulunduğu anın sınırları içinde yaşıyor. Bu anın geçici şartları onu azdırıyor, baştan çıkarıyor. Bu yüzden ne geçmişi düşünüyor ve ne de gelecek hakkında kafa yoruyor. Bunların yanısıra hayırdan, iyilikten umut kesmeye son derece yatkındır, elindeki nimeti kaybeder-etmez, hemen nankör kesilir. Oysa elindeki o nimet, yüce Allah'ın kendisine yönelik, karşılıksız bir bağışı idi. Yine bu insan denen varlığın aklı bir karış havadadır, sıkıntıyı atlatıp rahatlığa geçer geçmez hemen şımarır. Sıkıntıya katlanıp sabretmez, yüce Allah'ın rahmetini umutla beklemez, sıkıntısının geçeceğine dair içinde iyimserlik beslemez. Buna karşılık nimete konunca sevincinde ve övünmesinde ölçülü olmaz, bu nimetin bir gün elinden gideceğini hiç hesap etmez. Son ayeti cümle cümle okuyalım:
"Yalnız sıkıntılı günlerde sabredenler müstesna."
Bunlar sıkıntılı günlerde sabrettikleri gibi, nimetli günlerde de sabretmişlerdir. İnsanların çoğu sıkıntılara katlanırlar. Böyle dönemlerde dişlerini sıkarak erkeklik gösterirler, kendilerini zayıf ve düşkün göstermek istemezler. Fakat nimetli günlerde sabırlı davranarak gurura kapılmayan, şımarmayan insanların oranı çok küçüktür. Devam ediyoruz:
"...Ve iyi ameller işleyenler."
Her iki durumda iyi işler yapanlar. Yani sıkıntılı günlerde çektikleri sıkıntılara gönül hoşnutluğu ile katlananlar, sabırlı davrananlar; buna karşılık nimete konduklarında şükredenler ve başkalarına iyilik edenler. İşte onlar:
"Onları bağışlama ve büyük ödül bekliyor."
Bu bağışlanmayı ve büyük ödülü sıkıntılara karşı sabrettikleri ve sevindirici günlerde şükrettikleri için haketmişlerdi.
İnsan nefsini, kâfirliğin göstergesi olan sıkıntılı günlerdeki umutsuzluktan ve fasıklığın göstergesini oluşturan rahat günlerindeki şımarıklıktan koruyan tek faktör, iyi amellerde somutlaşan ciddi imandır. Böyle bir iman, insan kalbini sıkıntılı günlerde de nimetli günlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki durumda da yüce Allah'a bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına, burkulmasına meydan verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı günlerde böbürlenmesine, kabarmasına izin verir. Her iki durum da mü'min hesabına ayrı birer hayırdır. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- buyurduğu gibi böyle bir durum, böyle çift bir mutluluk sadece mü'minler için sözkonusudur.
CAHİLLERİN İNATÇILIĞISözü edilen müşrikler, yaratılışın hikmetinden ve evrenin yasalarından habersizdirler. Bunlar kısa görüşlü, gafil, çabucak umutsuzluğa kapılan, nankör, kendilerini beğenmiş, akılları bir karış havada kimselerdir. Yüce Allah'ın peygamberleri göndermesindeki hikmeti kavramazlar, bunun sonucu olarak peygamberin melek olmasını ya da melek eşliğinde gelmesini isterler. Peygamberlik misyonunun değerini anlamazlar, bu yüzden Peygamberin yanında hazine getirmesini isterler. İşte yalanlamakta ve inatçılıkta alabildiğine ısrarlı davranan bu keçi inatlı inkârcılar var ya? Ey Peygamber, acaba sen onlar karşısında ne yapıyorsun?
12- Müşriklerin "Muhammed'e gökten bir hazine inseydi ya, ya da kendisi ile birlikte bir melek gelseydi ya"şeklindeki sözleri canını sıkabilir ve bu yüzden sana indirdiğimiz vahyin bir bölümünü onlara duyurmaktan vazgeçebilirsin. Oysa sen sadèce bir uyarıcısın. Her şeyin yönlendiricisi Allah'dır.
Bu ayetteki "belki" sözcüğü soru anlamı içerir. Aslında tam bir soru edatı değil, fakat bu anlamı belli bir oranda ifade ediyor. Yani müşriklerin gösterdikleri bu cahillik, bu keçi inadı, peygamberliğin özelliğini ve fonksiyonunu kavramaktan son derece uzak olduklarını ortaya koyan bu saçma öneriler karşısında, normal insan psikolojisinden beklenen tepki can sıkıntısıdır. Ey Muhammed! Acaba senin de canın sıkılacak da bu can sıkıntısının baskısı altında sana vahiy yolu ile indirilmiş olan mesajların bir bölümünü onlara duyurmaktan vaz mı geçeceksin? Böylece daha önce kendilerine duyurduğun benzer mesajlara karşı göstermeyi alışkanlık haline getirdikleri olumsuz tepkiden kurtulmayı mı tercih edeceksin?
Asla! Sakın sana vahiy yolu ile bildirilen gerçeklerin bir bölümünü onlara duyurmaktan vazgeçme ve sakın sana söyledikleri saçma sözlerden dolayı canın sıkılmasın. Çünkü;
"Sen sadece bir uyarıcısın."
Senin tüm görevin onları uyarmaktır. Öyleyse görevini yerine getir. Görüldüğü gibi burada Peygamberimizin "uyarıcılık, korku salıcılık" sıfatı ön plana çıkarılmış, çünkü bu tür kimseler karşısında bu sıfatın projektör altına alınması gerekli görülmüştür. Ayeti okumaya devam edelim:
"Her şeyin yönlendiricisi Allah'dır."
Onların yönlendiricisi O'dur. Kendilerine, değişmez yasaları uyarınca dilediği gibi yön verir. Sonra da onları davranışlarından dolayı hesaba çeker. Sen onların kâfir ya da mü'min olmalarından dolayı sorumlu değilsin. Sen sadece bir uyarıcısın.
Bu ayet, İslâm tarihinin o zor döneminin havasını yansıtır, Peygamberimizin içinde bulunduğu can sıkıntısını kanıtlar. O dönemin keçi inatlı cahiliyesine karşı koymanın ne kadar ağır bir yük olduğu hakkında bize fikir verir. Çünkü Peygamberimiz o çetin dönemde akrabası ile yardımcısını, yani amcası Ebu Talib ile eşi Hz. Hatice'yi kaybetmiş, bu yüzden yalnızlık duygusu gönlünü karartmış, bunun sonucu olarak cahiliye kuşatmasının çemberi içinde sıkışıp kalan bir avuçluk müslüman azınlığın kalplerini keder sarmıştı.
Ayetin kelimeleri arasında yükselen bu hüzünlü hava nerdeyse elle dokunulacak kadar somuttur. İşte bu ağır havayı dağıtmak üzere inen bu rahatlatıcı İlahi sözler kalplere huzur aşılıyor, gergin sinirleri gevşetiyor ve endişe dolu gönüllere su serpiyor.
GÜÇSÜZLERİN MEYDAN OKUYUŞUŞimdi müşriklerin bir başka sözü karşımıza çıkarılıyor. Onlar bu sözü birkaç kez daha söylemişlerdi; "Bu Kur'an uydurmadır" demişlerdi. Yüce Allah da onlara meydan okuyor, dedikleri doğru ise, Kur'an'ın surelerine benzer on tane sure de onlar uydursunlar bakalım, bu uydurma işinde istedikleri kimsenin yardımına başvurabilirler.
13- Yoksa onlar "Muhammed, bu Kur'an'ı kendi uydurdu"mu diyorlar. Onlara de ki, "Öyleyse Kur'an'ın surelerine benzeyen on sure de siz uydurun bakalım. Eğer söylediğiniz doğru ise, bu konuda Allah dışında yardıma çağırabileceklerinizi de yardıma çağırın. " 14- Eğer bu çağrına karşılık vermezlerse anlayınız ki, bu Kur'an Allah'ın bilgisi altında indirilmiştir ve O'ndan başka ilah yoktur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?
Bu iddiayı ileri sürenlere daha önce Yunus suresinde Kur'an'ın surelerinden biri gibi bir sure uydursunlar diye meydan okunmuştu.
Şimdi aynı iddiayı ileri sürenlere on sure uydursunlar diye meydan okunu yor. Bunun anlamı nedir?
Klâsik tefsir bilginlerine göre bu konuya ilişkin meydan okuma çoktan aza doğru giden bir sıra izliyor. Yani önce müşriklerden Kur'an'ın tümü büyüklüğünde bir kitap, arkasından onun on sure büyüklüğünde bir bölüm ve son olarak bir tek suresi büyüklüğünde bir bölüm uydurmaları istenmiştir. Ama bu sıralama hiçbir kanıta dayanmıyor. Tersine gördüğümüz şudur ki, sıralamadaki yeri daha önce gelen Yunus suresinde meydan okuma çağrısı bir tek sure ile sınırlandırıldığı halde, Yunus suresinden sonra gelen Hud suresindeki meydan okuma on sureye çıkarılıyor.
Gerçi ayetlerin iniş sırası ile surelerin Kur'an'daki diziliş sıraları her zaman birbiri ile çakışmaz, böyle bir gereklilik yoktur. Nitekim yeni bir ayet inince bu bazen eskiden inen bir sureye, bazen de sonra inen bir sureye ekleniyordu. Fakat böyle bir uygulamanın olup olmadığının somut biçimde kanıtlanması gerekir. Oysa iniş sebeplerine ilişkin bilgi veren kaynaklarda Yunus suresindeki meydan okuma ayetinin Hud suresindeki benzer ayetten daha sonra indiğini gösteren bir kanıta rastlanmamıştır. Böyle durumlarda hiçbir delile dayanmaksızın zorlamalı ve yakıştırmaca bir sıralama yapmak da caiz değildir.
Reşid Rıza, "Menar" adlı tefsir kitabında bu ayette geçen "on" rakamın bir sebebe bağlamaya çalıştı. Bu uğurda kendini bir hayli yordu, yaptığı açıklamada şöyle diyor; "Bu ayetteki meydan okuma çağrısı peygamber hikâyelerine ilişkindir. Araştırırsak görürüz ki, Hud suresinden önce inen ve içinde uzun peygamber hikâyesi anlatılan surelerin sayısı ondur. Bu yüzden karşı tarafa on surelik bir bölüm için meydan okunmuştur. Çünkü içinde peygamber hikâyesi anlatılan bir sure uydurmaları yolunda kendilerine meydan okumaktansa, bu türden on sure uydurmaları yolundaki meydan okuma müşrikleri daha çok zor durumda bırakır. Çünkü anlatılan hikâyeler farklı ve üslupları değişik olduğu gibi meydan okunan taraf, içinde hikâye anlatılan sureye benzer on tane sure uydurmak zorundadır. Eğer Kur'an ile boy ölçüşmek istiyorsa, ancak o zaman boy ölçüşmüş olur..."
Gerçi doğrusunu Allah bilir ama, bizim görüşümüze göre mesele son derece basittir, bu tür karmaşık ve zorlamalı yorumlara başvurmak gereksizdir. Şöyle ki, bu konudaki meydan okumalar, iddiayı ortaya atanların durumunu ve söylenen sözü çevreleyen şartları gözetiyordu. Çünkü Kur'an, pratik ve belirli durumlara karşılık verir, pratik ve belirli şartlara cevap getirir. Bunun sonucu olarak bir keresinde "Bu Kur'an'ın bir benzerini uydurunuz", başka bir keresinde "Bu Kur'an'ın bir tek suresinin benzerini ortaya getiriniz", bir başka kez de "Bu Kur'an'ın on suresinin benzerini ortaya getiriniz" diyor. Bu meydan okumalar arasında herhangi bir kronolojik sıralama yoktur. Çünkü amaç bu Kur'an'ın herhangi bir bölümünün uydurulması yolunda girişilen meydan okumanın kendisidir. Yoksa sözkonusu olan Kur'an'ın tümü olmuş, bir bölümü olmuş ya da bir suresi olmuş, farketmez. Meydan okuma, bu Kur'an'ın türüne ilişkindir, yoksa miktarına değil. Karşı tarafın bu konudaki yetersizliği de Kur'an'ın uydurulacak bölümünün miktarı ile değil, ifadesinin türü ile ilgilidir. Böyle olunca Kur'an'ın tümü ile bir bölümü, ya da bir tek suresi arasında fark yoktur. Ayrıca meydan okunurken herhangi bir sıralama gözetilmesi de gerekmez. Önemli olan Kur'an'ın uydurma olduğunu iddia edenlerin içinde bulundukları durumun ne demeyi gerektirdiği ve o durumda Kur'an hakkında ne tür bir iddia ileri sürdükleridir. Meydan okunurken bir surenin mi, on surenin mi, yoksa Kur'an'ın tümünün mü sözkonusu edileceği bunlara bağlıdır. Biz bugün sözkonusu şartların ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü Kur'an bize bu konuda ayrıntılı bilgi vermemiştir. Ayeti okumaya devam edelim:
"Eğer söylediğiniz doğru ise,.bu konuda Allah dışında yardıma çağırabileceklerinizi de yardıma çağırınız."
Eğer bu Kur'an'ın Allâh sözü olmadığı, O'nun dışında bir başkası tarafından uydurulduğu biçimindeki iddianızda haklı iseniz, yüce Allah'a koştuğunuz ortakları, edebiyatçılarınızı, söz ustalarınızı, şairlerinizi, cinlerinizi ve insanlarınızı yardıma çağırınız da bu Kur'an'ın on suresine benzer bir yazı dizisi de siz uydurunuz bakalım! Şimdi de bir sonraki ayetin cümlelerini inceliyoruz:
"Eğer onlar bu çağrınıza karşılık vermezlerse..."
Yani Kur'an'ın on suresine benzer bir başka on sure uydurmayı başaramazlarsa. Böylece bu imkânsız işte size yardım edemeyecekleri, bu konuda ellerinden hiçbir şey gelmediği ortaya çıkarsa. Sizin de bu işte başarısız olduğunuz bellidir. Çünkü zaten başarısızlığınız ortaya çıkmasaydı, onları yardıma çağırmazdınız. Devam ediyoruz:
"Anlayınız ki, bu Kur'an, Allah'ın bilgisi altında indirilmişti."
Onu indirmeye gücü yeten, sadece O'dur. Sadece Allah'ın bilgisi, onu size indiği şekli ile indirmeyi gerçekleştirebilir. Evrensel yasalara, insanın değişik durumlarına, geçmişlerine, şimdiki zamanlarına, geleceklerine, şahıslarının ve yaşama tarzlarının yararına ilişkin kapsamlı bilgi birikimi içeren bu Kur'an, ancak Allah katından indirilmiş olabilir. Devam ediyoruz:
"O'ndan başka ilah yoktur."
Bu ilke, yüce Allah'ın indirdiklerine benzer bir başka on sure uydurma konusundaki çağrınıza cevap veremeyen, sahte ilahlarınızın başarısızlıklarının doğal bir sonucudur. Öyleyse tüm evrenin mutlaka bir tek ilahı vardır ve bu Kur'an'ı indirmeye sadece O'nun gücü yeterlidir.
Onaylanması, kabul edilmesi kaçınılmaz olan bu açıklamayı bir soru izliyor. Öyle bir soru ki, gerçek karşısında burun kıvırarak kaçanlardan, keçi inatlılardan başka herkes ona aynı cevabı verebilir, başka hiç kimse ona değişik cevap vermeye kalkışmaz. Okuyalım:
"Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?"
Yani size meydan okundu ve bu meydan okuma karşısında başarısız kaldınız, yenik düştünüz. Böyle bir sonuca teslim olmaktan başka türlü göğüsleyebilir misiniz?
Fakat onlar, bundan sonra da gerçek karşısında burun kıvırmaya, kaçamak aramaya devam ediyorlar!
Aslında gerçek apaçık ortada idi. Fakat onlar dünya hayatında yararlandıkları çıkarlarının ve saltanatlarının ellerinden kaçmasından korkuyorlardı. Bu endişe ile insanların özgürlüğe, onurluluğa, adalete, şerefliliğe, kısacası "lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilah yoktur)" ilkesine çağıranların sesine kulak vermelerinden ödleri kopuyor, insanlar bu çağrıya olumsuz karşılık vermesinler diye vicdanlarını baskı altında tutuyor, onları kendilerine kul-köle ediyorlardı. Bundan dolayı, bundan sonraki ayetler onların tutumlarına uyan bir değerlendirme yapıyor, sonlarının nasıl olacağını canlı bir tablo halinde gözlerinin önüne seriyor.
15- Sadece dünya hayatını ve bu hayatın çekici güzelliklerini isteyenlere çalışmalarının karşılığını orada tam olarak veririz, onlar orada hiçbir ödül kısıntısına uğratılmazlar. 16- Ama ahirette onlar için sadece cehennem ateşi vardır, dünyada yaptıkları iyi işler boşa gider, işledikleri yararlı ameller geçersiz olur.
Şu dünyada yapılan her çalışma, harcanan her emek karşılığını görür. İster bu çalışmanın, bu emeğin sahibi bakışlarını yüce ufuğa dikmiş olsun, isterse çalışmalarını sadece yakın vadeli çıkarlarına, şahsi beklentilerine yöneltmiş olsun, farketmez, her iki durumda da kural geçerlidir. Fakat eğer insan dünya hayatı peşinden koşar, sırf onun çekici güzellikleri uğruna çaba harcarsa, bu dünyada çalışmalarının karşılığını alır; belirli bir sürenin sonuna kadar bu sonuçlardan yararlanır.
Fakat böyle bir kimseyi ahirette bekleyen tek akıbet, cehennem ateşidir. Çünkü orası için hiçbir hazırlık yapmamış, hiçbir şey biriktirmemiş, hatta orayı hiç hesaba katmamıştır. Dünya için yaptığı bütün çalışmaların karşılığını dünyada alır. Fakat bu dünya amaçlı çalışmalar ahirette geçersizdir, orada onlara hiçbir önem verilmez, bu tür çalışmalar, zehirli ot yiyerek karnı şişen devenin kabarmasına ve arkasından çatlamasına benzer, kof bir genleşme gibidir. Bu tablo, dünyadaki kof genleşmelere, sonunda çatlayıp ölmeye vardıran hastalıklı kabarmalara uygun düşen bir tasvirdir.
Bugün biz etrafımıza baktığımızda hep dünya için çalışan ve bu çalışmaların karşılığını alan birçok şahıslar, toplumlar ve milletler görürüz. Bunların dünyaları alımlıdır, bunların dünyaları hızlı bir kabarma görüntüsü sürer gözlerimizin önüne. Fakat bu gördüklerimize şaşırıp "Bunlar niçin böyle!" diye sormamalıyız. Çünkü bu gördüklerimiz "Sadece dünya hayatını ve bu hayatın çekici güzelliklerini isteyenlere, çalışmalarının karşılığını orada tam olarak veririz, onlar orada hiçbir ödül kısıntısına uğratılmazlar" şeklindeki ayette ifadesini bulan dünyaya ilişkin ilahi yasanın gereğidirler.
Fakat bu yasayı ve bu yasanın sonuçlarını kabul etmek bize unutturmamalıdır ki, bu adamlar eğer bu dünya uğruna yaptıkları çalışmaların aynısını, kalplerini ahiret ufkuna yönelik tutarak, kazanırken ve nimetlerden yararlanırken yüce Allah'ın hoşnutluğunu gözeterek yapsalardı, yine dünya hayatının güzelliklerini elde edecekler, emeklerinin karşılığına -hiçbir kısıntıya uğratılmaksızın kavuşacaklardı, fakat o taktirde bunun yanısıra ahiret mutluluğunu da elde edecéklerdi.
Ahiret hayatı için çalışmak, dünya hayatı için çalışmanın yolunu kesen bir engel değildir. Tersine yine dünya için yapılan çalışmaların aynısı yapılacaktır. Yalnız bu işler yapılırken, yüce Allah'a yönelinecek, O'nun hoşnutluğu gözetilecektir. Ahiret hayatı için çalışmak, dünya hayatı için yapılacak olan çalışmaların ne miktarını azaltır ve ne de ürünlerini kısıtlar. Tersine bu çalışmaların ve bu çabaların ürünlerini arttırır, bereketlendirir, kazancı da bu kazançtan yararlanmayı da arındırır, temiz yapar. Ayrıca dünya yararına, ahiret yararını ekler. Yalnız eğer dünya yararından amaç, yasak ihtirasları tatmin etmek ise, o zaman iş değişir. Böyle bir tutum sadece ahirette değil, sonucu bir süre sonra görülse de; dünyada da geri teper. Bu yasa, gerek toplumların hayatında, gerekse fertlerin hayatında etkinliğini hep göstermiştir. Tarihin ibret dolu olayları, yüzyıllar boyunca ihtiraslarına tutsak olan milletlerin acı sonunu gösteren tanıklardır.
Bundan sonraki ayetlerde müşriklerin Peygamberimize ve yanında getirdiği gerçeğe karşı takındıkları tavır anlatılıyor, Peygamberimizin Rabbinden kaynaklanan, apaçık bir belgeye dayandığına, O'nun Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğuna tanıklık eden Kur'an'a dikkatlerimiz çekiliyor. Daha önce Hz. Musa'ya indirilen Tevrat da aynı tanıklığı yapmıştı.
Okuyacağımız ayetler, Peygamberimizi, O'nun çağrısını ve misyonunu kuşatan bu kanıtlar demetine bakışlarımızı çeviriyor. Amaç, Peygamberimizi ve çevresindeki müslüman azınlığı yüreklendirmek, onlara moral aşılamaktır.
Bunun arkasından Peygamberimizi yalanlayan müşrik gruplar, cehennem ateşi ile tehdit ediliyor, kıyamet gününün bir azap sahnesi gözlerinin önüne seriliyor. Bu sahnede dünyadaki şımarıklığın ve gerçek karşısında burun kıvırmanın cezası olarak perişanlık vardır, rezillik vardır.
Okuyacağımız ayetlerin devamında anlatılıyor ki, bu eğri yolun şımarık yolcuları, bu hakkın inatçı düşmanları yüce Allah'ın azabından kurtulamayacaklar, yüce Allah dışında bir kurtarıcı, bir dayanak bulamayacaklardır. Dünyadaki bütün şımarıklıklarına karşın, o gün bu alanda güçsüz ve çaresiz kalacaklardır. Yüce Allah'ın deyişi ile "Onlar ahirette ne ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır."
KARŞIT GRUPLARIN TASVİRİYine okuyacağımız ayetlerde sözkonusu müşrikler ile mü'minler arasında somut, gözle görülür bir karşılaştırma yapılıyor. Bu karşılaştırmada bu iki grubun özellikleri arasındaki derin farklılığa, dünyadaki ve ahiretteki tutumları ile durumları arasındaki uçuruma dikkatlerimiz çekiliyor.
17- Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim. Bu belgeleri yine Allah katından gelen bir tanık izliyor. Bu kimseler onun da öncesinde Musa'nın önder ve rahmet nitelikli kitabının onayı ile desteklenmişlerdir. (Böyleleri sırf dünya hayatı peşinde koşanlarla hiç bir olur mu?)
İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılına. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar.
18- Allah'a yalan yakıştırmalar yapanlardan daha zalim kim olabilir? Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında. tanıklar "Bunlar Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir" derler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir. 19- Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar. O yolu eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de inkâr ederler. 20- Bunların, Allah'ın yapacaklarına engel olmaları sözkonusu değildir. Allah dışında dayanakları, destekçileri de yoktur. Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve ne de görebilirler. 21- Bunlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve uydurdukları ilahlar ortalıkta görünmez olmuşlardır. 22- Onlar, hiç kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır. 23- İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır. 24- Bu iki grup kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu? Acaba ibret dersi almaz mısınız?Okuduğumuz ayetlerin cümleleri uzundur. İşaretleri ve mesajları çeşitlidir. Değinimleri ve çağrışımları da çeşitlidir. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, mü'min azınlık, İslâm tarihinin o zorlu döneminde büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştı ve durum, sözlü ve mesaj aracılı desteğe ihtiyaç duyuracak derecede ciddi idi. Bu arada Kur'an'ın pratiğe, eyleme dönük özelliği de gözlerimizin önüne seriliyor. Kur'an'ın, bu özelliği uyarınca, o günkü realiteyi göğüslediğini vè bu realiteye karşı güçlü bir mücadele verdiğini bu ayetlerde açıkça görüyoruz.
Ancak böyle bir savaşa girenler, Kur'an'ın karşı koyup yönlendirmek üzere indiği o şartların benzerleri ile yüzyüze gelenler onun zevkine varabilirler. Oturdukları yerde Kur'an'ın anlamlarını ve mesajlarını arayanlar, onun anlatım ve sanat özelliklerini masa başında inceleyenler, bu savaştan ve hareketten uzak, donuk ve eylemsiz oturuşları sırasında onun gerçek mahiyetini asla kavrayamazlar. Kur'an'ın gerçek mahiyeti, rahat köşelerinde oturanların önlerine açılmaz. Onun sırları, yüce Allah'dan başkasına kul olmaya, zorbaların (tağutların) yüce Allah'ı dışlayan diktatörlüklerine boyun eğmeye razı olarak esenliği ve rahatlığı tercih edenler tarafından keşfedilemez. Şimdi okuduğumuz ayetleri incelemeye geçelim:
"Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim. Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor. Bu kimseler onun da öncesinde Musa'nın önder ve rahmet nitelikli kitabının onayı ile desteklenmişlerdir (Böyleleri sırf dünya hayatı peşinde koşanlarla hiç bir olur mu?)
İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise, cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar."
"Bu ayette bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim" ve "Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor" şeklindeki cümlelerin ne anlama geldikleri konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıca "Rabbinden", "izliyor" ve "onun katından" ifadelerinden gizli zamirleri hangi isimlerin yerlerini tuttukları konusu da tartışmalıdır. Benim kanıma göre bu tartışmalı noktalara ilişkin en doğru görüşler şöyle sıralanabilir:
"Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseler"den maksat, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile O'na bağlı olarak Peygamberimizin getirdiği gerçeğe inananlardır. "Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor." ifadesinin anlamı, "rabbinden gelen ve Peygamberimizin peygamberliğini gösteren bir tanık onu izliyor" demektir. Bu tanık şu Kur'an'dır; o kendi kendine yüce Allah katından gelen bir vahiy olduğunu, insan tarafından meydana getirilemeyeceğine tanıklık ediyor. "Ondan önce" yani bu tanıktan, Kur'an'dan önce "Musa'ya inen kitap" da Peygamberimizin doğru söylediğine şahitlik ediyor. Bu şahitlik hem Tevrat'ın, Peygamberimizin geleceğini müjdelemesi biçiminde ve hem de aslının Peygamberimizin getirdiği mesajını doğrulaması biçiminde ortaya çıkıyor.
Anlattığım görüşü tercih edişimin gerekçesi şudur: Bu surede peygamberler ile yüce Rabbleri arasındaki ilişki tasvir edilirken ortak bir ifade kullanılır yor: Bu ortak ifadeye göre bütün peygamberler, vicdanlarının derinliklerinde açık bir belgenin inandırıcılığını algılıyorlar. Bu belge sayesinde kendilerine gelen mesajın yüce Allah tarafından gönderilmiş bir vahiy olduğunu kesinlikle anlıyorlar. Yine bu açık belge sayesinde Rabblerini kalplerinde buluyorlar. Hiçbir şüphenin, en ufak bir kuşkunun gölgelemediği belirgin ve inandırıcı bir belgedir bu. Meselâ bu surenin bir ayetinde Hz. Nuh, soydaşlarına şöyle sesleniyor:
"Nuh dedi ki; `Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise de siz bunu görmekten yoksun bırakıldı iseniz, istemediğiniz halde sizi bu açık belgeyi ve bu rahmeti kabul etmeye mi zorlayacağız?" (Hud Suresi 28)
Hz. Salih de soydaşlarına aynı sözü söylüyor. Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim takdirde beni O'ndan kim kurtaracak. Sizin bana, zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz." (Hud Suresi 63)
Hz. Şuayb'ın da soydaşlarına söylediği aynı sözdür. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam ve O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı yetmiş ise..." (Hud Suresi 88)
Görüldüğü gibi aynı durumu anlatan ortak bir ifade karşısındayız. Bu ifadede bütün peygamberler, içlerine doğan, kalplerinde parıldayan ortak bir algının özünü seslendiriyorlar. Bu dolaysız algı sayesinde ilahlık gerçeğini kalp gözü ile vicdanlarında görüyorlar, vahiy yolu ile Rabblerinin kendileri ile iletişim halinde olduğunun kuşkusuz inancına varıyorlar.
Bu surenin tanıtma yazısında belirttiğimiz gibï, aynı durumu anlatan bu ortak ifadenin vurgulanması, tüm surenin başta gelen amaçlarından biridir. Maksat Peygamberimiz ile yüce Allah arasındaki, yine Peygamberimiz ile kendisine vahiy yolu ile indirilen mesaj arasındaki ilişkinin aynen öbür peygamberler ile yüce Allah ve vahiy arasındaki ilişki gibi olduğunu ispatlamaktır. Bu ispatlama, müşriklerin Peygamberimize yönelik düzmece iddialarını çürütecek, aynı zamanda hem kendisini hem de çevresinde mü'min azınlığı yüreklendirecek, dayandıkları gerçeğe karşı güvenlerini pekiştirecektir. Sebebine gelince bu gerçek, bütün peygamberlerin getirdikleri ortak gerçekti, bütün peygamberlerin taraftarları olan "müslümanlar" bu gerçeğe teslim olmuşlardır.
Buna göre yukarıdaki ayetin toplu anlamı şudur:
Şu Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- var ya. Onun doğruluğuna ve inancının sağlamlığına ilişkin yığınla delil ve kanıt vardır. Bir defa Rabbinden kaynaklanan bilginin belirginliği, inancı ve bu belgelerin ışığı içine doğuyor. Ayrıca bu kesin inancına, Rabbinden gelen bir başka tanık olarak şu Kur'an ekleniyor. 0 Kur'an ki, kendine özgü nitelikleri, onun ilahi kaynaktan geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Bunların yanısıra O'nu doğrulayan bir başka tanık daha var ki; o da Musa'ya inen kutsal kitap (Tevrat)'tır. Bu kitap, İsrailoğulları'nı yönlendirmek üzere gelen bir kılavuz, bir önder, yüce Allah tarafından yahudilere indirilmiş bir rahmettir. Bu kitap aynı zamanda Peygamberimizi doğrulayan bir tanıktır. Çünkü hem Peygamberimizin geleceğini müjdeliyor, hem de yüce Allah'ın tüm dinlerinin ortak dayanağını oluşturan ana ilkeler konusunda O'nun duyurdukları ile aynı prensipleri paylaşıyor.
O halde böyle bir insan, nasıl olur da çeşitli müşrik akımların ortaya çıkardığı değişik sapık grupların yaptıkları gibi yalanlamaya, inkâra ve kör inatlı direnmeye muhatap alabilir? Bunca çok yönlü tanıklar ve kanıtlar karşısında adamların takındıkları bu olumsuz tutum tuhaftır, kınanacak bir olaydır.
Ayetin daha sonraki cümlelerinde Kur'an'a inananlar ile onu reddedenlerin karşıt tutumları ele alınıyor ve ahirette bu iki grubu bekleyen zıt karşılıklar açıklanıyor. Arkasından bir adım daha atılarak Peygamberimiz ile çevresindeki mü'minlere moral aşılanıyor, bağlı oldukları gerçeğe güvenmeleri telkin edilerek yüreklerine su serpiliyor. Buna göre Peygamberimiz ile mü'minleri, yalanlayıcı kâfirlerin tutumları, bu yalanlayıcıların o dönemde çoğunluğu oluşturmalarına rağmen, endişeye düşürmemeliydi. Okuyoruz:
"İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar."
Bazı tefsir bilginleri, "Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim. Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor" ifadesinde kastedilenin Peygamberimiz olduğu taktirde "İşte bunlar Kur'an'a inanırlar" onlar `zamiri, bu vahye ve bu belgelere inanan mü'minlerin yerini tutuyordu. Oysa bu ifadede anlamayı zorlaştıran bir problem yok. Çünkü "İşte bunlar ona inanırlar" cümlesindeki "ona"dan maksat "tanık"tır ki, o da Kur'an'dır. Tıpkı bunun gibi, "onun da öncesinde" ifadesindeki "onun" zamiri de, daha önce söylediğimiz gibi, Kur'an'ın yerini tutuyor. Onlar, ona (yani tanığa, yani Kur'an'a) inanırlar" ifadesinin kapsamına Peygamberimizin de alınmış olması, anlamayı zorlaştıran, kafa karıştırıcı bir problem sayılmamalıdır. Çünkü Peygamberimiz, kendisine indirilen mesaja ilk önce kendisi inanmış, arkasından da kendisini mü'minler izlemişti. Nitekim Bakara suresinde "Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen mesaja inandı; mü'minler de. Hepsi birlikte Allah'a O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına, O'nun peygamberlerine inandılar" buyurulurken, aynı gerçek dile getirilmiştir. (Bakara Suresi 285) Buna göre "onlar ona inanırlar" ifadesindeki "onlar" zamiri, Peygamberimiz ile birlikte O'nun duyurduğu mesajın doğruluğunu onaylamış olan mü'minleri kastediyor. Bu ifade tarzı, Kur'an üslubuna uygun bir ifade tarzıdır; anlaşılmayacak; kafa karıştıracak hiçbir yanı yoktur. Ayeti okumaya devam edelim:
"Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise cehennem ateşidir."
Bu mutlaka gerçekleşecek bir tehdittir. Çünkü onu tasarlayıp kararlaştıran yüce Allah'dır. Devam ediyoruz:
"Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar."
"Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayandığı" belirtilen Peygamberimiz, kendisine vahyedilen mesaj hakkında hiçbir zaman şüpheye kapılmadı, onun gerçekliğinden hiçbir zaman kuşku duymadı. Fakat bunca yoğun tanıkların ve delillerin arkasından gelen bu ilahi direktif, o günlerde Peygamberimizin vicdanını rahatsız eden sıkıntıyı, bıkkınlığı ve yalnızlık duygusunu hedef alıyor. O günlerdeki çağrı kampanyasının donmuşluğuna ve keçi inatlı karşı koymaların yoğunluğunu gösterge oluşturuyor. İşte bütün bu olumsuzluklar Peygamberimize moral vermeyi, O'nu teselli edip azmini tazelemeyi gerektirmiştir. Çevresindeki sıkıntılı, kederli mü'min azınlığın da böyle bir yüreklendirmeye ihtiyacı vardı. Yüce Rabbleri tarafından indirilen böylesine bir serin meltemin esintilerini, yanık gönüllerinin ateşini yatıştıracak böylesine kesin bir iman aşısını dört gözle bekliyorlardı.
Şimdi de bu tarihi kesitin ışığı altında zamanımızdaki "İslâm uyanışı"nın, "İslâm Rönesansı"nın öncülerini düşünelim. Bu kahramanlar da dünyanın her yerinde aynı olumsuz psikolojik şartlarla karşı karşıyadırlar. Çeşitli yol kesmelerin, sırt dönmelerin, alayların, istihzaların, eziyetlerin ve işkencelerin yoğun hücumlarına göğüs germektedirler. Bu olumsuz reaksiyonların hem maddi olanları hem de manevi türden olanları ile başları beladadır. Gerek yerel cahiliye güçleri ile gerekse milletlerarası cahiliye odakları ile sürekli boğuşma halindedirler, onlar tarafından sürekli koğuşturma altında tutulmaktadırlar. En iğrenç ve en amansız savaş türlerinin kesintisiz akınlarına göğüs göğüse karşı koymak durumundadırlar. Sonra da cahiliyenin iç ve dış güçleri, bu amansız savaşlarda kullandıkları kuklaların ve bu acımasız koğuşturmada yararlandıkları uşakların onuruna davulları çalmakta, bayraklar dalgalandırmaktadır.
İşte bu öncülerin bu ayetin her cümlesini düşüne düşüne okumaya, onun her işaretini, her çağrışımını, her imasını kavramaya ne kadar çok ihtiyaçları vardır!
Onların, şu ilahi vurgulamanın taşıdığı kesin inanç aşısına ne kadar çok ihtiyaçları vardır:
"Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."
Bu kahraman öncüler, yüce Allah'dan gelen kesin belgelerin ve rahmetin, peygamberlerin kalplerine aşıladığı ferahlığın aynısını kalplerinde bulmaya ne kadar çok muhtaçtırlar! O belgeler ki, apaçıktırlar ve o rahmet ki, peygamberler onun varlığından bir kez bile kuşkuya düşmemişler ve hiçbir zaman onsuz kalmamışlardır. Böyle olmalıdır ki, bu kahramanların yollarına devam etmeye ilişkin azimleri bilensin, hiçbir engel onlar için caydırıcı, vazgeçirici olmasın. 0 ayeti bir daha okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."
Bu kahraman öncüler, vaktiyle peygamberler kafilesinin karşılaştıkları engellerin tıpkısı ile karşılaşıyorlar; cahiliye, peygamberlere karşı hangi kötülükleri yaptı ise, onlara da aynı kötülükleri yapıyor. Zaman döndü, dolaştı ve Peygamberimizin geldiği gününün aynısını karşımıza çıkardı. Günümüzde bu dini tüm insanlığa duyurmak üzere gelmiş olan Peygamberimizin yaşadığı şartların aynısını yaşıyoruz, Peygamberimizin vaktiyle yüzyüze gelmiş olduğu cahiliye zihniyetinin tıpkısı ile yüzyüzeyiz. O günlerdeki cahiliye zihniyeti, daha önce Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in, Hz. İshak'ın, Hz. Yakub'un, O'nun torunlarının, Hz. Yusuf'un, Hz. Musa'nın, Hz. Harun'un, Hz. Davud'un, Hz. Süleyman'ın, Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'nın, kısacası tüm peygamberlerin getirip yaydıkları İslâm aydınlığının arkasından insanlığa egemen olmuştu.
Sözünü ettiğimiz cahiliye zihniyeti kimi dönemlerinde yüce Allah'ın varlığını kabul eder, kimi dönemlerinde etmez. Fakat her iki durumda da yeryüzünde insanlar için çeşitli rabbler ortaya çıkarır. Bu rabbler, bu düzmece ilahlar, yüce Allah'ın indirdiği ilkeler dışındaki ilkeler uyarınca insanlara egemen olurlar. İnsanların önüne çeşitli yasalar, değer yargıları, gelenekler ve sosyal kurumlar koyarlar. Böylece insanlar, yüce Allah'ın egemenliğini bir yana bırakarak bu sahte rabblerin egemenliği altına girerler.
İşte İslâm çağrısı da bu noktada ortaya çıkar. Bütün insanları bu yeryüzü kaynaklı rabbleri hayatlarından, sosyal kurumlarından, toplumlarından,değer yargılarından ve yasalarından kovmaya, ayıklamaya çağırır. Buna karşılık onlara her konuda yüce Allah'a dönmeyi, O'nu ortaksız Rabb kabul etmeyi, O'nun rakipsiz egemenliğini benimsemeyi, sadece O'nun yasalarına ve sistemine uymayı, O'nun buyruklarından ve yasaklarından başka hiçbir buyruğu, hiçbir yasağı dinlememelerini telkin eder. Bu noktadan sonra tek Allah inancı ile müşriklik arasında, cahiliye zihniyeti ile İslâm arasında tarih boyunca görülen amansız savaş kopuyor. İşte günümüz İslâm Rönesansı'nın öncüleri ile dünyanın her tarafındaki zorbalar, diktatörler ve putlaştırılmış liderler arasında süren savaş da bu amansız savaşın çağdaş uzantısıdır.
Bundan dolayıdır ki, bu kahraman öncüler, Kur'an'ın bu zor günlerin eski benzerlerine ilişkin direktiflerini vicdanlarına ve davranışlarına tam olarak yansıtmalıdırlar. İşte bize yukarıda okuduğunuz şu sözleri söyleten düşüncelerin bazıları bunlardır: "Ancak böyle bir savaşa girenler, Kur'an'ın karşı koyup yönlendirmek üzere indiği o şartların benzerleri ile yüzyüze gelenler bu kitabın zevkine varabilirler. Oturdukları yerde Kur'an'ın anlamlarını ve mesajlarını arayanlar, bu savaştan bu hareketten uzak, donuk ve eylemsiz oturuşları sırasında bu kitabın gerçek mahiyetini asla kavrayamazlar..."
İFTİRACILARIN TEŞHİR EDİLİŞİDaha sonraki ayetler, Kur'an'ı inkâr edenleri, onun yüce Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olmayıp, uydurma olduğunu iddia edenleri, böylece yüce Allah'a ve Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iftira edenleri gündeme getiriyor. Bu amaçla karşımıza kıyamet sahnelerinden birini getiriyor. Bu sahnede yüce Allah'a asıl iftira atanlar gözlerimizin önüne getiriliyor. Bu iftiracıların kimileri "Bu kitabı Allah indirmedi" diyen kimselerdir, kimileri yüce Allah'a ortak koşmuşlardır, kimileri de yüce Allah'ın kendine özgü yetkisi olan rabblik, egemenlik yetkisini yeryüzü kaynaklı sahte egemenlere yakıştırmışlardır. İnceleyeceğimiz ayetler, "Allah'a yalan yakıştırma" kavramının ifade ettiği bütün sapık yönelişleri içermek amacı ile bu konuda ayrıntı vermekten bile bile kaçınıyorlar.
Bu iftiracılar, bir kıyamet sahnesinde gözler önüne serilerek onca tanığın önünde, "teşhir" ediliyor, rezil ediliyor. Bu iftiracıların karşısında mü'minlerin, Rabblerine güvenenlerin ve onları bekleyen nimetlerin ve mutluluğun tablosu ile karşılaşıyoruz. Ayetlerin sonunda bu iki kesim, kör ve sağırlar ile görebilen ve işitebilen kimselere benzetiliyor, bu örnek aracılığı ile sözkonusu iki kesim arasındaki bağdaşmazlık ve uçurum çapındaki farklılık vurgulanıyor. Şimdi bu ayetleri okuyoruz:
"Allah'a yalan yakıştırma yapanlardan daha zalim kim olabilir? Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında tanıklar, `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerindedir.
Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar. O yolu eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de inkâr ederler.
Bunların Allah'ın yapacaklarına engel olmaları sözkonusu değildir. Allah dışında dayanakları, destekçileri de yoktur. Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve ne de görebilirler.
Bunlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve uydurdukları ilahlar-ortalıkta görünmez olmuşlardır.
Onlar, hiç kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır.
İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır.
Bu iki grup, kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bir iki grubun durumu bir olur mu? Acaba ibret dersi almaz mısınız?"
İftira, başlıbaşına iğrenç bir suçtur, gerçeğe ve aleyhinde yalan düzülene karşı işlenmiş bir zulümdür. Hele bu iftira yüce Allah'a karşı düzülürse, işlenen suçun ne kadar ağır olacağını varın siz düşünün. Ayetlerin ilgili cümlelerini birlikte okuyalım:
"Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında tanıklar `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler."
Ayette yeralan "Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzenlerdir" ifadesindeki "Bunlar" zamiri "işaret" yolu ile o kimseleri "teşhir etme ve kınama anlamını taşır. Bu kimseler kim hakkımda yalan düzmüşler? "Rabbleri hakkında" başka biri hakkında değil. Bu sahnenin egemen atmosferi rezillik atmosferidir. Bu rezilliği, işlenen suçun iğrençliğine denk düşen lânet motifi izliyor:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir."
Bu sözü sahnedeki "tanıklar" böyle söylüyor. Tanıklar ya melekler, peygamberler ve mü'minler ya da tüm insanlardır. O halde bu lânet, bu kalabalık ortasında gerçekleşen bir utandırma, aşağılama ve "teşhir" cezasıdır. Ya da tanık kalabalığı karşısındaki bu rezil etmenin, ipliklerini pazara çıkarmanın yanısıra onlara ilişkin yüce Allah'ın bir başka kararıdır. Tekrarlıyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir."
Buradaki "zalimler"den maksat, müşriklerdir. Yüce Allah hakkında yalan yakıştırmalar yapanlar ve bu yolla insanları Allah'ın yolundan alıkoymak isteyenler onlardır. Devam ediyoruz:
"O yolu eğri göstermeye yeltenirler."
Onlar doğru yolu, sapmasız rotayı istemezler. Çarpıklığı, kaypaklığı, zigzağı ve sapmayı isterler. Böyle olmasını istedikleri şey, yol da olabilir, hayat da olabilir, hayatın olguları da olabilir. Ayetin anlamı bunların hepsini içerir. Bunun yanısıra "Bunlar ahireti de inkâr eden" kimselerdir. Bu ifadede "onlar" zamiri iki kez tekrarlanıyor. Amaç pekiştirme yolu ile sözkonusu müşriklerin suçluluklarını vurgulamak, bu suça dikkatleri çekmek sureti ile onları "teşhir" etmektir.
Yüce Allah'a ortak koşanlar -ki, bunlar zalimlerdir- İslâmın dosdoğru rotasından ayrılınca hayatın tüm alanlarını eğriliğe yöneltmeyi amaçlarlar. Zaten yüce Allah'ın egemenliği dışındaki bir başka merciin egemenliğine girmek, hem insan kişiliğinin bütün cephelerini ve hem de sosyal hayatın tüm kesimlerini eğriliğe mahkûm eder.
Yüce Allah'dan başkasına kul olmak, insan vicdanında onursuzluk ve aşağılıklık meydana getirir. Oysa yüce Allah, insan vicdanının onurla donanmasını istemiştir. Öte yandan kula kulluk, sosyal hayatı zulmün ve azgınlığın pençesine düşürür. Oysa yüce Allah, bu hayatın adalete ve eşitliğe dayalı olmasını istemiştir. Ayrıca kula kulluk ilkésinin egemen olduğu toplumlarda insanlar, toprak kökenli egemenleri, sahte rabbleri ilahlaştırma emeklerini, çabalarını boşa harcarlar. Bu amaçla durmadan davullu-zurnalı şenlikler düzenlerler. Bu şenliklerde durmadan nefes tüketirler. Bu yolla düzmece ilahlarını yücelterek gerçek Rabbin yerini doldurmaya çalışırlar. Fakat bu düzmece egemenler, bu sahte ilahlar, özleri itibarı ile küçük ve zavallı oldukları için bir türlü gerçek Rabbin yerini tutamazlar, yüce Allah'a inançsızlıktan doğan boşluğu dolduramazlar.
Bu yüzden o düzmece ilahların zavallı kulları, sefil köleleri sürekli bir çaba, kesintisiz bir didinme içindedirler. Gece-gündüz durmadan bu düzmece ilahları şişirmek için çalışırlar. Dikkatleri ve projektörleri üzerlerine ,çekmeye uğraşırlar. Aralıksız biçimde onlar adına davul-zurna çalarlar. Marşlı, şarkılı, bandolu, trompetli şenlikler düzenlerler. Böylece yararlı üretim faaliyeti uğrunda harcanması gereken insan emekleri, bu sonuçsuz, bu uğursuz çabalar uğrunda, bu onur kırıcı ve gelişmeyi durdurucu amaçlar peşinde harcanır. Bundan daha büyük bir eğrilme, bundan daha büyük bir yamukluk düşünülebilir mi?
"Onlar..."
Yani o lânete uğramış, yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış, kovulmuşlar:
"Allah'ın dünyada yapacaklarını engelleyemezler."
Onlar, yüce Allah'ın iradesine set çekecek güçte değildirler. Yüce Allah istese dünyada yakalarına yapışıp kendilerini azaba çarptırır. Devam ediyoruz:
"Onlar Allah dışında bir dayanakları, bir destekçileri de yoktur." Allah'a karşı kendilerine yardım edecek; O'nun azabı gelince kendilerine arka çıkacak bir koruyucuları yoktur. Yüce Allah, eğer onları somut dünya azabına çarptırmıyorsa, eğer bunun yerine işlerini ahiret azabına havale ediyorsa, bunun sebebi hem dünya azabını, dünya perişanlığını ve hem de ahiret azabını birlikte ve eksiksiz olarak çekmeleridir. Okuyoruz:
"Azapları katlanır."
Onların algılama mekanizmaları işlemez bir halde, basiretleri bağlı olarak yaşadılar. Sanki kulakları ve gözleri yokmuş gibi ömür sürdüler:
"Ne işitebilirler ve ne de görebilirler." "Bunlar, kendilerini hüsrana düşürmüşlerdir."
En ağır hüsran, en büyük kayıp budur. Kendini, özbenliğini kaybeden kimse, bunun dışındaki kazançlarından hiçbir yarar sağlayamaz. İşte bunlar, dünyada özbenliklerini kaybetmişler, öz varlıklarını hasara uğratmışlardır. Her şeyden önce insanlık onurlarını yitirmişler, onun bilincinden yoksun yaşamışlardır. Bu bilinç, yüce Allah'dan başkasının kulluğunu reddetme onurunda, kula kulluğun boyunduruğundan kurtulup Allah'a kul olmanın şerefine yüceltme tutumunda somutlaşır. Bunun yanısıra bu bilinç, dünya nimetlerinden yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, bu hayatın tutsaklığından sıyrılıp daha yüksek ve daha yüce bir hayata göz dikmeyi beraberinde getirir. Fakat bu adamlar ahireti inkâr etmekle, yüce Allah'ın karşısına çıkacakları gerçeğini yalanlamakla bu bilinçten yoksun olduklarını kanıtlamışlardır. Çünkü dünyadaki bu onursuz hayatlarının karşılığı olarak orada rezil-sefil olacaklardır, kendilerini bekleyen tek şey azaptır. Devam ediyoruz:
"Uydurdukları ilahlar da ortalıkta görünmez olmuştur."
Bu adamlar, yalan yere uydurdukları düzmece ilahlarını yanlarında bulamamışlar, onlarla buluşamamışlardır. Bu asılsız ilahlar gözlerden kaybolmuş, yokolmuş, sıvışıp gitmişlerdir. Devam ediyoruz:
"Onlar hiç kuşkusuz ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır."
Hiçbir kayıp, hiçbir hüsran, onların uğrayacakları kayba, onların karşılaşacakları hüsrana denk olamaz. Çünkü onlar hem dünyada ve hem de ahirette kendilerini, özbenliklerini yitirmişlerdir.
Öbür yanda mü'minler, iyi amel işleyenler yeralır. Bunlar Rabblerine güvenenler, O'na bel bağlayanlar, şikayetsiz ve endişesiz olarak O'nun himayesinde huzur bulanlardır. Okuyoruz:
"İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır." Buradaki "ihbat (gönülden saygı besleme)" kelimesi "güven, istikrar, teslimiyet ve bel bağlama" anlamlarına gelir. Bu kelime, mü'minin Rabbine yönelik tutumunu tasvir eder. Buna göre, mü'minler Allah'a sığınırlar, O'ndan gelecek her şeye razı olurlar. Yüce Allah'ın kendilerine yönelik tasarrufları karşısında vicdanları rahattır, kalpleri emniyettedir, gönülleri güven, huzur ve hoşnutluk duyguları ile doludur. Devam ediyoruz:
"Bu iki grup kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"
Burada somut bir tablo karşısındayız. Tabloda iki grubun durumu elle tutulur biçimde tasvir ediliyor. Birinci grup gözleri görmeyen körlere ve kulakları işitmeyen sağırlara benziyor. Bunlar duyu ve algılama organlarını işlemez hale getirenler, onları fonksiyonlarını yerine getiremez duruma düşürenlerdir. Bu organların fonksiyonları kalbe ve akla mesaj ileten araçlar olmalarıdır; kalp ve akıl da aldıkları bu mesajlarının anlamını kavramakla ve özünü değerlendirmekle görevlidirler. Fakat bu kimseler sanki bu duyu ve algılama organlarından yoksun gibidirler.
İkinci gruptakiler ise, normal olarak görebilenler ve işitebilenler gibidirler. Buna göre bunlar gözlerinin ve kulaklarının kılavuzluğundan, yol gösterici fonksiyonundan sürekli biçimde yararlanan kimselerdir. Şimdi;
"Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"
Bu soru, somut tabloyu izleyen ve cevap gerektirmeyen bir sorudur. Çünkü gözlerimizin önüne serilen somut tablo, bu sorunun açık cevabını içermektedir. Ayetlerin son cümlesini okuyoruz:
"Acaba ibret dersi almaz mısınız?"
Mesele bu hali ile "ibret" dersi almaktan başka hiçbir tepkiyi kaldırmaz. O kadar yalındır, o kadar apaçıktır ki, üzerinde düşünmeye hiç gerek yoktur.
İşte Kur'an üslubunun ağırlıklı unsurunu oluşturan "tasvir" yönteminin fonksiyonu budur. Bu yöntem tartışmayı gerektiren düşünce içerikli meseleleri, yalın ve söz götürmez kesin gerçeklere dönüştürür. Bu tür gerçekler karşısında insanın yapacağı tek şey onları görmek ve onlardan gerekli ibret derslerini çıkarmaktır.
NUH PEYGAMBER VE KAVMİPeygamber hikâyeleri bu surenin iskeletini oluşturur. Fakat bu hikâyeler, bağımsız ve sonuçtan kopuk olarak anlatılmış değildir. Tersine bu hikâyeler surenin anlatmak üzere indiği ve başlangıç kısmında özetle değinilen büyük gerçekleri doğrulama, somut olaylarla kanıtlama amacı taşırlar. Surenin sözkonusu başlangıcını bir kere daha okuyalım:
"...Bu Kur'an; her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur:) Sırf Allah'a kulluk ediniz. Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt çevirirseniz, sizin hesabınıza `büyük gün'ün azabından korkarım.
Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur, O'nun gücü her şeye yeter."
Surenin giriş bölümünde bu gerçeklerin irdelenmesine ilişkin çeşitli gezintiler düzenleniyor. Bu bölümdeki ayetleri okurken, kimi zaman göklerin ve yerin görkemli sırları arasında, kimi zaman da Mahşer kalabalığı arasında gezintiye çıkıyoruz.
Şimdi okuyacağımız ayetler ise, bizi başka gezintilere çıkarıyorlar. Bu gezilerde kendimizi yeryüzünün değişik yörelerinde, tarih sürecinin değişik dönemlerinde buluyor ve geçmiş milletlerin bazı hayat maceralarını yeniden yaşıyoruz. Bu geziler sırasında "İslâm inancı" akımının tüm insanlık tarihi boyunca cahiliye zihniyeti karşısında giriştiği sürekli mücadelenin bazı kritik evreleri gözlerimizin önünde canlandırılıyor.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri oldukça uzundur. Özellikle Hz. Nuh'a ve Tufan olayına ilişkin hikâye hepsinden uzun bir biçimde anlatılıyor. Bu hikâyeler, bu surenin başlangıcında yeralan ve tüm surelerin iniş gerekçesini oluşturan inanç sistemine ilişkin gerçekler etrafındaki tartışmaları içerirler. İnsan bu tartışmaları izlerken dünün yalanlayıcıları ile bugünün yalanlayıcılarının arasında önemli bir fark olmadığını, her ikisinin de hemen hemen aynı karakteri paylaştıklarını, tüm insanlık tarihi boyunca sergiledikleri zihniyetin aşağı-yukarı aynı zihniyet olduğunu açıkça görür.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri kronolojik sırayı izler. Buna göre önce Hz. Nuh'un, arkasından Hz. Hud'un, daha sonra Hz. Salih'in hikâyeleri anlatılır. Sonra Hz. Lût'a gidilirken Hz. İbrahim'e uğranır. Arkasından Hz. Şuayb'in hikâyesine geçilir, sonra da Hz. Musa'nın hikâyesine kısaca değinilir. Bu hikâyelerde tarih çizgisinin aşamalarına bağlı kalınır. Çünkü amaç, tarihin sürekli akışı içinde ve oluş zincirine bağlı kalınarak yeni kuşaklara eski kuşakların akıbetlerini, sonlarının ne olduğunu hatırlatmaktır.
İlk hikâye, Hz. Nuh ile soydaşları arasındaki olayları anlatan hikâyelerdir. Bu hikâye, anlatılan hikâyelerin en eski tarihlisi olduğu gibi surede ele alınan hikâyelerin de ilkini oluşturuyor.
Şimdide Aşağıda Hz. Nuh kıssasına ilişkin ayetleri inceleyelim:
25- Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. (O onlara dedi ki); "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım. " 26- "Sırf Allah'a kulluk sununuz. Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım. "
Bu ayetlerin sözleri, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- insanlara duyurmak üzere görevlendirildiği ve "...her işi yerinde, her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş" kitabın sözleri ile hemen hemen aynıdır. Bu ifade benzerliği tesadüfi değildir. Ortak ve temel kavramları anlatmak için kullanılan sözler arasındaki bu yakınlık bilerek ve istenerek seçilmiştir. Amaç peygamberlik misyonlarının ve inanç sisteminin birliğini, özdeşliğini vurgulamaktır. Bunun için nerede ise kullanılan kelimeler bile aynı olmuştur. Ayrıca bu söz benzerliği karşısında şu gerçeği de dikkatlerimizden kaçırmamalıyız, Bu ayetlerde bize Hz. Nuh'un sözlerinin anlamı aktarılıyor, yoksa o sözlerin kelimeleri tekrarlanmıyor. Bu konudaki en akla uygun yorum budur. Çünkü biz Nuh'un -selâm üzerine olsun- hangi dili kullandığını bile bilmiyoruz. İlk ayeti ele alalım:
"Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. (O onlara dedi ki); "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Ayetin ikinci cümlesinde Hz. Nuh'un dedikleri aktarılırken, söze "O dedi ki..." diye başlanmıyor. Çünkü Kur'an'ın anlatımı sahneye canlılık kazandırıyor: Sanki bu hikâyede olup-bitenler gözlerimizin önünde cereyan ediyor, sanki onlar geçmişin hikâyesi değildirler. Sanki Hz. Nuh, bu sözleri soydaşlarına şimdi söylüyor ve biz kendisi ile soydaşlarını gözlerimizle görüyor, söylediklerini kulaklarımızla işitiyoruz.
Bu, okuduğumuz cümlenin ilk özelliğidir. İkinci özelliği ise, bu kısacık cümlenin, peygamberlik misyonunun tümünü birkaç kelime ile özetlemesi, onu bir tek gerçeğe indirgemesidir. Cümleyi tekrarlıyoruz:
"Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Her şeyin kısacık bir cümleye sığdırılması, peygamberlik misyonunu belirleme ve onu dinleyicilerin vicdanlarında ön plana çıkarma bakımından son derece etkili bir ifade yöntemidir.
Bir sonraki cümlede peygamberlik misyonunun içeriği bir kere daha tek bir gerçekte somutlaştırılıyor. Okuyoruz:
"Sırf Allah'a kulluk sununuz."
İşte peygamberlik misyonunun temel dayanağı, uyarı fonksiyonunun ana içeriği budur. Peki bu uyarının amacı nedir?
"Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım."
Böylece bu kısacık cümleler aracılığı ile hem gerçekleri duyurma ve hem de uyarma görevi tamamlanmış oluyor.
Bir de şu noktaya değinmeliyiz: Ayette sözü edilen "gün" aslında "acıklı" değil; "acılarla dolu" bir gündür. Yani acıları tadacak olan günün kendisi değil, o günü yaşayacak olan insanlardır. Bu ifade "acı" olgusunu zihinlerde somutlaştırmak için bilerek seçilmiştir. Yani o günün kendisi acılarla yüklüdür, acıları iliklerinde duyuyor. Artık o günü yaşayacak olanların halini varın siz düşünün! Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
27- Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri O'na dediler ki, "Biz senin sadece bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Sana uyanların da aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz. Tersine sizlerin yalan söylediğiniz kanısındayız.
Burada kendilerini beğenmiş elebaşların verdikleri cevabı okuyoruz. "İleri gelenlerin" toplumun kilit noktalarını ellerinde bulunduran, üst düzeydeki egemenlerin herkese tepeden bakan sözleri ile karşı karşıyayız. Bu sözler, Kureyşli elebaşlar tarafından Peygamberimize verilmiş bir cevap da olabilirdi. "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz." "Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz." ``Gördüğümüze göre sizin bize karşı hiçbir üstünlüğünüz yok." "Tersine sizin yalancı olduğunuz kanısındayız."
Kuşkular aynı kuşkular. Suçlamalar aynı suçlamalar. Burnu büyüklük, aynı burnu büyüklük. Aynı aptalca, cahilce ve umursamasız cevap!
İnsanların "cahil" kesiminin kafalarına öteden beri takılan kuşkulardan biri şudur: İnsanoğlu, yüce Allah'ın elçiliğini taşıyamayacak kadar küçük ve yetersiz bir canlı türüdür. Eğer yüce Allah mutlaka insanlara elçi gönderecekse, bu görevi kesinlikle başka bir canlı türü yüklenmelidir. Bu cahilce bir kuşkudur. Kaynağı "insan" denen şu canlı türüne güvensizliktir. Oysa yüce Allah, insanı yeryüzünde halife olarak seçmiştir. Bu görev, son derece önemli bir görevdir. Buna göre yüce Allah, insana bu göreve denk düşecek yetenekler ve güçler bağışlamış olmalıdır; bu canlı türünü, bazı seçkin fertlerin peygamberlik yükünü taşıyacak yeteneğe sahip olmalarını mümkün kılacak düzeyde yaratmış olmalıdır. Bu peygamberleri yüce Allah seçeceğine göre, bu peygamberlerin yapı hamuruna, insan türünün genel niteliklerinden fazla olarak hangi özel yetenekleri katacağını O, herkesten iyi bilir.
Bu alandaki bir başka cahilce kuşku da şudur: Madem ki yüce Allah insanlar arasından peygamber seçiyor. Bu peygamber, niye toplumun kaymak tabakasını oluşturan, yönetim mekanizmasının kilit noktalarını ellerinde tutan seçkinler arasından belirlenmiyor? Bu kuşkunun arkasında insan denen canlıya üstünlük kazandıran gerçek değerlerin ne olduğunu bilmemek; bütün bir tür olarak yeryüzü halifeliğine neden lâyık görüldüğünden ve bazı seçkin fertlerinin şahsında niçin yüce Allah'u elçiliği gibi yüce bir görevi taşımaya yetenekli sayıldığından habersiz olmak yatar. Sözkonusu değerlerin servetle, mevki ile, yeryüzünde egemenlik kurmuş olmakla ilgisi yoktur. Bu değerler vicdan temizliği ile bu vicdanların yücelikler alemi ile ilişki kurmaya yetenekli olmaları ile ilgilidir. Bu vicdanların her türlü lekeden arınmış olmaları, yücelikler aleminin mesajlarını alabilmeleri, o alemle iletişim kurma yeteneğini taşımaları, bu ağır emaneti omuzlayacak güçte olmaları, onun yükleyeceği zorluklara katlanabilmeleri ve bu emaneti, ne pahasına olursa olsun, insanlara iletebilmeleri önemlidir. Bu saydıklarımız yanında peygamberliğin daha başka nitelikleri de vardır. Önemli olan peygamber olarak seçilenlerin bu nitelikleri taşımalarıdır ve niteliklerin servetle, mevki ile, yeryüzü egemenlerinden biri olmakla uzaktan-yakından ilgileri yoktur.
Fakat Hz. Nuh'un soydaşlarının seçkinleri, tıpkı diğer peygamberlerin soydaşlarının seçkinleri gibi bu yüce değerleri görmekten uzaktırlar, dünyevi konumları gözlerini bu gerçeği görmeyecek derecede kör etmektedir. Bu yüzden seçilen peygamberlerin bu yüce göreve lâyık görülmelerinin gerekçesini kavrayamamaktadırlar. Onlara göre bu görev, insanlara verilemez. Ama eğer mutlaka bir insana verilecekse, bu insan kesinlikle kendileri gibi toplumun kaymak tabakasını oluşturan egemenler arasından seçilmelidir! Nitekim bakın, neler diyorlar!
"Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak görüyoruz."
Bu, sözlerinden biridir. Öbürü ise daha da müthiş! Okuyoruz:
"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz."
Bu sözde seçkinler, yoksul halk yığınlarına "ayak takımı" diyorlar. Zaten her toplumun ileri gelenleri, kendi dışlarındaki serveti ve mevkii olmayan halk kitlelerini her dönemde bu gözle görmüşlerdir. Oysa bütün peygamberlerin taraftarları genellikle bu yoksul halk kitleleri arasından çıkmıştır. Çünkü sıradan halk kitlelerinin fıtratı, insanları seçkinlere kul olmaktan kurtaran; kalpleri düzmece "ulular"dan daha yüce, ezici iradenin ortaksız sahibi olan tek Allah'a bağ-. lamaya daha yatkındır. Sebebine gelince, yoksul halk kitlelerinin fıtri (doğal) yapılarını şımarıklık ve lüks hayat bozmamıştır; şahsi yararlar ve göz kamaştırıcı nişanlar onları, ilahi çağrıya olumlu cevap vermekten alıkoymaz. Eğer yüce Allah'a inanırlarsa kaybedecekleri bir sosyal mevkileri yoktur. Oysa sözde seçkinler, halk yığınlarının gafleti sayesinde onları değişik biçimli putperest hurafelerin tutsağı yaparak elde ettikleri bu "çalıntı" saltanatlarını yitirmekten korkarlar. Sözkonusu putperest saplantıların başta geleni; yüce Allah'ın ortaksız ilahlığı kabul edileceği yerde, egemenlik yetkisi rakipsiz tek Allah'a özgü sayılacağı yerde, birtakım gelip geçici insanlara bağlılık sunmak, onların sözlerine kayıtsız-şartsız bir teslimiyetle itaat etmek, onların kulu-kölesi sayılmayı onaylamaktır. Bundan dolayı insanları tek Allah'a çağıran peygamberlik misyonları; her dönemde ve her yerde insanlık için gerçek kurtuluş hareketleri olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki, yeryüzünün zorba diktatörleri, zalim "tagut"ları, her zaman bu hareketlerin karşısına dikilmişler, halk kitlelerinin bu hareketlerin safında yeralmalarını önlemeye çalışmışlar, bunu yapabilmek için sözkonusu özgürlük hareketlerini karalamaya, önderlerini en iğrenç suçlamalarla lekeleyerek halkın gözünden düşürmeye, yığınların antipatisini üzerlerine çekmeye yeltenmişlerdir. Bu sözde seçkinlerin yukarıdaki sözlerini birkere daha okuyalım:
"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduklarını görüyoruz."
Yani onlar ne yaparlarsa, düşünüp taşınmadan yaparlar. Bu da toplumun en üst katını oluşturan sözde seçkinlerin, "mü'minler" topluluğuna tarihin her döneminde yönelttikleri bir suçlamadır. Onlara göre halk yığınları, kurtuluş hareketlerine katılmadan önce bu işi enine-boyuna düşünüp taşınmazlar. Bunun yerine bu hareketlere körü-körüne ve heyecanların körüklediği bir coşku ile katılırlar ki; bu büyük bir suçtur. Bundan dolayı seçkin beyefendilerin onların yöntemlerini benimsemeleri, onların yollarını izlemeleri şanlarına yakışmaz. Eğer ayak takımı bir çağrıya inanıyorsa, bu beyefendilerin de ona inanmaları, "ayak takımı"nın inancını paylaşmaları, ya da bu ayak takımı tarafından sözkonusu inanç sistemini benimsemeye çağrılmaları olacak şey değildir! Bakın daha neler söylüyorlar!
"Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz."
Bu sözleri ile davanın önderi ile bu önderin çağrısına uyan halk kitlelerini, kendi şımarık deyimleri ile "ayak takımı"nı aynı kefeye koyduklarını gösteriyorlar. "Sizin hidayete daha yakın olmanızı sağlayacak ya da doğruyu daha iyi bilmeye yolaçacak bir üstünlüğünüz, bu konuda bize karşı bir avantajınız olduğu görüşünde değiliz. Eğer sizin bağlandığınız ilkeler yararlı ve doğru olsaydı, bunun daha önce biz farkına varırdık, sizden daha önce o ilkeleri benimserdik, sizden geride kalmazdık."
Onlar bu sözleri söylerken, daha önce değindiğimiz yanıltıcı ölçüyü kullanıyorlar, meseleleri bu sakat mantığın ölçeğine göre değerlendiriyorlar. Bu sakat mantığa göre üstünlüğün dayanağı servettir, akıllılığın dayanağı mevkidir ve bilginin dayanağı da iktidardır. O halde zenginler daha üstün, mevki ve rütbe sahipleri daha akıllı, iktidarda bulunanlar da daha bilgilidirler. Bu kavramlar ve bu değer yargıları her zaman Allah birliği inancının tamamen yokolduğu ya da etkisiz kaldığı toplumlarda egemen olurlar. O zaman insanlık cahiliye dönemlerine geriler, putperest geleneklerin çok sayıdaki türlerinden birinin pençesine düşer. Yalnız bu putperest gelenek, materyalist uygarlığın göz kamaştırıcılığı içinde ortaya çıkabilir, buna aldanmamak gerekir. (Meselâ günümüz Amerikası'nda insanın değeri, gelir düzeyine ve bankadaki hesabının rakamlarına göre ölçülür. Amerika'dan kaynaklanan bu cahiliyeye özgü putperest bakış açısı dalga dalga bütün dün· yaya yayılıyor, hatta kendini müslüman sanan doğu dünyasında bile egemen oluyor!) Bu anlayışın, insanlık için bir gerileme olduğu, tersine gitmek anlamına geldiği kuşkusuzdur. Çünkü bu bakış açısı insanı insan yapan değerleri küçümsemekte, hiçe saymaktadır. Oysa insan bu değerler sayesinde yeryüzü halifeliğine lâyık görülmüş ve peygamberlik misyonu taşıyacak derecede yüceliklere tırmandırılmıştır. İnsan bu değerlerden yoksun kalınca, organik ve fizik yapısı ile hayvana yakın bir düzeye iner. Bir de şu sözlerini okuyalım:
"Tersine sizlerin yalancı olduğunuz kanısındayız."
Sözünü ettiğimiz seçkinlerin yüce Allah'ın peygamberine ve bağlılarına yönelttikleri sonuncu suçlama budur. Fakat bu suçlamayı, mensubu oldukları sınıfın, yani "Aristokrasi"nin yöntemleri uyarınca yapıyorlar. Söylemek istediklerini "Aristokrat"lara yaraşır bir ihtiyatlılıkla dile getiriyorlar; "olduğunuz kanısındayız" diyorlar. Neden derseniz, dobra dobra konuşmak ve kesin doğrultulu tercihi yapmak, bu beylere göre, taşkın ve ilkel düşünceli halk yığınlarının özelliklerindendir. O halde ileri görüşlü ve sağlam düşünceli seçkinler, hiçbir zaman bu düzeye düşmemelidirler!
Bu davranış türü ve bu konuşma üslubu Hz. Nuh'un zamanından beri sürekli tekrarlanan bir örnektir. Yani sözünü ettiğimiz cepleri dolu, kalpleri boş, burnu büyük, iddialı, boyun damarları çıkık ve şiş göbekli sözde seçkinler her zaman böyle konuşurlar, böyle davranırlar.
Buna karşılık Hz. Nuh, bu adamların suçlamalarını, sırt çevirmelerini ve tepeden bakmalarını peygambere yaraşır bir hoşgörü ile karşılıyor. Onların bu sözleri karşısında vakarlıdır, insanlara duyurmak üzere getirdiği gerçeğin gücüne güvenmektedir, kendisini peygamber olarak gönderen Rabbinin desteğinden emindir; önündeki yolun belirginliğinden ve kafasındaki yöntemin doğruluğundan en ufak bir kuşkusu yoktur. Bu yüzden karşısındakiler gibi kaba sözler söylemiyor, onlar gibi suçlamalara kalkışmıyor, onlarınkine benzer iddialar ileri sürmüyor, kendini olduğundan başka türlü göstermeye, peygamberlik misyonuna özü dışında bir nitelik vermeye çalışmıyor. Onlara şöyle sesleniyor:
28- Nuh dedi ki; "Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık belgelere dayanıyorsam, eğer O bana kendi katından bir rahmet verdi ise de siz bunu görmekten yoksun bırakıldı iseniz, istemediğiniz halde sizi bu açık belgeleri ve bu rahmeti kabul etmeye mi zorlayacağız?" 29- "Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim ücretimi verecek olan Allah'dır, mü'minleri yanımdan kovacak değilim, çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir toplum olduğunuzu görüyorum. " 30- "Ey soydaşlarım, eğer o mü'minleri yanımdan kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?" 31- "Size `Allah'ın hazineleri benim elimin altında da' demiyorum, gayp alemini de bilemem, `Ben bir meleğim' de demiyorum. Sizin gözlerinize hor görünen kimselere Allah'ın hiçbir hayır vermediğini de söyleyemem, kalplerinde neler olduğunu herkesten iyi bilen Allah'dır. Yoksa zalimlerden biri olurum. "
Hz. Nuh sözlerine "Ey soydaşlarım" diye başlıyor. Bu hoşgörü yansıtan, sevgi dolu, onların kendinden ve kendisini onlardan sayan seslenişten sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor: Sizler bana karşı çıkıyor ve "Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak görüyoruz" diyorsunuz. Ya ben Rabbim ile ilişki halinde isem; bu durum benim vicdanımda apaçık ve benim bilincimde kesin bir realite isé, o zaman ne diyeceksiniz. Böyle bir iç-sezi size verilmemiş bir özelliktir. Bunun yanısıra eğer Allah beni peygamber seçerek bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, ya da bana peygamberlik yükünü taşıyabilmemi sağlayacak ayrıcalıklar bağışladı ise -ki hiç kuşkusuz bu büyük bir rahmettir-, eğer gerek deminki ve gerekse şimdiki varsayımım doğru ise de bu gerçekler sizin gözlerinizden saklandı ise, eğer sizler bu gerçekleri kavrayacak yetenekten yoksun tutuldu iseniz ve eğer basiretleriniz bağlı olduğu için bu realiteleri göremiyorsanız, sizi bunları kabul edesiniz diye "zorlayacak mıyız?" "Siz istemediğiniz halde" sizi bu realiteleri kavramaya, onlara inanmaya zorlamak, ne yapabileceğim bir iştir ve ne de bana yakışır.
İşte Hz. 'Nuh, bu yumuşak sözlerle karşısındakilerin dikkatlerini yönlendirmeye ve vicdanlarına dokunmaya, duyarlıklarını harekete geçirmeye çalışıyor. Bu yolla bilgisinden yoksun kaldıkları değerleri kavramalarını, peygamberlik misyonuna ve peygamber seçimi konusunda habersiz oldukları ayrıcalıklarının farkına varmalarını sağlamaya çalışıyor. Bu önemli görevin, onların kullandıkları yüzeysel ve dış görünüş ile ilgili kriterlere, ölçülere dayandırılamayacağını kendilerine göstermeye çabalıyor. Bunların yanısıra onlara son derece önemli olan şu ilkeyi belletiyor: İnanmanın temeli, özgür tercihtir; düşünerek, araştırarak benimsemektir; yoksa zorla devlet gücü ile ve insanlara tepeden bakarak hiç kimseye yeni bir inanç aşılanamaz. Şimdi de yukardaki ayetlerin ikincisini incélemeye çalışalım:
"Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık, sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim ücretimi verecek olan Allah'dır. Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim. Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir toplum olduğunuzu görüyorum."
Yani "ey soydaşlarım, sizin `ayak takımı' dediğiniz insanları ben iman etmeye çağırdım, onlar da iman ettiler. Benim insanlardan, iman etmeleri dışında hiçbir beklentim yoktur. Ben çağrı çabalarım karşılığında maddi kazanç istemiyorum ki zenginlerle sıkı-fıkı olayım da fakirler ile arama mesafe koyayım. Benim gözümde bütün insanlar birdir. Kim insanların malını umursamazsa, onun için fakirler ile zenginler bir olur" Devam ediyoruz:
"Benim ücretimi verecek olan Allah'dır."
Bu iş yalnız O'na düşer. Başkasına değil. Ayrıca:
"Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim."
Anlaşılan bu sözde seçkinler Hz. Nuh'a, ya açıkça, ya da dolaylı biçimde dediler ki; "Bu ayak takımını yanından kov; o zaman sana iman etmeyi düşünebiliriz. Biz bu ayak takımı ile senin yanında biraraya gelemeyiz, ya da onlarla aynı yola giremeyiz." Hz. Nuh'un bu isteğe verdiği karşılık kesindir; "Hayır, onları kovmam sözkonusu değil. Ben böyle bir şey yapmam. Onlar iman ettiler. Bundan sonraki işleri yüce Allah'a kalmıştır, artık benimle bir işleri yok." Devam ediyoruz:
"Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz gerçeklerden habersiz bir toplumsunuz."
Sizler insana yüce Allah'ın terazisinde kıymet kazandıran gerçek değerlerin neler olduklarını bilmediğiniz gibi, tüm insanların en sonunda yüce Allah'ın huzuruna varacaklarından da habersizsiniz. Şimdi de bir sonraki ayete geçiyoruz:
"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"
Orada Allah var. Yoksulların da zenginlerin de, zayıfların da güçlülerin de Rabbi olan Allah. Orada Allah insanları burada geçerli saydıklarınızdan farklı déğerler ile değerlendiriyor, onları tek bir terazide tartıyor. Bu terazi, iman terazisidir. Buna göre sözünü ettiğiniz mü'minler yüce Allah'ın koruması ve gözetimi altındadırlar. O halde;
"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan kovacak olursam Allah'a karşı beni kim savunabilir?" '
Eğer ben yüce Allah'ın koyduğu ölçüleri çiğner de O'nun mü'min kullarına karşı haksızlık edersem, beni O'ndan, O'nun gazabından kim kurtarabilir. Eğer sahte yeryüzü değerlerini onaylayarak Allah'ın değerli saydığı o insanları hor görürsem, Allah'ın karşısında bana kim arka çıkabilir? Oysa yüce Allah beni o sahte değer yargılarına uymak için değil, onları değiştirmek için gönderdi.
Size gelince pençesine düştüğünüz sapıklık, size insan fıtratının sağlıklı ve dengeli ölçüsünü unutturmuştur.
Daha sonra Hz. Nuh bù sözde seçkinlere kendini ve peygamberlik görevini tanıtıyor. Bu tanıtma sırasında kendini ve peygamberliğini her türlü süsten, her türlü alımlılıktan, her türlü yeryüzü kaynaklı sahte değerden arındırarak ortaya koyuyor. Ayrıca bu tanıtmayı yaparken gerçekleri hatırlatıcı ve öğüt verici bir üslup kullanıyor. Amacı, onlara gerçek değerleri belletmek, göz boyayıcı ve içi kof değerleri gözlerinden düşürmektir. Bunun için bu sahte değerlere metelik vermeyen, onlardan soyutlandığını vurgulayan bir dille konuşuyor. Buna göre kim peygamberliğin çağrısını onaylarsa; onu gösterişsiz, iddiasız kimliği ile olduğu gibi kabul ederse sahte değerlerden arınarak ve sırf Allah rızasına gönül vererek onun safına katılsın. Okuyoruz:
"Size `Allah'ın hazineleri benim elimin altındadır' demiyorum.
Ne zengin olduğumu iddia ediyorum ve ne de istediklerime servet dağıtabilecek güçte olduğumu söylüyorum. Ayrıca;
"Ben gayb alemini de bilemem."
Ne insan türünde olmayan bir gücün sahibi olduğumu ve ne de yüce Allah ile peygamberlik ilişkisi dışında başka bir ilişkimin olduğunu iddia etmiyorum. Bunların yanısıra;
"Ben bir meleğim de demiyorum."
Sizin gözünüze girebilmek için saplantılarınıza göre insanlıktan üstün tuttuğunuz başka bir sıfata sahip olduğumu iddia etmiyorum, kendi uydurduğum bir gerekçe ile size karşı üstünlük taslamıyorum. Bir de şunu biliniz ki;
"Sizin gözlerinize hor görünen kimselere Allah'ın hiçbir hayır vermedi ini .de söyleyemem." '
Sizin büyüklük komplekslerinizi tatmin edeyim diye, ya da yeryüzü kaynaklı yargılarınıza ve gelip geçici değerlerinize uyum göstereyim diye böyle asılsız bir iddia ileri süremem. Çünkü;
"Onların kalplerinde neler olduğunu herkesten iyi bilen Allah'dır."
Ben onların sadece görünüşlerine bakabilirim. Görünüşlerine bakınca onlara saygı duymak gerekiyor, yüce Allah'ın onlara hayır verdiğinden ümitli olmak icap ediyor:
"Yoksa zalimlerden biri olurum."
Eğer bu söylediğim iddialardan biri ile ortaya çıkarsam bir zalim olup çıkarım. Her şeyden önce gerçeğe karşı zalim olurum. Oysa ben onu insanlâra duyurmak için geldim. Sonra kendime karşı zalim olurum, kendimi yüce Allah'ın gazabı ile yüzyüze getirmiş olurum. Ayrıca insanlara da zalim olurum. Onlara Allah'ın indirdiği mesajlar dışında sahte mesajlar indirmiş olurum.
Görüldüğü gibi Hz. Nuh, sözde seçkin soydaşlarına kendini ve peygamberlik görevini tanıtırken bütün sahte değerleri reddediyor, karşısındakilerin peygamberden ve peygamberlik misyonundan bekledikleri bütün yapmacık süslemeleri elinin tersi ile kenara itiyor. Kendini ve peygamberlik görevini, tüm saplantılardan arındırılmış, yüce gerçekliği ile sunuyor. Bu yüce gerçeğin sözü geçen yüzeysel cilalamalarının hiçbirine ihtiyacı yoktur. Başka bir deyimle, Hz. Nuh, karşısındakileri gerçeğin yalınlığı ve gücü ile başbaşa bırakıyor.
Bütün bunları anlatırken hoşgörülü ve çıplak gerçek sevgisi ile dolu bir dil kullanıyor. Bu yolla karşısındakileri bu çıplak gerçekle yüzyüze getirmek, onun çizeceği rotayı benimsemelerini sağlamak istiyor. Ayrıca yağcılığa, gerçekleri çarpıtmaya, peygamberlik misyonundan ve bu misyonun yalın özünden taviz vererek karşısındakilerin hoşnutluğunu kazanma girişimlerine metelik vermiyor.
Hz. Nuh, bu tutumu ile İslâm davasının her dönemdeki önderlerine örnek oluyor. Onlara iktidar sahiplerine karşı nasıl davranacaklarına ilişkin ders veriyor. Bu derse göre İslâm davasının önderleri, iktidar sahipleri karşısında yalın gerçeği ortaya koymalıdırlar. Onların düşünce tarzlarına ayak uydurma gayretkeşliğine girişmemelidirler; onlara yardakçılık, yağcılık yapmamalıdırlar. Yalnız onların önünde eğilmemekle birlikte kullanacakları dil, sevgi dolu olmalıdır.
İş bu noktaya gelince, Hz. Nuh'un sözde seçkin soydaşları delile, delil ile karşı koymaktan umudu kestiler. Bir de bakıyoruz ki, bu şımarıklar, sınıfsal gelenekleri uyarınca suçlulukları ile iftihar etmeye kalkışıyorlar; gerçekler karşısında yenik düşeceklerini, aklın ve insan fıtratının ortaya koyduğu çıplak delillere boyun eğeceklerini sezdikleri için burun kıvırıp büyüklük taslıyorlar. Bu küstahlığın sonucunda tartışmayı kesip işi kabadayılığa, meydan okumaya döküyorlar.
32- Soydaşları dediler ki; "Bizimle tartıştın, üstelik bu tartışmayı çok uzattın, eğer söylediklerin doğru ise, ileride karşımıza çıkacak diye bizi korkuttuğun azabı şimdi başımıza getir de görelim. "
Burada yeterlilik elbisesine bürünen acizlik ile, güçlülük postuna bürünen zayıflık ile, küçümseme ve meydan okuma biçiminde ortaya çıkan gerçeğe yenilme korkusu ile karşı karşıyayız. Okuyalım:
"Eğer söylediklerin doğru ise, ilerde karşımıza çıkacak diye bizi korkuttuğun azabı şimdi başımıza getir de görelim."
Bize tehdit olarak yönelttiğin acıklı azabı başımıza getir bakalım. Biz sana inanmıyoruz. Savurduğun tehditleri umursamıyoruz.
Hz. Nuh'a gelince bu yalanlama ve bu meydan okuma onu çileden çıkarmıyor karşısındakilere gerçeği anlatmasına engel olmuyor. Bu kışkırtmalara rağmen O, karşısındakilere bilgisinden yoksun oldukları, farkında olmadıkları gerçeği soğukkanlılıkla anlatıyor. Çünkü onlar bu gerçeği bilmedikleri için, ileride gerçekleşeceğini bildirdiği azabın hemen başlarına getirilmesini istiyorlar. Bu yüzden onları bu gerçekle yüzyüze getiriyor. Sözünü ettiğimiz gerçek şu: Kendisi sadece bir peygamberdir. Görevi sadece ilahi mesajı duyurmaktır. Azaba çarptırmaya gelince, bu iş yüce Allah'ın elindedir. Her şeyin önceden tasarlayıcısı O'dur. Azabın öne alınmasının mı, yoksa geriye atılmasının mı daha yararlı olduğunu değerlendirmesini yapacak olan O'dur. O'nun yasası, mutlaka uygulanır, kesinlikle işler. Kendisi bu yasayı ne geri çevirebilir ve ne de değiştirebilir. O sadece bir elçidir, bir aracıdır. Bu sıfatla son ana kadar gerçeği açıklamakla yükümlüdür. Soydaşlarının kendisini yalanlamaları, kendisine meydan okumaları onu gerçeği duyurmaktan, doğru bildiklerini anlatmaktan alıkoyamaz. Şimdi de,daha sonraki iki ayeti okuyalım:
33- Nuh dedi ki; "O azabı eğer dilerse yalnız Allah başınıza getirebilir. Siz O'nun yapacaklarına engel olamazsınız. " 34- "Eğer Allah, sizin azmanızı istiyorsa, size nasihat etmek istesem de benim nasihatim size yararlı olmaz. O'dur sizin Rabbiniz ve O'nun huzuruna döneceksiniz. "Eğer yüce Allah'ın yasası, azgınlığınız yüzünden helâk olmanızı gerektiriyorsa, bu yasa kesinlikle hakkınızda yürürlüğe girecektir. Ben size ne kadar öğüt verirsem vereyim para etmez. Bu demek değildir ki, yüce Allah bu öğütlerden yararlanmanızı engelleyecek. Sizler kendinize yönelik özgür uygulamalarınızla, ilahi yasanın sapıklığa düşmenizi gerektirmesine yolaçacaksınız.
Yüce Allah'ın, sizi önceden belirlediği akıbetle yüzyüze getirmesini engellemeye gücünüz yetmez. Her zaman O'nun elinde, O'nun pençesindesiniz. Başınıza gelecék her şeyi önceden tasarlayan, belirleyen O'dur. O'nun karşısına çıkmaktan, O'nun tarafından hesaba çekilmekten ve dünyadaki davranışlarınızın karşılığını görmekten kaçamazsınız. Çünkü;
"O'dur sizin Rabbiniz ve O'nun huzuruna döneceksiniz."
OLAĞANÜSTÜ BİR GEÇİŞKur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'a ilişkin hikâyenin bu noktasında beklenmedik biçimde sözü değiştiriyor. Kureyşli müşriklerin bu tür hikâyelere ilişkin tepkilerini gündeme getiriyor. Çünkü bu hikâye, onlar ile Peygamberimiz arasındaki hikâyeye çok benziyor. Onlar da Peygamberimizin bu hikâyeleri kendi kafasından uydurduğunu ileri sürüyorlar. O yüzden Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'a ilişkin hikâyeye ara vererek bu iddiaya cevap veriyor. Okuyoruz:
35- Ey Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- yoksa sana "Bu Kur'an'ı sen uydurdun mu?" diyorlar. Onlara de ki; "Eğer onu ben uydurdumsa, suçu bana aittir. Ben sizin suçlarınızın sorumluluğundan uzağım. "Uydurmacılık ağır bir suçtur. Onlara de ki; "Eğer ben bu ağır suçu işledimse, onun sonuçlarına katlanmak zorunda kalırım. Ben böyle bir işin ağır bir suç olduğunu bildiğim için onu işleyeceğim düşünülemez. Bana yönelttiğiniz bu iftira suçu ile hiçbir ilgim yoktur. Bunun yanısıra sizin yalanlamalarınızla ve Allah'a ortak koşmalarınızla ilgisizim."
Bu ara açıklama, hikâyenin Kur'an'daki akışına yabancı ve ters değildir. Çünkü okuduğumuz hikâye de böyle bir amacı yerine getirmek için anlatılmıştır.
VAHYİN GELİŞİ VE GEMİNİN YAPIMIHz. Nuh'a ilişkin hikâyenin devamında ikinci bir sahne karşımıza getiriliyor. Yüce Allah'ın vahyinin ve buyruğunun Hz. Nuh'a geldiği sahnedir bu. Okuyoruz:
36- Nuh'a vahiy yolu ile bildirildi ki; "Daha önce inananlar dışında soydaşlarından başka inanan olmayacaktır. Onların yaptıklarından dolay üzülme. " 37- "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır. "
Artık uyarma görevi bitmiştir. Çağrı işi sona ermiştir. Tartışma faslı da kapanmıştır. Çünkü;
"Nuh'a vahiy yolu ile bildirildi ki; `Daha önce inananlar dışında, soydaşlarından başka inanan olmayacaktır."
İman etmeye yetenekli kalpler iman etmişlerdir. Geride kalan kalplerde iman etme yeteneği, imana gelme eğilimi yoktur. Kullarını herkesten iyi tanıyan ve neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu herkesten iyi bilen yüce Allah, Hz. Nuh'a böyle vahyetti. Bu durumda yararsız çağrı faaliyetini yürütmek yersiz ve anlamsızdır. Onların yaptıkları kâfirliklerin, yalanlamaların, meydan okumaların ve alaya almaların sana hiçbir zararı, sana yönelik hiçbir sorumluluğu yoktur. O halde;
"Onların yaptıklarından dolayı üzülme."
Yani karamsarlığa ve endişeye kapılma. Yaptıkları kötülüklere aldırış etme, önem verme. Kendi hesabına endişe etme; çünkü onlar sana hiçbir zarar veremezler. Onlar hésabına da üzülme; çünkü onlardan hayır gelmez.
Onların işini çıkar kafandan, çünkü mesele bitmiştir. Bunun yerine;
"Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap."
Bizim gözetimimiz altında ve sana verdiğimiz bilgilere dayanarak. Ayrıca;
"Zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır."
Onların akıbeti belirlenmiş, haklarındaki hüküm kesinleşmiştir. Bu yüzden onlar hakkında bana bir şey söyleme. Ne doğru yola dönsünler diye dua et ve ne de onlara beddua oku. Başka bir ayette bildirildiğine göre Hz. Nuh, soydaşlarından umut kesince onlara beddua etmiştir. Fakat bizim anladığımıza göre "umut kesme" olgusu bu ayetin inişinden sonra meydana gelmiştir. Çünkü hüküm kesinleşince dua etme kapısı kapanır.
Hikâyemizin üçüncü sahnesinde Hz. Nuh'u gemi yaparken görüyoruz. Soydaşları ile ilişkiyi kesmiş, onları doğru yola çağırmayı, onlarla tartışmayı kesmiştir. Okuyalım:
38- Nuh, gemiyi yapar. İleri gelen soydaşlarının yanından geçen her grubu kendisini alaya aldı. Nuh da onlara dedi ki; "Siz bizimle alay ediyorsunuz, ama şimdi siz bizimle nasıl alay ediyorsanız. İlerde biz sizinle alay edeceğiz. " 39- "Perişan edici azabın hangimizin başına geleceğini, hangimizin sürekli azaba uğrayacağını yakında öğreneceksiniz. "Görüldüğü gibi birinci ayetin ilk cümlesinin yükleminde "geniş zaman" kipi kullanılıyor. Bu kullanım, sahneye ciddilik ve canlılık kazandırıyor. Bu yüzden biz Hz. Nuh'u bu cümleyi okurken hayalimizde canlanmış olarak görüyoruz. Karşımızda durmuş, gemi yapıyor. Aynı sahnede `soydaşlarından çeşitli gruplar görüyoruz. Hepsi de kendini beğenmiş, burunları havada, Hz. Nuh'un yanından alay ede ede geçiyorlar.
Kendilerine bir süreden beri "Ben Allah'ın peygamberiyim" demiş olan, onları yoluna çağırmış olan, kendileri ile tartışan, uzun tartışmalar yapmış olan ve şimdi durup dururken rol değiştirerek gemi yapan bir marangoz olarak karşılarına çıkan şu adamla alay ediyorlar. Alay ediyorlar, çünkü işin sadece bakışlarına yansıyan dış yüzünü görüyorlar. İşin arkasındaki vahiyden ve ilahi buyruktan haberleri yok. Zaten onlar her zaman olup bitenlerin sadece görüntülerini algılayabiliyorlar, bu görüntülerin arkasındaki hikmeti ve ilahi tasarıyı kavrayamıyorlar.
Hz. Nuh'a gelince O, güven içindedir, işin arkasında ne olduğunu biliyor. Bu yüzden büyük bir soğukkanlılık, gönül rahatlığı ve vakar duygusu içinde karşısındaki alaycılara, ilerde hakettikleri karşılığı vereceğini, günü gelince kendisinin onlarla alay edeceğini haber veriyor. Okuyalım:
"Nuh da onlara dedi ki; `Siz benimle alay ediyorsunuz, ama şimdi siz nasıl bizimle alay ediyorsanız, ilerde biz sizinle alay edeceğiz."
Sizinle alay edeceğiz. Çünkü bu gemi yapımı işinin arkasında yüce Allah'ın hangi ön tasarısının yattığından, bu işin sonunda başınıza neler geleceğinden haberiniz yok. Fakat;
"Perişan edici azabın hangimizin başına geleceğini, hangimizin sürekli azaba uğrayacağını yakında göreceksiniz."
Evet, hangimizin? Bizim mi, yoksa sizin mi? Günü gelince perde kalkacak ve saklı sırlar gözler önüne serilecektir!.
EMRİN UYGULANIŞISonraki ayetlerde beklenen an geldiğinde, neler yapılacağını anlatan sahne karşımıza çıkıyor. Okuyalım:
40- Nihayet emrimiz gelip tandır kaynamaya (her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca Nuh'a "Her canlı türünün birer çiftini, boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini ve mü'minleri gemiye bindir" dedik. Zaten O'na az sayıda kişi inanmıştı. 41- Nuh dedi ki; "Haydi gemiye bininiz. Onun sular içinde yol alması da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir, merhamétlidir. "
Burada sözü edilen "tandırın kaynaması" olayı konusunda değişik görüşler ileri sürülmüş, birbirinden farklı yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan bazıları insan hayalini hayli zorluyor, onu uzak ihtimallere doğru sürüklüyor. Ayrıca gerek bu konudaki yorumlarda, gerekse "Tufan olayı"nın tümünde, buram buram yahudi uydurmaları (israiliyat) tütüyor. Bize gelince, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bu "gayb" konusunda bilinmezliğin çöllerinde, delilsiz olarak taban tepecek değiliz. Ayetin bize verdiği bilgi ile yetineceğiz, onun anlamının sınırlarını aşarak olaya başka şeyler katmayacağız.
Bu prensibimiz uyarınca bu konuda söyleyebileceğimiz şudur: "Tandırın kaynaması" olayı -ki tandır, alev ya da tutuşturucu kor demektir- bir çukurdan, bir alev pınarından ateşin parlaması ya da volkanik bir patlamanın lavlarının havaya fışkırması şeklinde meydana gelmiş olabilir. Bu "parlama" ya da "fışkırma" olayı yüce Allah'ın Hz. Nuh'a gönderdiği bir işaret, bir parola olabileceği gibi, yerden suların kaynamasına ve gökten sellerin boşalmasına sadece eşlik eden ya da bu konudaki hükmün uygulanmasının ilk adımını oluşturan bir olay da olabilir.
Bu olay meydana gelince, "Nuh'a `Her canlı türünün birer çiftini gemiye bindir' dedik." Anladığımız kadarı ile bu olaya ilişkin ilahi "talimname" Hz. Nuh'a verilecek emirlerïn aşama aşama bildirilmesini, her emrin uygulama zamanı gelince kendisine iletilmesini gerektiriyordu. Bunun sonucu olarak ilk önce gemi yapması emredildi, o da gemiyi yaptı. Ayet, bize bu gemiyi yapmanın amacını açıklamadığı gibi, Hz. Nuh'a bu amacın ne olduğunun bildirildiğini de belirtmiyor. Fakat "Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynamaya (Her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca" ilahi emrin aşağıdaki aşaması geldi.
"Nuh'a `Her canlı türünün birer çiftini ve boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini gemiye bindir."
Buradaki "Her canlı türünün birer çiftini" ifadesi hakkında da çeşitli görüşler ileri sürülmüş, değişik yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan güçlü bir yahudi uydurmacılığı (israiliyat) kokusu havaya yayılmaktadır. Bize gelince, "Her canlı türünün birer çifti" ifadesinden ne kasdedildiği, Hz. Nuh'un hangi canlı türlerini yanına alıp gemiye bindirebildiği konusunda hayal oyunlarına ve saçma varsayımlara dalmaya niyetimiz yok. Sadece bu ifadenin verdiği genel bilgi ile yetineceğiz. Bunun dışına taşan varsayımlar, dayanaksız bocalamalardır. Ayeti incelemeye devam ediyoruz:
"Boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini... (gemiye bindir.)"
Yani yüce Allah'ın yasası uyarınca azaba çarpılmayı hakeden kimse dışındaki aile bireylerini gemiye bindir. Ayrıca;
"Mü'minleri de."
Yani aile bireylerinin dışındaki mü'minleri de gemiye bindir. Devam ediyoruz:
"Zaten O'na az sayıda kişi. inanmıştı."
"Nuh dedi ki; `Haydi gemiye bininiz, onun sular içinde yolalması da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir"
Hz. Nuh, aldığı emri uyguladı ve gemiye alınmaları uygun görülen insanları ve hayvanları gemiye bindirdi.
"Haydi, gemiye bininiz. Onun sular içinde yolalması da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir." ifadesi geminin gerek sularda yolalması sırasında, gerekse bir yerde durması anında yüce Allah'ın iradesine, özgür dileğine teslim edildiğini açıkça dile getirir. Yüzmeye başlayan bu gemi, yüce Allah'ın gözetimi, yüce Allah'ın koruması altındadır. Yoksa azgın dalgalarla, daha doğrusu "Tufan" çalkantıları ile boğuşan bu gemi konusunda insanların elinden ne gelebilir ki?
TUFAN SAHNESİ 42- Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıyor, yolalıyordu. O sırada Nuh, bir kenarda duran oğluna "Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler arasında kalma" diye seslendi. 43- Oğlu "Beni sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım " dedi. Nuh, ona "Bugün Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir güç yoktur, sadece O'nun esirgedikleri kurtulabilir" dedi. Tam bu sırada aralarına bir dalga girdi de Nuh'un oğlu boğulanların arasına katıldı.
Bu sahnede iki tür korkunçlukla karşı karşıyayız. Biri suskun tabiatın saçtığı dehşet, öbürü ise insan psikolojisini ürperten dehşet. Bu iki dehşet birbirine ekleniyor. Ayeti incelemeye çalışalım:
"Gèmi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıyor, yolalıyordu."
Bu korkunç ve belirleyici anda Hz. Nuh, etrafına bakıyor ve farkediyor ki, oğullarından biri geminin dışında bir kenardadır, kendileri ile birlikte değildir. Bunun üzerine gönlünde babalık şefkati uyanıyor. Bu şefkatin yanık yürekliği ile ailesinden ayrı düşen oğluna sesleniyor:
"Yavrum, gel, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler arasında kalma."
Fakat asi çocuk, baba şefkatini umursamaz. şımarık ve kendini beğenmiş delikanlı, dehşetin yaygınlık derecesini kavramaktan uzâk bir gamsızlıkla babasına cevap verir:
"Beni sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım."
Fakat dehşetin mahiyetini, işin içyüzünü kavramış olan baba, oğluna son kez sesleniyor:
"Bugün Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir güç yok, sadece O'nun esirgedikleri kurtulabilir."
Bugün insanı ne dağlar, ne sığınaklar kurtarabilir. Ne koruyucular, ne de arka çıkanlar işe yarayabilir. Sadece yüce Allah'ın esirgediği kimseler paçayı kurtarabilir.
Bu sırada sahnenin görüntüsü, çehresi ansızın değişiyor. Bir de bakıyoruz, ki, ortalığı kaplayan amansız bir dalga her şeyi yutuvermiştir:
"Tam bu sırada aralarına bir dalga girdi de Nuh'un oğlu boğulanların arasına katıldı."
Bizler binlerce yıl sonra kapıldığımız dehşetin tüyler ürperticiliği ile nefeslerimizi tutuyoruz. Sanki bu sahne şu anda gözlerimizin önünden geçiyor. Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıp gidiyor. Yanık yürekli baba, yani Hz. Nuh, arka arkaya feryad ediyor. Kendini beğenmiş bir delikanlı olan oğlu, bu ısrarlı çağrılara cevap vermekten kaçınıyor. Derken ortalığı kaplayan sarsıcı bir dalga göz açıp kapayana kadar aradaki diyaloğu noktalıyor, inanılmaz bir hızla işi bitiriveriyor. Sanki ne çağıran vardı ve ne de cevap veren!
Buradaki canlı insan psikolojisinin derinliklerinde yaşanan dehşetin aynı çaptaki bir eşi, cansız tabiatın bağrında, da yaşanıyor. Önce yatağında uslu uslu akan su, sonradan azgın bir dalgaya dönüşüyor. Gerek suskun tabiatın bağrında doğan ve gerekse insan psikolojisinin derinliklerinde fırtınalar koparan bu iki dehşet, aynı derecede tüyler ürperticidir. Tabiat ile insan ruhunun derinlikleri arasındaki bu uyum, Kur'an'daki "tasvir" sanatının belirgin bir örneğidir.
FIRTINA DİNİYORDerken fırtına diniyor, her taraf duruluyor, iş bitiyor. Bu doğal durulmaya paralel olarak ayetlerin kelimelerinde de, bu kelimelerin vicdanlara ve kulaklara yansıyan titreşimlerinde de bir yavaşlama, bir frekans düşüklüğü meydana geliyor.
44- Bir süre sonra yere "Ey yer, suyunu yut " ve göğe "Ey gök, yağmurunu tut " déndi. Bunun üzerine sular çekildi, Allah'ın emri gerçekleşti ve gemi Cudi'ye oturdu. Bu sırada "Kahrolsun zalimler güruhu " diyen bir ses duyuldu.Görüldüğü gibi burada yere ve göğe, bunlar sanki sözden anlar, akıl sahibi canlılarmış gibi sesleniyor. Onlar da bu belirleyici buyruğa karşılık vererek yer suyunu yutuyor ve gök de yağmurunu tutuyor. Tekrar okuyoruz:
"Bir süre sonra yere `Ey yer, suyunu yut' ve göğe `Ey gök, yağmurunu tut' dendi. Bunun üzerine sular çekildi."
Yer suyunu yutup bağrına çekti, yüzeyindeki sular kurudu. Böylece; "Allah'ın emri gerçekleşti."
Yüce Allah'ın hükmünün gereği yerine geldi. Ve;
"Gemi Cudi'ye oturdu."
Gemi, Cudi dağı üzerine oturdu. Derken;
"Bu sırada `kahrolsun (ırak olsun), zalimler güruhu" diyen bir ses duyuldu."
Burada kısa, kesin dilli ve taşıdığı havayı son derece etkileyici bir biçimde ifadé eden bir cümle ile karşılaşıyoruz. Cümlede "edilgen" bir yüklem kullanılıyor "dendi" deniyor. Kimin dediği belli değil. Bu ifade sanki sözü edilen adamların davaları ve dosyaları dürülüyor gibi bir izlenim bırakıyor zihnimizde. Tekrarlıyoruz:
"Bu sırada `kahrolsun (ırak olsun), zalimler güruhu' diyen bir ses duyuldu."
Bu zalimler, hayattan uzaklaştırıldılar, kahroldular. Çünkü yokolup gittiler. Yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldılar; çünkü lânete uğradılar. Hafızalardan uzaklaştırıldılar; çünkü silinip gittiler. Artık ne dillerde adları ve ne de belleklerde anıları kaldı!
KEDERLİ BABANIN YAKARIŞIArtık fırtına dindi, dehşet yerini sükunete bıraktı, gemi Cudi dağına oturdu. İşte o anda Hz. Nuh'un, oğlunu azgın dalgalara kurban vermiş kederli babanın yüreğinde evlât acısı depreşiyor.
45- Nuh, Rabbine seslenerek dedi ki; "Ey Rabbim, oğlum ailemin bir bireyi idi, senin vaadin de gerçektir ve sen kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin. "Ey Rabbim! Oğlum, ailemin bireylerinden biridir. Sen ailemin kurtulacağım bana vadetmiştin. Senin vaadin gerçektir. Senin hükümlerinin en yerinde hükümler olduğu kesindir. Verdiğin her hüküm mutlaka bir gerekçeye, bir ön tasarıya dayanır.
Hz. Nuh, yüce Allah'a böyle seslenirken yüce Allah'dan, ailesini kurtaracağına ilişkin vaadini yerine getirmesini istediğini belirten bir dil kullanıyor. Yüce Allah'dan, bu vaadine ve bu hükmüne ilişkin hikmetini gerçekleştirmesini diliyor.
Yüce Allah, Hz. Nuh'un bu isteğine hemen cevap veriyor. Bu cevapta kendisine aklından çıkarmış göründüğü şu önemli gerçeği hatırlatıyor: Yüce Allah'ın katında, O'nun dininde ve değerlendirme terazisinde "aile" birliği, soy ve kanmağı ortaklığına değil, inanç ortaklığına dayanır. Bu delikanlı mü'min olmadığına göre Hz. Nuh'un ailesinden değildi. Çünkü Hz. Nuh, mü'min bir peygamberdi. Hz. Nuh'a verilen bu cevabın dili kesin, açıklamalı ve vurguludur. Hatta oldukça serzenişli, paylamalı ve azarlayıcıdır. Okuyoruz:
46- Allah dedi ki; "Ey Nuh, o oğlun senin ailenden değildi. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim. "Yüce Allah'ın bu cevabı, bu dinin son derece önemli bir gerçeğini ifade ediyor. Bütün bağların kendisine bağlandığı kulpu, ana halkayı tanıtıyor bize. Bu ana halka, inanç halkasıdır. Fertleri birbirine bağlayan budur; yoksa soy bağı, kan bağı değildir. Ayetin baş tarafın tekrar okuyoruz
"Ey Nuh, o oğlun senin ailenden değildi. Çünkü o kötü işler yaptı."
Ne onun seninle bir bağı var ve ne de senin onunla bir bağın var. İstediği kadar soyca senin oğlun olsun o. Çünkü aranızda bulunması gereken ana halka kopuktur. Bu halka kopuk olduktan sonra aranızdaki hiçbir ilişkiden, hiçbir bağdan sözedilemez.
Hz. Nuh, Rabbine yönelttiği çağrıda gerçekleşmemiş bir vaadin yerine getirilmesini istemişti. Seslenişinin yansıttığı anlam buydu. O yüzden cevap, azarlama ve tehdit kokusu taşıyor. Cevabın o bölümünü tekrar okuyalım:
"İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim."
İnsanlar arası ilişkilerin ve bağların özünün ne olduğunu, Allah'ın vaadinin içeriğinin ne olduğunu bilmeyenlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum. Allah'ın vaadi belli olmuş ve gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda gerçekten ailenden olan yakınların boğulmaktan kurtulmuşlardır.
Yüce Allah'ın bu sert cevabı üzerine Hz. Nuh, kendisi gibi mü'min bir kuldan bekleneceği gibi, ürperiyor, titremeye başlıyor. "Acaba Rabbime karşı bir kusurum mu oldu?" endişesine kapılıyor.' Bu endişe ile Rabbine dönüyor, O'nun dergâhına sığınarak affını ve merhametini diliyor. Okuyoruz:
47- Nuh dedi ki; "İçyüzünü bilmediğim bir şeyi yapmanı istemekten sana sığınırım. Eğer sen beni affetmez, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."Bunun üzerine yüce Allah'ın rahmeti Hz. Nuh'un imdadına yetişerek kalbine huzur serpti; kendisine ve soyundan gelecek olan iyi kullara bereket ve mutluluk yağdırdı. Fakat soyunun öbür kanadı, yani kötüleri ise acıklı bir azaba çarpılacaktır. Okuyalım:
48- Bu sırada şöyle bir ses duyuldu; "Ey Nuh, sana ve yanındakilerden meydana gelecek ümmetlere sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız. "Bu dehşetli olay şöyle noktalandı: Kurtuluş ve geleceğe yönelik müjdeler, Hz. Nuh ile soyundan gelecek mü'minlerin oldu. Sadece dünya hayatının mutluluğu peşinde koşan torunlarının payına da tehdit ve geleceğe ilişkin kara haberler düştü. Bunlar acıklı azaba çarpılacaklardı. Bir yanda müjde, öbür yanda tehdit ve kara haber. Bu iki zıt yaptırımla surenin başında karşılaşmıştık. Şimdi ise okuduğumuz ve okuyacağımız peygamber hikâyeleri, bu iki zıt yaptırımı pratik ve yaşanmış kanıtları olarak karşımıza çıkıyor.
49- Ey Muhammed, bu anlatılanlar sana vahiy yolu ile bildirdiğimiz gaybe ilişkin haberlerdir. Bundan önce ne sen ve ne de soydaşların bu olayları bilmiyordunuz. Müşriklerin olumsuz tepkilerine karşı sabret; sonuç, kötülüklerden sakınanlarındır.
Okuduğumuz değerlendirme ve yorum ayeti, bu surede anlatılan peygamber hikâyelerinin bazı amaçlarını gözlerimizin önüne seriyor. Bu amaçları şöyle sıralayabiliriz:
1- "Vahiy" diye bir gerçek vardır. Müşrikler bu gerçeği inkâr ediyorlar. Sebebine gelince, bu peygamber hikâyeleri "gayb" aleminin bir parçasıdırlar. Onları daha önce ne peygamberimiz ve ne de soydaşları bilmiyordu. Onlar O'nun çevresinde dilden dile dolaşan halk hikâyelerinden değildi. Onların kaynağı "Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan" yüce Allah'ın vahyi idi.
2- İslâmi inanç sistemi, tarih boyunca aynıdır, özdeştir. Bu özdeşlik, insanlığın ikinci atası Hz. Nuh'un dönemine kadar çıkıyor. Bütün bu tarih süreci boyunca aynı inanç sistemi karşımıza çıkar. Öyle ki, bazan ifade biçimi bile nerdeyse aynıdır.
3- Peygamberlerin yalanlayıcıları hep aynı itirazları, hep aynı suçlamaları tekrarlaya gelmişlerdir. Oysa birçok açık belgeler bu itirazları ve suçlamaları çürütmüştür. Fakat bir önceki kuşak döneminde asılsız oldukları kanıtlanan bu bayat suçlamalar ve itirazlar, bir sonraki kuşak tarafından sanki yeni sözlermiş gibi piyasaya sürülmektedir. Bu kısır çember, tüm insanlık tarihi boyunca bir türlü kırılamamıştır.
4- İnsanlara yönelik müjdeler ve tehditler, noktası noktasına gerçekleşmektedir. Peygamberler, müjdelemelerinde ve tehditlerinde ne diyorlarsa aynen çıkmaktadır. Okuduğumuz peygamberin bu hikâyesi, bu gerçeğin tarihi kanıtlarından biridir.
5- Yüce Allah'ın yürürlükteki yasaları değişmiyor, hatır-gönül dinlemiyor, ayırım yapmıyor, sapma göstermiyor. Hep "takvalılar" kötülüklerden sakınanlar mutlu sona eriyor.
Sonunda kurtulanlar ve "kötü"lerin yerlerini alanlar her zaman onlar oluyor. 6- Gerek tek tek fertleri ve gerekse kuşakları birbirine bağlayan, kaynaştıran bağın ne olduğu vurgulanıyor. Bu bağ, inanç birliği bağıdır. Tarih boyunca bütün mü'minleri tek Allah'a ve tek Rabbe bağlayan bağdır. Bu bağın varolabilmesi için bütün mü'minlerin, yüce Allah'ın ortaksız ve rakipsiz egemenliği altında birleşmeleri, bütünleşmeleri gerekir.
TUFANIN İÇERİĞİŞimdi, acaba "Tufan olayı" tüm yeryüzü üzerinde mi etkili olmuştur ya da bu olayın etki alanı, sadece Hz. Nuh'un peygamber olarak gönderildiği yöre ile mi sınırlı olmuştur? Eğer olay sadece belirli bir yörede görüldü ise bu yöre neresidir? Bu yörenin gerek eski dünyadaki ve gerekse yeni dünyadaki yeri neresidir? Bu soruların zanni, kuşkuyu bilgiyi aşan cevapları elimizde yoktur. Kuşkulu bilgi ise gerçeğin en ufak bölümünün bile yerini tutamaz. Bu soruların elimizdeki cevapları, hiçbir sağlam delile dayanmayan yahudi masallarına, yahudi uydurmalarına dayanır. Buna göre bu cevaplar, Kur'an'da anlatılan peygamber hikâyelerinin amaçlarım gerçekleştirme bakımından, küçük-büyük hiçbir değer taşımazlar.
Fakat bu konudaki büyük bilgi eksikliğimize rağmen yine de şunu söyleyebiliriz: Kur'an'daki ayetlerden ilk bakışta anlayabildiğimiz kadarı ile Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- gönderildiği halk, o günkü dünya nüfusunun tümünü oluşturuyorlardı. Bu insanların oturdukları bölge de o günkü dünyanın, üzerinde insanların yaşadığı yegâne bölgesi idi. Tufan olayı, işte bu bölgenin tümünü etkilemiş, bu bölgede yaşayan tüm canlıların hayatına son vermişti. Sadece hikâyede sözü edilen gemiye binenler kurtulabilmişler, sağ kalabilmişlerdi.
Bu evrensel olayın karakteristik niteliğini kavramamız için hakkında bu kadar bilgimizin olması yeterlidir. insanlığın o karanlık dönemi hakkındaki bu bilgiyi bize tek güvenilir kaynak olan Kur'an veriyor. Yoksa bu evrensel olay hakkında "tarih"in bildiği hiçbir şey yok. Bir defa o gün "tarih" yoktu ki, bu olay hakkında bildiği bir şey olsun. Tarih daha dünkü çocuk kalır bu olayın eskiliği karşısında. Tarihin kayda geçirebildiği insana ilişkin olaylar aslında pek azdır. Çünkü tarihi kayıtların geçmişi pek uzun değildir. Üstelik tarihin verdiği bilgiler doğru da olabilir, yanlış da; gerçek de olabilir, yalan da; bu bilgiler eleştiriye de, değişmeye de açık bilgilerdir. Bu yüzden doğru haber kaynağımız olan Kur'an'ın bize bilgi verdiği bir konuda tarihin onayına başvurmaya kalkışmak, asla doğru bir tutum değildir. Böyle bir konudaki sırf bir destek arayışı bile ölçülerin altüst oluşu ve geriye dönüş demektir ki, bu dinin özünü iyi kavramış olan bir aklın böyle bir hastalığa kapılması beklenemez.
Çeşitli milletlerin masallarında ve halklar arasında dilden dile dolaşan söylentilerde "Tufan" olayının izlerine rastlanır. Bu söylentilere göre eski çağların belirsiz bir tarihinde bu milletlerin o günkü kuşağı, işlediği günahlar yüzünden bu büyük afetle cezalandırılmıştı. Fakat bu söylentiler, Kur'an'da anlatılan "Tufan" olayı ile özdeşleştirilmemeli; bu tek güvenilir haber kaynağının verdiği doğru bilgiler, bu tür bulanık söylentilerle, bu çeşit kaynağı ve dayanağı belirsiz masallar ile karıştırılmamalı, hatta Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgiler irdelenirken bu efsane kırıntılarının sözü bile edilmemelidir. Gerçi çeşitli milletlerin folklorunda rastlanan bu bulanık masallar az-çok kanıtlar ki, bir zamanlar bu milletlerin yaşadıkları topraklarda "Tufan" olayı görülmüştür, ya da en azından bu milletlerin sağ kalan ataları "Tufan" olayına sahne olan bölgeden göç ettikten sonra dünyanın çeşitli yörelerine dağılarak yeni yurtlar edinmişler ve vaktiyle yaşadıkları "Tufan" olayının anılarını bu yeni yurtlarına taşımışlardır.
Söz sırası gelmişken bir de şu noktayı hatırlatmalıyız: Sözde "Kutsal Kitab (Kitab-ı Mukaddes)" diye anılan kitabın ne yahudilerin kutsal kitabı olan "Eski Ant (Ahd-i Kadim)" adı ile bilinen bölümü ve ne de hristiyanların İncil nüshalarını içeren "Yeni Ant (Ahd-i Cedit)" başlıklı bölümü yüce Allah'ın katından indirilen kutsal kitapların aynileri değildir. Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya indirdiği Tevrat'ın orijinal nüshaları, yahudilerin tutsaklıkları sırasında Babilliler tarafından yakılmıştı. Tevrat, bu olaydan yüzyıllarca sonra -Milâttan önce yaklaşık olarak beş yüzyıl kadar önce- "Azra" adlı bir yahudi din adamı tarafından tekrar yazıya geçirilmişti -sözü geçen "Azra" adlı yahudi din adamı, Kur'an'da adı geçen "Uzeyr" olabilir-Bu yahudi din adamı, asıl Tevrat'ın tesadüfen elde kalan metinlerini yazıya geçirmişti. Bugünkü Tevrat'ın bu metin kalıntıları dışındaki bölümü tamamen düzmecedir.
İncil nüshaları da öyle. Bu nüshalarda yeralan metinler, gerek Hz. İsa'nın öğrencilerinin ve gerekse bu öğrencilerin öğrencilerinin hafızalarında kalan bilgi kırıntılarına dayanılarak kaleme alınmışlardır. Üstelik bu yazıya geçirme olayı Hz. İsa'nın ölümünden yüzyıl kadar sonra gerçekleşmişti. Sonra da bu metinlere birçok hikâyeler ve mitolojik motifler karıştırılmıştır.
Bundan dolayı bu sözde kutsal kitapların herhangi birinde, herhangi bir konuya ilişkin kesin bilgi aramak doğru değildir.
Bu kısa açıklamayı burada noktalayarak sözü, bu büyük evrensel olaydan, yani "Tufan olayı"ndan çıkarılması gereken derslere getirmek istiyoruz. Gerçekten bu olaydan çıkarılması gereken dersler, bir değil, birçoktur. Önümüzdeki sayfalarda bu derslerin bazılarına değinecek ve arkasından Hz. Hud'a ilişkin hikâyeye geçeceğiz.
DİNLER TARİHİNİN UYDURUKLARIOkuduğumuz hikâyede gördük ki, Hz. Nuh'un soydaşları cahiliye bataklığının derinine dalmışlardı, eğri yollarında alabildiğine ısrarlı idiler, Hz. Nuh'un kendilerine sunduğu katışıksız İslâm çağrısını şiddetle reddediyorlardı. Bu çağrının özü katışıksız tek Allah inancı idi. Bu inançta egemenlik ve ilahlık yetkisi yüce Allah'ın tekeline veriliyordu; O'nun yanısıra hiç kimseye rabblik sıfatı yakıştırılmıyordu.
Hz. Nuh'un, özelliklerini tanıttığımız bu soydaşları Hz. Ademin soyundan gelen insanlardı. Hz. Adem ise, A'raf ve Bakara surelerinde anlatılan hikâyesinden öğrendiğimiz gibi yüce Allah'ın halifesi olma görevini yürütmek üzere yeryüzüne indirilmişti. Hatta yaratılış amacı bu görevdi. Yüce Allah, bu görevin gerektirdiği imkânlarla ve yeteneklerle donatmıştı. Yüce Allah, onu bu görevle yeryüzüne indirmeden önce, kendisine cennette iken işlediği günahtan ötürü nasıl tevbe edeceğini öğretmiş, hatta ona tevbe ederken neler söyleyeceğini aynen belletmişti. Arkasından kendisi ile eşinden ve onların kişiliğinde bütün gelecek insan kuşaklarından, yüce Allah'ın bellettiği doğru yoldan gideceklerine ve şeytana uymayacaklarına dair söz almıştı. Çünkü şeytan onun ve soyundan gelenlerin düşmanı idi ve bu düşmanlık kıyamet gününe kadar bütün amansızlığı ile sürecekti.
Demek oluyor ki, Hz. Adem, yüce Allah'ın yoluna bağlı bir müslüman olarak yeryüzüne indi. Hiç kuşku yok ki, o oğullarına ve torunlarına da İslâmı öğretmişti. Yani İslâm, yeryüzünde insanlığın tanıdığı ilk inanç sistemi idi. Hatta onun yanısıra bir başka inanç sistemi yoktu. Hz. Adem'den Hz. Nuh'a gelinceye kadar insanlığın kaç kuşak değiştirdiğini sadece Allah bilir, bizim bu konuda hiçbir bilgimiz yok. Fakat Hz. Nuh'un bize bu suredeki hikâyede tanıtılan soydaşlarına bakınca kesinlikle anlıyoruz ki, bu dönemdeki insanlara egemen olan cahiliye puta tapıcılığı ile, masalları ile, hurafeleri ile, somut putları ile, düşünceleri ve gelenekleri ile bir bütün oluşturarak toplumun yapısına çöreklenmiştir; bu toplum, insanoğluna musallat olan şeytanın sürekli kışkırtmaları ile ve insan ruhunda varolan doğal gediklerin yolaçtığı bozguncu sızmaların etkisi ile kendisine sunulmuş olan İslâmdan sapmıştır. Sözkonusu doğal gedikleri hem Allah'ın ve hem de insanların düşmanı olan şeytan bu sızma eylemlerinde sürekli biçimde kullanmıştır. Şeytan bu sızma eylemlerini gerçekleştirirken o günkü insanların, yüce Allah'ın ipine sarılma hususundaki her gevşekliklerini, sırf yüce Allah'a bağlanma konusundaki her umursamazlıklarını, küçük-büyük hiçbir meselede yüce Allah'ın yanısıra hiç kimseye uymama alanındaki her tavizlerini kendi amacı uğruna kullanmıştır.
İnsanın yaratıcısı olan yüce Allah, ona belirli oranda bir irade özgürlüğü tanıdı. İnsanın tabi tutulduğu sınavın dayanağı zaten bu irade özgürlüğüdür. İnsan bu özgür irade payı sayesinde sırf yüce Allah'ın ipine sarılmayı tercih edebilir. O zaman düşmanı olan şeytan, üzerinde hiçbir nüfuz kuramaz. Yine insan bu özgür irade payına dayanarak yüce Allah'ın yolundan saparak başkalarının öğretilerine, ideolojilerine saplanabilir. Bu sapmanın açısı işin başında ne kadar dar olursa olsun şeytan onu yavaş yavaş genişletir ve birkaç aşama sonra sahibini koyu bir cahiliyenin bataklığına sürükler. Nitekim ilk İslâm peygamberi olan Hz. Adem'in torunları belirli bir hidayet döneminden sonra böyle bir koyu cahiliyenin pençesine düşmüşlerdir. Gerçi bu sapma sürecinin kaç kuşak sonra bu aşamaya geldiğini, sadece yüce Allah biliyor, bizim bu konuda hiçbir tarihi bilgimiz yok.
Bu gerçek, yeryüzünde insanlığın tanıdığı ilk inanç sisteminin, egemenliği, rabblığı ve kayıtsız otoriteyi yüce Allah'ın tekeline verme ilkesine dayanan İslâm inancı olduğu gerçeği, bizi şu sonuca götürür. Sözde "karşılaştırmalı dinler tarihi" yazarları ile diğer evrim teorisi yanlılarının bu konudaki yorumları asılsızdır. Onların yorumlarına göre tek Allah inancı, inanç evrimi sürecinin son aşamasıdır. Bu aşamaya gelinmeden önce çok ilahlılık, puta tapıcılık, doğal güçleri ve ruhları ilahlaştırma, güneşe ve yıldızlara tapma gibi inanç evreleri yaşanmıştır. Buna benzer daha birçok delilsiz görüşler içeren bu sözde "araştırmalar" temelde belirli birtakım tarihi, psikolojik ve politik etkenler tarafından yönlendirilen "güdümlü" bir yönteme dayanırlar. Bu yöntemin ana amacı, semavi dinlerin dayanağını yıkmayı, ilahi vahyin ve peygamberlik misyonlarının asılsızlığını kanıtlamaktır; dinlerin insan yapısı sistemler olduklarını ve tarih boyunca insan düşüncesinin gelişmesine paralel biçimde evrimleştiklerini, tekamül ettiklerini ispatlamaktır.
Bu arada asıl amaçları İslâmı savunmak olan bazı yazarlar, sözünü ettiğimiz güdümlü yöntem uyarınca "dinler tarihi" alanında araştırmalar yapanların yorumlarına kapılarak doğru yoldan sapıyorlar, farkına varmadan sapıtıyorlar. Bu yazarlar coşkulu bir heyecanla İslâmı savunurlarken Kur'an-ı Kerim'in son derece belirgin çizgilerle ortaya koyduğu İslâm inancının temelini yıkıyorlar. Kur'an-ı Kerim, bu inanç sistemini anlatırken, bize şöyle diyor: Hz. Adem, yeryüzüne İslâm inancı ile indi; Hz. Nuh, şeytanın ayartarak putpérestlik bataklığına sürüklediği ve vaktiyle ataları müslüman olan Hz. Adem'in sapıtmış torunlarının karşısına, tek ilahlık esasına dayalı İslâm inancı ile çıkmıştı; bu sapıtma hastalığı Hz. Nuh'dan sonra da zaman zaman nüksetmiş, insanlar dönem dönem İslâmı bırakıp, cahiliye bataklığına sürüklenmişlerdir. Fakat her sapıtma döneminden sonra gelen peygamberler kayıtsız Allah birliği inâncının savunucuları olarak ortaya çıkmışlardır. Semavi inanç sistemi, hiçbir değişikliğe, hiçbir sözde "evrimleşme"ye uğramamıştır. Bu alandaki gelişmeler, sentezler ve genişlemeler, aynı inanç özüne eşlik eden şeriatlerde, yasal sistemlerde görülmüştür. Cahiliye kökenli inançlarda evrimleşmenin olduğunu gözlememiz, insanlığın tek Allah'a dayalı inanç sistemine, inancın özü bakımından evrimleşerek ulaştığını kanıtlamaz; bu olgunun bize kanıtladığı gerçek şudur: Her peygamberin getirip yaydığı tek Allah'a dayalı inanç sistemi, sapıtmalardan sonra bile toplumların kültürlerinde izler bırakıyordu. Bu olumlu izler, sapıtmalardan sonra bile cahiliye kökenli inançları geliştiriyor, onları tek ilahlık özüne doğru yaklaştırıyordu. Ama tek ilahlı inanç sistemi, özü itibarı ile kronolojik olarak bütün putperest inançlardan öncedir ve ilk ortaya çıktığı anda, bilinen eksiksiz biçimi ile ortaya çıkmıştır. Çünkü bu, inanç sisteminin kaynağı insan düşüncesi ve insan bilgisi değildir; tersine O, yüce Allah tarafından insanlara gönderilmiştir. Bu yüzden O, ilk ortaya çıktığından beri gerçektir, yine ilk ortaya çıktığı andan beri eksiksizdir, gelişiminin doruğundadır.
İşte Kur'an-ı Kerim'in bu konudaki yorumu budur, İslâm düşüncesinin dayanağını oluşturan yorum budur. Buna göre hiçbir müslüman araştırmacı, özellikle İslâmı savunmak amacı ile yola çıkan hiçbir müslüman araştırmacı Kur'an'ın getirdiği bu kesin açıklamanın çizgisinden saparak sözde "karşılaştırmalı dinler tarihi" yazarlarının ortaya attıkları dayanaksız teorilerin, az önce dediğimiz gibi güdümlü bir yöntemden kaynaklanan düzmece teorilerin yardakçısı olamaz.
Biz bu tefsir kitabında, ilke olarak, İslâm adına yazlan kitaplardaki yanılgıları, ayak sürçmelerini tartışmıyoruz. Çünkü bu tür tartışmaların yeri, başka ve bağımsız araştırmalardır. Fakat bir tek örneğe değineceğiz; onu Kur'an-ı Kerim'in yönteminin, bu konudaki Kur'an yorumunun ışığı altındaki gündeme getireceğiz.
Prof. Mahmud Akkad, "Allah" adlı eserinin "İnancın kaynağı" başlıklı bölümünde şunları yazıyor:
"İnsan, bilim ve sanat alanında nasıl gelişti ise, inanç alanında da gelişme göstermiştir.
İnsanın ilkel inancı, ilkel hayat düzeyine denkti. Onun o dönemdeki bilgisi ve sanatı da aynı düzeyde idi. İlkel bilimler ve sanatlar, ilkel dinlerden ve tapınma geleneklerinden daha gelişmiş değildi. Bu kesimlerden birindeki gerçek kırıntıları, öbür kesimin içerdiği gerçek kırıntılarından daha fazla değildi.
İnsanoğlunun din alanındaki gelişme çabaları, ilimler ve sanatlar alanındaki gelişme çabalarında daha zor ve uzun vadeli çabalar olmuş olmalıdır. Çünkü büyük "evren" gerçeği, kimi bilimlerin ve kimisi de sanatların konusu olan tek tek nesnelerin gerçeğinden hem daha zor ve hem de daha uzun bir yolun aşılmasını gerektiriyordu.
İnsanlar, şu ışık saçan gök cisminin, yani güneşin mahiyetini uzun süre bilemediler. oysa güneş, gözlere en çok batan, insanların vücudlarını en çok etkileyen bir uzay gezegeni idi. Yakın zamana kadar onun, yani güneşin dünya çevresinde döndüğünü söylüyorlardı. Onun hareketlerini ve değişik görüntülerini tıpkı bir bilmece çözer gibi ya da bir rüya yorumlar gibi açıklamaya çalışıyorlardı. Bununla birlikte hiçbir insan, güneşin varlığını inkâr etmeyi aklının ucundan geçirmemiştir: Bu bulanık açıklamaların sebebi, güneşin ne olduğu konusunda akılları kuşatan katmerli bilgisizlik bulutları idi. Halâ da bu bulutlar tamamen dağılmış değildir.
Dinlerin ilkel cahillik çağlarındaki köklerine inmek ne dine bağlılığın asılsızlığını, anlamsızlığını kanıtlar ve ne de olamayacak bir şeyi, imkânsızı araştırma girişimidir. Bu girişimin tek kanıtladığı gerçek şudur: "Büyük gerçek" bir tek yüzyılda insanların bilgisine açılmayacak kadar büyüktür. İnsanların bu gerçeği öğrenmeye ilişkin yetenekleri asır asır, aşama aşama gelişmiş ve bu gelişme çabası değişik üsluplar göstermiştir. Tıpkı küçük gerçeklerini öğrenmeye ilişkin çabaları gibi. Hatta bu büyük gerçeği öğrenmek, akılların kavrayabildiği ve duyu organlarının algılayabildiği küçük gerçeklere göre daha zorlu ve daha ilginç çabalar gerektirmiştir.
"Karşılaştırmalı dinler tarihi" bilimi, ilk insanın inandığı birçok masalları ve saplantıları ortaya çıkarmıştır. Bu masalların, bu sapık inançların kalıntıları halâ bile birçok ilkel kabileler, hatta eski uygarlıklara bağlı milletler arasında yaygındır. Zaten bu bilim dalının bundan başka bir sonuca varması, önümüze koyduğu bulgulardan farklı bulgular ortaya çıkarması beklenemezdi. Başka bir deyimle ilkel dinlerin, bu araştırmaların ortaya koydukları gibi sapık ve bilimdışı olmaları kaçınılmazdı. Ortaya çıkan bu sonuç, akla uygun bir sonuçtu. Akıl, bunun dışında bir sonuç beklemiyordu. Bu sonuç, bilginlerce sürpriz olarak karşılanan ya da dinin özüne ilişkin yargılarında köklü değişiklik yapmalarına yolaçan, yeni bir unsur içermiyordu. Çünkü ilkel insanların, evren gerçeğini, saçmalıkların ve bilim-dışılığın gölgelerinden arınmış bir eksiksizlikle bildiklerini kanıtlamak amacı ile yola çıkmayı aklının ucundan geçiren bir bilim adamı, daha baştan imkânsız bir şeyi araştırmaya girişmiş demekti..."
Aynı yazar, yine aynı eserinin "Allah'a ilişkin inancın evreleri" başlıklı bölümünün bir yerinde de şöyle diyor:
"Karşılaştırmalı dinler tarihi" bilginleri, ilkel insanların Allah'a ilişkin inançlarında şu üç evreden geçtiklerini ortaya koymuşlardır:
1- Polytheism (Çok tanrılı dönem)
2- Honetheism (Ayırdetme ve tercih etme dönemi) 3- Monotheism (Tek ilahlı dönem)
Çok tanrılı dönemde ilkel kabileler onlarca, kimi zaman ise yüzlerce tanrıya tapınıyorlardı. Bu dönemde neredeyse her büyük aileye bir tanrı veya gözönünde bulunularak .tapılan, duaları ve kurbanları kabul eden bir tanrı-vekili düşüyordu.
İkinci dönemse bir ayırdetme ve tercih dönemi oldu. Bu dönemde tanrılar, çokluklarını yine sürdürüyor, fakat bunların içinden bir tanesi ön plana çıkmaya, diğer tanrılara tercih edilmeye başlıyordu. Bu ön plana çıkışın sebebi, ya o tanrının lider konumundaki kabilenin, başka kabilelerin savunma ve geçim işlerini üstlenen kabilenin tanrısı olması, ya da diğer tanrılara göre daha önemli ve daha öncelikli ihtiyaçlarını karşıladığına inanılması idi. Meselâ yağmur ve iklim tanrıları, ya da rüzgâr ve fırtına tanrıları gibi. Diğer tabii güçleri harekete geçirdiklerine inanılan tanrılara göre insanlar, bu tanrılara daha güçlü umutlar bağlıyorlar ya da onlardan daha çok korkuyorlardı.
Üçüncü dönemde ise kabileler, milletler halinde toplanmaya doğru gittiler, bunun sonucu olarak ortak bir tanrı etrafında birleşme eğilimine girdiler. Fakat yine her bölgede tapılan yerel tanrılar, saygı görmeye devam etti. Bu dönemde başka milletleri egemenliğine alan, onlara buyruğunu kabul ettiren millet, dinini ve tanrısını da boyunduruğu altına aldığı milletlere empoze ediyordu. Bazan dâ bu egemen millet, boyunduruk altına aldığı milletlerin tanrılarının kendi tanrısına boyun eğmesi ile yetiniyordu. O zaman bu boyun eğen tanrılar, varlıklarını ve tapınılmaya ilişkin konumlarını koruyorlardı. Ama bu tanrılık, egemen milletin tanrısına bağımlı bir tanrılıktı.
Herhangi bir millet bu kısmi tek tanrılığa uzun bir uygarlık aşamasından sonra erebiliyordu. Bu süreç boyunca bilgi alanında ilerliyor, akıl bakımından gelişiyordu. Bu gelişimin sonunda basit akılların ve ilkel kabilelerin normal gördükleri, tuhaf karşılamadıkları saçma inançları kabul edemez bir düzeye eriyorlardı. Bu milletin bireyleri tanrılarına, eski dönemlerine göre, daha kutsallığa yaraşır ve yetkinlikle bağdaşır nitelikler yakıştırıyorlar; tapınmalarının yanısıra, evrenin sırları üzerine ve evren ile tanrının yüce ve amaçlı iradesi arasındaki ilişki konusu üzerine kafa yormaya başlıyorlardı. Bu düzeye ulaşmış milletlerde çoğunlukla en büyük tanrı, egemen tanrı konumu kazanıyor, diğer tanrılar ya melek düzeyine iniyor, ya da gökteki mevkilerinden kovuluyor, tanrılık yetkilerinden soyutlanıyorlardı..."
Gerek yazarın kendi görüşlerinden ve gerekse düşüncelerini özetleyerek aktardığı "karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacılarının görüşlerinden açıkça ortaya çıkan sonuç şudur: İnançlarını oluşturanlar, insanların kendileridir. Bu yüzden bu sistemler, insanların düşünce ve bilim alanındaki gelişme evrelerini yansıtır. Bu gelişme genellikle çok tanrılıktan, puta tapıcılığa ve puta tapıcılıktan tek tanrılığa doğru giden sürekli ve aşamalı bir evrim çizgisi izler.
Yazarın bu görüşte olduğu zaten adı geçen eserinin şu ilk cümlesinden açıkça anlaşılıyor; "Bu kitabın konusu, insanın ilk ilah edinme döneminden tek Allah'ı tanıdığı evreye, tek ilahlığın yalınlığına, berraklığına erdiği aşamaya ulaşıncaya kadar Allah'a ilişkin inancının gelişme sürecidir."
Hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de bize yaptığı kesin ve net açıklama, "Allah" adli eserin yazarının, "karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacılarının güdümlü yöntemlerinin etkisi altında kalarak yaptığı yorumdan başka bir şeydir. Yüce Allah buyuruyor ki; ilk insan olan Hz. Adem, tek Allah'lılık gerçeğini eksiksiz olarak biliyordu, tek Allah'lık inancının yalınlığını tanımıştı, bu yalınlığın yüzünü çok tanrıcılığın ve putperestliğin gölgesi altında lekelemekten uzaktı, egemenliğin sadece yüce Allah'ın tekelinde olduğu bilinci ile pratik hayata yön verecek olan ilkesi sırf onun buyruklarına dayandırmıştı.
Ayrıca O, bu inancı çocuklarına ve torunlarına da öğretmişti. Fakat uzun zaman sonra onun soyundan gelen kuşaklar tek Allah'lık ilkesine dayalı inanç sisteminden saptılar. Ya putperest oldular ya çok tanrıcılığa kayarak çok sayıda düzmece ilaha tapmaya başladılar.
Bu sapıklık dönemi, Hz. Nuh'un gelişi ile noktalandı. O, tek Allah ilkesine dayanan inancı yeniden canlandırdı. Bu arada sapık inançlarında direnenlerin tümü "Tufan" olayında boğularak yokoldu. Sadece "Tek Allah'ın yalınlığını" tanıyanlar; çok tanrıcılığı, puta tapıcılığı ve cahiliyenin geliştirdiği diğer tapınma biçimlerini reddeden, tek Allah ilkesine bağlı "müslüman"lar boğulmaktan kurtularak sağ kaldılar. Kesin olarak diyebiliriz ki, bu "kurtulmuşlar"m soyundan gelen kuşaklar, uzun bir süre boyunca, mutlak "Tevhid" ilkesine bağlı müslümanlar olarak yaşadılar. Sonra yavaş yavaş tek tevhid ilkesinden saptılar. Zaten her peygamberin fonksiyonu bu olduğu gibi, her peygamberin arkasından ortaya çıkan tedrici gelişme budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed, senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere mutlaka benden başka ilah olmadığı ve bana kulluk etmeleri gerektiği buyruğunu insanlara duyurmalarını vahyettik." (Enbiya Suresi 25)
Hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın bu konuya ilişkin buyruğu başka bir şeydir ve "karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacılarının "Allah" adlı eserin yazarınca da benimsenen yorumları başka bir şeydir. Bu iki görüş arasında gerek bakış açısı bakımından ve gerekse varılan sonuçlar bakımından tam bir karşıtlık vardır. Dinler tarihi araştırmacılarının görüşleri, birbirleri ile çelişen kişisel yorumlardan başka bir şey değildirler. Buna göre bu yorumlar, gelip geçici insan araştırmaları alanında bile "son söz" niteliği taşımazlar.
Yine kuşku yok ki, eğer yüce Allah herhangi bir konuda bir yorum yapar da bu yorumu Kur'an'da açık bir dille bize anlatırsa ve bunun yanısıra bir başkası da aynı konuda yüce Allah'ın yorumuna yüzde yüz ters düşen bir yorum ortaya atarsa, öncelikle benimsenmesi gereken yorum, yüce Allah'ın yorumudur. Özellikle İslâmı savunanların, gerek İslâma ve gerekse genel anlamda dinin özüne yönelik kuşkuları gidermek amacı ile kaleme sarılıp yazı yazanların benimseyecekleri tutum budur.
Bu dinin inançlı temelini yıkarak ona hizmet edilemez. Bu inanç temelinin ana maddeleri ise şunlardır: Bu din, yüce Allah'dan gelen vahye dayanır. Onu insanlar kendi kafalarından uydurmamışlardır. Bu din, tarihin başlangıcından beri, hep tek Allah'lık ilkesi ile ortaya çıkmıştır; tarihin hiçbir döneminde ve hiçbir peygamberlik misyonunda tek Allah'lık ilkesinden başka bir çağrı ile insanların karşısına çıkmış değildir.
Yine bu dine, onun yorumlarını bir yana bırakarak "karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacıların görüşlerini benimseyerek de hizmet edilemez. Özellikle bu araştırmacıların güdümlü bir yöntem uyarınca çalıştıkları, amaçlarının yüce Allah'ın dinin temel dayanağını tümü ile yıkmak olduğu bilinince, onlara kapılarak dine hizmet edilemeyeceği gerçeği daha da netleşir. Yüce Allah'ın dini şu temel ilkelere dayanır: Bu din, yüce Allah tarafından gönderilen bir vahiydir; gelişen ve evrim geçiren insan düşüncesinin ürünü değildir; yine bu dinin dayanağı, insan aklının madde bilimleri ve tecrübe yöntemi alanındaki gelişmesi değildir.
Öyle umuyorum ki, bu kısa açıklama, bu tefsir kitabında daha uzununa girişmeyi uygun görmediğimiz bu özet nitelikli açıklama, hangi konuda olursa olsun, İslâmla ilgili kavramlarımızı, İslâm-dışı bir kaynaktan almaya kalkışmamızın ne kadar tehlikeli bir tutum olduğunu açıklar. Aynı zamanda bu açıklama, bize şunu da gösterebilir: Batının düşünce yöntemleri ile yorumları, bu yöntemlerle ve bu yorumlarla koyun-koyuna yaşayanların, fikri susuzluklarını bu yolla gidermeye çalışan zihinlerin kafalarını büyük oranda karıştırmaktadırlar. Öyle ki, böyle kimseler, İslâm düşmanlarının yönelttikleri iftiraları reddetmeye çalışırken bile bu kafa karışıklığının etkisinden kurtulamıyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hiç kuşkusuz bu Kur'an, insanları en doğru yola iletir." NİHAİ BAĞ
Şimdi de Hz. Nuh'un hikâyesi üzerinde bir kez daha duralım. Hz. Nuh ile O'nun ailesinden olmayan oğlu ile bir kere daha başbaşa kalalım.
Böylece bu inanç sisteminin yapısında ve hareket doğrultusu üzerindeki gayet bariz, son derece belirgin bir noktaya değinmiş olacağız. Yolumuzun doğrultusunu belirleyen önemli bir ayırım noktasına parmak basmış olacağız bu değinişimizle. Önce okuduğumuz ayetlerin bazılarını tekrarlayalım:
Nuh'a vahiy yolu ile bildirdik ki; "Daha önce inananlar dışında soydaşlarından başka inanan olmayacaktır. Onların yaptıklarından dolayı üzülme." "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır."
Nihayet emrimiz gelip tândır kaynamaya (her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca Nuh'a "Her canlı türünün birer çiftini, boğulacağına ilişkin hükmünün kesinleştiği kimse dışındaki aile bireylerini ve mü'minleri gemiye bindir" dedik. Zaten O'na az sayıda kişi inanmıştı.
Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıyor, yolalıyordu. O sırada Nuh, bir kenarda duran oğluna "Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler arasında kalma" diye seslendi.
Nuh, Rabbine seslenerek dedi ki; "Ey Rabbim, oğlum ailemin bir bireyi idi, senin vaadin de gérçektir ve sen kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin."
Allah dedi ki; "Ey Nuh, o oğlun-senin ailenden değildi. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim."
Nuh dedi ki; "İçyüzünü bilmediğim bir şeyi yapmanı istemekten sana sığınırım. Eğer sen beni affetmez, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."
Bu dinde insanları biraraya getiren bağ, bu dinin karakteristik özelliğini ortaya koyan, sırf bu dine özgü bir sosyal bağdır. Bu orijinal sosyal bağ, bu ilahi sisteme özgü olan ufukları, boyutları ve amaçları kucaklar.
Sözünü ettiğimiz bağ, kan ve soy bağı değildir; toprak ve yurt bağı değildir; aşiret ve oymak bağı değildir; renk ve dil bağı değildir; milliyet ve devlet bağı değildir; meslek ve sınıf bağı değildir.
İslâma göre saydığımız bu bağların tümü varolduğu halde, insanlar arasındaki ilişki kesik olabilir. Nitekim yüce Allah, "Oysa oğlum, ailemin bireylerinden biridir" diyen Hz. Nuh'a "Ya Nuh, o senin ailenden değildir" diye cevap verdikten sonra, kendisine nasıl olup da oğlunun ailesinin bireylerinden biri olmadığını, "çünkü, iyi olmayan işler yaptı" diye açıklıyor. Yani onunla aranızdaki iman bağı kesiktir, ya Nuh; "o halde içyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme." Sen oğlunun, ailenin bireylerinden olduğunu sanıyorsun, fakat bu sanı, bu "zann" yanlıştır. Kesin olarak bilinen doğru ise şudur ki; o senin soyca oğlun olmasına rağmen, ailenin bireylerinden biri değildir.
Bu nokta, insanlar arası bağlar ve sosyal ilişkiler konusundaki bakış açısı bakımından bu din ile değişik cahiliye sistemleri arasındaki yol ayırımını belirleyen belirgin ve bariz bir kilometre taşıdır. Cahiliye sistemleri kimi zaman kan ve soy bağını, kimi zaman toprak ve yurt bağını, kimi zaman oymak ve aşiret bağını, kimi zaman renk ve dil bağını, kimi zaman milliyet ve devlet bağını, kimi zaman meslek ve sosyal sınıf bağını, kimi zaman ortak çıkar bağını, kimi zaman ortak tarih bağını ve kimi zaman ortak gelecek bağını insanları biraraya getiren bağ olarak sayarlar. Bunların hepsi, aralarındaki çelişkilere ve uyuma rağmen, hep birarada İslâm düşüncesinin özüne taban tabana zıttırlar.
"İnsanları en doğru yola ileten" şu Kur'an'da ifadesini bulan ve Kur'an'la aynı doğrultuyu paylaşan, aynı hedefe yönelen Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- direktiflerinde somutlaşan, tutarlı ilahi sistem, müslüman ümmeti bu önemli ilke ve yolların ayırımında beliren, bariz kilometre taşı doğrultusunda eğitmeye, yetiştirmeye koyulmuştur.
Hz. Nuh ile oğlu arasındaki bu surede anlatılan ilişki örneği, baba ile oğlu arasındaki birleştirici bağa ilişkin örnektir. Bu ilişkinin diğer düzeylerdeki örnekleri de başka surelerde gündeme getirilerek cahiliye sistemlerinin geçerli saydıkları öbür sosyal bağların anlamsızlığı ifade edilmiştir. Bu örnekler yolu ile İslâmın geçerli saydığı tek bağ, tek gerçek sosyal ilişki biçimi vurgulanmıştır.
Bu ilişkilerin evlât-baba bağına ilişkin örneği Hz. İbrahim ile babası ve soydaşları arasındaki örnek aracılığı ile şöyle dile getiriliyor:
"Ey Muhammed, kitapta İbrahim hakkında anlattıklarımızı hatırla. O son derece dürüst bir peygamberdi.
Hani babasına dedi ki; `Ey babacığım, niye işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan putlara tapıyorsun.'
`Ey babacığım, kesinlikle sana gelmemiş olan bir bilgi bana geldi; o halde .bana uy da seni düz yola erdireyim.'
`Ey babacığım, şeytana kul olma; çünkü şeytan rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştır.'
Ey Babacığım, senin Allah'dan gelecek bir azaba çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korkuyorum.'
Babası ona `Ey İbrahim, sen benim tanrılarıma sırt mı çeviriyorsun? Eğer bu tutumundan vazgeçmezsen, seni taşa tutarak öldürürüm, uzun bir süre yanımdan uzaklaş" dedi. İbrahim, babasına dedi ki; `Esenlik dilerim sana. Senin için Rabbimden af dileyeceğim, hiç kuşkusuz-benim Rabbim lütufkârdır.'
`Sizi, Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlarla başbaşa bırakıp bir yana çekiliyor ve Allah'a yalvarıyorum. Umuyorum ki, Rabbime yalvarmakla kötü olmaktan kurtulurum.'
İbrahim, onları taptıkları putlarla başbaşa bırakarak yanlarından ayrılınca, kendisine İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve bunların her ikisini de peygamber yaptık. Onlara rahmetimizden pay verdik. Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık." (Meryem Suresi 41-50)
Yüce Allah, Hz. İbrahim'e, kendisini insanlığa önder yapacağını, ayrıca anısını yaşatacağını ve kendisinden sonra da peygamberlik zincirini sürdüreceğini müjdelerken, bu konuda kendisine söz verip taahhütte bulunurken, bir yandan da kendisi ile soyu arasındaki birleştirici bağın ne olması gerektiğini öğretiyor, telkin ediyor. Okuyoruz:
"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş, o da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah `Seni insanlara önder yapacağım' demişti. İbrahim `Soyumdan da önderler çıksın' deyince, Allah `Zalimler, asla bu taahhüdümün kapsamına girmezler' dedi.
"Hani İbrahim `Ey Rabbim, bu şehri güvenli bir yer kıl, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır' dedi. Allah da `Onlar dan kâfir olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra cehennem azabına katlanmak zorunda bırakırım. `Ne kötü bir akıbettir o!' dedi." (Bakara Suresi 124-126)
Yüce Allah, karı-koca arasındaki ilişkiye de Hz. Nuh ile eşi arasındaki ilişkiyi, Hz. Lût ile eşi arasındaki ilişkiyi ve bunların karşıtı olarak da Firavun ile eşi arasındaki ilişkiyi örnek gösteriyor. Okuyoruz:
"Allah, kâfirlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını örnek gösterir. Bu iki kadın, iki iyi kulumuzun nikâhı altındayken kocalarına karşı ihanet ederek kâfirliklerini gizlemişlerdi de eşleri Allah'ın azabını onların başlarından savamamışlardı. Onlara `Siz de cehenneme girenlerle birlikte cehenneme giriniz' dendi."
"Allah, mü'minlere Firavun'un karısını örnek gösterir. Hani O `Ya Rabbi, bana kendi katından cennette bir ev hazırla; beni Firavun'dan ve onun işlediği kötülüklerden koru; beni zalimler güruhunun elinden kurtar' dedi." (Tahrim Suresi 10-11)
Kur'an-ı Kerim, mü'minler ile aileleri, soydaşları, yurtları, toprakları, evleri barkları, malları, çıkarları, geçmişleri ve gelecekleri arasındaki ilişkiyi de örnekler ile anlatıyor. Bu örnekler, Hz. İbrahim'in ve çevresindeki mü'minler ile soydaşları arasındaki ilişkilerde ve "Eshab-ı Kehf" diye anılan "Mağaraya sığınmış gençler" ile aileleri, soydaşları, evleri-barkları ve yurtları arasındaki ilişkilerde somut biçimde gündeme getiriliyor. Okuyalım:
"İbrahim'de ve onunla birlikte olan mü'minlerde sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar soydaşlarına şöyle demişlerdi; `Biz sizden ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlardan uzağız; sizin dininizi reddediyoruz; tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle aramızda düşmanlık ve öfke egemendir." (Mumtehine Suresi 4)
"Ey Muhammed, sen `Eshab-ı Kehf'in ve Eshab-ı Rakım'ın şaşırtıcı mucizelerimizden biri olduğunu mu sanıyorsun?
Hani birkaç genç mağaraya sığınmışlar ve `Ey Rabbimiz, bize katından rahmet bağışla, bize şu işimizden bir kurtuluş yolu göster' dediler.
Bunun üzerine onları mağarada yıllarca uyuttuk.
Sonra iki gruptan hangisinin bu uyku süresini doğru olarak hesap edeceğini belirlemek üzere onları uyandırdık.
Ey Muhammed, biz sana onların hikâyelerini doğru olarak anlatıyoruz. Onlar Rabblerine inanmış bir grup gençti, onların hidayet bilincini arttırmıştık.
Kalplerini pekiştirmiştik. Hani ayağa kalkıp şöyle demişlerdi; `Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir; ondan başkasına imdadımıza çağırmayız, yoksa saçmalamış oluruz.'
`Şu soydaşlarımız, Allah'ı bir yana bırakarak çeşitli ilahlar edindiler; onların ilah olduklarına ilişkin kesin delil göstermeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?'
İçlerinden biri dedi ki; `Madem ki, soydaşlarınızla ve onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları putlarla ilişkinizi kestiniz, o halde mağaraya sığınınız, Rabbiniz üzerinize rahmetinden bir pay yaysın ve şu işinizde size kurtuluş yolu göstersin." (Kehf Suresi 9-16)
Yüce Allah'ın gösterdiği bu örnekler, peygamberlerden ve mü'minlerden oluşan onurlu hak yolcularının kafilesinin hayatlarından alınmış kesitlerdir. Tarihin alacakaranlığından beri yoluna devam eden bu onurlu kervanın başlarından geçen bu örnek olaylar, müslüman ümmetin yoluna ışık tutuyor, bu ümmete yolunun işaret levhasını açıkça gösteriyor. İslâm ümmetinin önüne dikilen bu belirgin işaret levhası ona kılavuzluk ediyor, müslüman toplumun hangi sosyal bağ etrafında birleşmesi gerektiğini, başka türlüsünü geçerli saymayacağı bu bütünleştirici bağın ne olduğunu belirliyor. Bu bağa sarılmamızı yüce Allah bizden ısrarla istiyor; kesin bir kararlılıkla bu doğrultunun gösterdiği yolda ilerlememizi emrediyor. Bu ilahi emir, birçok durumlarda ve Kur'an-ı Kerim'in çok sayıdaki direktifinde somut olarak ifade ediliyor. Bu konudaki birkaç örneği birlikte okuyalım.
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun, Allah'a ve O'nun peygamberine isyan eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin. İsterse bu kimseler babaları, oğulları, kardeşleri ve yakın akrabaları olsunlar. Bu mü'minler var ya, Allah imanı onların kalplerine işledi ve onları kendi bağışı olan bir ruhla destekledi. Onları altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştirir. Allah onlardan hoşnut olduğu gibi onlar da Allah'dan hoşnutturlar. Onlar Allah'ın taraftarlarıdırlar. Haberin olsun ki, kurtuluşa erecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." (Mücadele Suresi 22)
"Ey mü'minler, benim ve sizin ortak düşmanlarımızı dost edinmeyiniz. Onlar size gelen gerçeği inkâr ettikleri halde, siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Onlar, sırf Rabbiniz olan Allah'a inanıyorsunuz diye Peygamber'i ve sizï yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için yola çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gerek saklı tuttuğunuz ve gerekse açığa vurduğunuz duygularınızı herkesten iyi bilirim. Aranızdan kim onlara sevgi gösterirse, doğru yoldan sapmış olur." (Mumtehine 1)
"Yakınlarınızın ve çocuklarınızın, kıyamet günü size hiçbir faydası olmaz. Allah onlarla sizi ayırır. Allah yaptığınız her işi görür."
İbrahim'de ve onunla birlikte olan mü'minler de sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır... (Mumtehïne Suresi 3-4)
"Ey mü'minler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz kâfirliği müminliğe tercih etmişlerse, sakın onları dost, yandaş edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse, onlar zalimlerin ta kendileridirler.' (Tevbe Suresi 23)
"Ey mü'minler, yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Allah zalimleri doğru yola iletmez." (Maide Suresi 51)
İSLAM TOPLUMUNUN ORGANİK OLUŞUMUİşte müslüman toplumun ilişkilerini, yapısal özelliğini ve organik oluşumunu düzenleyen temel kural böyle belirlenmiştir. Bu toplumu eski-yeni bütün zamanların cahiliye toplumlarından ayırdedecek olan, bu temel kuraldır. Buna göre toplumu, yüce Allah'ın bu ayrıcalıklı toplum için seçmiş olduğu bu temel kural dışındaki herhangi bir başka kurala dayandırma girişimini "İslâm" ile biraraya getirmek, "İslâm" ile bağdaştırmak mümkün değildir. Müslüman olduklarını söyledikleri halde toplumlarını cahiliye toplumlarına özgü birleştirici ilkelerden birine ya da birkaçına dayandıranlar, İslâmın inanç ilkesini yerlerine koyduğu cahiliyeye özgü toplumsal bağları geçerli sayanlar, ya İslâmı bilmiyorlar, ya da ona karşıdırlar. Her iki durumda da İslâm, böyle kimselerin lafta kalan, uygulamaya yansımayan, hatta fiilen cahiliye ilkelerini tercih etmelerine engel olmayan müslümanlık iddialarını tanımaz.
Bu ilkeye ilişkin o sözlerimizi burada noktalıyoruz. Çünkü onun iyice belirginlik kazandığı kanısındayız. Şimdi de yüce Allah'ın neden toplumu bu ilke üzerine kurduğunu, bu ilahi kararın bazı gerekçelerini irdelemeye çalışalım:
1- İnanç, "insan"ın en yüce özelliklerini, onu hayvanlar aleminden ayıran en üstün karakteristiklerini sembolize eder. Çünkü O, insanın bileşiminde ve yapısındaki hayvan bileşimini ve yapısını aşan unsurla ilgilidir. Bu hayvan bileşiminde bulunmadığı halde, insan bileşimine giren unsur, ruhi unsurdur. İnsanı bilinen biçimi ile insan yapan; bu unsurdur. Hatta son zamanlarda koyu Allah tanımazlar (ateistler) ve en su katılmamış maddeciler bile inancın, insanı hayvandan köklü biçimde ayıran ayrıcalıklardan biri olduğunun farkına varmışlardır. (Bu adamlardan biri "Yeni Darwin'cilik" akımının öncülerinden biri olan Julian Huxley'dir.)
Bu yüzden gerçek uygarlığın doruğuna ermiş olan bir insan toplumunun birleştirici bağı "inanç sistemi" olmalıdır. Çünkü inanç sistemi, insanı hayvandan ayıran en öncelikli insan özelliği ile ilgili bir unsurdur. İnsan toplumunun birleştirici bağı, insan ile hayvan arasında ortak olan niteliklerle ilgili bir unsur olmamalıdır. Meselâ toprak, mera, çıkar ve sınırlar gibi unsurlar, insanlar için olduğu kadar, hayvanlar için de geçerli unsurlardır. Bunlar koru ve otlama alanı gibi kavramları çağrıştırırlar! Yine insan toplumunun temel harcı kan, soy, aşiret, ırk, milliyet, devlet, deri rengi ve dil gibi ortak nitelikler de olmamalıdır. Çünkü bu niteliklerin tümü insan ile hayvanlar arasında ortak niteliklerdir. İnsana özgü olup da hayvanda bulunmayan nitelikler akılla ve kalple ilgili etkinliklerdir.
2- Bunun yanısıra inanç, insanı hayvandan ayıran bir başka unsurla ilişkilidir. Bu unsur tercih etme ve irade unsurudur. Her insan erginlik çağına erince benimsediği inancı özgür iradesi ile seçebilir. Böylece içinde özgür biçimde yaşamak istediği toplum türünü belirler. Bağlanacağı ve hayatında rehber edineceği inanç sistemini; sosyal, ekonomik, siyasi ve ahlâki düzeni tercih eder.
Fakat bu kişi kanını, soyunu, derisinin rengini, milliyetini ve devletini belirleyemez: Ayrıca doğum yeri olmasını istediği yöreyi ve kafasındaki kavramlarla özdeşleşecek olan ana dilini kendi tercihi ile belirleyemez. Cahiliye toplumlarında birleştirici bağlar olarak sayılan diğer çevre şartları da böyledir. Bütün bu şartlar insanın dünyaya gelişinden önce belirleniyor. İnsanın bu şartlara ilişkin ne görüşü alınıyor ve ne de kendisine danışılıyor. Bunlar ona dışardan empoze ediliyor, onların isteyip istemediğine bakılmıyor. Eğer insanın dünyaya ve ahirete ilişkin geleceği -ya da sadece dünyaya ilişkin geleceği- kendisine dışardan empoze edilen bu tür şartlara bağlanırsa o zaman. o insan özgür iradeden, serbest tercihten yoksun bırakılmış demektir. Böyle olunca da kendisini insan yapan en öncelikli ayrıcalıktan mahrum edilmiş, insanı onurlu kılan dayanakların en köklülerinden biri yıkılmış; hatta insanı diğer canlılardan ayıran, insani yapısının ve bileşiminin özünü oluşturan temel niteliklerden biri dinamitlenmiş olur.
İnsanı insan yapan özellikleri korumak için, yüce Allah'ın insana bağışladığı bu özelliklerle uyumlu onuru zedelememek için, İslâm, inanç sistemini, müslüman toplumun birleştirici bağı yapıyor. Erginlik çağına giren herkesin özgür iradesi ile seçebileceği bu birleştirici bağa göre fertlerin kendi geleceklerini belirlemelerine imkân veriyor. Toplumun birleştirici bağını zorunlu faktörlerin oluşturmasını reddediyor. Çünkü insanın bu faktörlerin ortaya çıkmasında hiçbir kişisel rolü olmadığı gibi, onları isteğine göre değiştirmeye de gücü yetmez.
3- Birleştirici bağı inanç sistemi olan, dışardan empoze edilen diğer zorunlu faktörleri birleştirici saymayan bir toplum, bütün insanlara kapısı açık, milletler üstü bir toplum kurabilir. Böyle bir topluma her ırktan, her renkten, her dilden, her soydan, her kan grubundan, her yöreden ve her bölgeden insanlarla sınırlanmamış özgür iradeleri ve kişisel tercihleri ile katılabilirler. Hiçbir engel onları bu serbest katılmadan alıkoyamaz. Hiçbir şey önlerine dikilemez. İnsanı insan yapan yüce özelliklere ters düşen hiçbir yapmacık coğrafi sınır yollarını kesemez. Bütün insana özgü yetenekler ve güçler bu toplumun potasına akar, bir alanda toplanır. Böylece bütün ırkların yeteneklerinden yararlanan, hiçbir insan grubunun becerisine kapılarını kapatmayan uluslar üstü bir "insan uygarlığı" ortaya çıkar. Bu uygarlığın geniş ufuklu egemenliği altında her renkten, her ırktan, her soydan ve her bölgeden insan ortak bir üreticilik ideali etrafında ayırımsız bir mutluluğun tadını çıkarır.
"İslâm sistemi bu alanda göz kamaştırıcı pratik sonuçlar elde etmiştir. Irk, bölge, renk,. dil, kısa vadeli menfaat ve anlamsız coğrafi sınır bağlarına dayanan değil de sırf inanç bağına dayanan bir İslâm birliği kurmuştur. Bu geniş çaplı toplumda insan ile hayvan arasındaki ortak nitelikleri arka plana atarak "insanı insan yapan" özellikleri ön plana çıkarmış, geliştirip yüceltmiştir. Bu sistemin pratik hayata yansıyan göz kamaştırıcı sonuçlarının başlıcaları şunlar oldu: İslâm toplumu bütün ırklara, renklere ve dillere kucak açan "açık" bir toplum oldu. İnsan grupları arasındaki bütün "hayvan" kökenli basit birleşme engellerini ortadan kaldırdı. Böylece bütün ırklardaki insanı insan yapan özellikler ve yetenekler İslâm potasına aktı. Sözkonusu yetenekler ve özellikler bu potada eriyip kaynaştıktan sonra oldukça kısa bir süre içinde üstün bir organik sentez meydana getirdi. Bu homojen, uyumlu ve şaşırtıcı insan kütlesi, bölgeleri arasındaki mesafelerin uzaklığına ve zamanın ulaşım imkânlarının yetersizliğine rağmen günündeki tüm insanlık enerjilerinin özünü içeren parlak ve büyük bir uygarlık kurdu
"Bu üstün toplumda Arabı, İranlı'sı, Şamlısı, Mısırlısı, Kuzey Afrikalısı, Türk'ü, Çinlisi, Hintlisi, Bizanslısı, eski Yunanlısı, Endonezyalısı, Afrikalısı, bunlar gibi daha birçok ırktan insan biraraya geldi. Bu ırkların aynı potada toplanan yetenekleri, dayanışmalı ve uyumlu bir çalışma ile İslâm toplumunu ve İslâm uygarlığını kurdu. Bu uygarlık hiçbir zaman "Arap uygarlığı" olmadı, "İslâm uygarlığı" oldu; hiçbir zaman "ırk"' damgası taşımadı, her zaman "inanç" damgası taşıdı.
Bu insanların tümü eşitlik ilkesi uyarınca, sevgi bağı etrafında kaynaşarak ve aynı amaca yönelerek biraraya gelmişler, hepsi yeteneklerini son noktasına kadar kullanmışlar, ırklarının en köklü özelliklerini harekete geçirmişler; kişisel, ırkî ve tarihi bütün tecrübelerini ortaya dökmüşler. Böylece ortak bir toplum kurmuşlar. Hepsi bu toplumun eşit üyesi idiler. Bu toplumdaki birleştirici bağları tek olan Allah'ları ile ilgili idi. Bu toplumda sadece "insan"lıkları -engelsiz olarak- ön planda idi. Bu kadar zengin sosyal birikim, tarih boyunca hiçbir toplumda biraraya gelmemiştir.
"Örnek verecek olursak, eski çağların en ünlü beşeri birleşme hareketi, Roma İmparatorluğu idi. Bu imparatorluğun yapısında birçok ırklar, birçok diller, birçok renkler ve birçok kültür sentezleri biraraya gelmişti. Fakat bütün bunları kaynaştıran ortak bağ "insana özgü sosyal bağ" değildi, bütün bu değişik unsurlar "inanç" gibi yüce bir değerin potasında eritilmemişti. Bu imparatorlukla bir yandan sosyal sınıf ilkesine dayalı birlik vardı. Bir tarafta aristokratlar ve öbür tarafta köleler sınıfı vardı. Bu imparatorluk aynı zamanda ırkçılık ilkesine dayanıyordu; genel olarak Roma ırkından gelenler yönetici, öbür ırklar ise köle konumunda idi. Bu yüzden bu imparatorluk hiçbir zaman İslâm toplumunun ulaştığı birleşme ufkuna varamadı ve asla İslâm birliğinin verdiği meyveleri veremedi.
"Yakın tarihte de başka "birleşme" örnekleri görüldü. Meselâ Britanya İmparatorluğu bunların başlıcalarından biridir. Fakat bu birlik, mirasçısı olduğu Roma İmparatorluğu gibi, ırkçı ve sömürgeci bir birliktir. Yapısı İngiliz ırkının efendiliği, egemenliği ve sınırları içindeki diğer milletlerin sömürülmesi ilkesine dayanır. Avrupa'da kurulan diğer tüm imparatorluklar da böyledir. Bir zamanların İspanya İmparatorluğu, Portekiz İmparatorluğu gibi. Hepsi aynı geri, çirkin ve iğrenç düzeye takıldı kaldı."
"Komünizm millet, ırk, yurt, dil ve renk engellerini aşan, başka bir birlik türü kurmak istedi. Fakat komünizm, bu birliği her yönü ile "insana yaraşır" bir temele değil "sınıf" temeline dayandırdı. Bu birlik eski Roma birliğinin bir başka türlüsü oldu. Roma birliği "Aristokrat" zümrenin egemenliğine dayandığı halde komünist birlik "proleterya"nın yani işçi sınıfının egemenliğine dayanıyor. Birliğin egemen motifi, toplumun diğer sınıflarına karşı duyulan kara bir kin duygusudur."
"Böylesine basit amaçlı ve kin motifli bir birlik, insan denen varlığın en kötü duygularını dışa yansıtmaktan başka bir sonuç veremez. Bu birlik ilke olarak insanın sadece hayvani sıfatlarını ön plana çıkartma, onları geliştirip kökleştirme esasına dayanır. Ona göre insanın "temel istekleri" beslenme, konut ve cinsiyet içgüdüsüdür. Oysa bunlar "temel hayvansal içgüdüler"dir. Zaten komünizme göre insanlık tarihi "ekmek peşinde koşma" tarihidir."
"İslâm, insanı insan yapan en öncelikli nitelikleri ön plana çıkarmayı, kurduğu insani toplumda bunları geliştirip yüceltmeyi amaçlayan ilahi sistemi ile bütün diğer sosyal birleşme biçimlerinden apayrı olmuştur ve apayrı olma niteliğini sürdürmektedir. Bu sistemi bırakıp başka sisteme sapanlar; ırk, milliyet, toprak, sınıf gibi değişik ilkelere dayanan ve kokuşmuş komünist düzene kadar varan değişik temellere dayalı başka sistemler arayanlar gerçekten "insan" düşmanlarıdırlar. Bunlar insanın, evrende Allah tarafından yaratıldığı gibi, yüce özellikleri ile apayrı ve seçkin bir tür olarak yaşamasını istemeyen kimselerdir. İnsan toplumunun, yapısını oluşturan milletlerin olanca becerilerinden yeteneklerinden ve tecrübelerinden kaynaşma ve uyum içinde yararlanmasına razı olmayan kimselerdir."
4-Şunu hatırımızdan hiç çıkarmamalıyız. Bu dinin düşmanları onun yapısındaki ve uygulama stratejisindeki güçlü noktaları iyi biliyorlar. Nitekim yüce Allah bu düşmanlar hakkında "Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar" buyuruyor. (Bakara Suresi 146) Bunlar, inanç temeline dayalı birlik modelinin, bu dinin güçlülüğünün sırlarından biri olduğunu, bu temel üzerine kurulan İslâm toplumunun bu yüzden güçlü olduğunu kavramakta gecikmediler, Onlar bu toplumu yıkmayı ya da onu kolayca boyundurukları altına alacakları oranda zayıflatmayı, böylece bu dine ve bağlılarına yönelik kinlerini tatmin etmeyi; müslümanların geleceklerini, yurtlarını ve zenginlik kaynaklarını sömürmeyi kafalarına koyduklarında, bu iğrenç emelleri uğrunda bu toplumla savaşa girişmeye karar verdiklerinde, bu toplumun üzerinde oturduğu ana temeli zayıflatmayı, tek Allah inancı etrafında birleşen müslümanların karşısına yüce Allah dışında tapılacak putlar dikmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu putun adı kimi zaman "yurt"dur, kimi zaman "ırk"dır, kimi zaman da "milliyet"dir.
Bu putlar tarihin çeşitli aşamalarında kimi zaman "halkçılık" kimi zaman "Turancılık" kimi zaman "Arap milliyetçiliği" ve kimi zaman da başka isimler ve kılıklar altında sahneye konmuştur. Bu putların bayraklarını değişik cepheler omuzlamışlardır. Bu cepheler, şeriat hükümlerine göre düzenlenmiş ve inanç temeline dayalı tek İslâm toplumu içinde birbirleri ile boğuşmaya girişmişlerdir. Sonunda sürekli darbeler altında yıpranan, iğrenç ve zehirli propagandaların hedef tahtası haline gelen bu ana temel zayıflamıştır. Bu zayıflamaya paralel sözünü ettiğimiz "put"lar kutsallaştırılmış, dokunulmazlık zırhına büründürülmüştür. Öyle ki, bu putlara karşı çıkanlar, milletlerinin dininden çıkmış, ülkelerinin menfaatlerine ihanet etmiş kimseler olarak sayılmışlardır.
Tarihte bir eşi bulunmayan İslâm birliğinin sarsılmaz temelini yıkmaya çalışan en iğrenç düşman kampı, mikrop yuvası yahudi kampıdır. Yahudiler "milliyetçilik" silahını, hristiyan birliğini parçalayarak, onu milli kiliselere bağlı, siyasi milletlere dönüştürme kampanyasında denemişlerdi. Böylece yahudi ırkı etrafındaki hristiyan çemberini parçalamışlardı. arkasından aynı silahı bu kez, lânetli ırklarını kuşatan İslâm çemberini kırmak için kullandılar.
Hristiyanlar da İslâm toplumuna karşı aynı silahtan yararlandılar. İslâm toplumu potasında eriyip bütünleşmiş değişik milletler arasında yüzyıllar boyunca ırkçılık, milliyetçilik ve yurtçuluk kışkırtması yaptılar. Bu yolla, en sonunda, bu dine ve bağlarına karşı besledikleri hristiyanlık kaynaklı derin kinlerini tatmin etmeyi başardılar. Bu kışkırtmaların doğurduğu bilinçsiz naralar sonunda müslümanları parçalamayı, onları hristiyan Avrupa boyunduruğu altına girmeyi kabul etmeyi başardılar. Onların bu egemenliği halâ sürüyor. Yüce Allah'ın izni ile o iğrenç, o lânetli putlar yıkılıp da İslâm birliği sözünü ettiğimiz sarsılmaz ve eşsiz temeli üzerinde yeniden kurulunca bu amansız düşmanların 'sömürgeci egemenliği devam edecektir.
5- Son olarak gerçeği vurgulayalım: İnsanlar sırf inanç temeline dayanan bir birleşme modelini benimsemedikçe, putperest cahiliyenin boyunduruğundan bütünüyle kurtulamazlar. Çünkü insanların düşüncelerinde ve toplum yapılarında bu temel kural geçerli olmadıkça egemenliği yüce Allah'ın tekeline verme ilkesi gerçekleşemez.
Ortada bir tek "kutsal" varlık olmalı, sadece o kutsanmalıdır, çok sayıda "kutsallar" bulunmamalıdır. Bir tek "parola" olmalı; "parolaların" sayısı artmamalıdır. insanların tüm varlıkları ile yönelecekleri "kıble" bir tek olmalı, kıbleler ve yönelme yerleri çok sayıda olmamalıdır.
Putperestliğin bir tek türü yoktur. Putperestlik sadece taştan oyulmuş putlara ve masal ürünü tanrılara tapmaktan ibaret değildir. Putperestlik değişik biçimlerde ortaya çıkabilir. Putlar da değişik kılıklara girebilirler. Eski masallarda anlatılan putlar, yüce Allah dışındaki değişik "kutsallar"ın ve "mabutlar"ın varlığında tekrar sahneye çıkabilirler. Bu kutsalların ve "mabut"ların isimleri şu ya da bu olmuş, bunlara sunulan tapınma törenleri şöyle ya da böyle olmuş, farketmez.
İnsanları tek Allah'a inanmaya, tek Allah'ın egemenliğini benimseyerek bütün yaratıkların egemenlik iddialarını reddetmeye çağıran İslâm, insanları taşlardan yontulmuş ya da masal ürünü putların boyunduruğundan kurtardıktan sonra onların milliyetçilik, ırkçılık, yurtçuluk ve benzeri putların boyunduruğuna girmelerine, bu putların bayrakları ve sloganları altında birbirlerini kırmalarına razı olamaz!
Bu yüzden yüce Allah insanlık tarihi boyunca yaşamış ve kıyamet gününe kadar yaşayacak olan tüm insanları iki "ümmet"e ayırmıştır. Bu ümmetlerin biri, ilk peygamberden peygamberlerin sonuncusu olan ve tüm insanlığa seslenen bizim Peygamberimize kadar gelip geçen tüm peygamberlerin bağlılarından oluşmuş müslüman ümmetidir. Öbürü de müslüman olmayanların oluşturduğu ümmettir ki, bunlar da yüzyıllar boyunca sadece adları ve biçimleri değişen tağutlara, zorbalara, diktatörlere ve putlara tapan kimselerdir.
Yüce Allah, müslümanlara, çağlar boyunca kendilerini birleştiren ümmetlerini tanıtırken, her dönemdeki peygambere uyulmasını esas almış ve bu ümmetin kuşaklarını gözden geçirdikten' sonra şöyle buyurmuştur:
"İşte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız bana kulluk ediniz." (Enbiya Suresi 92)
Görülüyor ki, yüce Allah Araplar'a "Sizin ümmetiniz Arap ümmetidir; cahiliye döneminde olmuş, İslâm döneminde olmuş farketmez" demiyor. Yahudilere "Sizin ümmetiniz İsrailoğulları, ya da İbraniler'dir. Cahiliye döneminde olmuş, İslâm döneminde olmuş farketmez." Selman-ı Farisî'ye "Senin ümmetin Farslılar'dır", Suheyb-ı Rumi'ye "Senin ümmetin Bizanslılar'dır" ya da Bilâl-i Habeşi'ye "Senin ümmetin Habeşliler'dir" demiyor. Tersine ister Arap kökenli, ister Fars kökenli, ister Bizans kökenli ve ister Habeşistan kökenli olsunlar, tüm müslümanlara şunu söylüyor: "Sizin ümmetiniz Musa'nın, Harun'un, İbrahim'in, Lût'un, Nuh'un, Davud'un, Süleyman'ın, Eyyub'un, İsmail'in, İdris'in, Zülkifl'in, Zunnun'un, Zekeriyya'nın, Yahya'nın, Meryem'in dönemlerinde gerçek anlamda Allah'ın buyruklarına bağlanmış müslümanlar topluluğudur." Enbiya suresinin 48. ayeti ile 92. ayeti arasında bu gerçek vurgulanmıştır.
İşte bizzat yüce Allah'ın tanımı ile "müslüman ümmet" budur. Kim yüce Allah'ın yolundan başka bir yol istiyorsa, istediği yolu seçsin. Fakat dürüst davranıp "müslüman olmadığını" söylesin. Biz müslümanlara gelince, bizler yüce Allah'ın bize tanımladığı ümmetten başka bir ümmet tanımıyoruz. Yüce Allah gerçeği anlatır ve doğru hüküm verir.
İslâm dininin bu temel meselesi hakkında Hz. Nuh ile ilgili hikâyeden ilham alarak yapmış olduğumuz bu açıklamayı burada noktalamayı uygun görüyoruz.
İLAHİ TERAZİDE MÜSLÜMANIN DEĞERİSon olarak Hz. Nuh ile ilgili hikâyenin üzerinde bir kere daha duralım ve bir avuç müslümanın yüce Allah'ın terazisindeki değerini görelim:
Hz. Nuh'un bağlıları olan müslümanlar bir avuçluk, küçük bir azınlıktı. Elimizdeki bazı rivayetlere göre sayıları on iki idi. Bu konudaki tek doğru ve güvenilir kaynağın belirttiğine göre bu oniki müslüman, Hz. Nuh'un dokuz yüz elli yıllık İslâma çağrı çabalarının ürünü idi.
İşte bu uzun ömrün ve yoğun çabanın ürünü olan sözkonusu bir avuç müslüman, yüce Allah katında o kadar ağırlıklı bir önem taşıyordu ki, yüce Allah onların hatırı için evrenin alışılagelmiş bazı geleneklerini değiştirerek, o gün üzerinde hayat süren yeryüzü parçasındaki tüm varlıkları, tüm canlıları etkileyen bir "Tufan" olayı meydana getirdi. Bu "Tufan" olayının arkasından bu bir avuç müslümanı yeryüzünün mirasçısı yaptı. Onlara yeryüzünü yeniden onaracak, kalkındıracak, sahipleşecek insan kuşağının çekirdeği olma fırsatını verdi.
Bu son derece önemli bir olgudur.
Günümüzde İslâmi diriliş hareketinin, İslâm Rönesansının öncüleri yeryüzünün her tarafında yaygın cahiliye ile yüzyüze boğuşuyorlar. Bu cahiliye ortasında ve bu kimsesizlik ortamında gariplik çekiyorlar. Bunun yanısıra çeşitli eziyetlere, itilip kakılmalara, işkencelere ve ağır cezalara göğüs geriyorlar. İşte bu kahraman öncülerin bu son derece önemli olgunun, iyi düşünülmesi ve iyi değerlendirilmesi gereken anlamının üzerinde uzun uzun durmaları gerekir.
Yeryüzünde müslüman bir çekirdeğin varlığı, yüce Allah'ın katında son derece önemli bir olgudur. O kadar ki, yüce Allah bu çekirdeğin hatırı için cahiliye sisteminin tüm varlığını, yurdunu, uygarlık eserlerini, yapılarını, güçlerini, birikimlerini tümü ile yokeder. Arkasından bu çekirdeği yeşertir, gözetip geliştirir. Günü gelip bu çekirdek esenlik içinde kurtuluşa erince, yeryüzünü yeniden onarıp kalkındırmakla görevlendirilir, tüm dünyanın mirasçısı olur.
Hz. Nuh, yüce Allah'ın yukarıda okuduğumuz "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle konuşacaklardır." buyruğu gereğince "yüce Allah'ın gözleri önünde ve vahyinin ışığında" bir gemi yapıyor. (Hud Suresi 37)
Daha önce soydaşlarının kovalamaları, eziyetleri ve ihtarı ile yüzyüze gelen Hz. Nuh, aşağıdaki ayette bize anlatıldığı üzere, çaresizlik içinde yüce Allah'a sığınıyor. Okuyoruz:
"Onlardan önce Nuh'un soydaşları da yalanladı. Onlar bizim kulumuzu yalanlayarak `Bu adamı cinler çarptı' dediler ve çalışmasını engellediler. Bunun üzerine `Ben yenik düştüm, bana yardım et' diye Rabbine dua et. ti. (Kamer Suresi 9-10) Hz. Nuh, Rabbine sığınırken "yenik" düştüğünü ilan ediyor ve Rabbine dua ediyor ki, yenik düşmüş olan Peygamberine "yardım" etsin. İşte o zaman yüce Allah, yenik düşen bu kulunun hizmetine girsinler diye evrenin korkunç güçlerini harekete geçiriyor:
"Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşalan sularla açtık.
Yeryüzünde de kaynaklar fışkırttık. Her iki yönden gelen su, belirlenen bir ölçü uyarınca birleşti." (Kamer Suresi 11-12)
Bu korkunç evrensel güçler böylesine evrensel düzeydeki korkunç ve göz kamaştırıcı fonksiyonlarını yerine getirirlerken, bizzat yüce Allah'ın kendisi yenik düşen kulu ile beraberdir. Okuyoruz:
"Nuh'u tahtalardan yapılmış ve çivilerle çakılmış bir gemiye bindirdik. Bu gemi gözlerimiz önünde sular arasında yolalıyordu. O soydaşları tarafından yalanlanan Nuh'un çektiği sıkıntılara karşılık bir ödüldü." (Kamer Suresi 13-14)
İşte çağdaş "islâmi diriliş hareketi" öncülerinin cahiliye rejimleri tarafından itilip kakıldıklarında, "yenilgiye" uğratıldıklarında her yerde ve her zaman karşısına geçip dikilecekleri korkunç tablo budur.
Onlar, yüce Allah'ın evrensel korkunç güçleri emirlerine vermesini hakeden kahramanlardır. Bu evrensel güçlerin "Tufan" olayı bu evrensel güçlerin sayısız aksiyon biçimlerinden sadece bir tanesidir. Nitekim yüce Allah "Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilemez." buyuruyor.
Bu kahraman öncülere düşen sadece şudur: Direnecekler, yollarında ısrarla yürüyecekler. Güç kaynaklarını bilecekler ve O'na yönelecekler. Yüce Allah'ın destekleyici kararı gerçekleşinceye kadar sabredecekler. Güçlü dostları ve dayanakları olan yüce Allah'ı gökte ve yerde hiçbir şeyin aciz bırakamayacağına, O'nun dostlarını, düşmanlarının ellerinde bırakmayacağına, eğer bir süre onları düşmanlarının ellerine teslim etmiş gibi görünse de bunun eğitme ve sınavdan geçirme amacına yönelik olduğuna güvenecekler. Bu eğitim ve sınav dönemi başarı ile aşılınca, yüce Allah, bu öncülere ve onlar eli ile yeryüzüne dilediğini kesinlikle yapar.
İşte bu son derece önemli evrensel olaydan çıkarılacak olan ders budur. İslâmın tarafını tutup cahiliye ile göğüs göğüse boğuşan hiç kimse sanmamalıdır ki, kendisi yüce Allah'ın ortaksız ilahlığını ve Rabblığını savunurken, O kendisini cahiliye karşısında yalnız bırakır. Yine bu kişi kendi kişisel gücü ile cahiliyenin gücünü karşılaştırarak bu dengesiz düşman güçleri karşısında yenik düşüp de "ben yenildim, ya Rabbim, yetiş imdadıma" diyerek yardım göndermesi için yalvarınca, yüce Allah'ın kendisini bu zalim güçlerin kucağında bırakacağını asla düşünmemelidir.
"İslâmi diriliş hareketi" öncüsünün gücü ile karşıt cahiliye güçleri arasında denge bir yana, yakınlık bile yoktur. Cahiliye, alabildiğine güçlüdür. Fakat insanları yüce Allah'ın yoluna çağıran mücahidin arkasında yüce Allah'ın gücü vardır. Yüce Allah, dilediği zaman ve dilediği biçimde evrensel güçlerin bazılarını onun emrine verebilir. Bu güçlerin en hafifi bile karşısındaki cahiliyeyi hiç beklemediği bir biçimde yok eder, tozunu havada uçurur.
Fakat sözünü ettiğimiz sınav döneminin bazan uzun sürebileceğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Bu süre uzunluğunun altında mutlaka yüce Allah'ın bildiği bir hikmet yatar. Meselâ Hz. Nuh, soydaşları arasında tam dokuz yüz elli sene mücadele verdi. Ancak o zaman bu sınav süresini doldurabildi. Bu uzun mücadele döneminin ürünü sadece oniki müslüman olabildi. Fakat bu bir avuç müslüman, yüce Allah'ın terazisinde o kadar büyük bir değer sayıldı ki, onların hatırı için bir bölüm evrensel güçler harekete geçirilerek o günün sapıtmış insanlığı tümü ile imha edildi; yeryüzü tümü ile bu bir avuç müslümanın eline verildi, onu yeniden onarıp kalkındırmak ve yurt edinmek de sadece bu azınlığın görevi oldu.
Olağanüstü olaylar çağı sona ermiş değil. Çünkü yüce Allah'ın özgür dileği uyarınca her an olağanüstü olay gerçekleşiyor. Fakat Allah her dönemin pratiğine ve şartlarına göre olağanüstü olayların biçimlerini ve türlerini değiştiriyor. Ayrıca bazı olağanüstü olaylar, bazı akıllar tarafından kanıksandığı için olağanüstülükleri kavranmaz oluyor. Fakat yüce Allah ile sürekli ilişkide olanlar bu olaylarda O'nun elini görebilirler, O yüce elin harika eserlerini somut biçimde algılayabilirler.
Yüce Allah'ın yolunun yolcularına düşen görev şudur:
Yapmaları gereken her şeyi, güçlerini son zerresine kadar harcayarak yapmalı, sonra da huzur ve güven içinde işi Allah'a havale etmelidirler. Eğer düşman karşısında yenilgiye uğrarlarsa, yüce yardımcıya ve ulu destekleyiciye başvurmalı ve Hz. Nuh'un "Ben yenik düştüm, bana yardım et" dediği gibi, yüce Allah'a el açıp yalvarmalıdırlar. Bundan sonra yapacakları tek iş, yüce Allah'ın yakın vadeli kurtuluşunu, çıkar yol gösterişini beklemektir. Yüce Âllah'dan çıkar yol beklemek ibadettir. Buna göre bu kahramanlar bu bekleyişleri karşılığında sevap alacaklardır.
Daha önce vurguladığımız şu gerçek burada tekrar karşımıza çıkıyor. Bu Kur'an kendisi ile birlikte savaşa girenlerden, kendisinden aldıkları güçle büyük cihada girişenlerden başka hiç kimseye sırlarını açmaz. Sadece böyleleri Kur'an'ın indiği ortamın havasına benzer bir havada yaşayabilirler ve bu sayede onun zevkine varabilirler, inceliklerini kavrayabilirler. Çünkü ilk müslümanlar nasıl bu Kur'an'ın dolaysız muhatapları oldular, bu sayede onun zevkine vardılar, inceliklerini kavradılar ve direktifleri uyarınca hareket etmişlerse, böyleleri de Kur'an'ın doğrudan muhatapları oldukları duygusunu içlerinde bulurlar.
Önünde-sonunda hamd Allah'a mahsustur.
HZ. NUH'UN KAVMİHz. Nuh'un soydaşları tarih içinde gelip geçtiler. Çoğunluğu, ilahi mesajı yalanlayanlardı. Bunları "Tufan" ve tarih yuttu. Böylece hem hayattan hem de yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldılar. Sağ kalanlar ise, yeryüzüne halife oldular. Böylece yüce Allah'ın "mutlu son takva sahiplerinïndir" şeklindeki vaadi ve yasası gerçekleşmiş oldu.
Yüce Allah'ın, Hz. Nuh'a yönelik vaadi şöyle idi:
"Ey Nuh, sana ve yanındakilerden türeyecek ümmetlere sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız."
Zamanın çarkları dönüp tarih sürecinin adımları ilerledikçe yüce Allah'ın bu vaadi de gerçekleşme aşamasına geldi. Dünyanın çeşitli yerlerine dağılan Hz. Nuh'un soyunun bir bölümü yavaş yavaş doğru yoldan saptı. Onların arkasından gelen Semudoğulları da bu sapıklığı sürdürdüler. Yüce Allah'ın şu hükmü işte bu toplumlar hakkında idi, "Yanındakilerin soyundan başka ümmetler gelecektir. Bunlara bir ,süre için dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız.
50- Adoğullarına da kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik. Hud dedi ki; "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka ilahınız yoktur. Başka ilahlara taptığınız için sizler birer iftiracısınız, uydurmaların peşinden gidiyorsunuz. "
51- "Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi, beni yoktan vareden Allah verecektir. Acaba aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"
52- "Soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz. "
Hz. Hud, Adoğulları'ndandı, onların kardeşi, onlardan biri idi. İşin başında onunla soydaşları arasında, kabilenin bütün bireylerini birbirine bağlanan "akrabalık" bağı vardı. Okuduğumuz ayetlerde bu ortak bağa dikkat çekiliyor. Çünkü bu ortak bağın doğal gereği olarak Hz. Hud ile "kardeşleri" arasında güven, karşılıklı sevgi ve öğüt alışverişi havasının egemen olmasının beklendiğine işaret ediliyor. Ayrıca soydaşlarının bu kardeşlerine karşı takındıkları olumsuz tavrın anormalliği ve yakışıksızlığı vurgulanıyor. Bunların yanısıra, Hz. Hud ile soydaşları arasında ilerde belirecek olan inanç farklılığı ilkesinden kaynaklanan ilişki kesikliğinin, yol ayrılışının doğallığı zihinlere işleniyor. Böylece inanç bağı kopunca, bütün diğer bağların kopacağı, İslâm toplumunda tek birleştirici bağın inanç bağı olduğu ilkesi somut motifler halinde gözlerimizin önüne seriliyor. Bir de bu dinin mahiyetine ve hareket stratejisine ışık tutulmuş oluyor. Şöyle ki:
Bu dine yönelik çağrı kampanyasının başlangıç aşamasında, bu çağrıyı seslendiren peygamber ile çağrının muhatapları aynı millettendirler. Taraflar arasında akrabalık bağı, kan bağı, soy bağı, aşiret ortaklığı ve yurt ortaklığı bağı vardır. Fakat daha sonra bütün bu ortak bağlar kopuyor ve aynı soydan gelen iki karşıt "ümmet" oluşuyor. Bir tarafta "müslüman ümmet" karşımıza çıkıyor. Bu iki ümmet arasında, artık ayrılık ve ilişki kesikliği egemen oluyor. Bu ilişki kesikliğine dayalı olarak yüce Allah'ın "mü'minleri" başarıya ulaştırmaya ve "müşrikleri" imha etmeye ilişkin vaadi gerçekleşiyor.
Yalnız bu ilahi vaadin gündeme gelebilmesi için, gerçekleşebilmesi için, önce bu ilişkilerin kesilmesi gerekir, aradaki ayrılığın kesinleştirilmesi ve karşıt sayfaların net biçimde belirginleşmesi gerekir. Bu noktaya varılabilmesi için peygamber ile mü'min soydaşları, hemşehrileri ile aralarındaki bütün geçmiş bağlarından, bütün ortak ilişkilerinden sıyrılmalıdırlar; soydaşları ile kabilelerinin yönetimi ile aralarındaki eski dostluk ve bağımlılık köprülerini yıkmalıdırlar; bağlılıklarını sadece Rabbleri olan yüce Allah'a ve kendilerini Allah'a, O'nun ortaksız egemenliğini benimseyerek kula kulluğu reddetmeye çağıran müslüman yönetime yöneltmelidirler. İşte ancak o zaman -daha önce değil- yüce Allah'ın desteğine mazhar olabilirler, ancak o takdirde yüce Allah'ın zafere ilişkin vaadi haklarında gerçekleşebilir. Şimdi de okuduğumuz ayetleri inceleyelim:
"Adoğulları'na da kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik."
Daha önceki hikâyede anlatıldığı gibi nasıl Hz. Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdiysek Hz. Hud'u da soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Sonra ne oldu?..
"Hud dedi ki; `Ey soydaşlarım..."
Onlara sevgi ile yaklaşarak, kendilerine, aralarındaki birleştirici bağları hatırlatarak söze giriyor. Amacı duygularını kamçılamak ve güvenlerini kazanarak söyleyeceklerine kulak vermelerini sağlamaktır. Çünkü herhangi bir toplumun önderi, halkına yalan söylemez; amacı iyi rüyetle öğüt vermek olan bir lider, soydaşlarını aldatmaz. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Hud dedi ki; `Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, o'ndan başka bir ilahınız yoktur."
Hz. Hud'un bu sözü, bütün peygamberlerin tarih boyunca hép tekrarladıkları ortak bir sözdür: Hz. Hud'un soydaşları -daha önce söylediğimiz gibi Hz. Nuh'un yanındaki mü'minlerin gemiden indiklerinde kafalarında taşıdıkları tek Allah'a kulluk etme inancından sapmışlardı. Belki de bu sapma eyleminin ilk adımını, Hz. Nuh ile birlikte gemiye binen o mü'min azınlığın anısını ululaştırarak atmışlardı. Sonradan bu ululaştırma eylemi kuşaktan kuşağa geçerken gelişerek insanlara yarar sağlayan ağaçlarda ve taşlarda somutlaşmış, daha sonraki bir aşamada da bu ağaçlar ve taşlar tapılan putlara dönüşmüşlerdir. Derken bu putların arkasında beliren birtakım kâhinler, anıt bekçileri ve din simsarları insanları bu düzmece ilahlar adına kendilerine tapmaya yöneltmişler,çok sayıdaki cahiliye sapıklıklarından birini din kılığına büründürerek gelenekleştirmişlerdir. Demek istediğimiz şudur: Yüce Allah'dan başkasını kutsallaştırma duygusuna kapı kapatan, tek Allah'a kulluk sunma dışındaki her sapık inancı ilke olarak reddeden, mutlak "Tevhid" inancından meydana gelebilecek olan tek adımlık bir sapma, zamanla sayılarını ve açılarını sadece ve açılarını sadece yüce Allah'ın bilebileceği birçok sapma adımını beraberinde getirir.
Her neyse, Hz. Nuh'un soydaşları "müşrik" idiler, kulluğu sırf yüce Allah'a sunma inancına uzak düşmüşlerdi. Bu yüzden O, bütün peygamberlerin seslendirmiş oldukları şu çağrıyı soydaşlarına yöneltmişti:
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Başka ilahlara taptığınız için sizler birer iftiracısınız, uydurmaların peşinden gidiyorsunuz."
Allah'ı bir yana bırakarak birtakım putlara taparken ve Allah'a birtakım ortaklar koşarken iftira ediyor, asılsız yakıştırmalara bel bağlıyorsunuz.
Hz. Nuh, bu sözlerinin hemen arkasından bu çağrısının samimi olduğunu, bu öğüdünün çıkarcı amaçlardan arınmış olduğunu vurgulama gereğini duyuyor. Bu çağrısının ardında herhangi bir yan amaç gizli değildir. Bu öğüt verme ve yol gösterme çabalarına karşılık hiç kimseden herhangi bir maddi çıkar istemiyor. Onun ücretini verecek olan yüce Allah'dır. Gözeticisi ve koruyucusu sadece O'dur. Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi, beni yoktan vareden Allah verecektir. Acaba aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"
Hz. Hud'un "Sizden herhangi bir ücret istemiyorum" şeklindeki sözünden anlaşılıyor ki, soydaşları kendisini yaptığı çağrının karşılığında ücret istemekle ya da mal kazanmak peşinde koşmakla suçlamışlar ya da böyle bir imada bulunmuşlardır. Bundan dolayı bu suçlamayı reddeden cümlesinin arkasından soydaşlarına "Acaba aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?" diye sesleniyor. Bu azarlayıcı cümlede soydaşlarının tutumu karşısında duyduğu şaşkınlık dile geliyor. Nasıl hayret etmesin ki, adamlar yüce Allah'ın görevlendirip gönderdiği bir peygamberin insanlardan maddi menfaat bekleyeceğini düşünüyorlar. oysa o peygamberi insanlara gönderen yüce Allah, tüm bu yoksulları, bu zavallıları besleyen tek rızık verici, tek yarar dağıtıcıdır.
Hz. Hud, bunun arkasından soydaşlarını Allah'dan af dilemeye, suçlarından dolayı pişmanlık duyarak O'nun dergâhına sığınmaya çağırıyor. Bu çağrıyı yaparken bizim peygamberimizin bu surenin başında aktarılan sözlerinin aynısını söylüyor. Binlerce yıl sonra bizim Peygamberimiz, hangi uyarıları seslendirmiş, hangi vaadleri yapmış ise, Hz. Hud da soydaşlarına aynı uyarıları ve vaadleri yöneltiyor. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz."
Adamların yağmura ihtiyaçları vardı. Yağmurların sağlayacağı sularla o çöl ortasında tarlalarını sulayacaklar, hayvanlarına su verecekler, bol yağmurların sağlayacağı bereketi koruyacaklardı. Devam ediyoruz:
"Gücünüze güç katsın."
Sahibi olmakla ün yaptığınız gücünüzü arttırsın. Ama;
"Suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz."
çağrıma sırt çevirme ve ilahi mesajı yalanlama suçlarını işlemeyiniz.
Bu ayette dile gelen "bol yağmur yağdırma" ve "güce güç katma" vaadleri üzerinde biraz durup düşünelim: Bu vaadler, yüce Allah'ın evrensel düzende geçerli olan değişmez kanunlarına göre yürüyen ilahi geleneğin sonucu olarak ortaya çıkan ve elbette ki, yüce Allah'ın dilediğine ve yaratıcılığına bağlı olan doğal olgulardır. Peki, o halde bunların yüce Allah'dan af dilemekle, tevbe etmekle ilgileri nedir?
Allah'a yönelmekle "kuvvet artışı" arasındaki ilişki oldukça direkt ve kolay kavranır niteliktedir. Neden derseniz, kalp temizliği ile yeryüzünde yararlı çalışma tevbe edip iyi işler yapanların güçlerine gözle görülür biçimde güç katar. Bir defa onların vücut sağlığını geliştirir. Çünkü bu iki özellik, onlara sadece temiz yiyeceklere bağlı kalan dengeli ve ölçülü bir beslenme alışkanlığı kazandırır. Gönüllerine rahatlık bağışlar, sinirlerini gerginlikten uzak tutar. Her an yüce Allah'a güvenmelerini, O'nun rahmetinden emin olmalarını sağlar. Bu iki vasfa sahip olan insanların kurdukları da sağlıklı olur. Çünkü böylelerinin toplumlarında yüce Allah'ın yapıcı ve dirlik getirici yasaları (Şeriat) egemendir. Bu yasalar insanlara özgürlük ve onur kazandırır. Yüce Allah'dan başkasının egemenliğine boyun eğmeyen bu toplumun üyeleri, tek Allah'ın üstün iradesi önünde secdeye varmanın eşitliğini paylaşırlar. Bu iki vasıf, bunların yanısıra insanların enerjilerini de serbest bırakırlar. Bu toplumun insanları hiçbir keyfi kısıtlamaya uğramaksızın, serbestçe çalışırlar, üretirler ve yeryüzü halifeliğinin omuzlarına bindirdiği yükümlülüklerin gereklerini yerine getirirler. Hiç kimse onları yeryüzü kaynaklı putları ilahlaştırma törenlerine katılmaya, bu putlar etrafında tütsüler yakmaya, davul-zurna çalmaya, insanın fıtratındaki gerçek ilaha yönelik ihtiyacın boşluğunu doldurmak için uydurulmuş yapmacık gösterilerde yeralmaya zorlamaz.
Her zaman görüyoruz ki, yeryüzü kaynaklı sahte tanrılar, zaman zaman güçlülük, bilgi, kapsamlı egemenlik, üstün irade ve merhamet gibi gerçek ilahi sıfatlara muhtaç olurlar. Bu putların, puthane gardiyanları ile yardakçı simsarları da onlara bu sıfatları yakıştırmaya muhtaçtırlar. Çünkü başka türlü insanların bu putlara tapmaları sağlanamaz. Başka bir deyimle rabblik, beraberinde ilahlığa muhtaçtır, ancak o sayede tapıcılar, sahte rabbin önünde diz çökmeye zorlanabilirler. Bütün bunlar puthane gardiyanlarının ve put simsarlarının sürekli çabalar göstermelerini, devamlı emekler harcamalarını gerektirir. Yeryüzü kaynaklı putların tapıcıları bu emekleri ve çabaları, davul-zurna çalma peşinde, marşlar söyleme peşinde, uydurma rabbler adına çekilen tesbihler peşinde harcarlarken, tek Allah'ın bağlıları aynı emekleri ve çabaları yeryüzü kalkınması yolunda, halifelik görevinin sorumluluklarını yerine getirme uğrunda seferber ederler.
Gerçi ne kalplerini ve ne de toplumlarını yüce Allah'ın şeriatının egemenliğine vermemiş olanların kimi zaman, çok güçlü oldukları görülebilir. Fakat bu gücün ömrü belirli bir zamana kadar sürer. Yüce Allah'ın evrensel yasaları uyarınca olayların akışı son noktaya varıp dayanınca bu güç paramparça olur. Çünkü başlangıcı itibarı ile sağlam bir temele dayanmıyor. Sadece çalışkanlık, disiplin ve üretim bolluğu gibi birkaç evrensel yasaya dayanıyor. Böylesine topal ayaklı bir güçlülük sürekli olamaz. Çünkü gerek bilinç hayatındaki kargaşa, gerekse sosyal hayatın bozukluğu bir süre sonra bu gücü yokeder, onu siler-süpürür.
Tevbe edip yüce Allah'a yönelenlere "bol yağmur indirilmesi"ne gelince insanların bildikleri kadarı ile "yağmur olayı" evrensel düzenin değişmez doğal yasaları uyarınca gerçekleşir. Fakat doğal yasaların işleyişi yağmurun herhangi bir yerde ve zamanda hayat kaynağı olurken, başka bir yerde ve zamanda felâket sebebi olmasına engel değildir. Yağmur olayı, yüce Allah'ın takdirine bağlı olarak bir toplumu ihya ederken bir başka toplumu mahvedebilir. Başka bir deyimle yüce Allah, iyiliğe ilişkin müjdesi ile kötülüğe ilişkin tehdidini tabii güçleri şöyle ya da böyle yönlendirerek gerçekleştirebilir. Çünkü bu güçleri yaratan ve durum ne olursa olsun yasalarını yürütmek için sebepler meydana getiren O'dur. Bu olayın arkasında bir de şu gerçek var: Yüce Allah'ın özgür dileği. Bu özgür dilek doğal sebepleri ve görünür olguları, doğal yasaların normal işleyişleri sırasında görmeye alıştığımızdan farklı biçimde yönlendirebilir. Böylece yüce Allah, takdirini; ön-tasarısını dilediği gibi ve dilediği zaman gerçekleştirebilir. İradesini, göklerde ve yerde egemen olan "hak" ilkesi uyarınca serbestçe yürütebilir. Bu irade, görmeye alıştığımız genel ve doğal akışa bağlı kalmak zorunda değildir.
İşte Hz. Hud'un soydaşlarına yönelik çağrısı budur. Anlaşılan bu çağrıya olağanüstü bir mucize eşlik etmiş değildi. Belki de bunun sebebi, "Tufan olayı"nın yakın tarihli. olması, Hz. Hud'un soydaşlarının hafızalarında ve dillerinde tazeliğini koruması idi. Nitekim başka bir surede bu olay kendilerine hatırlatılmaktadır. Fakat Hz. Hud'un soydaşları onun hakkında çeşitli tahminler ileri sürüyorlar, çeşitli asılsız yorumlara girişiyorlar. Okuyoruz:
53- Soydaşları dediler ki; "Ey Hud, bize somut bir mucize getirmiş değilsin. Sırf öyle diyorsun diye ilahlarımızı bırakmayız, sana kesinlikle inanmıyoruz. " 54- "Sana söyleyeceğimiz tek söz şudur: Seni ilahlarımızdan biri çarpmış olmalı. " Hud dedi ki; "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım. "
Adamlar Hz. Hud'un saçmaladığını düşünecek kadar sapıklıkta ileri gittiler. Sapıklık vicdanlarını bu derece etkisi altına aldı. Onlara göre bu saçmalamanın sebebi, uydurma ilahlarından birinin Hz. Hud'u çarpmâsıymış. Hz. Hud, bu yüzden aklî dengesini yitirmiş! Söylediklerine bakalım:
"Ey Hud, sen bize somut bir mucize getirmiş değilsin."
Oysa Allah'ın birliği ilkesi somut mucizeye muhtaç değildir. Onun sadece yönlendirmeye, hatırlatmaya, fıtrat mantığını harekete geçirmeye ve vicdanla iletişim kurmaya ihtiyacı vardır. Bakalım, başka neler diyorlar?
"Sırf sen öyle diyorsun diye ilahlarımızı bırakmayız."
Herhangi bir somut mucize göstermeden, bizi ikna edecek bir delil göstermeden kuru sözlerine inanarak ilahlarımızdan vazgeçmeye niyetimiz yok. Başka?
"Sana kesinlikle inanmıyoruz."
Yani senin çağrına katılmıyoruz ve söylediklerinin doğruluğunu onaylamıyoruz. Bize göre senin bu çağrıyı yapmanın sebebi şudur: Sen saçmalamıyorsun. çünkü ilahlarımızdan birinin tokatını yiyerek fena halde. çarpılmışsın!
Bu durumda Hz. Hud'un yapabileceği bir tek şey kalıyordu: Yüce Allah'a sığınarak sırf O'na güvenerek uyarı ve korkutma görevini son kez tekrarladıktan sonra soydaşları ile ilişkilerini kesmek, eğer yalanlamakta ısrar ederlerse artık işlerinden tamamı ile el çekmek, kısacası sözden anlamaya yanaşmayan bu adamlara "meydan okumak." Okuyoruz:
Hud dedi ki; "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
55- "Siz ve Allah dışında O'na ortak koştuğunuz ilahlar hep birlikte bana istediğiniz tuzağı kurunuz, sonra da bana hiç mühlet vermeyiniz. " 56- "Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın. Hiç kuşkusuz benim Rabbim, doğru yoldadır. " 57- "Eğer benim çağrıma sırt dönecek olursanız, ben size gönderilen mesajı duyurdum. Rabbim, sizin yerinize başka bir toplum getirir. Siz O'na hiçbir zarar dokunduramazsınız. Hiç kuşkusuz, her şey Rabbimin gözetimi ve denetimi altındadır.
Bu sözler Hz. Hud'un soydaşları ile arasındaki tüm köprüleri atan bir başkaldırı bildirisidir. Oysa o güne kadar kendini onlardan biri, onların kardeşi sayıyordu. Fakat bu son sözleri ile onlara karşı kesinlikle başkaldırıyor. Yüce Allah'ın yolundan başka bir yolu kesin olarak benimsedikleri için aralarında kalmaktan korkuyor. Aralarındaki inanç bağı tamamen koptuğu için, başka hiçbir bağın birarada tutamayacağı bu iki karşıt grup arasında bütün iplerin koptuğunu dile getiriyor bu erkekçe sözler.
Bu arada Hz. Nuh, bu meydan okuyuşuna bir ileri adımla daha pekiştiriyor. Sapıtmış soydaşları ile ilişkilerini kestiğine, onlardan koptuğuna, onlarla hiçbir ilgisinin kalmadığına dair yüce Allah ı şahit tutuyor. Arkasından da yüzlerine vurduğu bu ilişki kesme kararına; soydaşlarının kendilerini de tanık tutuyor. Böylece artık onlardan biri olarak yaşamak istemediğini; bunun akıbetinden korktuğunu kesinlikle bilmelerini istiyor.
Bütün bunları dile getirirken, imanın vakarını, mü'min olmayanlara tepeden baktıran onurunu, güvenini ve gönül huzurunu ses tonuna ve cümlelerine güçlü bir vurgu ile yansıtmayı ihmal etmiyor.
Hz. Hud'un bu meydan okuyuşu insani hayrete ve dehşete sürüklüyor. Sebebine elince, kendisi tek başınadır. Bu yalnızlığına rağmen sert, kaba ve sözden anlamaz bir topluma karşı koyuyor. Karşısındakiler o kadar cahildirler ki, düzmece ilahlarının birini çarpabileceğine ve bu yüzden akli dengesinin bozulabileceğine inanıyorlar. Bunun yanısıra insanları tek Allah ilkesine çağırmanın çarpılma sonucu ortaya çıkan bir saçmalama olabileceğini düşünüyorlar. İşte uydurma ilahlarına bu denli güvenen bir toplumun karşısına tek başına dikilerek, inançlarının budalaca bir saplantı olduğunu haykırmak, onları paylamak, azarlamak, meydan okuyarak bam tellerine basmak hayret verici, dehşete düşürücü bir yiğitliktir. Onlara karşı hazırlık yapmak üzere kendisine mühlet vermelerine razı olmadığı gibi, kendileri ile başbaşa kalıp öfkelerinin yatışmasına da fırsat tanımıyor. Tersine üzerlerine üzerlerine gidiyor.
Gerçi insan bu sert ve kaba topluma karşı böylesine yiğitçe meydan okuyan yalnız bir adamı düşününce dehşete kapılıyor, ama bu cesaretin etkenlerini ve sebeplerini irdeleyince kapıldığı dehşet duygusu yokoluyor.
Bu cesaretin ardında iman, güven ve gönül rahatlığı yatar. Bu yiğitlik yüce Allah'a inanmaktan, O'nun vaadine umut bağlamaktan ve desteğine güvenmekten kaynaklanıyor. Bu inanç kalple bütünleşince, yüce Allah'ın zafere ilişkin vaadi -bu kalp için- elle tutulur, somut bir gerçeğe dönüşüyor. Kalbin sahibi bu zaferden bir an bile kuşku duymuyor. Çünkü bu güven duygusu göğsündeki kalbini doldurduğu gibi avuçlarını da dolduruyor. Artık bu zafer müjdesi, bilinmezliğin karanlığına gömülmüş, geleceğe dönük bir beklenti değildir. O gözlerin gördüğü ve kalbin algıladığı somut, şimdiki zamanda varolan bir realitedir. Şimdi Hz. Hud'un bu yiğitçe sözlerini okuyalım:
"Hud dedi ki; `Ben Allah'ı şahid tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
Allah'a ortak koştuğunuz düzmece ilahlarınızla hiçbir ilişkimin olmadığına dair önce yüce Allah'ın kendisini şahit tutarım. Ayrıca bu konuda siz kendiniz de bana şahit olunuz ki, bu taptığınız ilahlardan uzağım. Bu şahitliğiniz, ilerde aleyhinize işleyecek bir delildir. Yüce Allah'a yakıştırdığınız bu ortaklarla en ufak bir ilgimin olmadığını size açık açık ilan ettiğimi ilerde bu tanıklığınız da ispatlayacaktır. Bunun yanısıra birinin beni çarptığını sandığınız o ilahlarınız, siz biraraya geliniz ve bana karşı elinizden gelen tuzağı kurunuz, bunun için bana hiçbir mühlet tanımayınız, hiçbir savunma fırsatı vermeyiniz. Hiçbiriniz umurumda değilsiniz. Sizden hiç korkmuyorum. Çünkü;
"Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım."
Ne kadar inkâr etseniz de ne kadar yalanlasanız da bu gerçek geçerlidir. Yüce Allah'ın benim de sizin de Rabbimiz olduğu gerçeği. Tek Allah hem benim ve hem de sizin Rabbinizdir. Çünkü o herkesin ve her şeyin tek Rabbidir, ne işi ve ne de ortağı vardır. Şunu da iyi biliniz ki;
"Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın."
Burada ezici iradeyi ve üstün gücü ifade eden somut bir tablo ile karşı karşıyayız: Tablo, insan da dahil olmak üzere yeryüzünde hareket eden bütün canlıların perçeminden tutan, üstün gücü canlandırıyor. "Perçem" alnın üst kısmına denir. Bu tasvirle ezici irade, tartışmasız üstünlük ve karşı konulmaz egemenlik ifade ediliyor. İfadede, içinde bulunduğumuz duruma, Hz. Hud'un soydaşlarının kalabalığına ve sertliğine uygun düşen, onların gövdelerinin, vücud yapılarının iri-yarılığı ile algılarının ve duygularının katılığı ile uyuşan sertlikte, somut bir görüntü çiziliyor. Hemen arkasından ilahi yasaların doğrultularındaki sapmazlığı ve eğrilmezliği vurgulayan bir değerlendirme cümlesi geliyor. Okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz benim Rabbim, doğru yoldadır."
Bütünü ile dile gelen kavram güçlülük, doğrultu sapmazlığı ve kararlılık kavramıdır.
Bu güçlü ve keskin çizgili ifadelerde Hz. Hud'un sergilediği o tepeden bakmanın, o yiğitçe meydan okumanın sırrını buluyoruz. Bu ifadeler, Allah'ın peygamberi Hz. Hud'un vicdanında taşıdığı Allah imajının gerçek tablosunu gözlerimizin önüne seriyor. O bu gerçeği belirgin bir algılayışla içinde buluyor. O'nun ve diğer tüm yaratıkların Rabbi olan Allah güçlü ve ezici iradelidir; "Hiç bir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın." Şu kaba ve sert soydaşları da yüce Allah'ın perçemlerini avucu içine alarak üstün gücü ile kahredebileceği canlıların bir bölümünü oluştururlar. O halde onlardan niye korksun ki, onları niye umursasın ki? Eğer onlar başına musallat olacaklarsa, ancak yüce Allah'ın izni ile başına musallat olabilecekler. Onlar ile yolu ayrı düştüğüne göre artık aralarında barınamaz. Eğer ilahi çağrıyı seslendiren dava adamı bu gerçeği vicdanına yerleştirirse, içine sindirirse, o zaman ne akıbeti konusunda kalbinde herhangi bir kuşku kalır ve ne de yoluna devam etmesi konusunda en ufak bir tereddüde düşer.
Bu güven, bütün dönemlerin seçkin mü'minlerinin kalplerinde beliren biçimi ile ilahlık gerçeğini yansıtır.
Yüce Allah'ın gücünden kaynaklanan meydan okuma ve bu gücün kahredici ve iş bitirici üstünlüğü ile ortaya serilişi bu dereceye varınca Hz. Hud, soydaşlarını uyarmaya ve korkutmaya girişiyor. Okuyoruz:
"Eğer çağrıma sırt çevirecek olursanız, ben size gönderilen mesajı duyurdum."
Ben Allah'a karşı görevimi yerine getirdim. Artık benden günah gitti. İşinizden elimi çekiyor ve sizleri yüce Allah'ın ezici gücü ile karşı karşıya bırakıyorum. Okumaya devam ediyoruz:
"Rabbim, sizin yerinize başka bir toplum getirir."
Sizler bu azgınlığınız, bu zalimliğiniz ve bu sapıklığınız yüzünden helâk edildikten sonra yerinizi alacak olan insanlar yüce Allah'ın çağrısına olumlu cevap vermeye yatkın, O'nun göstereceği yoldan dosdoğru gitmeye istekli kimseler olurlar. Şunu da unutmayınız ki;
"Siz O'na hiçbir zarar dokunduramazsınız."
Böyle bir işe kalkışmaya gücünüz yetmez. Ayrıca sizin yokoluşunuz O'nun evreninde herhangi bir boşluk, herhangi bir eksiklik doğurmaz. Devam ediyoruz:
"Hiç kuşkusuz, her şey Rabbimin gözetimi ve denetimi altındadır."
Dinini ve dostlarını korur, yasalarını size çiğnetmez. Sizi öylesine sıkı bir gözetim altına alır ki, yakanızı O'ndan kurtaramazsınız, kaçmakla O'ndan kurtulamazsınız.
Bunlar son ve keskin çizgili sözlerdi. Artık söz faslı bitmiş, tartışma kapanmıştı. Şimdi tehdidin ve korkutmanın gerçekleşmesi aşamasına gelinmişti.
58- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde Hud'u ve beraberindeki mü'minleri, rahmetimizin sonucu olarak, kurtardık; onları ağır azaptan koruduk.
Tehdidimizi gerçekleştirip soydaşlarını imha etmeye ilişkin emrimiz geldiğinde Hz. Hud ile yanındaki mü'minleri dolaysız rahmetimizin eseri olarak kurtardık. Soydaşlarının başına inen genel azabımızdan onları uzak tuttuk. Onları kötü akıbetin kapsamı dışına çıkardık. Böylece onlar ilahi mesajı yalan sayanların başına gelen "katı" azaptan sağ olarak kurtuldular. Burada azap "katı" sıfatı ile nitelendiriliyor. Bu sıfat, ifadeye somutluk kazandırıyor. Bu "katı''lık, hem ayetin atmosferi ile ve hem de sözkonusu soydaşların kaba ve serkeş karakterleri ile uyumlu bir ifadedir.
Adoğulları'nın yokolduğu bu noktada, onların yok edilişlerine uzak bir geçmişin olayı olarak işaret ediliyor, işledikleri suçların dosyasına dikkatler çekiliyor, arkasından lânetle ve Allah'ın rahmetinden kovularak uğurlanıyorlar. Bu açıklamalarda ayrıntılı, tekrarlayıcı ve vurgulayıcı bir anlatım tarzı kullanılıyor.
59- İşte sana o Adoğulları; onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, O'nun peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular. 60- Gerek bu dünyada gerek kıyamet gününde Allah'ın lânetine uğradılar. Haberiniz olsun, Adoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun Hud'un soydaşları olan Adoğulları!"İşte sana o Adoğulları..." Uzakta kalmış, geçmişin karanlığına gömülmüş bir olgudan sözedilir gibi. Oysa ayette az önce onların serüvenleri anlatılıyordu, yokoluşları da canlı bir sahne halinde okuyucuların gözleri önüne serilmişti. Fakat artık geçip gittiler. Bakışlardan ve düşüncelerden uzaklaştılar. Şimdi ayeti incelemeye çalışalım:
"İşte sana o Adoğulları; onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar; O'nun peygamberlerine karşı geldiler."
Gerçekte Hz. Hud'un soydaşları bir tek peygambere karşı gelmişlerdi. Ama tüm peygamberlerin getirdikleri mesaj aynı değil midir? Buna göre kim bir peygamberin sözünü dinlemez ise, aslında tüm peygamberlere karşı gelmiş olur. Ayrıca "ayetler" ve "Peygamberler" kelimelerinin çoğul olarak kullanılması bir başka üslup inceliği taşır. Bu yolla adamların suçları büyük gösterilmiş, alçaklıklarına projektör tutulmuş oluyor. Bu adamlar "ayetleri" yalanlamışlar ve "peygamberler"e karşı gelmişlerdir. Ne büyük bir suç işlemişler ve ne kadar iğrenç bir cürmü gerçekleştirmişlerdir! Devam ediyoruz:
"Ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular."
Başlarına çöreklenen her zorbanın, gerçeğe teslim olmaya yanaşmayan her şımarık diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Oysa onlar başına buyruk diktatörlerin boyunduruğundan çıkmakla, kendilerine ait işleri kendileri düşünmekle, zorbalara kuyruk olup insanlık haysiyetlerini çiğnetmemékle yükümlü idiler. Bundan açıkça anlaşılan şudur: Hz. Hud ile Adoğulları arasındaki ana mesele, temel tartışma konusu; Adoğulları'nın sırf yüce Allah'ın rabblığını kabul edip etmemeleri, kula kul olmayı kesinlikle reddederek tek Allah'ın kesin egemenliğini benimseyip benimsememeleri idi, mesele egemenlik ve bağlılık meselesi idi. Başka bir deyimle aradaki tartışmanın ağırlık noktasını "Egemenliğine girecekleri ve emirlerine uyacakları Rabb kimdir?" sorusunun cevabı idi. Bu gerçek yüce Allah'ın az önce okuduğumuz şu ayetinde açıkça ortaya çıkıyor:
"İşte sana o Adoğulları; onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular."
Temel tartışma konusu peygamberlerin emirlerini çiğneyip zorbaların emirlerine boyun eğme meselesidir. İslâm; peygamberlerin emirlerine uyup -çünkü bu emirler aslında yüce Allah'ın emirleridir- zorbaların emirlerine karşı gelmek, baş kaldırmaktır. Her peygamberlik misyonunda ve her peygamberin mesajına göre bu nokta cahiliye ile İslâm arasındaki, kâfirlik ile müminlik arasındaki yol ayrımıdır.
Söylediklerimiz şunu ortaya koyuyor. Tek Allah çağrısının öncelikle üzerinde ısrarla durduğu ilke, yüce Allah'dan başkasının egemenliğinden kurtulmaktır; zorba diktatörlerin sultasına baş kaldırmaktır. Bu çağrıya göre kişilik onurunu çiğnetmek, özgürlükten fedakârlık etmek, kendilerini bir şey sanan zorbalara boyun eğmek müşriklik ve kâfirlik suçudur. Bu suçu işleyenler, bu alçaklığı içlerine sindirenler, dünyada helâk edilmeyi ve ahirette azaba çarpılmayı hakederler. Yüce Allah, insanları özgür olsunlar, hiçbir yaratığa kul-köle olmasınlar, bu özgürlüklerini feda edip herhangi bir zorbaya, herhangi bir diktatöre, herhangi bir başına buyruk lidere körü-körüne itaat etmesinler diye yaratmıştır. İnsanların onurlu oluşlarının gerekçesi budur. Eğer insanlar bu onurluluk gerekçeleri üzerinde titizlikle titremezlerse yüce Allah katında ne onurları kalır ve ne de kurtuluşa erebilirler. Yüce Allah'ın egemenliğinden çıkarak kullardan birinin sultası altına giren bir toplumun onurlu olduğunu, insan toplumu olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Öte yandan kulların egemenliğini, zorbaların boyunduruğu altına girmeyi kabul edenler, güçlüler karşısında zayıf kaldıkları gerekçesi ile bu baskıya boyun eğdiklerini ileri sürebilirler. Fakat bu geçerli bir mazeret değildir. Çünkü ezici çoğunluğu onlar oluşturur, karşılarındaki zalimler, zorbalar bir avuçluk bir azınlıktır. Buna göre eğer bu zorbaların boyunduruğundan kurtulmak isteseler bu yolda bazı fedakârlıkları göze almak pahasına haksız baskılara karşı başkaldırarak diktatörlere aşağılanma vergisi ödemekten, ırzlarını ve mallarını bu canavarların ağız yemi olmaktan kurtarabilirler.
Adoğulları helâk oldu, çünkü başlarına geçen her zorba diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Dünya ve ahiret lâneti ile uğurlanarak helâk oldular. Okuyoruz
"Gerek bu dünyada, gerekse kıyamet gününde Allah'ın lanetine uğradılar."
Yüce Allah, yine de onların peşini bırakmıyor. Kendilerini lânetli yolculuklarına çıkarırken, sicillerini, kirli çamaşırlarını, bu duruma düşmelerinin ana sebebini herkese açık bir duyuru ve yüksek frekanslı bir uyarı ile insanlara ilan ediyor. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Adoğulları Rabblerini inkâr ettiler."
Sonra da onlara kovulma ve uzaklara sürülme bedduası okunuyor. Okuyalım:
"Hey kahrolsun, (gözlerden ırak olsun), Hud'un soydaşları olan Adoğulları!"
Hedefi son derece net biçimde belirlenmiş bir beddua ifadesi ile karşı karşıyayız. Sanki üzerlerine salınan lânete açık adres veriliyor, hedéfini şaşmadan hemen başlarına çöreklensin diye! Bir daha okuyalım:
"Hey, kahrolsun (gözlerden ırak olsun) Hud'un soydaşları olan Adoğulları."
HZ. HUD'UN KISSASINDAN ÇIKARIMLARŞimdi de Hz. Salih'in hikâyesine geçmeden önce bu surede anlatılan biçimi ile Hz. Hud ile soydaşlarının hikâyesinden çıkarmamız gereken dersler üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Çünkü İslâm çağrısının, tarihin süreci boyunca izlediği çizginin bu şekilde Kur'an'da anlatılmasının sebebi, bu inanç sistemine ilişkin stratejinin çağlar üstü kilometre taşlarını, yol işaretlerini belirlemektir. Bu kilometre taşları İslâm çağrısının sadece geçmiş yüzyıllarının değil, kıyamet gününe kadar ki gelecek yıllarının da yol göstericileridir. Yine bu stratejik kilometre taşları, Kur'an-ı Kerim'in ilk muhatapları olup onun ışığında o günlerin cahiliyesinin karşısına dikilmiş olan ilk müslümanların kılavuzları değildir; tersine bu işaret taşları, kıyamet gününe kadar cahiliyeye karşı mücadele verecek olan her müslüman cemaatin stratejisini belirleyeceklerdir. İşte Kur'an-ı Kerim'i, İslâm çağrısının ölümsüz kitabı yapan, ona bütün zamanların stratejik rehberi fonksiyonunu kazandıran özellik de budur.
Kur'an-ı Kerim'in bu yoldaki vurgulamalarına yukarıda kısaca değinmiştik. Şimdi bu vurgulamaların hemen hemen hepsine bir kez daha gözatmak istiyoruz. Çünkü bu vurgulamaları surenin hızlı akışı içinde ayetlerin kısaca açıklanması çerçevesine bağlı kalarak gündeme getirebilmiştik. Oysa bu vurgulamalar, yine de özetleme çerçevesini aşmamakla birlikte, daha uzun bir irdelemeyi gerektirecek önemdedirler. Bu irdelemenin kapsamına aldığımız "vurgulama"ları şöyle sıralayabiliriz:
1- İlk önce bütün peygamberlerin dile getirdikleri, bütün peygamberlik misyonlarının baş maddesini oluşturan tek ve ölümsüz çağrıya değinmek istiyoruz. İbadeti ve kulluğu birlikte yüce Allah'a sunma çağrısı. Kur'an-ı Kerim, bu çağrıyı bize her peygamberin dilinden şöyle aktarıyor; "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk (ibadet) ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur."
Biz tek Allah'a "ibadet etmeyi, sürekli biçimde dünya ve ahiretle ilgili bütün konularda tek Allah'a kapsamlı biçimde boyun eğmek" şeklinde açıkladık. Çünkü "ibadet" kelimesi sözlük anlamı ile bu demektir. Çünkü "ibadet" kökünden türemiş bir fiil olan "abede" "boyun eğdi, baş eğdi, eğildi" anlamlarına gelir. Yine aynı kökten türemiş bir kelimenin oluşturduğu "Tarıkun muabbedün" tamlaması "düzleştirilmiş, yürünmeye elverişli duruma getirilmiş yol" demektir. Yine bu kökten türemiş "Abbedehu" ifadesi "ona boyun eğdirdi, onu emri altına aldı" anlamına gelir.
Zaten Kur'an-ı Kerim'in Mekke'deki ilk muhatapları olan ve "ibadet" etme emrini alan Araplar bu kelimenin içeriğini bildiğimiz "kulluk amaçlı hareketler" ile sınırlı görmüyorlardı. Hatta Kur'an, Mekke'de onlara ilk seslendiği günlerde henüz bu "kulluk içerikli hareketler" farz kılınmamıştı bile. O günün Arapları bu kelimeyi ilk duyduklarında onun "yüce Allah'ın bütün emirlerine uyarak O'nun dışındakilerin boyunlardaki her türlü itaat halkalarını söküp atmak" demek olduğunu biliyorlar, bu kelimeden bu anlamı çıkarıyorlardı.
Öte yandan Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de "ibadet" kelimesini "kulluk amaçlı hareketler" anlamında değil de "bağlılık, uyum" anlamında yorumlamıştır. Bu açıklamayı şu münasebetle yaptı. Bir defasında sahabilerden Adıyy b. Hatem'e yahudiler ile hristiyanlardan, onların hahamlarını ve rahiplerini rabb edinmelerinden sözederken, konuşmasının bir yerinde şöyle buyurdu; "Evet. Bu hahamlar ile rahipler, yahudiler ile hristiyanlara helal şeyleri haram ve haram şeyleri de helâl ilan etmişler, onlar da din adamlarının bu yasalarına uymuşlardır. Bu da onlara ibadet etmeleri demektir."
"İbadet" kelimesinin "kulluk amaçlı hareketler" için kullanılması, bu hareketlerin çeşitli alanlardaki Allah'a boyun eğme biçimleri olarak sayılmalarından ileri gelir. Fakat bu biçimler "ibadet" kavramının tüm içeriğini kapsamazlar; hatta kavramın asıl içeriği değil, bu içeriğin bağımlı tezahürleridirler. Zaman içinde gerek "din" ve gerekse "ibadet" kavramları kafalarda çarpıtmaya uğrayınca insanları İslâmdan çıkararak cahiliyenin bataklığına düşüren "Allah'dan başkasına ibadet etme" eyleminin sadece ibadet içerikli davranışları Allah'dan başkasına, meselâ putlara ve heykellere sunmakla gerçekleşebileceğini düşünmeye başlamışlardır. Bu bakış açısına göre insan bu somut sapıklık türünden kaçındıkça, cahiliyeden ve müşriklikten uzak kalmış ve "müslüman" olmuş olur. Bu yüzden ona kâfir denemez. Böyle bir adam, İslâm toplumunun müslümanlara tanıdığı bütün haklardan yararlanır. Yani can, ırz, mal dokunulmazlığı gibi İslâm hukukunun getirdiği bütün dokunulmazlıkların koruyucu şemsiyesi altındadır.
Bu görüş asılsız bir saplantıdır; insanın İslâma girişini ve ondan çıkışını belirleyen "ibadet" kavramının özüne yönelik bir sınırlandırma, bir daraltma, hatta bir değiştirme ve başkalaştırma girişimidir. Bu kavram, her konuda yüce Allah'a eksiksiz biçimde boyun eğmek ve yine her konuda yüce Allah'dan başkasına boyun eğmeyi kesinlikle reddetmek demektir. "İbadet" kelimesinin sözlükteki anlamı bu olduğu gibi, Peygamber Efendimiz "Yahudiler ile hristiyanlar, Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler" ayetini (Tevbe Suresi 31) açıklarken, bu kavramı böyle yorumlamıştır. Herhangi bir terimi doğrudan doğruya Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıktan sonra o konuda artık hiç kimseye söz düşmez.
Bu gerçeği bu tefsir kitabında birçok kez vurguladığımız gibi bu dinin mahiyeti ve stratejisi konusunda yüce Allah'ın bizi yazmaya muvaffak kıldığı her eserimizde üstüne basa basa belirtmeye çalıştık. Şimdi ise bu surede anlatılan biçimi ile Hud hikâyesinde bu meselenin özünü belirleyen bir vurgu buluyorum. Bu vurgu, aynı zamanda Hz. Hud ile soydaşları arasındaki savaşın, Hz. Hud'un getirdiği İslâm ile soydaşlarının içinde debelendikleri cahiliye arasındaki çatışmanın da eksenini belirliyor; bu belirlemelerin sonucu olarak Hz. Hud'un "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur" derken, ne kasdettiği de ortaya çıkıyor.
Hz. Hud, bu sözleri söylerken, "Ey soydaşlarım, sakın ibadet amaçlı davranışlarınızı Allah'dan başkasına sunmayınız" demek istemiyordu. Oysa "ibadet" kavramını kafalarında sınırlandırarak onu sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ın dar çerçevesine hapsedenler böyle demek istediğini sanırlar. Aslında Hz. Hud'un maksadı, tümü ile yaşama tarzında tek Allah'a boyun eğmek ve buna karşılık yine tümü ile yaşama tarzında zorbalardan birine itaat etmeyi, boyun eğmeyi reddetmektir. Hud'un soydaşlarının, helâk edilmelerini, dünyada ve ahirette lânete uğramalarını haketmelerini gerektiren kötülükleri sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ı yüce Allah'dan başkasına sunmak değildi. Bu kötülükleri, çok sayıdaki müşriklik türlerinden sadece biri idi. O çok sayıdaki müşriklik türleri ki, Hz. Hud, onları bunların tümünden arındırarak tek Allah'a kul olmaya, sadece tek Allah'a boyun eğmeye inandırmak üzere gelmişti. Onların sözünü ettiğimiz ağır cezayı haketmelerine yolaçan kötülükleri, sözlerin en doğrusunu söyleyen, tüm alemlerin Rabbinin "İşte o Adoğulları, onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular" ayetinde belirttiği gibi, Rabblerinin ayetlerini yalanlamaları, peygamberlerine karşı gelmeleri ve zorba kullarının buyruklarına boyun eğmeleridir.
Onların "Rabblerinin ayetlerini yalanlamaları" peygamberlere karşı gelmelerinde ve zorbaların direktiflerine boyun eğmelerinde açığa çıkar, somutlaşır. Bunlar aynı eylemdir, birden çok eylemler değildirler. Yani insanlar ne zaman peygamberinin kendilerine duyurdukları ilahi yasalarda, Allah'dan başkasına boyun eğmemeyi ve zorbalara boyun eğmeye yanaşmamayı hükme bağlayan yasalarda somutlaşan Allah'ın emirlerine karşı gelirlerse Rabblerinin ayetlerini yalanlamış ve peygamberlere başkaldırmış ve böylece İslâmdan çıkıp müşrik olmuş olurlar. Daha önce açıkça gördük ki, yeryüzünde hayat İslâm ile birlikte başlamıştır. Hz. Adem cennetten yere inip dünya halifeliğini üstlendiğinde kafasında ve gönlünde İslâm vardı. Hz. Nuh da gemiden inip yeryüzünü şenletecek yeni insan kuşağının çekirdeği olurken, bağlısı olduğu hayat sistemi yine İslâmdı. İnsanlar zaman geçtikçe her defasında İslâmdan çıkıp cahiliye bataklığına saplana gelmişlerdir. Yine her defasında yeniden ortaya çıkan İslâm çağrısı, insanları cahiliye bataklığından çıkarıp İslâmın aydınlığına kavuşturmayı amaçlamıştır. Bu zigzaglı süreç günümüze kadar akışını sürdürmüştür.
Gerçek şu ki, eğer "ibadet" teriminin gerçek anlamı sadece "kulluk amaçlı davranışlar"dan ibaret olsaydı, bu sınırlı amaç, bunca peygamberden ve peygamberlik misyonundan oluşmuş onurlu iman kafilesine değmezdi; peygamberlerin harcadıkları bunca yoğun çabaya değmezdi; tarih boyunca insanları İslâma çağıran önderlerin ve mü'minlerin maruz kaldıkları bunca işkencelere ve acılara değmezdi. Bütün bu ağır faturalara değen tek yüce amaç, insanları tümü ile kula kulluktan kurtarıp her konuda ve hayatın her alanında tek Allah'a boyun eğme bilincine erdirmektir; hem dünya ve hem de ahiret hayatının sistemini yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine bağlamaktır.
İlahın birliği; Rabbin birliği; yönlendirici merciin birliği; yasa kaynağının birliği; hayat sisteminin birliği; insanların kapsamlı biçimde benimseyecekleri egemen merciin birliği; otoritenin birliği. İşte bunca peygamberlerin gönderilişine, uğrunda bunca zahmetli çabaların harcanmasına, tarih boyunca gerçekleşmesi için bunca işkenceye ve acıya katlanılmasına değen tek yüce amaç budur. Bütün bunlar, yüce Allah böyle bir sonuca -haşa- muhtaçtır diye yapılmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir canlıya ve hiçbir şeye ihtiyacı yok. Bütün bu çabaların gerisinde yatan sebep şudur: İnsan hayatının dirlikli, düzenli, tutarlı, üst düzeyli ve "insana yaraşır" bir hayat tarzı olabilmesi için sosyal hayatı, her yanı ve yönü ile kesin etkisi altında tutan böylesine yaygın bir "birlik" sisteminin varolması şarttır. (İnşaallah, peygamberlere ilişkin hikâyelerin sonunda bu sureyi noktalarken bu konuyu biraz daha açıklamak istiyoruz.)
2- Üzerinde durmak istediğimiz ikinci gerçek, başka bir deyimle ikinci "vurgulama" Hz. Hud'un "Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, o size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın: suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz" ayetinde bize aktarılan sözlerinin açığa vurduğu gerçektir. Bu gerçek, bizim Peygamberimizin "Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri muhkem cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan" Kur'an'ın içeriğini Mekkeli müşriklere tanıtırken, açıkladığı ve bu surenin baş tarafında okumuş olduğumuz gerçeğin aynısıdır. Bu gerçeği 'açıklayan ayet şuydu
Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza "büyük gün"ün azabından korkarım. (Hud Suresi 3)
Bu gerçeğin özü kısaca şudur: İnanç kaynaklı değerler ile insan hayatının pratik değerleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Şu gördüğümüz evrenin yapısı ve genel-geçerli yasaları, bu dinin içerdiği gerçekle, hakla bağlantılıdır. Bu gerçeğin aydınlığa kavuşturulması ve yerine sağlamca oturtulması gerekir. Özellikle sadece dünya hayatının dış görüntüsüne ilişkin bilgi ile yetinenler, bu sıkı ilişkiyi görmelerini, hiç değilse sezmelerini sağlayacak derecede arınmamış, şeffaflaşmamış kimseler bu aydınlatmaya fazlası ile muhtaçtırlar. Bu gerçeği onların vicdanlarına sindirip yerleştirmek son derece kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Bu dinin insanlığa sunduğu gerçek (hak kavramı}, yüce Allah'ın ilahlığında ifadesini bulan gerçek (hak) kavramı ile ve yanısıra şu evrenin yapısında ve değişmez yasalarında somutlaşan, gökler ile yerin yaratılışlarının dayanağını oluşturan gerçek (hak) kavramı özdeştir; bu "gerçek"ler birbirinden farklı ve birbirleri ile ilgisiz kavramlar değildirler. Kur'an-ı Kerim, sık sık yüce Allah'ın ilahlığında ifadesini bulan gerçek ile göklerin ve yerin yaratılışlarına dayanak olan gerçek arasındaki, bu iki gerçekle tek Allah'a boyun eğme gerçeği arasındaki, bu üç gerçekle yüce Allah'ın kıyamet günü hesaplaşması sırasındaki özellikli ve ortaksız egemenliğine ilişkin gerçek arasındaki, bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve ahirette iyiliklere ve kötülüklere karşılık biçme gerçeği arasındaki sıkı bağlılığı vurgular. Şimdi bu vurgulamaya örnek oluşturan bazı ayetleri birlikte okuyalım:
"Biz göğü, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, onu kendi şanımıza yaraşır biçimde edinirdik. Eğer yapsaydık, böyle yapardık.
Hayır. Biz gerçeği, batılın başına indiririz de onun beynini dağıtırız. Bir de bakarsın ki, yokolmuş. Allah'a yakıştırdığınız asılsız sıfatlardan ötürü yazıklar olsun size!
Göklerde ve yerdeki bütün canlılar O'nundur. O'nun yanındakiler O'na kulluk etmekten ne büyüklenirler ve ne de bıkarlar.
Hiç ara vermeksizin gece-gündüz O'nu noksan sıfatlardan tenzih ederler. Yoksa müşrikler ölüleri diriltebilecek yeryüzü kaynaklı ilahlar mı edindiler?
Eğer yerde ve gökte ilahtan başka ilahlar olsaydı, yerin de göğün de düzeni bozulurdu. Arş'ın sahibi olan Allah, müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan uzak
O yaptığından sorumlu değildir, fakat onlar yaptıklarından sorumludurlar. Yoksa müşrikler O'nun dışında başka ilahlar mı edindiler? Onlara de ki:
`Bu konuda kesin delilinizi getiriniz. İşte benim elimdeki kitap ve işte benden önceki kitaplar ortadadır.' Ama onların çoğu gerçeği bilmezler de bu yüzden ona sırt çevirirler.
Senden önce gönderdiğimiz her peygambere mutlaka `Benden başka ilah olmadığını ve insanların bana kulluk etmeleri gerektiğini mutlaka vahyettik." (Enbiya Suresi 16-25)
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirileceğinizden kuşkunuz varsa, gücümüzü kanıtlamak için sizi önce topraktan, sonra spermadan, sonra embiryodan, sonra yapısı belli-belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık. Dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız, sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız. Kiminizin erken yaşta canı alınır ve kiminiz ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki; bilirken bir şey bilmez olur.
Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir.
Bunlar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilteceğini, gücünün her şeye yettiğini, kıyamet anının geleceğini, bunda kuşku olmadığını ve O'nun mezarlardakileri dirilteceğini gösterir." (Hacc Suresi 5-7)
"Ve kendilerine bilgi verdiklerimiz o Kur'ân'ın Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu anlasınlar da ona inansınlar ve ona karşı yürekten saygı duysunlar diye. Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru yola iletir.
Kâfirler ise ansızın kıyamet günü ile karşı karşıya kalıncaya ya da o son günün azabına uğrayıncaya kadar Kur'an hakkında sürekli kuşku beslerler.
O gün kesin egemenlik Allah'ın tekelindedir. Onlar hakkında hükmünü verir. İman edip iyi işler yapanlar nimet cennetlerine girerler.
Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanları ise onur kırıcı bir azap bekliyor. Allah yolunda yurtlarından göçettikten sonra öldürülenlere ya da ölenlere gelince Allah onlara rızıkların en güzelini sunacaktır. Hiç kuşkusuz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Onları kesinlikle hoşnut olacakları bir yere yerleştirecektir. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve yumuşak tutumludur.
Bu böyledir. Kim kendine haksızlık yapanlara gördüğü haksızlık kadar karşılık verdikten sonra saldırıya uğrarsa, Allah kendisine kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.
Bu böyledir. Allah geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü de geceye dönüştürür. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir ve her şeyi görür.
Bu böyledir. Allah gerçektir ve onların Allah dışındaki imdada çağırdıkları düzmece ilahlar asılsızdır. Allah yüce ve uludur.
Görmedin mi, Allah gökten su indirdi de bu sayede yer yemyeşil oluyor. Hiç kuşkusuz Allah, lâtiftir ve her şeyden haberdardır.
Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıklar O'nundur. Hiç kuşkusuz Allah, zengindir ve övgüye lâyıktır.
Görmedin mi, Allah yerdeki tüm varlıkları ve emri uyarınca denizde yüzen gemiyi yararınıza sundu. Yerin üzerine düşmesin diye göğü askıda tutar. O ancak O'nun izni ile yere düşer. Hiç şüphesiz Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
Sizi yaratan, sonra öldüren ve sonra tekrar diriltecek olan O'dur. Hiç kuşkusuz insan pek nankördür.
Biz her ümmet için uygulayacakları ayrı bir ibadet biçimi belirledik. O halde müşrikler bu konuda seninle kesinlikle tartışmamalıdırlar. Sen insanları Rabbine çağır. Hiç kuşkusuz sen doğru yoldasın." (Hac Suresi 54-67)
Gerek bu ayetlerde ve gerekse bu anlamdaki başka ayetlerde görüyoruz ki, yüce Allah'ın gerçek (hak) oluşu ile O'nun şu evreni gerçeklik (hak) ilkesine dayalı olarak yaratması, yasaları ve özgür dileği ile onu çekip-çevirmesi arasında, bu iki gerçek ile gerçeğe (hakka) dayalı olarak gerçekleşen evrensel olgular arasında, bu üç gerçek ile şu Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak indirilişi arasında ve bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve ahirette insanlar arasında gerçeğe dayalı olarak hüküm verilmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunların hepsi bütünleşmiş bir tek gerçektir. Bu bütünden yüce Allah'ın dileği uyarınca gerçekleşen takdiri kaynaklanır. Allah bu takdiri gereğince insanların sınav alanı olan dünyada işledikleri iyiliklere ve kötülüklere karşılık olarak iyiliğe ve kötülüğe ilişkin evrensel güçleri dilediği kullarının üzerine salar. İşte tevbe etme, günahlardan af dileme ile mutlu hayat ve bol yağmur alma arasındaki ilişki bundan kaynaklanır. Bütün bunlar tek bir kaynağa bağlıdırlar. Bu kaynak, yüce Allah'ın zatında, takdirinde, tasarısında, yönlendirmesinde, yönetiminde, hesabında, ödüllendirmesinde ve cezalandırmasında ifadesini bulan "gerçek (hak)" kaynağıdır.
Bu sıkı ilişkiden açıkça anlaşılıyor ki, inanç kaynaklı değerler, insanın hayatındaki pratik değerlerden kopuk değildirler. Her ikisi de bu hayatı etkilerler. Bu etki ya yüce Allah'ın mahiyetini bilmediğimiz takdiri yolu ile gerçekleşir ki, bu takdir insan bilgisinin ve emeğinin ötesinde sebepler alemi ile bağlantılı olarak işler. Ya da bu etki insanın da görüp belirleyebileceği pratik ve algılanabilir sonuçlar yolu ile gerçekleşir. Bunlar imanın olup olmadığına bağlı olarak insanların hayatlarında meydana gelen somut ve duyu organları ile algılanabilir sonuçlardır.
Daha önce bu pratik ve elle tutulur sonuçlara işaret ederken şöyle demiştik: hani sistemin bir toplumda egemen olmasının anlamı şudur: O toplumda her çalışan insan, emeğinin adil karşılığını alır. Herkes kalbindeki imandan kaynaklanan iç huzurun, iç istikrarın ve iç güvenliğinin yanısıra toplumsal güvenliğini, toplumsal huzurun ve toplumsal huzurun mutluluğunda yaşar. Bütün bunların doğal sonucu olarak insanlar ahiretteki son ödüllerine kavuşmadan önce daha dünyadayken mutlu yaşamanın hazzını tadarlar.
Başka bir yerde de şöyle demiştik: Bir toplumda tek Allah'a boyun eğmenin doğal sonucu şudur: Uydurma ilahların etrafında çalınan davul-zurnalarda, tüketilen nefeslerde, atılan nutuklarda, çekilen tesbihlerde, okunan marşlarda ve düzenlenen cafcaflı törenlerde harcanan enerjiler ve emekler heder olmaktan korunur. Bütün gösterişli törenler uydurma ilahlara, putlara gerçek ilahlığın bazı niteliklerini yansıtarak insanların onlara boyun eğmelerini sağlamaktır. Bunun normal sonucu olarak ilahi sistemin egemen olduğu toplumda bu tasarruf edilmiş enerjiler ve emekler yapıcılık alanında, kalkınma yolunda, yeryüzü halifeliğinin yükümlülüklerini yerine getirme uğrunda kullanılır. Bundan insanlar adına hayırlı ve verimli sonuçlar elde edilir. Üstelik kulların keyfi sultasına fırsat vermeyen yüce Allah'ın ortaksız egemenliği altında insanlar onurlu, eşit ve özgür olmanın da tadını çıkarırlar.
Bu söylediklerimiz, gerçek anlamı ile sosyal hayata yansıyacak olan imanın meyvalarının, kazanımlarının sadece birkaç örneğidir.
(İnşaallah bu surenin sonunda peygamber hikâyelerinin genel değerlendirmesini yaparken bu konu üzerinde biraz daha duracağız).
3- Şimdi de Hz. Hud'un, soydaşlarına karşı takındığı o son tavrı ele alacağız. Bilindiği gibi O, son aşamada soydaşları ile bütün ilişkilerini kesmiş, aradaki bütün köprüleri atmıştı. Bu kararını açık açık yüzlerine karşı haykırmaktan çekinmemişti. Bu açıklamayı son derece kesin bir dille, tam bir meydan okuma edası ile, savunduğu gerçeğin üstünlüğünden zerrece kuşku duymayan bir rahatlıkla, gerçekliğini vicdanının dolaysız algısı ile kavradığı Rabbine güvenerek yapmıştı. O ayetleri bir daha okuyalım:
"... Hud dedi ki; `Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım.'
`Size ve Allah dışında O'na ortak koştuğunuz ilahlar hep birlikte bana istediğiniz tuzağı kurunuz, sonra da bana hiç mühlet vermeyiniz.'
`Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın. Hiç kuşkusuz benim Rabbim doğru yoldadır.`
`Eğer benim çağrıma sırt dönecek olursanız, ben size gönderilen mesajı duyurdum. Rabbim sizin yerinize başka bir toplum getirir. Siz O'na hiçbir zarar dokunduramazsınız. Hiç şüphesiz her şey Rabbimin gözetimi ve denetimi altındadır." (Hud Suresi 54-57)
Her dönemde ve her yerde insanları Allah'ın dinine çağıran kahramanların, bu göz kamaştırıcı sahnenin önünde uzun uzun durup düşünmeye ihtiyaçları vardır. Düşünelim ki, Hz. Hud bir tek adamdır. Çevresindeki mü'minlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Karşısında yeryüzünün o dönemdeki en şımarık, en zengin ve maddi uygarlık alanında en gelişmiş toplumu var. Nitekim yüce Allah, başka bir surede Hz. Hud'un soydaşlarına nasıl karşı koyduğunu bize anlatırken, bu dediklerimizi vurgulamaktadır. Okuyoruz:
"Adoğulları da peygamberleri yalanlamışlardı. Hani kardeşleri Hud, onlara dedi ki; `Hiç korkmuyor musunuz?'
`Ben size gönderilmiş, güvenilir bir Allah elçisiyim.' `Allah'dan korkunuz ve bana itaat ediniz.'
`Bu uyarıcı çabalarıma karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim ücretimi Allah verecektir'
`Niye her yüksek tepeye büyük bir yapı dikerek boşu boşuna gösteriş yapıyorsunuz?'
`Niye hiç ölmemek umudu ile dayanıklı köşkler kuruyorsunuz?' `Niye yakaladığınız insanları zorbaca yakalıyorsunuz?' `Allah'dan korkunuz da bana itaat ediniz.'
`Size bildiğiniz nimetleri veren Allah'dan korkunuz.' O size davar sürüleri ve evlâtlar verdi.'
`Sizin adınıza büyük günün azabından korkuyorum.'
Soydaşları Hud'a dediler ki, `ister bize öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizim için birdir.'
`Bu tutumumuz, atalarımızın geleneğidir.'
`Bizim azaba çarptırılmamız sözkonusu değildir." (Şuara Suresi 123-138)
Bu adamlar şımarık zorbalardır. Yakaladıkları insanlara karşı acımasızdırlar. Ellerindeki nimetler onları baştan çıkarmış. Hep dünyada kalacaklar, hiç ölmeyecek hayali ile koca koca köşkler yapmışlar! İşte Hz. Hud, bunlara karşı dikiliyor. Mü'mine yaraşır bir yiğitlikle, üstünlük duygusu ile, güvenle ve korkusuzca. Soydaşları olmalarına rağmen onlarla arasındaki ilişkileri tümü ile kesiyor, aradaki bütün ipleri gözünü kırpmadan koparıveriyor. Dahası onlara meydan okuyor. Kendisine karşı akıllarına gelebilecek her tuzağı kurmalarını, bu yolda ona hiçbir mühlet tanımamalarını, ellerinden gelen kötülüğü arkalarına koymamalarını, yapacaklarından pervası olmadığını yüzlerine karşı haykırıyor!
Hz. Hud, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı takınmadan önce kendilerine elinden geldiğince nasihat etmiş, her fırsatta onlara sevecenlikle yaklaşmış, son derece tatlı bir dille kendilerini Allah'a çağırmıştı. Fakat sonunda açıkça anladı ki, adamlar yüce Allah'a başkaldırma konusunda, O'nun tehditlerini alaya alma konusunda, O'na karşı küstahça davranma konusunda kesinlikle kararlı ve ısrarlıdırlar.
Hz. Hud, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı ortaya koyabildi. Çünkü Allah gerçeğini vicdanında buluyordu. Kesinlikle inanıyordu ki, karşısındaki sözden anlamaz, şımarık, küstah, ellerindeki nimetlere güvenip baştan çıkmış zorbalar "yeryüzünde hareket eden birer canlı"dan başka bir şey değildirler. Hiç kuşkusu yok ki, "yeryüzünde hareket eden tüm canlıların perçemleri onun Rabbinin avucu içinde idi." Öyleyse "yeryüzünde hareket eden bu canlı yığının" nesini umursayacaktı ki? Bu şımarıkları eski insan kuşaklarının yerine geçiren; onlara ellerindeki nimetleri, zenginliği, maddi gücü, evlâtları, köşkler yapma ve maden çıkarıp işleme yeteneklerini veren onun Rabbi idi. O, bu ayrıcalıkları onlara iş olsun diye değil, sınama amacı ile vermişti. Buna göre eğer dilerse onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirebilirdi. Bu durumda onlar O'na ne bir zarar verebilirler ve ne de hükmünü engelleyebilirlerdi. Öyleyse onların nesinden korkacaktı? İstediğinde ve istediği şekilde veren de, verdiklerini geri alan da O'nun Rabbi değil miydi?
İnsanları Allah'a çağıran dava adamları, Rabblerin yüce gerçeğini vicdanlarında bu canlılıkta bulabilmelidirler. Ancak o zaman, böyle bir imanın kazandıracağı üstünlük duygusu sayesinde çevrelerini sarmış olan azgın cahiliye cephesi karşısında durabilirler. Cahiliye cephesinin maddi gücü, endüstriyel gücü, insan kaynaklı bilimsel ve teknolojik gücü, uzmanlaşmış,deneyimli ve kurumlaşmış propaganda ve istihbarat gücü karşısında ayakta durabilirler. Bu korkusuz tavrı ortaya koyabilmeleri için kuşkusuzca bilmelidirler ki, "yeryüzündeki tüm canlıların perçemleri Rabblerinin avucu içindedir" ve insanlar bütün insanlar- "yeryüzünde hareket eden canlılar"dan başka bir şey değildirler!
Bu dava adamlarının günün birinde mutlaka içinde yaşadıkları toplumla, ırkdaşları, milletleri ile, bütün bağlarını kesinlikle koparmalıdırlar. O zaman aynı soyun, aynı ırkın, aynı milletin fertleri iki kampa, iki karşıt "ümmet"e ayrılacaktır. Bir tarafta tek Allah'ın egemenliğini benimseyen, bunun dışındaki her türlü egemenliği reddedenlerin oluşturduğu ümmet yerini alırken, karşı tarafta yüce Allah'ı bir yana bırakarak düzmece ilahlara tapanların, Allah'a karşı savaş açanların ümmeti saf tutacaktır. Bu kesin ayrılık, bu kararlı saflaşma gerçekleştiği zaman yüce Allah'ın dostlarına vadettiği zafer kesinlikle gerçekleşir, Allah'ın düşmanları şu ya da bu şekilde yokedilir. Bu yoketme, daha önce akla gelebilecek bir yolla meydana gelebileceği gibi, hiç kimsenin aklının ucundan geçmeyen bir biçimde de olabilir. Yüce Allah'a çağrı sürecinin ilk insandan günümüze kadarki tarihi boyunca görülen şudur: Yüce Allah'ın dostları, O'nun düşmanlarından kendi inisiyatifleri ile ayrılmadıkça, mü'minler bu ayrılmayı inanç farklılığı esasına oturtarak tek Allah'ı tercih etmedikçe Allah, dostlarını düşmanlarından ayırmaz. Mü'minler bu kararlı tercihi yaptıkları zaman "Allah'ın taraftarları (Hizbullah)" olurlar, artık O'ndan başka hiç kimseye dayanmayan ve O'ndan başka hiç kimseden yardım görmeyecek olan bir mücahidler ordusu oluşturmuş olurlar.
SEMUD KAVMİHz. Hud ile Adoğulları'na ilişkin hikâyeden ilham alarak yaptığımız bu değerlendirmeyi burada noktalayarak tekrar surenin kaldığımız yerine dönüyor ve bu defa Hz. Salih ile Semudoğulları'na ilişkin hikâyenin ayrıntılarına giriyoruz.
61- Semudoğulları'na da kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Salih dedi ki; `'Soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Sizi topraktan yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı kalkındırmakla görevlendiren O'dur. O'ndan af dileyiniz, O'na yöneliniz. Çünkü Allah, kullarına yakındır ve dileklerin kabul edicisidir.
Bunlar, peygamberler tarihi boyunca hiç değişmeksizin hep söylenen sözlerdir. Onları ayrıntılı biçimde inceleyelim:
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur."
Bu da peygamberler tarihi boyunca hiç değişmemiş bir çağrı. Devam edelim:
"O'ndan af dileyiniz, O'na yöneliniz."
Arkasından ilahlık gerçeği tanıtılıyor bize. Tıpkı O'nun peygamberinin kalbinde yaşadığı gibi. Okuyoruz:
"Çünkü Allah, kullarına yakındır ve dileklerin kabul edicisidir."
Hz. Salih, bu ayette onlara topraktan oluştuklarını, varlık kaynaklarının "yer" olduğunu hatırlatıyor. Bir defa insan olarak türleri toprak kaynaklıdır. Tek tek fertler olarak da toprağın oluşumlarındaki payı çok büyüktür. Yedikleri besinler toprakta yetişir, organizmalarını oluşturan çeşitli elementler toprak kökenlidir. Topraktan meydana gelmelerine, "yer" kökenli elementlerden oluşmalarına rağmen, yüce Allah onları yeryüzüne halife olarak atadı. Burayı kalkındırsınlar, geliştirsinler, bayındır hale getirsinler diye. Allah, parçası oldukları insan türünü yeryüzü halifesi yaptığı gibi, kendilerini de bu halifelikle görevlendirmiş, bu amaçla onları daha önceki insan kuşağının yerine geçirmiştir.
Bütün bunlardan sonra onlar ne yapıyorlar? Yüce Allah'a başka ilahları ortak koşuyorlar. O halde:
"O'ndan af dileyiniz, O'na yöneliniz."
Eğer O'na dönerseniz, tevbelerini kabul edeceğinden, yalvarmalarınıza olumlu cevap vereceğinden emin olunuz. Çünkü;
"Allah, kullarına yakındır ve dileklerin kabul edicisidir."
Bu ifadede "Rabbimin" tamlaması, gerekse "yakın" ve "kabul edici" kelimelerinin yanyana getirilişi, Allah gerçeğini yansıtan, somut bir tablo çizer. Bu tablo, tıpkı seçkin bir kulun, bir peygamberin kalbini donatan Allah gerçeğini açığa vurur. Ayetin havasına cana yakınlık, bağlantılık ve sevecenlik katar. Bu hava Salih peygamberin kalbinden taşarak diğer duyarlı kalplere geçer. Ama eğer adamların kalpleri olsa!
Evet, Hz. Salih'in soydaşlarının kalpleri o kadar bozuk, o kadar gözenekleri sımsıkı kapalı ve o derece katı ki, ne bu tablonun güzelliğini ve çarpıcılığını ve ne bu yumuşak sözlerin okşayıcılığını ve ne de bu uçan havanın. tatlılığını duyamıyorlar. Bir de ne görelim. Onlar hiç beklenmedik biçimde bambaşka bir telden çalıyorlar. Kardeşleri Salih hakkında olmadık kanaatler, akıl almaz kuruntular besliyorlar.
62- Soydaşları dediler ki; "Ya Salih, bundan önce sen kendisine umut bağladığımız bir kişi idin. Şimdi bize atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı mı yasaklıyorsun? Bizi benimsemeye çağırdığın ilkeler konusunda koyu bir kuşku içindeyiz. "Sende umudumuz vardı. Sana umut bağlamamızın sebebi ya bilgin, ya akıllılığın, ya doğruluğun, ya ileri görüşlülüğün, ya da bu meziyetlerin tümü idi. Fakat bu umudumuz şimdi suya düştü. Sebebine gelince;
"Şimdi bize atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı mı yasaklıyorsun?"
Felâket bu! Her şey olabilir, ya Salih, ama bu olamaz! Senden böyle demeni hiç beklemezdik. Ne kadar da yanılttın, hayal kırıklığına düşürdün bizi. Ayrıca bizi kabul etmeye çağırdığın ilkeler hakkında kuşku içindeyiz. Öyle bir kuşku ki, bu bizi hem sana hem de söylediklerine inanmaktan alıkoyuyor. Okuyoruz:
"Bizi benimsemeye çağırdığın ilkeler konusunda koyu bir kuşku içindeyiz."
Görülüyor ki, Hz. Salih'in soydaşları hiçbir şaşırtıcı yanı olmayan bir teklif karşısında hayrete düşüyorlar. Daha doğrusu gerekli ve gerçek olan bir öneriyi yadırgıyorlar, onu işittiler diye dehşete kapılıyorlar. Kardeşleri Hz. Salih onları tek Allah'a kulluk sunmaya çağırıyor diye küplere biniyorlar. Niye? Bir delile, bir gerekçeye ya da bir düşünceye dayandıkları için değil. Sırf ataları, karşılarındaki şu putlara taptılar diye.
İşte katı bağnazlık, gözü kapalı geçmişe bağlılık insanı öyle dondurur ki, açık gerçek karşısında şaşkına döner, inançları; ataların davranışları ile gerekçelendirme saçmalığına düşürür.
Böylece ikinci ve üçüncü kez açıkça ortaya çıkıyor ki, "tek Allah" inancı özünde geniş kapsamlı, eksiksiz ve tutarlı bir özgürlük çağrısıdır; insan aklını taklitçilik boyunduruğundan kurtarma çağrısıdır; yine insan aklını hiçbir delile dayanmayan asılsız kuruntuların, saplantıların, önyargıların ve hurafelerin zincirinden kurtarma çağrısıdır.
Semudoğulları'nın, Hz. Salih'e yönelttikleri "Sen umut bağladığımız bir kişi idin" şeklindeki hayal kırıklığı içeren söz, bize bir zamanlar Kureyşli müşriklerin Peygamberimize karşı duydukları sarsılmaz güveni hatırlatıyor. Fakat Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onları tek Allah'ı "Rabb" olarak tanımaya çağırınca tıpkı Hz. Salih'in soydaşları gibi, bu çağrıyı tuhaf karşılayarak karşısına dikildiler. Arkasından O'nun için "büyücüdür, uydurmacıdır" dediler. Böyle derken O'nun lehindeki eski tanıklıkları ve güvenlerini unutuverdiler.
Karakter hep aynı karakter. Bu yüzden aynı belge yüzyıllar ve çağlar boyunca her aşamada tekrarlanarak önümüze geliyor.
Hz. Salih, bir sonraki ayette soydaşlarına atası Hz. Nuh'un karşısındakilere söylediği sözlerin aynısını söylüyor.
63- "Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiç bir katkınız olamaz. "Ey soydaşlarım, baksanıza. Eğer ben içimde Allah gerçeğini açık ve belirgin bir realite olarak algılıyorsam, bu algı bana bu yolun doğru olduğuna dair kesin bir inanç kazandırıyorsa, üstelik bana Rabbimden bir rahmet inmiş de bu rahmetinin sonucu olarak O beni peygamber olarak seçmiş ise, beni bu göreve lâyık kılıcı ayrıcalıklarla donatmış ise, söyleyin bana bakalım, eğer O'nun mesajını size iletmekte kusur ederek O'na asi olursam, bana bağladığınız umutları boşa çıkarmamak endişesi ile bu peygamberlik görevimi savsaklarsam; sizin şahsıma yönelik umutlarınızın bana bir faydası olur mu, beni yüce Allah'ın elinden kurtarabilir mi? Asla!
"Emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz:"
Siz bana zarar üstüne zarardan başka bir katkıda bulunamazsınız. Eğer sizin hatırınızı kırmayayım diye görevimi ihmal edersem yüce Allah bana kızar, beni peygamberlik şerefinden mahrum eder, o zaman dünyada rezil olurum, ahirette ise azaba çarpılırım. Bu ise zarar üstüne zarardan başka nedir ki? Kısacası size uymanın sonucu zarardan, yıkımdan, ağır cezadan ve şiddetli pişmanlıktan başka bir şey olamaz. Bir sonraki ayeti okuyoruz:
64- "Ey soydaşlarım, bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; ona bir kötülük dokundurmayın, yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılırsınız. "
Salih'in soydaşlarına bir mucize, bir olağanüstülük belirtisi olsun diye gönderildiği bizzat Hz. Salih tarafından belirtilen bu dişi devenin nasıl bir deve olduğu ayette anlatılmıyor. Yalnız onun "Allah'ın devesi" diye anılmasından ve "size bir mucize olsun diye" denilerek Salih'in soydaşlarına özel olarak gönderildiğinin vurgulanmasından anlıyoruz ki, o sıradan bir deve değildir, ayırıcı özellikler taşımaktadır ve bu özellikler sayesinde Hz. Salih'in soydaşları onun Allah tarafından kendilerine gönderilmiş bir mucize olduğunu bilebilmektedirler.
Bu deve konusunda bu kadarlık bilgi ile yetiniyoruz. Bu konudaki efsanelerin ve yahudi uydurmalarının (israiliyatın) okyanusuna dalmak istemiyoruz. Zaten bu efsaneler ve uydurma rivayetler yüzünden tefsir bilginleri bu deve konusunda -deve hikâyesinin gerek geride kalan bölümü ve gerekse gelecek bölümü ile ilgili olarak- birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Evet;
"... Bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; sakın ona bir kötülük dokundurmayınız."
Yoksa Allah'ın azabı sizi hemen yakalayıverir. Cümleye bu "acele" anlamını kazandıran "fe" edatı ile "yakın" sözcüğüdür. Okuyoruz:
"Yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılıverirsiniz."
Sözkonusu azap kıskıvrak yakalayıverir sizi. Burada "dokunma" ve "meydana gelme" fiillerinin ifade ettiğinden daha sert bir hareket ifade edilmek istenmiştir.
Bir sonraki ayeti okuyalım:
64- "Ey soydaşlarım, bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; ona bir kötülük dokundurmayın, yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılırsınız. "Salih'in soydaşlarına bir mucize, bir olağanüstülük belirtisi olsun diye gönderildiği bizzat Hz. Salih tarafından belirtilen bu dişi devenin nasıl bir deve olduğu ayette anlatılmıyor. Yalnız onun "Allah'ın devesi" diye anılmasından ve "size bir mucize olsun diye" denilerek Salih'in soydaşlarına özel olarak gönderildiğinin vurgulanmasından anlıyoruz ki, o sıradan bir deve değildir, ayırıcı özellikler taşımaktadır ve bu özellikler sayesinde Hz. Salih'in soydaşları onun Allah tarafından kendilerine gönderilmiş bir mucize olduğunu bilebilmektedirler.
Bu deve konusunda bu kadarlık bilgi ile yetiniyoruz. Bu konudaki efsanelerin ve yahudi uydurmalarının (israiliyatın) okyanusuna dalmak istemiyoruz. Zaten bu efsaneler ve uydurma rivayetler yüzünden tefsir bilginleri bu deve konusunda -deve hikâyesinin gerek geride kalan bölümü ve gerekse gelecek bölümü ile ilgili olarak- birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Evet;
"... Bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; sakın ona bir kötülük dokundurmayınız."
Yoksa Allah'ın azabı sizi hemen yakalayıverir. Cümleye bu "acele" anlamını kazandıran "fe" edatı ile "yakın" sözcüğüdür. Okuyoruz:
"Yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılıverirsiniz."
Sözkonusu azap kıskıvrak yakalayıverir sizi. Burada "dokunma" ve "meydana gelme" fiillerinin ifade ettiğinden daha sert bir hareket ifade edilmek istenmiştir.
Bir sonraki ayeti okuyalım:
66- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde Salih ile beraberindeki mü'minleri helak olmaktan ve o günkü onur kırıcı perişanlıktan, rahmetimizin sonucu olarak, kurtardık. Hiç şüphesiz senin Rabbin güçlüdür, üstün iradelidir. 67- O zalimleri müthiş bir gürültü yakaladı da evlerinde, oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.Daha önceki uyarılarımız gereğince helâk etmeye ilişkin emrimizin gerçekleşmesine sıra gelince Hz. Salih ile beraberindeki mü'minleri, özel ve dolaysız merhametimizin sonucu olarak kurtardık. Onları hem ölümden ve hem de o günün utandırıcı perişanlığından kurtardık. Semudoğulları'nın ölümü, gerçekten utandırıcı, rezil edici bir ölüm biçimi idi. Korkunç, tüyler ürpertici bir gürültü onları oldukları yere cansız olarak devirmişti. Evlèrinde yerlere serilmiş leşleri gerçekten komik, utandırıcı, yerin dibine geçirici bir perişanlık manzarası sergiliyordu. Devam ediyoruz:
"Hiç kuşkusuz, senin Rabbin güçlüdür, üstün iradelidir."
O şımarıkları, burnu büyükleri yakalayıp derslerini verir. Yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Ayrıca kendisine sığınanları ve emirlerine uyanları da asla yüzüstü bırakmaz.
Daha sonra Semudoğulları'nın sahnesi gözlerimizin önüne seriliyor. Bu sahneye adamların sapık tutumlarına ve son derece büyük bir hızla yok oluşlarına ilişkin bir hayret de eşlik ediyor. Okuyoruz:
68- Sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi. Haberiniz olsun ki, Semudoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun Semudoğulları!
Sanki o evlerde hiç oturmamışlar, hiç yaşamamışlardı. Sahne son derece etkileyici ve tabloyu çizen fırçanın darbesi son derece dokunaklıdır, manzara bütün dehşeti ile gözlerimizin önünde somutlaşmaktadır. Hayat ile ölümün arası -ölüm gerçekleştikten sonra- göz açıp kapama arası kadar kısacıktır. Hayatın tümü de hızla akıp giden bir şerittir. Evet, `sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi."
Arkasından, bu surede ifadeleri ile artık iyice tanıştığımız değerlendirme ve sonuç bölümü geliyor. Bu bölümde Semudoğulları'nın sicilleri hatırlatılıyor, arkalarından lânet ediliyor, sayfaları dürülerek somut hayattan ve hafızalardan siliniyorlar. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Semudoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun (gözden ırak olsun) Semudoğulları!
TARİH SÜRECİNDE DEĞİŞMEYEN GERÇEKOkuduğumuz hikâyede kendimizi bir kez daha tarihin başlangıç noktasına kadar uzanan peygamberler zincirinin halkalarından biri karşısında buluyoruz. Dile getirilen çağrı, aynı çağrı, tanıtılan İslâmın gerçeği aynı gerçek. Kısacası, kulluk, ortaksız olan tek Allah'a sunulacak ve rakipsiz tek Allah'ın egemenliği benimsenecek. Bunun yanısıra, bu hikâyede İslâmın egemenlik dönemini izleyen cahiliye devri ve tek Allah inancının arkasından gelen müşriklik dönemi de bir kez daha karşımıza çıkıyor. Çünkü Semudoğulları, Hz. Nuh ile birlikte gemiden sağ olarak inen müslümanların soyundan gelmişlerdi. Fakat sonradan sapıtarak cahiliye sisteminin pençesine düştüler. Bunun üzerine Hz. Salih ortaya çıktı. Görevi bu sapıtmış soydaş!arını tekrar İslâma döndürmekti.
Bu hikâyede dikkatimizi çeken bir başka önemli nokta da şudur: Hz. Salih'in soydaşları, iman etmek için kendilerine olağanüstü bir mucizenin gösterilmesini istiyorlar. Fakat istedikleri bu mucize kendilerine gösterilince iman etmekten cayıyorlar, hatta bu mucizenin somut sembolü olan deveyi öldürüyorlar.
Müşrik Araplar da iman etmek için Peygamberimizden daha önceki mucizeler gibi bir mucize, olağanüstü bir olay göstermesini istemişlerdi.
Bu hikayede açıkça görüyoruz ki, Hz. Salih'in soydaşlarına istedikleri mucize gösterilmiş, fakat hiçbir işe yaramamıştı, bu olağanüstü kanıt, onları yola getirmeye yetmemişti. Bundan anlıyoruz ki, iman etmek için olağanüstü mucizeler görmeye gerek yoktur. İman, kalplerin ve akılların kavrayabilecekleri yalın bir çağrıdır. Fakat cahiliyenin kalplere ve akıllara yapıştırdığı pas tabakası bu organları duyarsız hale getiriyor.
Yine bu hikâyede seçkin kullardan birinin kalbine tecelli eden biçimi ile "Allah gerçeği"ni buluyoruz. Sözünü ettiğimiz seçkin kalpler, peygamberlerin kalpleridir. Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim'in bize aktardığı Hz. Salih tarafından söylenen şu sözlerde buluyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana doğrudan doğruya kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."
Hz. Salih, bu sözlerden önce "Allah kullarına yakındır ve dileklerin kabul edicisidir" diyerek kalbinin algıladığı nitelikleri ile Allah'ı soydaşlarına tanıtmıştı.
"Allah gerçeği, yeterlikte, saygınlıkta, doyuruculukta ve güzellikte bu seçkin önderlerin kalplerine yansıdığı gibi, başka hiçbir kalbe kesinlikle yansıyamaz. Bu kalpler pürüzsüz ve parlak birer ayna gibidirler. Allah gerçeğini böylesine eşsiz ve hayret verici bir netlikte yansıtmak sadece onların harcıdır.
Bu hikâyede bir de doğruluğu, sapıklıkmış gibi gören, gerçeği akla sığmaz bir tuhaflıkmış gibi algılayan cahiliye yaklaşımı ile karşılaşıyoruz. Meselâ sağlam karakteri, üstün düşünme gücü ve temiz ahlâkı sayesinde, umut bağlanan bir kişi sayılan Hz. Salih hakkında sonra soydaşları hayal kırıklığına düşüyorlar; ona yönelik umutlarının suya düştüğünü söylüyorlar. Niye, acaba? Çünkü Hz. Salih, bu adamları, atalarından kalan Allah'dan başkalarının egemenliği altına girme geleneğini bırakarak başkalarının egemenliği altına girme geleneğini bırakarak tek Allah'ın egemenliğini benimsemeye çağırıyor diye!
Demek oluyor ki, insanoğlu doğru inanç sisteminden bir kıl ucu kadar bile sapınca sapıklığın ve aykırılığın hiçbir derecesinde duramaz. Öyle ki, fıtratın ilkelerine ve mantığa uygun, yalın gerçekleri -bile, sanki bunlar akla sığdırılması mümkün olmayan tuhaflıklarmış gibi görür. Buna karşılık ne fıtratın mantığı ile ve ne de aklın prensiplerine dayanmayan sapıklığı ise son derece normal bir şey sayar.
Hz. Salih, bu adamlara "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Sizi topraktan yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı kalkındırmakla görevlendiren O'dur" diye sesleniyor. Onlara yaratılışlarının ve dünyadaki varoluşlarının içerdiği fıtrata ve mantığa dayalı delilleri hatırlatıyor. Bu delilleri reddedemezlerdi. Çünkü onlar kendi kendilerini yarattıklarını, yeryüzündeki varoluşlarını kendileri garantiye bağladıklarını, dünyada yedikleri şu besin maddelerini kendilerinin sağladıklarını sanmıyorlardı, böyle bir düşünce beslemiyorlardı.
Belli ki, bu adamlar, yeryüzünde kendilerini yaratanın, burayı kalkındırma gücü ile donatanın yüce Allah olduğunu inkâr etmiyorlardı. Fakat yüce Allah'ın ilahları olduğuna, kendilerini yaratıp yeryüzüne yerleştirenin O olduğuna ilişkin onaylarına, bu onayın normal uzantısı olan Allah'ın ortaksız egemenliğini benimsemeyi, o sadece O'nun emirlerine uymayı eklemekten kaçınıyorlardı. İşte Hz. Salih, "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur" derken, onları ilahlığın bu doğal uzantısını kabul etmeye çağırıyordu.
Mesele hep o bilinen mesele idi. "Rabb'lik meselesi idi, "ilahlık" meselesi değildi. Yani egemenliğin kimde olduğu, kimin sözünün geçeceği, kime uyula-cağı, kimin buyruğunun geçerli sayılacağı meselesi idi. Bu mesele her dönemde güncelliğini korumuştur ve İslâm ile cahiliye arasındaki sürekli savaşın eksenini oluşturmuştur.
AYETLERİN GENEL TASVİRİAşağıda okuyacağımız ayetler, tarihin akışına uyarak Hz. Nuh döneminden beri yeryüzüne yerleştirilen müslümanlara, bereketlerle ve esenlikle donatılan milletler ile azaba çarpılan milletlere kısaca değiniyor. Bu arada acıklı azaba uğrayan Hz. Lût'un soydaşlarına ilişkin hikâyenin yolu üzerinde Hz. İbrahim'e uğruyoruz, bereketlerle ve esenlikle donatılanların hikâyesi olan bu hikâyenin kısa bir bölümünü okuyoruz:
Hz. İbrahim hikâyesi ile Hz. Lût hikâyesi, vaktiyle yüce Allah'ın verdiği sözün iki karşıt kutbu ile gerçekleştiğinin somut örnekleridirler. Bilindiği gibi yüce Allah, Hz. Nuh'a şu sözü vermişti.
Bu sırada şöyle bir ses duyuldu; "Ey Nuh, sana ve yanındakilerden türeyecek ümmetlere sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız."
Bu ayette sözü verilen "bereketler ve esenlik" Hz. İbrahim ile oğulları Hz. İshak'ın ve Hz. İsmail'in soylarında gerçekleşti. Hz. İshak'ın soyunda "Beni İsrail" kökénli peygamberler ve Hz. İsmail kolundan da peygamberlerin sonuncusu olan bizim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- geldi.
ALLAH'IN DOSTU İBRAHİM
69- Hani elçilerimiz İbrahim'e müjdeli haberi getirdiklerinde ona, "Selâm sana" dediler. O da onlara "Selâm size" dedi. Az sonra önlerine kızarmış bir buzağı getirdi.Ayette sözü geçen "müjdeli" haberin ne olduğu burada açıklanmıyor. Bu açıklama uygun yeri gelince Hz. İbrahim'in karşısında yapılacaktır. Yine ayette sözü geçen "elçiler" (melekler) hakkında bilgi verilmiyor. Bu yüzden tefsir bilginlerinin yaptıkları gibi, onları tanıtmaya, elimizde hiçbir delil yokken onların kimler oldukları hakkında spekülasyon yapmaya girişmiyoruz. Ayetin ikinci cümlesini bir kere daha okuyalım:
"Elçilerimiz, İbrahim'e `Selâm sana' dediler. O da onlara `Selâm size' dedi."
Hz. İbrahim, doğum yeri olan Irak'taki "Keldaniler" yurdundan göçetmiş, Ürdün üzerinden geçerek çöl ortasındaki "Kenan ili"ne yerleşmişti. Bu yüzden Bedeviler'in konuk ağırlama adetleri uyarınca konuklarına yemek hazırlamaya koyulmuştu. Çünkü yüce Allah'ın bu melek kökenli elçilerini konuk sanmıştı. Okuyoruz:
"Az sonra önlerine kızarmış bir buzağı getirdi."
Semiz, yağlı, kızgın taş üzerinde kızarmış bir buzağı idi bu. Fakat melekler dünyalıların yiyeceklerini yemezler.
70- İbrahim, elçilerin kızarmış buzağıya doğru el uzatmadıklarını görünce, konukları tuhafına gitti, içine onlardan kaynaklanan bir korku düştü. Bu sırada konukları "Korkma, biz Lût'un soydaşlarına gönderildik" dediler.Hz. İbrahim, konuklarının ellerinin kızarmış buzağıya doğru gitmediğini görünce; "... konukları tuhafına gitti; içine onlardan kaynaklanan bir korku düştü." Bedevi adetlerine göre ikram edilen yemeği yemeyen konuk kuşku uyandırır; ev sahibine yönelik bir hainliği, bir kötülüğe niyetlendiği imajını verir. Bizim kırsal kesimimizin insanları yedikleri yemeğe ihanet etmeyi, daha doğrusu yemeğini yedikleri kimseye kötülük etmeyi mertliklerine yediremezler, böyle bir kalleşliği yapmaktan kaçınırlar. Bu yüzden eğer birinin yemeğini yemek istemezlerse, bu istemezlik, o adam hakkında kötülük düşündükleri, ya da adamın kendilerine yönelik niyetinin iyiliğinden emin olmadıkları anlamına gelir.
İş bu noktaya varınca, yüce Allah'ın elçileri, gerçek kimliklerini açıklıyorlar. Okuyoruz:
"Bu sırada konukları `Korkma, biz Lût'un soydaşlarına gönderildik' dediler."
Hz. İbrahim, Hz. Lût'un soydaşlarına bu meleklerin niçin gönderildiğini anlamıştı. Fakat tam o sırada başka bir olay oldu ve bu olay konuşmanın akışını değiştirdi. Okuyoruz:
71- O sırada ayakta duran İbrahim'in karısı bu haberi duyunca güldü. Biz de ona o elçiler aracılığı ile oğlu İshak'ın ve İshak'ın arkasından da torunu Yakub'un müjdesini ilettik.Kadın, belki de, Hz. Lût'un iğrenç soydaşlarının helâke uğrayacaklarına sevindiği için gülmüştü. Devam edelim:
"Biz de ona o elçiler aracılığı ile oğlu İshak'ın ve İshak'ın arkasından da torunu Yakub'un müjdesini ilettik."
Hz. İbrahim'in eşi kısırdı, hiç çocuk doğurmamıştı, üstelik o sırada iyice yaşlanmıştı. Bu yüzden Hz. İshak'a ana olacağı müjdesi onun için şaşırtıcı bir sürpriz olmuştu. Üstelik bu müjde katmerli idi. Çünkü Hz. İshak'ın da Yakub adında bir oğlu olacaktı. Böylesine inanılması zor bir müjdeli haber bir kadını -özellikle kısır bir kadını- tepeden tırnağa titretir, haberi ansızın öğrenmesi ise bu titremeyi sarsıntıya, duygusal fırtınaya dönüştürür. Okuyalım:
72- Aman Allah'ım! Doğum mu yapacağım? Oysa ben yaşlı bir kadınım, şu eşim de ihtiyar bir adamdır. Bu şaşılacak bir şey!Olay gerçekten şaşırtıcıdır. Çünkü kadınlar belirli bir yaşa gelince adetten kesilirler ve artık hamile kalmazlar. Fakat yüce Allah'ın sınırsız gücüne göre hiçbir şey şaşırtıcı değildir. Okuyoruz.
73- Konuklar, kadına "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Ey hane halkı, Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizdedir. Hiç kuşkusuz O, övgüye ve yüceltilmeye lâyıktır" dediler.
Yüce Allah'ın işine şaşılmaz. Çünkü herhangi bir şeyin normalde belirli bir şekilde olması, aynı çizgiyi izlemesi, o şeyin değişmez bir kanun olduğu anlamına gelmez. Yüce Allah, herhangi bir hikmete dayanarak o işin başka türlü olmasını dileyince, iş alışılmışın dışında bir gerçekleşme gösterir. Sözünü ettiğim hikmet, bu olayda, yüce Allah tarafından mü'minlere vadedilmiş olan rahmetin ve bereketin Hz. İbrahim ailesine yansımasıdır. Üstelik bu normal dışı gelişme, yine de bizim sınırlarını bilmediğimiz ilahi geleneğin çerçevesi içinde meydana gelir. Bizler her hal-ü kârda kısıtlı bir süreyi kapsayan gözlemlerimizle normal gelişmelere bakarak bu normal dışı gerçekleşmeler hakkında hüküm veremeyiz. Çünkü bizler evrende meydana gelen bütün olayları gözlem ve inceleme süzgecinden geçiremeyiz.
Yüce Allah'ın dilediğini, bildikleri doğal yasaların çerçevesi ile sınırlandıranlar, bizzat yüce Allah'ın Kur'an'da belirttiği gibi Allah gerçeğinden habersiz kimselerdir. Kuşkusuz tartışmaları kesecek son söz yüce Allah'ın sözüdür. İnsan aklına, O'nun sözü karşısında başka bir şey demek düşmez. Hatta yüce Allah'ın dileğini, bizzat yüce Allah'ın "bunlar benim koyduğum yasalardır" diyerek belirlediği kanunların çerçevesi ile sınırlayanlar da Allah gerçeğini bilmiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın dileği, bizzat kendisinin belirlemiş olduğu yasaların ötesinde özgürdür, sözkonusu ilahi yasalar bu dilek için bağlayıcı olamazlar.
Evet. Yüce Allah, şu evreni önceden belirlediği yasalar uyarınca yönetir. Fakat bu ayrı bir şeydir ve yüce Allah'ın iradesinin, O'nun tarafından yürürlüğe konan bu yasalarla sınırlı olduğunu ileri sürmek ayrı bir şeydir. Çünkü herhangi bir doğal yasa her uygulanışında yüce Allah'ın takdiri ile yürürlüğe girer, işlerlik gösterir. Hiçbir doğal yasanın yürümesi ve işlerlik göstermesi "otomatik" değildir. Buna göre yüce Allah herhangi bir doğal kanunun o ana kadarki sayısız uygulanışlarından farklı bir şekilde yürümesini takdir ederse, bu farklı uygulama gerçekleşir, sözkonusu kanun bu yeni ilahi takdirin pratiğe yansımasını engelleyemez. Çünkü bütün doğal yasaların kaynağı olan "ana-ilke" yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğu, hiçbir sınırlamaya bağlı olmadığı prensibidir. Her doğal yasa, her pratiğe yansıyışında yüce Allah'ın bu özgür takdirinin özel kararı ile gerçekleşir, işlerlik kazanır.
Gelişmelerin bu noktasında Hz. İbrahim'in -Allah'ın selâmı üzerine olsun Allah'ın elçileri olan konuklarından yana hiçbir endişesi kalmaz. Fazla olarak bu elçilerin getirdikleri müjdeli habere sevinir. Fakat Hz. Lût ile günahkâr soydaşları bir türlü aklından çıkmaz; gelen meleklerin onları helâk etmekle, toptan yok etmekle görevli olmalârı konusu içine dert olur. -Bu arada şunu hemen belirtelim ki, Hz. Lût, O'nun kardeşinin oğludur, doğup büyüdüğü yurdundan, kendisi ile birlikte göçetmek zorunda kalmıştır ve şimdi de yakınına düşen bir bölgede oturmaktadır- Çünkü Hz. İbrahim, merhametli ve sevecen bir karaktere, sahiptir. Bu yumuşak karakteri, bir toplumun helâk olmasını, toptan yokolmasını soğukkanlılıkla karşılayamıyor, böyle bir olaya kolayca katlanamıyor.
74- İbrahim'in korkusu geçip de müjdeli haberi alınca, Lût'un soydaşları hakkında elçilerimiz ile tartışmaya girişti. 75- İbrahim, gerçekten hoşgörülü, yumuşak kalpli ve kendini Allah'a adamış bir kimse idi."Hoşgörü (halimlik)" "öfkeye yolaçan sebeplere katlanmak, sabretmek, bunları soğukkanlılıkla karşılayarak feveran etmemek" demektir. "Yumuşak kalplilik (evvah'lık)", "Allah korkusu ile O'na içten yakarma edebini benimseme" demektir. "Kendini Allah'a adamışlık" da "Her durumda hızla Allah'a yönelmek" anlamını taşır. İşte bu saydığımız sıfatlar, Hz. İbrahim'i, Hz. Lût'un soydaşlarının acı akıbeti konusunda melekler ile tartışmaya sürüklemiştir. Gerçi bu tartışmanın nasıl bir tartışma olduğunu bilmiyoruz. Çünkü okuduğumuz ayetler, bu konuda ayrıntılı bilgi vermiyorlar. Bildiğimiz bir şey varsa, bu tartışma girişimine verilen cevap; sözü noktalayıcı niteliktedir. Çünkü Hz. İbrahim'e, Lût'un soydaşlarına ilişkin ilahi hükmün kesinleştiği, bu konudaki tartışmanın yersiz olduğu kesin bir dille bildirilmektedir. Okuyoruz:
76- Konuk melekler ona dediler ki; "Ey İbrahim, bu işten vazgeç; çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onların başlarına geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir. " LÛT PEYGAMBER VE KAVMİBu kesin ifadenin arkasından ayetler susuyor. Hiç kuşkusuz Hz. İbrahim de susuyor. Hz. "İbrahim ile eşi" sahnesinin perdesi iniyor, arkasından Hz. Lût ile ilgili kalabalık, hareketli, reaksiyonlu sahnenin perdesi açılıyor. Hz. Lût'un soydaşları, Sodom ve Amurî'ye (Gomor) adlı Ürdün şehirlerinde yaşıyorlardı. Okuyoruz:
77- Elçilerimiz Lût'un yanına vardıklarında kaygıya kapıldı, canı sıkıldı ve "bugün, zor bir gündür" dedi.
Hz. Lût, soydaşlarını iyi tanıyor, onların fıtratlarının yakalandığı acayip sapıklığı, şaşırtıcı anormalliği yakından biliyordu. Bu adamlar kadınları bırakmış, gözlerini erkeklere dikmişlerdi. Bütün canlıların erkekli-dişili çiftler halinde yaratılmış olmalarındaki hikmetin farkında olan fıtratlarına ters düşmüşlerdi. Oysa yüce Allah'ın dilediği güne kadar insan soyunun devamlılığının sağlanması bu hikmete dayanıyordu. İnsan fıtratı bu ezeli hikmetin sesine uymaktan hep haz duyagelmiştir. Fıtrat bu sese düşünerek-taşınarak değil, içgüdüsel kılavuzluğun doğrultusundan sapmamanın yalın dürtüsü ile kulak veriyordu.
Gerçi insanlık tarihi kişisel düzeyde kalan birtakım patolojik sapmalara ve anormalliklere hep şahit olmuştur. Ama Hz. Lût'un soydaşları olayı acayiptir. Bu olay bize gösteriyor ki, psikolojik hastalıklar, tıpkı bazı organik hastalıklar gibi bulaşıcıdırlar. Herhangi bir toplumda değer ölçülerinin altüst olması sonucunda bu türden bir hastalık yaygınlık kazanabilir; bu yayılmanın başta gelen sebeplerinden biri, sözünü ettiğimiz hasta toplumun kötü örnek oluşturması ve diğer insanlar için kışkırtıcı bir rol oynamasıdır. Anormal davranışın fıtrata ters düşmesine rağmen, bu yayılma gerçekleşebilir. Oysa fıtrata egemen olan yasalar, hayata egemen olan yasaların aynılarıdır. Bu yasalar da hayatın isteklerinin karşılanmasından haz duyulmasını, hayatın gerekleri ile çatışarak ya da bu gerekleri yokederek tatmin aranmaması gerektiğini telkin ederler.
Halbuki, cinsel sapıklık hayatla çatışır, onu yokeder. Çünkü hayatin tohumlarını iğrenç bir toprağa akıtıp heba eder, bu iğrenç toprak o tohumları tutup yeşertecek yetenekte yaratılmamıştır. Oysa bu tohumları tutup geliştirmeye, üretime dönüştürmeye elverişli başka bir toprak, başka bir alan vardır. Cinsel sapıklık bu verimli alana atılması gereken hayat tohumlarını, onları çürütüp yokedecek iğrenç bir alana atar. Bundan dolayı sağlıklı insan fıtratı Hz. Lût'un soydaşlarında uygulaması görülen cinsel sapıklıktan nefret eder, tiksinir. Bu tiksinme, sadece ahlâktan kaynaklanan bir reaksiyon değildir, aynı zamanda insan fıtratının doğal gereği olarak ortaya çıkar. Çünkü bu fıtratı yönlendiren kanunlar, yüce Allah'ın hayata egemen kıldığı kanunlarla özdeştirler. Bu kanunlar da doğal ve sağlıklı biçimdeki cinsel hazzı, hayatla çatışarak, hayatı kesintiye uğratarak değil, onu geliştirecek, üretkenliğini sürdürecek yolda aramayı gerektirirler.
Gerçi dünyada yaşamaktan daha yüce bir ideal sözkonusu olunca kimi zaman ölümden haz duyduğumuz, seve seve ölüme koştuğumuz bile olur. Fakat bu haz, somut-maddi bir haz değil, itibarî-manevi bir hazdır. Üstelik bu hayatla çatışan, ona zıt düşen bir tarafı da yoktur. Tersine başka bir yoldan giderek hayatı geliştirmeyi, hayatın düzeyini yükseltmeyi amaçlar. Hayatı ve hayatın hücrelerini yokeden cinsel sapıklıkla, sözümüzün konusu olan homoseksüellik ile ideal uğruna ölüme atılma erdemi arasında uzaktan yakından hiçbir ilişki, hiçbir ortak nokta yoktur.
Hz. Lût, konuklarının gelişinden rahatsız oldu. Çünkü soydaşlarının onlara karşı nasıl bir tanır takınacaklarını biliyor, konuklarına yönelik edepsiz sataşmalar yüzünden uğrayacağı utancı şimdiden kestiriyordu. Bu yüzden;
"Bugün, zor bir gündür."
diyordu. İşte bu zor gün başlamıştı.
78- Soydaşları apar-topar evine koştular. Daha önce pis işler yapıyorlar, iğrenç ilişkilerde bulunuyorlardı. Lût onlara dedi ki; "Soydaşlarım, işte kızlarım, onlarla eşleşmek sizin için daha temiz bir iştir. Allah'dan korkun da beni konuklarım önünde rezil etmeyin. İçinizde aklı başında biri yok mu?"Evet; "Soydaşları apar-topar evine koştular."
Öyle hızlı koşuyorlardı ki, evine giderken, sanki kudurmuşlardı. Devam ediyoruz:
"Daha önce pis işler yapıyorlar, iğrenç ilişkilerde bulunuyorlardı." Zaten Hz. Lût'un konuklarının gelmelerinden rahatsız olmasının, onlar yüzünden sıkıntıya düşmesinin ve zor bir gün beklediğini söylemesinin sebebi buydu.
Hz. Lût, evine dalan, kendisini konuklarına zarar vermekle, onurunu zedelemekle tehdit eden soydaşlarının, kudurmuşlar gibi kendilerinden geçtiklerini görünce onların sağlıklı fıtratlarını uyarmak istedi, kendilerini yüce Allah'ın erkekler için yaratmış olduğu karşı cinse yöneltmeyi denedi. Evinde kızları vardı. Hazır bekliyorlardı. Eğer bu kudurmuş erkekler istese, hemen onlarla evlendirilirler, böylece kudurmuşluğun ateşi ve şehvet çılgınlığı yatışırdı. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, işte kızlarım, onlarla eşleşmek sizin için daha temiz bir iştir. Allah'dan korkunuz da beni konuklarımın önünde rezil etmeyiniz. İçinizde aklı başında biri yok mu?"
Evet, "İşte kızlarım, onlarla eşleşmek sizin için daha temiz bir iştir." "Temizlik" kavramının taşıdığı her anlamda, hem psikolojik-soyut anlamda ve hem maddi-somut anlamda daha temiz bir iştir. Çünkü bu kızlar, arı ve yalın fıtratın isteğini karşılarlar, aynı zamanda erkekte nezih duygular uyandırırlar. Yani hem fıtrat temizliğinin, hem ahlâk temizliğinin, hem de dinin aradığı cinsel temizliğin yolu budur. Sonra onlar somut olarak da temizdirler. Yaratıcı yüce kudret, onları körpe insan yavrularının temiz ve nezih yuvası olmak üzere yaratmıştır. Devam ediyoruz:
"Allah'dan korkunuz."
Hz. Lût, az önce fıtratın eğilimleri açısından sarsmaya çalıştığı vicdanları bu defa bu yönden sarsmaya çalışıyor. Devam edelim:
"Beni konuklarımın önünde rezil etmeyiniz."
Bu defa da bedevilik geleneklerinde son derece ağırlıklı bir yeri olan konukseverlik duyguları aracılığı ile bencillik güdülerini harekete geçirmeyi deniyor. Okuyoruz:
"İçinizde aklıbaşında, olgun biri yok mu?"
Evet, mesele fıtrat, din ve erkeklik meselesi olmasının yanısıra aklıbaşında ya da aptal olma meselesidir. Fakat bütün etkileme, yatıştırma çabaları, hasta ve sapık fıtratlara, ölü ve kokuşmuş kalplere, anormal ve yetersiz akıllara kâr etmedi. Hasta ve sapık kudurganlık, kızgın lavlarını püskürtmeye devam etti.
79- Soydaşları "Biliyorsun ki, bizim kızlarınla bir işimiz, onlara yönelik bir amacımız yok. Sen bizim ne istediğimizi iyi bilirsin " dediler.İyi biliyorsun ki, eğer istediğimiz senin kızların olsa, evlenirdik onlarla; sen bizim ne istediğimizi biliyorsun. Yapmak istedikleri pis işi dolaylı biçimde açığa vuran iğrenç ve yılışık bir imadır onların bu sözleri.
Hz. Lût'un kolu kanadı kırıldı, zayıflığının bilincine vardı. Soydaşları arasında yabancı idi. Göçmen olarak aralarına katılmıştı. Kendisini koruyacak bir aşireti yoktu. Bu zor günde ortaya koyacağı bir vurucu güçten de yoksundu. Bu yüzden şu acıklı ve yanık sözler dudaklarından dökülüverdi:
80- Lût, melek konuklarına dönerek dedi ki, "Keşki siz bana dayanak olacak güçte olsaydınız, ya da himayelerine sığınabileceğim gözüpek adamlarım olsaydı!"Bu sözleri şu karşısındaki gençlere seslenerek söylemişti. O gençler ki, aslında genç adam kılığına girmiş meleklerdi. Pek genç yaşta idiler, yüzleri pırıl pırıldı. Fakat Hz. Lût'a göre döğüşebilecek, adam yıldırabilecek kimseler değillerdi. Bu yüzden onlara bakarak hayıflandı, kavga adamları olsalardı da onlardan destek görseydi diye bir özlem geçti içinden. Ya da güçlü bir sığınağı, dayanağı olsaydı şu karşısındaki tehdidi başından savsaydı diye düşündü.
Aslında Hz. Lût, kapıldığı karamsarlıktan, etkisi altında bulunduğu can sıkıntısından dolayı sağlam bir dayanağın koruması altında olduğunu aklından çıkarmıştı. Bu güçlü dayanak, dostlarını asla yüzüstü bırakmayan yüce Allah'ın himayesi idi. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu ayeti okurken, "Allah'ın rahmeti Lût'un üzerine olsun. Oysa arkası sağlam yere dayalı idi" buyurmuştur.
Hz. Lût iyice daralınca, sıkıntıdan patlayacak duruma gelince, karamsarlığı doruk noktasına çıkınca karşısındaki `.`Allah'ın elçileri" sırtının dayalı olduğu bu güçlü kaleyi kendisine açıklayıverdiler. Okuyoruz:
81- Konukları dediler ki; "Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz; onlar sana ilişemeyecekler. Geceleyin bir ara aileni yanına alarak yola çık, hiçbiriniz geride kalmasın. Yalnız eşini yanına alma. Çünkü soydaşlarının başına ne gelecekse onun da başına gelecektir. Vadeleri tanyeri ağarınca dolacaktır. Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"
Evet; "Konukları dediler ki; `Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler."
Arkasından ö ana kadar sakladıkları bilgileri kendisine tek tek vermeye koyuldular. Kendisi, soydaşlarının iğrenç sapıklıklarına bulaşmamış aile bireyleri ile birlikte kurtulacaktı. Fakat eşi yanında olmayacaktı, o sapık soydaşlarının safında yeralmıştı. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Geceleyin bir ara aileni yanına alarak yola çık, hiçbiriniz geride kalmasın. Yalnız eşini yanına alma. Çünkü soydaşlarının başına ne gelecekse, onun da başına gelecektir. Vadeleri tanyeri ağarınca dolacaktır. Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"
Ayetteki "esri" kelimesinin kökü olan "sery" sözcüğü "gece yolculuğu", "bi kitaın minelleyli" ibaresi "gecenin bir bölümü" demektir. Yine ayetteki "Hiçbiriniz geride kalmasın" ifadesi "arkada kalmasın, kafileden ayrı düşmesin" anlamındadır: Çünkü bu sapık toplumun helâk olma zamanı tanyerinin ağarma vaktidir. Kim onlarla birlikte şehirde kalırsa onların yanında helâk olacaktır. Ayetin şu son cümlesi dikkat çekicidir:
"Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"
Bu soru onca acılar çekmiş olan Hz. Lût'un gönlünü rahatlatmak amacını taşıyor. Kendisine acı çektirenlerin yok oluşlarının iyice yakınlaştığı vurgulanarak bozulan morali düzeltilmek isteniyor. Gerçekten o cezalandırma anı son derece yakındır. Gün ağarır-ağarmaz gelip çatacaktır. O zaman Hz. Lût'un "keşki gücüm olsaydı yapsaydım" diyerek özlediği, fakat yeterli gücü olmadığı için yapamadığı şeyi yüce Allah'ın sınırsız gücü fazlası ile yapacak, o sapıklara derslerin en ağırını verecektir.
82- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde orayı altüst ettik, oranın halkı üzerine, sağanak halinde balçıkla kaplanmış taşlar yağdırdık. 83- Bunlar Rabbinin katında dökülüp damgalanmış taşlardı. Bu tür bir azap, zalimlerin uzağında değildir.Bu sapıkların cezalarını infaz etmenin vakti gelince oturdukları şehri "altüst ettik." Burada her şeyi tersine çeviren, yerden yüksekteki dikili her şeyi kesilerek tanınmaz hale getiren tam bir "yıkım"la eksiksiz bir "imha" tablosu ile karşı karşıyayız. Buradaki "her şeyi tersine çevirme, altını üstüne getirme" imayı, o sapıkların tersyüz olmuş, başaşağı dönmüş, insanlık doruğundan hayvanlık çukuruna, hatta hayvan düzeyinin bile altına gerilemiş olan fıtratlarının alçaklığı ile uyumlu bir çağrışım yapıyor. Onların düzeyi hayvanınkinin bile aşağısına geriledi dedik. Çünkü hayvan, hayvana özgü fıtratın önünde durmakta, fıtri yapısının sınırlarını aşmaya kalkışmamaktadır. Okumaya devam edelim:
"Oranın halkı üzerine sağanak halinde balçıkla kaplanmış taşlar yağdırdık."
"Balçıkla kaplanmış taşlar." Cezanın bu özelliği de o sapıkların iğrençliği ile uyumlu ve ölçülüdür."
"Sağanak halinde yağan" yani birbiri peşisıra iniyorlar başlarına. Ayrıca bu taşlar "Rabbinin katında dökülüp damgalanmış" taşlardır. Tıpkı koyun sürüsü örneğindeki kuzuların büyütülüp çoğalsınlar diye çayıra salınmaları gibi. Bu taşlar da döküldükten sonra gerektiğinde kullanılmak üzere bir yere yığılıp çoğaltılıyor gibi bir tasvir ile karşı karşıyayız. Tasvir gerçekten enteresan. İnsanın zihninde öyle somut çağrışımlar meydana getiriyor ki, açıklama ve anlatım yöntemi ile aynı etkiyi meydana getirmek mümkün değil. Devam ediyoruz:
"Bu tür bir azap, zalimlerin uzağında değildir."
Yakınlarındadır bu ceza ve sadece yüce Allah'ın dilemesine bağlıdır. Gerektiğinde bu taşlar atılır ve başlarına isabet ettirilir. (Ayetteki "musevvetin" kelimesinin bir anlamı da "damgalı, özel işaretli markalı"dır. Fakat tasvir yöntemli bu ifadeye bizim tercih ettiğimiz anlam daha uygun düşer.)
Hz. Lût'un soydaşlarına inen ceza ile ilgili olarak bu ayetin çizdiği tablo, bazı yönleri ile volkanik bir patlamayı çağrıştırıyor. Yerin yarıldığı ve çevresindeki her şeyi yuttuğu bir volkanik patlama ve bu patlamaya eşlik eden püskürtülmüş lavlar, taşlar ve çamurlar gözlerimizin önüne gelir gibi oluyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın zalimlere verebileceği cezaların pek çok türü vardır.
Böyle derken "Bu olay bildiğimiz volkan patlamalarından biridir, o anda faaliyete geçmiş ve olanlar olmuştur" demek istemiyoruz. Bu ihtimali reddetmek de istemiyoruz. Meydana gelen olay, böyle bir olay olabilir de. Fakat "kesinlikle böyle olmuştur" da demiyor, böylece yüce Allah'ın takdirini, bildiğimiz bir olgu ile sınırlamaktan kaçınıyoruz.
Gerek bu ve gerekse benzeri olağanüstü olaylar konusunda söyleyebileceğimiz sözün özü şudur: Yüce Allah'ın tam o zaman, o cezanın infaz anında meydana gelmek üzere bir volkanik patlama olayı planlamış olması, böylece Hz. Lut'un soydaşlarını cezalandırmaya ilişkin ezeli ilmi uyarınca, olayın meydana gelişini cezalandırmanın anı ile çakıştırmış olması mümkündür. Bu çakışma ve zaman uyumu, yüce Allah'ın ilahlığının ve "Rabb"liğinin evrene yansıyan bir tezahürüdür. Evrende olup biten her olay, O'nun kapsamlı takdiri ve canlıların tümü ile uyumlu olarak O'nun tasarrufu altında meydana gelir.
Ayrıca bu olayın özel bir plan sonucu meydana gelmiş olması, yüce Allah'ın o sapıkları o biçimde ve o anda imha etmek isteyen dileğine bağlı özel bir irade ile gerçekleşmiş olması da mümkündür. Eğer yüce Allah'ın dileği ile evren arasındaki ilişkiyi az önce yukarıda Hz. İbrahim'in eşine ilişkin olağandışı olayı değerlendirirken yaptığımız yorumun ışığında anlarsak, bu tür olayları, bu çeşit olağanüstülükleri kavramakta, kafalarımıza sığdırmakta herhangi bir zorlukla karşılaşmayız.
ŞUAYB PEYGAMBER VE KAVMİŞimdi yine ölümsüz İslâm inancının peygamberlik misyonlarından biri karşısındayız. Bu misyonu üstlenen peygamberin adı Hz. Şuayb'dır. O, bu misyonu soydaşları olan Medyenliler arasında yürütmekle görevlidir. Bu misyonda Allah'ın birliği çağrısı yanında başka bir mesele daha ön plandadır. Bu mesele insanlar arası ilişkilerde adaleti, güvenirliği ve dürüstlüğü egemen kılma meselesidir. Bu mesele ile Allah'ın birliğine inanma, egemenliği O'nun tekeline verme, O'nun yasalarına ve buyruklarına uyma tutumu arasında köklü ve sıkı bir bağ vardır. Oysa Medyenliler bu yoldaki çağrıyı son derece büyük bir hayretle karşılamışlar, insanlar arasındaki mali ilişkiler ile yüce Allah'ın egemenliğini benimsemiş olmanın eylemsel bir ifadesi olan namaz arasındaki ilişkiyi kavrayamamışlardır.
Hikâyenin akışı, "Hz. Hud ile Adoğulları" hikâyesine "Hz. Salih ile Semudoğulları" hikâyesine benziyor. Gerçi gerek sonucu, gerek anlatım üslubu ve gerekse sonucuna ilişkin değerlendirmesi açısından Hz. Salih ile Semudoğulları'na daha çok benziyor. Hatta bu iki hikâyede, günahkârlara verilen ceza ile bu cezayı anlatan ibareler ortaktır.
84- Medyenoğulları'na da kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb dedi ki; "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka ilahınız yoktur. Birşey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp tartmayınız. Bolluk içinde olduğunuzu görüyorum, ama sizin hesabınıza kıyamet gününün geniş kapsamlı azabından korkùyorum. "
Ayetin birinci bölümünde yüce Allah'ın ortaksız egemenliğinin benimsenmesi telkin ediliyor. Bu ilke, inancın da, hayat sisteminin de, yasal düzenin de, insanlar arası ilişkilerin de temelidir. Bu temel ilke olmadıkça ne inanç, ne ibadet ve ne de insanlar arası ilişkiler ayakta durabilirler. Şimdi de ayetin ikinci kısmı ile sonraki iki ayeti inceleyelim:
" . Bir şey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp tartmayınız. Bolluk içinde
olduğunuzu görüyorum, ama sizin hesabınıza kıyamet gününün geniş kapsamlı azabından korkuyorum.
85- "Ey soydaşlarım, bir şey ölçer ya da tartarken adalete uyarak ölçüyü ve tartıyı tam tutunuz.' Halkın mallarına düşük değer biçmeyiniz. Yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği bozmayınız. " 86- "Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın size bıraktığı pay, hakkınızda daha hayırlıdır. Ben sizi gözetlemekle, korumakla görevli değilim. "Bu ayetlerin gündeme getirdikleri mesele -Allah'ın birliğine ve kayıtsız egemenliğine inanma meselesinden sonra- adalet, dürüstlük ve güvenirlik meselesi, ya da Allah'a inanma ve ortaksız egemenliğini benimseme ilkesinden kaynaklanan yasa ve insanlar arası ilişkiler meselesidir. Sebebine gelince, Medyenliler'in yurdu, Hicaz'ı Şam'a bağlayan ana yol üzerinde idi. Bu yüzden ana geçim kaynakları ticaret idi. Fakat ticaretleri sırasında ölçüde ve tartıda hile yapıyorlar, ayrıca halkın mallarını düşük fiyata satın alıyorlardı. Bu, mertliği ve şerefi zedelediği gibi, insanın kalbini ve elini de kirleten çirkin bir huydu. Bunun yanısıra işlek bir ticaret yolu üzerinde oturdukları için, Arap Yarımadası'nın güneyi ile kuzeyi arasında gidip gelen kervanların yollarını kesebiliyorlar, önlerine çıkıp haraç isteyebiliyorlar ve yüce Allah'ın bu surede sözünü ettiği yolsuz kazanç türlerinden canlarının istediğini yolculara dayatıyorlardı.
İşte Allah'ın birliğine inanmak ve O'nun ortaksız egemenliğine teslim olmak ilkesi ile güvenilirlik, dürüstlük, temizlik, insanlar arasındaki ilişkilerde adalete uymak, alırken ve verirken şerefli davranmak, gerek fertlerin ve gerekse devletin işlediği gizli hırsızlıklarla, yolsuzluklarla mücadele etmek arasındaki ilişki burada kendini gösterir. Allah'ın birliğine inanmak ile O'nun ortaksız egemenliğini benimsemek, bu fonksiyonu ile insana daha yaraşır bir sosyal hayatın teminatı olduğu gibi, sosyal adaletin ve sosyal barışın da güvencesidir. Allah korkusuna ve O'nun hoşnutluğunu kazanma arzusuna dayanan tek güvence budur. Bu güvence bu niteliği ile şahsi çıkarlara ve keyfi arzulara göre oynaklık göstermeyen sarsılmaz bir temele dayanmış olmaktadır.
İnsanlar arası ilişkiler ve ahlâk kuralları, mutlaka değişken faktörlerden etkilenmeyen, sağlam bir temel üzerine oturtulmalıdır. İslâmın görüşü budur. Bu görüş ile sosyal ilişkileri ve ahlâk kurallarını, insan düşüncelerine, insan yorumlarına, insanlarca ortaya konmuş kurumlara ve görülebilen şahsi çıkarlara dayandıran teoriler arasında köklü bir farklılık vardır.
Eğer sosyal ilişkiler ile ahlâk kuralları değişmez bir tabana oturtulursa, maddi ve kısa vadeli çıkarlardan etkilenmedikleri gibi sosyal çevre ile bu çevreye egemen olan yozlaştırıcı etkenlerden de etkilenmezler.
O zaman ahlâk kurallarının ve insanlar arası ilişkilerin belirleyici faktörü toplumda egemen olan "üretim tarzı" olmaz. Başka bir deyimle toplumların göçebelik-çobanlık dönemlerinde başka, tarım toplumlarında başka ve endüstri aşamasındaki toplumlarda başka ahlâk kuralları ve sosyal ilişkiler geçerli olmaz. Eğer hayatın tüm kesimlerini kapsayan yasaların kaynağı, yüce Allah'ın hukuk sistemi (Şeriatı) olursa, eğer ahlâkın temel dayanağı yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak vereceği sevabı elde etmek ve biçeceği cezadan korunmak olursa, bu değişken faktörler ahlâk kuralları ve insanlar arası ilişkilerde etkili olamazlar. İnsan ürünü teorilerin savunucuları, ahlâk kurallarının ekonomik ilişkilerin ve toplumun gelişmişlik düzeyinin bağımlı sonuçları olduklarını ballandıra ballandıra anlatırlar. Oysa İslâmcı ahlâk görüşünün ışığı altında bu yaklaşım geçersiz kalır. Bu açıklamayı burada noktalayarak şimdi ayetleri inceleyelim:
"Bir şey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp tartmayınız. Bolluk içinde olduğunuzu görüyorum."
Yüce Allah size bol kazanç bağışladı. Daha çok kazanmak için böyle alçakça yollara başvurmaya muhtaç değilsiniz. Eğer eksik ölçüp tartmaktan kaçınırsanız fakir düşecek, maddi zarara uğrayacak değilsiniz. Tersine gerçekleştirdiğiniz hileli ticari işlemler, yaptığınız yolsuz alışverişler, içinde yaşadığınız bu bolluğu, bu refahı tehdid edici bir faktördür. Devam ediyoruz:
"Ama sizin hesabınıza kıyamet gününün geniş kapsamlı azabından korkarım."
Bu azapla ahirette, yüce Allah'ın katında yüzyüze geleceğiniz gibi, daha dünyadayken de yüzyüze gelebilirsiniz. Bu şöyle olur. Yaptığınız hileler ve bunların doğuracağı kinler sosyal hayatta ve ticari ilişkilerde acı meyvalarını verir. İnsanlar bütün gündelik davranışlarında, bütün sosyal ilişkilerinde ve bütün sürtüşmelerinde birbirlerinin darbesini yerler.
Hz. Şuayb, bu dürüstlüğe ilişkin öğüdünü demin "hile yapmayın" şeklinde vermişti. Şimdi ise aynı öğüdü "doğru olun" şeklinde tekrarlıyor. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, bir şey ölçer ya da tartarken adalete uyarak ölçüyü ve tartıyı tam tutunuz."
"Ölçüyü ve tartıyı tam tutma" ifadesi "eksik ölçüp tartmama" ifadesinden daha güçlüdür. Çünkü birinci ifade "müşteri lehine işleyecek bir fazlalık" yapma tarafına daha yakındır.
Bu ifade somut çağrışım zenginliği taşır. Çünkü "tam tartma", "eksik ölçüp tartmama"dan farklı çağrışımlara yolaçar. Çünkü bu ifade, kolaylaştırma ve karşı tarafın hakkını tanıma açısından daha yüklüdür. Devam ediyoruz:
"Halkın mallarına düşük değer biçmeyiniz."
Bu ifade, hem ölçülebilir ve hem de tartılabilir bütün malları ve eşyayı içine alır. Her tür eşyanın doğru değerlendirmesini emreden kapsamlı bir direktiftir. Tartarken, ölçerken, fiyatlandırırken maddi ve manevi anlamda değer biçerken hile yapmayı yasaklar. Emekler, davranışlar, beceriler ve nitelikler de bu kapsama girer. Çünkü aslında somut nesneler için kullanılan "şey" sözcüğü, kimi zaman soyut değerler için de kullanılır.
İnsanların mallarına düşük değer biçerek onları aldatmak, bir zulüm türü olmasının ötesinde, insanların vicdanlarına kötü duyguların tohumlarını da eker. Acı, kin; adaletten, iyilikten ve doğru değerlendirme kriterlerinden umut kesmek, sözünü ettiğimiz kötü duyguların başlıcalarıdır. Bu duygular. toplumsal birliği, kişiler arası ilişkileri, sosyal dayanışmayı, fertlerin vicdanlarını ve duygu dünyalarını sarsıntıya uğratırlar. Sosyal hayatta hiçbir sağlıklı kurum ve değer bırakmazlar. Devam ediyoruz:
"Yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği bozmayınız."
Ayetteki "tasev" kelimesinin kökü olan "usuv" sözcüğü "bozgunculuk yapmak" demektir. Yani bile bile kargaşa çıkarmayınız; kargaşa olsun, işler karışsın diye çalışarak toplumun dirliğini sarsmayınız.
Ayette daha sonra hilekârlığı alışkanlık haline getirmiş olan bu adamların vicdanları uyarılmaya çalışılıyor. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutarak, halkın ellerindeki mallara düşük değer biçerek elde edecekleri kirli kazançtan daha kalıcı bir yarara dikkatleri çekilmeye çalışılıyor. Okuyoruz:
"Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın size bıraktığı pay, hakkınızda daha hayırlıdır."
Arkasından kendilerini bu çağrı ile başbaşa bırakarak aradan çekiliyor. Onlara kendisinin hiçbir şey yapamayacağını belirtiyor. Ayrıca onları kötülüklerden ve azaptan da korumakla görevli değildir. Onları sapıklıktan korumakla görevli olmadığı gibi sapıtmalarından sorumlu da değildir. Onun tek görevi, ilahi mesajı duyurmaktı ki, o görevi de yerine getirmişti. Okuyalım:
"Ben sizi gözetlemekle; korumakla görevli değilim."
Bu tür bir ifade, karşı tarafa meselenin ciddiyetini ve sorumluluklarının ağırlığım hissettirir. Onları aracısız ve koruyucusuz olarak davranışların akıbeti ile yüzyüzè getirir.
BOZGUNCULARFakat Hz. Şuayb'ın soydaşları, iyice azmış; sapıklıkta, bozgunculukta ve haksız kazanç .yolunda kaşarlanmış bir toplumdu. Okuyoruz:
87- Soydaşları dedi ki; "Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır? Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın. "
Bu cevaplarından açıkça belli ki; Hz. Şuayb ile alay ediyorlar. Sözlerin her kelimesi, her cümlesi, buram buram alaycılık kokuyor. Ne var ki, cahilce, anlayışsızca, bilgiden ve zekâdan yoksun, körükörüne, inatçı insanların alaycılıkları ile karşı karşıyayız. Ne diyorlar?
"Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır?"
Bu adamlar anlamıyorlar ki -ya da anlamak istemiyorlar ki- namaz bu inanç sisteminin gereklerinden ve Allah'a kulluğun, Allah'ın kayıtsız egemenliğini benimsemenin ifade biçimlerinden biridir; tek Allah'a inanmadan, gerek kendilerinin ve gerekse atalarının Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları putları bırakmadan bu inanç sisteminin varlığından söz edilemez; bunun yanısıra bu inanç sisteminin ayakta durabilmesi için ticarette, her türlü mal alışverişinde, pratik hayatın her alanında, bütün insanlar arası ilişkilerde yüce Allah'ın yasalarının uygulanması gerekir. Bunlar organik bir bütün oluştururlar. Ne inanç, namazdan ve ne de bunların ikisi pratik hayatın yasalarından ve sosyal kurumlardan ayrılamazlar.
İbadetler ile inanç ve her ikisi ile insanlar arası ilişkiler arasındaki ilişkiyi yadırgayan bu sakat zihniyeti kınamadan önce, Medyenliler'in bu binlerce yılın gerisinde kalmış aptalca zihniyetini uzun uzun karalamadan önce hatırlamamız iyi olur ki, günümüzün insanlarının böyle bir çağrı karşısındaki tepkileri, Hz. Şuayb'ın soydaşlarının tepkilerinden farklı değildir. Günümüzün içinde yaşadığımız cahiliyesi, klasik cahiliyeden daha üstün, daha zeki ve daha kavrayışlı değildir. Hz. Şuayb'ın soydaşlarının benimsedikleri müşriklik, putperestlik, günümüz insanlığının bir bütün halinde benimseyip uyguladığı müşrikliğin, putperestliğin aynısıdır. Yahudi olduklarını, hristiyan olduklarını ve hatta müslüman olduklarını söyleyenler de bu hükmün kapsamına girerler. Bunların hepsi, inanç ve ibadet ile yasayı ve insanlar arası ilişkileri birbirinden ayrı görürler. İnanç ile ibadetleri Allah'a yöneltir, O'nun emirlerine uygun yapmaya çalışırlarken yasalar ile insanlar arası ilişkileri Allah dışındaki kaynaklara dayandırırlar, bunları o kaynakların direktiflerine göre düzenlerler. İşte özü ve kökeni itibari ile müşriklik, putperestlik budur.
Gerçi şunu dikkatlerimizden kaçırmamalıyız ki, günümüzde pratik hayatları ile insanlar arası ilişkilerinin sözde inanç sistemlerine ve şeriatlerine uygun olması konusunda titizlik gösterenler, sadece yahudilerdir. Bunu söylerken onların inançlarının sapıklığını ve şeriatlerinin tahrif edilmişliğini bir yana bırakıyoruz. Bu titizliklerinin bir örneği şudur: Bir süre önce yahudi devletinin parlamentosu olan "Kresset" de bir siyasi kriz çıkmıştı. Sebebi şuydu: Bir İsrail feribotu yahudi olmayan yolcularına yahudi şeriatında yasak olan yemekler veriyordu. Tartışmaların sonunda gemi ve bağlı olduğu şirket, yolcularına sadece yahudi şeriatına uygun yemekler vermeye mecbur edildi, bu yüzden ne kadar zarar edilirse edilsin, bu yasaya uyulacaktı. Müslüman olduklarını iddia edenlerde böylesine bir dine bağlılık nerede?
Günümüzde içimizde müslüman olduklarını söyleyen öyleleri var ki, "İnançla ahlâk kuralları arasında, özellikle inançla insanlar arası ilişkiyi düzenleyen ahlâk kuralları arasında herhangi bir ilişki yoktur" diyorlar.
Gerek yerli ve gerekse yabancı üniversitelerden diploma almış, yüksek tahsillilerimiz önce şu yadırgama içerikli soruları soruyorlar: İslâmın kişisel davranışlarımızla ne ilgisi var? İslâmın sahillerdeki çıplaklıkla ne ilgisi var? İslâm ile kadının süslenerek sokağa çıkması arasında ne ilişki var? İslâm ile cinsel içgüdüyü şu ya da bu yolla tatmin etme arasında ne ilişki var? İslâm ile sinirleri yatıştırmak için bir kadeh içki içme arasında ne ilişki var? İslâm ile "uygar" insanın davranışları arasında ne ilişki var? Acaba bu soruları ile Medyenlilerin "Atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı emreden faktör şu kıldığın namaz mıdır?" şeklindeki soruları arasında ne fark var?
Aramızdaki bu yüksek öğrenimli kimseler ikinci aşamada da dinin neden ekonomiye karışmasını, inançla kişiler arası ilişkiler arasında niçin ilişki kurulduğunu, hatta insanlar arası ilişkiler ile inanç kökünden kopuk, geleneksel ahlâk arasında nasıl olur da bağ kurulduğunu sorarlar.' Sormak bir yana, böyle bir yaklaşıma şiddetle karşı çıkarlar. Bu aşamaya ilişkin bazı soruları şöyledir: Din, faizli ekonomik ilişkilere ne karışır? Din, uzmanlaşmış aldatmacılığa ve hırsızlığa ne karışır? Yeter ki, adam paçasını yürürlükteki kanunlara kaptırmasın. Bu kadarı ile bile yetinmezler. Daha da ileri giderek "eğer ahlâk kuralları, ekonomik hayata müdahale ederse bu hayatı bozarlar" derler. Böylece Batıda geliştirilmiş bazı ekonomik nazariyelerin savunucularına -meselâ ahlâk yanlısı ekonomik teorinin savunucularına- bile karşı çıkarlar, onları eski çağlardan kalmış, modası geçmiş teoriler sayarlar.
O halde eski cahiliyenin pençesinde kıvranan Medyenliler'den kendimizi fazla üstün görmeyelim. Biz bugün onlarınkinden daha koyu bir cahiliyenin pençesinde kıvranıyoruz. Fakat bizim modern cahiliye çömezlerimiz bilgili, deneyimli ve uygar oldukları iddiasındadırlar. Sosyal hayatta ve çarşılardaki alışverişlerde Allah inancı ile kişisel davranışlar arasında bağ kuranları gericilikle, bağnazlıkla ve "çağdışı"lıkla suçlamaktadırlar.
Kalplerdeki Allah'ın birliğine yönelik inanç ile kişisel davranışlara ve insanlar arası ilişkilere ilişkin ilahi yasaları bir yana bırakarak bu alanlarda yeryüzü kanunlarına bağlanmak, birbiri ile bağdaşmaz. Allah'ın birliğine inanmak ile müşriklik, putperestlik aynı kalpde birarada barınamaz. Müşrikliğin, putperestliğin türlü türlü renkleri vardır. Bir rengi de şimdi içinde yüzdüğümüz müşrikliktir. Bu, müşrikliğin aslı ve özüdür; bütün zamanların ve bütün ülkelerin `müşriklerinin buluştukları, ortak zemindir.
Günümüz insanları, "Allah birliği" ilkesinin gèrçek çağırıcıları ile nasıl utanmadan alay ediyorlarsa, o zaman da Medyenliler, Hz. Şuayb ile alay ederek ona şöyle diyorlardı:
"Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın."
Böyle söylüyorlar, ama aslında söyledikleri sözlerin anlamının tam tersini kasdediyorlar. Onlara göre iyi huyluluk ve olgunluk, atalarının taptıkları putlara hiç düşünmeden körükörüne tapmaları ve ibadetleri ile çarşı-pazar işlemleri arasında bağ kurmamaktır. Tıpkı bu konuda kendileri gibi düşünmeyenleri bağnazlıkla ve çağdışılıkla karalamaya kalkışan günümüzün sözde aydınları ve uygarları gibi.
VE DÖNEKLİKHz. Şuayb, taşıdığı gerçeğin doğruluğuna güvenen bir dava adamının soğukkanlılığı ile soydaşlarına cevap verirken, yumuşak konuşuyor. Yetersiz ve cahil olduklarını bildiği için alaycılıklarına aldırış etmiyor, bu terbiyesizliklerini umursamıyor. Son derece tatlı bir dille onlara anlatmaya çalışıyor ki, Rabbinden gelen kesin belgelerin kılavuzluğu altındadır; bunu kalbinin derinliklerinde hissediyor, söylediğinin doğruluğundan emindir. Çünkü soydaşlarına verilmeyen bilgi, kendisine verilmiştir. O, onları ticari işlemlerde dürüst davranmaya çağırırken, bu çağrının sonuçlarından kendisi de etkilenecektir. Çünkü onun da malı ve başkaları ile kurulmuş ticari ilişkileri vardır. Buna göre onlara yönelttiği çağrının ardında kişisel çıkar aramamaktadır. Onlara yasakladığı yolsuzlukları kendi yapıp da müşterilerini ele geçirmek, pazarı tek başına kapatmak istememektedir. Amacı hem onları, hem kendisini ve hem de tüm insanları ıslah etmek, kötü alışkanlıklarından arındırmaktır. Onları benimsemeye çağırdığı ilkeler, sandıkları gibi, kendilerine, ticaretlerine zarar getirmeyecektir.
88- Şuayb dedi ki; "Soydaşlarım, baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam ve O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı vermiş ise? Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Tek isteğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları düzeltmektir. Başarım Allah'ın yardımına bağlıdır. Yalnız O'na dayanıyor ve sadece O'na yöneliyorum."
Evet; "Ey soydaşlarım..."
Sevgi dolu, yaklaşma amaçlı ve karşısındakiler ile arasındaki soy bağını hatırlatan bir girişle sözlerine başlıyor. Devam ediyoruz:
"Baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam..."
Allah gerçeği"ni içimde buluyor, size duyurduğum gerçekleri O'nun bana vahyettiğini, bu gerçekleri size iletmemi emredenin O olduğunu kesin olarak biliyorum. Kalbimi dolduran bu açık bilince dayanarak kuşkusuzca ve kendime güvenerek ortaya çıkıyorum. Devam edelim:
"O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı vermiş ise..."
Elimdeki servet O'nun bağışıdır. Bu serveti bende sizler gibi işleterek kazanç sağlıyorum. Devam ediyoruz:
"Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum."
Yapmakta olduğunuz bazı kötülükleri "yapmayın" dedikten sonra, arkanızdan onları kendim yapmak suretiyle kişisel kazanç sağlamak gibi sinsi bïr amacım yok. Devam edelim:
"Tek istediğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları düzeltmektir."
Amacım tüm toplumsal hayatı kapsayacak geniş bir ıslâhat ve yaygın bir iyileştirmeyi gerçekleştirmektir. Bunun yararı herkese ve toplumun her kesimine yansıyacaktır. Bazıları sanabilir ki, eğer bu inanç sistemi benimsenirse, eğer bu inancın getirdiği ahlâk kurallarına uyulursa, bazı kişisel kazançlar elden gider, bazı fırsatlar kaçırılır. Oysa elden gidecek olan sadece kirli kazançlar, kaçacak olan sadece çirkin fırsatlardır. Bunların yerini temiz kazançları ile helâl rızıklar alacaktır. Ayrıca toplum dayanışmalı, kaynaşmış; kinlerden, haksızlıklardan ve düşmanlıklardan arınmış bir toplum olacaktır. Devam ediyoruz:
"Başarım, Allah'ın yardımına bağlıdır."
O'nun gücü, toplumu düzeltmeyi amaçlayan bu çabalarımı başarıya ulaştırmaya yeter. Çünkü, niyetimin ne olduğunu biliyor ve emeklerimin karşılığını verecektir. Okumaya devam ediyoruz:
"Yalnız O'na dayanıyorum."
Dayanağım sadece O'dur. O'ndan başka bir güvendiğim yok. Ve;
"Sadece O'na yöneliyorum."
Önüme çıkan terslikler, üzücü gelişmeler karşısında yalnız O'nun dergâhına sığınıyorum. Niyetimi, çalışmamı, çabalarımı sadece O'na yöneltiyorum. Hz. Şuayb, bundan sonra sözü değiştirerek hatırlatmalarını başka bir alanda yoğunlaştırıyor. Soydaşlarına uzun uzun Hz. Nuh'un, Hz. Hud'un, Hz. Salih' in, Hz. Lût'un soydaşlarının başlarına gelen felâketleri, bu felâketlerin sonucundaki yokoluşlarını hatırlatıyor. Çünkü bu acı olayların hatırlatılışı, böylesine katı kalplerde, mantığa dayalı yumuşak sözlerden çok etkili olabilir. Yumuşak ve mantıklı sözlerden yararlanabilmek, akılca olgun olmayı ve düşünebilmeyi gerektirir.
89- "Soydaşlarım, içinizdeki bana ters düşme, zıt çıkma tutkusu, Nuh'un, Hud'un ya da Salih'in soydaşlarının başına gelen felâketler gibi bir felâketin sizin de başınıza gelmesine sakın yolaçmasın. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil. "Sırf bana ters düşesiniz diye, sırf bana karşı inat olsun diye size duyurduğum gerçekleri körü körüne yalanlamaya, bana karşı çıkmaya kalkışmayız. Eğer böyle yaparsanız, sizden önceki günahkâr toplumların başlarına gelen felâketlerin sizin de başınıza gelmesinden endişe ederim. Meselâ Hz. Lût'un soydaşlarını düşününüz. Onların hem yurtları ve hem de yaşadıkları dönem size yakındır. Çünkü Medyen yöresi, Hicaz'ı Şam'a bağlayan yol üzerindedir.
Hz. Şuayb, soydaşlarını azap ve yokolma sahneleri ile karşı karşıya getirdikten sonra arkasından önlerine tevbe ve af kapısını açıyor. En sevgi dolu, en cana yakın sözler ile onlara umut aşılıyor, kendilerini Allah'ın rahmetini haketmeye ve yakınlığını kazanmaya özendiriyor.
90- "Soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, sonra O'na yöneliniz. Hiç şüphesiz Rabbim kullarına karşı merhametlidir, sevecendir. "Görülüyor ki, Hz. Şuayb, her yolu deniyor, soydaşlarını kimi zaman öğüt, kimi zaman hatırlatma, kimi zaman korkutma ve kimi zaman umutlandırma alanlarında gezintilere çıkarıyor. Belki kalplerini yumuşatırım, belki yüreklerine korku salarım, belki gerçeklere açılmalarını sağlarım diye her çareye başvuruyor. '
Fakat soydaşlarının kalpleri iyice bozulmuştur, hayata ilişkin değer yargıları son derece çürümüş-kokuşmuştur. Çalışma ve davranış motifleri konusunda alabildiğine bencil düşüncelere sahiptirler. Az yukardaki iyi niyetli öğütlere karşı takındıkları alaycı ve inkârcı tutum, pençesinde kıvrandıkları inanç ve ahlâk bunalımının ulaştığı boyutları açıkça kanıtlamaktadır. Nitekim şimdi de aynı katı yürekliliği yansıtmaktadırlar.
91- Medyenoğulları dediler ki; "Ey Şuayb, söylediklerinin çoğundan hiçbir şey anlamıyoruz. Seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak öldürürdük. Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi değilsin.
Adamların gönülleri bu kadar açık gerçeğe kapalı olduğundan, onu kavramak istemiyorlar. Bu yüzden;
"Dediler ki; `Ey Şuayb, söylediklerinin çoğundan hiçbir şey anlamıyoruz."` Ayrıca hayata ilişkin değerleri; görünür maddi güç kriteri ile ölçüyorlar. Okuyoruz:
"Seni aramızda güçsüz görüyoruz."
Hz. Şuayb'ın taşıdığı ve yüzlerine haykırdığı güçlü gerçeğin onların gözünde hiçbir ağırlığı, hiçbir önemi yoktur: Devam edelim:
"Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak öldürürdük."
Önem verdikleri değer inanç bağlılığı değil, aşiret taassubudur; gönül bağını umursadıkları yok, tek geçerli saydıkları bağ, kan ve soy bağıdır. Ayrıca yüce Allah'ın dostlarına yönelik kayırıcılığından da haberleri yok. O'nu hiç hesaba katmıyorlar. Okuyoruz:
"Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi değilsin."
Bize göre sen ne değerce ve onurca üstün bir kişisin ve ne de yıldırıcı ve ezici bir maddi gücün var. Bizim güçlülük ve saygınlık ölçümüz aile ve aşiret ölçüsüdür.
Böyledir bu. Vicdanlar tutarlı bir inanç sisteminden, yüce değerlerden ve üstün ideallerden yoksun kalınca yere kapaklanırlar, toprağa yapışırlar, kısa vadeli çıkarların ve dünya değerlerinin tutsağı olurlar. O zaman ne yüce bir çağrıyı ve ne de büyük bir gerçeği saygın görürler. Ayrıca böyle bir çağrının temsilcisini,, kaba kuvvet kullanarak susturmaktan da çekinmezler. Yeter ki, sığınacağı bir aşireti, saldırılara karşı kendisini koruyacak vurucu bir gücü olmasın. İnanca, gerçeğe ve haklı çağrıya saygı göstermeye, onları dokunulmaz saymaya gelince, bu boş ve kof vicdanlarda böylesine bir değerin ne ağırlığı ve ne sözü edilir bir etkisi vardır.
HZ. ŞUAYB'IN GAYRETLERİBu noktada Hz. Şuayb, Rabbinin yüceliğinden ve ululuğundan kaynaklanan cesaretle gayrete geliyor. Koruyucularının ve aşiretinin himayesinden sıyrılıyor. Soydaşlarının, evrene egemen olan gerçek güçlere ilişkin değerlendirmelerindeki yanılgılarını yüzlerine vuruyor. Bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatan yüce Allah'a karşı edepsizlik yaptıklarını haykırıyor. Son sözünü söyleyerek soydaşları ile arasında inanç farklılığına dayalı bir ara kesit çiziyor, Allah ile onların aralarından çıkıyor, onlar gibileri bekleyen azabın kara haberini veriyor, kendilerini tercih ettikleri acı sonla başbaşa bırakıyor.
92- "Ey soydaşlarım, aşiretim sizin gözünüzde Allah'dan daha mı üstün, daha mı önemlidir ki, O'na sırt döndünüz, O'nu yabana attınız? Hiç kuşkusuz, yaptığınız her hareket Rabbimin bilgisinin kapsamı içindedir.
93- "Soydaşlarım, siz bildiğiniz gibi hareket ediniz, ben de bildiğim gibi hareket edeyim. Hangimizin perişan edici bir azaba uğrayacağını, hangimizin yalancı olduğunu yakında göreceksiniz. Bekleyiniz; ben de sizinle birlikte bekliyorum. "Evet; "Sizin gözünüzde aşiretim, Allah'dan daha mı üstün, daha mı önemlidir?"
Aşiretim, nihayet bir grup insandır. Ne kadar güçlü ve ne kadar. yıldırıcı olsalar da eninde sonunda insandırlar, zayıf varlıklardır, Allah'ın birkaç kuludurlar. Öyleyken size göre bunlar Allah'dan daha mı üstündürler? Bu kimseler, sizi Allah'dan daha mı çok korkutuyor, yüreklerinize O'nun saldığından daha büyük bir heybet mi salıyor? Devam ediyoruz:
"Ki, Allah'a sırt çevirdiniz."
Bu ifâde "bir yana bırakma"yı ve "yüz çevirme"yi somut biçimde anlatıyor. Bu özelliği ile adamların davranışlarının çirkinliğine çirkinlik katıyor. Öyle ya. Adamlar yüce Allah'ı bir yana bırakıyorlar, O'na sırtlarını dönüyorlar. Oysa O'nun yaratıklarındandırlar. Rızıklarını veren, safasını sürdükleri refahı kendilerine bağışlayan O'dur. Buna göre onların yüce Allah'a sırt çevirmeleri kâfirlik, gerçeği yalanlama ve değer bilmezlik olduğu kadar, aynı zamanda da şımarıklık, nankörlük ve utanmazlıktır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz yaptığınız her hareket Rabbimin bilgisinin kapsamı içindedir."
"Kapsam içine alma", "kuşatma" bir şeyi bilmenin, o şeye güç yetirmenin en somut ifadesidir.
Hz. Şuayb'ın bu sözlerinde Rabbinin ululuğuna ve yüceliğine dil uzatılan bir mü'minin öfkesi okunuyor. Bu öfke kabarınca onun yanında soy gururu, koruma ekibi gururu, aşiret ve ırkdaş gururu barınamaz olur. Hz. Şuayb, soydaşlarını koruma ekibi ile korkutmaya kalkışmıyor, bu amaçla köpürüp küplere binmiyor. Onlara doğru elini kaldırmıyor, döğmeye, yumruk sallamaya kalkışmıyor ki, onlar ondan böyle bir tepki bekliyorlar. Ya da koruma ekibi onlara karşı muhafızlığını yapsın, artık kendisininkinden başka bir yolun yolcuları oldukları kesinleşen soydaşlarının muhtemel saldırılarına göğüs gersin diye yan gelip yatmıyor. İşte gerçek anlamı ile "iman" budur. Mü'min, sadece Rabbi ile övünür. Rabbinden korkmayanların yüreklerine korku salan bir koruma ekibinden hoşlanmaz. Çünkü mü'min koruma ekibine ve soydaşlarına değil, Rabbine ve dinine bağlıdır, bunların üzerinde titrer, bunlara toz kondurmaya yanaşmaz. İşte aslında İslâm düşüncesi ile bütün zamanların ve bütün ülkelerin cahiliye düşüncesi arasındaki yol ayırımı burasıdır. Allah adına duyulan bu öfkeden, O'ndan başkası ile övünmeye yanaşmamaktan, O'ndan başkasının himayesine sığınmaya tenezzül etmemekten, Hz. Şuayb'ın soydaşlarına yönelttiği o "meydan okuma" eylemi doğuyor. O bu yüzden onlar arasında kesin bir ayrılık çizgisi çizebiliyor. Bunu yaparken soyca onlardan biri olduğunu umursamayabiliyor. Bu durumda iki tarafın yolları, artık hiç birleşmemek üzere ayrılıyor. Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, siz bildiğiniz gibi hareket ediniz."
Yolunuza devam ediniz, bildiğinizden geri kalmayınız. Artık sizden elimi çektim.
"Ben de bildiğim gibi hareket edeyim."
Kendi yolumdan gideyim, inandığım sisteme uyayım:
"Hangimizin perişan edici bir azaba uğrayacağını, hangimizin yalancı olduğunu yakında göreceksiniz."
Ben mi, yoksa siz mi?
"Bekleyiniz; ben de sizinle birlikte bekliyorum."
Beni ve sizi bekleyen akıbeti gözleyiniz. Bu tehdit, Hz. Şuayb'ın kendi geleceğinden emin olduğunun mesajını verdiği gibi, aradaki köprülerin atılmış olduğunun ve yolların iyice ayrıldığının da mesajını duyurmaktadır.
YOKOLUŞ SAHNESİBurada perde iniyor. Hz. Şuayb'ın bu son sözü söylemesi ve araya kesin bir ayrılık çizgisi çizmesi ile sahne kapanıyor. Arkasından yeni bir sahnenin perdesi açılıyor. Bu sahnede adamların toptan helâk oluşlarını, evlerinin orasına burasına yığılıp kalmış cesetlerini seyrediyoruz. Hz. Salih'in soydaşlarını yakalayıp canlarını yere seren korkunç gürültü onları da yakalayarak cansız yerlere yatırmıştır. Akıbetleri, Hz. Salih'in soydaşlarının acı sonu gibi olmuş, evleri-barkları ıssız kalmıştır. Sanki burada hiç evleri olmamıştı. Sanki burası hiçbir zaman şenlik olmamış, evlerle barklarla donanmamıştı. Tıpkı Hz. Salih'in soydaşları gibi lânetle yolcu edilerek göçüp gittiler. Varlık alemindeki sayfaları dürüldü, anıları kalplerden siliniverdi.
94- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde Şuayb ile beraberindeki mü'minleri, rahmetimizin sonucu olarak kurtardık. O zalimler müthiş bir gürültüye tutuldular da evlerinde, oldukları yerde yığılıp kalıverdiler. 95- Sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi. Hey, Semudoğulları nasıl kahroldularsa, Medyenoğulları da öyle kahrolsunlar!
Böylece tarihin kara sayfalarından biri daha kapanmış oldu. Bu sayfada yüce Allah'ın uyarılarını yalanlamış olanlar hakkında yalan saydıkları tehdit gerçekleşmiş oldu.
HZ. MUSA VE FİRAVUNOkuduğumuz hikâyelerin sonunda "Hz. Musa ile Firavun" hikâyesine kısaca değiniliyor. Bu değinmede Firavun ile yakın adamlarının ve onun emirlerine körükörüne boyun eğen soydaşlarının acı sonları tescil ediliyor. Bu kısa özette ayrıca hikâyenin burada anlatılmayan olaylarına dolaylı biçimde değiniliyor. Bir de hareketli, canlı bir kıyamet sahnesi gözlerimizin önüne getiriliyor. Gerek bu kısa özette ve gerekse o kıyamet sahnesinde İslâmın önémli bir ilkesine dikkatlerimiz çekiliyor. Bu önemli ilke, kişisel sorumluluk ilkesidir. Liderlere ve baştakilere bağlılığın bu sorumluluğu, fertlerin üzerinden düşüremeyeceği vurgulanıyor.
Burada gözlerimizin önüne getirilen sahne şöyle başlıyor: Hz. Musa, yüce Allah'ın gücü ve otoritesi ile desteklenmiş ayetler ile Firavun diktatörüne ve ileri gelen kurmaylarına gönderiliyor.
96- Musa'yı da ayetlerimizle ve somut mucizeler ile peygamber olarak gönderdik. 97- Onu Firavun'a ve yandaşlarına gönderdik. Yândaşları Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğruya iletici değildir.Ayetler, hikâyenin adımlarını kısaltarak sözü sonuna bağlıyorlar. Bir de bakıyoruz ki, Firavun'un yandaşları diktatörün emrine körükörüne bağlanarak, yüce Allah'ın emirlerine karşı gelmeyi tercih ediyorlar. Firavun'un emirleri aptalca, cahilce ve saçma şeyler olmalarına rağmen onlara uyuyorlar. Okuyalım:
"Yandaşları Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğruya iletici değildi."
Adamlar, Firavun'un emirlerine körükörüne uydular. Onun izinden gittiler. Düşünmeden-taşınmadan sapık adımlarını izlediler. Hiçbir konuda kendi
görüşlerini işe karıştırmadılar. Böylece kendilerini küçük düşürdüler. Yüce Allah onları akılla, irade ile, tercih özgürlüğü ile, gidecekleri yolu serbestçe seçme ayrıcalığı ile onurlandırdığı halde, onlar bu onurlu konumlarından feragat ettiler. Onlar böyle alçaltıcı bir tutumu benimsedikleri için ayet, Firavun'un kıyamet günü de onları güdeceğini, onların orada da ona kuyruk ve sürü olacaklarını açıklıyor.
98- Kıyamet günü, Firavun soydaşlarının önüne düşerek onları cehenneme götürdü. Vardıkları yer ne fena bir yerdir!Buraya kadar geçmişe ait bir hikâye ve geleceğe ilişkin bir kara haber dinliyorduk. Fakat bu noktada sahnenin sonu, başına geçiveriyor. Bir de bakıyoruz ki, gelecek zaman geçmiş zaman olmuş, olup bitmiş bir olaya dönüşmüştür. Bir de bakıyoruz ki, bu altüst olmuş zaman boyutunda Firavun, yandaşlarının önüne düşerek onları cehenneme sürüklemiş ve bu iş noktalanmıştır. Okuyoruz:
"Soydaşlarının önüne düşerek onları cehenneme götürdü."
Onları cehenneme götürdü. Tıpkı çobanın, koyun sürüsünü su başına götürmesi gibi. Zaten onlar düşüncesiz, akılsız bir koyun sürüsü değiller miydi? Onlar dünyada kendilerini insan yapan en önemli ayrıcalıklarından, yani özgür iradelerinden ve serbest tercih yapabilme haklarından kendi rızaları ile vazgeçmemişler miydi? Bu yüzden Firavun, onları bir koyun sürüsü gibi güderek cehenneme sürükledi. Ama heyhat! Bu varılan yer bir subaşı değildir. Orada susuzluk giderilemiyor. Orada yanık ciğerlérin; ateşi düşürülemiyor. Orada karınlar ve kalpler kebap gibi kızarıp eriyor sadece. Okuyalım:
"Vardıkları yer ne fena bir yerdir!"
Bir de bakıyoruz ki, bütün bunlar, yani Firavun'un bu adamların önüne düşüp kendilerini bu kötü yere götürmesi, meğer bize anlatılan bir hikâye imiş. Şimdi de bu hikâyeye bir değerlendirme cümlesi ekleniyor.
99- Çarpıldıkları azaba ek olarak hem dünyada hem de ahirette lânete uğramışlardır. Paylarına düşen bu armağan ne fena bir armağandır.
Ayetin son cümlesinde bu acı sonları alay konusu ediliyor, içine düştükleri durumun komikliği vurgulanıyor. Okuyoruz:
"Paylarına düşen bu armağan ne fena bir armağandır."
Bu cehennem ateşi, Firavun'un kendisine bağlı kalan soydaşlarına armağan ettiği bir bağış, bir minnet ödülüdür!
Hani Firavun, Hz. Musa'nın karşısına çıkardığı büyücülerine büyük bir ödül, göz kamaştırıcı bir armağan vaad etmemiş miydi? İşte onun gözü bağlı yandaşlarına verdiği armağan, cehennem ateşi! Ne fena bir varılacak yer ve ne kötü bir armağan! Değil mi?
Burada bu hayrete düşürücü kitabın yani Kur'an'ın, düzeyine erişilmez anlatım ve tasvir sanatının seçkin bir örneği ile karşı karşıyayız.
İNSANLIK AYNIDIRHud suresinin bu san bölümü, surenin önceki bölümlerine, surenin giriş kısmına ve surede yeralan hikâyelere dayalı olarak gelişen çeşitli yorumları ve değerlendirmeleri kapsamaktadır. Bu yorumlar ve değerlendirmeler ile surenin geçen bölümleri arasında sıkı bir bağ vardır. Bu bölümleri bütünleyerek surenin hedeflerini gerçekleştirmektedirler.
Şu anda ele almak üzere olduğumuz bu derste yeralan ilk değerlendirme, surede geçen hikâyelerle doğrudan ilgilidir:
"Ya Muhammed, sana anlattığımız bu olaylar, bazı şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin kimisï halâ duruyor, kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
"O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine onlar kendilerine zalimlik ettiler. Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar."
"İşte Rabbin, zalim halkların şehirlerinin yakasından tutunca böyle tutar. Hiç kuşkusuz O'nun yakaya yapışması pek sert ve acıklıdır."
İkinci değerlendirme, geçmişte bazı şehirlerin başına inen azabı, ahiret azabından duyulacak şiddetli korkuya bir işaret olarak sunuyor. Ve olay son derece hareketli bir kıyamet sahnesinde canlandırılıyor:
"Ahiret azabından korkanlar için bu olaylardan çıkarılacak dersler vardır. O gün tüm insanların toplantı günüdür, herkes o günün canlı tanığı olacaktır."
"Biz o günü, sadece sayılı günlerin sonuna kadar erteliyoruz."
"O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır."
"Bedbahtların varacakları yer cehennem ateşidir. Onların orada ahlandıkları, vahlandıkları, hırıltılı seslerle inledikleri duyulur."
Gökler ile yer dùrdukça, Rabbinin dileği uyarınca cehennemlikler orada sürekli kalacaklardır. Hiç kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar."
"Mutluların varacakları yer ise cennettir. Gökler ile yer durdukça Rabbinin dileği uyarınca, cennetlikler kesintisiz bir bağış olarak orada sürekli kalacaklardır."
Bu değerlendirmeyi, geçmişteki şehirlerin akıbetinin ve kıyamet sahnesinin uzantısı bir başka değerlendirme izliyor. Bu değerlendirmenin amacı da Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- karşı koyduğu müşriklerin kendilerinden önce yaşamış müşriklerden farklı olmadığını vurgulamaktır. Şayet bunlar da geçmişteki müşrikler gibi kökten yokedilme azabı ile cezalandırılmıyorlarsa, bu Rabbinin belli bir süreyi kapsamak üzere verdiği bir sözden dolayıdır. Nitekim kendilerine kitap geldikten sonra aralarında görüş ve inanç ayrılığına düşmelerine rağmen Musa'nın kavmine ilişkin azap da ertelenmiştir. Ne var ki, bunlar da, onlar da kesinlikle yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. O halde, ey peygamber, seninle birlikte Allah'a yönelen mü'minlerle birlikte kendi yolunu izle. Sakın zalimlere ve müşriklere dayanıp, güvenme. Namazı kıl ve sabret. Çünkü Rabbin iyi kimseleri mükâfatsız bırakmaz.
"Ey Muhammed, şu müşriklerin taptıkları ilahların düzmece oldukları konusunda sakın kuşkun olmasın. Onlar vaktiyle atalarının yaptıkları gibi asılsız ilahlara tapıyorlar. Onlara hakettikleri karşılığı eksiksiz olarak vereceğiz."
"Musa'ya da kitap verdik, fakat bu kitap (Tevrat) hakkında insanlar görüş ayrılığına düştüler. Eğer Rabbinin daha önce verilmiş kesin hükmü olmasaydı, o anlaşmazlığa düşenler hakkında çoktan hüküm verilirdi. Müşrikler Kur'an konusunda koyu bir kuşku içindedirler."
"Kuşku yok ki, Rabbin onların tümüne davranışlarının karşılığını tam olarak verecektir. Hiç şüphesiz O, onların neler yaptıklarından haberdardır."
"Ey Muhammed, sana emredildiği gibi dosdoğru ol; yanındaki eski sapıklıklarından tevbe edenler de öyle olsunlar. Sakın ölçüleri aşmayınız. Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızı görür."
"Sakın zalimlere eğilim, yakınlık göstermeyiniz. Yoksa cehennemin ateşi yakalar sizi; Allah'dan başka bir dostunuz, bir dayanağınız yoktur. O zaman O'nun yardımını göremezsiniz."
"Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl; iyi ameller kötülükleri giderirler. Bu hatırlatmalar öğüt alacak yetenekte olanlar için birer öğüttür."
"Müşriklerin sana çektirdikleri sıkıntılara karşı sabret; çünkü Allah iyi davranışları ödülsüz bırakmaz."
Ardından, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kaçınan çok az kimsenin bulunduğu, çoğunluğunsa bozgunculuğa dalıp, yok edilmeyi hakettiği geçmiş çağlara dönülüyor:
"Sizden önceki kuşaklardan, yeryüzünde bozgunculuktan sakındıran birtakım akıllı ve erdemli kimseler çıksaydı ya! Sadece toplu felâketlerden kurtardığımız az sayıda kimse bu görevi yerine getirdi. Zalimler ise kendilerini şımartan ihtiraslarına kapılarak ağır suçlara daldılar."
"Sözkonusu şehirlerin hakları doğru yoldayken, Rabbin oraları haksızlıkla helâk etmiş değildir."
İnsanların tuttukları yol ve eğilimler açısından farklı özelliklere sahip olmalarına ilişkin yüce Allah'ın yasası gözler önüne seriliyor. Şayet Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet olarak yaratırdı. Ne var ki, onun iradesi insanlara bir ölçüde seçme özgürlüğünü vermeyi öngörmüştür.
"Eğer Rabbin dileseydi, tüm insanları tek-bir ümmet yapardı. Oysa insanlar sürekli görüş ve inanç ayrılığı içindedirler."
"Yalnız Rabbinin merhametine mazhar olabilenler doğru yolda görüş ve inanç birliği sağlayabiliyorlar. Zaten Allah insanları bunun için yarattı. Rabbinin `Cehennemi, mutlaka insanlarla ve cinlerle dolduracağım" şeklindeki sözü çoktan kesinleşti."
En sonunda ayetlerin akışı, bu surede yeralan hikâyelerin amaçlarından birini de açıklıyor. Peygamberin gönlünü ferahlatma, azmini pekiştirmek... Hz. Peygambere, müşriklere son sözünü söylemesi, onlara Allah'a özgü gaybın kapsamındaki akıbetlerine havale etmesi, Allah'a ibadet edip O'na dayanması, yaptıklarına karşılık insanları sorgulama işini Allah'a bırakması emrediliyor.
"Sana anlattığımız, önceki peygamberlerin hayatlarına ilişkin her olay, gönlünü ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu hikâyeler sana gerçeği ilettikleri gibi, mü'minler için de öğüt ve hatırlatma niteliğindedirler?"
"İnanmayanlara de ki, "Siz bildiğiniz gibi hareket ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket edelim."
"Bekleyiniz bakalım, biz de bekliyoruz."
"Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin (gaybın) bilgisi Allah'ın tekelindedir. Her işin kesin çözüm mercii O'dur. Öyleyse sırf O'na kulluk sun, yalnız O'na dayan; Rabbin onların neler yaptıklarından habersiz değildir."
ÜRPETİCİ SAHNELER 100- Ya Muhammed, sana anlattığımız bu olaylar, bu şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin kimisi halâ duruyor, kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür. " 101- O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine onlar kendilerine zalimlik ettiler. Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar. " 102- İşte Rabbin, zalim halkların şehirlerinin yakasından tutunca böyle tutar. Hiç kuşkusuz O'nun yakaya yapışması pek sert ve acıklıdır.
Bu kavimlerin gözler önüne serilen acıklı akıbetleri ve sahneleri insanın ruhuna, hayaline sıkıntı vermektedir. Kimisi her tarafı kaplayan tufanın dalgaları arasında boğulmuş, kimisi her şeyi kasıp kavuran kasırgaya yakalanmış, kimisi dehşet verici bir gürültüye tutulmuş, kimisi yurtları ile birlikte yer tarafından yutulmuş. Kimisi de kavimlerine öncülük edip kıyamette onları ateşe sürüklemiş, bu arada dünyada iken başlarına gelenler dikkatlere sunulmuş. Bu noktada, surenin akışı bu yok edilmeler ve dehşet verici sahnelerle kalplerin ve duyguların derinliklerine etki etmişken, şu değerlendirme yeralıyor:
"Ya Muhammed, sana anlattığımız bu olaylar, bazı şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin kimisi halâ duruyor, kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
"Sana anlattığımız bu olaylar bazı şehirlerin hikâyeleridir."
Bu konuda senin hiçbir bilgin yoktu. Bu örtülü gaybı sana haber veren, vahiydir. Bunlar Kur'an'daki hikâyelerin gerçekleştirmek istedikleri hedeflerden bazılarıdır.
"Bu şehirlerin kimisi halâ duruyor."
Bu şehirlerin kalıntıları, o toplumların güç ve uygarlık alanında ulaştıkları düzeye tanıklık etmektedir. Ahkaf bölgesindeki Ad kavmi ile Hicr bölgesindeki Semud kavminin kalıntıları gibi.
"Kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
Bir tarla gibi biçilmişlerdir. Topraktan koparılmışlardır, yerleri kupkuru ekinsiz bir tarla gibi kalmıştır. Nuh veya Lût kavimlerinde olduğu gibi.
Nedir toplumlar? Nedir uygarlıklar? Tıpkı bitki tarlaları gibi bunlar da insan tarlası değil mi? Bunun da bazı fidanları temiz, bazısı pistir. Bazısı gelişir, bazısı kurur.
"O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine onlar kendilerine zalimlik ettiler."
Çünkü onlar kavrama yeteneklerini devre dışı bırakmışlardı. Doğru yola sırt çevirmişlerdi. Allah'ın ayetlerini yalanlamışlardı. Tehditleri alaya almışlardı. Bu yüzden, zulme uğramayan buna karşın kendi kendilerine zulmeden toplumların başına gelen, onların da başına gelmiştir.
"Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar."
Bu da Kur'an'da yeralan bu hikâyelerin gerçekleştirdiği bir başka hedef. bilindiği gibi bu sure Allah'dan başkasının hükmüne başvuranlara, O'ndan başkasına itaat edenlere yönelik bir uyarı ile başlamıştı. Her gelen peygamberle birlikte bu uyarı yinelenmiş ve onlara şöyle denmişti: "Şu sahte Rabbler sizi Allah'a karşı koruyamayacaklardır." İşte bakın, akıbetler, bu uyarıyı doğrulamaktadır. Allah'a ortak koştukları sahte tanrılar hiçbir işlerine yaramadı. Rabbinin azaba ilişkin emri geldiğinde, bu azabı durduramadılar. Daha doğrusu bu düzmece tanrılar, onların hüsranını, yok edilişlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadılar. (Ayette geçen "Tetbib" ifadesi yapısı ve sert vurgusu ile oldukça güçlü bir ifadedir) Bu şu demektir: Onlar o sahte ilahlara güvenip dayandılar. Bunlar da onların şımarıklıklarını, yalanlamalarını arttırdılar. Yüce Allah da başlarına gelen felâketi, yokolma azabını şiddetlendirdi. İşte "yıkımlarını artırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar" ifadesinin anlamı budur. Çünkü bu düzmece tanrılar onlara herhangi bir zarar dokunduramadıkları gibi, bir yarar dokundurma gücüne de sahip değiller. Ne var ki, bu düzmece tanrılar yüzünden müşriklerin zararı ikiye katlanıyor, yokoluşları ağırlaşıyor, başlarına gelen felâket dayanılmaz oluyor.
"İşte Rabbin, zalim halkların şehirlerinin yakasından tutunca böyle tutar."
Sana anlattığımız şekilde... Rabbin şehirlerin yakasına, zulümlerinden dolayı yapışınca böyle yokeder. Böyle bir felâket indirir başlarına. Zulmettiklerinde, yani Rabblik açısından Allah'a ortak koşmak, yeryüzünde bozgun çıkarmak, tevhid ve ıslah çağrısına sırt çevirmek suretiyle kendi kendilerine zulmettiklerinde... Artık bu şehirlerde zulüm alabildiğine yaygınlaşır. Zalimler egemen olurlar.
"Hiç kuşkusuz O'nun yakaya yapışması pek sert ve acıklıdır."
Ama kendilerine belli bir süre tanındıktan, dünya nimetlerinden diledikleri gibi yararlanma fırsatı bulup denemeye tabi tutulduktan, peygamberler apaçık belgelerle gelip bahanelerini ortadan kaldırdıktan, ayrıca toplumu ıslah etmek için mücadele eden hak davetçilerinin azınlıkta oldukları, sapıklığın kol gezdiği zalim toplumun hayatında hiçbir etkinlikleri olmadığı ortaya çıktıktan sonra... Ayrıca mü'min topluluk, sapıklı içinde yüzen kavimlerinden tamamen ayrılıp, kendini ayrı bir dine, ayrı bir i aha, bağımsız mü'min bir önderlik kadrosuna ve ayrı bir dostluk bağı etrafında kümelenmiş farklı bir millet olarak tanımladıktan sonra... Arkasından tüm bu gerçekleri müşrik kavmine açıkça duyurup, onları zaman boyunca değişikliğe uğramamış yasa uyarınca, yüce Allah'ın takdir ettiği akıbetleri ile başbaşa bıraktıktan sonra...
BİR DE AHİRETTE AZAPBu zorlu ve acıklı cezalandırma, ahirette karşılaşılacak azabın belirtisidir. Ahiret azabından korkanlar bunu görürler. Daha doğrusu, bu dünyada zalimliklerinden dolayı şu şehirlerin halklarının başına geleni, ahirette de günahları yüzünden yakalarına yapışacak azabın dehşetini kavramak için basiretlerini açan ve azaptan çekinenler bunun farkındadır. Burada ayetlerin akışı, konunun bütünlüğü içinde iki yolculuğu birbirine bağlamak için Kur'an'ın yöntemi uyarınca, insan kalbini dünya sahnesini seyrederken alıp, kıyamet sahnelerini seyretmeye götürüyor.
103- Ahiret azabından korkanlar için bu olaylardan çıkarılacak dersler vardır. O gün tüm insanların toplantı günüdür, herkes o günün canlı tanığı olacaktır. 104- Biz o günü, sadece sayılı günlerin sonuna kadar erteliyoruz. 105- O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır. 106- Bedbahtların varacakları yer cehennem ateşidir. Onların orada ahlandıkları, vahlandıkları, hırıltılı seslerle inledikleri duyulur. 107- Gökler ile yer durdukça, Rabbinin dileği uyarınca cehennemlikler orada sürekli kalacaklardır. Hiç kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar. 108- Mutluların varacakları yer ise cennettir. Gökler ile yer durdukça Rabbinin dileği uyarınca cennetlikler kesintisiz bir bağış olarak orada sürekli kalacaklardır.
Onların çarpıldıkları bu çetin, bu acıklı cezada ahiret azabına benzer yönler vardır. İnsana o günü hatırlatıyor, insanı o günün azabından korkutuyor. Gerçi bu olayı sadece ahiretten korkanlar görebilir. Basiretleri ve kalpleri parlatan bu takva sayesinde basiretleri açılır.
Ahiretten korkmayanlara gelince, onların kalpleri taşlaşmıştır, Allah'ın ayetlerini algılayacak şekilde açılmaları mümkün değildir. Yaratılış ve yeniden dirilişin hikmetini anlayamazlar. Bu işlemin sadece dünya hayatında meydana gelen kısmını görebilirler. Fakat bu dünya hayatında meydana gelen ibret verici olaylar bunlara ne öğüt verir, ne de anlamalarını sağlar.
Sonra bu günün tanıtımına geçiliyor:
"O gün tüm insanların toplantı günüdür. Herkes o günün canlı tanığı olacaktır."
Burada toplanma sahnesi tüm yaratıkları kapsayacak genişlikte canlandırılıyor. Bu toplantı, istekleri dışında gerçekleşiyor. Her şeyin apaçık sergilendiği sahneye doğru genel bir hazırlıktır bu. Herkes geliyor. Ve herkes biraz sonra neler olacağı beklentisi içindedir.
"O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz."
Bu ürkütücü suskunluk herkesi, her yeri kaplamıştır. İçindekilerle birlikte kuşatıcı bir dehşet çökmüştür sahnenin üzerine. Konuşmak izne bağlıdır. Hiç kimse isteğini ifade etme cesaretini bulamaz kendisinde. Ancak yüce Allah'ın dilediği kimselere konuşma izni verilir. Onun izni ile suskunluğu bozar. Sonra ayırım ve dağıtım işlemi başlıyor.
"O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır."
Bu sözlerin arkasından "bedbahtların" cehennemde canlarının sıkıldığını seyrediyoruz. Sıcaktan, kapalılıktan ve sıkıntıdan "ahlandıklarını, vahlandıklarını, hırıltılı seslerle inlediklerini" gözlüyoruz. "Mutlular" ise cennettedirler. Orada sürekli bir bağışla karşılandıklarını, bu bağışın hiçbir zaman, kesintiye uğramadığını, durdurulmadığını görüyoruz.
"Göklerle yer durdukça."
Her iki grup da bulunduğu yerde sürekli kalacaktır. Bu ifade zihinde süreklilik ve kesintisizlik anlamını canlandırmaktadır. Her ifadenin bir gölgesi vardır. Burada yeralan bu ifadenin gölgesi de budur.
Ancak ayetlerin akışı her iki durumdaki sürekliliği de Allah'ın dilemesine bağlamıştır. Her karar, her kanun sonunda O'nun dilemesine bağlıdır çünkü. Kanunları belirleyen Allah'ın iradesidir, O'nun iradesi bu kanunla kayıtlı, onlarla sınırlı değildir. O'nun iradesi serbesttir, dilediği zaman bu kanunları değiştirir.
"Kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar."
Ayetlerin akışı mutluların içinde bulundukları güvenli durumu daha bir arttırmak için, Allah'ın iradesinin onlara yönelik bağışının kesintisiz olmasını dilediğini belirtiyor. Söz gelişi cennetteki yerleri değiştirilse bile, Allah'ın onlara yönelik bağışı kesintiye uğramayacaktır. Böyle bir şey sözkonusu olmamakla beraber, sınırlanacağı sanıldığı bir sırada bile yüce Allah'ın iradesinin serbestliğini vurgulamak için yeralıyor bu ifade.
GÜVEN VE UYARIGelmiş, geçmiş çeşitli toplumların dünya hayatındaki akıbetlerinin sunulması, dünya ve ahiretteki azap arasındaki benzerliğin vurgulanması, Allah'ın ayetlerini yalanlayanları hem burada, hem de orada veya önce burada, sonra orada bekleyen azabın tasviri münasebetiyle, ahiretteki akıbetlerine tekrar tekrar değinildikten sonra ayetlerin akışı, peygamber (s.a.s) ve onun safında yeralan Mekke'deki mü'min azınlık açısından sevinç ve güven, buna karşılık kavminden yalanlayanlar açısından da açıklama ve uyarı anlamında anlatılan hikâyelerden ve sunulan sahnelerden yararlanılacak unsurları açıklamaya dönüyor. Çünkü bu kavmin de atalarının taptığı ilahlara ibadet ettikleri -yani onlar da bu hikâyelerde anlatılan milletler gibi, onların akıbetlerine benzer akıbetlere uğrayacakları- konusunda birtakım kuşkular vardı. Oysa bunların cezalandırılmaları bir süre için ertelenmişse, Musa'nın kavmine yönelik yok etme cezası da dinlerinde görüş ayrılıklarına düşmelerine rağmen ertelenmişti. Hiç kuşkusuz bir süre bekletilmeleri yüce Allah'ın dilediği bir durum içindedir. Ne var ki, Hz. Musa'nın kavmi ile Hz. Muhammed'in kavmi aynı durumdadır. Süreleri dolduktan ve belirlenen vakit geldikten sonra hakettikleri cezaya çarptırılacaklardı. Onlar gerçeğe uydukları için cezaları ertelenmiş değildir. Peygamberi yalanlayanlar da kesinlikle ataları gibi batıla uymaktadırlar.
109- Ey Muhammed, şu müşriklerin taptıkları ilahların düzmece oldukları konusunda sakın kuşkun olmasın. Onlar vaktiyle atalarının yaptıkları gibi asılsız ilahlara tapıyorlar. Onlara hakettikleri karşılığı eksiksiz olarak vereceğiz. 110- Musa'ya kitap verdik, fakat bu kitap (Tevrat) hakkında insanlar görüş ayrılığına düştüler. Eğer Rabbinin daha önce verilmiş kesin hükmü olmasaydı, o anlaşmazlığa düşenler hakkında çoktan hüküm verilirdi. Onlar Tevrat konusunda koyu bir kuşku içindedirler. 111- Kuşku yok ki, Rabbin onların tümüne davranışlarının karşılığını tam olarak verecektir. Hiç şüphesiz, O, onların neler yaptıklarından haberdardır.
Şu kavminin ibadetinin boşuna olduğu konusunda içinde bir kuşku uyanmasın. Sesleniş Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneliktir, uyarı ise kavmine... Bu yöntem kimi zaman insan ruhu üzerinde daha etkindir. Bununla konunun önemine işaret ediliyor. O kadar ki, yüce Allah bunu peygamberine açıklıyor, onlardan biriyle tartışmıyor, bu şirke bulaşmış birine hitap etmiyor. Amaç onları önemsememek, onları küçümsemektir. Bu durumda bu denli saf ve net olan gerçeğe daha çok ilgi duyarlar. Doğrudan doğruya onlara hitap edilmiş olsaydı bu kadar etkili olmayacaktı.
"Ey Muhammed, şu müşriklerin taptıkları ilahların düzmece oldukları konusunda sakın kuşkun olmasın. Onlar vaktiyle atalarının yaptıkları gibi asılsız ilahlara tapıyorlar."
Şu halde akıbetleri de onlarınki gibi olacaktır... Azap... Ama üslubun genel havası ile uyum sağlamak için bu yargı, ifade içinde örtülü olarak geçiştiriliyor.
"Onlara hakettikleri karşılığı eksiksiz olarak vereceğiz."
Onlardan önceki toplumların hakettiklerine bakıldığında, kendi paylarına ne tür bir azabın düşeceği apaçık ortadadır. Nitekim önceki toplumların uğradığı akıbetten birkaç örnek, birkaç sahne seyretmiştik.
Musa'nın kavminde olduğu gibi, onlar da bu dünyada toptan yokedilme cezasına çarptırılmayabilirler.
"Musa'ya da kitap verdik. Fakat bu kitap hakkında insanlar görüş ayrılığına düştüler."
Konuşmaları, inançları ve ibadet biçimleri birbirinden ayrıldı. Ne var ki, yüce Allah, daha önce onların hesaplarının eksiksiz şekilde görülmesini kıyamet gününe bırakmayı hükme bağlamıştı.
"Eğer Rabbinin daha önce verilmiş, kesin hükmü olmasaydı, o anlaşmazlığa düşenler hakkında çok hüküm verilirdi."
Bir hikmetten dolayı bu hüküm verilmemiştir. Kökten yokedilme azabına çarptırılmamalarının bir hikmeti vardır. Çünkü onların bir kitabı vardır. Peygamberlerin izleyicileri arasında kendilerine kitap verilenlerin hakkındaki hüküm, kıyamet gününe kadar ertelenmiştir. Çünkü kitap apaçık bir belge ve sürekli bir yol göstericidir. Bütün nesiller, ilk defa kendilerine bu kitap inmiş bulunan nesil gibi onu inceleyip kavrama imkânına sahiptirler. Ama bir tek neslin görme imkânına sahip olduğu somut mucizelerde durum böyle değildir. O nesil de ya bu mucizeden sonra inanacak ya da inanmayacak o zaman da azaba çarptırılacaktır. Tevrat ve İncil de birbirlerini bütünleyen ve son kitap (Kur'an) gelene kadar tüm nesillerin kullanımına sunulan iki kitaptı. Kendisinden önce inmiş bulunan Tevrat ve İncil'i doğrulayan bu kitap, tüm insanlara yönelik son kitaptır. Bütün insanlar ona çağrılır, aralarında Tevrat ve İncil'in izleyicileri de olmak üzere bütün insanlar bu kitabın esaslarına göre hesaba çekileceklerdir. "Onlar" yani Musa'nın kavmi...
"Tevrat hakkında koyu bir kuşku içindedirler."
Yani Musa'nın kitabı hakkında. Çünkü bu kitap, yani Tevrat Musa'nın ardından nesiller sonra kaleme alınmıştır. Bu yüzden kitapta birbirleriyle çelişen rivayetler, çeşitli karşılıklar yeralmıştır. Kitapta uyulacak kesin bir şey yoktur.
Azap belli bir sürenin sonuna kadar ertelenmiş, ama herkes iyi-kötü tüm davranışlarının karşılığını görecektir. Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah onların amellerinin karşılığını eksiksiz olarak verecektir.
"Kuşku yok ki, Rabbin onların tümüne davranışlarının karşılığını tam olarak verecektir. Hiç şüphesiz O, onların neler yaptıklarından haberdardır.
İfadede birbirini güçlendiren çeşitli vurgulamalar yeralmaktadır. Böylece hiç kimse de alınacak karşılık, bu karşılığın tam olarak verileceği, bekletilme ve erteleme konusunda kuşku kalmaması amaçlanmaktadır. Ta ki, bu toplumun hayat tarzının batıl olduğu, bunda kuşkuya yer olmadığı, bunun da daha önceki müşriklerin işledikleri şirkin aynısı olduğu konusunda hiç kimse kuşkuya kapılmasın.
Kuşkusuz bu vurgulamaları, o dönemdeki hareketin pratik uygulaması gerektirmişti. O zaman müşrikler, davet hareketine, peygambere, -salât ve selâm üzerine olsun- ve onun yanında yeralan mü'min azınlığa karşı son derece inatçı bir tavır takınmıştı. Hemen hemen İslâma davet hareketi donmuş gibiydi. Allah'ın müşriklere vadettiği azap da ertelenmişti, bir türlü gerçekleşmiyordu. Mü'min kitle sürekli işkence görüyordu. Buna karşılık İslâm düşmanları kurtulmuş gibiydiler.. Nitekim bu dönemde bazı kalpler sarsılmıştı. Hatta sağlam bazı kalpler bile karamsarlığa kapılmıştı. Böylesine bir teselliye, böylesine bir yüreklendirmeye ihtiyaçları vardı: Hiçbir şey mü'min gönülleri, düşmanlarının Allah'ın düşmanı olduğunun ve hayatlarının şüphesiz batıla dayandığının vurgulanması kadar yüreklendirmezdi.
Yine, zalimlere mühlet tanınmasında, tağutlarla hesaplaşmanın cezalarını çekmekten yakalarını kurtaramayacâkları, belli bir güne bırakılmış olmasında yüce Allah'ın hikmetinin ön plana çıkarılması gibi hiçbir şey mü'min gönüllere güven vermez, onları yüreklendirmez.
Böylece İslâm inancına göre yolalmanın gerektirdiği sonuçları, eylemleri Kur'an ayetlerinin içinden algılıyoruz. Kur'an'ın müslüman cemaatin yanında nasıl savaşa giriştiğini, onun için yoldaki işaretleri nasıl birer birer belirlediğini görüyoruz.
ALLAH'IN DEĞİŞMEZ KANUNUBu açıklama yapılırkén, başvurulan bu vurgulu ifadeler insanın içine, yüce Allah'ın yaratıkları, dini vaadi ve tehditi hakkındaki yasasının kendisi için belirlenen doğrultuda yürürlükte olduğu duygusunu yerleştiriyor. O halde Allah'ın dinine inananlar, insanları Allah'ın dinine çağıranlar, emredildikleri gibi kendi yollarını dosdoğru izlemelidirler. Dinin belirlediği sınırları aşmamalıdırlar, ona herhangi bir eklemede bulunmamalıdırlar. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar kesinlikle zalimlerle uzlaşmamalıdırlar. Yol ne kadar bitmez tükenmez gibi görünse de Allah'dan başkasına itaat etmemelidirler, ondan başkasının hükmüne uymamalıdırlar. Ayrıca yol için gerekli olan azığı hazırlamalıdırlar. Yüce Allah'ın belirlediği yasa, dilediği bir zamanda gerçekleşene kadar sabretmelidirler.
112- Ey Muhammed, sana emredildiği gibi dosdoğru ol; yanındaki eski sapıklıklarından tevbe edenler de öyle olsunlar. Sakın ölçüleri aşmayınız. Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızı görür, 113- Sakın zalimlere eğilim, yakınlık göstermeyiniz. Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi; Allah'dan başka bir dostunuz, bir dayanağınız yoktur. O zaman O'nun yardımını göremezsiniz. 114- Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl ; iyi ameller kötülükleri giderirler. Bu hatırlatmalar öğüt alacak yetenekte olanlar için birer öğüttür. 115- Müşriklerin sana çektirdikleri sıkıntılara karşı sabret; çünkü Allah, iyi davranışları ödülsüz bırakmaz.
Bu emir, hem Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- hem de onun yanında eski sapıklıklarından tevbe etmiş mü'minlere yöneliktir.
"Sana emredildiği gibi dosdoğru ol."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu emrin dehşetini ve etkisini ta derinden hissetmişti. Hatta O'nun, bu emre işaret ederek şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hud suresi saçımı ağarttı."
Ayette geçen istikamet kelimesi, itidal yani sağa sola sapmadan belirlenen metod doğrultusunda yol almak anlamına gelmektedir. Bu ise; sürekli uyanıklığı; tedbirli olmayı, yolun sınırlarını daima gözetmeyi, çeşitli yönlere az-çok eğilim gösterebilen insani tepkileri kontrol altında tutmayı gerektirir. Kısacası bu, hayattaki her harekette sürekli tetikte olmayı gerektiren bir durumdur.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, emredildiği şekliyle dosdoğru olmaya ilişkin emirden sonra yeralan yasaklamanın, dinde kusur etmeyi, dini eksik yaşamayı önlemeye yönelik bir yasaklama olmadığıdır. Tersine azgınlık ve belirlenen sınırları aşma eylemidir yasaklanan. Çünkü dosdoğru olmaya ilişkin emir, arkasından vicdanda meydana gelen uyanıklık ve dikkatlilik durumu insanı aşırılığa ve abartılı davranışlara itebilir. Bu da Allah'ın dinini kolayken zorlaştırır. Oysa yüce Allah, dinini nasıl indirmişse, öyle yaşanmasını ister. İnsanların emredildiği şekliyle dosdoğru olmalarını ister. Aşırıya kaçmalarım, taşkınlık yapmalarını istemez. Çünkü taşkınlık ve aşırılık tıpkı vurdum duymazlık ve dini yarım yamalak yaşamak gibi bu dini, temel karakterinin dışına çıkarır. Bu nokta özenle dikkat edilmesi gereken büyük değere sahip bir noktadır. Ruhları, sapmadan, aşırıya kaçmadan veya ihmalkârlık göstermeden belirlenen yolda tutmak için gereklidir bu dikkat.
"Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızı görür."
Ayette geçen "Basir = görür" kelimesi "Basiret"ten gelir ve bu konuya da son derece uygun düşmektedir. Çünkü bu konu basiretin, güzel kavrayış ve değerlendirişin vurgulandığı bir konudur.
Öyleyse ey peygamber, emredildiğin gibi dosdoğru ol; senin yanında yeralan eski sapıklıklarından tevbe etmiş kimseler de öyle olsunlar.
"Sanık zalimlere eğilim, yakınlık göstermeyiniz. Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi."
Zalimlere dayanmayın, güvenmeyin. Yeryüzünde güç kaynaklarını ellerinde bulunduran, ellerindeki bu kuvvetle kulları Allah'ın dışında birtakım yaratıklara kulluk yapmaya zorlayan tağutlara, zorba zalimlere dayanmayın. Onlara dayanıp güvenmeyin. Çünkü sizin onlara güvenip dayanmanız, onların işlediği bu büyük kötülüğü onayladığınız anlamına gelir. Bu, onların işlediği büyük kötülüğün günahına ortak olmanız demektir.
"Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi." Bu sapmanın cezası olarak...
"Allah'dan başka bir dostunuz, bir dayanağınız yoktur. O zaman O'nun yardımını göremezsiniz."
Böyle bir dönemde belirlenen yolu dosdoğru izlemek son derece zor ve meşakkatli bir iştir. İnsana yardımı dokunacak kalıcı bir azığa ihtiyaç duyulur. İşte yüce Allah, Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- ve O'nun yanındaki mü'min azınlığa yol azığı gösteriyor.
"Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl."
Hiç kuşkusuz yüce Allah, tüm azıkların tükendiği bir sırada namazın kalıcı bir azık olduğunu biliyordu. İnsanın ruhsal yapısını dayanıklı kılan, kalplerin ağır yükümlülükleri olan gerçeğe sıkı sıkıya sarılmalarını sağlayan azık budur. Çünkü namaz, kalpleri, kullarına karşı merhametli, şefkatli, kullarına yakın ve isteklerine cevap veren yüce Allah'a bağlar. Karamsarlığa kapıldığı bir sırada, şu uğursuz ve günahkâr cahiliye toplumu içinde kendini yalnız hissettiği bir sırada üzerine yakınlık ve şefkat meltemlerini estirir.
Ayet burada gündüzün iki ucundan söz ediyor. Bu gündüzün başlangıcı ile sonudur. Gecenin ilk saatlerinden maksat, gecenin akşama yakın saatleridir. Bu ise, sayı sıralaması getirmeden farz namazların vakitlerini kapsamaktadır. Farz namazların sayısı ve vakitleri Peygamberimizin sünneti ile belirlenmiştir. Ayette, namaz kılmak -eksiksiz ve dosdoğru bir şekilde- emredildikten sonra iyi amellerin kötülükleri giderdiği vurgulanıyor. Bu ifade geneldir ve tüm iyilikleri kapsamaktadır. Namaz da en büyük iyiliklerden biridir. Bu sınıflandırmaya öncelikle dahildir. Yoksa bazı tefsircilerin anladığı gibi kötülükleri gideren iyilik namazla sınırlı değildir.
"Bu hatırlatmalar öğüt alacak yetenekte olanlar için birer öğüttür."
Namaz bir hatırlamadır, bu yüzden şu değerlendirme son derece yerinde ve namaza uygun düşen bir değerlendirmedir.
Belirlenen yolda emredildiği gibi dosdoğru olmak, insanın sabretmesini gerektiren bir durumdur. Aynı şekilde yüce Allah'ın yalanlayanlara ilişkin yasasının gerçekleşmesi için belirlenen sürenin dolmasını beklemek de, sabırlı olmayı gerektirir. Bu yüzden, hem dosdoğru olmaya ilişkin emir, hem de ondan önce yeralan direktifler üzerine şu değerlendirme yeralıyor:
"Sabret, çünkü Allah iyi davranışlıları ödülsüz bırakmaz."
Emredildiği şekliyle dosdoğru olmak iyi bir davranıştır. Namazları vakitlerinde kılmak iyi bir davranıştır. Yalanlama tuzağına karşı sabretmek iyi bir davranıştır. Ve Allah iyi davranışlıları ödülsüz bırakmaz.
GEÇMİŞLERİN AKİBETİSonra surenin akışı yeniden yokedilen şehirler ve geçmiş çağlar üzerine yapılan yorumu ve değerlendirmeyi tamamlamaya dönüyor. Üstü kapalı bir şekilde, şayet o çağlarda ya da o şehirlerde Allah katından kendileri için iyilik dileyen birtakım insanlar olsaydı, yeryüzünde bozgunculuğun yayılmasını önleselerdi, zalimleri zulmetmekten alıkoysalardı, yüce Allah'ın bu şehirleri kökten yoketme azabı ile cezalandırmayacağına değiniyor. Çünkü yüce Allah halkı iyi davranan şehirleri, haksız yere cezalandırmaz. Ya da bu şehirlerin halkı arasında yeralan iyi kimselerin gücü zulüm ve bozgunculuğu önlemeye yettiği sürece yüce Allah onları cezalandırmaz. Ama bu halk arasındaki mü'minler azınlıkta olsalar, toplum içinde etkinlikleri ve güçleri olmazsa, yüce Allah onları kurtarır. Ama bu şehirlerin halkı arasında şımaran kimseler, onları izleyenler, onlara itaat edenler çoğunluktaydı. Dolayısıyla bu şehirler halklarının zalimliklerinden dolayı cezalandırıldılar!
116- Sizden önceki kuşaklardan, yeryüzünde bozgunculuktan sakındıran birtakım akıllı ve erdemli kimseler çıksaydı ya! Sadece toplu felaketlerden kurtardığımız az sayıda kimse bu görevi yerine getirdi. Zalimler ise kendilerini şımartan ihtiraslarına kapılarak ağır suçlara daldılar. 117- Sözkonusu şehirlerin halkları doğru yoldayken, Rabbin oraları haksızlıkla helak etmiş değildir.
Bu ifade, yüce Allah'ın milletlerin hayat süreçlerine ili,kin yasa sisteminden bir kanunu ortaya koymaktadır. Buna göre, herhangi bir şekilde insanların Allah'dan başkasına kulluk yapmalarıyla içinde bozgunculuk başgösteren bir millette, bu durumu bertaraf etmek için harekete geçen kimseler bulunuyorsa, o millet kurtulmuş bir millettir. Yüce Allah azap etmek, köklerini kurutmak suretiyle on arı cezalandırmaz. Ama zalimlerin zulüm işledikleri, bozguncuların bozgunculuk yaptıkları, buna karşılık içinde bu zulme ve bozgunculuğa karşı koyacak kimsenin bulunmadığı veya bu durumdan hoşnut olmamasına rağmen bozulmuş realiteye etki edecek gücü bulunmayan kimselerin yeraldığı milletler ya kökten yokedilme felâketi ile ya da çözülme ve çökme felâketi ile cezalandırılmalarını gerektiren Allah'ın kanunun işlemesini hakederler.
O halde, Allah'ın bir ve ortaksız Rabblığını egemen kılmaya davet edenler, yeryüzünü Allah'dan başkasına kulluk yapma çirkefinden dolayı içine düştüğü fesattan temizlemeye çağrı yapan mü'minler, halklar ve milletler için Allah'ın azabına karşı emniyet sübobu niteliğindedirler. Bu ise, Allah'ın Rabblığını egemen kılmak için mücadele eden savaşçıların her çeşit zulüm ve bozgunculuğa karşı koyan davetçilerin değerini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar sadece Rabblerine ve dinlerine karşı görevlerini yerine getirmekle kalmıyorlar, bununla Allah'ın öfkesini, felâket ve perişanlığı gerektiren azabını da milletlerinden uzaklaştırmış oluyorlar.
HİDAYET VE SAPIKLIKSon değerlendirme, insanların doğru yol ve sapıklık açısından ayrı tutumlar içinde olacaklarına ve yüce Allah'ın yaratıklarının her iki tarafa yönelişleri ile ilgili olarak yürürlüğe koyduğu değişmez yasasına ilişkindir.
118- Eğer Rabbin dileseydi, tüm insanlar! tek bir ümmet yapardı. Oysa insanlar sürekli görüş ve inanç ayrılığı içindedirler. 119- Yalnız Rabbinin merhametine mazhar olabilenler doğru yolda görüş ve inanç birliği sağlayabiliyorlar. Zaten Allah insanları bunun için yarattı. Rabbinin "cehennemi, mutlaka insanlarla ve cinlerle dolduracağım" şeklindeki sözü çoktan kesinleşti.Şayet yüce Allah, dileseydi bütün insanları aynı düzeyde ve ortak yeteneklere sahip kimseler olarak yaratırdı. Bir değişiklik, bir farklılık olmaksızın birbirinden kopya edilmiş nüshalar gibi yaratırdı. Yeryüzünde takdir edilen bu hayatın tabiatı bunu gerektirmiyor. Yüce Allah'ın yeryüzüne halife olarak atadığı şu insan denen yaratığın tabiatı da buna uygun değildir.
Yüce Allah insan denen yaratığın değişik yeteneklere, farklı yönelişlere sahip olmasını dilemiştir. O'na dilediği tarafa yönelebilme özgürlüğünü bahşetmeyi dilemiştir. Kendi yolunu kendisinin seçmesini, yaptığı seçimin karşılığını görmesini dilemiştir. O'nun yasası böyle olmasını gerektirdi, iradesi bu yönde gerçekleşti. Doğru yolu seçen de sapıklığı seçen gibidir. İkisi de aynıdır, yüce Allah'ın yaratıklarının seçimlerine ilişkin yürürlüğe koyduğu yasanın doğrultusunda hareket etmeleri bakımından. İnsan denen yaratığın seçme özgürlüğüne sahip olmasını ve seçtiği sistemin ve metodun cezasını bu seçime göre görmesini öngören ilahi iradeye uygun olarak gerçekleşmesi bakımından doğru yolu seçmek ile sapıklığı seçmek birdir.
Yüce Allah insanların tek bir millet olmamalarını dilemiştir. Bunun sonucunda farklı tabiatlara, ayrı görüşlere sahip olmaları gerekmiştir. Bu ayrılığın, inancın temellerine kadar uzanması gerekmiştir. Kuşkusuz Allah'ın rahmetine mazhar olanlar bu kuralın dışındadırlar. Onlar gerçeği bulmuşlardır. -Gerçekse tektir, birden fazla değildir- Gerçeğin etrafında birleşmişlerdir. Bu durum onların sapıklardan ayrı oluşları gerçeğini ortadan kaldırmaz.
"Rabbinin "cehennemi mutlaka insanlarla ve cinlerle dolduracağım" şeklindeki sözü çoktan kesinleşti."
Bununla anlaşılıyor ki, yüce Allah'ın rahmetine mazhar olup kötülüklerden sakınan hak taraftarlarını başka bir akıbet beklemektedir. Bu akıbet cennettir. Hak taraftarları ile ayrılığa düşen, ayrıca çeşitli batıl safları ve sayısız sistemleri adına kendi aralarında görüş ayrılığına düşen sapıklar, cehennemi doldurdukları gibi onlar da cenneti dolduracaklardır.
VE SURE BİTERKENSon bölüm, peygamberimize yönelik bir hitaptır. Anlatılan hikâyelerin bir bir sunulması ile hem kendisi hem de mü'minler için gözetilen hikmet vurgulanmaktadır burada. İnanmayanlara gelince, onlara son sözünü söylemesi, ilişkileri tümden koparıp kesin şekilde ayrılması, onları Allah'a özgü gaybın kapsamında olan akıbetleri ile başbaşa bırakması istenmektedir. Sonra Allah'a ibadet etmesi O'na dayanması ve kavmini de yapacağını yapmak üzere kendi halinde bırakması emredilmektedir.
120- Sana anlattığımız, önceki peygamberlerin hayatına ilişkin her olay, gönlünü ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu hikâyeler sana gerçeği ilettikleri gibi mü'minler için de öğüt ve hatırlatma niteliğindedirler. 121- İnanmayanlara de ki; `Siz bildiğiniz gibi hareket ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket edelim. ' 122- Bekleyiniz bakalım, biz de bekliyoruz. 123- Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin (gaybın) bilgisi Allah'ın tekelindedir. Her işin kesin çözüm mercii O'dur. Öyleyse sırf O'na kulluk sun, yalnız O'na dayan; Rabbın onların neler yaptıklarından habersiz değildir.
Aman Allah'ım... Yüce Allah'ın peygamberine söylediklerine bakın... Hiç kuşkusuz Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kavminden, nefislerinin sapmalarından ve davetin acılığından etkileniyor, üzülüyordu. Bunlar da teselli etmeyi, gönlünü ferahlatmayı, yüreklendirmeyi gerektiren şeylerdi. Oysa Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sabırlı, dirençli ve Rabbine güvenen biriydi.
"Sana anlattığımız önceki peygamberlerin hayatlarına ilişkin her olay, gönlünü ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi amaçlıyor."
"Bu hikâyeler sana gerçeği iletiyorlar."
Yani bu surede davet işine, peygamberlerin hikâyelerine, Allah'ın evrensel yasalarına, insanların doğrulamalarına ve tehditlere ilişkin gerçek yeralıyor.
"Mü'minler için de öğüt ve hatırlatma niteliğindedirler."
Geçmiş çağlarda meydana gelen ibret verici olaylarla onlara öğüt veriyor. Allah'ın kanunlarını, emir ve yasaklarını hatırlatıyor.
Ama inanmayanlara gelince, bundan sonra öğüt alacakları yok, gerçekleri de göremezler. Son sözü söylemek gerekir, bundan sonra kesin ayrılık kaçınılmazdır.
"İnanmayanlara de ki; `Siz de bildiğiniz gibi hareket ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket edelim."
"Bekleyiniz bakalım, biz de bekliyoruz."
Tıpkı, bu surede hikâyeleri yeralan kardeşlerinin kavimlerine dedikleri gibi, onları akıbetleri ile başbaşa bıraktıkları gibi, Allah'a özgü gaybın kapsamında olan azaplarını görmek üzere terkettikleri gibi.
"Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin (gaybın) bilgisi Allah'ın tekelindedir."
Her şey O'nun kontrolündedir. Senin, mü'minlerin ve inanmayanların durumu O'nun bilgisinin kapsamındadır. Bütün bu yaratıkların durumu, ona ait gaybın içerdiği her şeyi ve ilerde olacak her şeyi bilir.
"Öyleyse sırf O'na kulluk sun."
Çünkü ibadete ve boyun eğilmeye sadece O lâyıktır.
"Yalnız O'na dayan."
Tek dostunuz ve yardımcınız O'dur. İyi kötü işlediğiniz her şeyi bilir. Hiç kimsenin amelini karşılıksız bırakmaz.
"Rabbin onların neler yaptığından habersiz değildir."
DÖNÜŞ ALLAH'ADIRBöylece, Allah'a ibadet ederken, O'na tevbe edip sığınırken, en sonunda O'na dönerken tevhidin gözetilmesi gerektiğini vurgulayarak başlayan bu sure, sona erdi. Tıpkı başladığı gibi sadece Allah'a ibadet edilmesi, yalnız O'na dönülmesi gerektiğini, en sonunda O'na dönüleceğini vurgulayarak sona erdi.
Daha önce evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında, insanın ruhunun dipsiz derinliklerinde ve geçmiş asırların karanlık evrelerinde uzun bir yolculuğa çıkılmıştı.
Böylece surenin başı ile sonundaki edebi ahenk ve güzellik bulunmuş oluyor. Surede yeralan hikâyeler ile surenin genel akışı arasındaki uyum Kur'an-ı Kerim'deki bakış, düşünce ve yöneliş bütünlüğü ile güzel bir uyum oluşturuyor. Oysa eğer bu Kur'an Allah'dan başkasından gelmiş olsaydı, içinde birçok çelişkiler bulurlardı.
Şimdi, bu surenin akışını topluca inceleyenler, daha doğrusu Kur'an'ın Mekke'de inen kısmını inceleyenler göreceklerdir ki, ortada, köklü, kalıcı, geniş ve derin bir çizgi vardır. Bu sureler, bu çizginin etrafında yoğunlaşmaktadırlar. Surelerin etrafında döndüğü ekseni bu çizgi oluşturmaktadır. Diğer çizgiler hep bu temel çizgiye dönüktür. Tüm ipler ona bağlanmaktadır... Bu çizgi bu dinin etrafında yoğunlaştığı inanç çizgisidir. Bu, inanç eksenidir; insanlık hayatını her yönüyle düzenleyen, en ince ayrıntısına kadar ele alan bu ilahi sistem işte bu eksen etrafında dönmektedir.
Bu sureyi topluca değerlendirirken, surenin akışı içinde belirginleştiği şekliyle bu çizgi ve bu eksen üzerinde ana hatlarıyla durma gereğini duyacağız. Su renin akışı içinde bu konuyu ele alırken, daha önce yaptığımız açıklamalara değin de bulunmamız gerekecektir. Bu son değerlendirmenin bölümlerini birbirine bağlamak için kaçınılmazdır.
Surenin tüm akışı içinde ön plana çıkan ilk gerçek... Gerek Hz. Muhammed'le -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte gönderilen kitabın içeriğinin sunulduğu giriş kısmında, gerek insanlık tarihi boyunca İslâm inancına göre hareke stratejisinin sunulduğu kıssalarda, gerekse Hz. Peygambere, hem kıssalardan ben de kendisiyle birlikte gönderilen kitabın içeriğinden çıkarılan sonuçlarla müşriklere karşı koyması direktifinin verildiği bitiş değerlendirmesinde...
Evet surenin bütünü içerisinde ön plana çıkan ilk gerçek... Tüm konuların tek başına Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, ondan başkasına kulluk etmenin yasaklanması etrafında yoğunlaştığı gerçeğidir. Allah'a kulluk etmenin, ondan da başkasına kulluk etmemenin "din" demek olduğunun vurgulanmasıdır. Verilen sözler, tehditler, hesaplaşma ve amellerin karşılığı meselesi, sevap ve ceza meselesi bu köklü, kapsamlı tek ve değişmez temele dayandırılmaktadır. Nitekim surenin girişinde ve surenin akışı ile birlikte değişik yerlerde bu gerçeğe işaret etmiştik.
Burada öncelikle Kur'an metodunun bu gerçeği vurgulama yöntemini ve bu yöntemin değerini ön plana çıkarmak kalıyor bize.
Tek başına Allah'a kulluk etme gerçeği surede iki üslupla ifade ediliyor.
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka ilahınız yoktur."
"Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
Emir ve yasaklama üslupları arasındaki farklılık gayet açıktır. Acaba ikisinin de anlamı bir midir?
' Birinci ifade; Allah'a kulluk edilmesini emretmekte, onun dışında ibadet edilecek bir ilahın olmadığını vurgulamaktadır. İkinci ifade ise; Allah'dan başkasına kulluk etmeyi yasaklamaktadır.
İkinci ayetin ifade ettiği anlam, birinci ayetin anlam ve içeriğinin gerektirdiği bir sonuçtur. Ne var ki, birincisi, sözlü olarak ifade edilirken, ikincisi ifadeden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz yüce Allah'ın hikmeti bu büyük gerçeğin açıklanması bakımından sadece Allah'dan başkasına kulluk etmenin yasaklanmasının ifade ettiği anlamla yetinilmemesini, ayrıca bu yasağın bağımsız bir yoldan sözlü olarak da ifade edilmesini öngörmüştür. Her ne kadar bu yasak ilk emrin anlamında ve içeriğinde yeralsa da...
Bu da o büyük gerçeğin değeri ve yüce Allah'ın terazisindeki ağırlığı hakkında oldukça etkili bir mesaj vermektedir bize. O kadar ki, bu gerçek, Allah'a kulluk etmenin emredildiği ve O'nun dışında ibadet edilecek bir ilahın olmadığının vurgulandığı ifadenin içerdiğinden anlaşılmak üzere bırakılmıyor. Ayrıca Allah'dan başkasına kulluk etme yasağı sözlü olarak ve bağımsız bir ifadede yeralıyor. Bu yasak doğrudan doğruya bir hüküm olarak yeralıyor, Allah'a ibadet etmeye ilişkin emrin içeriğinden elde edilen bir anlam olarak değil. Onun zorunlu bir gereği değil de başlı başına bir hüküm olarak ifade ediliyor.
Ayrıca bu, Kur'an-ı Kerim'in sözedilen gerçeği iki yönüyle, Allah'a kulluk etme, O'ndan başkasına kulluk etmeme yönleriyle ortaya koyma yöntemini de göstermektedir bize. Buna göre insanlık, bu gerçeğin iki yönünü de içeren kesin bir hükme ihtiyaç duymaktadır. İnsan psikolojisi Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, onun dışında kulluk edilecek bir ilahın olmadığının vurgulanması ile yetinmiyor. Tek başına Allah'a kulluk etmeye ilişkin emrin içeriğinden çıkan dolaylı anlamın yanında, Allah'dan başkasına kulluk etmenin de açıkça yasaklanmasını da gerektiriyor. Çünkü gün gelir insanlar Allah'ı inkâr etmedikleri, O'na kulluk etmekten vazgeçmedikleri halde, O'nunla birlikte başkasına da kulluk edebilirler. Kendilerini müslüman (!) sanırlarken şirke düşebilirler.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim tevhid gerçeğini emir ve yasağa birlikte yer vererek ifade etmektedir, yekdiğerini desteklesin diye. Böylece birçok çeşidi bulunan şirkin nüfuz edebileceği bir delik bırakılmayacak şekilde vurgulu olarak dile getirilmektedir bu gerçek.
Kur'an-ı Kerim'de buna benzer ifadeler değişik yerlerde yinelenmiştir. Örnek olarak bu sureden ve başka surelerden bazı ayetleri aşağıya alıyoruz:
Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur): Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben, O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim. (Hud Suresi 1-2)
Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik, onlara dedi ki; "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Sırf Allah'a kulluk sununuz. Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım." (Hud suresi 25-26)
Fakat azabım da son derece acıklı bir azaptır. (Hud Suresi 50)
İbrahim ne yahudi ve ne de hristiyan idi. O dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden değildi. (Ali İmran suresi 67)
Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde gökleri ve yeri yoktan varedene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim. (En'am suresi 79)
Kur'an-ı Kerim'de tevhid gerçeği ifade edilirken bu yönteme sıkça baş vurulmaktadır. Hiç kuşkusuz bunun özel bir anlamı vardır. Gerek tevhid gerçeğinin değerinin ve öneminin vurgulanması bakımından -Öyle ki bu gerçeğin hiçbir tarafı dolaylı anlaşılmaya, zorunlu olarak çıkarılacak sonuçlara bırakılmıyor tersine bu gerçeğin hiçbir tarafı eksik bırakılmadan sözlü olarak ifade edilen bir hüküm olarak indiriliyor- gerekse bu yöntemin yüce Allah'ın insan denen varlığın tabiatını bildiğini göstermesi bakımından... Buna göre yüce Allah insanın bu büyük gerçeğin bu şekilde açıkça belirtilmesine ihtiyacı olduğunu biliyor. Bu gerçeğin insanın duygu ve düşüncesinde her türlü şüpheden ve kapalılıktan korunup bu şekilde ince bir ifadeyle vurgulanması gerektiğini biliyor. Amacı ve hedefi son derece belirgin bir ifadeyle bunu belirtiyor yüce Allah. Hiç kuşkusuz yüce Allah üstün hikmet sahibidir. Yarattıklarını en iyi bilir. O latiftir, her şeyden haberdardır.
Şimdi, tek başına yüce Allah'a kulluk edilmesinin emredilmesini ve ondan başkasına kulluk etmenin yasaklanması üzerinde bu kadar yoğunlaşılmasının ayrıca, bu gerçeğin sözle ifade edilen bir hüküm olarak ve her iki yönünü kapsayacak şekilde dile getirilmesine gösterilen özenin ve dolaylı anlamlarla yetinilmemesinin ötesi eki hikmeti kavrayabilmemiz için bu surede, ayrıca bütün Kur'an'da geçen kulluk/ibadet kavramı üzerinde duralım.
Daha önce Hud peygamber -selâm üzerine olsun- ve kavmi kıssası üzerinde değerlendirme yaparken, bunca yoğunlaşmayı, bunca özeni, saygın peygamberler kafilesinin uğruna bunca emek sarfetmesini, her gün insanları tek başına Allah'a kulluk etmeye çağıran davetçilerin uğruna çektiği bunca azapları, bunca acıları hakeden "kulluk/ibadet" kavramının anlamı üzerinde durmuştuk. Şimdi ise yaptığımız bu değerlendirmeye bazı değimlerle eklemede bulunmak istiyoruz.
İnsanlar arası ilişkileri "muamelat" kavramı ile nitelendirmek buna karşılık kul ile Rabb arasındaki ilişkileri bireysel ve sembolik kulluk kastı taşıyan davranışları "ibadet kavramı ile nitelendirmek, Kur'an-ı Kerim'in indiği dönemden çok sonraları ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. İslâmın ilk dönemlerinde bu ayırım bilinmiyordu.
"İslâm Düşünceleri" adlı eserimizde, bu meselenin tarihine ilişkin, olarak bazı açıklamalarda bulunmuştuk, oradan bazı bölümler aktarıyoruz. "İnsanın hareketlerini "ibadet" ve "muamelat" olarak ayırmak fıkıh eserlerinin yazılmasından sonra ortaya çıkmış bir meseledir. Bununla beraber -ilk önceleri- amaç, yalnızca ilmi eserlerin özelliği olan "teknik" bir ayırımdı. Maalesef bu ayırım İslâm düşüncesinde birçok kötü sonuçların doğmasına neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da -bir dönem sonra- islâmi hayatın her alanında kötü etkileri ortaya çıkmıştır. Böylece "ibadet" sıfatının insanların kafalarında "ibadet fıkhının" ele aldığı hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu hareketlerin "muamelat fıkhının" ele aldığı hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu hareketlerin "muamelat fıkhının" içerdiği ikinci tür hareketlerden ayrı oldukları düşüncesi doğdu. Hiç kuşkusuz bu, İslâm düşüncesinden sapmadır. Bunun ardından İslâm toplumunun hayatının her alanında sapmaların baş göstermesi kaçınılmaz olmuştur.
"İslâm düşüncesine göre insanın hiçbir hareketi yoktur ki, "ibadet" kavramının kapsamına girmesin, ya da bu sıfatın gerçekleşmesi istenmesin. İslâm sisteminin ilk ve son amacı "ibadet"in anlamını gerçekleştirmektir."
"İslâm sisteminde, idari ve ekonomik düzenin, ceza yasasının, medeni kanunun, aile hukukunun ve bu sistemin içerdiği diğer yasaların bunun dışında bir gayesi yoktur."
"İnsan hayatında ibadetin anlamını gerçekleştirmekten başka bir hedef sözkonusu değildir. Ama insanın hareketleri bu sıfatla nitelenemez, bu hedefi gerçekleştirmiş sayılamaz -ki Kur'an bunun insan varlığının gayesi olduğunu belirtmektedir- bu hareketler ilahi sisteme uygun olmadıkça... Çünkü ancak o zaman yüce Allah'ın ilahlıkta bir olduğunu vurgulanmış, kulluk, sadece O'na Yöneltilmiş olur. Aksi takdirde bu, ibadetin dışına çıkmaktır, çünkü kulluğun sınırlarını aşmaktır. Yani yüce Allah'ın istediği şekliyle insan varlığının hedefinden sapmaktır. Yani Allah'ın dininden çıkmaktır. Fıkıhçıların -İslâm düşüncesinde bu anlayışın yeri olmadığı halde de"ibadet" ismini verdikleri ve ibadet kavramını onlara özgü kıldıkları hareket türlerinin Kur'an-ı Kerim'de ele alındığı yerlere bakıldığında görmezlikten gelinmeyecek son derece belirgin bir gerçek açığa çıkar... Bu hareketlerin tek başına ele alınmadıkları ve fıkıhçıların "muamelat" adını verdikleri hareketlerden ayrı geçmedikleri görülecektir. Her iki hareket türünün de Kur'an'ın akışı içinde ve yönlendirme yönteminde birbirlerine bağlı olarak geçtikleri görülecektir. Çünkü bu da öteki gibi, "ibadet" sisteminin bir yönünü oluşturmaktadır. İnsan varlığının hedefi budur. İbadetin anlamının ve yüce Allah'ın ilah olarak bir kabul edilmesinin anlamının gerçekleşmesi budur.
Zamanla bu ayırım, bazı insanların "muamelat"ın kapsamına giren hareketleri Allah'ın dışında O'nun izin vermediği konularda kendileri için kanun koyan kimselerin koyduğu sistemlere uygun olarak gerçekleştirirken "ibadet"in kapsamına giren hareketleri İslâmın hükümlerine göre gerçekleştirdiklerinde, "müslüman" olabileceklerini sanmalarına engel oldu.
Bu büyük bir vehimdir. Çünkü İslâm bölünmez bir bütündür. Onu bu şekilde ikiye bölen herkes bu bütünün dışına çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle, bu dinden çıkmaktadır.
İşte bu gerçekten müslüman olmak aynı zamanda insan olarak varlığının hedefini gerçekleştirmek isteyen herkesin aklında bulundurması gereken büyük bir gerçektir.
Şimdi de İslâm düşüncesi kitabından aktardığımız bu bölümlere, daha önce bu cüzde yaptığımız açıklamaları ekliyoruz. İlk defa bu Kur'an'la muhatap olan Araplar, Allah'a ibadet etmekle emrolundukları zaman ibadet, kulluk kavramının anlamını yalnızca kulluk kastı taşıyan, bireysel sembolik davranışlarla sınırlandırmıyorlardı. Hatta ilk defa Mekke'de bu Kur'an'la muhatap oldukları sırada henüz sembolik ibadet şekilleri farz kılınmamıştı bile. Araplar bu Kur'an'la ilk defa muhatap oldukları sıralarda bu kavramla, her konuda sadece Allah'a itaat etmenin, O'na boyun eğmenin her konuda O'ndan başkasına itaat etme, O'ndan başkasına boyun eğme, zilletinden çıkmanın istendiğini anlıyorlardı. Nitekim Peygamberimizin de -salât ve selâm üzerine olsun- bir hüküm olarak "ibadet/kulluk" kavramını "emrine uyma, boyun eğme" şeklinde açıklamıştır. Peygamberimiz, Adiy b. Hateme yahudi ve hristiyanların hahamlarını ve papazlarını Rabb edindiklerini söyleyerek şu açıklamada bulunmuştu "Evet hahamlarına ve papazlarına ibadet ettiler. Çünkü hahamları ve papazları helalleri haram, haramları da helal kıldılar, onlar da hahamlarının ve papazlarının dediklerine uydular. Bu da onlara "ibadet/kulluk ediyorlar demektir."
Sembolik "tapınma" hareketlerine kulluk/ibadet denmesinin nedeni bu hareketlerin Allah'a boyun eğmenin, O'na itaat etmenin bir şekli olmasıdır. Ancak bu şekil, ibadet kavramının tüm anlamını kapsamaz. Daha doğrusu sembolik ibadetler "ibadet" kavramının özünden çok ikinci derecede anlamını temsil ederler.
KULLUK GERÇEĞİDaha önce bu cüzde şunları söylemiştik. Şurası bir gerçektir ki, şayet ibadet/kulluk kavramının gerçek anlamı sadece sembolik tapınma davranışları olsaydı uğruna bunca peygamberin gelmesini, bunca risaletlerin gönderilmesini haketmezdi. Gelmiş geçmiş peygamberlerin -selâm üzerlerine olsun- büyük çabalar sarfetmesini haketmezdi. Tarih boyunca davetçilerin, mü'minlerin karşı karşıya kaldığı bunca işkenceyi, bunca acıyı gerektirmezdi. Tersine insanları topyekün kullara boyun eğmekten kurtarıp, her işte ve her durumda, dünya ve ahiretteki hayat sistemlerinde sadece Allah'a boyun eğmelerini, O'na itaat etmelerini gerçekleştirme olgusu haketmiştir bu ağır bedeli.
"İlahlığın birliği, Rabblığın birliği, otoritenin birliği, egemenliğin birliği, yasama kaynağının birliği, hayat sisteminin birliği, insanların kapsamlı bir şekilde boyun eğdikleri, emirlerine uydukları merciin birliği... Evet, bunca peygamberin gönderilmesini, uğrunda bunca emeğin harcanmasını, tevhid gerçeği haketmiştir. Bunca işkenceler, tarih boyunca katlanılan bunca méşakkatler tevhidin gerçekleşmesi uğruna olmuştur. Yüce Allah'ın böyle bir şeye ihtiyacı olduğundan değil elbette. Çünkü yüce Allah alemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. insanlık hayatı, tevhidin egemenliği olmaksızın islah olamadığı, doğru bir çizgiyi izleyemediği, yücelemediği, insana yaraşır bir hayat niteliğini kazanamadığı için bunca çaba sarfedilmiştir. Hiç kuşkusuz tevhidin egemenliği her yönüyle insanlık hayatı üzerinde sınırsız bir etkinliğe sahiptir."
Yukarıdaki açıklamayı yaparken, bitiş değerlendirmesinde konuyu biraz daha açıklayacağımıza söz vermiştik.
İşte şimdi tevhid gerçeğinin her yönüyle insanlık hayatındaki değerine ana hatlarıyla değineceğiz.
TEVHİD GERÇEĞİ1- En başta -bu kapsamlı şekliyle- tevhid gerçeğinin, bizzat varlığı fıtri ihtiyacı ve insanı bileşimi açısından insan denen varlığın yapısı üzerindeki etkisine, onun düşüncesi üzerindeki etkisine, bir de bu düşüncenin insan bünyesi üzerindeki etkisine bakalım.
Bu düşünce meselesi, böylesine evrensel bir şekilde ele aldığından, tüm yönlerini tüm isteklerini, tüm ihtiyaçlarını ve tüm eğilimlerini gözönünde bulundurarak insanın yapısına hitap eder. Onu sürekli ilişki halinde bulunacağı tek bir merciye yöneltir. Her şeyi bu merciden ister ve her şeyiyle bu merciye yönelir. Ümitle bağlandığı, korku duyduğu bu biricik mercidir. O'nun öfkesinden sakınır, hoşnutluğunu arzular. İhtiyaç duyduğu, beklentisi içinde olduğu her şeye bu biricik merci sahiptir. Çünkü her şeyin yaratıcısı, her şeyin sahibi ve her şeyïn idarecisi O'dur.
Bu düşünce insanın bünyesini varlığını tek bir kaynağa yöneltir. Böylece insan düşüncesini, anlayışını, değer ve ölçülerini, şeriat ve kanunlarını bu kaynaktan edinir. Evrene, hayata ve insana yönelirken, kendisini etkileyen tüm işaretlerin içinde uyanan tüm soruların cevabını bu kaynaktan alır.
Bu durumda insanın bünyesi, bir bütün haline gelir. İnanç ve sistem konusunda yardım dileme ve başvuruda bulunma konusunda hayat ve ölüm konusunda çalışma ve hareket konusunda, sağlık ve rızık konusunda, dünya ve ahiret konusunda bilinç ve davranış olarak, düşünce ve pratik olarak bir bütünlük arzeder. Parçalanıp ayrılmaz. Birbirinden farklı yollara, değişik ufuklara yönelmez. Birbiriyle uyuşmayan değişik yollara girmez.
İnsan bünyesi yapısı belirtilen tarzda bütünlük arzettiği zaman, gelebileceği en iyi duruma gelmiş demektir. Çünkü o zaman "birlik" haline gelmiş olur. Ve bu, her alanda gerçeğin özelliğidir:.. Çünkü birlik yüce yaratıcının gerçeğidir. Değişik görüntüleri, şekilleri ve durumları ile birlikte evrenin gerçeğidir. Birlik, hayat ve canlıların tüm ve cinslerin farklılığı ile beraber gerçeğidir. Bireylerin ve yeteneklerin çeşitliliği ile beraber insanın gerçeği de birliktir. Birlik insan varlığının gayesidir de. Bu da alanların ve şekillerin farklılığı ile birlikte kulluk gerçeğidir. İnsan bu varlık aleminde gerçeği araştırdığında, bunun böyle olduğunu görecektir.
İnsanın bünyesi, yapısı, her alanda "gerçeğe" uygun bir durumda olduğu zaman, kişisel olarak gücünün doruğuna ulaşır. İçinde yaşadığı, karşılıklı iletişim kurduğu bu evrenin özünde yereden "gerçek"le ve karşılıklı etkileşim halinde bulunduğu varlıklar aleminin dayanağı olan "gerçek"le uyumlu olmanın doruklarına ulaşır. Bu uyum onun en görkemli eserleri meydana getirmesine ve önemli rolleri yerine getirmesine yardımcı olur.
Bu gerçek, ilk müslümanlardan oluşan seçkin toplumun şahsında doruğa çıkınca, yüce Allah, bunlar aracılığı ile hem insan varlığının, hem de insanlık tarihinin planında derin etkileri bulunan son derece önemli rolleri gerçekleştirdi.
Bu gerçek bir kez daha meydana geldiğinde -Allah'ın izni ile meydana geldiğinde. Allah'ın izni ile meydana gelmesi bir kaçınılmazdır- Yüce Allah daha büyük, daha çok işler gerçekleştirecektir. Yolunda ne kadar engeller bulunursa bulunsun. Çünkü bu gerçeğin varlığı bizzat karşı konulmaz bir güce kaynaklık etmektedir. Çünkü bu evrenin gücü ile özde birdir. O da bu evreni yaratan güce yöneliktir.
Bu gerçeğin önemi sırf imanı düşünceyi doğrultmasından gelmez. Gerçi bu doğrultma bile, tüm hayat binasının dayanağı olan büyük bir hedeftir. Bu gerçeğin önemi, hayattan iyi zevk almayı sağlamasından ve bu zevki yeterlilik ve ahenkliliğin en üst noktalarına ulaştırmasından kaynaklanır. Çünkü insan hayatının değeri artar, bütünüyle Allah'a ibadet haline geldiği zaman, insan hayatındaki -büyük küçük- tüm hareketler, ibadetin bir parçası ya da -ibadette gizli olan anlamı gözönünde bulundurursak- ibadetin tümü olarak algılandığı zaman... İbadetin özünde yereden büyük anlam; ilah olarak yüce Allah'ın bir ve ortaksız kabul edilmesi, kulluğun sadece O'na yöneltilmesidir. İnsan, bundan daha yüksek bir makama yükselecek değildir. Bu makam gerçekleşmediği sürece, insan olgunluk düzeyine ulaşamaz. Bu da Peygamberimizin yükselebildiği en yüce makamdır. İlahtan vahiy alma makamıdır. İsra-mescidi haramdan mescidi aksaya bir gecede gerçekleşen mucizevi yolculuk makamıdır.
Tüm alemlere bir uyarı olsun diye Furkan'ı kuluna indiren Allah eksikliklerden uzaktır." (Furkan 1)
"Kulu Muhammed'i, bir gece, Mescid'i Haram'dan (Kâbe'den) yola çıkararak kendisine bazı mucizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid'i Aksaya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir." (İsra-1)
2- Tek başına Allah'a boyun eğme, sadece O'na itaat etme anlamında ibadette/kullukta tevhidin değerlerinden bir diğerine ve bunun insan hayatındaki etkilerine geçiyoruz.
Hiç kuşkusuz Allah'a boyun eğmek, O'ndan başkasına boyun eğmekten kurtuluştur. Kula kulluktan çıkıp, sadece Allah'a kul olma onuruna ermektir. İnsan ancak bu şekilde gerçek onurunu kazanabilir. Ancak bu şekilde gerçekten özgür olabilir.
İnsanın onuru ve özgürlüğü İslâm nizamının dışındaki hiçbir düzende garanti altına alınamaz. Yani insanlardan bazısının bazısına çeşitli şekilleri ile kulluk etmek suretiyle boyun eğdiği tüm düzenlerde insanın onuru ve özgürlüğü ayaklar altına alınır. İnsanların birbirlerine kulluk etmesi, inanç sistemine uymak sembolik ibadetleri de sunmak ya da konulan yasalara boyun eğmek şeklinde olması durumu değiştirmez. Hepsi de kulluktur, hepsi de birbirinin aynısıdır. Bütün durumlarda boyunlar Allah'dan başkasının önünde eğilir. Hayatı ilgilendiren herhangi bir meselede Allah'dan başkasının ilkelerine göre hareket edilir. O'na boyun eğilir.
İnsanlar birine boyun eğmeden, birine itaat etmeden yaşayamazlar. Bu yüzden birinin otoritesine boyun eğip itaat etmeleri kaçınılmazdır. Sadece Allah'a boyun eğip itaat etmeyenler, hayatın her alanında derhal Allah'dan başkasına kul olmanın çeşitli kötülüklerinin girdabına düşerler.
Hiçbir sınır, hiçbir kural tanımayan arzularının, ihtiraslarının kurbanı olurlar. Bu yüzden insan olma özelliklerini kaybedip hayvanlar alemine yuvarlanırlar.
"Kâfirler hayanlar gibi yerler, eğlenirler. Durakları cehennemdir onların. (Muhammed-12)
İnsanın insanlığını yitirmesi, hayvanlar alemine yuvalanıp gitmesi, kadar büyük kaybı olamaz. İnsan sırf Allah'a kulluk etmenin sadece O'na boyun eğmenin sınırlarını aşar aşmaz, arzu ve ihtiraslarına boyun eğer eğmez insanlığını. yitirip hayvanlar alemine yuvarlanır. Çeşitli şekilleri bulunan kula kulluğun kurbanı olurlar. Çeşitli şekilleri ile egemenlerin başkanların kulu olmanın neden olduğu türlü kötülüklerin girdabına düşerler. Bu egemenler ve başkanlar kendi kafalarına göre uydurdukları yasalar doğrultusunda onları yönetirler. Bu kanunların da kanun koyucuların çıkarlarını korumaktan başka bir hedefi, bağlayıcı bir amacı olmaz. Bu kanun koyucuların, her şeyin. egemenliğini elinde bulunduran bir fert, bir sınıf ya da bir ırk olması durumu değiştirmez. İnsanlığın genel düzeyine bakıldığında, sadece Allah'dan kaynaklanmayan, O'nun şeriatı ile sınırlı olmayan, onun şeriatını bağlayıcı kabul etmeyen insanların koyduğu tüm hükümlerde bu gerçeği görmek mümkündür.
Ne var ki kula kulluk, egemenlere, başkanlara, kanun koyuculara kul olmakla sınırlı kalmaz. Bu kula kulluğun en belirgin şekillerinden biridir, ama her şey bundan ibaret değildir. Kula kulluğun diğer bazı gizli şekilleri de vardır. Ve kula kulluğun bu şekli ötekisinden daha köklü, daha katı olur. Buna örnek olarak modacılara yönelik kulluğu gösterebiliriz. Bu modacıların, kendilerini uygar kimseler olarak adlandıran insanların büyük bir kısmı üzerindeki bu egemenlikleri nereden gelir? Hiç kuşkusuz -ister giyim-kuşamla, ister otomobillerle, ister ev-barkla, ister dekorasyonla, ister kutlama partileriyle ilgili olsun, moda tanrılarının uygun gördüğü kıyafetler, stiller, tartışmasız, kesin bir kulluğu temsil etmektedir. Cahiliye mensubu bir kadının veya erkeğin bu kulluktan kaçınması imkânsızdır. Bunun dışına çıkmayı bile düşünemez. Eğer, bu uygar cahiliyeyi yaşayan insanlar moda tanrılarına olduğu gibi, Allah'a boyun eğmiş olsalardı, hiç kuşkusuz, her şeyi ile kendilerini Allah'a adamış birer salih kul olacaklardı. Bu da değilse, peki nedir kulluk? Moda tanrılarının bu yaptıkları Rabblik değilse, hakimiyet değilse, nedir Rabblik, nedir hakimiyet?
Zavallı, düşkün kadınlara rastlar zaman zaman insan... Ayıp yerlerini ortaya koyan kıyafetlere bürünmüşler. Ama bu kıyafetler boylarını, poslarını, yakışmıyor aslında. Gittikçe çirkinleştiren ya da komik hale getiren boyalar sürünmüşler. Ne var ki moda, Rabblerinin elindeki bu karşı konulmaz ilahlık, o zavallı kadınları bu çirkefi işlemeye zorluyor. Karşı koyacak güçleri, iradeleri yoktur çünkü. Moda tanrılarının buyruklarına boyun eğmeme, itaat etmeme gücüne sahip değildirler. Çünkü çevrelerindeki toplum, topyekün bu tanrılara boyun eğmektedir. Nedir boyun eğmek, nedir itaat etmek, bu da değilse? Şayet bu değilse, nasıl oluyor hakimiyet, nasıl oluyor Rabblik?
İnsanlar sadece Allah'a boyun eğmedikleri; O'nun dışında birtakım kullara boyun eğdikleri zaman yaşayacakları aşağılayıcı kulluğun yalnızca insanın insana egemenliğinin, insanın insana kulluğunun aşağılayıcı iğrenç şekli sadece başkanların, egemenlerin hakimiyetinde somutlaşmaz.
Bu da, insanların canlarının, ırzlarının, mallarının korunması bakımından ibadet ve boyun eğmede tevhidin sahip olduğu değeri göstermektedir. Ne şekilde olursa olsun, ister kanun egemenliği şeklinde olsun, ister gelenek ve göreneklerin egemenliği şeklinde olsun, ister inanç ve düşüncelerin egemenliği şeklinde olsun, kulların kullara boyun eğdiği bir ortamda, kulların kullara kulluk ettiği bir toplumda insanların ruhları, ırzları vé malları korumasız kalır.
İnanç ve düşüncede Allah'dan başkasına itaat etmenin O'ndan başkasına boyun eğmenin anlamı bitmez tükenmez kùrùntuların, efsanelerin ve hurafelerin pençesine düşmektir. Putperest cahiliye toplumları bunun değişik şekillerini temsil etmektedir. Halk tabakalarının asılsız kuruntuları da buna örnektir. Halk tabakaları, bozuk inançlarının, sapık düşüncelerinin baskısı sonucu mallarından, -kimi zaman evlâtlarından- kurbanlar, adaklar adarlar ve hurafeler uğruna. İnsanlar hep korku duyarlar. Bu farklı ve mevhum rabblerden ve bu rabblerle ilişki halinde olan tapınak bekçilerinden, kâhinlerden... Cinler ve ifritlerle ilişki kuran büyücülerden... Gizli sırların sahibi şeyhlerden, velilerden... Ve daha nelerden, nelerden... İnsanların ürperdikleri, korktukları, sürekli yakınlaşmak istedikleri, ümit bağladıkları bir sürü hurafelerden... Boyunlarını büken, emeklerini çarçur eden, enerjilerini bir hiç uğruna tüketen asılsız kuruntulardan...
Gelenek ve görenekler açısından Allah'dan başkasına boyun eğmenin ondan başkasına itaat etmenin getirdiği zorluklara örnek olarak kılık kıyafet ve moda tanrılarının buyruklarını göstermiştik. Bunun yanında bu tanrıların uğruna -Paymal olan ırz ve ahlâkın yanında nice malların, nice emeklerin harcandığını da bilmemiz gerekir.
Orta gelirli bir aile, çeşitli kremlere, parfümlere, ruj ve boyalara saç yaptırmalar ve (ondüle) ettirmeler, her yıl değişen kıyafetlerin yapımında kullanılan kumaşlara, ardından uygun ayakkabılara, ayakkabılar kıyafet ve saç modeli ile uyuşacak takılara... Bu uğursuz tanrıların emrettiği daha bir süre şeye... Evet orta gelirli bir aile, gelirinin, emeğinin yarısını bu tanrıların değişen ve hiçbir durumda karar kılmayan arzularına cevap vermek için harcar. Hiç kuşkusuz bunun arkasında kapital sahibi yahudiler yer almaktadır. Bu tanrıların dünyasına özgü sanayide en büyük görevi onlar üstlenmiştir çünkü. Bu yorucu çabanın, bu kışkırtmanın içinde yeralan hiçbir kadın, hiçbir erkek, bir an bile bu uğursuz boyun eğmenin gereklerini yerine getirmekten geri kalamaz. Bu uğurda emeğini, malını, ırzını, ahlâkını feda etmekten kaçınamaz.
Son olarak insanın uydurduğu yasaların egemenliğine kul olmanın getirdiği zorluklara değinelim... Allah'a kulluk yapan birinin Allah'a sunduğu kurbanların kat kat fazlasını Allah'dan başkasına kulluk edenler egemen Rabblere sunarlar. Mallarını, canlarını ve ırzlarını bu uğurda harcarlar.
"Vatan"dan "millet"ten, "ırk"tan, "sınıf"tan ve "üretim"den putlar dikilir... Bunların dışında daha bir sürü putlar ve Rabbler...
Bunlar için davullar çalınır, bayraklar dikilir. Putlara kulluk edenler, canlarını ve mallarını bu tanrılar uğruna tereddütsüz feda etmeye çağırılırlar. Yoksa tereddüt geçirmek ihanettir, ayıptır. Hatta ırzlar bile, bu putların istekleri çakışacak olursa, feda edilecek olan ırzlarıdır. Bu durum, uğruna kan dökülecek kadar büyük bir şereftir onlarca. Bu putların çevresine yerleştirilen borazanlar, onların ötesinde yeralan Tanrılar ve egemenler böyle söylemektedir çünkü.
Yeryüzünde sadece Allah'a kulluk edilsin, insanlar tağutlara ve putlara kulluk etmekten kurtulsun ve insanlık hayatı yüce Allah'ın insanlar için dilediği yüce ufuklara ulaşsın diye Allah yolunda yapılan cihadın gerektirdiği tüm fedakârlıklar... Evet Allah yolunda cihadın gerektirdiği tüm fedakârlıkların aynısını hatta fazlasını Allah'dan başkasına boyun eğenler feda etmektedirler. Allah yolunda cihad ettiklerinde, çekecekleri azap ve meşakkatlerden şehit olmaktan, can, mal ve evlât kaybından korkanlar, Allah'dan başkasına kul olmanın, ondan başkasına boyun eğmenin, cana, mala ve evlâda getirdiği yükümlülükleri bir düşünsünler. Bu uğurda paymal olan ırzlar ve ahlâk da çabası... Yeryüzüne egemen olmuş tağutlara karşı Allah yolunda girişilen cihadın gerektirdiği yükümlülükler, Allah'dan başkasına boyun eğdiklerinde, yerine getirmek zorunda oldukları yükümlülükler kadar değildir. Bütün bunların dışında bir de zillet için çirkefler. ile dolu utanç verici bir hayat...
3- Öte yandan, ibadette tevhid, sadece Allah'a boyun eğme, O'nun dışında birtakım yaratıklara kulluk etmeyi reddetmek, insan enerjisini sahte tanrıların ilahlaşması uğruna harcanmaktan koruması ve bu enerjiyi topyekün yeryüzünün imarına, kalkınmasına, yeryüzündeki hayat düzeyinin yükselmesine yöneltmesi bakımından büyük değere sahiptir.
Bu cüzde daha önce de işaret ettiğimiz gibi ortada inkâr götürmez apaçık bir gerçek vardır... Her ne zaman Allah'ın kullarından bir kul, kendisini bir tağut haline getirip insanların Allah'ı bırakıp kendisine kulluk yapmalarını istemişse, bu tağut öncelikle, kendisine kulluk yapılması (yani itaat edilmesi, emirlerine uyulması) için tüm kuvvet ve enerjilerin şahsının korunması sonra da kendisinin ilahlaşması uğruna harcanmasına ihtiyaç duyacaktır. Kendisini övgüyle tesbih eden, adını zikreden yüce `ilahlık' makamını doldurması için basit `kulluk' görüntüsüne üfleyip şişiren kuklalara, dalkavuklara, borazanlara ihtiyaç duyacaktır. Bu "kulluk" görüntüsüne üflemekten, çevresinde ilahiler ve dualar mırıldanmaktan bir an bile geri kalmamaları gerekecektir. İsminin yücelmesi, kendisine kulluk edilen bir atmosferin oluşması için -çeşitli yöntemlerle gösteriler, toplantılar düzenlenmesine ihtiyaç duyacaktır.
Ne var ki bu, hiçbir zaman durmayacak, son derece yorucu bir çabadır. Çünkü basit "kulluk" görüntüsü, çevresindeki üflemeler, davullar, çalgılar, tütsüler, tesbih sesleri ve mırıldanmalar kesilir kesilmez, büzülür, basitleşir, küçülür ve kısılır kalır. Bunun için yeniden bu yorucu çabaya ihtiyaç duyacaktır.
Bu yorucu çaba esnasında enerjiler; mallar -kimi zaman canlar kimi zaman da ırzlar- harcanır. Eğer bunların bir kısmı yeryüzünün imarı ve bol üretim için harcanacak olsaydı, insanlık hayatının yükselmesi ve refah düzeyinin artması için harcansaydı, insanlığa sonsuz iyilikler sağlayacaktı. Ne var ki, bu enerjiler ve mallar -kimi zaman canlar ve ırzlar- insanların iyiliği ve refahı için harcanmaz. İnsanlar tek başına Allah'a boyun eğmeyip, O'nun dışında tağutlara boyun eğdikçe...
Bu değinmelerle insanların tek başına Allah'a boyun eğmeyip, O'ndan başkasına kul olmaları durumunda enerji, mal, imar ve üretim alanında uğrayacakları zararın boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu can ve ırz, konusunda uğradığı zararla birliktedir. Değer ve ahlâk kaybına ek zararlardan bunlar. Bir de zillet, baskı, çirkef ve utanç verici bir hayat vardır. Bu durum yeryüzü menşeli düzenlerin sadece biri için geçerli değildir. Hepsi de birdir bu noktada. Sadece rejimler ve fedakârlıkların türü değişiktir.
Yine ortaya çıkıyor ki, yalnız Allah'a bağlılık ilkesinden sapıp, kendilerinden birilerïne Allah'ın yasası dışında bir yasa ile hükmetme fırsatı verenler, neticede Allah'dan başkasına kulluk etmenin bedbahtlığına düşmüş olurlar. Sonuçta insanın, insanlığını, onurunu ve özgürlüğünü yiyip bitiren bir kulluğa düçar olurlar. İnsanlara hükmeden bu düzenlerin şekli ne kadar değişirse değişsin farketmez. İsterse bu düzen birtakım insanların kendilerine insanlığı, özgürlüğü ve onurlu bir hayatı getireceğine inandıkları bir düzen olsun!
Avrupa sahte bir din anlayışı ile kendisine zalimlik ve diktatörlük yapan kiliseden kaçtığı sırada Allah'dan da kaçıyordu. Bütün insani değerlerini ayak altına alan kiliseye yönelik devrimi sırasında, evet bu ilginç ve cahil zaferinin ilk dönemlerinde yüce Allah'a da başkaldırdı! İşte burada insanlar bireysel iradeye dayanan demokratik düzenlerin himayesinde, insanlıklarına, özgürlüklerine, onurlarına ve çıkarlarına en uygun düzene kavuşacaklarını sandılar. Böylece bütün umutlarını insanlar tarafından düzenlenen anayasaların teminat altına aldıkları hak, güvence ve özgürlüklere, demokratik parlamenter rejimlere, basın özgürlüğüne, yasama ve yürütme mekanizması tarafından verilen güvencelere, seçmen çoğunluğunun kararına ve burada adını vermediğimiz, fakat bu demokratik düzenleri kuşatan korkunç hayaletlere bağladılar... Fakat sonuç ne oldu? `Kapitalizm' daha da azgınlaştı. Öyle bir azgınlaştı ki, bu güvencelerin tamamını ve bu kurumların hepsini kuşattı. Onların hepsini kuru laflar, soyut hayaller haline çevirdi! Çoklukla kapitali elinde bulunduran zalim, azınlığı alçakça bir kulluk yapma zilletine düşürdü. Çünkü parayı elinde bulunduran, aynı zamanda parlamentonun çoğunluğunu da eline geçirmişti. Dolaysıyla insanlar tarafından düzenlenen anayasaları da yine bu azınlık yapmış oluyordu. Basın özgürlüğünü de, insanların yüce Allah'dan uzak bir şekilde kendi insanlıklarına, özgürlüklerine ve onurlarına güvence ve teminat zannettikleri diğer bütün güvenceleri verenler de, onlardı!
Sonra insanlardan bir kesim, `kapital'in ve `burjuva'nın azmasına zemin hazırlayan, bireyin tercihine dayalı bu ferdiyetçi düzenlerden kaçıp `sosyalist düzenler'e sığındı! Peki bunlar ne yaptılar? `Kapitalist' burjuva sınıfının egemenliğini, `proletarya' sınıfının egemenliği ile değiştirdiler! Veya kapitale ve şirketlere sahip olan kesime boyun eğmeyi, hem mala, hem de otoriteye sahip olan devlete boyun eğme ile değiştirdiler! Bu ise, kapitalist sınıfın egemenliğinden daha tehlikeli bir durumdur! İnsanın insana boyun eğdiği her durumda, her rejimde, her düzende, insanlar, mallarının ve canlarının en ağır vergisini vermişlerdir. Her zaman değişik biçimde ortaya çıkan ilahlara bu vergilerini takdim etmişlerdir! Herhalde ve mutlaka bir kulluk yapısı gerekmektedir! Eğér bu kulluk yalnız Allah için olmazsa, Allah'dan başkasına yapılmış demektir... Tek Allah'a kulluk, insanları kurtarır. Onları özgür, onurlu, şerefti ve üstün kılar... Allah'dan başkasına kulluk ise, insanın insanlığını, onurunu, özgürlüklerini ve üstünlüklerini yiyip bitirir... Bunun yanında onların mallarını ve-maddi menfaatlerini de sonuna kadar sömürmeye devam eder!
İşte bütün bu öneminden dolayı, yüce Allah'ın peygamberlik misyonlarında (risalet) ve kitaplarında, ilahlık ve kulluk meselesine bu kadar önem verilmiştir.. İşte bu surede, sözkonusu önemli meselenin yalın bir örneğini sergilemektedir. Bu mesele, sadece tarihteki basit cahiliye sistemlerinde yeralan putlara ve heykellere tapmakla ilgili değildir. Her yerde ve her zaman varolan bütün insanlarla ilgili bir meseledir. Bütün cahiliye sistemleri ile ilgilidir.. Tarih öncesi cahiliyesini, tarih sonrası cahiliyesini, yirminci yüzyılın cahiliyesini ve kulların kullara kulluğu ilkesine dayanan bütün cahiliyeleri kapsamına almaktadır.
Bu mesele hakkında söyleneceklerin özü şudur: Bir bütün olarak bu Kur'an'ın direktiflerinden bu sure de ona örnektir- açıkça anlaşılıyor ki, bu surede "ibadet" olarak ifade edilen boyun eğme, itaat etme ve hakimiyet meselesi, inanç, iman ve İslâm meselesidir. Fıkıh, siyaset ya da düzen meselesi değildir.
Bu bir inanç meselesidir, inancın varlığı ya da yokluğu meselesidir. Bu bir iman meselesidir. İmanın geçerliliği ya da geçersizliği meselesidir. Bu İslâm meselesidir; İslâmın gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi meselesidir.
Sonra bu -önce değil sonra- kanun, nizam ve hükümlerde, rejimlerde kanun ve nizamı gerçekleştiren, hükümleri uygulayan toplumlarda somutlaşan pratik hayatın sistemi meselesidir.
Ayrıca "ibadet/kulluk" meselesi sembolik tapınmalar meselesi değildir. Pratik hayatın içinde, boyun eğme, uyma, düzen, yasa, fıkıh, hüküm ve rejim meselesidir. Böyle olduğu için, bu dinde somutlaşan ilahi sistem de bu kadar önem kazanmıştır bu mesele. Peygamberlerin ve dinlerin gönderilmesini bu yüzden gerektirmiştir. Bunca işkencenin meşakkatin çekilmesini bunca fedakârlığa katlanılmasını böyle olduğu için haketmiştir.
İNSANLIK VE DİNLER TARİHİŞu anda, sure içinde bu hikâyelerin peşpeşe sıralanışı ve bunun insanlık tarihi içindeki İslâm inancının stratejisine işaret etmesi meselesine gelmiş bulunuyoruz.
Daha önce Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- hikâyesini değerlendirirken, insanlığın bildiği ilk inanç sisteminin İslâm olduğunu ve insanlığın bu inanç sisteminin insanlığın ilk babası Hz. Adem'den -selâm üzerine olsun- sonra insanlığın ikinci babası Hz. Nuh'dan -selâm üzerine olsun- daha sonra da gelen tüm peygamberlerden öğrendiğini belirtmiştik. Yine İslâmın; inanç, düşünce; kulluk ve sembolik davranışlara ilişkin direktifler açısından ilahlığın birliğini, itaat etme, uyma, otoritesine girme ve boyun eğme açısından Rabblığın birliğini öngördüğünü vurgulamıştık. İslâmın otorite, hakimiyet, yönlendirme ve yasama birliği olduğunu açıklamıştık.
Aynı şekilde -ister inanç, düşünce, ibadet ve sembollerdeki cahiliye olsun, ister otoriteyi kabul etme, ùyma, itaat etme ve boyun eğmedeki cahiliye olsun, ya da her ikisi beraber olsun- cahiliyenin de sonradan ortaya çıktığını belirtmiştik. İnsanların, peygamberler -selâm üzerlerine olsun- aracılığı ile İslâmı öğrendikten sonra inançları, düşünceleri bozulduğu gibi, Allah`dan başkasına boyun eğdiklerinden dolayı, hayatları ve siyasal rejimleri de bozulmuştur. İnsanların Allah'dan başkasına boyun eğmeleri, ister bir totem, bir taşa, bir ağaca bir yıldıza, bir gezegene, bir ruha ya da değişik ruhlara uymaları şeklinde olsun, ister insanın insana boyun eğmesi, yani kâhinlere, büyücülere ve egemenlere uyması şeklinde olsun, aralarında bir fark yoktur. Allah'dan başkasına boyun eğmenin ve her iki şekli de tevhidden şirke sapmayı, İslâmdan çıkıp cahiliyeye girmeyi ifade etmektedir.
Hiçbir şekilde batılın sızmadığı kitabında yüce Allah'ın dile getirdiği tarihsel sıralama ile "karşılaştırmalı dinler tarihi" bilginlerinin uyduğu yöntemin ve bu yöntemle vardıkları sonucun yanlışlığı ortaya çıkmış oluyor.
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi"nin izlediği yöntem yanlıştır. Çünkü yöntem, insanlığın sonradan öğrendiği cahiliyenin çizgisini izlerken, peygamberlerin getirdiği tevhid çizgisini görmezlikten f;eliyor. Onlar cahiliyenin gelişim sürecini izlerken bile, sadece cahiliye dönemlerinden kalabilmiş ve tarihin kaydettiği izleri gözönünde bulunduruyorlar. Halbuki tarih bilimi yeni ortaya çıkmış ve insanlığın tarihinin çok azını içermektedir. Bu az kısmını dahi zan ve tercih yoluyla öğrenmektedir. Öyle ki, tarihte yaşanmış herhangi bir cahiliye dönemini incelerken, peygamberlerin getirdiği tevhidin izine rastlayacak olurlarsa -eski Mısır dinlerindeki Ahnaton inancındaki tevhidi özellik gibi- yine de -bir ihtimal de olsa- peygamberlerin getirdiği tevhidin etkisini görmezlikten gelmeyi tercih ederler. Oysa Ahnaton Mısır'da Hz. Yusuf döneminden ve onun tevhïd inancını tebliğ etmesinden sonra gelmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim Yusuf suresinde Hz. Yusuf'un zindan arkadaşlarına söylediklerini şu şekilde şöylece hikâye etmektedir:
"Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli, tek Allah'a inanmak mı daha iyidir?"
"Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin, ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı etmemiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor." (Yusuf: 39-40)
Dinler Tarihi bilginlerinin böyle yapmalarının nedeni, izledikleri yöntemin dini yönteme düşmanlık ve karşıtlık esasına dayanmasıdır. Bu da Avrupa'da kilise ve bütün bilimsel araştırmalar arasında tarihin bir döneminde başgösteren mücadeleden kaynaklanmaktadır. Bu yöntem öncelikle, bizzat kiliseyi ortadan kaldırmak için kilisenin iddialarını temelden yalanlayacak sonuçlar elde etmek üzere geliştirilmiştir. Bu yüzden daha baştan itibaren sapık bir yöntemdir bu. Çünkü daha araştırmaya başlamadan, önceden belirlenmiş sonuçları elde etmeye çalışmışlardır.
Hatta kilisenin ilmi, siyasi ve ekonomik egemenliği yıkılıp, kiliseye karşı beslenen düşmanlığın hiddeti dindikten sonra bile bu yöntem kullanıla gelmiştir. Çünkü dayandığı temellerden ve bu temellere göre şekillenen, gittikçe de yöntemin vazgeçilmez kuralları haline gelen prensiplerden kurtulamamıştır.
Elde edilen yanlış sonuçlara gelince, bunlar temelden bir yanlışa dayanan yöntemin kaçınılmaz vesilesidir. Bu yanlış, dinler tarihinin izlediği yöntemin vardığı tüm sonuçların değişmez özelliğidir.
İzlediği yöntem ve vardığı sonuç ne olursa olsun, dinler tarihinin açıklamaları Kur'an-ı Kerim'de sunulduğu şekliyle ilahi açıklamalarla temelden çelişmektedir. Müslüman olmayan birisinin herhangi bir meselede açıkça yüce Allah'ın sözü ile çelişen sonuçları kabul etmesi normal sayılsa da, bir araştırmacının, araştırmasını insanlara sunarken "müslüman" olduğunu vurgulayarak bu sonuçları kabul etmesi normal bir şey değildir. Çünkü İslâm ve cahiliye meselesini, insanlık tarihinde İslâmın cahiliyeden önce varolduğuna, tevhidin çok tanrıcılıktan ve putperestlikten önce bilindiğine ilişkin Kur'an'da yeralan açıklamalar yorum kabul etmez, kesin açıklamalardır. Bunlar, din açısından bilinmesi zorunlu olan hususlar arasında yeralırlar. Bu konuda dileyen "Karşılaştırmalı Dinler Tarihi" bilginlerinin vardığı sonuçları kabul edebilir. Herkes yüce Allah'ın sözü ile dinler tarihi bilginlerinin sözleri arasında dilediğini tercih etme hakkına sahiptir. Diğer bir ifade ile İslâmı ya da küfrü tercih edebilirler. Çünkü yüce Allah'ın bu konudaki sözü anlaşılır ve açıktır. Dolaylı ya da anlam itibariyle varılan bir sonuç değildir.
Her ne ise, bu son değerlendirmede açıklamak istediğimiz konu bu değildir. Biz burada insanlık tarihi içinde İslâm inancının hareket stratejisini gözler önüne sermeyi amaçlıyoruz. İslâm ve cahiliye sürekli insanları kendilerine çekmeye çalışmışlardır. Şeytan da bu çift tabiatlı ve çift boyutlu yaratığın zaafından ve yapısındaki eksikliklerden yararlanarak onu azdırmıştır. İnsanlar İslâmı tanıdıktan sonra, ondan ayrılıp cahiliyeye girmişlerdir. Bu cahiliye hayatı son noktasına varınca, yüce Allah onlara kendilerini yeniden İslâma döndürecek bir peygamber göndermiş, onları cahiliyeden kurtarırken, Allah'ın dışında bir sürü tanrıya boyun eğmekten ilk önce her konuda sırf Allah'a boyun eğmeye çağırmıştır. Yalnızca ibadet kastı taşıyan sembolik davranışlarda değil, kalpte yereden inanç noktasında...
Bu bakış açısı, günümüzün toplumlarının konumlarını değerlendirmede, aynı şekilde İslâma davet hareketinin tabiatını açıklamada bize büyük yarar sağlayacaktır.
Bugün topyekün insanlık, son peygamber Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çekip çıkardığı cahiliye hayatını, kapsamlı bir geriye dönüş sürecini (gericiliği) yaşıyor. Bu cahiliye değişik şekillerde somutlaşmaktadır bugün.
Günümüz cahiliyesinin bir kısmı Ateizmi, Allah'ın varlığını inkâr şeklinde belirlemektedir. Bu, inanç ve düşünce alanında içine düşülen cahiliyedir. Komünistler gibi.
Bir kısmı da Allah'ın varlığını bulanık da olsa kabul etmekle beraber, ibadet kastı taşıyan davranışlarda, boyun eğmede, itaat etmede, emirlere uymada sapıklık şeklinde belirmektedir. Hindu ve benzeri putperestlerin cahiliyesi gibi... Ayrıca yahudi ve hristiyanların cahiliyeleri de bu kategoriye girmektedir.
Günümüz cahiliyesinin bir kısmı da Allah'ın varlığını gereği gibi kabul etmekte, ibadet kastı taşıyan sembolik davranışları ona yönelik olarak yerine getirmektedir. Ama "Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed, Allah'ın peygamberidir" şehadet cümlesinin anlamında büyük bir sapıklık içindedir. Ayrıca boyun eğme, emirlere uyma ve itaat etme noktasında tam bir şirk hayatı yaşamaktadır. Kéndilerini "müslüman" olarak adlandıran toplumlar bu kategoriye girmektedir. Bunlar, şahadet cümlesini son derece yanlış anlamalarına, Allah'dan başka birtakım kullara boyun eğmelerine rağmen, sırf şahadet cümlesini dilleri ile söylemekle, sembolik ibadet şekillerini yerine getirmekle müslüman olduklarını, İslâm sıfatını ve müslümanlık haklarını kazandıklarını sanıyorlar.
Bunların da hepsi cahiliyedir. En başta değindiğimiz komünistlerinki gibi. Allah'ı inkârdır. Ya da putperestlerinki gibi Allah'a ortak koşmadır.
İnsanlığın pratik hayatına yönelik bu tarz açık bir bakış açısı, insanlığın topyekün kapsamlı bir cahiliye hayatına döndüğü düşüncesini doğrulamaktadır. İnsanlığın, İslâmın defalarca çekip çıkardığı cahiliyeye doğru uğursuz bir geriye dönüş sürecini yaşadığını ortaya koyacaktır. İnsanlığı cahiliye hayatından çekip çıkaran İslâmın son şekli Hz. Muhammed'in -selâm üzerine olsun- eliyle gerçekleşmişti. Bu da İslâmi diriliş hareketinin öncülerinin temel rollerinin mahiyetini belirlemektedir. İnsanlığa karşı yerine getirmeleri gereken esas görevlerini, bu görevi yerine getirirken işe başlamaları gereken ilk noktayı göstermektedir.
İslâmi dirilişin öncüleri, ilk önce insanları yeniden İslâma girmeye, yeniden içine yuvarlandıkları uğursuz cahiliyeden çıkmaya davet etmelidirler: İnsanlara İslâmın esas anlamının, Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığına inanmak, kulluk kastı taşıyan davranışları yalnızca Allah'a sunmak, hayata ilişkin her meselede sadece Allah'a boyun eğmek, O'na itaat etmek, O'na uymak olduğunu ve bu anlamlar gerçekleşmediği sürece, İslâma girmenin mümkün olmadığını, bunlar gerçekleşmediği sürece insanların müslüman sayılmayacağını belirtmelidirler. Bu noktalar tamamlanmadığı sürece, İslâmın can ve mal konusunda kendilerine tanıdığı hakların geçersiz olduğunu, bu noktalardan birinin yerine getirilmemesi tamamının yerine getirilmemesi gibi olduğunu, insanı İslâmdan çıkarıp cahiliyeye yuvarladığını, bu durumda insanın kesinlikle müşrik, kâfir olacağını açıkça vurgulamalıdırlar.
Şu anda, İslâmdan sonra ortaya çıkan cahiliye dönemlerinden biri yaşanmaktadır. İnsanları bir kez daha Allah'a döndürmek, kula kulluktan çıkarıp, tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için cahiliyeye karşı koyan İslâmi dönem de başlamalıdır.
İnsanlık hayatının bu uğursuz döneminde her tarafı kaplayan cahiliyeye karşı mücadele eden müslüman kitlenin gönlünde bu meselenin bu şeklide açıklık ve kesinlik kazanması kaçınılmazdır. Çünkü bu mesele, bu tarz bir açıklığa ve kesinliğe kavuşmazsa, İslâmi dirilişin öncüleri insanlık tarihinin bu zorlu döneminde görevlerini yerine getirmek konusunda zayıf kalacaklardır. Kendisini müslüman toplum zanneden cahiliye toplumu karşısında tereddüt geçireceklerdir. İddialara göre değil, insanlığın pratik durumuna göre ele almaları gereken başlangıç noktasını yitirmekle, gerçek hedeflerini de yitireceklerdir. Çünkü iddialarla gerçek arasındaki mesafe çok uzak bir mesafedir, çok...
DEVLET METODUBu bitiş değerlendirmesinde bir bütün olarak peygamberlerin gönderildikleri kendi toplumlarına karşı takındıkları tavır ve bu surede yeralan hikâyelerde belirtildiği gibi, davetin başında ve sonunda sergiledikleri farklı tutumlar üzerinde durmak istiyoruz.
Her peygamber, kendi kavmine gönderilmiştir. Davetin başlangıcında peygamber de onlardan biridir. Kardeşin kardeşi çağırdığı gibi, onları İslâma çağırmaktadır. Kardeşin kardeşe istediği gibi, yüce Allah'ın kendisine bahşettiği iyiliği onlar için dilemekte, Rabbinin kendisine verdiği apaçık kanıtı onlara da göstermek istemektedir.
Bu, başlangıçta her peygamberin toplumuna karşı takındığı tavırdır. Ama işin sonunda hiçbir peygamberin tavrı böyle olmamıştır.
Toplumundan bazı kimseler peygamberin çağrısına olumlu karşılık vermiş, kendilerine getirdiği mesaja inanmışlar. Kendilerinden istendiği gibi sadece Allah'a kulluk yapmışlar, boyunlarından Allah'dan başka birtakım kullara boyun eğme zincirini çıkarmışlar. Böylece müslüman olmuşlar, "müslüman ümmet" olmuşlar... Toplumun diğer bir bölümü de peygambere olumlu karşılık vermemiş, getirdiği mesajı inkâr etmişler. Allah'ın dışında O'nun yarattıklarına boyun eğmeye devam etmişler. Cahiliye hayatlarını sürdürmüş, İslâmın safına geçmemişler. Bundan dolayı da "müşrik ümmet" olmuşlar.
Peygamberin daveti karşısında tek bir toplum, iki ayrı millete bölünmüş böylece; biri müslüman millet... diğeri de müşrik millet... Peygamberlikten önce birlik içinde bulunan toplum, artık tek bir millet olma özelliğini kaybediyor. Bununla beraber, aralarında ırk ve soy bağı vardır. Ne var ki, ırk ve soy bağı, toprak ve ortak çıkarlar bağı peygamberlikten önce olduğu gibi aralarındaki ilişkileri yönlendirmiyor. Peygamberin gelmesiyle birlikte yeni bir bağ ortaya çıkmıştır. Toplumu birleştiren ya da bölen bu bağdır artık. Bu inanç bağıdır, hayat sistemi ve din bağıdır... Bu bağ, birlik halindeki toplumu iki ayrı millete bölmüştür. Bir noktada buluşmaları, birarada barış içinde yaşamaları mümkün değildir bu iki milletin...
Bu iki millet arasındaki inanç ayrılığı olanca netliği ile ortaya çıktıktan sonra peygamber ve onun yanında yeralan müslüman ümmet, inanç, hayat sistemi ve boyun eğilen, itaat edilen, merci esasına dayalı olarak toplumlarından ayrılmışlardır. Peygamberlik misyonundan önce kendi toplumları, kendi milletleri, kendi ırkları olan müşrik milletten ayrılmışlardır. İki milletin hayat sistemi ayrıdır, cinsiyetler de farklıdır artık. Bir tek toplumdan iki ayrı millet doğmuştur. Bir noktada buluşmaları, birarada barış içinde yaşamaları imkânsız iki ayrı millet...
Müslümanlar inanç, hayat sistemi ve bağlılık esasına dayanarak toplumlarından tamamen ayrılınca, yüce Allah da aralarındaki sorunu kesin çözüme kavuşturmuştur. Müşrik milleti yoketmiş, müslüman ümmeti de kurtarmıştır. Bu surede de gördüğümüz gibi, bu kural tarih boyunca sık sık vurgulanmıştır
Her yerdeki İslâmi diriliş hareketinin öncülerinin kesinlikle bilmeleri gereken husus şudur: Müslümanlar düşmanlarından ayrılmadıkça, toplumlarını içinde bulundukları şirkten dolayı terkettiklerini açıkça duyurmadıkça, sadece Allah'a boyun eğdiklerini, sahte Rabblere itaat etmeyeceklerini, zorba tağutlara uymayacaklarını, ister inanç, ister sembolik kulluk davranışları, ister toplumsal yasalar açısından olsun, Allah'ın izin vermediği alanlarda kendi kafalarından uydurdukları konularla hükmeden tağutların yönetimindeki topluma katılmayacaklarını duyurmadıkça, yüce Allah, onlarla toplumları içindeki düşmanlarının arasındaki sorunu onların lehine çözümlemez.
Müslümanlar onlardan ayrılmadıkça, Allah'ın eli zalimlerin soyunu kurutmak üzere soruna müdahale etmez. Müslümanlar mensup oldukları toplumdan ayrılmadıkları, onlardan uzaklaşmadıkları sürece, dinlerinin dinlerinden, hayat sistemlerinin hayat sistemlerinden, yollarının yollarından ayrı olduğunu açıkça duyurmadıkları sürece yüce Allah'ın eli aralarındaki sorunu çözümlemek, mü'minlere zafer vereceğine, zalimlerin soyunu kurutacağına ilişkin vaadini gerçekleştirmek üzere müdahale etmez.
İşte tarih içinde sık sık uygulanan bu kuralı İslâmi dirilişin öncüleri iyice kavramalıdırlar, stratejilerini buna dayandırmalıdırlar:
İlk adım, insanları müslüman olmaya; hiçbir şeyi ortak koşmadan Allah'a boyun eğmeye, O'nun yarattıklarından herhangi birine herhangi bir şekilde boyun eğmeyi reddetmeye çağırmakla başlamalıdır. Bunun ardından tek bir toplum ikiye ayrılır. Allah'a boyun eğen muvahhit mü'minler bir saffı, ya da milleti, Allah'ı bir yana bırakıp O'nun yarattıklarından herhangi birine boyun eğen müşrikler de öbür saffı oluştururlar. Sonra mü'minlerle müşrikler birbirlerinden ayrılırlar. Ardından yüce Allah'ın mü'minlere zafer vereceğine, müşriklerin kökünü kurutacağına ilişkin vaadi gerçekleşir. Nitekim insanlık tarihi boyunca defalarca böyle olmuştur.
Pratik ayrılıktan önceki davet süreci uzun zaman alabilir: Ama inanç noktasındaki ayrılık ilk andan itibaren bilinç planında gerçekleşmelidir.
Aynı toplum içinde doğan iki milletin birbirinden kesin çizgilerle ayrılması gecikebilir. Herhangi bir nesil içindeki davetçiler, birçok fedakârlıklar, işkenceler, meşakkatler çekebilirler. Ama yüce Allah'ın onlarla toplumları arasındaki sorunu onların lehine çözümleyeceğine ilişkin vaadi müslüman kitlenin gönlünde bir nesil ya da nesiller boyu süren pratik durumdan daha doğrudur, daha kesindir. Bu vaad, kuşkusuz gerçekleşecektir. Yüce Allah, insanlık tarihi boyunca yürürlükte olan yasasına göre verdiği sözünden dönmez.
Bu kural; bu tarz bir açıklık ve kesinlikle bakılması, tüm insanlığı kaplayan cahiliyeye karşı koyan İslâmi hareket için bir zorunluluktur. Çünkü bu, zaman ve mekânla sınırlı olmayan sürekli bir kuraldır... İslâmi dirilişin öncüleri, sürekli yenilenen cahiliyenin aşamalarından birini yaşayan insanlığa karşı koyduklarına göre, benzeri bir cahiliyeye yuvarlandıkça, aynı çirkefle geri döndükçe, peygamberlerin ellerinden tutup çıkardıkları gibi aynı inanç sistemi ile karşı koyduklarına göre, müslüman kitle başlangıç ve sonuç noktasını, her iki nokta arasındaki davet aşamasını iyi belirlemelidir. Allah'ın kanununun kendi yörüngesinde işlediğine, sonununsa, mutlaka Allah'dan korkanların lehine olduğuna kesinlikle güvenmelidir.
SOMUTLAŞAN HAREKET METODUSon olarak, bu surede yeralan hikâyeler üzerinde yaptığımız değerlendirmeler içinde Kur'an-ı Kerim'de somutlaştığı şekliyle bu dinin hareket metodunun özelliği açığa kavuşmaktadır. Bu pratik bir özelliktir. İnsanlığın realitesini bu Kur'an'la karşılamaktadır, pratik ve uygulamalı olarak...
Bu hikâyeler Mekke'de Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ini yordu. Onun yanında yeralan mü'min azınlık Mekke'de sıkışmış kalmıştı, İslâma davet hareketi donma noktasına gelmişti. Yol uzun ve meşakkatliydi Müslümanlar yolun sonunun ne olacağını da bilmiyorlardı. Ama bu hikâyede onlara yolun sonunu gösteriyordu. Ellerinden tutuyor, bu yolda adım attırıyordu. Yolları apaçık ve tarih boyunca gelmiş geçmiş yüce davet kervanına ulaşıyordu. Bu yüce kervanla yakınlık, aşinalık kuruyorlardı. Ürküp kaçmıyorlardı!. Çünkü onlar, belli bir yolda hareket eden kesintisiz bir kervan içinde yeralan bir gruptular. Issız bir çölde yollarını yitirmiş bir güruh değillerdi. Onlar işleyen ilahi yasa uyarınca başlangıç noktasından, bitiş noktasına doğru yolalacaklardı. Tesadüflere uyarak başıboş hareket etmeyeceklerdi.
İşte Kur'an, müslüman saf arasında böyle hareket ediyordu. Bu saffı belirlenen ve güvenli bir yolda böyle hareket ettiriyordu.
Bugün de yarın da İslâmi dirilişin öncüleri arasında bu şekilde hareket edebilir, yine onları davetin belirlenen yoluna hareket ettirebilir.
Hiç kuşkusuz bu öncü grup, Kur'an'ın işaretlerine, mesajlarına muhtaçtır. Hareket metodu stratejisi ve aşamalarının noktasında Kur'an'dan ilham almaya muhtaçtır. Bu stratejinin ve aşamaların ortaya çıkardığı sorunlara cevap bulmak için, yolun sonunda kendisini bekleyen akıbet için Kur'an'ın direktiflerine ihtiyaç duyacaktır.
Bu şekliyle Kur'an sırf bereket ve bolluk getirsin diye okunan bir kitap değildir. O canlıdır, hareket halindeki müslüman cemaat üzerine şu anda iniyormuş gibidir. Onunla birlikte hareket etsin, direktiflerine uysun, içinde yeralan ilahi vaadlerin farkına varsın diye...
İşte biz "bu Kur'an anlamlarını realite dünyasında gerçekleştirmek için kendisi ile birlikte hareket eden müslüman kitleden başka hiç kimseye sırlarını açmaz. Ne sırf bereket için okuyanlara, ne sırf edebi ve ilmi araştırmalar için okuyanlara ne de sırf içindeki üslup ve ifade tarzını inceleyenlere" derken bunu kastediyorduk.
Bunlardan hiçbiri Kur'an'daki saydığımız özellikleri kavrayamazlar. Çünkü bu Kur'an bu tarz bir inceleme, araştırma unsuru olsun diye inmemiştir. Tersine hareket ve direktif unsuru olsun diye inmiştir.
Şirkten uzak İslâma uyarak azgın cahiliyeye karşı koyanlar, yeniden İslâma döndürmek için sapık insanlığa karşı cihad edenler, insanları kula kulluktan çıkarıp tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için yeryüzünde tağutlara karşı savaşanlar...
Evet, ancak bunlar Kur'an'ı anlayabilirler, özünü kavrayabilirler. Çünkü onlar, Kur'an'ın indiği atmosferin benzeri bir atmosferde yaşıyorlar. İlk defa üzerlerine Kur'an inen kitlenin yaptığı hareketin aynısı içinde yaralıyorlar. Hareket ve cihad esnasında ayetlerinin anlamlarının tadına varıyorlar. Çünkü onlar, bu anlamların olaylarda ve realitede somutlaştıklarını görüyorlar. İşte çektikleri bunca işkencenin, bunca meşakkatin karşılığı yalnızca budur. Karşılık mı dedim? Hayır asla! Vallahi bu, yüce Allah'ın bir lütfudur.
"De ki; Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece bunlarla sevinsinler, bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır."
Bu büyük lütfuna karşılık yüce Allah'a hamdolsun.
HUD SURESİNİN SONU
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
mucahid dizayn: info@mucahid.net