|
61 — İKİNCİ CİLD, 92. ci MEKTÛB Bu mektûb, Seyyid mîr Muhammed Nu’mâna “kuddise sirruh” yazılmış olup, Evliyâlık, Allahü teâlâya yakınlık demekdir. Velî olmak için hârikalar ve kerâmetler şart olmadığı bildirilmekdedir: Allahü teâlâya hamd olsun. Onun beğendiği insanlara selâmlar olsun! Kardeşim, çok sevdiğim, Seyyid, mîr Muhammed Nu’mânın âfiyetde olmasına düâ ederim. Vilâyetin [ya’nî Evliyâlığın] hâsıl olması için, hârikaların, kerâmetlerin meydâna gelmesi lâzım değildir. Din âlimlerinin hârikalar göstermesi lâzım olmadığı gibi, Evliyânın da, hârikalar göstermesi şart değildir. Çünki vilâyet [ya’nî Velî olmak], kurb-i ilâhî [ya’nî Allahü teâlâya yakın olmak] demekdir. Allahü teâlâ, bu kurbu [ya’nî yakın olmağı] ise, Fenâdan sonra, [ya’nî Allahü teâlâdan başka, herşeyi unutdukdan sonra], Evliyâsına ihsân eder. Bir kimseye, bu kurb ihsân edilip de bu dünyâdaki, bilinmiyen şeyler haber verilmiyebilir. Bir başkasına, hem bu verilir, hem de gaybler bildirilir. Bir üçüncü kimseye ise, kurbdan birşey verilmeyip, gaybler bildirilir. Üçüncü kimse, istidrâc sâhibidir. Nefsi cilâlandığı için, bilinmiyen şeyler, kendisine keşf edilmekde, böylece, dalâlet uçurumuna düşürülmekdedir. Sûre-i Mücâdele, onsekizinci [18] âyet-i kerîmesinin: (Onlar iyi bir iş yapdıklarını sanıyor. Biliniz ki, çok yalancıdırlar. Şeytân onları aldatmış, yoldan çıkarmışdır. Allahü teâlâyı o kadar unutdurmuş ki, ne dillerine, ne de gönüllerine getirmezler. Şeytânın askeri, uşakları olmuşlardır. Biliniz ki, şeytânın gürûhü olan bunlar, bitmez tükenmez ni’metleri elden kaçırdı. Sonsuz azâblara yakalandı) meâli, böyle kimselerin hâlini bildirmekdedir. Kurb devleti ile şereflenmiş olan birinci ve ikinci şahslar Evliyâdır. Gaybdan haber vermek, bunların vilâyetini artdırmaz ve azaltmaz. İkisi arasındaki fark, kurb derecelerine göredir. Kendine gaybdan birşey gösterilmiyen Velî, kendine ihsân edilen kurbun üstünlüğü dolayısı ile, dahâ ileride ve dahâ üstün olur. (Avârif-ül-me’ârif) kitâbının sâhibi Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî “kuddise sirruh”, Evliyânın büyüklerindendir. Velîlerin hepsi, kendisini sevmekdedir. Kitâbında kerâmetleri, hârikaları anlatdıkdan sonra, buyuruyor ki: (Evliyâdan, yüksek mertebede bulunan birine, hiçbir kerâmet ve hârika verilmiyebilir. Çünki, kerâmetler, yakîni [inanmayı] artdırmak için verilir. Yakîn ihsân edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerâmetler, Zât-i ilâhîyi hâtırlamak ile kalbin zînetlenmesinden aşağıda kalır). Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden, şeyh-ül-islâm, Hâce Abdüllah-i Ensârî “rahmetullahi aleyh”, (Menâzilüssâyirîn) kitâbında buyuruyor ki: (Firâset iki dürlüdür: Birincisi, ma’rifet sâhiblerinin firâseti olup, talebenin isti’dâdını keşf etmek, Allahü teâlânın Evliyâsını tanımakdır. İkincisi, riyâzet çeken, açlıkla nefslerini parlatanların firâseti olup, mahlûklara âid gizli şeyleri bilmekdir. İnsanların çoğu, Allahü teâlâyı hâtırlamayıp gece gündüz dünyâyı düşündüğünden, dünyâ işlerinden, ele geçirmek istedikleri şeylerden haber verenleri arıyor. Bunları büyük biliyor. Hattâ, bunları Evliyâ, Allahü teâlâya yakın sanıyorlar. Evliyânın me’ârifine, doğru, ince bilgilerine, dönüp de bakmıyorlar. Belki, bunlara dil uzatıp, bunlar Allahın sevgili kulu olsaydı, gayb olan şeylerimizi, gizli düşüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi olmıyan bir kimse, mahlûkların üstündeki ince bilgileri hiç anlıyamaz diyerek, Evliyânın firâsetine, Zât-ı ilâhiye ve sıfatlarına olan bilgilerine inanmıyorlar. Böyle yanlış ölçüleri sebebi ile, o büyüklerin doğru ilm ve me’ârifinden mahrûm kalıyorlar. Bilmiyorlar ki, Allahü teâlâ, o büyükleri, câhillerin gözünden saklamış, kendine mahsûs kılmışdır. Evliyâsını dünyâ işleri ile meşgûl etmeyip, kendisi ile meşgûl etmişdir. Evliyâ, insanların hâllerine, işlerine bağlansalardı, Allahü teâlânın huzûruna lâyık olmazlardı). Abdüllah-i Ensârî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, buna benzer dahâ nice şeyler yazmışdır. Üstâdım hâce Muhammed Bâkî-billahdan “kuddise sirruh” işitdim. Buyurdu ki, şeyh Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” yazıyor ki, (Kerâmet ve hârikaları çok görülen Evliyâ, son nefeslerinde, bunları gösterdiklerine pişmân olmuşdur. Keşki hiç kerâmetimiz görülmeseydi demişlerdir). Evliyânın üstünlüğü, hârikaların görülmesi ile ölçülseydi, bunların görünmesine pişmân olmak yersiz olurdu. Süâl: Vilâyetde, hârika görünmesi şart olmayınca, hakîkî Velî ile, yalancı şeyhler birbirinden nasıl ayrılır? Cevâb: Bu dünyâda Evliyânın belli olması lâzım değildir. Doğru ile yalancının karışması lâzımdır. Bu dünyâda hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın karışması lâzımdır. Velînin, kendi vilâyetini bilmesi de şart değildir. Kendi vilâyetini bilmiyen Evliyâ çok idi. Bunları, başkaları nasıl tanıyabilir? Tanımalarına lüzûm da yokdur. Evet, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hârikalar göstermesi lâzımdır. Böylece, Nebî, Nebî olmıyandan ayrılır. Çünki, Nebînin Peygamberliğini tanımak herkese lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi Peygamberinin dînine çağırdığı için, Peygamberinin mu’cizeleri kendilerine yetişir. Evliyâ, eğer islâmiyyetden başka birşeye çağırmış olsaydı, o zemân, hârikalar göstermesi elbette lâzım olurdu. İslâmiyyete çağırdığı için, hârika göstermesi hiç lâzım değildir. Din âlimleri, herkesi, kitâblarda yazılan emrleri yapmağa çağırıyor. Evliyâ, hem buna çağırıyor, hem de islâmiyyetin bâtınına da’vet ediyor. Önce, islâmiyyete çağırıyor, sonra, Allahü teâlânın ismini zikr etmeği gösteriyor. Her zemân, aralıksız olarak, zikr-i ilâhî ile olmağı ehemmiyyetle istiyorlar. Böylece, vücûdü muhabbet kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan başka birşey bulundurulmaz. Herşey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa, Allahü teâlâdan başka birşey hâtırlıyamaz. Bu iki dürlü da’vet için Evliyânın hârikalar göstermesine niçin lüzûm olsun? İrşâd etmek, bu iki da’veti yapmak demekdir. Hârikanın, kerâmetin burada hiç yeri yokdur. Şunu da söyliyelim ki, uyanık bir talebe, tesavvuf yolunda ilerlerken, üstâdının nice hârikalarını, kerâmetlerini his eder. O bilinmez yolda, her ân, onun mededine baş vurup, hep yardımına kavuşur. Evet, başkaları için hârikalar göstermesi lâzım değildir. Fekat, talebesine her ân kerâmet göstermekde, hârikalar, üst üste gelmekdedir. Talebesi, üstâdının hârikalarını his etmez olur mu ki, ölü olan kalbine hayât vermekdedir. Onu, müşâhedelere, keşflere kavuşdurmakdadır. Câhiller, ölüyü diriltip, mezârdan çıkarmağı, büyük kerâmet sanır. Büyükler ise, ölü kalbleri diriltmeğe, hasta rûhları tedâvî etmeğe ehemmiyyet verir. Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden, hâce Muhammed Pârisâ: (İnsanların çoğu ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip, ölü rûhları diriltmişler, talebenin ölü kalblerini diriltmeğe çalışmışlardır. Doğrusu da, kalbleri, rûhları diriltmek yanında, ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yokdur. Hattâ abes, ya’nî fâidesiz şeyle vakt gayb etmek olur. Çünki, ölüyü diriltmek ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalblerin diriltilmesi ise, sonsuz hayâta kavuşdurur. Zâten, Allahü teâlâya yakın olanların vücûdleri kerâmetdir. İnsanları Allahü teâlâya da’vet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmetdir. Ölü kalbleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların selâmeti, onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devâdır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Onlar, celîs-i ilâhîdir. Allahü teâlânın lutfları, ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz) buyuruyor. O büyükleri, yalancılardan ayıran farkların en açığı, her sözlerinin, hareketlerinin islâmiyyete uygun olması, yanlarında bulunanların kalblerinde, Allahü teâlânın korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. Evliyâ ile münâsebeti olanlarda, bu alâmetler hâsıl olur. Münâsebetleri olmıyanlar, zâten herşeyden mahrûmdur. Fârisî beyt tercemesi: İyiliğe elverişli olmıyan kimse, [(Reşehât)da, Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyuruyor ki: ((Himmet etmek), Allahü teâlânın ismleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demekdir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet etdikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüşdür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmişdir. Fekat, bu makâmda edeb lâzımdır. Edeb de, bendenin kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi’ etmesidir. Hakkı kendi irâdesine tâbi’ etmemekdir. Hak teâlânın fermânına muntazır olmakdır. İrâdesi te’alluk edip fermân buyurunca, himmet etmekdir). Übeydüllah-i Ahrârın oğlu hâce Muhammed Yahyâ buyurdu ki: (Tesarruf sâhibleri üç nev’dir: Bir kısmı, Allahü teâlânın izni ile, her istedikleri zemânda, diledikleri kimselerin kalbinde tesarruf ederek, onu fenâ makâmına erişdirirler. Ba’zısı, Allahü teâlânın emri olmadan tesarruf etmez. Emr olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise, kendilerine bir sıfat, bir hâl geldiği zemân kalblere tesarruf ederler)]. Kıymetli mektûbunuzda, zemânımız pâdişâhının islâmiyyete ehemmiyyet verdiğini, adâleti, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirdiğini yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, pek fazla sevindik. Allahü teâlâ, memleketleri, hükûmet reîslerinin adâlet ışığı ile nûrlandırdığı gibi, islâm dînini de, onların himâye ve yardımları ile kuvvetlendirir. Sevgili kardeşim! (İslâmiyyet, kılıncın himâyesi altında) buyuruldu. Ya’nî, islâm dîninin yayılması, yapılması, devlet reîslerinin yardım ve himâyesine bağlıdır. [Hükûmet kuvvetli oldukca, herkes malından, canından emîn olur. İbâdetlerini râhatlıkla, huzûr içinde yapar. Avrupa, Amerika gibi kâfir memleketlerinde insan haklarına mâlik olan, dînî vazîfelerini serbestce yapan müslimânların da, kendilerine hürriyyet veren hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeleri, fitneye, anarşiye sebeb olmamaları, vergilerini, borçlarını zemânında ödemeleri, hükûmete yardımcı olmaları lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle olmamızı emr etmekdedirler.] Ne yazık ki, Hindistânda, hükûmetin müslimânları himâye etmesi, çok zemândan beri gevşemiş idi. Müslimânlık da za’îflemişdi. Hind kâfirleri, sıkılmadan, câmi’leri harâb etmiş, buraları, kendi tapınma ve oyun yerleri hâline çevirmişdi. Mubârek insanların mezârlarını yıkıp, yerlerini park yapmışlardı. Kâfirler, her günâhı, kâfirlik alâmetini açıkça işliyor, müslimânlar, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirebilmek için, zorluklarla karşılaşıyordu. Hind kâfirlerinin bayramlarında, yimeleri, içmeleri yasak olduğundan, müslimân şehrlerinde, fırınların, aşçıların ekmek, yemek satmasına mâni’ oluyorlardı. Mubârek Ramezân ayında, umûmî yerlerde, oruclular karşısında, çılgınca yiyip içiyorlardı. Müslimânlar, birşey söyliyemiyordu. Yazıklar olsun ki, devlet, hükûmet adamları bizden olduğu hâlde, böyle za’îf ve zevallı hâle düşmüşdük. İdârecilerin kıymet verdikleri zemânlarda, islâmiyyet parlamış, âlimlerin yüksekleri, Sôfiyyenin büyükleri “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, herkesden sevgi ve saygı görmüşdü. Devletden aldıkları kuvvet ile, islâmiyyetin yayılmasına çalışmışlardı. İşitdiğime göre, sâhibkran emîr Tîmûr “aleyhirrahme”, Buhârâ caddesinden geçerken, uzakda, birçok kimsenin halı silkdiklerini görüp, merâkla sormuş. Hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hânekâhı halıları olduğunu anlayınca, islâmiyyete olan sevgi ve saygısının çokluğundan, oraya yaklaşıp, halıların tozları içinde durmuş, misk ve anber sürünür gibi, hânekâhın tozlarını yüzüne gözüne sürerek, Allah yolunda olanların feyz ve bereketleri ile şereflenmek istemişdir. Allahü teâlâya yakın olanlara karşı gösterdiği sevgi ve saygı sâyesinde, îmânla gitdiği umulur. İşitdiğimize göre, Tîmûrun ölüm haberi duyulunca, o zemânda bulunan Evliyâdan birisi “kuddise sirruh”, (Tîmûr öldü. Îmânı da birlikde götürdü) buyurmuşdur. Cum’a günleri, hatîb efendiler, hutbe okurken, sultânların ismlerini, en aşağı basamağa inerek okuyorlar. Bunun sebebi, sultânlar kendilerinin, Server-i âlemden “sallallahü aleyhi ve sellem” ve dört halîfesinden aşağı olduklarını göstermek içindir. Kendi ismlerinin, o büyüklerin ismleri ile birlikde okunmasını uygun görmedikleri için böyle okutuyorlar. Secde, alnı yere koymakdır ki, küçüklüğü ve aşağılığı göstermekdir. Tevâzu’ ve saygının son derecesidir. Bunun için secde, ancak Allahü teâlâya ibâdet için yapılır. Ondan başkasına secde etmek câiz değildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” birgün, bir yere gidiyordu. Bir köylü rast gelip, mu’cize gösterirsen îmân ederim dedi. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Karşıki ağaca git, de ki, Allahın Peygamberi seni çağırıyor!). Köylü, böyle söyleyince, ağaç yerinden ayrılıp Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önüne geldi. Köylü bu hâli görünce, hemen müslimân oldu. (Yâ Resûlallah! İzn verirsen, sana secde edeceğim) dedi. (Allahü teâlâdan başka, hiçbirşeye secde edilmez. Başkasına secde etmek câiz olsaydı, kadınların, erkeklerine secde etmelerini emr ederdim) buyurdu. Fıkh âlimlerinden ba’zısı, sultânlara, selâm niyyeti ile, secde etmeğe izn vermiş ise de, sultânların bu işde, Allahü teâlâya karşı edebi gözetmeleri, Allahü teâlâdan başkasına secdeye izn vermemeleri lâyık olur. Allahü teâlâ, onları herşeye âmir ve hâkim yapmış, herkesi bunlara muhtâc kılmış. Bu büyük ni’mete şükr olarak, aczin, küçüklüğün son şekli olan secdeyi, Allahü teâlâya mahsûs edip, Ona şerîk olmamalıdırlar. Ba’zı âlimler izn vermiş ise de, kendileri, güzel tevâzu’ları sebebi ile, buna izn vermemelidir. İhsân edenlerin karşılığı, ancak ihsân olur. Görüşdüğümüz zemân, dahâ çok anlatırım. Doğru yolda bulunanlara, Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde yürüyenlere selâmlar olsun!
Evliyânın efdali, Sıddîk-ı ekber, ba’dehu Fârûk, Kalan Eshâbı hem ki, cümlesinin zikri hayrolsun, Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma, Hasen ve Hüseyn, Ve gayri kimseye aynîle Cennetlik denilmez ki, Ve Eshâb-ı kirâmın cümlesinden sonra ümmetden, |